PAMUK PRENSES VE BİR CÜCE

Acı kayıplar, büyük hayaller...

Ekim 31, 2022 - 02:55
 1
PAMUK PRENSES VE BİR CÜCE
Bir avuç toprak sana ait olacak ama sen gibi kokmayacak...

Günlerden Pazartesi idi. Soğuk bir kış akşamüstü yaşanıyordu Mavi Kasabası’nda. Güneş batmak üzere çoktan yola çıkmıştı. 

Gökçe derin bir nefes aldı ve vücudunda hissettiği soğukluğu hiçe saydı. Önce kafasını ayaklarına indirdi, ardından gökyüzüne doğru çevirdi bakışlarını. Mor ve pembe renklerinin dans ettiği bir manzara vardı önünde, dağlara hafif sis inmiş önünde duran ağaç topluluğu kar ile kaplanmıştı. Sağ tarafında küçük bir çam ağacı duruyordu Gökçe’nin. Bütünüyle karla kaplı olan bu ağaç diğerlerinden uzakta tek başına duruyordu. O kadar çok kar vardı ki üzerinde sadece birkaç parça dal görünüyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. 

Gökçe önünde duran kulübeye doğru birkaç adım attı. Küçük kulübenin hemen arkasındaki büyük kulübenin yanan ışığı söndü ve kapısı açıldı. İşte geliyordu! Gökçe hızlı hızlı adımlayıp kapının yanına kadar gelmişti bile. 

“Mehmet.” Dedi sevinç içerisinde.

Siyaha çalan saçlarında gezdirdi gözlerini Gökçe. Ardından ela gözleriyle buluşturdu kendi yeşil gözlerini. Tekerlekli sandalyesini karda zorla sürüklemeye çalışan Mehmet bakışlarını Gökçe’ye çevirdi ve gülümsedi.

“Annem beni çıkardı geri içeriye girdi.” Dedi mahcup bir şekilde. 

Gökçe bakışlarını evin penceresine çevirdiğinde yanan ışığı gördü. 

“Sorun değil sonra konuşurum ben onunla.”  

Mehmet sırıttı. Gökçe onun küçüklükten beri tek sırdaşı ve tek aşkıydı. Bütün Kasaba ikisinin ne kadar sevgi dolu bir çift olduğunu bilirdi. Gökçe, midesinde oluşan kelebekleri dindirirken Mehmet’in yanağına bir öpücük bıraktı ve tekerlekli sandalyeyi itmeye başladı.

“Bugün nereye gidiyoruz pamuk prenses?” dedi Mehmet. 

“Tepeye gideceğiz. Biraz oturur etrafı izleriz. Mahsuru var mıdır?” 

“Ne mahsuru bu cüce sizin emrinizde efendim.” Dedi Mehmet gülerek.

Gökçe kıkırdarken yolu yarılamışlardı bile.

Mehmet Gökçe’ye hep pamuk prenses diye hitap ederdi. Gökçe her ne kadar onun cüce olmasından hoşlanmasa bile Mehmet’in bundan zevk aldığını bildiği için ses etmezdi. Onun için hep prens olacaktı. 

“Bak ne kadar çabuk geldik gördün mü?!” dedi Gökçe sitem edercesine. 

“Bir şey dediysem dilim taşa dönsün! Ne oldu şimdi?” dedi ve güldü Mehmet.

“Hep mızmızlanırsın tepe dediğim zaman sen. Kesin gelirken içinden söylendin. ‘O kadar uzun yolu gidiyoruz ben de ona yük oluyorum. Böyle iş olmaz.’ Diye.” Mehmet küçük bir kahkaha saldı tepeden aşağıya. 

“Beni çok iyi tanıdığını biliyorum ama yanlış. Seni ne kadar çok sevdiğimi kendime anlatıyordum.” 

“Romantiklik size yakışıyor prensim ama yemezler.” Gökçe ve Mehmet karşılıklı olarak gülüşmeye başladıkları sırada gün iyice batmış hava da kararmıştı.

