EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & B. https://edebiyatblog.com/rss/author/B. EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & B. tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Cansız Arkadaşlar https://edebiyatblog.com/cansiz-arkadaslar https://edebiyatblog.com/cansiz-arkadaslar Sıkıldığımda yatağıma uzanıp boş boş bana bakan, boyası akmış tavanı izlerdim. Çoğu zaman yapamadıklarıma söver, yapmak istediklerimi hayal ederdim. Sonra da hiç gerçekleşmeyeceğine inanıp, bir küfür savurur öte yana dönerdim.

   Bugün bu tavanla bakışmamın son günü. Artık hayatıma yeni bir oda, yeni bir yatak ve yeni bir tavanla devam edecektim. Çocukluğumdan beri bütün suratsızlığımı
çeken, her derdimi dinleyip, aksi tek bir kelam etmeyen bu tavanla vedalaşmam sandığım kadar uzun sürmemişti. Asıl vedalaşmaya korktuğum, yatağımın altına terk ettiğim eski dostlarımdı. 
   Yayları gevşemiş, "Artık beni bir eskiciye ver." diyen yatağımda dönüp yüz üstü uzandım. Başımı aşağıya doğru sarkıttığımda uzun saçlarımın ucu tozlu zemine değiyordu.
   Yatağımın altı tozlu ve kalabalıktı.
   "Bilmem ne kadar zaman önce kaybettiğim çorabımın teki, merhaba ve hoşçakal."
   "Bir bozuk çalar saat, sen de haklısın. Akıllı telefonlar çıktığından beri yüzünüze bakan yok. Yine de çok şiddetime maruz kaldın. Hakkını helal et."
   "Tokam, bilekliğim, bozuk param... Hepiniz sağlıcakla kalın. Sizi özleyecek olsaydım, zaten sizi orada hiç bırakmazdım. Kendinize iyi bakın."
   "İlaçlarım... Siz hariç. Sizi hiç sevmedim."
   "Ve annemin terlikleri... Annemin terlikleri? Anne!" Başımı kaldırdığımda yatağımın yanı başında dikilen annemle karşılaştım. Aniden onu görmek beni ürkütmüştü. Çünkü annem cansız nesnelerle konuşmama hep kızardı. Sağ ayağının ucunu bir kaldırıp bir indirerek ritim tuttuğunu gördüğümde, uzun süredir burada olduğunu anlamıştım. Benim kocaman sırıtmama karşılık onun çatılmış kaşlara ve yay gibi gerilmiş dudaklara sahip kızgın bir yüzü vardı. 
Ve ah tabii, bir de kırmızı görmüş boğa gibi soluyan kemikli burnu... 
   "Sana kendi kendine konuşman yasak demedim mi, kaç defa?"
   "Imm... Şey..."
   "Eşyalarını toplaman gerektiğini bir kez daha söylemeyeceğim, Ela." Annem arkasını dönüp terliklerini sert bir şekilde yere vura vura odamdan çıktı. 
   Gözlerimi devirip derin bir nefes bıraktım. Çıplak ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtıp, soğuk zemini parmak uçlarımda hissettiğimde parmaklarım rahatsızca yerlerinde kıpırdandı. "Hoşçakal ahşap zemin senin üzerinde yürümek güzeldi."
   Saçlarımı geriye doğru iteleyerek aradan firar eden birkaç tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Dolabımın kenarındaki valizi alıp yatağımın üzerine koyduktan sonra tedirgin bakışlarla arası aralık kapıyı kolaçan ettim. Yeniden annemin kızgın bakışlarıyla karşılaşmak istemiyordum. Kapının ardında kimsenin olmadığına emin olunca yastığımın arkasına sakladığım, kurşun asker oyuncağını çıkartıp elime aldım. 
   Beşinci yaş doğum günümde anneannemin aldığı bir hediyeydi. Hâliyle yıpranmış ve eski parıltısını kaybetmişti. Ama halâ onu seviyordum. Yalan değil, halâ tek arkadaşım oydu. Gerçek bir dosttu bence, en azından beni hiç sıkılmadan dinleyebiliyordu. 
   "Sen de benimle geliyorsun. Sakın nereye gittiğini sorma. Çünkü bilsen gelmek istemezsin." Oyuncağı valizin gizli bölmesine sıkıştırdım. Ona nereye gittiğimizi söylememekte hata yaptığımı biliyordum ama bu onun iyiliği içindi. Eğer akıl hastanesine birlikte gittiğimizi söylersem benimle gelmek istemeyebilirdi.
   "Ela!"
   "Geliyorum anne! Az kaldı."
]]>
Tue, 17 Oct 2023 12:59:48 +0300 B.
O ve Bay Tin & İnsanın Üç Zenginliği https://edebiyatblog.com/o-ve-bay-tin-insanin-uc-zenginligi-3065 https://edebiyatblog.com/o-ve-bay-tin-insanin-uc-zenginligi-3065 "Dizine ne oldu senin?" Bay Tin, O'nun olduğu yöne kısaca bakıp başını yeniden elinde tuttuğu gazetesine çevirdi. O yine gürültüsüyle geldiğini belli etmişti.

"Düştüm, Bay Tin." O'nun yüzü yine sirke satıyordu. Bu kez haklı gibiydi de. Düşmüştü ve pantolonu yırtılmıştı. Dizinde hafif bir sıyrık olsa da o canının yandığına üzülmüyordu. En sevdiği pantolonu yırtılmıştı ve annesi ona çok kızacaktı. Sanki düşmek O'nun suçuydu? O, bankta Bay Tin'in yanına oturdu. Uflayıp pufluyordu. Yine çok mutsuzdu. Herkesten, her şeyden nasıl nefret ettiğini düşünüyordu. Özellikle de okulda ona zorbalık yapan çocuklardan... Hepsi onların suçuydu. 

O ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

"Çok mu acıyor?" Bay Tin gazetesinden başını kaldırmadan sormuştu bu soruyu.

"Evet, Bay Tin ama annem çok kızacak. Ben de eve gitmeye korkuyorum." O'nun alt dudağı aşağıya düştükçe düştü. "Benim suçum değil ki. Sanki bilerek düştüm." O'nun sesi çatallandı. "Hepsi o pis çocukların suçu. Özellikle de Koza'nın..."

Bay Tin asıl sebebi, O söylemese de anlamıştı. Ne canı acıdığından üzülüyordu ne de annesinin ona kızacağından korkuyordu. Sınıftaki çocuklar yine canını sıkmıştı. Ah tabii ki özellikle Koza...

"Biliyorsun ki yaran iyileşecek, annen biraz kızsa da sana yeni bir pantolon alacak." Bay Tin, yumuşak bir ses tonuyla gazetesinden başını kaldırmadan O'yu teskin etmeye çalıştı. 

O, içli bir nefes çekti içine.

Bay Tin yine haklıydı.

O, Bay Tin'in üzerinde gezdirdi bakışlarını. Bay Tin'in de üstü başı yırtık pırtıktı ama o buna hiç üzülmüyordu. Belki de alışmıştı. O, Bay Tin'i hiç güzel elbiseler içinde görmediğini düşünürken yalnızca bir kez güzel bir takım elbise giydiğini anımsadı. O gün de bir yere gidiyordu. O, merakla nereye gittiğini sorsa da Bay Tin ilk defa bir sorusunu cevaplamamıştı. O, buna çok kırılmış olsa da Bay Tin'e saygı duymuş ve kızmamıştı.

"Sor, O." Bay Tin, gazetesinin bir sayfasını çevirirken O'ya bir bakış attı. Bay Tin, O'nun nefes alışveriş hızından bile artık onun tepkilerini anlayabiliyordu. 

O, Bay Tin'in onun soru sormak istediğini nereden anladığını düşündü kısaca ama pek üzerinde durmadı. Bay Tin'in çok farklı yetenekleri olduğunu düşünüyordu. Boşuna kendine "Hayat Kahramanı" demiyordu. "Bay Tin, sizin kıyafetleriniz neden hep böyle şey..." dedi ve duraksadı, O. Bir an ne dese doğru olur, diye düşündü. Daha doğrusu, ne dese Bay Tin'i rencide etmiş olmazdı?

"Ne?" Bay Tin de artık O'ya bakıyordu sadece.

"Şey işte... Eski, yırtık pırtık, yamalı..." O, ne gördüyse onu sıralıyordu. Pis değildi ama Bay Tin hiç pis bir adam değildi. Mesela hiç kötü kokmazdı. O, bu sorusuna cevap beklemeden hemen diğer sorusuna geçti. Bazen o kadar hızlı düşünüyordu ki sorularının arasında cevap beklemeyi bırakın, nefes almayı bile unutuyordu. "Sizin hiç paranız yok mu, Bay Tin? Ondan mı yeni kıyafetler alamıyorsunuz? Siz fakir misiniz?"

