KÜÇÜK UMUTLAR

“Sarılmakla boğulmak arasındaki farkı, zehirli bir sarmaşık öğretti bana. Bu kitap; ihanetin, psikolojik çöküşün ve kendi küllerinden doğma mücadelesinin hikâyesidir. Her sayfası gerçek bir hesaplaşma. Adını bile anmadığım O’na değil, kendime yazdım.”

Nisan 9, 2025 - 13:12
 0
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR
KÜÇÜK UMUTLAR

Küçük Umutlar

 

 

 

 

 

Sarılmakla boğulmak arasındaki farkı, zehirli bir sarmaşık öğretti bana.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Eskiden adını yazar Cano derdim,
Şimdi ise sadece O oldun.

ÖNSÖZ

 

Bu bir aşk hikâyesi değil.

Bu, aşk sandığım şeyin beni nasıl paramparça ettiğinin hikâyesi.

 

Bu bir başarı öyküsü de değil.

Ama bir hayatta kalışın, bir direnişin, bir yeniden doğuşun belgesi.

 

Ben bu kitabı yazarken elim titremedi,

Çünkü her kelimeyi gözyaşımla,

Her satırı boğazıma düğümlenen acıyla,

Her cümleyi ihanetin bıraktığı izlerle yazdım.

 

Bu kitapta okuyacağın şey;

Ne sadece bir ayrılık,

Ne sadece bir ihanet,

Ne de sadece bir aşkın çöküşü…

 

Bu kitap, bir insanın

“sana güveniyorum” dediği kadının

Onu nasıl yavaş yavaş tükettiğini anlatıyor.

 

Yalanların, manipülasyonların, yok saymaların,

“Sen delisin” denilen gecelerin,

“Benlik bir şey yok” denilen sabahların,

Ve sonunda hiçbir açıklama olmadan çekip gitmelerin hikâyesi bu.

 

Bu satırlarda bir adamın,

Ona en çok zarar vereni hâlâ korumaya çalışması var.

 

Ve sonra…

O adamın artık sessiz kalmamaya karar vermesi var.

 

Ben bu satırları yazarken kimseyi incitmek istemedim.

Ama gerçekler, en çok kendini kandıranları incitir.

Ben kimseye iftira atmadım.

Sadece yaşadığımı yazdım.

Çünkü artık anlatmazsam boğulacaktım.

 

Bu kitapta “O” diyeceğim kişiyi herkes merak edecek belki…

Ama adı önemli değil.

Çünkü adlar değil,

Yarattıkları izler kalır geriye.

 

Bu kitap…

Ne bir özlem,

Ne de bir barış isteği taşır.

Bu kitap, bir vedadır.

Ama sadece O’na değil…

Eski Burak’a da.

 

Ve son bir şey…

Bu kitabı bitirdiğinde herkes birini hatırlayacak.

Ama o bir kişi, bu kitabı bitirdiğinde…

Kendinden kaçamayacak.

 

 


1. BÖLÜM – O’nunla Başlayan Her Şey

 

“Bazı insanlar hayatına ansızın girer. Ama çıktıklarında, seni sen olmaktan çıkarırlar.”

 

O’nu ilk kez gördüğümde bir şey oldu bana.

Sanki zaman durdu.

Kalabalığın ortasında sadece o vardı.

Ne söylediğini hatırlamıyorum…

Ama bende bıraktığı hissi hâlâ unutamıyorum.

 

Gözlerinde bir merak vardı.

Sanki “sen benim hikâyemsin” diyordu.

Ve ben daha o ilk bakışta inandım.

Evet, gerçekten inandım.

“Bu defa olur” dedim.

“Bu defa yarım kalmaz” dedim.

 

İşte her şey tam da o inançla başladı.

Bir umutla…

Bir heyecanla…

Bir saf duyguyla.

 

İlişkimiz; mesajlarla, sesli notlarla, sabah günaydınları ve gece iyi gecelerle doluydu.

Gülüşü içimi ısıtıyordu.

Ses tonu sığınağım gibiydi.

Sanki tüm geçmiş acılarımın üzerine yorgan çekmiş gibiydi.

 

Onunlayken eksik hissetmiyordum.

Onunlayken tamamlanmış gibi…

Onunlayken “yaşamak” daha anlamlıydı.

Ve ben…

Tüm hayatımı onun üzerine kurmaya başladım.

 

Arkadaşlıklarımı ihmal ettim.

Aileme uzaklaştım.

Kendimden bile vazgeçtim…

Yeter ki o mutlu olsun diye.

 

Ben onun için her şeyi oldum:

Dost, sevgili, sırdaş, liman…

Ama hiçbir zaman “ben” olmadım.

Çünkü onun varlığı bile bana yetiyordu.

 

Ama işte…

İnsanın en büyük yanılgısı,

“bana yetiyor” dediği yerden kaybetmesiymiş.

 

Ben fazlasını beklemedim.

Ama O, benden fazlasını aldı.

Ve işin acısı ne biliyor musun?

Ben onun kalbinde bir “öncelik” sandım.

Ama meğer sadece bir “alışkanlık”mışım

 

2.. BÖLÜM – Sessizleşen Sözler, Büyüyen Boşluk

 

“İnsan en çok, hâlâ yanındayken uzaklaşan birini kaybediyor.”

 

Zamanla değişmeye başladı her şey.

İlk günlerin heyecanı yerini sessizliğe bıraktı.

Sabah mesajları geç atılır oldu,

Gece konuşmaları erken bitti.

Gülüşleri azaldı, kelimeleri eksildi.

 

“Yorgunum” dedi.

“Sadece meşgulüm” dedi.

Ama ben biliyordum…

İlgisini kaybeden insanın bahanesi çok olur.

 

Birlikte olduğumuz anlarda bile gözleri başka yerlere bakıyordu.

Eskiden beni izleyen bakışları, artık ekrana takılıydı.

Yanımdaydı ama çok uzaktaydı.

Söylediklerimi duymuyordu.