“Bir gün birimiz ölecek.” Dedi Mehmet birdenbire. 

“Yüksek ihtimalle ilk ben öleceğim.” Diye devam ettirdi sözünü. İçinde bunun burukluğunu taşıyordu. 

“Ne saçmalıyorsun sen Mehmet! Hemen söz veriyorsun bana ölmek yok!” 

Mehmet acıyla gülümsedi. Sözünü tutamayacağını bilse bile söz vermeliydi değil mi? Gerçekler acı verici ise her daim kaçmak en basiti olurdu. Şimdi sevdiğini gerçeklerin hain planlarıyla baş başa bırakmamalıydı. Kanser onu yenecekti bunu biliyordu ama Gökçe’yi daha fazla üzmek istemedi. 

“Söz.” Dedi sesinde oluşan isteksizliği gizlemeye çalışırken. Başarısız olmuştu, sesinde oluşan umutsuzluğu Gökçe çoktan fark etmişti. Bakışlarından belli ediyordu bir kere Mehmet. 

Gökçe aklına karışan bütün kötülükleri bir çırpıda siliverdi. Mehmet böyle yaparak sadece kendisine değil çevresindeki insanlara da zarar veriyordu. Ölüm aklından bile geçmemeliydi ama işte neler konuşuyordu dili. Tepeye geldiklerinde söylediği gibi dili taşa dönseydi de bunları söyleyemeseydi. Gerçi Mehmet’in aklını bilirdi o. Dili taşa dönse aklıyla düşlerdi ölümü. Gökçe çok korkardı ölümden. Belki de ölümden değil Mehmet’i kaybetmekten geliyordu korkusu. Derin bir iç çekti. 

“Söylediğin söz olsa bari Mehmet’im. İçime kurt düşürdün. Doktor kötü bir şey söyledi de benden mi gizliyorsun yoksa.” 

Gizlenmiş kötü olayların olmasından tırsıyordu Gökçe. Mehmet evvela Gökçe’yi düşündüğü için söylemediği olabiliyordu bazen. 

Mehmet kafasını sallayarak gülümsedi. Ölümü bilmek için doktora ihtiyaç yoktu ama Gökçe bunu akıl edememişti. Ya ölüme ya da yaşama sımsıkı sarılmak gerekiyordu. Mehmet’in bir eli yaşamın diğer eli ölümün yakasındaydı. Hayat Mehmet’in parmaklarını tek tek kaldırırken Gökçe yeniden tutuyordu elini. Bu aylardır bu şekilde ilerliyordu. Her şeyi bir yana atıp birbirlerine sarılıyorlar, hayatın açtığı yaralara merhem sürüyorlardı. Birisi elsiz kalsa diğeri ona el oluyordu. 

“Doktor ne desin. Aynı şeyleri zırvaladı durdu. Tedavi de tedavi. Sen varken ne tedavisine ihtiyacım varsa anlamadım gitti.” 

Gökçe gözlerini devirdi ve karşılıklı gülüştüler. Mehmet’in bu şapşal âşık halleri Gökçe’nin neşe kaynağıydı. Sürekli olmasa bile böyle ciddi anların hepsinde romantik bir beyefendi oluyordu Mehmet. Sempatiklik kanında vardı adeta. 

“Allah iyiliğini versin.” Dedi Gökçe. 

“Vermiş zaten daha ne?” dedi Mehmet sırıtarak. 

“Şapşalsın.” Dedi Gökçe ve gözlerini devirdi. Hep böyle şımartmaya çalışıyordu onu. Küçük çocuğunu sever gibi seviyordu Gökçe’yi. 

Gökçe ağaca sırtını yasladı ve yeni yeni görünmeye başlayan yıldızlara çevirdi kafasını. Artık akşam suları yerini geceye bırakmıştı. Hava kapkaranlıktı ama ayın ışığı yetiyordu simaları aydınlatmaya. Gökçe gözlerini kapattı ve derin bir iç çekti.