Bay Tin bir kahkaha attı. Gazetesini bir kenara bırakıp başını O'ya çevirdi. O, bu tepkiyi beklemiyordu. Utandı ve yanakları kızardı. Sanki komik bir şey mi söylemişti? O önüne döndü, Bay Tin'e bakamıyordu.

"O, bunu da nereden çıkardın?"

O, Bay Tin'e gözlerini kırpıştırarak baktı. "Kıyafetleriniz çok eski ve yırtık, üstelik bir eviniz bile yok, barakada yaşıyorsunuz." O, çocukça bir açık sözlülükle Bay Tin'in madden sahip olduğunu bildiği her şeyi sıraladı bir çırpıda. Sonra da dönüp Bay Tin'in yüzüne baktı. Kırılmış mıydı acaba?

Lakin Bay Tin kırılmaktan çok uzaktaydı. Yaşlı adam O'nun ardı ardına sıraladığı sorularının ardından gülümsemişti. "Bütün bunlara sahip olmam ya da olamamam (!) beni fakir bir adam mı yapıyor yani?" Bay Tin tek kaşını kaldırıp O'ya bu soruyu yöneltmişti.

O, terlediğini hissetti. Bay Tin'in bazı soruları O'ya zor gelebiliyordu. Bazı sorularından kaçmak istediği bile oluyordu. "Ne yani zengin misiniz?" diye soruyu soruyla cevaplayıp kaçmaya çalıştı. Aklı iyice karışmıştı.

Bay Tin, küçük dostunun zorlandığını fark ettiğinde daha fazla onu sıkıştırmadı. "Hayır, O. Ben ne zenginim ne de fakir... Buna ben karar veremem." 

"Peki kim karar verir?"

"Kimse... Kimse karar veremez O. Çünkü sandığın gibi, sanıldığı gibi en büyük zenginlik para değildir."

O, gözlerini kocaman açtı. "Peki ya ne, nedir Bay Tin?" O, yine sabırsızlanmıştı. Bay Tin, O'nun bu hallerini seviyordu.

"Ne değil, neler..." Bay Tin duraksadı ve ardından devam etti. "Bir insanın sahip olabileceği üç zenginlik vardır: sağlık, aile, ahlak." Bay Tin sakalını avuçladı, düşünceli bir şekilde denize bakıyordu. Muhtemelen nasıl anlatacağını düşündü. Nasıl anlatırsa küçük dostu onu daha iyi anlardı? Aklına gelen fikirle yeniden başını O'ya çevirdi. "Sağlığı olan çalışır, karnı aç kalmaz. Gerçek bir ailesi olanın sırtı sıvazlıdır, ruhu aç kalmaz." Rüzgardan yaprakları savrulmak üzere olan gazetesini kolunun altına sıkıştırdı, Bay Tin. Küçük dostu sabırsızlanmıştı iyice, bunun farkındaydı ve onu daha fazla bekletmeden sözlerini sonlandırdı. "İnsanı asıl doyuran ise ahlaktır. Ahlakı güzel olanın gözü de toktur gönlü de..."

O, duyduğu son sözlerle önce birkaç saniye sessiz kaldı, sonra da gözlerini fal taşı gibi açıp yerinden sıçradı. Çok endişeli bir yüz ifadesiyle Bay Tin'e döndü ve "Eyvah!" diye bağırdı.

Bay Tin de şaşırmıştı. "Ne oldu O?"

"Annem..." O yutkundu. "Annem, babama kızdığında hep 'ahlaksız adam' der." dedi nefes nefese kalmış bir şekilde ve ardından dizinin acısını unuturak evine doğru koştu.

Bay Tin ise bir süre O'nun ardından bakakaldı ve en sonunda kendini tutamayarak büyük bir kahkaha kopardı.

]]>
Sat, 12 Aug 2023 15:51:23 +0300 B.
Büyümek İsteyen Çocuk https://edebiyatblog.com/buyumek-isteyen-cocuk-3066 https://edebiyatblog.com/buyumek-isteyen-cocuk-3066 Küçük kız dalından yeni kopardığı gülü koşarak babasına götürdü. "Bak baba, çok güzel." Elindeki beyaz güle hayran hayran bakıyordu. Babası el çapasıyla toprağı çapalamaya ara verip, kızına döndü ve gülümseyerek "Evet, kızım çok güzel." diye onayladı küçük kızını. 

Küçük kız gülü koklayarak etrafında döndü. Döndüğünde uçuş uçuş olan beyaz elbisesi küçük kızı mutlu etmiş olacaktı ki küçük kız kıkırdadı. Döndükçe eteğine yapışmış toprak etrafa saçılıyordu. Dizleri, ayakkabısı, beyaz dantelli çorabı, hatta saçlarının uçlarında bile toprak vardı. Bu hali ne küçük kızın ne de babanın umrunda değildi. İkisi de toprak ve çamur içindelerdi ve bundan gayet memnundular. 

Vakit güzel bir ilkbahar ikindisiydi. Baba-kız evlerinin bahçelerinde çiçek ekiyorlardı. Daha çok baba çiçek ekiyordu; kızı da etrafta koşuşturuyor, yaramazlık yapıyor ve gülücükler saçıyordu. 

Baba, kendisine uzatılan gülü alıp, kızının sarı saçlarının arasından geçirerek kulak arkasına sıkıştırdı. "Ama çiçekler dalında güzeldir. Bir daha koparma onları, olur mu?" diyerek küçük kızı tatlı bir dille uyardı. Küçük kız, dudaklarını birbirine bastırıp başını olumlu anlamda salladı. "Tamam babacım."

Genç adam tebessüm ederek el çapasıyla toprağı çapalamaya devam etti. "Hadi seninle bir oyun oynayalım." dedi baba, kızının artık toprakla oynamaktan sıkıldığını fark ederek.

"Yaşasın!" diye zıpladı küçük kız. "Olur, ne oyunu?" Küçük kız heyecanlanmıştı.

"Oyunun adı: Bin bir surat."

Küçük kız, "O nasıl bir oyun ki baba?" dedi merakla.

Baba, "Ben sana bir kelime söyleyeceğim, sen de o kelimeyi yüzünle anlatacaksın." diye oyunu açıkladı. Genç adam biraz düşündükten sonra "mutlu" dedi. "Mutlu bir kız ol." Küçük kız yüzüne büyük bir tebessüm iliştirdi. Baba, "aferin." dedi ve sonra da "şimdi de şaşkın ol." dedi. Küçük kız ağzını kocaman açıp ellerini çenesine dayadı. Babası bu haline gülümsedi. "Peki, korkunç ol." deyince de kızı yüzünü ekşilterek cevap verdi. "Peki ya iyiler nasıl olur?" diye sorduğunda kızı gülümser bir ifade yerleştirdi yüzüne. "Kötüler nasıl olur?" dediğinde de yüzü ağlamaklı bir ifadeye döndü. Baba bütün cevaplara karşın tebessüm etti. "Aferin, hepsini doğru bildin." dedi yaptığı işe devam ederek.

"Baaak" dedi küçük kız bilmiş bir edayla. "Hepsi doğru işte" diye övündü kendisiyle önce, sonra da "Çünkü ben büyüdüm baba." dedi omzuna düşen bir tutam saçı eliyle arkaya doğru savurarak.

"Daha değil küçük kızım, daha değil." dedi baba, sesinde içten gelen bir keder vardı. "Daha büyümene çok var."

"Nedenmiş o? Bütün cevaplarım doğru. Hepsini bildim." Küçük kız kollarını göğsünde birleştirip bir ayağını kızgınlıkla yere vurdu. Babasının bu cevabına bir anlam verememişti. Onu küçük görmesi hiç hoşuna gitmemişti üstelik. Ayrıca bütün cevapları doğruysa neden büyümemiş olsun ki? 

Küçük kızı büyükmekte çok aceleciydi. Baba bunun farkındaydı. El çapasını bir kenara bırakıp kızının önüne dizlerini çökerek oturdu. Topraklı elleriyle küçük kızının küçük topraklı ellerini tuttu. Yüzleri aynı hizadaydı. Küçük kızın hayal kırklığı ve kızgınlık barındıran iri ela gözlerinin tam içine baktı.

Baba, "Bu dünyada iyilerin ağladığını, kötülerin güldüğünü fark ettiğinde büyümüş olacaksın." dedi ve küçük kızın eline bir öpücük kondurdu. "Büyümek için hiç acele etme. Bir gün istesen de istemesen de büyümek zorunda kalacaksın." Küçük kız, babasının ona ne demek istediğini o an anlamadı. Anlaması için önce büyümesi gerekiyordu.