Benimle konuşuyordu ama konuştuğu kişi ben değildim artık.

 

Birlikte kahvaltı ettiğimiz günleri hatırlıyorum,

Sessizce masaya otururdu.

Eskiden şarkı gibi dökülen o ses…

Şimdi sadece tek kelimelik cevaplara sıkışmıştı.

 

“İyi misin?”

“İyiyim.”

“Bir şey mi oldu?”

“Yok.”

 

Ama o “yok”lar her şeyin özeti gibiydi.

İçimde bir sıkışma hissi…

Her cümlesinde biraz daha eksiliyordum.

Göz göze gelmeler azaldı.

Sarılmalar, öylesine omuza değen temaslara dönüştü.

 

Ben hâlâ umutluydum.

“Yoruldu” diyordum.

“İçinden geçiyordur” diyordum.

Ama içten içe biliyordum:

Bu sadece geçici bir soğukluk değil, yavaş yavaş gelen bir vedaydı.

 

Bir gün bir  otururken gözlerine baktım.

Ve ilk defa orada olmadığını gördüm.

Bana ait bakmıyordu.

Beni sevmiyordu artık.

Ve bu…

En sessiz, en acı vedaydı.

 

İlişkiler bağırarak bitmez bazen,

Sessizlikle tükenir.

Ve bizim de sesimiz,

Göz göze gelmeye bile utanır olmuştu

 

3.. BÖLÜM – Kayıp Gitmeden Önce

 

“Bazen bir veda kelimesiz olur… Göz göze gelmemek yeterlidir.”

 

O hâlâ yanımdaydı…

Ama kalbim onun çoktan gitmeye başladığını biliyordu.

 

Bunu gözlerinden anlıyordum.

Eskiden içimi ısıtan o bakışlar…

Artık üzerimden kayıp giden iki cam gibiydi.

Ne beni görüyordu,

Ne de görmek istiyordu.

 

Artık bana gülmüyordu.

Yüzündeki tebessüm başkalarına aitti.

Benim yanımda yüzü donuk, sesi kısık, ruhu uzaktı.

Sanki sadece fiziksel bir varlıktı karşımda.

Ama asıl “O” çoktan başka bir dünyaya geçmişti.

 

Mesajlar cevaplanmıyor,

Aramalar geç açılıyor,

Birlikteyken bile eli hep telefondaydı.

 

Bana değil, başka birine gülüyordu sanki.

Sanki sadece “ayrılmak için doğru zamanı” bekliyordu.

Ama ben…

Hâlâ onun için çırpınıyordum.

 

“Bir şey mi var?”

“Yok.”

“Konuşalım mı?”

“Zaten her şeyi konuşuyoruz.”

Ama aslında konuşmuyorduk.

Susuyorduk.

Ve o suskunluk, içimi en çok yıkan şeydi.

 

Yavaş yavaş hissettim.

Yavaş yavaş kabullendim.

Ama hiçbir zaman “tamam” diyemedim.

Çünkü içimde hâlâ bir çocuk vardı:

Belki geçer diye umut eden.

Onu kaybettiğimi biliyordum.

Ama içimdeki sevgi, hâlâ onun bir gün geri döneceğine inanmak istiyordu.

Kırgın değil, çaresizdim.

Gururlu değil, bağımlıydım.

Bir gün sırf sevdiğim kadını geri kazanmak için

kendim olmaktan bile vazgeçtiğimi fark ettim.

Ama o an çok geçti…

Çünkü artık bana ait bir kalp yoktu karşımda.

Ve o an anladım…

Bazı insanlar gitmeden önce,

çoktan seni bırakmış olurlar.

 

 

4. BÖLÜM –28 Temmuz: O Geceden Sonra Artık Hiçbir Şey Aynı Olmadı

 

“Ben sana doğum günü pastasıyla geldim… sen bana mezar kazdın.”

 

Aslında ondan çok önce vazgeçmiştim.

Kendi içimde çoktan bitirmiştim bazı şeyleri.

Çünkü umut dediğin şey, kırıldıkça sessizleşiyor,

sevgiden çok yorgunluk kalıyor geriye.

 

Ama ben… bir tek şeyi atladım.

İçimde hâlâ güven vardı.

Her şeye rağmen, onun beni bilerek ve isteyerek incitmeyeceğine dair bir inanç.

İşte beni en çok o yaktı.

 

O gün 28 Temmuz’du.

O’nun doğum günü.

 

Aylarca saydı.

“Şu kadar gün kaldı, bu kadar hafta kaldı…”

Doğum gününe karşı çocuk gibi bir heyecanı vardı.

Ve ben, “Ne yaşarsak yaşayalım, onu o gün yalnız bırakmayacağım,” dedim.

Kırgındım belki, ama hâlâ içimde bir parça vicdan vardı.

Sırf içim rahat etsin diye değil…

İnsanlığımı koruyabileyim diye.

 

Gün boyu mesajlaştık.

Her zamanki gibi.

Yine o masum ses tonuyla aradı beni.

“Yorgunum,” dedi. “Nöbetten çıktım, biraz uyuyacağım.”

Görüntülü konuşmuştuk.

Yüzü yorgundu, sesi düşüktü.

İnandım.

Çünkü seversen, karşındakinin yalanına bile doğru gibi bakarsın.

 

Ben o gece, ellerimde pastayla,

lojmanın karşısında saat tam 00:00’da bekliyordum.

Heyecandan ellerim titriyordu.

Bir tebessüm… bir teşekkür… bir sarılma yeterdi bana.

 

Mesaj attım önce.

“Uyudun mu?”

Rahatsız etmek istemedim.

Ama sonra dayanamadım, aradım.

Açmadı.

Bir daha aradım.

Yine açmadı.

 

“Duymamış olabilir,” dedim.

 

Ama sonra o küçük, tanıdık detay…

Odasının ışığı açıktı.

Ve ben onu bilirdim…

O ışık açıkken asla uyuyamazdı.

