Kadrajdaki Dünyalar | 21. Kare: Kısa Bir Tatil
Kadrajdaki Dünyalar'ın 21. Bölümü | Çocukluğundan beri fotoğrafçılıkla uğraşan ve bu alanda lisans eğitimi alan Göksel'in çektiği fotoğrafları paylaştığı "kadrajdakidunyalar" isimli bir sosyal medya hesabı vardır. Genç fotoğrafçı bir gün fotoğraf çekimi için gittiği Kadıköy'de eve dönmeden önce bir kafeye oturur, bu kafede sahne alan gencin fotoğraflarını çeker ve sonrasında bir tanesini hesabında paylaşmaya karar verir. Fotoğrafı paylaştığı günün akşamında mesaj kutusuna düşen bir mesaj her şeyi değiştirmek üzeredir.
Bölüm fotoğrafı: Shravan K. Acharya
Eylülün gelmesiyle beraber şehrin havasına güz kokusu karışmıştı. Güneş gökyüzünde parlamaya ve insanın içini ısıtmaya devam etse de kapıdaki sonbaharın varlığı kendini belli ediyordu. Temmuz ve ağustos sıcakları etkisini yitirmiş, yerini daha normal —ve dayanılabilir— sıcaklıklara bırakmıştı; şehre dönüşler başlamış ve açılmak üzere olan okulların telaşı tüm şehri sarmıştı. Eylülün ikinci haftasında İstanbul’da her zamankinden daha yoğun bir koşuşturma vardı, haftanın altı günü çalışan Gökhan da bu koşuşturmaya bizzat şahit oluyordu. Yeni ayın ilk haftası genç adam için yorucu geçmiş olsa da yıllık iznine ayrılacağı ve birkaç gün bile olsa İstanbul’dan uzakta olup tatil yapacağı için sevinçliydi. Daha uzun bir tatile ihtiyacı vardı fakat hayat ona elindekiyle yetinmeyi öğretmişti.
Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra kupayı yere bıraktı ve gitarını çalmaya devam etti. Saat 21.25’ti, amfiye bağlı elektro gitarı kucağındaydı ve kulaklıkları da kulağındaydı. Bu yaz müzik yapma konusunda umduğu performansı gösterememişti; çalışma hayatı, sosyal hayatı ve aşk hayatı derken müzik önceliği olamamıştı fakat durum o kadar kötü değildi. İçlerinin birinin Yıldızlar Yatağı olduğu üç şarkısını tamamen bitirmişti. Sözleri ve müziği tamamlanan şarkıların kaydını almış, üzerinde çalışmak üzere bilgisayarına kaydetmişti ve son birkaç gününü de şarkılar üzerinde çalışarak geçirmişti. Genç müzisyen ortaya çıkan sonuçlardan son derece memnundu. Kendi adından yola çıkarak gökyüzü temalı bir albüm yapma fikri aklına geldiğinde bu fikri çok beğenmiş, adı ve sözleri gökle ilgili şarkılar yapmak için kolları sıvamıştı. Şu an elinde hazır durumda üç şarkı vardı, pek çoğunun da sözleri ve bestesi üzerinde çalışmaya devam ediyordu. Çalışmalar böyle devam ederse bir sonraki yaza kadar bir albüme sığacak kadar şarkısı olabilirdi ve bu düşünce Gökhan’ı inanılmaz heyecanlandıran, aynı zamanda motive eden bir düşünceydi.
Bir şarkısında kullanmayı düşündüğü soloyu çalarken kaşları çatıktı. Duyduğu şeyden nefret etmemişti fakat hayran da kalmamıştı. Birkaç dakikalık ses denemelerinden sonra solo için daha tiz ve kirli bir ses istediğini anlayıp gitarla amfinin ses ayarlarında değişikliğe gitti. Soloyu yeniden çalmaya başladığında yüzünde keyifli bir gülümseme belirdi. İşte şimdi duyduğu şey çok hoşuna gitmişti.
Defterine gerekli notları aldıktan sonra soloyu baştan sona bir kez çaldı ve ses ayarlarının kesinlikle böyle olmasına karar verdi. Birkaç efekt, bas ve bateriyle beraber istediği soloyu elde edecekti.
Saat 10’a kadar gitar çalmaya devam etti. Bugün uzun ve yorucu bir gün olmuştu, böyle günlerin sonunda müzik onun için her zamankinden daha güvenli ve huzurlu bir limandı.
Kulaklıklarını çıkarıp amfinin üzerine bıraktıktan sonra kucağındaki gitarı da amfiye yasladı ve ayağa kalktı. Bacakları için birkaç esneme hareketi yaptı. Artık iyiden iyiye yorulduğunu hissediyordu ama dinlenmeyi daha sonraya erteleyerek masa başına oturdu. Gitar çalarken ses kaydı almıştı. Dosyayı tatil dönüşü üzerinde çalışmak için bilgisayarına kaydetti.
Bakışlarını bilgisayar ekranından alıp masaya çevirdiğinde geçen sene defterine yazdığı satırlara gözü ilişti.
Senin evinde çok kimsesiz hissettim
Hiçbir değerim ve önemim yokmuş gibi
Bu odada duran bir gölgeden fazlası değilim
Sanırım hiçbir zaman da olmadım
Duvara vurup kırdığın tüm hayatım gibi
Sanırım artık sen de paramparça bir geçmişten fazlası değilsin
Kalbinde o tanıdık burukluğu hissettiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı duydu. Bu satırları bir anlık iç dökme sonunda kaleme almıştı, o an ne hissediyorsa hiçbir filtreden geçirmeden yazmıştı. Bir süre bu satırları besteleyip şarkıya dönüştürmeyi düşünse de bu fikirden vazgeçmesi uzun sürmemişti. Bu satırlar çok kişiseldi ve kendisine saklaması en iyisiydi.
Defterin kapağını kapattı. Keşke geçmişin de bir kapağı olsaydı ve o kapağı kapattığında geçmiş tamamen geride kalsaydı, ona hiçbir şey hissettirmeseydi. Kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı şarkıları yüzünden son günlerde oldukça duygusal bir ruh hâlindeydi, hatırlamak ona buruk hissettiriyor ve gözlerini uzaklara daldırıyordu; yine de acı ona ilham veren şeydi ve acıyı hissetmek onun sanatçı kişiliğini besliyordu. Yazdığı her bir satırda, her bir bestede geçmişin parmak izleri vardı ve bu onun eserlerine anlam kazandıran şeydi.
Telefonu çalmaya başlayınca irkildi. Bakışlarını salonun içinde gezdirince telefonunun koltuğun üzerinde olduğunu gördü. Sandalyeden kalkıp koltuğa ilerledi ve telefonunu eline aldı. Arayan kişi Göksel’di.
“Efendim?” diye açtı telefonu.
“Gökhan?” diyen Göksel’in sesi biraz endişeli geliyordu. “Ne yapıyorsun? Yediden beri yazmayınca merak ettim, iyi misin?”
“Evdeyim,” derken koltuğa oturdu. “İyiyim. Gitar çalıyordum, telefona bakmadım.”
“Her şey yolunda mı?”
“Evet, bir sıkıntı yok. Uzun ve yorucu bir gündü, eve gelip yemek yedikten sonra gitara sarıldım. Sana eve geldiğimi söylemedim değil mi?”
“Hayır, söylemedin. Ben de bu yüzden merak ettim, mesajlara bakmayınca arayayım dedim.”
“Kusura bakma, haber verdiğimi sanıyordum.”
“Sen gerçekten iyi misin? Kafan çok dağınık gibime geldi. İş yerinde bir şey mi oldu?”
“İştekilerle biraz sürtüştüm, birkaç müşteriyle de uzun dakikalar boyunca ilgilendim ve bitmek tükenmek bilmeyen sorularına cevap verdim. Gerçekten yıpratıcı bir gündü, sadece gitarımla vakit geçirmek istedim.”
“İştekilerle ne oldu? Anlatmak ister misin?”
“Saçma sapan işler,” diye söylendi Gökhan. “Eylül başı yoğun olur diye geçen hafta izne çıkamadım; bu ay okulum başlıyor ve artık tam zamanlı çalışamayacağım için en azından ay başındaki yükü hafifleteyim diye ilk hafta çalıştım ama Ayşegül Hanım bu hafta için de izin konusunda mırın kırın etti. ‘Okulum başlayacak Ayşegül Hanım, bu hafta da izne çıkmazsam ne zaman çıkacağım? Tüm yaz çalıştım zaten, bırakın da birkaç gün dinleneyim,’ dedim. Kendisiyle Ufuk yaz ortasında izinlerini sonuna kadar kullandılar ama benim birkaç günlük iznim sorun yaratıyor. Benim izin hakkım var mı? Var. O zaman söke söke kullanırım. Tüm yaz it gibi çalışmışım, birkaç gün tatili kimse bana çok göremez. Ben insanlara karşı kibar oldukça insanlar beni enayi yerine koymaya çalışıyor. Biraz sesimi yükseltince hemen, ‘Ben öyle mi diyorum canım? İzin kullanmak en doğal hakkın, elbette kullanacaksın; dinlenmek senin de hakkın,’ demeye başladı. Yarından itibaren izinliyim, Perşembe günü işbaşı yaparım; o güne kadar ne hâlleri varsa görsünler, bu onların sorunu. Personel yetersiz geliyorsa işe alım yapsınlar. Ben okulum başlayınca okuluma giderim, boş olduğum günlere göre de bir çalışma programı hazırlarım ve yarım maaşımı alıp yoluma bakarım.”
Göksel iç çektikten sonra, “Ne kadar saygısızlar,” dedi. “Dediğin gibi bütün yaz çalıştın, okulun başlamadan önce birkaç gün tatil yapmak en doğal hakkın ama onu bile çok görüyorlar. Sen gereken konuşmayı yapmışsın, hiç kafana takma; birkaç günlük tatilinin tadını çıkarmaya ve dinlenmene bak.”
“Bugün biraz sinirlerim bozuk ama yarın uyanınca hatırlamam bile, hafızamı onlarla dolduramam.”
“Tatlı canını sıkmana değmezler.”
“Haklısın,” diyen Gökhan gülümsedi. “Sesini duymak iyi geldi. Aradığın için teşekkür ederim.”
“Elbette arayacağım,” dedi Göksel hemen. “Mesaj atmayınca merak ettim, insanın aklına her şey geliyor ama neyse ki ciddi bir şey yokmuş.”
“Yok güzelim benim, biraz canım sıkıldı ama iyiyim. Sen ne yapıyorsun?”
“Bizimkilerle salonda oturuyordum, dondurma yiyip bir şeyler izledik. Senden cevap gelmeyince seni aramak için odama geçtim, odamdayım şimdi.”
“Seni de meraklandırdım, kusura bakma. Kendimi kötü hissedince dış dünyadan soyutlanıp kendi içime çekiliyorum ama bundan sonra haber veririm, senin de aklın bende kalmış olmaz.”
“Benimle her şeyi paylaşabilirsin,” dedi Göksel. “Sevgiliyiz ama aynı zamanda arkadaşız da, bu konuda beni Yağız ya da Kerem’den farklı görme lütfen.”
“Görmüyorum tabii ki ama kötü hissettiğimde hep kendi içime çekilen bir insan oldum, huyum böyle.”
“Belki de içini açacağın birileri olmadığı için böyle bir huyun olmuştur, hiç düşündün mü? Şimdi içini açabileceğin insanlar var, onların başında da ben geliyorum ve bir yerlerde tek başına kötü hissettiğin düşüncesi bana da çok kötü hissettirir.”
Gökhan gülümsedi. Göksel bunu nasıl başarıyordu bilmiyordu ama her defasında içini sıcacık yapmanın bir yolunu buluyordu.
“Haklılık payın olabilir,” diyerek ona katıldı. “Bunun üzerinde düşüneceğim.”
“Çok sevinirim,” dedi Göksel. “Gitarda ne çalıyordun? Valiz hazırlıyorsundur diye düşünmüştüm.”
“Kendi şarkılarımdan birinin solosunu besteliyordum. Valizimi hazırladım, zaten çok bir şey götürmeyeceğim için hemencecik hazırladım.”
“Son günlerde çok üretkensin.”
“Evet, bugünlerde ilham perilerimle aram çok iyi.”
“Maşallah diyelim de nazar değmesin. Yarın otobüsün 12’deydi değil mi?”
“Evet. Sen kaçta geleceksin?”
“Kaçta geleyim?”
Gökhan, Balıkesir’e otobüsle gidecekti ve erkek arkadaşını yolcu etmek isteyen Göksel onu terminale bırakmayı teklif etmişti, Gökhan da kabul etmişti.
“Senin için sıkıntı olmayacaksa biraz erken gelebilirsin,” diye cevap verdi Gökhan. “Birlikte kahvaltı ederiz, biraz da zaman geçiririz ve terminale gideriz.”
“Sıkıntı olmaz,” diyen Göksel gülümsedi. Duyduklarından hoşlanmıştı. “O zaman dokuz gibi gelirim, dediğin gibi beraber kahvaltı eder ve biraz zaman geçirmiş oluruz.”
“Sucuk sever misin?”
“Sucuklu yumurta mı yapacaksın bana?” dedi Göksel gülerek. “Severim.”
“Kızarmış ekmek?”
“Bayılırım.”
“O zaman kahvaltı menümüz belli oldu demektir. Başka bir şey ister misin? Ne istiyorsan onu hazırlayayım.”
“Aslında sucuklu yumurta ve kızarmış ekmeğe bile zahmet etmene gerek yok, ne varsa ondan yerim.”
“Olur mu öyle şey?” dedi Gökhan. “İlk kez evime geleceksin, birlikte kahvaltı edeceğiz ve ben sana bir şeyler hazırlamayacağım öyle mi? Sence böyle bir şey mümkün mü? Ben size geliyor olsam sen bana bir şeyler hazırlamaz mısın? Elbette hazırlarsın, ben de hazırlayacağım.”
Göksel onu gülümseyerek dinledi. Gökhan’ın ince ruhunu, kibarlığını, düşünceli oluşunu çok seviyordu.
“Yola çıkacağın için uğraşmanı istemiyorum,” dedi Göksel. “Yoksa yaptığın şeyleri yemekten çok hoşlandım.”
“Alt tarafı kahvaltı hazırlayacağım, bir şey olmaz,” dedi Gökhan. “Hafta sonu kahvaltılarını çok severim, seninle de güzel bir cumartesi kahvaltısı edelim. Hem bak yaptığım şeyleri yemeyi de seviyormuşsun, bu sefer de sucuklu yumurtamın ve kızarmış ekmeklerimin tadına bakarsın.”
“Tamam o zaman, benim ve midemin işine gelir.”
“O zaman anlaştık. Ben şimdi etrafı şöyle bir toplayayım, valizimi kontrol edeyim, üşenmezsem duş alayım; sonra da yatıp uyurum. Yarın sabah yine haberleşiriz, olur mu bir tanem?”
Bir tanem. Bu hitabı duyan Göksel’in yüzünde güller açtı. Gökhan son günlerde ona bu şekilde de hitap etmeye başlamıştı ve onun kendisine böyle seslenmesi çok hoşuna gidiyordu.
“Olur,” dedi biraz sonra. “Sana kolay gelsin. Yarın görüşürüz.”
“Görüşürüz. İyi geceler güzelim benim.”
“İyi geceler sevgilim.”
Gökhan telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi. Göksel’in sesini duymak gerçekten de iyi gelmişti. Kendisini dakikalar önceye göre çok daha iyi hisseden genç adam koltuktan kalkıp iş olarak bilgisayarını kapattı. Ardından gitar çalıp beste üzerinde çalıştığı için dağılan salonu toparlamaya girişti.
Göksel’se telefonu kapattıktan sonra odasından çıkıp ebeveynlerinin yanına döndü. Göksel salona girince ikisi de ona baktı.
“Ne oldu?” diye sordu Güzin. “Konuştunuz mu?”
“Konuştuk,” diye onayladı Göksel. Tekli koltuğa oturdu. “Onun için biraz zor bir gün olmuş, iş dönüşü gitarına sarılıp müzikle uğraşmış.”
“Neden zor bir gün olmuş?” dedi Engin. “İşle ilgili mi?”
“Evet, patronu izin konusunda biraz laf etmiş. Ay başı yoğun oluyor diye geçen hafta izne çıkmadı, patronu bu hafta da çalışmasını istemiş ama Gökhan’ın okulu başlamak üzere ve o da hâliyle okul başlamadan önce birkaç gün de olsa tatil yapıp dinlenmek istiyor. Biraz atışmışlar, doğal olarak canı sıkılmış; eve dönünce de kafasını dağıtmak için müziğe sarmış ve telefona bakmamış.”
“Ben de bir patronum ama pek çok patron gerçek bir kan emici,” dedi Engin onaylamaz bir sesle. “Çalışanların birkaç günlük yıllık iznine bile göz dikiyorlar. İstiyorlar ki 7/24 köle gibi çalışsın millet. Yahu bu çocuk daha yirmi bir yaşında gencecik bir üniversite öğrencisi, okulu başlamak üzere; bırak da gidip birkaç gün tatil yapsın, kafasını dağıtsın.”
“İşte Gökhan da buna sinirleniyor. Biraz konuştuk, dertleştik; sesi daha iyi geliyordu.”
“İyi yapmışsın. Yalnız olmadığını hissettirmekte fayda var, insan böyle anlarda sevdiklerinden destek görmek istiyor.”
“Gökhan orada geçici olarak çalışıyordur zaten,” dedi Güzin. “Mezun olduktan sonra istifasını basar, severek yapacağı başka işler bulur.”
“Tabii ki,” dedi Göksel. “Elinde konservatuvar diploması olacak, neden satış danışmanlığına devam etsin? Bir yerde iş bulamasa bile özel ders verir, geçimini o şekilde sağlar.”
“Aynen öyle. Bir saatlik özel dersler kaç lira olmuş? Her gün bir öğrencisiyle dersi olsa epey para eder.”
“Gerçekten,” diye eşine arka çıktı Engin. “İş yerinden birkaç arkadaş çocuklarına özel ders aldırıyormuş, fiyatları duyunca dudağım uçukladı. Sanat derslerinde fiyatlar daha da pahalıymış, öyle diyorlardı. Sahi Gökhan neden daha çok kişiye özel ders vermiyor?”
“Kolay iş mi baba?” dedi Göksel. “Daha kendisi öğrenci, başka öğrencilerle nasıl uğraşacak? Her öğrenci için haftalık program, ders içeriği, ödev hazırlamak saatlerini alır; Gökhan’ın öyle bir vakti yok.”
“Doğru, haklısın. Başka bir işe ihtiyaç duymaması için fazla sayıda öğrencisi olmalı, bunun için de yeterli zamanı olmalı ama Gökhan’ın yok.”
“Son senesi,” dedi Güzin. “Biraz daha dişini sıkar, yazdan sonra önüne bakar. Hakkında hayırlısı olsun. Çocuk resmen kendi kendini okuttu, helal olsun.”
“O da böyle düşünüyor,” dedi Göksel. “Üç seneyi bir şekilde halletmiş, bu seneyi de hallettikten sonra kendisine bir yol çizer.”
“Hayırlısı olsun,” dedi Engin. “Yarın otobüsü kaçtaymış?”
“12’de. Biraz erken gelirsen birlikte kahvaltı ederiz, dedi; ben de kabul ettim. Sıkıntı olur mu?”
“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi Engin biraz yüksek sesle. “Çocuğun tekliflerini kabul ettikten sonra gelip sıkıntı olur mu diye soruyorsun ya, deliriyorum. Bunu tekliflerini kabul etmeden önce sorman lazım, sonra değil.”
“Ama sıkıntı etmiyorsunuz ki.”
“Gökhan’ın evinde mi kahvaltı edeceksiniz?” diye sordu Güzin.
“Evet,” dedi Göksel çekinerek.
“Eğer üniversitede biz de birbirimizin evlerinde kahvaltı etmemiş olsaydık buna kızardık ama aynısını yaptığımız için —hem de defalarca— böyle bir hakkımız yok. Biz bir de ailelerimize söylemiyorduk, sen haber de veriyorsun.”
“Bak bak,” dedi Göksel gülerek. “Sizi çifte kumrular, fındıkkıranlar sizi. İyi ki böyle şeyler yapmışsınız yoksa şimdi elimde koz olmazdı. O zaman yarın Gökhan’la kahvaltı ediyoruz, sonra da onu terminale bırakıyorum.”
“Kahvaltı meselesini söylemek zorunda mıydın?” dedi Engin eşine bakarak. “Aklımda çok güzel bir reddetme konuşması vardı.”
“Aklında kalmaya devam edebilir,” diyen Göksel koltuktan kalktı ve onların yanaklarını öptü. “Size iyi geceler, ben biraz odamda takılacağım.”
Göksel salondan çıkarken ebeveynleri onun arkasından baktı.
“Cimcime dedik, cadıya dönüşmeye başladı,” diye söylendi Engin. “Kahvaltı edeceklermiş! Bu Gökhan’la erkek erkeğe bir konuşma yapma vaktim gelmiş de geçiyor.”
“Hayatım,” dedi Güzin uyarı dolu bir sesle. “Aynı yollardan biz de geçtik, üstelik biz gizli saklı yapıyorduk ama Göksel bize her şeyi söylüyor. Aramızda çok güzel bir güven bağı var, bırakalım da o da gençliğinin tadını çıkarsın.”
“Ben kötü niyetli bir delikanlı değildim.”
“Gökhan’ın da olmadığını nereden biliyorsun? Göksel’in ona güvendiği belli ve onunla mutlu olduğu da ortada. Onlara baktığımda bizi görüyorum, bize çok benziyorlar.”
“Mutlu olmasına mutlu da bu devirdeki erkeklere yine de güven olmaz.”
“Hiçbir devirdeki erkeklere güven olmaz hayatım, en azından birçoğuna.”
“Gözüm yine de üstlerinde, haberleri olsun.”
“Emin ol vardır. Rahatla biraz, bırak da gençliklerinin tadını çıkarsınlar.”
“Ben iyi bir babayım, tatlı bir babayım, modern bir babayım. Öyleyim değil mi Güzin?”
“Tabii ki öylesin,” dedi Güzin gülerek. Onun yer yer kırlaşan kumral saçlarını sevdi. “Dünyanın en iyi, en tatlı ve en modern olmaya çalışan babasısın.”
“Güzin!”
Engin bağırırken Güzin kahkaha attı.
***
Göksel ertesi sabah 7.30’ta uyandı. Annesiyle babası daha erkenden işe gittikleri için evde yalnızdı, sessizlik içindeki evde yatağında biraz uzanıp kendine geldikten sonra yataktan kalktı ve banyoya girip hızlı bir duş aldı. Her ne kadar Gökhan’ın evine gidiyor olsa da şık olmak istedi ve beyaz keten şortuyla sarı bluzunu giydi. Saçlarına hiçbir şey sürmedi, eliyle şöyle bir avuçlayıp dalgalarını belirginleştirdikten sonra kendi kendine kurumaya bıraktı. Makyajını da pembe parlatıcı ve sarı kirpiklerini görünür kılmak için sürdüğü kahverengi maskarayla sınırlı tuttu.
Sarı çantasına birkaç kişisel eşyasını attıktan sonra cep telefonunu eline aldı. Saat 07.55 olmuştu. Mesajlaşma uygulamasına girip Gökhan’a mesaj attı.
Günaydın hayatım
Ben şimdi yola çıkıyorum, haberin olsun
Beyaz spor ayakkabılarını giydikten sonra apartmandan çıktı. Gün içinde havalar hâlâ sıcak olsa da sabahları serin olmaya başlamıştı, şimdi de hoş bir serinlik vardı ve Göksel güneş doğar doğmaz başlayan kavurucu sıcaklar bittiği için mutluydu.
Yolda dinlemek için Türkçe şarkıların olduğu çalma listesini açtıktan sonra yola koyuldu. Sabah trafiği olduğunu biliyordu ama Gökhan’la görüşeceği için dert etmiyordu. Erkek arkadaşıyla en son pazar görüşmüştü. Kadıköy’de güzel bir kahvecide buluşan ikili kahve içip sohbet etmiş, birlikte iki saat vakit geçirmişti. Gökhan cumartesi günü erkek arkadaşlarıyla buluştuğu için onların buluşması pazara sarkmıştı, zaten akşam buluştukları için o kadar da vakit geçirememişlerdi. Bugün de çok vakit geçiremeyeceklerdi ama ilk kez iki taraftan birinin evinde vakit geçirecekleri için bu her hâlükârda unutulmaz bir görüşme olacaktı.
Gökhan da sekizi geçe uyandı ve Göksel’e mesaj attı. Göksel onun mesajını yolda giderken okudu.
Günaydın bebeğim
Şimdi sabah trafiği vardır, dikkatli kullan lütfen
Ben de az önce uyandım, kahvaltıyı hazırlayacağım
Direksiyon başında olduğu için ona mesaj yazamayacak olan Göksel ses kaydı gönderdi.
“İstanbul’un sabah trafiği bildiğimiz gibi ama dikkatli sürüyorum, merak etme. Erkenden uyanıp yollara düştüğüm için karnım acıktı, kahvaltıyı iple çekiyorum.”
Trafiği atlatan Göksel, Gökhan’ın oturduğu sokağa vardı. Arabayı apartmanın karşısına park ettikten sonra yolda karşısına çıkan bir fırından aldığı simitlerin olduğu poşetle çantasını alarak arabadan indi. Apartmana ilerleyen genç kadın kapının önünde durup beş numaranın ziline bastı. Apartmanda her katta iki daire vardı ve Gökhan da üçüncü kattaki beş numaralı dairede oturuyordu. Göksel zile bastığında mutfakta masayı hazırlamakta olan Gökhan zil sesini duyunca irkildi.
“Göksel olmalı,” diye düşünen genç adam duvardaki saate baktı. “Çabuk geldi.”
Mutfaktan hole çıkıp daire kapısının yanında duran otomatiğe bastı. Girişteki dolabın aynasına bakarak, üstünü başını düzeltip boğazını temizledi.
“Sakin ol oğlum,” dedi aynadaki yansımasına bakarak. “Evet, önemli ve heyecanlı bir olay ama soğukkanlılığını koru.”
Daire kapısını açıp merdivenlerden çıkan ayak seslerini dinledi. Saniyeler sonra Göksel’in sapsarı saçları görüş alanına girdi, onu yüzü ve gövdesi takip etti. Renk seçimini beyaz ve sarıdan yana kullanan genç kadın çok hoş görünüyordu. Onun bu kombini Gökhan’a tanıştıkları akşamı hatırlattı. Göksel’in kız arkadaşlarıyla Parça’ya gittiği o akşam da üstünde beyaz bir bluzla sarı kotu vardı. O akşamı hatırlayan Gökhan gülümsedi.
“Hoş geldin,” dedi onun mavi gözlerinin içine bakan Gökhan. “Sefalar getirdin.”
“Hoş buldum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kokuları apartmana girer girmez aldım, mis gibi kokutmuşsun.”
“Kokuturum. Sen ne aldın?”
“Cadde üstünde bir fırın vardı, oradan bize sıcacık iki simit aldım. Çay ve peynirle güzel olur.”
“İyi yapmışsın, kesene bereket. Hadi gel içeri. Çantanla poşeti alayım istersen.”
“Çok iyi olur, teşekkür ederim.”
Göksel çantasıyla poşeti Gökhan’a verdikten sonra ayakkabılarını çıkardı ve paspasın kenarına koyarak evin içine girdi. İçeriyi şöyle bir inceledi. L şeklinde bir hol vardı, odalar da bu holün çevresinde yer alıyordu. Hol çok geniş değildi ama küçük de sayılmazdı, duvarları krem rengine boyandığı ve odaların pencerelerinden gelen ışığı aldığı için ferah bir havası vardı.
“Çantanı askıya asayım mı?” diye sordu Gökhan.
“Olur,” dedi Göksel. “Sağ ol.”
Gökhan onun çantasını askıya astıktan sonra kız arkadaşına döndü.
“Tekrardan hoş geldin,” dedi gülümseyerek. “Gel bir sarılayım sana.”
“Tekrardan hoş buldum,” diyen Göksel ona uzandı ve sarıldı. “Çok hoş buldum.”
Çift birkaç saniye boyunca sarıldı. İlk geri çekilen Gökhan oldu. Göksel’in saçlarına bir öpücük bıraktıktan sonra bakışlarını onun yüzüne çevirdi. Onun cilt makyajı yapmadığını fark eden genç adam gülümsedi.
“Öyle duru ve doğal bir güzelliğin var ki,” dedi parmaklarının tersiyle onun yanağını okşarken. “Güne bu güzel yüzle başlamak demek o gün harika geçecek demek.”
“Ben de aynısını düşünüyordum,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun nemli saçlarına baktı. “Anlaşılan dün akşam duş almaya üşenmişsin.”
“Dün akşam etrafı da toparladıktan sonra hiçbir şey yapmaya hâlim kalmadı, kendimi yatağa atıp uyudum. Az önce kahvaltıyı hazırlamaya başlamadan önce hızlıca bir duş aldım, açılmam konusunda da epey yardımı oldu.”
“İyi yapmışsın.”
Gökhan nemli saçları ve vücudundan yükselen tertemiz kokuyla her zamankinden daha çekici görünüyordu ama Göksel bunu dillendirmeyi tercih etmedi. Onu ıslak bir şekilde hayal eden genç kadın yutkundu. Nefes kesici bir görüntü olduğuna dair hiç şüphesi yoktu.
“Sana evi gezdireyim,” dedi Gökhan. “Sonra kahvaltı masasına otururuz, olur mu?”
“Hı hı,” dedi Göksel. Aklındaki görüntüleri kovaladı. “Olur.”
“Gördüğün üzere burası hol,” diye anlatmaya başladı Gökhan. Sağ taraftaki salona ilerledi. “Burası salon. Geniş bir oda ama fazla eşyamız olduğu için içerisi doldu bile. Koltuklar, sehpa, çalışma masası ve müzik köşemiz. Ailesi Yağız’a doğum gününde bateri almış, o da buraya gelecek. Nereye koyacağımızı bilmiyoruz ama bir şeyler düşünürüz. Salonun yanındaki oda mutfak. Küçük sayılmaz, Yağız’la beraber rahatça hareket edebileceğimiz kadar geniş ve bu da bizim için yeterli. Tipik bir mutfak: Tezgâh, beyaz eşyalar ve masayla sandalyeler. Mutfağın yanında benim odam var ama burayı en son göstereyim. Ortadaki kapı banyonun, küçücük bir yer olduğu için hiç göstermeyeceğim bile. Soldaki oda da Yağız’ın, orası da onun özel alanı olduğu için göstermesem daha iyi olacak. Okul zamanı Yağız kalıyor, tatillerde de eve gelen arkadaşlarımı orada misafir ediyorum. Arkadaşlarımın hepsini Yağız da tanıdığı için ve kalmalı gelenler gerçekten çok yakın arkadaşlarım olduğu için Yağız onların kendi odasında kalmalarını dert etmiyor.”
“Şirin bir eviniz varmış,” dedi Göksel. “Mütevazı. Sıcak bir havası var, öğrenci evinden çok aile evine benziyor. Ayrıca çok temiz ve düzenli.”
“Seni ağırlayacağım için etrafı pırıl pırıl ettim ama teşekkür ederim. Çalıştığım için sürekli temizlemeye ve düzenlemeye vaktim olmuyor ama çok da boşlamıyorum. Yağız benden daha düzenlidir, benim odamın savaş alanına döndüğü çok olur ama onun odasında böyle bir şey mümkün değil.”
“O zaman senin odanı görme vaktim geldi.”
“Üç yıldır hiç olmadığı kadar temiz ve düzenli,” diyen Gökhan odasının kapısına ilerledi. “Ve muhtemelen bir daha hiç olamayacağı kadar.”
Göksel kıkırdarken Gökhan da odanın aralık kapısını açtı ve içeri girmesi için Göksel’e öncelik verdi. Onun yanından geçen Göksel odanın içine girdi. Küçük bir odaydı. Pencere hemen karşıda, duvarın ortasındaydı. Gökhan’ın tek kişilik bazası sağ taraftaki duvara yaslanmıştı, yatağın yanında da iki çekmeceli bir komodin yer alıyordu. İnce ve uzun bir kitaplık pencerenin soluna koyulmuştu, onun önünde de üzerinde ders kitapları olan bir çalışma masası vardı; üç kapaklı giysi dolabı da kapının yan tarafına, odanın sol köşesine yerleştirilmişti. Duvarlar krem rengine boyalıydı, mobilyalar açık mavi renginde seçilmişti ve yerde de gri tonlarında bir halı vardı.
“Odan çok cici,” dedi Göksel. Odayı incelemeyi bitirdikten sonra dikkatini duvardaki posterlere verdi. Duvarlarda pek çok poster asılıydı. Gökhan’ın başucunda Yavuz Çetin’in iki posteri vardı; mavi kot gömlek giyerken ve onunla bütünleşmiş Fender’ını çalarken çekilmiş meşhur fotoğrafı ve kucağında yavru bir köpek varken çekilen fotoğrafı. Çetin’in posterlerinin yanında da bir Blues müzik posteri vardı. “Posterlerine bayıldım.”
Karşı duvarda da birkaç poster asılıydı. Duman, mor ve ötesi gruplarının posterlerine ek olarak bir gitar, bir piyano ve bir tane de rock müzik posteri vardı. Rock müzik posteri hariç diğerlerinin eski posterler olduğu anlaşılıyordu, özellikle Duman posterinin çok eski olduğu belliydi.
“Odanda idollerine yer vermen çok hoş,” dedi Göksel ona bakarak. “Tam da senden beklediğim gibi bir odan varmış, tam bir müzisyen odası.”
“Posterleri gördükçe mutlu oluyorum,” dedi Gökhan. “Birkaç senede bir şehir değiştirmemize rağmen posterlerim her zaman odamı süslerdi, süslemeye de devam ediyor.”
“Odana hareket katmış, beğendim.”
“Teşekkür ederim.”
Göksel komodinin üzerinde duran müzik kutusunu fark etti. “Yakından bakabilir miyim?” diye sordu piyano şeklindeki müzik kutusunu işaret ederek.
“Elbette,” dedi Gökhan. “Eline alabilirsin, açabilirsin, dinleyebilirsin; nasıl istersen.”
Göksel müzik kutusunu eline aldığında gülümsedi. Müzik kutusunun kenarındaki düğmeye bastığında hoş bir müzik sesi yükseldi, piyanonun üstündeki balerin de yavaşça dönmeye başladı.
“Barışların doğum günü hediyesi,” diye açıkladı Gökhan. “Çocukken de bir müzik kutum vardı, geceleri onu dinleyerek uyurdum. Barışlara bundan bahsetmiştim, onlar da doğum günüm için kendi evimde de bir tane olsun diye bunu almışlar.”
“Ya,” dedi Göksel ince bir sesle. “Ne tatlılar. Çok ince düşünmüşler.”
“Evet, aldığım en anlamlı hediyelerden biri. Gözüm gibi bakıyorum. Diğer müzik kutusunu o hengamede almayı unutmuştum, Kütahya’da kaldı. Şimdiye çöpü boylamıştır.”
Göksel’in yüzüne buruk bir ifade yayıldı. “Artık kendi evinde de bir müzik kutun var. Dinliyor musun?”
“Bazen,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Yatışmak istediğimde açıyorum, iyi geliyor.”
“Gelir tabii. Anısı olan şeyler çok özel.”
“Kesinlikle öyleler.”
“Kitaplığına da bakabilir miyim?”
“Bakabilirsin.”
Gökhan’ın kitaplığı kitaplardan ve albümlerden oluşuyordu. Kitaplığın ilk sırasında Yavuz Çetin’in iki albümünün CD’leri vardı, Duman ve mor ve ötesi’nin albümleri de onların yanındaydı. Kitap olarak da Babalar ve Oğullar romanı, Nâzım Hikmet’in üç şiir kitabı ve Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri kitabı yer alıyordu. Diğer raflarda da Gökhan’ın severek dinlediği müzisyenlerin albümleri; büyük çoğunluğu şiir, bir kısmı klasik ve birkaç tanesi de bilinen romanlardan oluşan kitaplar vardı.
“Anlaşılan ilk rafa en sevdiklerini koymuşsun,” dedi Göksel. “Yavuz Çetin, Duman, mor ve ötesi; Nâzım Hikmet, Cemal Süreya ve Babalar ve Oğullar. Neden Babalar ve Oğullar?”
“Adından dolayı ilgimi çeken bir kitaptı ama okumaya cesaret edemiyordum,” diye cevap verdi onun biraz arkasında duran Gökhan. “Yağız doğum günümde hediye etti, ben de okudum ve çok sevdim. İçime dokunan bir kitap oldu.”
“İsmini duyduğum bir romandı ama okumadım. Okuma listeme ekleyeceğim, merak ettim.”
“Bak sen. Oku da hakkında sohbet ederiz.”
“Anlaştık. Nâzım Hikmet’in kitapları da var.”
“Sevdiğimi söylemiştim.” Gökhan, şairin Kuvâyi Milliye adlı şiir kitabını aldı. “Bu kitapta yer alan Piraye’ye yazdığı şiirler çok güzel. Okumadıysan sana ödünç vermek istiyorum.”
“Okumadım,” diyen Göksel gülümsedi. “Sen ödünç vermek istiyorsan ben okumayı daha çok isterim.”
“Mutlaka okumalısın. Mesela ben Balıkesir’deyken okuyabilirsin, döndüğümde de şiirler hakkında konuşuruz.”
“Anlaştık. Kitabına gözüm gibi bakacağımdan ve şiirleri dikkatle okuyacağımdan emin olabilirsin.”
“Hiç şüphem yok.”
Gökhan’ın odasından çıkan ikili mutfağa ilerledi. Gökhan sofrayı hazırlamıştı. Kızarmış ekmekler küçük hasır sepette duruyordu, sucuklu yumurta da tavadaydı; birkaç kahvaltılık masaya yerleştirilmişti, çay bardakları da doldurulmak üzere bekliyordu.
“Sen otur,” dedi Gökhan. “Ben çayları doldurayım, sonra yemeye başlarız.”
“Ellerimi yıkasam iyi olacak,” dedi Göksel. “Sonra başlarız.”
“Olur. Banyo ortadaki kapı, havluyu da yeni astım.”
“Tamam.”
Göksel banyoya gittiğinde Gökhan çayları doldurdu, sonra Göksel’in aldığı simitleri dilimleyip büyük bir tabağa koydu ve tabağı masanın ortasına, domatesle salatalığın yanına yerleştirdi.
Göksel, Gökhanların küçücük banyosunda ellerini yıkarken içeriyi inceledi. Lavabo ve çamaşır makinesi yan yanaydı, klozetle duş kabini de karşı tarafta yan yana duruyordu. Genç kadın ellerini yıkadıktan sonra havluyla kuruladı ve aynada üstüne başına çekidüzen verip banyodan çıktı.
“Gel,” dedi o içeri girince Gökhan. “Çayları da doldurdum, her şey hazır.”
Göksel onun karşısına oturup sandalyesini masaya yaklaştırdı. Masanın üstü gayet kalabalıktı. Gökhan genç kadının aldığı simitleri bile kesip masaya koymuştu.
“Ellerine sağlık,” dedi Göksel. “Her şey harika görünüyor.”
“Afiyet olsun,” diyen Gökhan onu kendi mutfağında, masasında otururken gördüğü için gülümsüyordu. Göksel evine ne kadar da yakışmıştı. “İstediğin şeyden istediğin kadar ye lütfen.”
“Sucuklu yumurtadan başlayacağım.”
“Hayhay, nasıl istersen.”
Gökhan onun tabağına biraz sucuklu yumurta koydu, Göksel üç dilim kızarmış ekmekle biraz domatesle salatalık da aldı. Genç kadın sucuklu yumurtadan ilk lokmasını yediğinde yüzünde beğendiğini gösteren bir ifade belirdi.
“Çok lezzetli,” dedi başını sallayarak. “Ellerine sağlık.”
“Afiyet bal şeker olsun.”
Kahvaltı ederken havadan sudan konuştular. Bugünkü havadan, Göksel’in Dervişali’den Merdivenköy’e yaptığı araba yolculuğundan, İstanbul’un trafiğinden bahsettiler. Birbirleriyle sıradan şeylerden, günlük şeylerden konuşurken bile sohbetlerinden keyif alıyorlardı. Konu ne olursa olsun ikisi de karşı tarafı can kulağıyla dinliyordu ve bu onların iletişiminin bu kadar sağlıklı olmasının ana nedeniydi.
“Doydum,” dedi peçeteyle ağzını silen Göksel. “Her şey çok güzeldi. Ellerine sağlık.”
“Afiyet olsun bir tanem,” deyip çaydanlığı kontrol etti Gökhan. “Bir bardak daha çay doldurayım mı, içer misin?”
“İki bardak içtim zaten, bu kadar yeter.”
“Tamam o zaman, ben içerim. Masayı toplayayım, bulaşıkları yıkayayım; sonra da salonda vakit geçiririz.”
“Yardım edeyim.”
“Sen misafirsin, ben hallederim.”
“Misafirim ama sevgilin olan misafirim, tüm bu işleri tek başına yapman hiç içime sinmez. Vaktimiz zaten kısıtlı, mutfağı beraber halleder ve salona geçeriz.”
“Seni seviyorum, biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum ama her seferinde söylemen hoşuma gidiyor.”
Sandalyesinden kalkan Gökhan ona yaklaştı ve elini masaya dayayıp kız arkadaşına doğru eğildi.
“Seni evimde görmek öyle güzel ki,” dedi onun gözlerinin içine bakarak. “Buraya çok yakıştın, tıpkı yanıma yakıştığın gibi.”
Göksel onu ensesinden tutup kendine çekti ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Gözlerini kapatmayan Gökhan genç kadının pembe göz kapaklarına bakarken gülümsedi. Ona bu kadar yakından bakınca maskara değmemiş kirpik diplerinin sapsarı olduğunu fark etti.
“Civciv,” diye düşündü. “Gerçek bir civciv.”
Ayrıldıklarında ikisi de dudaklarını yaladı.
“O zaman burayı toparlamaya başlayalım mı?” diye sordu Göksel.
“Başlayalım,” dedi Gökhan. “Ben bulaşıkları yıkarken sen de kahvaltılıkları yerlerine koyarsın. Yerlerini sana söylerim.”
Böyle de yaptılar. Göksel kahvaltılıkları yerlerine koyarken Gökhan bulaşıkları yıkadı, genç kadın sarı bezlerin biriyle masayı da sildi ve sandalyeleri düzeltti. Bu sırada Gökhan birkaç parça bulaşığı yıkamış, durulamaya geçmişti. Genç kadın ona yaklaştı ve ona arkadan sarılıp yanağını da omzuna yasladı.
“Ne kadar hamarat bir sevgilim varmış,” dedi onun yaptığı işi izlerken. “Elinden her iş geliyor. Yemek, temizlik, bulaşık... Maşallahın var.”
“Üç senedir kendi evinde yaşayınca hepsini öğreniyor insan,” diye cevap verdi Gökhan. “Aile evinde yaşarken kendi odamı da temizler, toparlardım ama o kadardı. Çamaşırla bulaşık yıkamayı, yemek yapmayı, temizliğin inceliklerini İstanbul’a taşındıktan sonra öğrendim. Başlarda çok zor geliyordu ama şimdi o kadar alıştım ki hemen hallediyorum.”
“Hayat seni kocaman bir adama dönüştürdü, öyle değil mi? Diğer herkese yaptığı gibi.”
“Aynen öyle yaptı.”
Gökhan uzanıp onun alnına bir öpücük kondurdu. Gökhan, Göksel’i ilk kez alnından öpüyordu ve bunu fark etmek ikisini de gülümsetti.
“Dört gün yoksun,” dedi Göksel. “Burada da çok sık görüşemiyoruz ama aynı şehirde olduğumuzu biliyordum, şimdi aramıza kilometreler girecek.”
“Kızım ben yine Balıkesir’e gidiyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ve sadece dört buçuk günlüğüne. Sen ta Muğla’ya gittin ve üç hafta kaldın. Üç hafta! Yirmi bir gün. Yirmi bir yıllık hayatım kadar uzun bir süreydi. Dört buçuk gün bunun yanında devede kulak kalır.”
“Beni bu kadar çok özledin demek,” diyen Göksel’in sesi keyifli çıktı. “Ben de seni çok özlemiştim, yine özleyeceğim ama nihayet tatil yapabileceğin ve birkaç gün de olsa İstanbul’un yoğunluğundan uzaklaşacağın için senin adına mutluyum.”
“Ben de seni özleyeceğim ama haftaya yine yan yana olacağız. Yağız’la beraber döneceğimizi söylemiştim, sizi tanıştırmak istiyorum.”
“Döndüğünüz zaman mı?”
“Evet, haftaya. Ne dersin?”
“Olur, derim. Yağız’a ne kadar değer verdiğini biliyorum, onunla tanışmayı isterim.”
“Tamam o zaman, ayarlarız.”
Gökhan bulaşıkları hallettikten sonra mutfaktan çıkıp salona girdiler. Salon evdeki en büyük odaydı. İki kanepe birbirine çapraz olacak şekilde yerleştirilmişti, ortada da küçük bir sehpa vardı; müzik köşesi odanın en sağındaydı. Büyük bir çalışma masasının üstünde dizüstü bilgisayar, şarkı defterleri, birkaç kalem; hoparlörler ve mikrofon duruyordu. Masanın çaprazında Gökhan’ın amfisiyle ayaklı orgu ve Göksel’in bilmediği birkaç müzik ekipmanı daha vardı. Duvardaki askılardaysa Gökhan’ın üç gitarı asılıydı: Kahverengi klasik gitarı, beyaz elektro gitarı ve bej akustik gitarı.
O köşeye yaklaşan Göksel masanın önündeki duvarda da bir şey astığını fark etti. Yavuz Çetin’in metalden yapılma bir tablosu.
“Her yerde Yavuz Çetin var,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu adamı neden bu kadar seviyorsun? Tek neden müziği mi yoksa başka sebepler de mi var?”
“Uzun hikâye,” dedi Gökhan bir elini kaldırarak. “Otururken anlatayım.”
“Oturalım.”
Üç kişilik büyük kanepeye yan yana oturdular.
“Yavuz benim için diğer tüm müzisyenlerden daha farklı ve özel bir yere sahip,” diye konuşmaya başladı Gökhan. “Bayburt’ta yaşadığımız dönem —yani daha sekiz dokuz yaşlarımdayken— bir kapı komşumuz vardı: Serdar ağabey. Liseye gidiyordu ve büyük bir rock müzik hayranıydı. Birkaç kez onunla beraber müzik dinlemiştim, kendisi beni Duman, mor ve ötesi gibi gruplarla tanıştıran kişidir. Bir gün bilgisayarda YouTube’dan müzik dinliyorum, Duman çalıyordu sanırım; sağdaki şarkıların arasında da Yavuz’un Yaşamak İstemem şarkısı vardı. Daha küçücüğüm, ismi ilgimi çekince şarkıyı açıp dinlemeye başladım ve şarkıya bayıldım. Müzisyen olacağım o zamanlardan belli, şarkının müziğine tutuldum resmen. Tabii sonra Yavuz’u araştırmaya ve diğer şarkılarını da dinlemeye başladım; kısa sürede hayranı oldum ve her okuldan dönüşümde, hiç abartısız söylüyorum, açıp onu dinliyordum. Zamanla onun şarkılarını söylemeye başladım, bir baktım ki benim de sesim güzelmiş. ‘Ben bu adam gibi müzik yapmak istiyorum,’ dedim. Sonrasında sana anlattığım gitar alma ve çalma serüvenim başladı. Anlayacağın üzere beni müzik yapmaya başlatan kişi Yavuz oldu.”
“Ne güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bir noktada hayatını o şekillendirmiş resmen.”
“Aynen öyle yaptı. Yavuz bana ve pek çok müziksevere göre ülkenin en iyi gitaristiydi. Bir sürü güzel gitarist var ama hiçbiri Yavuz etmez. Onun gitara kattığı ruhu metrelerce öteden tanırsın, duyar duymaz o olduğunu anlarsın; Yavuz işte bu kadar büyük bir adamdı. Bugün insanlar benim gitaristliğimi çok beğeniyor ve takdir ediyorsa bunun sebebi de Yavuz’dur çünkü ben gitar çalmayı ondan öğrendim, onun şarkılarıyla kendimi geliştirdim ve tüm içtenliğimle söylüyorum ki Yavuz’u çalmak her gitar çalan kişinin yapabileceği bir iş değildir.”
“Ona ne şüphe.”
Gökhan onun yanağına bir öpücük kondurdu.
“Müzisyenliğinin yanında kişisel olarak da pek çok ortak noktamız var,” diye devam etti Gökhan. “Yavuz’un babası bir gazeteci ve Yavuz babasının mesleği nedeniyle şehir şehir gezerek büyümüş; tıpkı benim babamın asker olması yüzünden şehir şehir gezerek büyüdüğüm gibi. Enstrüman çalmaya 10 yaşında curayla —en küçük bağlama— başlamış, sonrasında bağlama çalmayı öğrenmiş ve devamında gitarla tanışmış; ben de enstrüman çalmaya 10 yaşında gitarla başladım. Bir diğer güzel ayrıntı da gitar ve bağlamanın telli çalgılar sınıfının tezeneli çalgılar grubunda yer alması, yani akraba olan çalgılar olmaları. Bağlama güzel bir enstrüman, biraz tıngırdatırım da ama çalmayı bildiğim asla söylenemez. Çok güzel çalan arkadaşlarım var, onları dinlemeyi tercih ediyorum. Bunların yanında Yavuz’la babasının arasının bozuk olduğu biliniyor, babası sert yapılı bir adammış ve bu huyu Yavuz’un özgür ruhuna ters düştüğü için aralarında gerginlikler yaşanırmış; bu da bana bir yerden çok tanıdık geliyor.” Gökhan’ın yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. “Yavuz, Marmara Üniversitesinin Müzik Bölümünü kazanmıştı fakat müzik çalışmaları nedeniyle okulunu yarıda bırakmak zorunda kalmıştı; çok iyi bildiğin üzere ben de konservatuvar öğrencisiyim ve umuyorum ki bu seneyi de sağ salim bitirip mezun olabileceğim. Bir de aşk meselesi var tabii. Yavuz’un eşi bir gün bir arkadaşını ziyaret etmek için Marmara Üniversitesine gitmiş, orada piyano başındaki Yavuz’u görmüş ve sonrasında tanışmışlar, âşık olmuşlar. Çok tanıdık bir ilk görüş, değil mi?”
Göksel başını yere eğip gülerken, Gökhan da gülümseyerek onu izledi. Gözlerinin içi parlayan genç kadın erkek arkadaşına saf bir sevgiyle baktı, elini yanağına uzatıp onun tıraşlı yanağını sevdi.
“Çok yabancı gelmedi,” derken gülümsüyordu Göksel. “Gerçekten de çok fazla ortak noktanız varmış, şaşırtıcı derecede ortak noktalar. Enstrüman çalmaya başladığınız yaş bile nasıl aynı olabilir? İnanılmaz.”
“İnanılmaz ama gerçek. Yavuz’u dinler dinlemez çok sevmeme şaşmamalı, resmen hissetmişim. Enerjilerimiz uymuş, kan çekmiş; artık ne denilirse.”
“Bu kadar ortak noktanız olması tesadüf değil. Senin içinde de bir cevher yatıyor, onun gibi muhteşem bir müzisyen ve olağanüstü bir gitaristsin.”
“Bu söylediklerin benim için çok kıymetli, teşekkür ederim. Bak şimdi aklıma geldi, Yavuz ve Yağız tamamen aynı anlama gelmese de benzer anlamlara geliyor ve bazen birbirinin yerine kullanıyor.”
“Yok artık,” dedi Göksel. “Kelime olarak çok benziyorlar gerçekten, şu an sen deyince fark ettim. En büyük idolünle en yakın arkadaşının isimleri çok benzer.”
“Bu adamı tanımak benim kaderimdi, bundan eminim.”
“Gerçekten de öyle görünüyor. Tüm bunları göz önüne alınca bu adama bu kadar hayranlık beslemen çok normal.”
“Hâliyle. Tanışmayı, sohbet etmeyi çok isterdim hatta bu mümkün olabilseydi bunun uğruna pek çok şeyden vazgeçebilirdim. Ne yazık ki mümkün değil. Ben de onun mirasını layıkıyla icra etmeye çalışıyorum, yani müziği.”
“Seninle gurur duyardı. Tıpkı benim duyduğum gibi.”
“İyi ki varsın,” diyen Gökhan ona yaklaştı. “Yavuz’un da dediği gibi: Hayatıma girdin sıcaklığınla / Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden. İyi ki hayatımdasın.”
“Bu şarkıda ona Göksel’in eşlik etmesi,” deyip burnunu onun burnuna yasladı Göksel. “Bak, bir ortak nokta daha buldum: En büyük idolün tek bir kadınla düet yapmış, şu an sevgili olduğun kişiyle adaş olan kadınla.”
Gökhan güldüğünde ağzından çıkan sıcak nefesi Göksel’in dudaklarına çarptı.
“Adının kısaltması ve lakabı benimle aynı olan kadınla,” dedi Gökhan. “Üstelik sözlerinde bizi bulduğum şarkıda. Göksel, seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum ve şu an evinde olmaktan, koltuğunda oturmaktan ve az sonra seni öpecek olmaktan çok memnunum.”
“Ben de şu an evimde olmandan, koltuğumda oturmandan ve şimdi seni öpecek olmaktan çok memnunum.”
Dudakları birleşti ve saniyeler boyunca birbirinden ayrılmadı. Elleri birbirlerinin vücutlarına sevgi dolu dokunuşlar bırakırken dudakları tutkuyla hareket etti. Göksel’in karnına bir ağrı saplandı, Gökhan’sa karnının çok daha aşağısında bir karıncalanma hissetti. Genç adam bir anlığına onu koltuğa yatıracağını düşündü, bunu yapmayı gerçekten de istedi ama hormonlarının sesini dinlemektense mantığının sesini dinleyerek ileriye gitmedi. Göksel buraya bunun için gelmemişti, kendisinin de farklı bir amacı olduğunu düşünmesini istemedi; yanlış anlaşılmak istemedi.
Onun dudaklarına son bir öpücük bırakan Gökhan’ın dudaklarının sonraki durağı genç kadının yumuşak yanağı oldu, dudaklarını burnuyla beraber onun yanağına bastırıp kız arkadaşının güzel kokusunu içine çekti. Bu esnada Göksel de derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bu öpüşme onun nefesini kesmiş ve daha önce hissetmediği arsız bir duyguyu tüm hücrelerinde hissetmesine neden olmuştu.
“Şarkıyı çalar mısın?” diye sordu Göksel. “Onun Şarkısı’nı.”
Gökhan dudaklarını onun yanağından ayırdı. “Çalarım,” diye cevap verdi. “Ama bir şartım var: Şarkıyı benimle birlikte söyleyeceksin.”
“Kötü bir sesim olmasına rağmen mi?”
“Şarkı söylemek için güzel bir sese sahip olmaya gerek yok. Bana eşlik edecek misin?”
“Edeceğim,” diyen Göksel gülümseyerek başını salladı. “Birlikte söyleyelim.”
Ayağa kalkan Gökhan duvarda asan akustik gitarını aldıktan sonra koltuğa geri oturdu. Genç müzisyen gitarın gerekli ayarlamalarını yaparken Göksel ilgiyle onu izledi. Onun ne yaptığını bilmiyordu fakat yaparken yüzünde oluşan ciddiyeti izlemek keyifliydi.
“Gitar hazır,” deyip boğazını temizledi Gökhan. “Sözleri biliyor musun?”
“Biliyorum,” diye onayladı Göksel. “Ben de hazırım, sen de hazırsan başlayalım.”
“O zaman son iki üç dört.”
Gökhan gitarı çalmaya başladığında bakışları Göksel’in yüzündeydi, Göksel de ritimle uyumlu olarak yavaşça sağa sola sallanıyordu.
“Seni ilk gördüğümde,” diye şarkıya girdi Gökhan. “Senin olmayı istedim bir an önce.”
“Seni ilk öptüğümde,” diye ona eşlik eden Göksel’in sesi orijinal şarkıyı söyleyen Göksel gibi tiz çıktı. “Eskiler silindi dudaklarımdan.”
Göksel gülmemek için elini ağzına bastırdığında Gökhan başını iki yana salladı.
“Hayatıma girdin sıcaklığınla,” diye başlayan nakaratı beraber söylemeye başladılar. Göksel, Gökhan’ın sesinin kendi sesini bastırmasına sevindi. “Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden / Rüyalarımdaydın derin uykularda / Kalbini verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden.”
“Güzel,” dedi Gökhan nakarat bitince. “Bak, o kadar da zor değilmiş.”
“Tabii canım,” dedi Göksel.
Gökhan kısa gitar kısmını çaldıktan sonra şarkının ikinci kıta kısmına girdi.
“Seni ilk sevdiğimde / Senin kalmayı istedim tüm ömrümce.”
“Beni ilk üzdüğünde,” dedi Göksel yine tiz bir sesle. “Kaçıp gitmeyi istemedim bir an bile.”
Nakaratı yine birlikte söylediler. Gökhan’ın sesi ön plandaydı, Göksel daha kısık bir seste ona eşlik ediyor ve bir arka vokal gibi onu besliyordu. Göksel başta çekinse de şu an yaptıkları şeyden oldukça keyif alıyordu ve onun keyif aldığını görmek Gökhan’ı da sevindirmişti.
“Bir daha,” dedi Gökhan. “Son kez.”
Nakaratı son bir kez daha söylediler.
“Çok keyifliydi,” dedi Göksel şarkı bitince. “Seninle birlikte söyleyince sesimin kötülüğü o kadar da belli olmadı.”
“Çünkü o kadar kötü bir sesin yok,” dedi Gökhan. “Hayatım boyunca gerçekten kötü olan pek çok ses duydum; senin sesin onlardan biri değil, inan bana. Cesaretin için takdir eder, bu güzel şarkıyı benimle beraber söylediğin için de teşekkür ederim.”
“Çok keyif aldım.”
“Ben de öyle. Saat yaklaşıyor, gitarı yerine bırakıp eşyalarımı son bir kez kontrol edeyim ve çıkalım; olur mu?”
“Olur, geç kalmayalım.”
Ayağa kalkan Gökhan akustik gitarını yerine astı. Aklına günler önce Göksel’e söylediği şey gelince bakışlarını genç kadına çevirdi.
“Ebeveynlerimi merak ettiğini söylemiştin,” dedi. “Ben de bir ara fotoğraflarını gösteririm, demiştim. Şimdi göstereyim.”
Göksel’in kalp atışları hızlandı. “Tamam,” dedi. Yutkundu. “Göster.”
“Kitaplarımın birinin arasından üçümüzün bir fotoğrafı çıkmıştı. Lise mezuniyetimin olduğu gün çekilen bir fotoğraf. Hâlâ odamda, aynı kitabın arasında duruyor. Hadi odama geçelim.”
Göksel onunla beraber odasına ilerledi. Gökhan kitaplıktan bir kitabı çıkarıp sayfalarını karıştırdı ve aradığı fotoğrafı bulup çıkardı.
“Sorunsuz bir şekilde geçirdiğimiz son günümüzdü,” dedi fotoğrafa bakarken. Yutkundu. “Bu fotoğrafı ne ara kitabın arasına koyduğumu bile hatırlamıyorum, buraya taşındıktan sonra bir akşam kitaplığı düzenlerken kitabın arasından düşmüştü ve bir tır gibi üzerimden geçmişti. İşte, annemle babam.”
Gökhan fotoğrafı Göksel’e uzattığında Göksel çekingen bir tavırla fotoğrafı aldı ve bakışlarını fotoğraftaki Uygurlara çevirdi. Annesiyle babasının ortasında duran Gökhan’ın üstünde siyah bir cübbe vardı, kıyafet seçimini de siyah keten pantolonla mavi bir tişörtten yana kullanmıştı. Saçları kısa, yüzü sakalsızdı ve hoş bir gülümseme bu masum yüzü süslüyordu. Burun piercing’i yoktu, küpeleri yoktu, dövmeleri yoktu; şimdi olduğundan daha farklı, daha masum ve hâliyle daha çocuksu görünüyordu.
Göksel bakışlarını Gökhan’ın sağında duran annesine çevirdi, Hande Uygur’a. Hande Uygur koyu kumral saçları, iri kahverengi gözleri olan; 1,60 boylarında minyon ve orta kilolu bir kadındı. Bu fotoğrafta yüzünde bir gülümseme vardı, içten bir gülümseme. Bu gülümseme onun kaz ayaklarındaki kırışıklıkları derinleştirmişti ve onun elliye merdiven dayayan yaşını belli etmişti.
Göksel’in bakışlarının son durağı Gökhan’ın babası oldu, Göktuğ Uygur’un ta kendisi. Gökhan’ın solunda duran ve bir eliyle onun sırtına dokunan Göktuğ Uygur, Gökhan’dan daha uzun bir adamdı; düz çenesi, dik duruşu ve gözlerindeki ciddi ifadeyle tam bir askerdi. Üzerindeki lacivert takım elbise geniş omuzlarına tam oturmuş, onu daha da görkemli göstermişti. Gökhan dış görünüş olarak babasına çok benziyordu. Düz kahverengi saçlarını, badem şeklindeki kahverengi gözlerini, dolgun dudaklarını ve köşeli çenesini babasından almıştı; onun gibi uzun boylu, geniş omuzluydu ve şekilli bir vücuda sahipti. Birbirine oldukça benzeyen bu baba oğula bakınca insana geçen enerjilerse bambaşkaydı. Gökhan güler yüzlü, sevecen ve arkadaş canlısı karakterini dış görünüşünde de gösteriyordu; Göktuğ Uygur’un ise insanı delip geçen bakışları, ciddi bir yüzü ve soğuk bir havası vardı. Bu fotoğrafta da yüzünde bir tebessüm olmasına rağmen yüz ifadesi oldukça ciddiydi. Bu sert mizacı askerlik yaparak geçirdiği onlarca senede kazanmıştı.
“Babana ne kadar benziyorsun,” cümlesi Göksel’in dudaklarından dökülen ilk şey oldu. “Dış görünüş olarak tabii.”
“Sadece dış görünüş olarak,” dedi Gökhan. “Çok şükür ki.”
“Ne kadar ciddi ve baskın biri olduğu yüz ifadesinden anlaşılıyor. Tam bir askermiş.”
“Üstlerinin bile onu görünce duruşunu düzeltmesinin sebebi belli. Astlarını söylemiyorum bile, geldiğini gören saygı duruşuna geçerdi. ‘Kolay gelsin asker!’ ‘Sağ olun komutanım!’”
Gökhan esas duruşa geçip, asker selamı verince Göksel kıkırdadı.
“Asker duruşlarını, selamlarını da öğrenmişsin bakıyorum,” dedi Göksel sırıtmaya devam ederken. “Tıpkı askerler gibi yapıyorsun.”
“Çocukluğumla ergenliğim askeriyelerde geçti, bir zahmet,” dedi Gökhan. “Onun oğlu olduğum için bana çok iyi davranırlardı. Emrindeki askerlere birkaç kez gitar çalıp şarkı bile söylemiştim, babamın aksine onlar müzisyenliğimi takdir ediyorlardı.”
“Bu fotoğrafta mezun olduğun için mutlu görünüyor.”
“İkisi de mutluydu,” dedi Gökhan. İç çekti. “Onların istediği mesleklerden birini yapacağımı düşünüyorlardı. Ben de mutluydum çünkü artık istediğim bölümde okumak için somut adımlar atabilecektim. Hepimiz mutluyduk ama bizi mutlu eden şeyler farklıydı, her zamanki gibi. Önümüzdeki sene üniversiteden mezun olacağım ama böyle bir fotoğrafımız olmayacak. İşte bunu o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk. Onlar beni ikna edebileceğini düşünüyordu, ben de onları ikna edebileceğimi düşünüyordum ama kimse kimseyi ikna edemedi ve geride sadece birkaç fotoğraf karesiyle acı tatlı hatıralar kaldı.”
“Bizim olacak,” diyen Göksel ona yaklaştı. “Mezuniyet töreninde cübbeni giyecek, kepini takacaksın; ben de üstüme şık bir elbise giyeceğim ve o çok özel günde senin yanında olup seninle fotoğraf çekileceğim. Sen de benim mezuniyetime gelirsin, o zaman da cübbe giyme ve kep takma sırası bende olur; o şekilde de fotoğraf çekiliriz.”
Gökhan’ın az önce buruk bir ifadeye ev sahipliği yapan yüzünde içten bir gülümseme yuva kurdu. “Çok tatlısın,” dedi genç adam. “Ölene kadar yakandan düşmeyeyim de gör.”
“Düşmeni isteyen mi varmış?” dedi Göksel gülerek. Onun yanağını öptü. “Hadi son hazırlıklarını yap da çıkalım.”
“Nâzım Hikmet’in kitabını vereyim,” diyen Gökhan dediği kitabı raftan alıp Göksel’e uzattı. “Ben yokken sana eşlik etmesi için çok sevdiğim bu şiir kitabını sana ödünç veriyorum.”
“Bana çok iyi arkadaşlık yapacağından şüphem yok,” deyip kitabı aldı Göksel. “Teşekkür ederim.”
Gökhan üstünü değiştirip mavi keten bir şortla beyaz tişört giydi, valize diş fırçasını ve parfümünü de koyup fermuarı kapattı; omuz çantasını kişisel eşyalarıyla doldurdu ve odasından çıktı.
“Ben hazırım,” dedi salonun kapısında durup koltukta oturan Göksel’e bakarak. “Çıkalım.”
“Ne hoş olmuşsun,” dedi onu süzen Göksel. “Şortunu çok beğendim.”
“Teşekkür ederim.”
Daireden çıktılar. Kapıyı üç kere kilitleyen Gökhan, anahtarı çantasının ön gözüne attı. Apartmandan ayrılan çift, Göksel’in arabasına el ele yürüdü.
“Araba yıkatılmış,” dedi Gökhan bembeyaz arabaya bakarak. “Yeni gibi olmuş.”
“Araba dün babamdaydı, o yıkatmış,” dedi Göksel. “O yıkatmasaydı bugün ben yıkatacaktım ama sağ olsun beni bu işten kurtardı.”
Arabaya binip yola koyulan çift Dudullu’ya gidene kadar müzik dinledi, sohbet etti. Gökhan ona Balıkesir planlarını anlattı, orada kısa süre kalacağı için kısıtlı zamanını en verimli şekilde kullanmak için önceden tatil planını hazırlamıştı ve önceki senelerde olduğu gibi bu sene de bu plana uyacaktı. Göksel’e Yağız’ın ailesinden de bahsetti. Bunu yaparken gözleri ışıl ışıl parlıyor, yüzü gülüyordu. Göksel genç adamın onları çok sevdiğini, onların da Gökhan’ı kendi oğulları gibi gördüğünü anladı ve içi sıcacık oldu.
Korkmazlar, Gökhan’a aile olmuştu.
Dudullu’ya vardıklarında otobüsün kalkmasına 10 dakika vardı. Balıkesir otobüsünü bulduktan sonra Gökhan valizini muavine verdi.
“Balıkesir’in tadını çıkar,” dedi Göksel. “Gez, toz, eğlen, dinlen. Bana mesaj atmadın ya da beni aramadın diye darılmam, aksine beni arka plana atıp tatilinin tadını çıkarmanı isterim.”
“Seni arka plana atmak mı?” diyen Gökhan kollarını onun beline sardı. “Sence böyle bir şey mümkün mü? Tatilin tadını da çıkarırım, seninle de konuşurum; ben her şeye yetişirim, sen hiç merak etme.”
“Çok tatlısın. Tatil fotoğraflarını ve videolarını dört gözle bekliyorum.”
“Sana gönderirim, hesabımda da paylaşırım. Bir sen etmez ama Yağız da beni çekme konusunda iyidir.”
“Kankalığın ana maddelerinden biri iyi fotoğraf çekmektir.”
“Kesinlikle öyle ve Yağız bu işi de hallediyor.”
“Aferin ona.”
Otobüsün kalkış saati geldiğinde çift vedalaştı. Birbirlerine sıkı sıkıya sarılan ikili bir süre böyle kaldılar.
“Kendine çok iyi bak,” dedi Göksel. “Vardığında mutlaka haber et ve dediğim gibi her bir anının tadını çıkar.”
“Sen de kendine iyi bak,” dedi Gökhan onun saçlarını okşayarak. “Vardığımda yazarım ve her bir anın da tadını çıkarırım. Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum.”
Birbirlerinin dudaklarına küçük bir buse kondurdular.
“İyi yolculuklar,” dedi ona otobüsün kapısına kadar eşlik eden Göksel. “Güle güle gidip güle güle gel. Yolun açık olsun.”
“Teşekkür ederim bir tanem. Haftaya görüşmek üzere.”
“Görüşürüz.”
Gökhan otobüse binerken, Göksel de perona geçip onu izledi. Gökhan üçüncü sıradaki tekli koltuğa oturdu. Birkaç saniye sonra şoför de otobüse bindi ve otobüsü çalıştırdı. Geri geri giden otobüs perondan çıkarken Göksel el sallıyordu, üst gövdesini öndeki koltuğun arkasından çıkaran Gökhan da ona el salladı.
“Seni seviyorum,” dedi Göksel dudaklarını oynatarak ama otobüs Gökhan’ın bunu göremeyeceği kadar uzaklaşmıştı.
Perondan çıkan otobüs yola koyulduğunda Göksel otobüs görüş alanından çıkana kadar olduğu yerde durup otobüsün arkasından baktı. Otobüs gidince o da ileriye park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı.
Onunla farklı şehirlerde olacağını bilmek içini burkuyordu fakat Gökhan ona değer veren insanların evine gittiği ve onlarla birlikte zaman geçirip yılın yorgunluğunu atacağı için onun adına mutluydu.
***
Büyük yolcu otobüsü Balıkesir otogarındaki peronuna girerken saatler 5 olmak üzereydi. Peronun yakınlarındaki bir bankta oturan Yağız’la Yiğit otobüsü görünce ayaklandılar. Perona giren otobüs durduğunda kapıları açıldı ve yolcular inmeye başladı. Ön kapıdan inen iki kadından sonra Gökhan göründü. Genç adam ayağını yere basar basmaz kendisine yaklaşan tanıdık simayı gördü, en yakın arkadaşı Yağız’ı.
“Gök,” dedi kollarını iki yana açan Yağız. “Hoş geldin kardeşim.”
Gökhan cevap veremeden Yağız ona sıkı sıkıya sarıldı.
“Hoş buldum kardeşim,” diyen Gökhan onun kürek kemiğine vurdu. Bu esnada arkada duran Yiğit’i de fark etti. Sakallarını uzatan liseli genç Gökhan’ın onu son gördüğünden bu yana daha da büyümüştü. “Merhaba Yiğit.”
“Merhaba Gökhan ağabey,” dedi Yiğit. “Hoş geldin.”
“Hoş buldum.”
Gökhan, Yağız’dan sonra Yiğit’e de sarıldı.
“Nasılsın?” diye sordu Yağız. “Yolculuk nasıl geçti? Rahat gelebildin mi?”
“Yolculuk güzeldi, çok rahat geldim,” dedi Gökhan. “İyiyim, sizi görünce daha da iyi oldum. Ne kadar bronzlaşmışsınız, Balıkesir’in sahilleri size yaramış.”
“Sana da yarayacak, hiç merak etme.”
“Yarasın, çok ihtiyacım var. Ben valizimi alayım, sonra eve geçelim.”
Gökhan valizini aldı ama Yağızlar onun taşımasına müsaade etmedi ve valizi taşıma işini Yiğit üstlendi. Üç delikanlı Yağızların terminal dışına park ettiği arabalarına doğru yürümeye başladı.
“Siz nasılsınız?” diye sordu Gökhan. “Neler yapıyorsunuz?”
“İyiyiz,” diye cevapladı Yağız. “Ben hâlâ tatil modundayım, Yiğit de kursa gidiyor.”
“Tam gaz sınava hazırlanıyorum,” dedi Yiğit. “Haftanın beş günü kurstayım, hafta sonları da ödevlerimi yapıyor ve robotlaşmamak için sosyalleşmeye çalışıyorum.”
“Sınava elbette hazırlan,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ama dediğin gibi sosyalleşmek de lazım, sürekli ders insanı boğar.”
“Aynen öyle, zaten çalışmaya erkenden başladığım ve epey konu bitirdiğim için kendimi sıkmama gerek de kalmıyor.”
“Ne güzel. Hakkında hayırlısı olsun.”
“Sağ ol ağabey. Sen neler yapıyorsun?”
“Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum, eylülün ikinci haftası geldi ama ben daha yeni tatile çıktım.”
“Geç olsun güç olmasın. Ağabeyimin dediğine göre artık bir kız arkadaşın varmış, güzel haberleri aldık.”
“Hemen yetiştirdin mi?” diye sordu Gökhan, Yağız’a bakarak.
“Görüşmeyi sonlandırır sonlandırmaz hem de,” dedi Yağız sırıtarak. “Bu bomba gibi haberi bizimkilere söylemem gerekiyordu.”
“Dedikoducu mahalle karısı seni.”
Yağız, Gökhan’ın ensesine bir şaplak yapıştırdığında Yiğit bir kahkaha attı.
“Ah!” diyen Gökhan elini ensesine götürdü. “Ulan daha geleli iki dakika olmadı. İnsan misafirine böyle mi davranır?”
“Misafir mi?” dedi Yağız kaşlarını kaldırarak. “Bizim evin beşinci üyesisin lan sen, ne misafirliği?”
“Neyim neyim?”
“Bizim evin beşinci üyesisin.”
“Önce dövdü, şimdi de ağlatacak pezevenk,” diye mırıldandı Gökhan. “Balıkesir’e gelir gelmez bana bu kadar tezat duygular yaşatman hiç adil değil.”
“Gel lan buraya,” diyen Yağız onun omzuna kolunu attı. “Annem evde en sevdiğin yemekleri hazırlıyor, mercimek çorbasıyla köfte patates yaptı; ben de ıslak kek yaptım, biz çıkarken fırında pişiyordu. Akşam babam işten dönünce hep birlikte yeriz.”
“Çok tatlısınız. Hepsini mideme indirmek için sabırsızlanıyorum.”
Terminalden çıkan üçlü Yağızların gri arabasına ilerledi. Gökhan’ın valizini bagaja koyduktan sonra arabaya bindiler. Yağız şoför koltuğuna, Gökhan yolcu koltuğuna ve Yiğit de arka koltuğa oturdu.
“Ben Göksel’i arayıp geldiğimi haber vereyim,” dedi Gökhan. “Kısa tutarım.”
“Selam söyle,” dedi Yağız şakayla karışık.
Gökhan güldükten sonra Göksel’i aradı, kız arkadaşı birkaç saniye içinde telefonu açtı.
“Efendim?”
“Ben Balıkesir’e geldim güzelim,” dedi Gökhan. “Yağız’la kardeşi beni aldı, şimdi onların arabasıyla eve geçiyoruz.”
“İyi iyi, sevindim. Yolculuk nasıldı?”
“Güzeldi. Otobüs yolculuğu yapmayı özlemiştim, iyi geldi. Sen ne yaptın?”
“Seni bıraktıktan sonra eve döndüm. Malum cumartesi İstanbul her zamankinden daha kalabalık oluyor ve o kalabalığı hiç çekmek istemediğim için eve döndüm.”
“Mantıklı bir karar.”
“Öyle,” dedi Göksel. “O zaman ben seni tutmayayım, siz hasret giderin.”
“Yağız’ın selamı var,” derken Yağız’a kısa bir bakış attı Gökhan.
“Aleykümselam, sen de selam söyle.”
“Söylerim. Kendine iyi bak güzelim, görüşmek üzere.”
“Sen de kendine iyi bak ve tatilin tadını çıkar. Görüşürüz.”
Gökhan telefonu kapattı.
“Selam söyle derken ciddi değildim,” dedi Yağız ona bakarak.
“Laf ağızdan bir kere çıkar,” dedi Gökhan. “Onun da sana selamı var.”
“Aleykümselam.”
Balıkesir’in terminali şehir merkezinin dışında kalıyordu, bu yüzden yolları uzundu ve onlar da bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Dakikalar sonra Yağızların oturduğu sokağa vardılar. Yağızlar nezih bir mahallede, dört katlı güzel bir apartmanda oturuyordu. Yağız arabayı apartmanın önüne park ederken, Gökhan tanıdık kahverengi apartmana bakıp gülümsüyordu. Burayı özlemişti.
“Yağız Turizm’i tercih ettiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Yağız kontağı kapattığında. “Bir sonraki seferde görüşmek üzere.”
“Bir daha bu firmayı tercih edeceğimi sanmıyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Şoföre uyuz oldum.”
“Şoför de sana bayılmadı.”
“Kalp kalbe karşıdır, derler.”
“Atışmalarınızı özlemişim,” dedi arka koltuktan onları izleyen Yiğit. “Bana birkaç günlük eğlence çıktı.”
“Ağza bak ağza,” dedi Yağız. “Valizi al, arabayı kapat ve eve gel. Biz önden gidiyoruz.”
Yağız’la Gökhan apartmana ilerledi. Yağız kapı şifresini yazıp kapıyı açtı. Yağızlar ikinci katta oturduğu için asansöre binmek yerine direkt merdivenlere yöneldiler ve merdivenlerden bir üst kata çıktılar.
“Annem mutfaktadır,” dedi Yağız cebinden anahtarını çıkarırken. “Anahtarla girelim.”
Mutfakta yemeklerle uğraşan Sibel ev kapısının açıldığını duydu.
“Oğlum?” diye seslendi. “Yağız? Siz misiniz?”
“Evet,” dedi içeri giren Yağız. “Biz geldik.”
Sibel mutfaktan çıktığında kapının önündeki Gökhan’la Yağız’ı gördü.
“Gökhan,” dedi neşeyle. “Hoş geldin oğlum.”
“Merhaba Sibel abla,” dedi Gökhan gülümseyerek ve ona doğru ilerledi. “Hoş buldum.”
Sıkı sıkı sarıldılar. Gökhan, Sibel’in üçüncü oğlu gibiydi; onu Yağız ya da Yiğit’ten farklı görmüyordu. Sibel de Gökhan için bir anne gibiydi.
“Nasılsın? Yolculuk nasıl geçti?”
“Sizleri gördüm daha iyi oldum. Yolculuk da iyi ve rahattı. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim çok şükür.” Sibel onun parmaklarındaki dövmeleri fark etti. “Bak bak, yine mi dövme yaptırdın? Dört tane yaptırmış bir de.”
“Nasıllar? Beğendin mi? Adımla ilgili dövme yaptırmayı ne zaman istiyordum, bu yaza kısmetmiş.”
“Güzel olmuşlar, yakışmış. Tipin çok mülayim ama tarzın hiç de öyle değil.”
“Ben de böyle bir insanım işte.”
Elinde Gökhan’ın valizi olan Yiğit kapıda belirdi.
“Benim odama koy,” dedi Yağız ona bakarak. “Gök üstünü değiştirip rahat bir şeyler giymek istersen benim odamda giyinebilirsin, istersen duş da alabilirsin. Burası senin de evin biliyorsun, nasıl istiyorsan öyle takıl.”
“Biliyorum kardeşim, eyvallah,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim, sonra yanınıza gelirim.”
Dakikalar sonra salonda toplandılar. Yağız’la Gökhan bir koltukta, Sibel’le Yiğit de diğer koltukta oturuyordu.
“Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?” diye sordu Sibel. “Bu sene buraya biraz geç geldin.”
“Öyle oldu,” diye cevapladı Gökhan. “İş yerinde eylül başı yoğunluğu vardı, ben de ancak bu hafta sonu izne ayrılabildim. Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum; işten kalan kısıtlı zamanlarda da müzik yaptım, arkadaşlarımla vakit geçirdim. Önceki iki yazdan bir farkı yoktu.”
“Çalışma hayatı,” dedi Sibel anlayışlı bir sesle. “Yağız’dan güzel haberi aldık, bir kız arkadaşın varmış.”
“Evet, üç hafta oldu. Yağız ne kadar anlattı bilmiyorum ama adı Göksel, Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video son sınıf öğrencisi; çocukluğundan beri fotoğrafçılıkla uğraşıyor, aynı zamanda video grafiker. Sahne aldığım kafeye geldiğinde tanıştık, konu buralara kadar geldi.”
“Evet, Yağız bunlardan bahsetmişti. Senin adına çok sevindim, hayırlı olsun.”
“Sağ ol ablam, teşekkür ederim. Bu yaz yaşadığım en büyük değişiklik bu oldu, onun haricinde tipik bir yazdı.”
“Burada birkaç gün gezip tozar, yazın son günlerinin tadını çıkarırsınız.”
“Öyle yapacağız. Sen neler yapıyorsun?”
“Ben de beş gün işteyim, hafta sonları da genelde evle ilgilenmekle geçiyor.”
“Evin işi de bitmek bilmiyor tabii.”
“Her iş biter ama ev işi bitmez. İş yerimde sekiz saatlik mesaimi yapıyor, işimi bitirip eve geliyorum; evde mesai olmadığı gibi iş de hiç bitmiyor.”
“Of anam of!” dedi Yağız. “Hemen sıkıcı konulardan konuşmaya başlamanız gerçekten takdire şayan ama şimdiden içim şişti. Evi de işi de boş verin, yarın denize gidip sıcak kumlarla serin suların tadını çıkaracağız. Edremit bizi bekliyor.”
“Ben de Edremit’i bekliyorum,” dedi Gökhan. “Ne kadar uzun zamandır denizin, kumun ve güneşin hayalini kurduğumu bilemezsin. Yarın bir balığa dönüşeceğim ve saatlerce yüzeceğim.”
“Beraber yüzeriz. Sen geleceksin diye bu ay hiç denize gitmedik, seni bekledik.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. Yiğit gitmek istedi ama, ‘Gökhan gelince hep beraber gideriz, otur aşağı,’ dedim.”
“Ben de kabul ettim ve Gökhan ağabeyi bekledim,” diye araya girdi Yiğit. “Açıkçası denizden biraz uzak kalmak iyi de geldi, tuzlu su cildimi ve saçlarımı çok kurutmuştu.”
“Tüm yaz balık gibi sudan çıkmadınız ki,” dedi Sibel. “Tatilin yarısından çoğunda denizdeydiniz.”
“Yaz tatilinde yapılacak en iyi aktivite,” dedi Yağız annesine bakarak. “Denizde geçirdiğim günlerden pişman değilim, aklım hâlâ geçiremediğim günlerde.”
Gülüştüler.
“İstanbul nasıl?” diye sordu Sibel. Muhatabı Gökhan’dı. “Değişiklik var mı?”
“Pek sayılmaz,” diye cevapladı Gökhan. “Her zamanki gibi kalabalık ve yoğun ama gözüme eskisi kadar yorucu gelmiyor.”
“Neden acaba?” dedi Yağız ona anlamlı bir bakış atarak. “Göksel de İstanbul’da olduğu için olabilir mi?”
“Zaten. İçinde sevdiğin insan olunca İstanbul gibi bir şehir bile çekilir oluyor.”
“Ben İstanbul’u çekilir kılmıyorum yani? Peki, öyle olsun.”
“Tabii ki kılıyorsun, seni de seviyorum ama o şekilde değil.”
“Ben anlayacağımı anladım.”
“Kıskanç,” dedi Yiğit, ağabeyine bakarak. “Göksel ablayla sevgili olduğunu öğrendikten sonra pabucunun dama atılacağını düşünüp üzülmüştü.”
“Lan!” diye bağırdı Yağız. “Şerefsiz. Hain.”
“Yağız,” dedi Sibel uyarı dolu bir sesle. “Kardeşinle ne biçim konuşuyorsun? Çok ayıp.”
“Hak ediyor. Hiçbir şeye üzülmedim, yalan söylüyor.”
“Ah be oğlum,” dedi Gökhan onun omzuna dokunarak. “Senin pabucunun dama atılması mümkün mü? Sen benim kardeşimsin. Hangi kardeşin pabucu dama atılabilir?”
“Bak ya, şimdi de sen beni ağlatacaksın. Seviyorum lan seni.”
“Ben de seni.”
İki dost birbirinin omzunu sıkarken Yiğit’le Sibel onlara gülümseyerek baktı. Dörtlü sohbet etmeye devam etti. Saatler 18.30’u gösterirken evin babası Atilla da işten döndü.
“Atilla?” diye seslendi kapı sesini duyan Sibel.
“Benim,” dedi Atilla’nın kalın sesi. İçeri girip kapıyı kapattı. “Çocuklar da geldi mi?”
“Çok oldu. Hepimiz salondayız.”
Atilla salona girince içeride oturan dörtlüyü gördü. Orta yaşlı adamın koyu kahverengi gözleri Gökhan’ın gözleriyle buluştuğunda yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Hoş geldin oğlum,” dedi.
“Hoş buldum ağabey,” derken ayağa kalktı Gökhan ve ona ilerledi. “Sen de hoş geldin.”
Sarıldılar.
“Nasılsın?” diye sordu Atilla. “Yolculuğun nasıl geçti?”
“İyiyim, yolculuğum da iyi geçti. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim ama çok açım, ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim de hep beraber yemek yiyelim.”
“Olur, biz de seni bekliyorduk zaten.”
Dakikalar sonra mutfakta yemek masasında toplandılar. Yemek sohbetli ve keyifli geçti. Gökhan onları, onlar da Gökhan’ı özlemişti ve aylar sonra bir arada olmak, birlikte yemek yemek hepsini sevindirdi.
Ailesiyle yemek masasına oturduğunda çıkan tartışmalar yüzünden tadı kaçan, iştahı kapanan, ilk fırsatta masayı terk eden Gökhan’ın yemek masalarıyla arası bu evde düzelmişti. Bu masaya oturduğunda kimse onu küçük görmüyor, hayallerine laf etmiyor, ona istemediği şeyleri dayatmaya çalışmıyordu. Bu masada yemek yemek onun için çok keyifliydi.
“Son yaz tatiliniz de bitmek üzere,” dedi Atilla. “Öğrenci olarak geçirdiğiniz son yaz tatiliydi.”
“Aslında benim öğrenci olarak geçirdiğim son yaz tatili yıllar önceydi,” dedi Gökhan. “Üç senedir yaz tatili diye bir tatilim yok, haftada altı gün mesaim var.”
“Haklısın, bu durum sadece Yağız için geçerli.”
“Kötü hissettiriyor,” dedi Yağız. “Öğrenci olmaktan çok memnunum, konservatuvar öğrencisi olmaktan daha da memnunum ama sona çok yaklaştım. Bu sene her günün tadını çıkaracak, konservatuvar öğrencisi olmanın sefasını sonuna kadar süreceğim.”
“Bu konuda sana katılıyorum,” dedi Gökhan. “Ben de son senemizin tadını çıkaracağım. Bugünler geri gelmeyecek.”
“Tabii ki çıkarın,” dedi Sibel. “Öğrencilik yılları hayatınızın en güzel yılları, yetişkinlik hayatı ne yazık ki çok zor.”
“Evet, bu yüzden üniversite hayatımı doya doya geçirdim; müzik kulübü, müzik toplulukları, okul içi ve dışı etkinlikler derken hiçbir şeyden eksik kalmadım. Yağız da aynı şekilde.”
“Çok da iyi yaptık,” dedi Yağız onun omzuna dokunarak. “Bu sene daha fazla etkinliğe katılalım.”
“Katılırız, kendimiz de hazırlarız. Mezuniyet için kesin program hazırlarız zaten, yeni yıl ve birinci dönem sonu için de bir şeyler düşünebiliriz.”
“İyi fikir. Okul başlasın da bakarız.”
Yemekten sonra salona geçtiler. Yağız’ın yaptığı ıslak kekin yanında çay da demlediler ve televizyona bakarken onları yediler.
“Ellerine sağlık,” dedi Gökhan. “Kek çok güzel olmuş.”
“Afiyet olsun,” dedi Yağız gülümseyerek. “Siz bugün ne yaptınız? Göksel’in kahvaltıya geleceğini söylemiştin.”
“Kahvaltı ettik.”
“Hadi canım, yemin et.”
“Valla.”
“Dalga geçme de düzgünce cevap ver.”
“Kahvaltı ettik, biraz gitar çalıp şarkı söyledik. Vaktimiz çok kısıtlıydı, pek bir şey yapamadık.”
“Diyorsun?”
“Diyorum.”
“İyi bakalım.”
Yağız ona anlamlı bir bakış attıktan sonra çayını höpürdeterek içti. Gökhan’sa kendi kendine güldü.
Saat 10’u geçerken çok yorgun olduğunu söyleyen Atilla uyumaya gitti, ondan biraz sonra da Sibel yatak odasına çekildi. Yalnız kalan üç delikanlıysa Yağız’ın odasında toplandı.
“Vay vay vay,” dedi Gökhan onun baterisine bakarak. “Gerçekte daha da havalı görünüyor.”
“Saat çok geç olmasaydı size bir konser verirdim,” dedi Yağız. “Yarın da denizde olacağız ama hafta içi bir şov yaparız.”
“Yap tabii, ben de gitar çalarım.”
“İşte bana bunlarla gel.”
“Sakın ben kurstayken çalmayın,” dedi Yiğit. “Bu muhteşem konseri kaçıramam.”
“Çalmayız,” diyen Gökhan onun saçlarını karıştırdı. “Tüm aile üyeleri toplandığında çalarız. Size minik bir konser veririz.”
“Anlaştık.”
Gökhan gece yatağına dönüşecek koltuğa oturdu. Buraya geldiğinde Yağız’ın odasındaki bu koltukta uyuyordu.
“Sen de yorulduysan yatıp uyu,” dedi Yağız, Gökhan’a bakarak. “Yarın erkenden uyanacağız, Edremit buraya uzak malum.”
“Yorgun sayılmam,” dedi Gökhan. “Biraz oturalım.”
“Tamam o zaman. Bizimkiler ne yapıyor? Barışlar, Kerem?”
“Hepsiyle geçen cumartesi buluştum, hepsi çok iyi. Barışlar mekânlarda çıkmaya devam ediyor, bir yandan da müzik çalışmalarına devam ediyorlar; üzerinde çalıştıkları birkaç şarkıyı dinlettiler, bayağı beğendim. Kerem de benim akustik gitarı beğenince çalıştığım mağazadan kendisine bir akustik gitar aldı, günlerinin gitar çalarak geçtiğinden ve bir sürü yeni şarkı öğrendiğinden bahsetti.”
“Barışlarla arası iyi sanırım?”
“Aynen, iyi. Harun’la ikisi onlarla arkadaş oldu, birkaç kez buluşup beraber bir şeyler çaldılar. Cumartesi Harun’u da davet ettik fakat işi olduğu için bize katılamadı.”
“İstanbul’a döndüğümüzde hep beraber buluşalım, bu grupla vakit geçirmeyi çok isterim.”
“Onlar da aynısını dedi, döndüğümüzde hepimizin müsait olduğu bir gün bir buluşma ayarlarız.”
“Biraderlerimi özledim.”
“Onlar da seni özledi.”
“Özlenecek bir insanım. Bir kere komiğim, ortamların neşesiyim; kaliteli esprilerim ve şakalarımla bulunduğum yerlere renk katarım.”
“Çok da mütevazısın.”
“İnsan iyi olduğu konularda kendine hak ettiği değeri vermeli.”
“Yine başladı,” diye söylendi Yiğit. “Tamam ünsüz düşünür Yağız Korkmaz.”
“Kes lan sesini hem ünsüz hem düşünmez Yiğit Korkmaz. Ayağımın altına almayayım.”
Onların bu atışması Gökhan’ı güldürdü.
“Sizi gerçekten özlemişim,” dedi genç adam. “En çok da bu tatlı atışmalarınızı.”
“Önümüzdeki dört gün boyunca fazlasıyla maruz kalacaksın,” dedi Yiğit. Gülümsediğinde ağabeyinin gözleri gibi ufak olan gözleri adeta yok oldu. Bu hâliyle bir kediye benziyordu. “Ağabeyim bana da sana da sarar.”
“Saracağım tabii,” dedi Yağız. “Benden kurtuluşunuz yok.”
Üç delikanlı gece yarısına kadar oturup sohbet etti. Saatler gece yarısını gösterdiğinde Yiğit uyumak için kendi odasına gitti, Yağız’la Gökhan da kendi yataklarına yattı. Karanlık odada birkaç dakika boyunca hiç konuşmadılar.
“Gök,” diye fısıldadı Yağız. “Uyudun mu?”
“Hayır,” diyen Gökhan başını onun yatağının olduğu tarafa çevirdi. “Sen?”
Yağız güldüğünde Gökhan da gülümsedi.
“Aslında uyuyorum ama uykumda konuşuyorum,” dedi Yağız. Camdan içeri giren sokak lambasının ışığında parlayan Gökhan’ın gözlerini seçebiliyordu. “O kadar gevezeyim ki uykumda bile susmuyorum.”
“Yandık desene. Sana bir sessize alma tuşu taktırmak lazım.”
“O tuşun bile işe yarayacağını sanmam.”
“Yüksek ihtimalle. Saat çok geç oldu, yat da uyu.”
“Yarın için heyecanlıyım. Güzel bir gün olacak.”
“Evet, güzel bir gün olacak. Sıcak kumların üzerinde yatıp güneşin tenimi okşamasına izin verecek, sonra kendimi serin sulara atacağım ve bu döngüye akşama kadar devam edeceğim.”
“Ben de öyle. Yaz senin için çok yorucuydu değil mi?”
“Yorucuydu ama aynı zamanda geçirdiğim en güzel yazdı çünkü Göksel vardı.”
“Aşk güzel şey.”
“Öyle. Sende kimse yok değil mi?”
“He var hatta evliyim ben, üç de çocuğum var. Bu ne saçma bir soru oğlum? Biri olsa bilirsin, bilmediğine göre yok.”
“Ha şöyle.”
“Diyene bak. Göksel’le sevgili olduğunuzu bana iki gün sonra söyledin lan!”
“Açıklamasını yaptım ya.”
“Sus, bir de cevap veriyor. Biri olursa sana nikâhımızın olacağı sabah haber vereyim de gör sen.”
“Kesin yaşanır bu.”
“Görürsün bak.”
Gökhan esnedi. “Sonra görürüm, şimdi uyuyacağım. Hadi iyi geceler, sabah görüşürüz.”
“İyi geceler Gök.”
***
Sabah erkenden kalkan aile üyeleri kahvaltı ettikten sonra Edremit’e doğru yola çıktı. Balıkesir şehir merkezinden Edremit 1,5 saat kadar sürüyordu, bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Arabayı Yağız kullandı, Atilla ön koltukta oturdu; Sibel, Yiğit ve Gökhan da arka koltukta konuşarak yolculuk ettiler. Edremit’e vardıklarında eşyalarını kumsala bıraktılar. Diğerleri kumsala yerleşirken Gökhan’la Yağız tişörtlerini ve mayolarının üstüne giydiği şortlarını çıkarıp denize koştu ve kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar. Biraz sonra onlara Yiğit de katıldı ve üç delikanlı biraz açılıp yüzdüler. Onlar denizin tadını çıkarırken, Sibel’le Atilla da sahilde oturup güneşlenmeyi tercih etti.
“Bizim balıklar ikiydi, üç oldular,” dedi Sibel denizde yüzen gençlere bakarak. “Çok da açıldılar.”
“Bir şey olmaz,” dedi Atilla. “Bir aradalar, hem hepsi çok iyi yüzüyor.”
“Gökhan çok mutlu görünüyor. Çocukcağız tüm yaz çalıştı, şimdi tatilin tadını çıkarsın.”
“Çıkarsın tabii. Birkaç gün İstanbul’dan uzak kalmak, çalışmamak ve sadece tatilin tadını çıkarmak onun da hakkı.”
“En çok onun hakkı.”
Gökhanların açıkta bir saat yüzmesinden sonra Sibel ve Atilla da denize girdi. Kıyıya yaklaşan delikanlıların ayakları artık yere değiyordu.
“Topu da getirmişsin,” dedi Yağız. “Voleybol zamanı. Gök geç karşıma.”
“Ben de, ben de,” dedi onlara yaklaşan Yiğit. “Bu eğlenceden mahrum kalamam.”
“Hep beraber oynayacağız,” dedi Atilla. “Bizim başımız kel değil ya. Evet, önlerim biraz açılmış olabilir ama saçlarım hâlâ kafamda.”
Gülüştüler.
“Siz yüzersiniz diye düşünmüştük,” dedi Yağız. “Karı koca beraber denizin tadını çıkarırsınız diyorduk.”
“Çıkarırız,” dedi Sibel. “Deniz bir yere kaçmıyor. Öncesinde biraz top oynayalım.”
“Nasıl isterseniz.”
Bir halka oluşturan beşli yumuşak deniz topuyla voleybol oynamaya başladı. Biraz atışmalı, bolca gülmeli bir oyun oluyordu.
“Gâvura vurur gibi vurmasana,” dedi Gökhan, Yağız’a bakarak. “Tüm hıncını toptan çıkarıyorsun.”
“Eğlencesi böyle çıkıyor,” dedi Yağız. “Zaten yumuşacık top.”
“Gökhan haklı,” dedi Atilla oğluna bakarak. “Yavaş vur şu topa.”
“İyi be.”
Yağız topa daha sakin vurmaya başlayınca topun havada kalma süresi de arttı ve oyun daha eğlenceli bir hâl aldı. Bir saat kadar da topla oynadılar.
“Benden bu kadar,” dedi Atilla. “Yoruldum, kıyıya çıkacağım.”
Sibel ve Yiğit de yorulduğunu söyleyip Atilla’yla beraber kıyıya çıkınca Yağız’la Gökhan denizde yalnız kaldı.
“Biraz açılalım mı?” diye sordu Yağız. “Dubalara kadar yarış yapalım.”
“Kabul,” dedi Gökhan. “Yenilen ne ısmarlıyor?”
“Bir şişe buz gibi bira?”
“Anlaştık.”
“O zaman yarış başlasın. Üç iki bir başla!”
Aynı anda suya dalan ikili dubalara doğru yüzmeye başladı. Başlarda yan yana ilerleseler de Yağız’ın öne geçmesi uzun sürmedi. Yaz tatillerinin çoğunu denizde geçiren genç adam yüzme konusunda çok iyiydi ve gerçekten de bir balık gibi yüzüyordu. Gökhan ona yetişmeye çalıştı fakat aralarındaki mesafe kapanmak yerine daha da açıldı ve Yağız ondan saniyeler önce dubalara vardı.
“Biram Carlsberg olsun,” dedi Yağız, Gökhan yanına gelince. “Kutu.”
“Baba tarafın yunus mu oğlum senin?” dedi nefes nefese kalan Gökhan. “Jet gibi yüzdün.”
“Yunuslar yanımda halt etmiş.” Suyun içindeki omuzlarını gösterdi. “Bu omuzları yüzerek bu hâle getirdim ben. Kıyıya kadar da yarışalım mı?”
“İkinci birayı da beleşe getir diye mi? Tabii efendim.”
“En azından şansımı denedim. O zaman kıyıya doğru sakince yüzelim. Aşırı acıktım, bir şeyler yiyelim.”
“Olur.”
İki arkadaş kıyıya doğru yüzmeye başladı. Dalgaların da yardımıyla kısa sürede kıyıya ulaştılar. Sudan çıkan Gökhan kumsala yürürken alnına yapışan ıslak saçlarını eliyle arkaya doğru yatırdı.
“Yoruldunuz değil mi?” dedi onlara bakan Sibel.
“Hem de nasıl,” diyen Gökhan kendini havlunun üzerine attı. “Acıktık da.”
“Biz de acıktık,” dedi Atilla. “Keklerden getirdik, kola da var; onları atıştıralım.”
Gökhan kekten iki dilim yedikten sonra kola dolu plastik bardağını ve telefonunu alarak ayağa kalktı, gruptan biraz uzaklaştı ve Göksel’i aradı.
“Hayatım?” diye telefonu açtı Göksel.
“Selam,” dedi Gökhan. “N’aber?”
“İyiyim. Bizimkilerle dışarı çıkacağız, hazırlanıyorum. Senden ne haber?”
“Nereye gideceksiniz? Biz de Edremit’teyiz, denize geldik.”
“İyi yapmışsınız. Biz de Beşiktaş tarafına gideceğiz, ailecek pazar gezisi yapacağız.”
“İyi fikir.”
“Yağızlar nasıl?”
“Onlar da iyi,” derken ileride oturan gruba kısa bir bakış attı Gökhan. “Hepsini çok özlemişim, uzun zaman sonra yeniden bir arada olmak iyi hissettiriyor. Bugün soluğu denizde aldık, denizin tadını çıkarıyoruz.”
“Onlar da seni çok özlemiştir. Edremit nasıl?”
“Çok güzel. Hava çok sıcak, temmuzla ağustosu aratmıyor.”
“İyi iyi, yazı sonundan da olsa yakaladın. Tadını çıkarmaya bak.”
“Öyle yapıyorum. Epey yüzdük, hâliyle yorulduk ve acıktık. Şimdi bir şeyler atıştırıyoruz, biraz dinlenip güneşlendikten sonra kendimi yeniden denize atarım.”
“Güneşlenmek çok güzel bir şey ama güneş kremini ihmal etme. Sürdün değil mi?”
“Tabii ki sürdüm yoksa kızarmış tavuktan beter olurum.”
Göksel kıkırdadı. “Olursun valla,” dedi. “Denize girince kremin etkisi azalmıştır, güneşlenmeye başlamadan önce mutlaka tazele.”
“Sen ne kadar düşüncelisin böyle,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Yağız’a sürdürürüm.”
“Biricik sevgilimi düşüneceğim tabii ki. Güneşte yanmanı ve acı çekmeni istemem.”
“Bu uyarılarından sonra güneş kremini aksatmam, için rahat olsun. Biricik sevgilimin aklı bende kalmasın.”
“Çok tatlısın.” Göksel onu şimdiden özlediğini söyleyecekti fakat ortamı duygusallaştırmamak için bunu dile getirmedi. “Fotoğraf çekmeyi unutma bak, merakla bekliyorum.”
“Doğru, fotoğraf,” dedi Gökhan bir aydınlanma yaşayarak. “Çekerim.”
“Çek, sonra da bana gönder.”
“Şu an üstüm çıplak ama,” dedi Gökhan gülerek. “Yine de göndereyim mi?”
“Gönder,” diye cevapladı Göksel. Kesinlikle gönder. “Ne olacak sanki?”
“İyi, gönderirim.” Genç adam sırıttı. “Aklıma senin tatil fotoğrafların geldi.”
“Aklından gittiler mi ki?”
Göksel’in bu sorusu Gökhan’a kahkaha attırdı.
“Bu iyiydi,” dedi gülmeye devam ederken. “Ne yalan söyleyeyim, gitmedi. Hayatımda gördüğüm en iyi tatil fotoğraflarıydı.”
“Serseri,” dedi Göksel keyifli bir sesle. “Ağzını sil, salyaların akmıştır.”
“Sen geç dalganı. Benim tatil fotoğraflarıma bakarken seni de göreceğim.”
“En iyilerini yüz yüze geldiğimizde göstermek için sakla o zaman.”
“Anlaştık. O zaman şimdi kapatayım; sen hazırlanmaya devam et, ben de diğerlerinin yanına döneyim. Size iyi gezmeler.”
“Tamam hayatım. Size de iyi eğlenceler. Kendine dikkat et, görüşürüz.”
“Sen de kendine dikkat et, görüşürüz. Öptüm.”
“Ben de öptüm.”
Göksel’le görüşmeyi sonlandıran Gökhan diğerlerinin yanına döndü.
“Sıfata bak,” dedi Yağız. “Yüzünde güller açıyor.”
“Utandırma çocuğu,” dedi Sibel. “Senin sevgililerin olduğunda seni de gördük.”
“Aman oldu da ne oldu sanki? Hepsinin sonu aynı şeye çıktı: Hayal kırıklığı.” Yağız, Gökhan’a baktı. “Seni ve Göksel’i tenzih ederek söylüyorum tabii, bunlar benim kendi tecrübelerim.”
“Biliyorum kardeşim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Benim tecrübelerim de pek iç açıcı sayılmaz ama şu anki hayatımdan çok memnunum.”
“Maşallah diyeyim nazar değmesin.”
“Maşallah maşallah,” dedi Sibel. “Göksel çok güzel bir kız, çok da tatlı birine benziyor; pek de yakışıyorsunuz.”
Sibel, Göksel’i Gökhan’ın hikayesinde görmüştü ve uzun uzun incelemişti.
“Göründüğünden de tatlı biri. Teşekkür ederiz ablam, sağ olasın.”
Korkmazlar denize girmeden önce Gökhan, Yağız’dan sırtına güneş kremi sürmesini istedi.
“Sabah sürdük ya,” dedi Yağız.
“Denize girip çıkınca etkisi azalmıştır,” dedi Gökhan güneş kremi kutusunu ona uzatarak. “Sana zahmet tazele.”
“Nereden duydun lan bunu?”
“Göksel söyledi, hem bak kutunun üstünde de yazıyor.”
“Tamam prens.”
“Dalga geçme be oğlum, ne kadar beyaz tenli olduğumu biliyorsun; kızarmış tavuğa dönmeyeyim. Sonra yoğurt sürmek zorunda kalırsın bak.”
“Iy, tamam tamam; güneş kremini ver. Kokusu burnuma geldi.”
Gökhan güldü. Yağız’ın süt ürünlerinin kokusunu hiç sevmediğini biliyordu.
Yağız onun sırtına güneş kremini sürdükten sonra denize, ailesinin yanına gitti; vücudunun kalanına güneş kremi süren Gökhan da havlunun üzerine boylu boyunca uzandı ve gözlerini kapattı.
İşte huzur buydu. Yorucu bir okul maratonu ve hemen ardından başlayan yoğun bir iş maratonundan sonra ihtiyacı olan şey de buydu. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyi düşünmeden uzanmak; yatıp dinlenmek. Yetişkinlik hayatının sorunlarından, endişelerinden uzakta olmak. Birkaç günlüğüne olsa bile.
Gökyüzünde parlayan güneş tenini okşarken havlunun üzerinde dakikalarca uzandı. Dalgaların sesini, çevredeki insanların sesini, uzaktan gelen araba seslerini dinledi. Yetişkinler sohbet etti, çocuklar bağırıştı; bazen sinirler gerildi, bazen kahkahalar yükseldi. Tüm bu sesleri dinleyen Gökhan’ın yüzünde şirin bir gülümseme vardı. İstanbul’un ruhsuz kalabalığından sonra böyle canlı ve enerjisi yüksek bir kalabalığın arasında olmak iyi gelmişti. Deniz kenarı herkesin kendini iyi hissettiği bir yerdi.
Genç adam bir süre sonra yüzüstü yatıp yanağını başının altında birleştirdiği kollarına yasladı. Gözlerini açmıştı, kumsaldaki ve denizdeki insanları izlemeye başladı. Güneşlenen yetişkinler, kumla oynayan çocuklar; yaşı fark etmeksizin denizin tadını çıkaranlarla plaj oldukça hareketliydi.
Uzun bir süre de yüzüstü güneşlendikten sonra oturma pozisyonuna geçen Gökhan telefonunu aldı. Kamerayı açan genç adam eliyle saçlarını düzelttikten sonra bir özçekim yaptı. Fotoğrafta göğsünden yukarısı görünüyordu ve yüzünde ciddi bir ifade vardı. Fotoğrafı beğenince mesajlaşma uygulamasına girerek Göksel’e gönderdi. Bu sırada arabalarının arka koltuğunda oturan Göksel fotoğrafı saniyeler içinde gördü. Yüzüne bir gülümseme yayılan genç kadın fotoğrafı uzun uzun inceledi, bakışlarını Gökhan’ın uzun boynunda ve geniş omuzlarında acele etmeden gezdirdi.
Nefes kesici bir fotoğraftı.
Bu kareyle günümü güzelleştirdin
Ona bu mesajı gönderdikten sonra kamerasını açtı ve o da bir özçekim yaptı. Gökhan’ın aksine gülümseyerek poz veren Göksel bu fotoğrafı ona gönderdi. Gökhan mesajları saniyesinde gördü ve bir yanı yukarı kıvrılan dudağıyla fotoğrafı inceledi. Göksel şekillendirdiği dalgalı saçları, yüzündeki günlük makyajı ve askılı beyaz elbisesiyle çok güzel görünüyordu.
Sen bu kareyle hayatımı güzelleştirdin. Güzele her şey yakışır ama sana beyaz ayrı bir yakışıyor
Gökhan’ın bu mesajını okuyan Göksel sırıtmaya başladı.
Üstündekilere ben de iltifat etmek isterdim ama görünüşe göre böyle bir şansım yok. Omuzların ne kadar genişmiş diyeyim bari, yapılılar da
Gökhan da sırıtmaya başladı. Omuzlarına kısa bir bakış atan genç adam göğsünü kabarttıktan sonra kız arkadaşına cevap verdi.
Babamdan aldığım geniş omuz genine, bu sene boşlamış olsam da basit ama etkili omuz ve kol rutinime ve gitara teşekkürler. İstanbul’a dönünce yakından bakmak istersen hiç çekinme
Göksel gülünce önde oturan annesiyle babasının bakışları bir anlığına ona döndü. Göz göze gelen karı koca birbirine gülümsedikten sonra bakışlarını yeniden yola odakladı.
Aklıma not ettim. Biz gideceğimiz yere varmak üzereyiz, sonra konuşuruz. Sana tekrardan iyi eğlenceler
Gökhan onun mesajını okurken, Yağız’ın denizden çıkıp kendisine yaklaştığını fark etti. Arkadaşı yanına gelene kadar Göksel’e cevap yazdı.
Teşekkür ederim bebeğim, size de iyi gezmeler
“Sırıtışını denizdeki balıklar bile gördü,” dedi onun yanına oturan Yağız. “Ne konuşuyorsunuz da bu kadar sırıtıyorsun?”
“Konunun önemi yok ki,” dedi Gökhan. “Göksel’in kendisi beni mutlu ediyor.”
“Dedi, Gökhan Mecnun Uygur. Romeo, Ferhat, Kerem ve Mecnun’dan sonra bir de Gökhan’ımız var artık.”
“Neyse ki ben sevdiğim kadına kavuştum. Başka neye kavuştum biliyor musun? Tüm sene boyunca hayal ettiğim tatile. Dubalara kadar yarışalım mı?”
“Dinlendiğin için bu sefer beni yenebileceğini düşünüyorsun değil mi? Gel de sana ikinci bir ders vereyim, sen de bana ikinci birayı alırsın.”
“Rüyanda görürsün canım.”
Ayağa kalkan Yağız denize doğru koşmaya başladı. “Dubalara ilk varan kazanır.”
“Lan şerefsiz!” diye bağıran Gökhan da ayağa kalktı ve onun peşinden denize koştu. “Şimdi yaktım çıranı.”
Peş peşe suya atlayan iki dost dubalara doğru yüzmeye başladı.
Tepkiniz nedir?