]]>
Sun, 03 Jul 2022 00:30:25 +0300 B.
Kapıların Ardındaki Veda https://edebiyatblog.com/iki-kapi-arasinda-veda https://edebiyatblog.com/iki-kapi-arasinda-veda Bir kapı kapandı, bir kapı açıldı. Kapının eşiğinden geçti, ardından o kapı da kapandı. Ardı ardına geçti bütün soğuk, hastane kapılarını. Artık karşısındaydı o son kapı. İçten içe hiç istemedi açılmasını o kapının. Çok geçmedi ki açıldı o kapı da. Eşikten geçerken adımları daha da yavaşladı. Hiç varmak istemediği bir yere vardı. Hiç varacağını düşünmediği bir yere vardı. Ve son kapı da ardından kapandı. Artık büsbütün, olmak istemediği yere varmıştı. Soğuk, beyaz hastane odası... Karşısında çocukluğu... 

Odaya girdiğinde bütün gözler ona çevrildi. Tek bir kişi... Tek bir kişi tebessüm etti ona. En ufak bir tebessüme bile en çok ihtiyacı olan o kişi... Soğuk oda kalabalıktı ama bir o kadar da sessiz... İnsanlar aralarında bir şeyler konuşuyordu ama hepsi birer uğultu... 

Yavaş adımlarla yürüdü, o hiç varmak istemediği kişiye. Vardığı yer bir hastane yatağıydı. Bir ölüm döşeği... Üstünde yorgun mu yorgun zayıf bir beden... Ne garipti, insanın bir zamanlar dostum diye sarıldığı kişiyi ölüm döşeğinde ziyaret etmek. Üstelik çok değil, iki saat sonra öleceğini bilmek... 

Her şeye rağmen tebessümüne, tebessümle karşılık verdi adam. Başıyla selamladı. Çıt çıkarmadı iki eski dostan hiçbiri. Oysaki ne çok konuşurlardı çocukken ne çok gülüşürlerdi. Büyümek miydi onları susturan? Yoksa iki saat sonra aralarına girecek olan ölüm müydü seslerini kesen? O meşhur ölüm sessizliği bu muydu? Daha iki saatleri yok muydu ebedi suskunluk için?

Doktorların öngördüğü zaman buydu: 2 saat. "Akşamı görmez," demişlerdi ondan için. Ne kolaydı zaman vermek. Halbuki saat gece yarısına yaklaşmıştı. "Öldürmeyen Allah, öldürmüyor işte." diye geçirdi içinden adam. Sonra halâ eski dostuyla hiç konuşmadığını fark etti. Sadece birbirlerine baktılar uzun süre. Ölüm döşeğindeki adamın yüzü beyazdı. Hastane duvarlarına mı benzemişti teni? İnsan en çok neyi izlerse ona mı benzer? "Keşke hastanelerin hepsi denize, suya baksa; hiç olmadı ormana, ağaca..." diye içinden geçirmişti ki adam son sözünden vazgeçti. Ormana bakmasın hastaneler, ne ağaca ne toprağa... Toprak da ölüm demekti. Hastaneler biraz yaşam, biraz ölüm olsa da kimse ölmek için girmezdi bu soğuk, dört duvar arasına... Denize baksın bütün hastaneler. Deniz gibi sonsuzluğu anlatsın. Mezarlığa baksın bütün saraylar. Mizan gibi adeleti anlatsın.

"Neden sessizsiniz, konuşsanıza." dedi yaşlı bir kadın. 

Ne konuşacaktı adamlar?

Ne soracaktı adam?

Ölüm döşeğindeki birine ne sorulurdu?

İki saat sonra ölecek birine ne sorulurdu, ne denirdi?

"Nasılsın?" mı, çok anlamsız. "Seni de iyi gördüm." mü, çok yalan. "Nasıl hissediyorsun?" mu, çok hüzünlü. 

"Korkuyor musun?" Adamın içi ürperdi. Elbette böyle bir şey sormadı ama bir an sormak istedi. "Çok korkuyorum." dese ne yapardı? Sarılıp "geçecek" mi deyecekti?

Adam bir şey fark etti. "O" an geldiğinde sözler nasıl da anlamını yitirmişti böyle? 

"Susmak" aslında ne kadar da anlamlıymış. İnsan yaşarken hiç fark etmiyormuş oysa.

Hasta adam, eski dostuna doğru elini uzattı. Yüzünde zoraki bir tebessüm vardı ama bu "zoraki" tebessümün anlamı o kadar başkaydı ki... Kimsenin gücüne gitmedi. Eski dostu da uzattı elini. Birbirlerinin elini parmak uçlarından tuttular. Biri güç almak istedi, diğeri güç vermek... Kimse kimseye ne güç verdi ne de kimse kimseden güç aldı. Kısa bir anlığına gözler de birbirine kenetlendi. İkisinin de kulağında yalnızca o ses vardı: İki çocuğun cıvıltılı kahkahası. Sıcak bir yaz akşamından süzülen bu kahkaha rüzgarı, soğuk hastane duvarlarına çarpıp tenlerini ürpertti ve usulca uğultuya dönüştü. Havada tutuşan soğuk eller birbirinden ayrıldı.

Yolcu yolunda gerekti. 

İki taraf için de...

Adam: "Hoşçakal." dedi. Ne kadar anlamsız gelse de... Artık bir şey demeliydi. İki saat de olsa "Hoşça" -kalmasını istedi eski dostu. Hasta adam başını hafifçe eğerek aldı eski dostunun vedasını. 

Adam, arkasını döndüğünde ister istemez dolmuştu gözleri. Yaşla dolu gözleri kapıyı buldu ve yavaş adımlarla yürüdü kapıya doğru. Kim bilir kaç vedaya şahit olmuştu şu tahta kapı... Kaç mezar geçirmişti eşiğinden? Kaç feryat duymuştu? 

Sahi o kapının da özü toprak değil miydi?

]]>
Fri, 01 Jul 2022 20:06:35 +0300 B.
Galata Yalnızlığında Bir Garip Eminönü İskelesi https://edebiyatblog.com/galata-yalnizliginda-bir-garip-eminonu-iskelesi https://edebiyatblog.com/galata-yalnizliginda-bir-garip-eminonu-iskelesi Tarih, Galata ile Kız Kulesi'nin sevdasını yazdı hep. Kimse Eminönü iskelesinin Galata'ya olan özlemini görmedi, duymadı, hissetmedi. Oysaki Eminönü hep izledi Galata'yı umutsuz bir aşık gibi. Kalbinden gemiler yüzdü Galata'nın eteğine. Gözlerinden kuşlar uçtu Galata'nın tepesine. Galata'dan bir Hazerfen uçtu vakti zamanında. Kanadından bir tüy düştü. Eminönü halâ kalbinde saklar bir mektup gibi o tüyü...

Sen Galata yalnızlığındasın.

Ben Eminönü iskelesinde bir garip fotoğrafçı...

Galata'yı fotoğraflıyorum kare kare,

Senin Galata olduğunu bilmeden hemen önce...

Aramızda koca bir deniz var.

Bir deniz kadar uzağımdasın.

Sana ulaşmak için kaç gemiyle yarışmalıyım?

Şu koca köprü yeter mi beni sana ulaştırmaya?

Ya da çirkin bir balık olsam,

Yüze yüze geçsem şu denizi,

Bir balıkçının oltasına tutulsam,

O balıkça sen olsan,

Kıyamasan bana,

Hep seninle,

Senin odanda,

Bir akvaryumun içinde yaşasam...

Ulaşmış olur muyum sana?

Eminönü'ndeyim ben.

Eminönü'nün ta kendisiyim.

Bir puslu hava var.

Yağmur yağdı yağacak...

Göz yaşım aktı akacak...

Yüreğim yandı yanacak...

Sen Galata'sın.

Galata yalnızlığında...

Her gün seni izlerim.

Özlem var içimde.

Belki halâ kavuşamadık,

Kavuşmak var içimde.

Sen Galata'sın.

Galata içimde,

Yalnızlık içimde,

Yalnızlığın içimde,

Sen içimdesin,

Geleceğin içimde...

Şimdilik yalnızsın,

İkimizin yerine de...

Halbuki Eminönü daha yakındı Galata'ya. Çok değil. Bir boğaz kadar... Kalbi ile göğüs kafesi kadar...

]]>
Mon, 27 Jun 2022 18:57:27 +0300 B.
O ve Bay Tin & Esir Kuşlar https://edebiyatblog.com/o-ve-bay-tin-esir-kuslar https://edebiyatblog.com/o-ve-bay-tin-esir-kuslar O, ucuna ip bağladığı kırmızı oyuncak yelkenlisini çeke çeke sahil boyu yürüdü. Hava pusuluydu o gün. Saat öğlen olmasına rağmen kapalı, biraz da esiyordu. Ne de olsa yaz bitiyordu. O, yazın bitmesini istemiyordu. Hep yaz olsun, okul tatil olsun, o da sahilde denizi seyretsin istiyordu. Üstelik denizi seyrederken hiç yalnız olmazdı. Bay Tin de mutlaka ona eşlik ederdi. Hatta O, Bay Tin'e eşlik ederdi.