“Gökçe!” gelen şiddetli ses ürkmesine sebep oldu. İrkilerek ellerini kardan çekti ve kafasını kaldırmak için bir derman aradı kendinde. 

“Gökçe kızım iyi misin?” Gökçe sıçrayarak gözlerini açtı. Duyduğu her ses deprem etkisi yaratıyordu kafasında. Dizleri kardan ıpıslak olmuştu. Karşısında duran kulübelere baktı ve gözleri Mehmet’in evinde durdu. Işık yanmıyordu ve belki de o ışık hiçbir zaman eskisi kadar aydınlatmayacaktı sokağı. Bakışları pembe ve mor renklerinin karıştığı gökyüzünde gezindikten sonra

ellerine indi. 

“Cenazeye geç kalıyoruz kızım.” Dedi annesi ağlamaklı gelen sesiyle. 

“Cenaze…” dedi Gökçe. 

“Cenaze var.” Diye söylendi şok olmuş bir şekilde. Gözleri kocaman açıldı. Derin bir iç çekti ve homurdandı. Ağlamaya başlamıştı gerçeğin verdiği tokat hissi ile birlikte.

“Mehmet’in cenazesi var anne.” Dedi Gökçe gözlerinden yaşlar akarken. İnanamadığı ses tonundan belli oluyordu. Şok geçirdiğini düşündü annesi. 

“Mehmet ölemez ki!” dedi isyan eder şekilde. 

“Söz vermişti.” Ellerini kara koydu ve dizlerinin üzerinde doğruldu. Alnını kara yasladı ve devam etti. 

“Bana vermişti anne! Bana söz vermişti.” 

Cenazeye giden herkes Gökçe’yi izleyip ağlamaya başlamışlardı. 

“Anne söz vermişti.” Dedi Gökçe. Boğazı acıyordu. Çırpındı. Çırpınması bir fayda etmedi. Soğuk bütün vücudunda gezindi ve irkilmesine sebep oldu. 

Annesi ve kız kardeşi Gökçe’yi kollarından kaldırıp defnedilecek yere kadar götürdüler. Defne bütün yol boyunca yerde sürünmekten farksız bir şekilde ilerlemişti. Her kasının hareketini hissedebiliyordu ve her hareketi acı olarak geri dönüyordu. Ruhsal acı Gökçe’nin bedeninde artık fiziksel bir hal almaya başlamıştı. Gökçe cenaze yerine geldiğinde görmek istemediğini belli edecek şekilde yüzünü buruşturdu. Yeşil gözlerinin altı morarmış, gözünün içi ağlamaktan kaynaklı kızarmaya başlamıştı. Kumral saçları arkadan topuz bir şekilde bağlanmış ve hafif dağılmıştı. Dağınık saçları rüzgârdan dolayı yüzüne çarpıyordu. 

Mehmet gömüldükten sonra herkes dağılmış, orada sadece Mehmet’in annesi ve Gökçe kalmıştı. 

Sevil hanım, Mehmet in annesi, birkaç dua okuduktan sonra su alabilmek için ayrılmıştı gözyaşları içerisinde. 

“Hani emrimdeydin yalancı.” Dedi Gökçe dizleri üzerinde toprağa oturduğu sırada. Sağ eli ile gömüldüğü yeri sevdi. 

“Ölmek yok demiştim cüce.” 

“Söz vermiştin ya Mehmet’im.” 

Gökçe hıçkırarak ağlamaya başladığında sesini Mehmet duyar diye kendini susturmaya çalıştı. Her ne kadar başarısız olsa bile kendini dizginlemeyi başarmıştı. 

“Ölmedin biliyorsun değil mi Mehmet. Bugün yeniden senle bir anımızı anımsadım. Sen her zaman benim düşlerimde yaşıyor olacaksın. Öncelikle kalbimdesin, hayallerimde hâlâ seninle. Eksik olan tek şey ellerimiz biliyorsun değil mi?” 