 

Yüreğimde ince bir kıpırtı…

Ama hâlâ iyi bir açıklama arıyordum.

 

Ta ki o görüntüyü görene kadar…

 

Eve yürürken gördüm onu.

Elinde çiçeklerle,

Gülümsüyordu.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi…

Sanki ben onun hayatında hiç olmamışım gibi.

 

Ben elimde pastayla bekliyordum.

O, bir başkasının çiçeklerini taşıyordu.

 

O an zaman durdu.

Yüzümdeki gülümseme düştü.

Elimdeki pasta ağırlaştı.

Ayakta zor duruyordum.

Kalbim… sadece çarpmadı.

İçimden söküldü.

 

Yanıma geldi.

Ve hiç titremeden, hiç utanmadan gözümün içine bakarak söyledi:

 

“Hayatımda biri var.”

 

Sadece bu kadar da değil…

Ardından ekledi:

“Üç aydır birlikteyiz.”

 

Üç ay…

Yani biz hâlâ görüntülü konuşurken,

her gün günaydın – iyi geceler mesajları atarken,

benimle rakı içerken, ağlarken, gülüşürken…

 

O sırada başka bir adamla sevgiliymiş.

Ben onun gözlerinin içine bakarken,

o başka birine sarılıyormuş.

Ben geçmişi onarıyordum,

o geleceğini başkasıyla kuruyormuş.

 

O gece…

Ben sadece birini değil, kendimi de kaybettim.

İhanet dediğin şey sadece aldatmak değilmiş.

Beni en çok inciten şey;

O’nun, beni her gün kandırmasıydı.

Ben ona iyi geceler derken,

o başka bir adamın kollarındaydı.

Ben ona “kendine dikkat et” derken,

o başkasına “iyi ki varsın” diyordu.

 

Ve en acısı…

Ben hâlâ sevildiğimi sanıyordum.

İşte o geceden sonra…

İlk intihar girişimim oldu.

Lojmanın karşısında oturdum arabada aradım onu görüntülü ve tek tek yutmaya başladım ilaçları koşarak geldi ama merak ettiği için değil onun başına kalırım diye.Karşımda o kadar soğuk ve buz gibi bir insan vardıki kanım dondu onun bu tavır ve hareketlerinden sonra sanki hiç sevmemiş sanki hiç görüşmemiş beni tanımıyor gibiydi ve tek bir kelime etmedi.

Sanki ben hiç yaşamamışım gibi davrandı.

Sonra bir daha…

Yine yuttum kutu kutu ilaçları.Yine o vardı aklımda.İntihar mektubu yolladım mesajla telefonuna ve belkide son ses kaydım olucaktı yolladığım mesaj inanırmışınız cevap dahi vermedi.İnsanlar Birbirine düşman bile olsa o mektuptan sonra merak edip nasılsın iyimisin diye bir sorar.Bunu bile yapmadı çok canımı yaktı benim bugune kadar ona tek bir kötülüğüm tek bir zararım olmamıştı.Agzımdan Mideme kadar sokulmuş bir hortumla bir kolumda damar yolu gözüm sadece telefonda mesaj attımı aradımı diye gözüm saatte daha uyanmadı galiba saat 08:00 olmadı görsün koşar gelir dayanamaz üzülür kıyamaz dedim ve bir yetim gibi kimsesiz kaldım orda ne mesaj ne arayan ne gelen oldu.Ona bir mesaj daha attım sarjım %1 biticek beni yoğun bakımda yer olmadığı için yataklı servise alıcaklarmış telefonum kapanacak ve sonra Saat 16:00a kadar bekledim bu kadarını yapacağını hiç ummuyordum ama gene gözleri kör olan ben bu hastane çok uzak gelemez arar ulaşamaz merak eder diye düşünüp hastaneden kaçtım filmlerdeki gibi çünkü intihar edince tedaviyi red etme hakkın olmuyormuş tek çare kaçmakmış.Kaçtım taksiyle merkeze arabamın yanına gittim telefonu sarja taktım ve tekrar yıkıldım ne bir mesaj ne bir çağrı hiç bir şey yok insan kendini çok fazla değersiz hissediyor söyleyecek çok kelime varda anlayan yok işte.

Çünkü ben bu hale sadece tek bir soruyla geldim:

 

“Bunu bana nasıl yaptı?”

 

Ve son olarak…

Bakırköy.

İçeri girerken son mesajımı yine ona attım.

“Bakırköy’e yatıyorum,” dedim.

Cevap vermedi.

 

Sanki hiçbir şey olmamıştı.

O hâlâ hayatına devam ederken,

ben yerin altına çekiliyordum.

Ben o gece…

Onun doğum gününü kutlamaya gitmiştim.

O ise bana mezar kazıyordu.

“Senin için aldığım pastanın mumlarını yakamadım belki… ama içimdeki hayatı sen söndürdün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5. BÖLÜM – İhanetin Sessizliği

 

“En çok inandığın yerden yara alınca… sadece kalbin değil, aklın da dağılır.”

 

Ben onun asla Telefonu karıştırmadım.

Onu asla Sorgulamadım.

Şüphelenmek bile istemedim çünkü;

Birine güvenmek, bazen gerçeği görmek istememektir.

Ama hayat sana bazen,

Gerçeği tokat gibi yapıştırır yüzüne.

Ve o gece işte o tokadı yedim.

Ama göz, yalanı yakalar Burak.

İç ses asla aldanmaz.

Ben o gece sustum…

Çünkü ne bağıracak hâlim kaldı,

Ne kıracak gücüm.

 

Benim yerime sadece kalbim parçalandı.

Gözümün önüne o 9 yıl geldi.

Yalansız, sadakatle, koşulsuz sevdiklerim.

Ona inandığım her saniye,

Bana yük gibi çöktü.

En çok da şu koydu:

Ben ona hâlâ zarar gelmesin diye düşünürken,

O, bana sessizce en büyük zararı veriyordu.