Bay Tin, O'nun en yakın arkadaşıydı. Hemen sahilin bitiminde eski bir barakada yaşardı. Çoğu zaman da günlerini sahilde geçirirdi. Balık tutardı, kuşları beslerdi, bankta oturup gazetesini okurdu ya da uyuklardı. Hava çok soğuk olduğunda bir ateş yakar ısıtırdı kendini. O, Bay Tin'i çok severdi. Özellikle de hikayelerini...

Kimileri Bay Tin için deli derdi. Hikayeleri uydurma, kendisi büyük bir yalancı, geçmişinde de büyük suçlar işlediği için şimdi de kimi kimsesi yoktu. Yani onu tanımayanlar öyle derdi. O, buna inanmazdı. Hiç inanmadı. Ona göre Bay Tin, büyük bir kahramandı. Bay Tin'in kendini adlandırdığı gibi: "Hayat Kahramanı".

"Geç kaldın." dedi Bay Tin, O'ya bakmadan. Oyuncak yelkenlisinin zeminde çıkardığı rahatsız takırtıdan anlamıştı, O'nun geldiğini. Bay Tin, o sırada çömelmiş kuşlara yem atıyordu.

"Öğretmen yine çok ödev verdi." O da, Bay Tin'in yanına çöktü. "Annem de yapmadan çıkamazsın, dedi. Anca gelebildim." O, yine hayıflanıyordu. Bay Tin hiç şaşırmadı. O'nun her zamanki haliydi.

O, dirseklerini dizlerinin üzerine dayayıp, yanaklarını iki yumruğunun arasına sıkıştırıp Bay Tin'i izlemeye koyuldu. 

Aralarında kısa bir sessizlik oldu. Bay Tin, bu sessizliği bilirdi. O, yine tuhaf sorularından birini sormaya hazırlanıyordu. Yaşlı adam kuşlara yem atmaya devam etti.

"Bay Tin," diye sorusuna giriş yaptı O. "Bu kuşlar sizin mi? Sizinse diğer kuşlardan onları nasıl ayırıyorsunuz? Hiç, bir başkasının kuşunu beslediniz mi? Eğer sizin kuşlarınızsa neden özgür bırakıyorsunuz? Ya kaçarlarsa ya sizi terk ederlerse korkmuyor musunuz?" O, hiç nefes almadan bütün sorularını bir solukta sıraladı. Ama tuhaftır ki O, soru sorarken yorulsa bile Bay Tin dinlemekten yorulmuyordu. Hatta tam tersi her soruda daha fazla dikkat kesiliyordu. Bu saygısıydı zaten O'yu, ona bağlayan. 

Bay Tin tebessüm etti. 

O, Bay Tin'in tam yanında durduğu için yaşlı adamın sadece kırışık yüzünün yarısını görüyordu. O, gayriihtiyari yaşlı adamın alnındaki çizgileri saymaya çalıştı. Eski bir sorusu geldi aklına: "Kaç kırışık çizginiz var, Bay Tin? Onları seviyor musunuz, annem sevmiyor da." O, bu hatırasının üzerine kıkırdadı. Çünkü Bay Tin, bu sorusunun üzerine ona, "Bilmem, hiç ütülemeye çalışmadım, hiç de beceremem" demişti. Sonra O'nun, onu anlamadığını fark ettiğinde yine böyle tebessüm edip sorusunu cevaplamıştı. "Çok şey yaşadım, O. Koca bir hayat, koca bir ömür... Bütün hatıralarımı sayabilseydim, onların da sayısını bilmiş olurdum. Hatıraları güzel yapan çokluğudur, çizgilerim de çok oldukça güzel." 

Elbette O, Bay Tin'i her zaman anlamıyordu. Hatta çoğu zaman hiç anlamıyordu. Yine de Bay Tin'e soru sormak güzeldi. Bay Tin'i dinlemek güzeldi. Bay Tin'le konuşmak güzeldi.

O, eski hatırasından kopup şu ana döndüğünde, Bay Tin kuşlara yem atmayı kesmişti. Başını hafifçe gökyüzüne kaldırıp, taze deniz havasını kokladı. O sırada O da gökyüzüne kaldırdı kafasını. Çok bulut vardı, hem de çok... Ama O'nun gözlerine takılan kuş sürüsü oldu. Kuşlar ahenk içinde süzülüyordu gökyüzünde. O, cevabını almakta sabırsızlanmıştı. Ama biliyordu ki Bay Tin, geç cevap verse de mutlaka bir cevap verirdi.

Ve yine öyle oldu.

"Bir kuşu esir etmenin üç yolu vardır, O." diye söze girdiğinde Bay Tin, O dikkat kesilmişti çoktan. Şimdi dikkatle dinlemenin sırası O'daydı. "Birincisi, onu kafese koymaktır. Orada seninle sonsuza denk kalabilir ama gözü hep gökyüzünde, özgürlükte kalır." İkisi de sanki sözleşmişler gibi gökyüzüne baktılar kısaca. Sonra Bay Tin devam etti sözüne: "İkincisi, daha acımasızca..." Burada Bay Tin'in sesi katılaştı. "Onun kanadını kırarsın." Sesi tekrar eski haline geldi. "Böylelikle senden başka kimsesi olmayacağını bildiğinden, e tabii gücü de olmadığından sana muhtaç kalır ama garip bir şekilde minnettar da olur, sanki kanadını kıran sen değilmişsin gibi..."

"Nefret etmez mi?" diye atıldı O, iki sözün arasına merakla.

"Eder. Etmez olur mu? İçten içe nefret eder ama hep muhtaç olduğu taraf ağır basar da susar."

"Peki ya üç? Üçüncü seçenek ne?" O, iyice iştahlanmıştı. Kocaman gözleriyle yaşlı adamın yüzünün yarısını arşınlıyordu.

Bay Tin, küçük dostunu daha fazla meraklandırmadan sözüne devam etti: "Onu uçamayacağına inandırırsın..."

O'nun kafası karışmıştı. O da ne demekti? Kuş, hiç bir şeye inanır mıydı? Kuşlar düşünmezdi ki inansınlar. O hemen bunu da sormak istedi ama duraksadı. Biliyordu ki Bay Tin, bu soruya hemen cevap vermezdi. Son bir soru hakkı kalmıştı, O'nun. İçten içe bunu biliyordu. Bay Tin'in sözlerini bir kez daha tarttı aklından. Tekrar tekrar düşündü cevapları. Bir Bay Tin'e baktı, bir de yerdeki yemlenen kuşlara... Ne kafeste esirlerdi ne de kanatları kırık... Öyleyse Bay Tin, onları nasıl esir etmişti kendine? Nasıl olur da uçup gitmeden öylece dururlardı? 

O, sorusunu bulmuştu: "Bay Tin, bu kuşlar ne kafesteler ne de kanatları kırık, yine de burada sizinleler. O zaman geriye tek bir seçenek kalıyor: Uçamayacaklarına inanmışlar. Peki ya nasıl, nasıl inandırdınız bunu onlara?"

Bay Tin, derin bir nefes aldı ve hafifçe başını O'ya doğru eğdi. Sanki bir sır veriyormuş gibi sağ elinin tersini, dudağının sol kenarına dayadı. Gizli bir sır... Kuşlardan bile gizlediği bir sır... Sol avucunu biraz aralıyarak, elindeki yemleri gösterdi ve cevabı fısıldadı, O'nun kulağına: "Onlara umut verdim." 

]]>
Fri, 17 Jun 2022 13:18:33 +0300 B.
Ölüler Üzülmez https://edebiyatblog.com/oluler-uzulmez https://edebiyatblog.com/oluler-uzulmez Ben vazgeçtikten sonra da çal kapımı.

Merak etme,

Sana ne kaybettiğini göstermem.

Üzülürsün.

Görmek isterim sadece,

Kapı arasından kaçırdığım yılları,

Bir de sen pişmanken...

Merak etme,

Üzülmem ben.

Hiç görmedim,

Ölüleri üzgünken...

]]>
Sat, 04 Jun 2022 13:20:17 +0300 B.
İnsanlı Şapka ve Evsiz Adam https://edebiyatblog.com/insanli-sapka-ve-evsiz-adam https://edebiyatblog.com/insanli-sapka-ve-evsiz-adam Evsiz adam, hızla karıştırdığı çöplerin arasından, elini zafer kazanmış gibi gökyüzüne kaldırdı. Kararmış parmaklarının arasında tuttuğu, birkaç ısırık alınmış ekmek parçasına bir mücevher bulmuş gibi baktı. Gibisi fazlaydı, çünkü o ekmek parçası, onun için mücevherin ta kendisiydi. Hemen yan tarafta duran tahta banklardan birine oturdu. Onu hiç yalnız bırakmayan tüylü arkadaşı da hemen yanında bitti. Evsiz adam hiç düşünmeden ekmeği ikiye böldü ve en yakın arkadaşına ikram etti. Evsiz adam büyük bir açlıkla biraz bayatlamış ekmeği iştahla yemeğe başladı. Ekmeğinden bir parça kalmıştı ki yemekten vazgeçti. Yıpranmış, her yeri yama yapılmış pantolonun cebinden bir mendil çıkardı ve son ekmek parçasını, mendili ile sardı. Arkadaşının karnı doymamış olacaktı ki o son parçayı dilenircesine gözlerinin içine bakıyordu. Evsiz adam ekmeği ceketinin cebine attı. Geceyi düşünmesi gerekiyordu, her zaman bu kadar tazesini bulamıyordu, hatta bazen hiç bulamıyordu, kimi geceleri aç uykuya dalıyordu. Arkadaşının başını okşadı. Evsiz adam başını olumsuz bir şekilde salladı. Hayır, diyemedi. Dilsizdi evsiz adam. Arkadaşı anlayışla karşıladı. Evsiz adamın en yakın arkadaşı sadık bir köpekti. Evsiz adam biraz daha dinlenmek için bankta oturmaya devam etti. Bir çocuk parkındaydı. Daha önce buraya kadar gelmemişti. Rutinlerinden uzaklaşmak ona iyi gelmiyordu. Bir süre bankta oturup etrafı izledi, parkta oynayan çocuklara baktı, onların neşesine hayran kalmıştı. En son ne zaman çocuk olmuştu? Hatırlayamadı. Belki de hiç çocuk olmamıştı. Evsiz adam yaşlıydı. Beyaz, uzun arka saçları vardı, başının önü keldi, toplansa üç tel saç anca vardı. Beyaz sakalları gürdü ama bir o kadar da uzun... Saçı sakalına karışmıştı. Yanında bir hareketlilik hissettiğinde kısa bir zaman önce yanından usulca ayrılan dostunun geri geldiğini fark etti. Bu sefer dostu yalnız değildi. İri dişlerinin arasında tuttuğu, siyah, büyük bir fötr şapka vardı. Evsiz adam şaşırmamıştı. Yaramaz dostu ona hep küçük hediyeler bulup getirirdi. O da peşinden gelen bir sahibi varsa geri verir, yoksa hediyesini kabul ederdi. Evsiz adam gülümseyerek şapkayı aldı ve başına özenle geçirdi. Güzel bir şapkaydı. Bununla kendini asil hissetti, birkaç saniyeliğine. Köpeği birkaç kez havladı. İkisi de güzel bulmuştu. 

Evsiz adam biraz daha dinlendikten sonra kalktı yerinden, farklı bir yerdeydi tanımak istedi. Evler bir farklıydı bu mahallede. Eski ama bir o kadar gösterişliydi. Neredeyim acaba, diye bir düşündü. Dip dibe inşaa edilmiş barok tarzı binalar, süs su havuzları, heykeller... Burası evsiz adamın geldiği mahalleye hiç benzemiyordu. Binaların önünden geçerken küçük bir pastanenin önünde duraksadı. Evsiz adam, pastanenin vitrinine dizilmiş pastaları, kekleri, şekerlemeleri izlemeye koyuldu. Gözü, hemen en ortadaki çikolatalı pastaya ilişti. Zihni, çocukluğunda annesinin yaptığı çikolatalı pastalara gitti. Tadını hayal meyal hatırlasa da annesin o sıcak gülümsemesi gözünün önünden hiç gitmiyordu. Evsiz adamın yıllardır hayali, koca bir dilim çikolatalı pasta yemekti. Belki tadını da hatırlamak istiyordu ama asıl yâd etmek istediği annesinin hatıralarıydı. İşte böyleydi hayat, ne kadar yaş alırsak alınsın hep bir anne hatırası aratırdı, dokunduğun bir çiçekte, yediğin bir yemekte, sarıldığın bir kedide, tutunduğun bir hayalde... 

"Efendim, buyrun içeriye, kapıda beklemeyin." diye sıraladı, pastanenin içinden çıkan bir adam. Beyaz iş üniforması, siyah mutfak önlüğü ve büyük, komik beyaz şapkası... "Fırından yeni çıkmış, tam ağzınıza layık bir cevizli kekim var, bayılacaksınız." Pastane çalışanı ısrarla evsiz adamı içeri davet ediyordu. Evsiz adam ise kaşları yukarı kalkmış, alnı kırış kırış olmuş bir şekilde şaşkınlıkla adamın onu içeri davet ediş sebebini anlamaya çalışıyordu. Daha önce hiç böyle bir muamele görmemişti. Genelde vitrinlerine bile bakmalarından rahatsız olurlardı ve onu hiç hoş olmayacak şekilde kovarlardı. Şimdi ise bir de dükkana davet ediyorlardı. 

Evsiz adam, dilsiz olduğu için "Benim hiç param yok." diyemedi, sessiz sedasız dükkanın önünden çekilmeye çalıştı ama pastane çalışanı gitmesine hiç izin verecekmiş gibi durmuyordu. Evsiz adamın koluna yapıştığı gibi içeri çekti, bin bir ısrar ile.

Evsiz adam daha ne olduğunu anlamadan kendini pastanenin cam köşesinde otururken buldu. Pastaların biri gidiyordu, biri geliyordu. Üstelik bütün çalışanlar ona hürmet ediyordu. Evsiz adam daha önce hiç böyle bir saygıyla karşılaşmamıştı ve sebebini aşırı merak etse de aldığı ilgiden ve önüne koyulan pasta dilimlerinden aşırı memnundu. "Sanırım Tanrı'nın ikramı" diye düşünerek anın tadını çıkarmaya karar verdi, daha doğrusu çeşit çeşit pastaların... 

Evsiz adam karnı tıka basa doymuş bir şekilde içeceğini yudumlarken, pastane çalışanlarının onun hakkında aralarında konuştuklarını fark etti. "Kıyafetine baksana yırtık pırtık sanki buralı gibi değil." dedi garson bir kız. "Kokusu da bir ağır, kim bilir hangi parfüm markasını kullanıyor, tabii bizim burnumuz alışık değil." diye devam ettirdi başka bir garson. "Ama şu şapkasına bir baksana. Sence buralı olmasa öyle özel tasarım, pahalı bir şapka takabilir mi?"

Evsiz adam şimdi anlamıştı her şeyi. Bütün bu saygının, değerin, hürmetin sahibi o değil, kendine bile ait olmayan şapkasıydı. Evsiz adam artık gitmesi gerektiğini fark etti. Yerinden usulca kalktı. Karnı şiş, sırtı ağırdı. Yıllardır hiç doymadığı kadar doymuş, doğduğundan beri hiç saygı görmediği kadar sayılmıştı ama aslında bir şapka kadar değeri olmadığını fark etmişti. Sahi öyleydi değil mi? Şapkası olmasa bu dükkanda bırak saygı görmeyi, dükkana adımını dahi atmasına izin vermezlerdi. Çalışanlar biraz sonra alacakları yüklü bahşişin hayaliyle "insanlı şapka"nın gözlerinin içine bakıyorlardı. "Afiyet olsun, efendim. Umarım memnun kalmışsınızdır, efendim..." diye son hürmetlerini göstermeye devam ettiler ama onların sandıklarının aksine evsiz adamın onlara şapkasından başka verecek değerli hiçbir şeyi yoktu. Evsiz adam da öyle yapacaktı zaten. Elini şapkasına doğru götürdü, birkaç saat içinde varlığına çok alışmış olsa da ondan vazgeçmesi gerektiğinin farkındaydı. Eli tam fötr şapkasının kenarını kavramıştı ki duyduğu bir çocuk sesiyle eli havada asılı kaldı. "Aaa baba bak! Senin kayıp şapkan!" Evsiz adam iri iri olmuş, yaşlı gözleriyle başını pastanenin kapısına doğru çevirdi. Kapıda iki küçük çocuk ve anne ile babaları duruyordu. Kısa bir an göz göze geldiler, kısa bir sessizlik oldu, her şey kısacık sürdü. Lakin evsiz adam için iyi bir hayat dersi geliyordu. 

"Seni hırsız seni!" diyerek içeri girdi kadın. "Bey bak, bu senin şapkan! Demek ki köpeğini ona bir şeyler çalsın, diye eğitmiş. Bu ne rezillik?!" Kadın işaret parmağını sallaya sallaya bağırıyordu evsiz adama. 

Pastane çalışanı araya girdi. "Aman efendim ne oluyor?" Onlar da şakındı bu duruma. Her şey kısa bir anda gerçekleşmişti. Kısacık bir anda... 

Kadın kibirli bir bakışla çalışana baktı. "Bu hırsız, köpekleri eğitip kendine çete kurmuş. Belli ki siz de bunun gibileri pastanenize alıp destekliyorsunuz. Bir daha adımımı atmam ben buraya." 

"Hanım gel, önemli değil. Şapkayı geri alacak değiliz." dedi şapkanın asıl sahibi adam. Pastane çalışanlarına geri dönüp "siz de müşterilerinize dikkat edin, böyle işletme olmaz." diyerek karısının kolundan tutup dışarıya doğru çekti. Kadın, evsiz adama tiksinircesine bakıp pastaneden çıktı ve söylene söylene sokağı terk etti.

Evsiz adam mahcuptu. Aslında bir suçu yoktu. Ne şapkayı o çalmıştı ne de bu pastaneye kendi isteğiyle girmişti. Bütün suçlar onun üstüne kalmamış gibi, pastane çalışanları da ona tiksinircesine bakıyordu. Pastane sahibi elini uzattı. Artık hiç saygısı kalmadığı gözlerinden belliydi. Evsiz adam başı öne eğik şapkasını çıkardı ve pastane sahibine doğru uzattı. Artık hiç kimse tenezzül edip onun yüzüne bile bakmıyordu. Pastane sahibi eliyle kapıyı gösterdi. "Defol! Buradan bir daha geçtiğini bile görmeyeceğim." Evsiz adamı itekleyerek pastanenin dışına attı. 

Evsiz adam, az önce yaşadıklarının şaşkınlığını dahi üzerinden atamadan evi gibi gördüğü mahallesinin yolunu tuttu. Evsiz adam yeniden insan olmuştu, zaten "insanlı şapka" olmak ona kısacık bir zaman da olsa ağır gelmişti. 

Bir anda, bir şapkaya sahip olmuştu adam. O mu şapkaya sahipti, şapka mı ona?.. Bilemedi. Şapkayı bıraktığında özgürleşmişti. Öyleyse şapkayı taktığı anda, o artık şapkanın esiriydi. Evsiz adam cevabı buldu. Şapka bir insana sahip değildi, insanlara sahipti. Şapka kiminse en insan oydu. 

]]>
Tue, 31 May 2022 14:31:45 +0300 B.
Sevgili Düşamanım: Tümör https://edebiyatblog.com/sevgili-dusamanim-tumor https://edebiyatblog.com/sevgili-dusamanim-tumor Sevgili Düşmanım: Tümör
İnsanın içinde büyüttüğü bir parçanın ona düşman olması ne kadar da acı bir durummuş.
Gün geçtikçe beni mahvediyorsun ama ben, sana dokunamıyorum bile.
Seni öğreneli birkaç ay oldu.
Halbuki sen içimde büyümeye başlayalı çok olmuşsun.
Çok geç kalmışım seni fark etmekte.
Seni beynimin içinden söküp atmayı çok istedim ama olmadı.
Vazgeçtim ben de.
Savaşmayacağım artık seninle.
Sakın senden korktuğumu sanma! 
Pes ettim sadece.
Birkaç kişi var şimdi hayatımda.
Güya üzülüyorlarmış benim için.
Ben bütün bir dünyayı başıma dert edinirken neredelermiş?
Sitemim sana da değil.
Senin en büyük suçlun benim.
En büyük kızgınlığım kendime.
Biraz da hayata kırgınım.
En çok da peşinden koşmadığım hayallerime küskünüm.
Boşa geçmiş bir hayatın ölü toprağı var üstümde.
Hatıralarım semer gibi sırtımda, ağırlığı omuzlarımda bir yük...
İnanır mısın, korkularım komik geliyor artık.
En büyük korkum, sevdiklerimi kaybetmekti.
Meğer ben, kimseyi kendimden daha çok sevmemişim ki.
Gün geçtikçe biraz daha yıpranıyorum.
Her günüm, ölümüme bir gün daha yakın.
Gün batımında içim bir nahoş olurdu hep.
Sadece sebepsizce sevmezdim gün batımlarını.
Herkes fotoğrafını yakalamaya çalışıyor şimdilerde.
Bense sadece hüzünle bakıyorum.
Neden hüzünlenmeyeyim ki hayatımdan bir takvim yaprağı daha sökülürken?
Artık güneşin anlamı bambaşka bende.
Çünkü seni güneşin olmadığı bir günde öğrendim.
Ve seni güneşin olmadığı bir vakitte terk edeceğim.
Şu an saat, gece yarısını on geçe...
Hadi gel vedalaşalım.
Öyle uzağımda durma da yaklaş.
Bir sarılayım sana şöyle sımsıkı.
Belki birlikte yanarız.
]]>
Sun, 29 May 2022 00:55:43 +0300 B.
Gökyüzümdeki Milyonlarca Yıldız https://edebiyatblog.com/gokyuzumdeki-milyonlarca-yildiz https://edebiyatblog.com/gokyuzumdeki-milyonlarca-yildiz Dün gece ne fark ettim,

Biliyor musun Güneş?

Gökyüzümdeki milyonlarca yıldızı görmeme engel,

Senin varlığın...

Aslında sen bir çekilsen gökyüzümden, 

Göreceğim milyonlarca yıldız...

Belki karanlıkta kalacağım,

Ama kalmayacağım yalnız.

En az milyonlarca yıldız,

Işık olacak bana,

Yine seni ararken yapayalnız...

]]>
Sat, 21 May 2022 16:43:00 +0300 B.
Tanrı İle Sözleşme https://edebiyatblog.com/tanri-ile-sozlesme https://edebiyatblog.com/tanri-ile-sozlesme Bir gün Tanrı ile sözleştim. Yani ben söz verdim, O’da duydu. Birine bir iyilik yapacaktım. Kime yaptığım, ne yaptığım önemli değildi. Birine karşılıksız iyilik yapacaktım ve karşılığını yalnızca Tanrı'dan bekleyecektim. Bir isteğim vardı Tanrı'dan. Yıllarca hayalini kurduğum, bir türlü gerçekleştiremediğim bir hülya… Ne yaptıysam olmadı, kime gittiysem yüz çevirdi; aradım, taradım… Bir diyar diyar gezmediğim kalmıştı. İlk gitmem gereken yere en son ulaştım. Dayandım Tanrı'nın yüce kapısına. Çok methini duydum, yana yakıla gelen kullarını geri çevirmez imiş. Kulu, O’na yürürse; O, kuluna koşar imiş. Temizlendim, paklandım; başladım, el açıp dua etmeye, usulü buymuş. Dedim ya hep hayalini kurduğum bir şey vardı. Bir tek onu istedim. Dahasını istesem zor gelmezmiş elbet ama benim de gözüm bu hayalden gayrısını görmez idi. Tek şartım vardı, o da hayalim en kısa zamanda gerçekleşsin. Daha sabredecek gücüm kalmamıştı. Yeni yetme bir kuldum o zamanlar, nereden bilecektim Tanrı'ya zaman verilmeyeceğini? Ellerimi yüzüme kapadım, işe koyuldum.

Bir iyilik yapmalıydım. Birinin hayatına dokunmalıydım. O biri beni öyle çok sevmeliydi ki birdenbire, “Seni karşıma Tanrı çıkardı” demeliydi. Desin ki Tanrı dostu olduğumu kanıtlayabileyim. Sonuçta dost, dosta verdiği sözü tutar, değil mi? Çarşı pazar gezdim. Nerede yaşlı görsem yardımına koştum, elini öptüm; çocuk gördüysem başını okşadım, şeker verdim ama bana yetmedi. Daha büyük bir şey yapmalıydım, yani kendimce büyük. Büyük iyiliğin, hediyesi de büyük olurdu. Aradım, taradım; bulduğum büyük iyiliklere ne param yetti, ne yaşım… Bırakmalıydım belki de, vazgeçmeliydim bu sevdadan. Hem Tanrı ile sözleşme mi olurmuş? O isterse zaten verirdi, benim iyiliğime mi ihtiyacı vardı? Genç aklım işte, bir umut aradım kendimce.

Bir ara pişman oldum. Ya sözümü ben tutamazsam ya Tanrı'nın hoşuna gidecek bir iyilikte bulunamazsam… Olur da büsbütün kaybedersem… Hayalim hep hayal olarak kalırsa… Delirecek gibiydim. Gibisi fazla, belki de farkında değildim ama delirmiştim çoktan. Gözümü karartmıştım artık, bir iyilik bulacaktım ve sözümü tutacaktım.

Bizim evin orada bir inşaat vardı. Arada sırada yevmiye için çalışmaya giderdim. Malum hayat zordu, hasta bir anam vardı. El mahkum ne iş bulursam yapardım, bazen günde birkaç işte çalışırdım, akşam eve döndüğümde sevindirirdim anamı. Yine bir gün inşaattayım. Sırtımda siz deyin 10 kilo, ben deyim 20 kilo bir çuval… Bir oraya gidiyordum, bir buraya; birini bırakıyordum, öbürünü alıyordum. Omuzlarımda çıkan nasırlar nasıl sızlıyordu, anlatamam. Bir an canıma tak etti ve git gide ağırlaşan çuvalı bir kenara hoyratça savurdum. Alnımdan aşağı süzülen boncuk boncuk terleri elimin tersiyle silerken, kurumuş boğazımdaki gıcığı öksürerek gidereceğim sırada onu gördüm. Bir damla tükürük genzimde öylece kalakaldı. Hani insan yeri geldi mi okyanusları geçebilecek kadar güçlü ama bir kaşık suda boğulabilecek kadar da acizmiş ya, işte tam da onu yaşadım. Ölsem ölemiyorum, yaşasam buna yaşamak denmezdi. Resmen boğuluyordum.

Öyle bir yürüyüşü vardı ki, ceylan gibi. Saçları öyle güzel, öyle bakımlıydı ki, sanki ipek böcekleri özenerek örmüş gibi. Hele ya o gözleri… Ah kendine gel oğlum, öyle bakma! Anlayacaktı, küçük görecekti beni. Beline kadar uzanan saçlarını savurarak gözlerimin önünden yürüyüp geçti. O geçti, ben de kendimden geçtim. Kısa bir an gözleri gözlerime değdi sanki, belki de değmedi, ben öyle sandım. Hayalimi gerçek, gerçeğimi hayal yapmıştı bu kız. Tek duamdı o benim. Tek hayalim. Tek isteyim. Ahu… Adı gibi güzel ve zarif. Enseme yediğim şaplak beni içine sürüklendiğim hayal dünyamdan çekip çıkardı. Bana orada da rahat yoktu zaten. “Ne dikilip duruyorsun oğlum boş boş, daha tonla çuval taşınacak. Ustabaşına söyleyeceğim senin bu hallerini.” Aman söyle, söylemezsen hatrım kalır. Aldım çuvalı tekrar nasır tutmuş omuzlarımın üzerine. Sanki canım yoktu benim. Sanki insan değildim ben. Ne sevmeye hakkım vardı ne de sevilmeye… Ne yerdeki ottan ne de havada uçuşan toz tanelerinden bir farkım yoktu benim.

İnşaattan eve dönerken uzun ve dar bir yol vardı. Bu yol içimi kasvete boğsa da kestirme diye geçerdim hep. O gün yine geçiyordum bu yoldan. Yolun sonuna geldiğimde yerde boylu boyunca uzanmış bir adamla karşılaştım. Önce bir korkmadım değil. Sarhoş olup sızmış mıydı, -Allah geçinden versin- ölmüş müydü, hiç belli değildi. Temkinli adımlarla yaklaştım yanına, hareketsizce yattığını sandığım adam aslında elini göğsüne koymuş bir şeyler sayıklıyordu. O an anladım, adam kalp krizi geçiriyordu. Çok mu geç kalmıştım bilmiyordum ama bir şeyler yapmam gerekiyordu. Hiç de anlamazdım bu ilk yardım işlerinden. Filmlerden gördüğüm kadarıyla birkaç şey yapmaya çalıştım. Boynuna kadar iliklenmiş düğmeleri açtım önce, sonra ellerimi birleştirip birkaç kez göğsüne bastırdım. Cahilceydi belki yardımım, belki de destek olmak isterken köstek oluyordum. Bilmiyordum. Sadece bir şeyler yapmak istedim. Adamı sırtıma aldığım gibi ana caddeye çıktım. Bir taksi çevirdim koyuldum hastane yoluna. Hastaneye ulaştıktan sonrası kolaydı. Pek bekleyemedim zaten. Anam geç kalırsam korkar, endişelenirdi. Üstüme düşen görevi yerine getirdiğimi umut ederek oradan uzaklaştım ve evimin yolunu tuttum.

Günler günleri kovaladı. Evden işe, işten eve… Günlerim bu döngüden ibaretti. Anamın hastalığı günden güne artmıştı. Acı çekiyordu, ses etmese bile gözlerinde görüyordum o kederi. Çok canı yanıyordu. Çaresi de yoktu üstelik. Belki çare vardı da biz ulaşamıyorduk. Sorsan her şeyin başı sağlıktır derler, parası olmayana sağlık bile vermezler. Vermediler. Bir kış günü tek dayanağım anamı da toprağın altına uğurladım. Bundan böyle kışlar da benim düşmanımdı. Ben hayalime kavuşmak için dua ederken ne hayalim gerçek oldu ne de gerçeğim benimle kaldı. Yapayalnız hissediyordum kendimi. Bu koca dünya da bir başına yalnız ve yorgun… Ne kadar kendime engel olmaya çalışsam da -Allah affetsin- kalbim isyan içindeydi. Bir günde sahip olduğum her şeyimi kaybetmiştim. Anamı ve hayallerimin gerçek olacağına dair umudumu…

Sağ olsunlar, konu komşu taziyeye geldi bir süre. Başım kalabalıkken ne kadar yalnız olduğumu bir süre algılayamadım, anlamadım daha doğrusu. Birer birer eksilirken insanlar evimden, başımdan, içimden… Sorguladım kendimi. Ben kimim, neyim? Eskiden sorsalardı “anamın oğluyum” derdim. O gitti. Peki ben şimdi kimim? Cevabı boş, boyası akmış duvarlardan bekledim. Vermediler. Cevabı yoksa bu sorunun, yoksa ben kimse miyim?

Kapı çaldı.

Taziye için gelmiştir. Bir kişi daha kaldıramazdı yorgun başım. Gün batmak üzereydi. Neden bu kadar geç gelirlerdi ki sanki? Yarın olsaydı ya. Çalar çalar giderdi.

Açmadım kapıyı.

Yine çaldı kapı.

Duymazlıktan geldim.

Git artık git.

Israrla bir daha çaldı.

Pes etmiş bir şekilde yürüdüm kapıya doğru. Ben ileriye gittikçe sanki ayaklarım geri çekiyordu beni. Çok yorgundum. Bu misafir gitsin koyup başımı uyuyacaktım. Ya da en azından başımı yastığa koymuş olacaktım. Yüzümdeki bıkkın ifadeyi hiç değiştirmeye zorlamadan açtım kapıyı. Cenaze evine alacaklı mı gelmişti?

Kapı açıldı ama ben mi açtım, ilahi bir güç mü açtı hiç bilemedim. Kapıyı açmamla öylece donup kalmam bir olmuştu. Yüzümde ne bıkkınlık ne korku ne de başka bir duygu kalmıştı. Tutuk bir dille, donuk bakışlarla kapının ardında kalmıştım.

“Başınız sağ olsun, demeye geldik babamla.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Hıı…” Karşımdaki kız elindeki tepsiyi tutmam için bana uzattı. “Sizin için yaptı annem bu yemeği. Bizim oranın adetidir de.” Bir tepsiye baktım, bir de kıza. “Hıı…” Ahu… Bu o muydu? Gözlerim fazla yorgunluktan hayaller gördürmüyordu bana değil mi? “Oğlum almayacak mısın bizi içeri?” Başımı yana çevirdim. Karşımdaki adam benim için daha büyük bir şaşkınlıktı. Karşımda duran kızın babası… Ahu’mun babası bir akşam vakti hastaneye yetiştirdiğim adamdı.

“Bu… buyurun.” Onlar yanımdan usulca geçerken boşluğa dalıp gittim. İnsan kış soğuğunda terler mi? Terlemek ne kelime, yanıyordum. Yandım anam! Allah’ım sen yakma beni.

“Gelsene oğlum içeri, buz kesti ev!”

*

Bir mucize olmuştu. Olmuştu işte. Duam kabul olmuştu. Ben sözümü tutmuştum. Tanrı da tutmuştu. Hem de en beklemediğim, en muhtaç olduğum anda gerçekleşmişti dileğim. Hayalim gerçekleşmekte o kadar geç kalmıştı ki bana göre. Hiç olmaz sanmıştım. Tanrı beni sevmiyor sanmıştım. Meğersem tanrıya zaman verilmezmiş. En iyisini hep o bilirmiş. Benim en büyük hayalim, tek duam; her şeyimi kaybettiğimi sandığım anda birdenbire gerçekleşivermişti. Şimdi karım ve iki çocuğumla anamın mezarının yanı başındayım. Kimsesiz değildim artık, hiç olmamıştım.

]]>
Thu, 19 May 2022 19:55:28 +0300 B.
Bağıra Çağıra Susmak https://edebiyatblog.com/bagira-cagira-susmak https://edebiyatblog.com/bagira-cagira-susmak Thu, 19 May 2022 19:32:32 +0300 B. Kapımı Taşlama! https://edebiyatblog.com/kapimi-taslama https://edebiyatblog.com/kapimi-taslama Fri, 13 May 2022 11:54:22 +0300 B. Eski dostluklar https://edebiyatblog.com/eski-dostluklar https://edebiyatblog.com/eski-dostluklar "Eee daha daha nasılsınız?"
"İyiyiz işte yuvarlanıp gidiyoruz." Beklediğim cevap bu değildi. Aslında beklediğim bir cevap da yoktu. Sadece artık konuşacak bir konumuz olsun istiyordum. "Anladım." diyip masa örtüsünü incelemeye devam ettim.
"Senin çoluk çocuk ne yapıyor? Büyümüşlerdir." Bu soruyu üçüncü kez sormuştu. Son bir saatte bir değişiklik olmadığını düşünerek, "Büyüdüler." diye geçiştirdim. Karşılığında yapmacık bir gülümse ortaya koydu ve başını telefonuna çevirdi.
"Şekerim saçların ne kadar güzel. Ne yaptın böyle, sırrı ne?" Yapmacık gülümsemesi anında gerçek, hoşnut bir sırıtmaya döndü ve sorunun sahibine iştahlı iştahlı çok pahalıya aldığı, bilmem ne marka kremini anlatmaya başladı.
Şuradan almış, böyle bir özelliği varmış, söylemesi ayıpmış ama şu kadar paraya almış... O hiç değişmemişti ama biz değişmiştik.
Biz eski lise arkadaşlarıydık. En yakın dört arkadaş... Okul bitti ve biz çil yavruları gibi dağılmıştık. Sonra bulduk işte bir şekilde birbirimizi. Bulduk bulmasına ama... Eski dostluğumuzdan eser yoktu artık. Eskiden sabahtan akşama kadar konuşur, hiç susmazdık. Hep konuşacak bir konumuz olurdu. Şimdi ise... İki kelimeyi bir araya getiremez olmuşuz. Kendi hayatlarımıza adapte olup, birbirimizi tanımaz olmuşuz. Oysaki biz çok iyi dostlardık. Bilmezdik birbirimize paramızla hava atmayı. Birimizin durumu kötüyse hepimiz fakir taklidi yapar, incitmezdik birbirimizi.
"Eylül," adımın seslenildiğini duyduğumda uzun bir uykudan uyanmış gibi sersemledim. "Daldın gittin."
Başımı kaldırıp bir zamanlar en yakın dostum olan kişiye baktım. "Öyle mi, farkında değildim."
Hadi sor, neyim olduğunu, ne yaşadığımı, neye üzüldüğümü sor. Cevap vermezsem, üstele, söylemezsem küseceğini söyle. Beni düşündüğünü, beni merak ettiğini belli et. Lütfen benim, senin aldığın takıya, edindiğin mevkiye merakım yok. Beni sen ilgilendirirsin. Çünkü ben seni, sen olduğun için sevmiştim. Beni, senin sahip oldukların değil, sahip olurken ne yaşadıkların ilgilendirir. Çünkü gerçek dostlar bununla ilgilenir.
Ya da bilmiyorum. Belki de gerçek bir dost hiç edinmemişimdir.
"Anladım tatlım."
"O hep böyleydi zaten. Hiç konuşmazdı." diyip kıkırdadı biri oradan.
Komik olan neydi?
Yaz ayında, buz gibi olan masada bir telefon sesi duyuldu. "Ah, eşim arıyor." "Canım, geldin mi?" Kısaca etrafına bakındı. Kafenin önüne bir araba yanaştığında el salladı. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. "Geliyorum." diyip telefonu kapattı. Yarım yamalak birer bakış atıp her birimize, ceketini ve çantasını alıp hışımla kalktı. "Hepinize kocaman öpücükler atıyorum. Bir daha mutlaka buluşmalıyız. Bana da beklerim tabii." İçten olmasa bile, bir sarılma bekliyordu insan tabii.
Ardından bakarken, "Ay görgüsüz, bir de gözümüze sok istersen. Yok şunu aldım, yok bunu yaptım. Vır vır konuştu. Ben eskiden de sevmezdim onu zaten."
Bazı bağlar kopar ama siz koptuğunu çok geç anlarsınız ya, bizimki de öyle bir şeydi demek ki. Koptuğunu yeniden birleştiğimizde anlamıştım. Biz bitmiştik. Aramızda ne var ne yoksa kaybetmiştik. Geriye baktığımda güzel anılarım vardı. Şimdi ise önümde kocaman bir boşluk duruyordu. Ve belliydi, bu boşluk dolamayacak kadar büyük ve küstahtı.
Onun gidişini aratmayacak kadar bir hışımla ben de kalktım masadan.
Meraklı bakışların odağına girdiğimde gözlerimdeki hayal kırıklığını saklamaya çalışıyordum. "Ben de gideyim o zaman."
"Sen nereye, ne güzel oturuyorduk."
Güzel?
"Kaybettiğim bir şeyleri arayacağım. İzninizle.

]]>
Sat, 23 Apr 2022 00:31:09 +0300 B.
Zorba ve Irk https://edebiyatblog.com/zorba-ve-irk https://edebiyatblog.com/zorba-ve-irk Hiçbir başkasının sırrını ölesiye merak ettiniz mi? Zaman zaman öyle bir istek gelse de, özel deyip geçiyoruzdur muhtemelen. Sanki kendimizde sakladığımız onlarca sır yokmuş gibi. Bazen sırlarımız açığa çıkacak diye ödümüz kopuyor. Belki komik, belki hüzünlü sırlarımız var. Gizli kalması gereken, delillerini çoktan yok ettiğimiz bu sırlar, bir bir ortaya çıksaydı ne hissederdiniz? Utanç? Korkunç? Aptal? Hüzün?..

  Elbette hepimizin olmuştur ortaya saçılmış birkaç sırrı. Hadi itiraf edelim, hepimiz o meşhur 'yerin dibini' görmüşüzdür.

*

  Soğuk duvarlarla çevrili bir odanın içerisindeydiler. Birkaç arkadaş, birkaç kendini bilmez ve o.

  O, iyi birisiydi. Yani galiba... Kimse tanımak istemedi onu. Belki de tanımaktan korktular.  Kimseye kötülüğü dokunmamıştı, en azından. Bu dört duvar arasındaki hiç kimseye...

  "Allah'ım çok mutsuzum ben burada." Kısa gülüşmeler... "Kimse sevmiyor beni. Hep dışlanıyorum. Kimse beni arasına kabul etmiyor." Birkaç kıkırdama ve mahçup gözler... "Tek bir arkadaşım vardı, o da gitti, kimse kalmadı yanımda. Kimse konuşmuyor, dalga geçiyorlar benimle."    Mahçup gözlerin sahibi kızıyordu. Günlüğünü yabancı ellerden almaya yelteniyordu ama nafile... 

  Kız, günlüğü alay ederek okumaya devam etti. Eski, yıpranmış defteri, sanki kendine ait bir şeymiş gibi avuçlarının arasında sımsıkı tutuyordu.

  O, yeniden günlüğünü almaya yeltendi. "Dalga geçmen bittiyse artık geri verir misin?"

  Alaycı kız dudaklarını büzüp arkasını döndü. Defterin bir sayfasını çevirdi hoyratça. Günlüğü okumaya devam etti. "Aşık oldum." Alaycı kızın yüzünde sinsi bir gülümse peydahlandı. Bütün gözler günlüğün sahibine çevrildi. Elinde olsaydı yerin dibine girmek isterdi. Kıpkırmızıydı ve gözlerini utançla kaçırıyordu. Ve evet, aşık olduğu kişi şu an, bu dört duvar arasındaydı.

  "Ah işte en merak ettiğim kısım başladı." Kız sabırsızlıkla yerinde kıpırdandı ve okumaya devam edeceği sırada, odanın kapısı açıldı ve içeriye giren orta yaşlı kadın ile bugünkü zorbalığın sonuna geldi. Utanmaktan kıpkırmızı olmuş yüzüyle defteri ilk fırsatta eline alıp yerine oturdu.

  Bu uğradığı ilk zorbalık değildi. Son da olmadı. Belkş de bilinen bilinmeyen, çok fazla haksızlığa uğradı.

  Bir sebebi var mıydı, peki?

  Hayır...

  Etnik kökeni farklıydı. Hakkında tek bilinen buydu. Aynı çatının altında, aynı gökyüzüne farklı pencerelerden bakmak dışında, kimsenin ondan bir farkı yoktu. Varsa bile nereden bilsinler ki? Kimse ona hiç kendini tanıtma fırsatı vermemişti. Bu da bir zorbalıktı aslında. O zamanlar ona bakmıştı herkes sadece, görmek kimsenin aklına gelmemişti. Nasıl kırıldığını, nasıl üzüldüğünü, kendini nasıl yalnız hissetiğini görmemişti kimse.

  Belki de gün geldi, aynı pencereden, aynı gökyüzüne baktı, o dört duvar arasındaki herkes ama artık farklı çatılar altındaydılar.

 Çünkü bir gün mutlaka, herkes kendi kalbinin ekmeğini yer.

]]>
Fri, 04 Mar 2022 22:32:01 +0300 B.