“Mehmet...” kelimeler kifayetini yitiriyordu her geçen saniyede. Gökçe derin bir nefes aldı. Kalbi acı içerisinde kıvranırken zihni ona oyunlar oynuyordu. Acısını dindirmek için olan bir oyun muydu yoksa alçakça bir komplo mu bilmiyordu. İhanete uğruyordu kendi tarafından. Canının acısı o kadar çoğalıyordu ki geçen her saniyede, gözlerinden dökülen yaşlar artık bir anlam ifade etmeyi bırakmıştı. 

Eline bir avuç toprak alıp kokladı. 

“Sen gibi kokmayacak.” Derin bir iç çekti. Nefesini burnundan verirken bile canı yanıyordu. 

“Bir avuç toprak sana ait olacak Mehmet.” Kalbi acı karşısında tepki vermeyi bırakmıştı sanki. İçinde oluşan sızıya gelen bir derman yoktu. Açık yarasına merhem sürebilecek tek insan şimdi toprağın altında yatıyordu.

“Hak ettiğin bu değildi.”  

“Biz beraber iken tüm dünyalar bizimdi Mehmet. Şimdi eşsiz bedenine düşen yere bak.” Kafasını toprağa yasladı ve konuşmaya devam

etti.  “Ruhun özgür mü prensim?

“Söyle de huzur bulayım.” 

Gökçe her zaman işin sonunda ölüm olduğunu biliyordu. Kendi içerisinde yok saymıştı her zaman. Şimdi bu durum gelip çattığında ölümün farkına iliklerine kadar varmıştı. Gökçe titremeye başlamıştı.

Vücudunun dermansız kalmasından mıdır yoksa havanın soğukluğundan mı bilemediği için kafasına takmamıştı en başından. İçinde yanan alev söndüğü için ısınmıyordu artık. Bir yorgunlukla kapatıp açtı gözlerini. 

“Sen varken hiç üşümüyordum. Baksana şu halime, titriyorum soğuktan Mehmet.” İçi üşüyordu Gökçe’nin. Kalbine sardığı örtüsünü elinden almışlardı ve şimdi kalbi buzdan bir kalede çıplak kalmıştı. Ruhuna bir kelepçe bağlanmış gibi hissetse de kendini Mehmet özgür diyerek rahatlatıyordu. 

“Kızım.” Dedi Mehmet’in annesi gitmiş sesiyle.

“Gün bitiyor. Evine git yarın gelirsin.” Şu halde bile Gökçe’yi düşünüyordu. Gökçe kendini toparlamaya çalışıp elinde kalan bir avuç toprakla ayağa kalktı. Mehmet’in annesini bir de kendi derdiyle üzmek istemediği için sesini çıkarmadı. 

Sevil Hanım’ın gözlerine baktı kısa bir süreliğine. Kan çanağına dönen gözleri kederli ve boş bakıyordu artık. Gökçe bir kez daha derin bir nefes aldı ve hep birlikte oturdukları tepenin olduğu yere doğru ilerledi. 

Tepeye vardığında gün çoktan batmış, Ay kendini göstermişti. Yeniden düzen kendini göstermiş akşamdan sonra gece olmuştu. 

“Karanlıkta buraya gelmekten hiç hoşlanmazdın ama ben seni hep Ay’ı izlemek için buraya getirirdim.” Bir daha birlikte burada oturamayacaklarının verdiği farkındalık ile göğsünde, tam sol tarafında bir acı hissetti. 

“Ruhun hep benimle kalacak biliyorum.” Dedi ufak, acı dolu bir tebessüm yerleştirerek yüzüne. 

Gökçe hep oturduğu ağaca yasladı sırtını. En sevdiği ağaç meğerse Mehmet ile anlam kazanıyormuş bunu anladı. İçine ağır gelen acı ve kocaman bir boşluk ile derin bir nefes daha alıp verdi. Ardından gözlerini o günün bütün ağırlığına karşı kapattı ve zihninin alçak oyunlarına feda etti kendini. 

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow