EVİM NERESİ (11)
Tanrısal İşler
Nasıl felaket bir gece. Şimşekler ardı ardına çakarak geceyi güdüze çeviriyor adeta. Hele o gök gürlemesi. Birden yerimizden sıçrıyoruz istemsiz. Deprem aklıma geliyor. Ya deprem de olursa!... Felaket şiddeti başa çıkılamaz olur o zaman. Niye gözlerim yerlerinden fırlayacak gibi, niye yüreğim sıkışıyor?
-Hadi herkese iyi geceler, karanlık zaten, elektriğin ne zaman geleceği belli değil. Benim şarjım da az. Telefon acil durumlar için iptal olmasın, yatmaya odama geçiyorum.
Elbette özel bölüme geçtim. Enerji sağlayan batarya nereden nasıl dolar bilmiyorum, ama burada enerji sorunu yok. Yüreğime su serpme ihtiyacı ile haritalar, mekanlar, felakete uğramış yerler, taramaya başladım….
Deprem olmuştu sahiden bir yerde, insanlar toz toprak içinde yıkıntılar arasında canlarını arıyordu. Yağmursuzdu. Patlamalara yöneldim. Gök gürültüsü ve kasırgadan şüphelenip, ama değildi. Bunlar uçaklardan atılan bomba gürültüleriydi. Ortalıkta insan görünmüyordu ama, binaların yıkıldığını, yerde çukurlar açıldığını görebiliyordum. Köşede bir çocuk çok korkmuş ağlıyordu. Ama sesi boğuktu, duyulamayacak kadar azdı. Biraz takıldım. Bir yetişkin gelsin beş yaşından büyük olmayan bu çocuğu alıp güvenli bir yere götürsün diye bekledim. Ama kimsecikler yoktu. Zihnimden bir koruma şemsiyesi geçirdim, bombalardan etkilenmeyen. Birden elimin ekran hareketine eşlik eden bir şemsiye farkettim. Şeffaf, kubbemsi, çadır misali… İradi bir yönlendirme ile küçüğün üzerine bıraktım.
Daha yoksul yerler belirdi az sonra önümde. Yağmur bütün hızıyla iniyordu gökten. Ve o derme çatma çatıların üzerinden, kulube evlerin içine akıyordu. İnsanlar çaresiz, sadece ıslanmamak için, eşyalarından da koruyabildiklerini kuru köşelere yığıp ayakta korkuyla bekliyorlardı. En çok çocuklar korkuyordu. Anne ve babalarına sığınıp kafalarını gömüyorlardı. Dışarıdan gelen gökgürültüsü ve yağmur sesini artık duymuyor olsam da onlarla aynı ruh haline büründüm. Aciz olmak kimin işine yarar ki! Bir su birikintisinde garip dalgalanmaları farkettim. Bir kedi yavrusu, suyun üstünde kalmaya çalışıyordu. Gücü tükenmiş, bir görünüp bir kayboluyordu. Bir tahta parçasını önüne yönlendirdim, can havliyle pençelerini sapladı. Usulca kıyıya yaklaştı, tahta parçası. Kedicik kendini kara parçasına attı ama, yaşaması için bu yeterli olur muydu bilmiyorum.
Gündüz, kurak mı kuraktı uzak bir diyar. Yaşlı zayıf, damarlarını görebildiğim bir adam, bir tarlanın ortasında cılızlaşmış fidelerine bakıyordu çaresiz. Çoktandır yağmur beklediği belliydi. Yanında bir teneke su getirmiş, küçük bir kapla aldığı suyu beş fideye paylaştırıyordu.
Nedense sadece hızlı tarama modundaydım. Ne kadar çok yapılacak iş, çare bekleyen dert vardı. Birden ekranda biri belirdi:
- Kafan karışmasın, sen Tanrı değilsin.
-Tanrı’nın işi ne? Yarattıklarına sahip çıkar elbette. Ne düşündüğümü beynim size iletiyor galiba.
-Bizim görev alanımız. Biz de yüceliğin görevlileriyiz. Neyi nasıl sahiplendiği Yaradan’ı ilgilendirir. Ve sorgulamak bizi aşar. Daha doğrusu anlayacak kadar kapasiteli değiliz.
-Sizde mi? Ben kendimi size göre aciz buluyorum. Yaşadığımız dünyada çaresiz hisseden nice insanlar varken, biz daha üst becerilerimizle bunu düşünüyorsak sahiden bir problem var.
-Problem yaratılmışlığının ötesinde taleplerde boğulmak. Düşünsene karınca ezilmemek için bütün canlıların kendinden küçük olmasını diliyor. Ya da kendisinin ezilemeyecek kadar diğerlerinden büyük olmasını diliyor. Bunu yapamayacağını bile bile böyle bir hayal beyhude değil mi?
-Felsefe yapmadan bir işe yaramayacağım galiba. İyi uyarıydı, teşekkürler.
- Evet o da lazım ama, onunla görevlendirilenler yapacak. Sen eylem için görevlisin. Bunu yerine getirmezsen daha çok problem çıkar, mutsuzluğun artar. Yani hep mutsuz yaşayacağının da haberini vermiş oldum. Ne yaparsan yap eksik olacak mutlaka.
-Aslında işe yaramak için buradayım, ama henüz hakkını veremiyorum galiba. Dinleneyim, iyi geceler….
Tepkiniz nedir?