Ben ihanetin içinde neyin daha çok acıttığını bilemedim:

O anı görmek mi,

Yoksa beni böyle kolayca harcayabilmiş olması mı?

O gece gözümden akan yaş,

Ona değil, kendimeydi.

Çünkü en çok kendime kırılmıştım.

Böylesine kör olduğum için.

İhanet, bazen başkasına gitmek değildir.

İhanet; seni sevmekten vazgeçtiğini fark ettiğinde hâlâ yanındaymış gibi davranmaktır.

Ve o, bunu çok iyi yaptı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6. BÖLÜM – Yıkımın Eşiği

 

“Bir insan bazen kendi içinden geçerken kaybolur.”

 

O geceden sonra…

Ne uyuyabildim,

Ne konuşabildim,

Ne de bir daha aynadaki adama bakabildim.

 

Sanki kalbimin üstüne bir beton döküldü.

Her nefes… ağır.

Her düşünce… zehir.

Her sessizlik… çığlık gibi.

 

Gözüm her sabah ona mesaj atmak için açılıyordu.

Ama parmaklarım kilitlenmişti.

Atamadım.

Çünkü “özledim” demek…

Artık gururumu tamamen teslim etmekti.

 

Bir garaja kapattım kendimi.

Gerçek anlamda.

Saatler, günler geçti…

Ama ben zamanla birlikte hareket etmeyi bıraktım.

 

Orada sadece duvarlar vardı.

Ve ben…

Bir duvar kadar sessizdim.

 

Yemek yemiyordum.

Telefon kapalıydı.

Dış dünya sustu…

Ama içimdeki fırtına dinmedi.

 

Aynaya bakamıyordum.

Çünkü aynada artık bir adam değil,

Yarım kalmış bir hayat vardı.

 

Bazen “bitti” dedim.

Bazen “dayanamam” dedim.

Bazen… “keşke hiç tanımasaydım” dedim.

Ama en çok da şunu fısıldadım kendi kendime:

Beni en çok yıkan şey,

Onun yaptıkları değil,

Benim hâlâ bir ihtimal diye ona inanmak istiyor olmam.

Ve anladım ki,

Yıkım sadece dışarıdan gelen bir çöküş değil…

İnsan bazen kendi içinde çöker.

Ve o enkazdan kalkmak…

Ömür ister.

7.BÖLÜM – Psikiyatri Günlükleri

 

“Bazen kendini kurtarmak için, herkesin deli dediği kapıdan girmen gerekir.”

İçimdeki fırtına artık sadece kalbimi değil,

aklımı da dövüyordu.

Uyumuyordum, yemiyordum, konuşmuyordum.

Ve en kötüsü…

Artık yaşamak istemiyordum.

 

Bir sabah kendime,

“Sana yardım edemezler” demeyi bıraktım.

Ve sessizce yola çıktım.

Telefon sustu.

Kalabalıklar sustu.

Sadece içimdeki çığlık kaldı.

 

O gün kapısından içeri girdiğim bina,

Dışarıdan “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”ydi.

Ama benim için…

En dipteki çırpınışımdı.

 

İlk gün sadece oturdum.

Konuşmadım.

Göz teması kurmadım.

Kimseye “yardım edin” demedim.

Çünkü en çok güvendiğim insanın,

beni delilikle suçladığı bir hayatta…

Kime ne anlatabilirdim ki?

 

Doktorlar geldi.

İlaçlar geldi.

Selectra 100mg … Rixper 10Mg… Serex200…Rexapin10Mg…Norodol 20Mg…Rixper10Mg…Paxera 40Mg…Rileptid 1Mg….  Concerta 54Mg…Velorin 15Mg…

Daha adını unuttuklarım var…

Her biri beynimi uyuşturdu.

Ama ruhum…

Hâlâ ayaktaydı. Ve hâlâ isyan ediyordu.

 

Beyaz duvarlar bana hiçbir şey demedi.

Ama ben onlara her şeyi anlattım.

Bakışlarıma, sessizliğime,

Gece sabaha kadar açık kalan gözlerime…

 

Diğer hastalarla konuştum.

Kimi gülüyordu, kimi ağlıyordu,

Ama içlerinde en çok acıyan bendim.

Çünkü onlar bir şey kaybetmemişti…

Ama ben bir ömür kaybetmiştim.

 

Oradan çıktığımda yepyeni biri olmadım.

Ama artık şunu biliyordum:

 

“Kimse beni kurtarmayacak.

Eğer hâlâ içimde bir parça kalmışsa,

Onu kendim koruyacağım.”

 

Ve işte o gün…

Burak Avcı yeniden ayağa kalkmaya karar verdi.

 

 

 

 

 

 

 

8.BÖLÜM – Kırıkların İçinden Sızan Işık

 

“Bazen insan en karanlık anında, kendine tutunur.”

 

Bir sabah,

Gözlerimi açtım ve ilk kez “nefes alıyorum” dedim.

Acı hâlâ oradaydı,

İhanet hâlâ sıcaktı,

Ama…

İçimdeki fırtına susmuş gibiydi.

 

Belki geçici bir sessizlikti.

Belki de kalbimin son kalan parçası

“Hadi Burak, kalk” diyordu.

 

Aynaya ilk kez baktım.

Gözlerim yorgundu, yüzüm çökmüştü.

Ama aynada hâlâ biri vardı.

Henüz yok olmamış…

Henüz pes etmemiş…

Henüz kendine gömülmemiş biri.

 

Ve o sabah bir şey yapmadım aslında.

Sadece çay demledim.

Bir şarkı açtım.

Ona mesaj atmadım.

Fotoğraflara bakmadım.

Kendimi aramadım.

Sadece…

Orada durdum.

 

Belki ilk kez bir günü onunla değil,

kendimle yaşadım.

 

Ve işte o küçücük an,

Koca bir kırılmanın tam ortasında

ilk iyileşme çatlağıydı.

 

Kendime hâlâ çok kırgındım.

Ama ilk kez şunu düşündüm:

 

“O bana bunu yaptı…

Ama ben bunu kendime neden yapıyorum?”

 

İnsan iyileşmeye oradan başlıyor işte.

Kendine artık zarar vermemeye karar verdiği noktadan.

 

Ben o sabah ne hayal kurdum,

Ne plan yaptım…

Sadece bir cümleydi:

“Bugün ölmedim.”

Ve o bile yeterliydi.

Çünkü bazen…

Hayatta kalmak, yeniden başlamak demektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9. BÖLÜM – Gidemediklerimiz

 

“Bazı şehirler anı biriktirir…

Bazı şehirler, hiç yaşanamamış duyguların mezarı olur.”

 

Seninle gitmek istediğim çok yer vardı.

Ama asla varamadık.

Ne otobüs bileti kestik o yerlere,

Ne de beraber çekilmiş bir fotoğraf bıraktık ardımızda.

 

Ayder’de sisin içinde kaybolmak,

Bozcaada’da denize karşı susmak,

Belki İzmir sokaklarında, oturup bir kadeh rakı içmek…

Hayaldi belki ama

ben o hayalleri gerçek gibi seviyordum.

 

Ama hiçbirine gidemedik.

Planlar yapıldı…

Çantalar kuruldu kafada…

Ama o çantalar, sadece hayal doluydu.

Göz göze bile gelmeden, sırtını dönüp giden biriyle

hiçbir yere gidilmezmiş zaten.

 

Ama en çok da şunu fark ettim:

Gidemediklerimiz sadece şehirler değilmiş.

Duygular da varmış gidilemeyen.

Anlatılamayan, yaşanamayan, cesaret edilemeyen…

 

Ben seninle huzura gidemedim mesela.

Ben seninle güvenin köprüsünden geçemedim.

Ben seninle geleceğe hiç varamadım.

Hep bir yerde kaldık. Hep bir adım geride.

 

Şimdi yalnızken gittiğim her şehirde

adını değil, sessizliğini taşıyorum içimde.

 

Ve biliyor musun?

Artık gidebildiğim her yere yalnız gidiyorum.

Ama içimde hâlâ o eksik yol arkadaşı hissi var.

 

Çünkü bazı yollar,

Beraber yürünmediğinde tamamlanmaz.

 

Bazı şehirler,

Sonsuza dek “biz” diyemediğin insanlar yüzünden eksik kalır.

 

 

 

10. BÖLÜM – Uykusuzlukla Konuşmalar

 

“Gece uyuyamayanlar bilir…

Bazı acılar ancak karanlıkta ses verir.”

 

Gece herkes için bir son gibidir.

Gün biter, ışık kapanır,

Ve dünya bir süreliğine susar.

 

Ama bende öyle olmadı.

Gece başlı başına başka bir işkenceye döndü.

 

Yastığa başımı koyar koymaz,

Sesler artmaya başlardı kafamın içinde.

Senin sesin,

Benim iç sesim,

Yarım kalmış cümleler,

Saklanmış gözyaşları…

 

Ne kadar yorgun olursam olayım,

Gözlerim kapanmazdı.

Çünkü kalbim doluydu.

İçim susmazken, göz nasıl dinlenir?

 

O uykusuz gecelerde en çok düşündüğüm şey şuydu:

 

“Gerçekten bu hale düşmemi izlerken hiç mi üzülmedi?”

“Hiç mi aklına gelmedim?”

“Ben ağlarken, o nasıl gülebildi?”

 

Telefonu elimde tutardım bazen.

Sadece profil fotoğrafına bakmak için…

Sadece “acaba çevrimiçi mi?” diye…

Ama sonra kendimden utanırdım.

Çünkü hâlâ o ihtimali düşünüyordum:

“Ya dönerse?”

 

Oysa o dönmeyecekti.

O çoktan başka bir hikâyeye başlamıştı.

Ve ben hâlâ

bizim hikâyemizde tek başıma sayfa çevirmeye çalışıyordum.

 

Geceleri karanlık değildir aslında.

Karanlık olan, içinde cevapsız kalan sorulardır.

 

Ve ben o gecelerde hep aynı soruyu sorardım kendime:

 

“Bu yaşadığım şey gerçekten sevgi miydi,

Yoksa sadece kendi yaralarımı onunla sarma çabam mıydı?”

 

Ne cevabı vardı bunun,

Ne sonu…

Ama her gecenin sabahında uyanabildiysem,

Bu demek ki…

Bana hâlâ hayat borçlu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

11. BÖLÜM – İçimde Konuşmayan Çocuk

 

“En çok kırılan, en çok susar.”

 

İçimde bir çocuk var.

Kimseyle konuşmayan,

Ama her şeyi bilen bir çocuk.

 

Ne zaman biri incitse beni,

O çocuk bir adım daha geri çekilir.

Ne zaman biri söz verip tutmasa,

O çocuk biraz daha içine kapanır.

 

Ve sen gittikten sonra…

O çocuk susmayı seçti.

Ne soru sordu,

Ne cevap bekledi.

 

Eskiden gülüyordu bu çocuk.

Küçük şeylere seviniyordu.

“Biri beni sevecek” diyordu.

Ama artık…

Kimseye güvenmiyor.

 

O çocuk bir gün senin gözlerine baktı,

Ve “burada güvendeyim” dedi.

Ama meğer…

Gözlerin, en büyük tehlikeymiş.

 

Şimdi ne zaman biri bana yaklaşsa,

İçimdeki çocuk titriyor.

Kendini geri çekiyor.

“Sakın yine güvenme” diyor.

 

Ben ise onu hep susturmaya çalışıyorum.

Ama o konuşmuyor ki…

Sadece susarak hatırlatıyor her şeyi.

 

Bu çocuk,

Senin bana bıraktığın en ağır hatıra oldu.

Çünkü yaralar zamanla geçiyor…

Ama içindeki çocuk,

bir kere küstü mü, bir daha kolay kolay konuşmuyor.

 

Ve ben artık kimseye değil,

O çocuğa kendimi affettirmeye çalışıyorum.

 

 

 

 

12.BÖLÜM – Boşlukta Kalan Cümleler

 

“En çok, içimizde tamamlayamadığımız cümleler ağrıtır.”

 

Sana söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki…

Ama hiçbirini zamanında söyleyemedim.

Kimi dilimde düğümlendi,

Kimi gözyaşında boğuldu,

Kimi içime gömüldü,

Ve… kimi sonsuza kadar yarım kaldı.

 

“Gitme” diyemedim.

“Ben sensiz ne yaparım?” da diyemedim.

“Beni öldürdün” demek geçti içimden…

Ama sadece susmayı seçtim.

 

Çünkü bazen en yüksek çığlık…

Sessizliktir.

 

Bazen içindeki fırtına o kadar büyür ki,

Ağzını açarsan yıkacağından korkarsın her şeyi.

Ve ben sustum.

Sadece senin huzurun bozulmasın diye…

Kendimi bozdum.

 

Sana hiç diyemedim mesela:

 

“Ben seni hiç aldatmadım.

Aklımdan bile geçmedi.

Gözüm görmedi başka kimseyi.”

Çünkü gözüm gördüğü her yerde… seni arıyordu.

 

Ama sen…

Her şeyin cevabını bildiğin hâlde,

Hiçbirini duymak istemedin.

 

Bana söylemeden gittin.

Sebep göstermedin.

Vedana cümle eklemedin.

Ama en çok da…

Benim yarım kalmama sebep oldun.

 

Şimdi içimde onlarca “keşke” dolaşıyor.

Keşke o son sarılmayı daha sıkı tutsaydım.

Keşke son kez gözlerinin içine daha derin baksaydım.

Keşke susmak yerine,

Kalbimi haykırsaydım.

 

Ama olmadı.

 

Seninle vedalaşamadım.

O yüzden ben senden değil…

Sadece kendimden gidemedim.

 

 

 

14.BÖLÜM – Kendime Mektup: Yeniden Başla

 

“Bazen kendini affetmeden, hiçbir yaradan kurtulamazsın.”

 

Sevgili Burak,

Uzun zaman oldu,

Kendine bu kadar dürüst cümleler kurmayalı.

Hep başkaları için güçlü durdun.

Hep başkalarını suçladın ya da sustun.

Ama hiç aynaya bakıp

“Sen ne yaptın kendine?” demedin.

 

Şimdi o aynanın tam karşısındasın.

Ve bu defa kaçmak yok.

Kendine yazıyorsun bu satırları.

Kimseye değil…

Sadece o içeride susan adama.

 

Burak…

Sen çok sevdin.

Yaralıydın ama şefkatin boldu

İnandın, güvendin,

Her şeyini verdin.

Kendinden bile geçtin.

Ama karşılığında ne aldın?

İhanet.

Sessizlik.

Yok sayılmak.

 

Ve sen ne yaptın biliyor musun?

Tüm bunların suçlusunu kendinde aradın.

“Ben yetemedim” dedin.

“Ben fazla sevdim” dedin.

“Ben yanlışım” dedin.

Ama şimdi sana bir gerçek söyleyeyim:

Sen hiç yanlış olmadın.

Sadece yanlış kişiye doğru yüreğini verdin.

 

Bu satırları yazarken,

Gözlerinde hâlâ o kırgınlık olabilir.

Ama bil ki…

İçindeki savaşçının gözleri parlıyor artık.

 

Burak,

Kendini affet.

Sustuğun için,

Yalvardığın için,

Değmeyecek biri için paramparça olduğun için…

 

Ama en çok da,

Geri döndüğün için kendini affet.

Çünkü sen hâlâ buradasın.

Ve hâlâ yazıyorsun.

Hâlâ umut taşıyorsun.

 

Bugün yeniden başlıyorsun.

Aynı sayfadan değil,

Yepyeni bir kitaptan.

Kendi adını taşıyan bir kitaptan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Bir şeye emek verirsin, bir ev yaparsın; o ev senin hayallerindir. Ama altında, hayal kurduğun insanla değil de, tek başına kaldığında… Kendini kullanılmış ve kandırılmış hissetmenin ağırlığı aslında budur.”

Bölüm: Gerçekleri Görüyorum

 

Bana sürekli “Sen hastasın, psikolojin bozuk, beni korkutuyorsun, iyi değilsin…” dedi.

Ben ise sadece oturup konuşmak, adam gibi vedalaşmak istedim.

Yalvardım. Ağladım.

Ama her defasında bu yalvarışlarım delilik sayıldı, tehdit gibi görüldü.

Ben sevdikçe suçlandım, ağladıkça susturuldum.

 

O bana bunu söyleyip arkasını dönerken, ben kendimi suçladım:

“Burak, galiba gerçekten kafanda kuruyorsun. Delirdin mi sen?”

Oysa asıl delilik; bir insanın duygularını bastırıp, ruhunu ilaçlarla susturmaya çalışmakmış.

 

Kendime uzun süre şunu sordum:

“Acaba gerçekten hasta mıyım?”

Çünkü sürekli aynı cümleyi duydum ondan.

Ve bir gün… ben bile kendimden şüphe ettim.

 

O bana böyle söyledikçe, ben kendimi durdurmaya çalıştım.

Ağlamayayım dedim.

Sormayayım, konuşmayayım, bir şey hissetmeyeyim.

İçimde kıyamet koparken, dışarıda ‘normal’ gibi durmaya çalıştım.

Çünkü ona göre ‘duygu göstermek’ bile hastalık belirtisiydi.

 

Ama şimdi görüyorum…

Ben delirmemiştim.

Sadece çok seviyordum.

Ve o sevgiyi taşıyan adamı ‘hasta’ ilan etmek, işine geliyordu.

Çünkü o zaman kendini suçlamasına gerek kalmıyordu.

 

Aslında ben değil, onun vicdanı beni susturmak için bu oyunu kurmuştu.

O beni hastaneye yolladığında, ben onun gözünde ‘tedavi’ olması gereken biri değildim.

Sadece uzak tutulması gereken bir gerçek haline gelmiştim.

 

Ben sustum.

O rahatladı.

Ama içimde susmayan bir tek şey vardı: hakikat.

 

Ve şimdi… o hakikat uyanıyor.

Artık kimseye kendimi açıklamak zorunda değilim.

Ben ne yaşadığımı, nasıl ağladığımı, nasıl parçalandığımı biliyorum.

Ve bu yeter.

 

 

 

 

15. BÖLÜM – Zafer Sahnesi

 

“Kimse ayakta kaldığın savaşı bilmez,

Ama herkes kazandığın zaferi konuşur.”

 

Ben bittim sandılar.

Susunca, sustum sandılar.

Ağlayınca zayıf,

Kırılınca güçsüz sandılar.

Oysa ben sadece toparlanıyordum.

Sadece dinliyordum içimdeki adamı.

Bir adam var içimde,

Adını herkes unuttu sandığı,

Ama yeniden doğmayı seçen bir adam:

Burak Avcı.

 

 

 

İnsanlar gözümde düştü.

Hayat, beklentisizliği öğretti.

Dünyam değişti.

Ama ben hâlâ buradayım.

Ayaktayım.

 

Ne intikam aldım,

Ne yalan söyledim.

Ne sahte sevgi gösterdim,

Ne de yaşamadığım duygularla hava attım.

 

Ben sadece yaşadım.

Ve yaşadıklarımı yazdım.

Kalemim silahım olmadı…

Ama hakkımı bilen herkesin vicdanına saplandı.

Bu kitap onun utancı olacak.

Benim düşüşümle alay edenler,

Ayağa kalkışımla yüzleşecek.

 

Ben hâlâ sevgiye inanan bir adamım.

Ama bu kez

Kendimi seçtiğim bir sevgide.

 

Bu dünyada adımı bilmesinler,

Ama yaşadığım mücadeleyi hissetsinler istedim.

Çünkü bu kitap sadece bir hikâye değil…

Bu kitap: Benim öcüm değil, özüm.

 

Ve artık yüksek sesle söyleyebiliyorum:

 

“Ben kendimi kaybettim ama…

Daha güçlü biri olarak geri döndüm.”

 

 

 

 

 

 

Bölüm16. Bir Not Bıraktım Bunu Sadece Sen Anlar Sen Utanırsın

 

“Ben sustum. Ama içim susmadı.

Ve ben asla sizin sandığınız adam olmadım.”

 

Ona bir gün “Seni ifşa edeceğim” dedim.

Ne yapacağımı söylemedim.

Ama onların aklı hemen başka yerlere gitti…

Çünkü insan, karşısındakini kendi kalbinin aynasında görür.

Onlar, benim de kendileri gibi karaktersizce, kirli şeyler yapacağımı düşündüler.

Korktular.

Çünkü benim acımın derinliğini biliyorlardı.

Ama bilmedikleri bir şey vardı:

Benim ellerim değil, kalemim konuşur.

 

Evet, ben sustum.

Ama yazdım.

 

Çünkü ben onu…

Bana bunları yaşatan birini bile,

küçük bir kız çocuğu gibi sevdim.

Kırılmasın diye üstüne titredim.

Ve işte o yüzden…

Ona verilebilecek en büyük zararı bile

kendime yakışır şekilde verdim.Çünkü küçük kızları en fazla bu kadar üzebilirim herkes kendine yakışanı yaptı.

 

 bir gün bir kızım olursa,Ona yapacağım herşey kızımın başına gelir diye sadece sustum ve yazdım. İnandığımız cümle neydi “Yaşattığını yaşamadan ölmez insan”

O’nun yaşadığı hiçbir şeyi yaşamasın diye dua ederim.

Ve bu kitabı da tam da bu yüzden yazdım.

Kimseye zarar vermek için değil,

Kendimi unutmasınlar diye.

 

GÖSTERİ DEVAM EDERKEN;

Zaman diye bir şey kalmamıştı o geceden sonra.

Dakika, saat, gün…

Hepsi birbirine karıştı.

Zaman durmadı…

Ama ben kaldım.

Tam orada.

O sahnede.

O anın içindeyim hâlâ;

göz göze gelmeden yıkıldığım,

sesimi çıkaramadığım,

sadece baktığım ve içimden bir şeyin sonsuza kadar koptuğunu hissettiğim o anda.

Ne ağladım,

ne bağırdım.

Sadece donup kaldım.

Sanki biri ruhumu cebinden çıkardı ve yavaşça yere bıraktı.

Kendimi orada, bir kapı eşiğinde gömdüm.

O gece neden suskun kaldım hâlâ bilmiyorum.

Belki bir tokat atsaydım,

belki bağırsaydım,

belki içimde kopan kıyameti dışarı haykırsaydım

bu kadar uzamazdı.

Ama olmadı.

Yapamadım.

Çünkü ben onun yanında her zaman koruyan,

saran,

sarhoşluğunu bile sevgiyle izleyen adamdım.

Bana göre,

seven adam zarar vermezdi.

Ama o ne yaptı?

Canımı yaktı,

ve sonra “çok da bir şey olmadı” gibi arkasını döndü.

Ben o gece sustum.

Ama içimde öyle bir çığlık attım ki,

şimdi hâlâ kulaklarım o sessizliği duymaya devam ediyor.

Sonra ne mi oldu?

Hayat devam etti.

Etmek zorundaydı.

Ama ben bir mezarın içinde nefes almaya devam ettim.

Dışarıda gösteri başladı.

BMW aldım.

Puro yaktım.

Fotoğraf çektim.

Yeni yerlere gittim.

Yeni kıyafetler, yeni mekanlar, yeni insanlar…

Ama hep aynı boşluk.

Sadece süslenmiş bir boşluk.

Her “iyi görünüyorsun” cümlesi

daha çok parçalıyordu içimi.

Çünkü iyi olmak ile iyi görünmek arasında cehennem kadar fark var.

Sosyal medya bana sahte bir alkış verdi.

Ama içeride biri hâlâ “neden yazmadın” diye bağırıyordu bana.

Her gün…

her lanet gün,

elim telefona gidiyor.

Ona bir şey yazmak için değil,

bir şey yazmamak için.

Ona yazmamak için kendimi tutmak

uyuşturucudan, alkolden, kumardan daha zor.

Çünkü ben hâlâ “belki o da beni merak ediyordur”

diyen bir umudu içimde besliyorum.

Ama o umudun içinden her sabah biraz daha eksiliyorum.

Benim için o…

her şeydi.

Ama onun için ben,

başından geçen bir hikâyeydim belki.

Belki kimseye anlatmadığı, belki anlattığında da kendi yalanlarıyla süslediği…

En kötüsü ne biliyor musun?

Beni anlayabilecek tek kişiydi o.

Ve onun yaşattıkları yüzünden

kimseye anlatamıyorum artık ne hissettiğimi.

O yüzden her şeyi içime anlatıyorum.

İçime kusuyorum.

Kendimi kendime gömüyorum.

Aileme bile yalan söylüyorum.

“İyiyim.”

“Toparlandım.”

“Geçti.”

Ama geçmedi.

Ben hâlâ sabaha karşı 04:00’te gözüm tavana dikili şekilde

onunla geçen bir geceyi hatırlayıp

gözlerim dolmasın diye sigara içiyorum.

Ve yine sustuğum o gecenin

intikamını alamadan hâlâ yaşadığıma şaşırıyorum.

Sustuğum Kadın:

Kafamda yüzlerce ses var.

Ama dudaklarım susuyor.

Çünkü en çok bağırmak istediğim kişi,

beni susturan kişi.

Bir adam düşün…

gece uykusu bölünüyor ama kabus görmüyor,

çünkü kabustan uyanmıyor.

Bir adam düşün…

ayakta ama nefes almıyor,

yürüyor ama hiçbir yere gitmiyor.

Ben o adamım.

Ve ben bu hâlimle hâlâ sevilmeye değer olduğuma inandırmaya çalışıyorum kendimi.

Ama her aynaya baktığımda

kendime şunu soruyorum:

“Ne kaldı geriye?”

“Ne kaldı benden?”

Haykırış ve Hesaplaşma;

Tanrım…

Ben sustum.

Her şeye rağmen sustum.

Kendime dedim ki, “Bu da geçer.”

Geçmedi.

Dedim ki “İyilik kazanır.”

Kazanmadı.

Dedim ki “Seven kaybetmez.”

Kaybetti.

Ben sadece sevdim.

Öyle bir sevdim ki,

onun en karanlık gecesinde bile elini tuttum.

Onun ağlamasına gözyaşımla eşlik ettim.

Kendimden çok onu korudum.

Ve ne oldu biliyor musun?

En çok o canımı yaktı.

Ve sonra “hak etti” bile demeden gitti.

Şimdi herkes diyor ki:

“Unut.”

“Geçmişi bırak.”

Ama kimse,

kalbine saplanan bıçağı hâlâ taşıyan bir adamın ne çektiğini bilmiyor.

Ben artık dua etmiyorum…

Ben artık adalet istiyorum.

Ve bu dünyadan değil…

doğrudan senden.

Beni böyle bırakma.

O yaşattığını yaşasın.

O yandığım gibi yansın.

O uyuyamadığım gibi uyuyamasın.

Benim ağladığım gibi ağlasın…

Benim sustuğum gibi susamasın.

Ben affetmedim.

Affetmeyeceğim.

Ama sen…

benim sustuğum her şeyin hesabını

bir gün bir bakışta,

bir gecede,

bir ihanetin gölgesinde

ona göster.

Ve ben görmesem de olur…

Yeter ki yaşattığını yaşasın.

Amin değil bu sefer.

Bu, haykırış.

Bu, ölü bir adamın son isteği.

Bu, yok edilmek isteyen bir kalbin laneti.

 

SONSÖZ

“Herkes yaşattığını yaşamadan ölmeyecek.

Zehirli sarmaşıktan kurtulduğum için ne kadar şanslı olduğumu fark ettiğim anda… hayatım değişti.”

Ben bu kitabı, bir şeyleri ispatlamak için yazmadım.

Ne onu geri kazanmak için,

Ne birilerini etkilemek için…

Ne de kendimi masum göstermek için.

Ben bu kitabı yazdım çünkü susarsam içimde ölecektim.

İçimden bir çığlık, bir yara, bir acı değil…

Bir adam çıkarmak zorundaydım.

Ve o adam artık burada.

Yazdı, yaşadı, büyüdü.

Kaybetti, yıkıldı, küstü…

Ama sonra bir sabah aynaya baktı ve şöyle dedi:

“Sen hâlâ varsın.

Hâlâ nefes alıyorsun.

Hâlâ yazabiliyorsun.

O hâlde bu savaş henüz bitmedi.”

 

O yüzden yazdım Burak.

Yalnız kalmış bir gencin hikâyesi olsun diye değil,

Yalnız kalmasın diye başkaları da…

Ben intikam almadım.

Ama bu satırları okuyan her yürek,

Benim ne kadar temiz bir yerden kırıldığımı hissedecek.

Çünkü bu satırlarda;

Ne kin var,

Ne düşmanlık…

Sadece hesaplaşma var.

Ve en çok da,

Kendine dönme var.

Bu kitabı okuyan biri belki “O”na acıyacak.

Ama eminim,

En çok kendine üzülecek.

Çünkü kaybettiği adamın

bir daha asla geri dönmeyeceğini fark edecek.

 

Ve ben…

O günden sonra

Onun adını hiç anmadım.

Çünkü o artık sadece

“O” oldu.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow