EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & TUĞBA İNCEOĞLU https://edebiyatblog.com/rss/author/TUĞBA-İNCEOĞLU EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & TUĞBA İNCEOĞLU tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Felsefe Hayatın Yolu, Bölüm 16 – Platon Kimdir? https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-16-platon-kimdir https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-16-platon-kimdir

Mağara Alegorisi’nden sonra yaşam hikâyesine göz atarak devam edelim büyük filozof Platon’a.

Platon M.Ö. 427 (veya 428) yılında Atina‘da doğdu. Soylu bir aileden gelen Platon’un annesi Periktione’nin soyu Solon’a, babası Ariston’un soyu ise Kodros’a kadar gitmekteydi. Adeimantus ve Glaukon adında iki erkek kardeşiyle, Potone adında bir kız kardeşi vardı. Mağara Alegorisi’nde olduğu gibi, Sokrates Glaukon ile konuşmaktaydı, yazmış olduğu diyaloglarda onların isimlerini de kullanmıştır. Çocukluğu ve gençliği bu aristokratik ortamda geçmiştir ve pek tabi çocukluğundan itibaren edebiyat ve felsefe hayatının hep içinde olmuştur. Gençlik yıllarında beden eğitimi dersleri almış, jimnastikle uğraşmış, güreş yapmıştır. Bazı kaynaklarda esas isminin “Arictocles” olduğu, göğsünün genişliğinden dolayı geniş anlamına gelen Platon takma adını aldığı söylenir. Gençliğinde sanatla da uğraşmıştır; lirik ve dramatik şiirler yazmış, ozan olmayı istemiş, doğa felsefesiyle meşgul olmuştur.

Platon’un hayatının yönü, Sokrates ile tanıştıktan sonra değişmiştir. Şiirlerinin hepsini yakmış, doğa felsefesine olan ilgisi yön değiştirmiş, ailesinin diğer üyeleri gibi aktif siyasette yer alma isteğinden vazgeçmiştir.

Platon’un çocukluk ve gençlik yıllarında Atina sıkıntılı dönemden geçiyordu. Platon bunun sebebinin başta bulunan yöneticilerden kaynaklandığını düşünüyordu. Çoğu cahildiler ve kendi çıkarlarının peşinde koşmaktaydılar. Hatta Sokrates gibi müthiş bir filozofu idam etmişlerdi. Genç yaşlarından itibaren bu yaşadıkları ve tanık oldukları ve de özellikle bu idam onu hayatı, evreni, erdemi, bilgiyi… sorgulamaya itmiştir. Bu sorgulamaları da yazmış olduğu eserlerindeki diyaloglarla yapmıştır. Esasında hocası Sokrates’in kullandığı Sokratik Yöntemi izlemiştir bilgiye ulaşabilmek için. Diyaloglarının pek çoğunun başkahramanı Sokrates’tir. Sokrates’in Savunması’nda Sokrates’in ağzından mahkemeyi anlatır. Devlet adlı eserinde yine başrolde Sokrates vardır. Konuştuğu insanlara sorular sorarak doğruyu bulmalarını sağlar.

Sokrates idam edildikten sonra Atina’da bulunan filozoflar tedirgin olmuşlardı. Hatırlarsınız Megaralı Euklides Atina’da bulunan filozofları kendi emniyetleri açısından yanına çağırmıştı. Platon’un da onun yanına gittiği rivayet edilir. Ondan sonraki yıllarda da sürekli seyahat etmiş Platon. Sokrates idam edildiğinde yirmi beş yaşında,  Atina’ya döndüğünde ise kırklı yaşlarındaymış. Kuzey Afrika’ya, Mısır’a ve İtalya’ya gittiği söylenir. Mısır’da matematik bilgisini geliştirdiğinden, Musevi Dini hakkında bilgi sahibi olduğundan, İtalya’da ise Pythagosçılarla tanıştığından bahsedilir. Bu dönemde yazdığı diyaloglarla ünlenmiştir. I. Dionysius Syracuse’a (Sicilya’da) davet etmiş ancak aralarında anlaşmazlık çıkınca köle olarak satmış Platon’u. Bir arkadaşı (muhtemelen Anniceris) tarafından satın alınarak özgürleştirilmiş. Sonrasında bir defa daha gitmiş Sicilya’ya Platon. I. Dionysios’un yerine geçen Dion talep etmiş. Kendi yerine geçecek olan II. Dionysos’u filozof-kral olarak eğitmesini istemiş. Ancak başarılı olamamıştır. Çünkü II. Dionysos hırslı, aktif bir yöneticiymiş, Platon ise idealist bir ahlakçı, uyuşamamışlar. II. Dionysos Platon’u alıkoymaya kalkmış fakat bu defa Platon kaçabilmiş.  

Platon’dan bize öğretileri dışında en büyük mirası bence tarihte ilk Akademi’yi kurmasıdır.  Akademi yani bugünkü üniversitelerin ilki. Kapısına da “Geometri bilmeyen içeriye giremez” yazdırdı. Nasıl mı kurmuş? Köle olduğu zaman kurtulması için fidye parasını ödeyen arkadaşına parayı geri ödemeye kalkar. O da kabul etmez. Platon’da gidip o parayla yer satın alıp Akademi’yi kurar. Platon, M.Ö. 348 (veya 347) yılında ölünceye kadar tüm çalışmalarını işte bu Akademi’de sürdürmüştür; politikayla sadece teorik düzeyde ilgilenmiş, eserlerini yazmış, Akademi’de Aristoteles de dahil olmak üzere pek çok filozof yetiştirmiştir. Akademi’yi kurmaktaki esas amacı ilim ve felsefe temelli bir politika eğitimi verip filozof-kralı yetiştirmekmiş. Platon’un Akademisi’nin varlığı M.S. 539 yılına kadar sürdü.

Gelelim eserlerine. Kaleme aldığı otuzdan fazla eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Hepsini diyaloglar halinde yazmıştır.  Eserlerinin hepsi hem felsefi hem de edebi niteliktedir.  Platon’un eserlerini, onun yaşamındaki dönemlere göre genel olarak üç kategoriye ayırabiliriz.

İlki erken dönem; bu eserlerinde bilgiyi ve inancın doğasını, ahlak ve erdemin kaynaklarını konu alır. Sokrates’in Savunması (Apology), Charmides,  Kriton, Euthyphro, Gorgias, Hippias I ve II, Ion, Laches, Lysis, Protagoras'ı sayabiliriz.

Orta dönem eserleri ise Kratylos, Euthydemus, Meno, Parmenides, Phaidon, Phaidros, Devlet, Şölen, Theaetetos’tur. Genel olarak ilk ve geç dönem arasındaki geçiş dönemi eseridir. Daha önceki eserlerinde Sokrates’in etkisi çok yüksektir. Örneğin Meno’da ilk defa kendi düşüncelerini açıklamaya başlar ve ilk defa yöntem konusuna değinir. Kişinin bilgiye sahip olmasa da doğru yöntemle öğrenebileceğini ortaya koyar.

Geç dönem eserlerini ise Critias, Sofist, Devlet Adamı, Timaeus, Philebus, Yasalar olarak sayabiliriz. Burada da daha çok bilgi, varlık, estetik konularında yazmıştır.

Uzunca bir süre kalacağız bu durağımızda. Böyle büyük bir filozofun görüşlerini tek tek incelemeye başlayacağız.

]]>
Sat, 08 Oct 2022 12:22:43 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe Hayatın Yolu, Bölüm 15 – Platon’un Mağara Alegorisi https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-15-platonun-magara-alegorisi https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-15-platonun-magara-alegorisi Yolumuz bu defa, çok büyük hatta felsefe tarihinin en büyük filozofu denilebilecek, Sokrates’in öğrencisi, Aristoteles’in hocası olan Platon’la kesişiyor. Platon ilk sistem filozofudur. Felsefesinin merkezinde “İdealar Öğretisi” yer alır. O filozof kimliğinin dışında çok iyi bir edebiyatçıdır, otuzun üzerinde eser kaleme almıştır. Onun düşüncelerini onaylamayabiliriz ancak felsefede açtığı çığırla insanlığın yolunu değiştirdiğini kabul etmemiz kaçınılmazdır. Alfred North Whitehead onun için “Avrupalı felsefi geleneğinin en genel özelliği, onun Platon'a düşülmüş bir dizi dipnottan meydana gelmesidir,” demiştir.

Platon’un görüşlerini anlayabilmenin en iyi başlangıç noktası bence “Devlet” adlı eserinde yer alan “Mağara Alegorisi”dir. Bu eserin orijinal adı “Politeía”’dır, İngilizce ismi “Republica” olup ülkemizdeki bazı kaynaklarda “Cumhuriyet” olarak anılır. Toplam on kitaptan oluşan bu eserin tamamını hocası Soktates’in ağzından diyaloglarla yazılmıştır.

Mağara Alegorisi’nin yer aldığı yedinci kitapta Sokrates, Platon’un ağabeyi olan Glaukon ile konuşmaktadır. Başlamadan evvel söylemek isterim ki okuyacağınız metin tüm yedinci kitabı kapsadığı için çok fazla bilgi ve detay içeriyor. Ancak Platon’un felsefesi için çok önemli olduğundan hiç kendi yorumu katmadan hemen hemen hiçbir detayı da atlamadan hepsini kısaca aktarmak istedim.     

Sokrates’in “Şimdi bir grup insanın hiç eğitim almamış olduklarını varsayalım. Hatta şöyle bir benzetme yapalım,” sözüyle başlar. Sonra mağara ve içinde yaşayan insanları tasvir etmesiyle devam eder.

Yeraltında mağarada yaşayan insanlar bulunur. Bu mağaranın girişi çok büyük ve mağaranın içi aşağıya doğru dik eğimlidir. Mağaranın aşağı doğru kısmında bir grup insan ta çocukluklarından beridir zincire vurulmuş olarak yaşamaktadırlar. Öyle sıkı zincirlenmişlerdir ki hareket edemezler ve hatta başlarını bile çeviremezler. Mağaranın o kısmı çok karanlık. Önlerindeki çok kısa bir mesafe dışında bir başka hiçbir yeri görmüyorlar. Arkalarında alçak bir duvar örülü, zincirlenmiş insanlar sırtları duvara dönük olarak oturuyorlar. Bu duvarın ardında, yukarıdaki kısımda bir ateş yakılmış. Ateş, mağaradaki zincirlenmiş insanların arkasından yansıyor.

Alçak duvarın ardında da insanlar var. O insanlar ise taş, ahşap gibi malzemelerden yapılmış insan veya hayvan şeklindeki kuklaları taşıyorlar. Bu bölümdeki insanların bir kısmı konuşuyor bir kısmı da susuyor. Mağaranın içinde zincirlenmiş insanlar, arkadan gelen ateşin etkisiyle o insanlarla kuklaların sadece gölgelerini görebiliyorlar ve onların uğultuları duyabiliyorlar.

Zincirlenmiş insanlar da kendi aralarında konuşuyorlar. Gördüklerine isim veriyorlar ve isimlerle gerçek şeyleri anlattıklarını düşünüyorlar. Duydukları sesleri ise o gördüklerinin sesi zannediyorlar. Bu zincirlenmiş insanlar için gerçek, esasında o nesnelerin gölgeleri.

Sokrates bu tarifinden sonra “Bu insanların zincirleri çıkarıldı ve her şeyi olduğu gibi görmeyi başladılar. Ne olacak?” diye sorar ve tek bir insan üzerinden konuşmaya devam eder.

İçlerinden birisini kurtarıp alalım, ayağa kaldıralım, kafasını çevirip yürütelim. Işığa baktığı zaman acı çeker, gözleri kamaşır. Yanından geçtiği bu nesnelerin ne olduğunu sorarsak şaşırır. Daha önceden gördüğü şeylerin esasında gölgeler olduğunu ve artık yüzünün gerçeğe dönük ve gerçeğe daha yakın olduğunu söyleyelim. Eski gördükleri yani gölgeler ona daha gerçekmiş gibi gelir çünkü kendi gözleriyle gördükleri bizim gösterdiklerimizden daha güvenilir gelir ona.

Bu kişiye dik ve zorlu yokuşu tırmandırmaya devam edelim ta ki mağaradan çıkıp gün ışığı görmesini sağlayıncaya kadar. Kişi direnir çünkü çok canı yanıyordur. Gözleri de kamaştığı için hiçbir şey göremez ve bizim gerçek diye adlandırdığımız nesnelere bakamaz.

Sonra Sokrates senaryoyu değiştirir; kişinin kendi iradesiyle yukarıya çıkma durumundan bahseder.

Eğer bu kişi kendisi yukarıya çıkmak isteyip ışığa alışarak yavaş yavaş çıkarsa önce gölgeleri görür, ardından insanların sudaki yansımalarını ve daha sonra insanların kendilerini. (Su muhtemelen mağaranın dışında, metinde daha önce hiç sudan bahsetmemişti.) En son gözlerini yukarıya çevirip aya, gökyüzüne, yıldızlara bakar. Hepsinden sonra da gözlerini güneşe doğru çevirir. Artık hedefi yansıması değildir. Sonrasında mevsimlerin, yılların ortaya çıkmasını sağlayan şeyin güneş olduğunu anlar. Mağarada gördükleri de dâhil olmak üzere, görünen her şeyi güneşin belirlediğini fark eder. 

Tüm bu gördüklerinden sonra mağarayı ve mağaradaki zincirlenmiş arkadaşlarını düşününce kendi durumunun ne kadar iyi olduğunu fark eder. Onlar için üzülür.

Mağaradayken bilgi durumlarına göre (gördükleri şeyleri bilme, hatırlama, tekrar ne zaman göreceklerine dair en iyi tahminde bulunma…) kendi aralarında kişilere değer veriyorlardı. O dışarıdaki için artık bu değerlerin hiçbir önemi kalmaz, mağaradaki yüksek değerde olan insanı kıskanmaz, tekrar onlar gibi olmak, orada yaşamak istemez. Ayrıca oraya dönecek olsa, henüz daha gözleri karanlığa alışmadan yeniden karanlığa dalsa, bu defa gözleri gölgeleri görmez. Mağaradaki insanlarda onunla dalga geçerler; mağaradan çıkmasının boşuna olduğunu ve gözlerine de boşu boşuna zarar verdiğini söylerler. O ise onları kurtarıp dışarıya götürmeye kalksa onu öldürmeye bile kalkabilirler.

Platon bundan sonra yine Sokrates’in ağzından “Glaukon! Örneğimizi biraz önce konuştuğumuz şeylere uyarlayalım,” diyerek tasarlamış olduklarını yorumlamaya başlar. Ancak bu yorumun doğruluğunun tartışılabileceğini ilave eder. Diyalogların bundan sonraki kısmını şu şekilde özetleyebiliriz;

Görünen dünya mağaradır. Mağaranın etrafındaki ateş de güneştir. Mağaradan yukarıya çıkan yokuş ve yukarıda görülen şeyler ise ruhun düşüncelerde yükselişidir. (Dışarıdaki bu dünyayı algılanır dünya olarak adlandırmış.) Algılanır dünyanın içinde iyi ideası vardır. İyi ve güzel olan her şey ondan gelir. Algılanır dünyadaki doğruluk ve kavrama, görünen dünyadaki ışığın dağılması da ondan gelir. İnsan, bunları kavradığı zaman kendi içinde ve dışında bilgece hareket etmeye başlar.

Buradan insanın iyi olma durumuna geçer. İyinin ne olduğunu anlayan insan, dünyevi şeylerle pek ilgilenmez, hep bu iyinin yanında yer almak ister.

Bu kısımda aklıma Sokrates’in söylediği “İnsan bile bile yanlış yapmaz,” sözü geldi. Gerçekten iyinin ne olduğunu öğrendiğimizde kötüden uzak duruyoruz galiba. Neyse metne geri dönelim.

Eğer bir insan yukarıyı görmüşse ve tekrar diğer insanların yanına döndüyse önce her şeyi muğlâk olarak algılar, karanlığa alışamaz. O insanlara esas doğruyu anlatmaya kalkarsa onlar tarafından garipsenir.

Akıllı insan, gözünde farklı iki sebepten bulanıklık çıkacağını bilir ya karanlıktan aydınlığa ya da aydınlıktan karanlığa geçmiştir. Söz konusu düşüncelerimiz de benzerdir. İnsan karşısındaki kişiye ya gülebilir ya da eleştirebilir. O kişi ya aydınlıktan karanlığa gelmiştir ya da karanlıktan aydınlığa çıkıyordur. Bu durumlardan ilkinde o kişiye gülebilir ancak aslında gülünecek olan gülendir, diğer durumda ise eleştirebilir.

İnsanın eğitimine geçer buradan. Der ki; “İnsanlar eğitimin adeta kör olan birine göz vermek gibi, bilgiye sahip olmayan bir ruha bilgi vermek olduğunu zannediyorlar ama yanılıyorlar.” Ruhlar öğrenme konusunda yeteneğe sahiptirler. Karanlıktan aydınlığa geçişte hem bedenin tamamında hem de ruhta değişiklik olur. Ruhun varlığa bakabilmesi için sıradan şeyleri bırakması ve varlığın en aydınlık kısmı olan iyiye bakması gerekir. Ruhun iyiye dönmesi için en kolay yöntem eğitimdir. Eğitimin amacı görme gücüne sahip olan ruhun doğru yöne bakmasını öğretmektir. Muhteşem değil mi?

Düşünme haricinde, ruh ile bedenin diğer güçleri birbirine denk olur. Başlangıçta denk değillerse bile çabayla denk hale getirilebilir. Düşünme ise tanrısal bir güçtür ve asla yok olmaz. Kendisine yol verildiği gibi iyi, kötü, yararlı, zararlı şekillerle girer. Büyük sıkıntılara yol açan insanların sorunu kötü olmalarıdır. Esasında düşünmeyi bilirler ve çok akılı da olabilirler. Hatta düşünceleri geliştikçe yapabilecekleri kötülükler de artar. İşte böyle bir ruha çocukluğundan itibaren verilecek eğitim ile doğru tarafa bakması sağlanabilir.

Platon, iyi bir yönetici ile mağara alegorisini bağladığı kısımlara geçiyor bundan sonra. Konuyu iyi bir yöneticinin özelliklerine ve nasıl eğitilmesi gerektiğine getirmeden önce toplumu oluşturan bireylerin yapması gerekenden bahseder. Doğası gereği iyi olan insanları doğru bilgiye yönlendirerek karanlıktan aydınlığa çıkmalarının sağlanması gerektiğini; ancak tıpkı mağaranın dışına çıkmış kişi gibi yani yeterince iyiyi görmüş olanlara ise dokunulmaması gerektiğini anlatır. Bunun da sebebinin toplumun ortak mutluluğa ulaşmasını sağlamak olduğunu söyler.

Filozofların yönetici olmaları konusunda ise şöyle bir ayrımda bulunur. Eğer filozof kendi kendisini yetiştirdiyse ondan yönetici olması talep edilmemelidir. Eğer filozofu devlet yetiştirdiyse o zaman topluma karşı sorumluluğu olduğu için yönetici olması talep edilmelidir. Mağaradaki yansımaların gerçeklerini çok daha iyi bildikleri için bu filozoflar gerektiği zaman gözlerini karanlığa alıştırarak o mağaraya dönmelidirler.     

Bir ülkede ne zaman ki yönetime bunu en az isteyen insanlar gelirlerse, o ülkede düzen kurulur. Kurulu düzen de en iyi düzendir.” Bunun temel koşulu söz konusu yönetimin filozoflara verilmesidir.

Bu ülkeyi yöneten insanlar zengindir, kastım akılları ve erdemleri olmasıdır. İnsanlar ancak böyle zenginlikle mutlu olurlar. Öte yandan bir ülkede iktidara geldikleri zaman, amaçları kendilerini zenginleştirmek olan insanlar varsa o ülkede düzen yoktur. Bu durumda herkes yönetici olmak isteyecek, iktidar için mücadele artacak ve sonuç olarak bu mücadele hem kişilere hem de devlete zarar verecektir,” diye açıklamalarını sürdürür. Bu yöneticilerin eğitiminin kolay olmadığını, bu eğitimin esasında ruhun karanlıktan aydınlığa geçmesi yani gerçek varlığa yükselmesi ve bunun da gerçek felsefe olduğunu söyler.

Platon tüm bunları bence bilerek diyaloglar halinde yazmış. Öncelikle hocası Sokrates’in yöntemini kullanmak istemiş. İkincisi, insan okurken bu soruları önce kendisi cevaplamaya çalışıyor sonra okumaya devam ediyor. Kişi okurken uyumuyor, her daim okuduklarının içinde sorgulama yapıyor, zamanımızın post-modern romanları gibi bir nevi. Ayrıca Platon’un bu tür yazması sayesinde okuyucu, yazıdan, konudan kopmadan bu kadar yığılı bilgiye ulaşabiliyor.

Gelelim bu eğitimin hangi bilimleri içerdiği konusuna. Jimnastik ve müzik. Bunlar bir askerin alması gereken eğitimlerdir. Sonra sayılar ve matematik. Matematiği özellikle öğrenme zorluğu çekenlere tavsiye eder çünkü ona göre matematik bilimi öğrenmiş olanların düşünce güçleri artar. Akabinde geometri. Geometrinin ise değişmeyen bilgi olduğu için, ruhumuzun özünü yükseltmeye yaradığına, bilim sevgisini arttırdığına ve aşağıda kalmayı değil yukarıya çıkmayı sağladığına inanır. Ayrıca diğer bilimleri kolayca kavramayı sağlar. Sonra astronomi ve de en son olarak diyalektik yani mantık biliminin eğitimi verilmelidir.

 Bir insan sadece akıl yürütme yoluyla ya da duyu organlarını kullanmadan nesnelerin özüne ulaşabilir ve ardından da iyinin özüne giderse, buna ulaşana kadar durmazsa o zaman görülebilen dünyanın sonuna gelmiştir, artık algılanan dünya da sonlanır.” Başlangıçtaki alegorisine geri döner.

Diyaloglar burada bitmez ama az kaldı. Bilginin çeşitlerine geçer. Ondan sonra hangi kişilik özelliklerine sahip kişilerin, kaç yaşlarında, hangi eğitimleri alması gerektiğini konuşurlar. Bu seçimleri de yine mantık yürüterek tespit ederler. En cesur, en kuvvetli, en güzel, akıllı ve doğaları gereği iyi olmalarının yanında verilecek eğitime uygun insanlar olmalıdır. Anlatılanları kolayca akıllarında tutanlar, öğretilenleri unutmayanlar, yorumlayabilenler ve tüm eğitimi almaya razı olanlar olmalıdır.

Matematik, geometri ve mantık dışındaki bilimlere çocukluktan itibaren başlanmalıdır. Ancak eğitim zorla yaptırılmamalıdır. Eğitimden çocuklar keyif almalıdır çünkü zorla öğrenilen şey akılda kalmaz. Yaklaşık yirmi yaşına geldiklerinde içlerinden üstün olanlar seçilip, tekrar eğitime tabi tutulmalıdır. Otuzlu yaşlarına geldiklerinde branşsal olarak nelere yatkın olduklarına bakılmalıdır. Ondan sonra diyalektik yani mantık verilmelidir. Erken yaşta asla diyalektik öğretilmemelidir, çünkü bu durumda öğrenciler fikirleri çürütmeyi oyun olarak görürler. Amaç doğruyu öğrenmektense fikirlerin tam zıddını söylemek halini alır. Bu da belli bir süre sonra onları inançsızlaştırır. Bunun sonucunda halkın gözünde hem kendileri hem de felsefe değerini yitirir. İnsan büyüdüğü zaman ise diyalektiği oyun olarak görmez, doğruyu öğrenmek için kullanır beraberinde felsefe de değer kazanır.  Mantık eğitimi de beş yıl sürer. Sonrasında bu kişileri tekrar mağaraya sokmak gerekir. Orada onları gözlemlemeliyiz. Yaklaşık on beş yıl sonra bütün konularda diğerlerinden üstün olanların son kısım olan her şeyi aydınlatan varlığa bakmalarını sağlamalıyız. İyinin kendisini gördükten sonra artık insanları düzen içinde yönetebilen iyi bir yönetici olacaklardır. Yaşamlarının bundan sonrasında gerektiği zaman siyasetle uğraşıp geri kalan zamanlarında bol bol felsefeyle uğraşacaklardır. Amaçları ise kendileri için şan şöhret kazanmak değil, halkın ve devletin devamını sağlayabilmek için kendileri gibi vatandaşlar yetiştirmek olacaktır. Bunları tamamladıktan sonra Mutlular Adası’na (iyilerin öldükten sonraki mekânı) gideceklerdir.

Bildiğiniz üzere eski Yunan’da kadınların, çocukların, kölelerin ve yurttaş olmayan erkeklerin yönetime katılma hakkı yoktu. Platon ise erkeklerle kadınları eşit kabul eder hem eğitim almaları hem de ilerleyen aşamada yönetime katılmaları konusunda ayrım yapmaz, “… belirttiğimiz doğaya sahip olan kadınlar da erkeklerle aynı durumda olacaktır,” der.

 Söz konusu bu devlet ve yasalarını asla ütopya olarak görmez, gerçekçi hedef olarak görür. Yalnız, ona göre bu sistemi sağlayabilmenin koşulu devleti bir ya da birkaç filozofun yönetmesidir.

Platon’un felsefesine başlangıç yaptığımız bölümün sonuna geldik. Daha sonraki bölümlerde onun yaşam öyküsü ve varlık felsefesi başta olmak üzere tüm felsefelerini inceleyeceğiz.

]]>
Tue, 20 Sep 2022 11:25:45 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Türklerin Yaratılış Mitolojisi https://edebiyatblog.com/turklerin-yaratilis-mitolojisi https://edebiyatblog.com/turklerin-yaratilis-mitolojisi Her Türk topluluğunun, birbirine benzer öğeler içeren evrenin yaratılışına ilişkin kendi mitolojileri bulunmaktadır. Bunlardan ön plana çıkan ise Altay Türkleri’nin efsaneleridir. İki büyük araştırmacı olan Radloff (Altay Yaratılış Efsanesi) ve Verbitsky’nin (Altay Efsanesi) derlemiş olduğu metinlerden Türk Mitolojisi hakkındaki temel bilgilere erişebiliyoruz. Sayın Hocamız Prof Dr. Yaşar Çoruhlu’nun “Türk Mitolojisinin Kısa Tarihi” adlı eseri bana bu çalışmamı yazarken yol gösterdi, kendisine buradan saygılarımı sunuyorum.

Hadi başlayalım.

Daha hiçbir şey yokken sadece su varmış. Güneş, ay, toprak yokmuş. Tanrı yalnız başına suyun üstünde uçmaktaymış. (Tanrı bazı kaynaklarda Bay Ülgen, bazı kaynaklarda ise Kayra Han olarak anılıyor.) Tanrı uçarken su dalgalanmış, Ak Ana (Ak-Ene) sudan çıkmış ve Tanrı’ya “Yarat!” demiş ve yaratırken de ’Yaptım oldu!’ de, başka bir şey söyleme! Hele yaratırken, ‘Yaptım olmadı!’ deme,” deyip tekrar suyun içine dönmüş. Tanrı, Ak Ana’nın sözünü tutmuş ve kendine benzer bir varlık yaratmış, adını “Kişi (İnsan)” koymuş. Tanrı ve Kişi siyah kazlar gibi suyun üstünde uçmaya başlamışlar. Bir süre sonra Kişi yaratanından daha yüksekte olmak istemiş ancak yükselmek yerine aşağıya, suya düşmüş. Boğulmak üzereyken Tanrı’ya onu kurtarması için yalvarmış. Tanrı “Ey insan, sudan dışarı çık!” emrini verince Kişi kurtulmuş.

Daha sonra Tanrı “Sağlam bir taş olsun,” demiş ve denizden sert bir taş dışarıya fırlamış, Kişi ile birlikte bu taşın üstünde oturmuşlar.

Tanrı bu defa dünyayı yaratmayı düşünmüş ve Kişi’ye suyun dibine dalıp toprak çıkarması emrini vermiş. Kişi suya dalmış avucuyla toprak getirmiş. Tanrı toprağı denizin üstüne savururken “Yeryüzü olsun,” demiş ve yeryüzü oluşmuş. Tanrı tekrar toprak getirmesi emrini vermiş. Bu defa Kişi aşağı inince iki avuç toprak almış. Birini Tanrı’ya vermiş, diğerini kendisine yeryüzü yapabilmek için ağzında saklamış. Tanrı yine toprağı savurmuş ve toprak kalınlaşmış. Kişi’nin ağzının içindeki toprak da kabarmış, boğazını tıkamış, neredeyse ölüyormuş. Kişi Tanrı’dan kaçmış, uzağa gittiğini düşündüğü anda Tanrı’yı yanında görmüş. Boğulmak üzereyken Tanrı’ya onu kurtarması için yalvarmış. Tanrı’ya yeryüzü yapabilmek için toprağı ağzında sakladığını itiraf etmiş. Tanrı’nın emriyle toprağı ağzından tükürmüş ve o topraktan yeryüzündeki küçük çamur tepecikleri oluşmuş. Tanrı Kişi’ye demiş ki; “Artık günahkârsın, bana kötülük yapmayı düşündün, sana itaat eden halkın ruhu da aynı şekilde kötü olacak. Bana itaat eden halkın ruhu kutsal olacak. Onlar güneşi, ışığı görecekler... Senin adın Erlik olsun. Kim günahlarını benden gizlerse o senin olsun. Senin günahlarından sakınan da benim olsun.”

Sonrasında dalsız tek bir ağaç büyümüş. Tanrı onu görmüş ve dalsız tek bir ağaca bakmayı hoş bulmamış. Tanrı bu ağacın dokuz dalı olsun, dokuz dalın ucunda dokuz insan oluşsun, her bir insandan dokuz halk oluşsun istemiş ve hepsi olmuş. (Söz konusu bu ağaçtan insanlar yere düşerken “Vak vak,” diye sesler çıkardıkları için Vakvak Ağacı olarak anılır.)

Erlik bazı sesler duymuş ve bu seslerin nereden geldiğini Tanrı’ya sormuş. Tanrı hem kendisinin hem de onun efendi olduklarını ve bu seslerin kendi halkından geldiğini söylemiş. Erlik halkını kendisi yaratabilecekken, Tanrı’nın yarattığını istemiş.

O halkı incelemek için yanlarına gitmiş; insanları, hayvanları ve diğer tüm canlıları görmüş. Fark etmiş ki halk sadece tek bir ağaçtan ve o ağacın belli dallarında bulunan meyvelerden yiyorlar. Bunun sebebini sormuş. İnsanlardan biri, bu ağacın dört dalındaki meyveleri yememeleri gerektiğini sadece gün doğduktan sonraki oluşacak olan beş dalındaki meyveleri yiyebilecekleri ve bunun Tanrı’nın emri olduğunu söylemiş. Ayrıca Erlik’i engellemek için köpek ve yılanı görevlendirdiğini ilave etmiş, o yaklaşmaya kalkarsa köpek onu yakalayacak, yılan da onu sokacakmış.  

Erlik ağaca yaklaşmış, Töröngöy’e (insanlardan birinin adı) Tanrı’nın beş daldan yenilmesi, dört daldan yenilmemesi konusunda yalan söylediği, tam tersini yemeleri gerektiğini söylemiş. O sırada yılan uykuya dalmış. Şeytan Erlik, yılanın içine girmiş ve ona ağaca çıkmasını söylemiş. Yılan ağaca çıkınca Tanrı’nın yasakladığı meyvelerden yemiş. Töröngöy ve birlikte yaşadığı kadın Edji’ye de yemelerini söylemiş. Törüngöy reddetmiş fakat Edji yemiş ve çok tatlı bulduğu için meyveyi Töröngöy’ün ağzına sürmüş. Anında her ikisinin de tüyleri dökülmüş ve utandıkları için birer ağacın arkasına saklanmışlar. O sırada Tanrı gelmiş. Bütün halk ağaçların arkasına saklanmış. Tanrı neler olduğunu sormuş. Edji cevaplamış; yasakladığı meyveyi yediğini ve Töröngöy’ün ağzına sürdüğü söylemiş. Tanrı neden böyle yaptığını sorunca da yılanın “Ye,” dediğini söylemiş. Yılana nedenini sorunca, o da içine şeytan girdiğini, nasıl girdiği sorusuna ise uyuduğu için girdiğini söylemiş. Köpeğe neden şeytanı yakalamadığını sorunca o da şeytanı gözlerinin görmediği söylemiş.   .

Tanrı hepsini cezalandırmış. Yılana artık şeytan olduğunu, insanların ona düşman olacaklarını, onu dövüp öldüreceklerini bildirmiş. Köpeğe ise insanların ona çok kötü davranacaklarını söylemiş. Edji’ye şeytana uyduğu için artık ölümlü olacağını, çocuk doğuracağını ve şiddetli ağrılar çekeceğini, Töröngöy’e ise şeytanı dinlediği için artık şeytanın adamı olduğunu, kendisine düşman sayacağını, şeytana uyarak artık onun dengi olma fırsatını kaçırdığını söylemiş. Artık insan yaratmayacağını ve insanın kendi soyunu kendisinin üreteceğini eklemiş. Onların dokuz oğlu ve dokuz kızı olacağını belirtmiş.

Tanrı en son olarak Erlik’e insanları neden kandırdığını sormuş. O da Tanrı’dan halkını istediğini ama kendisine vermediğini söylemiş. İnsanlara nasıl kötülük edeceğini, onları nasıl birbirine düşüreceğini anlatmış. 

Tanrı son olarak, “Sizi yerin üç kat altına, Güneş’i ve Ayı olmayan karanlıklar ülkesine atacağım, yiyeceğinizi de vermeyeceğim, kendi gücünüzle kendinizi doyurun, sizinle konuşmaya gelmeyeceğim, size May Tere’yi göndereceğim, her şeyi o size öğretsin,” demiş ve kendisi içinde göğün on yedinci katında bir nur âlemi yaratarak oraya çekilmiş.

 May Tere, Tanrı’nın emrettiği gibi Erlik’e ve halka her şeyi öğretmiş. Bir süre sonra Erlik, May Tere’den Tanrı’ya onun katına çıkabilmesi için yalvarmasını istemiş, May Tere’nin altmış iki yıl dua etmesi sonucunda Tanrı, Erlik’i göğe yükseltmiş. Tanrı’nın rızasıyla Erlik, gökte kendi dünyasını yaratmış. Erlik’in yarattığı kötü varlıklarla şeytanlar orada çoğalmışlar.  Tanrı’nın halkının yanında yaşayan Mandı Şire, Erlik’in gökyüzünde rahat yaşamasından rahatsız olmuş. Tanrı’ya kızdığı için, Erlik ile tek başına savaşmaya gitmiş. Gücü onu yenmeye yetmemiş. Mandı Şire Tanrı’ya Erlik’in halkı ile yeryüzünde yaşayan halk arasındaki eşitsizliğini anlatmış, Erlik’i göndermek için savaş açtığını ve başarısız olduğunu söylemiş. Tanrı, kimsenin kendinden daha güçlü olmadığı belirterek şimdilik Mandı Şire’nin Erlik’ten daha güçsüz olduğunu söylemiş. Belli bir süre sonra Mandı Şire’nin Erlik’ten daha güçlü olacağını, o zaman geldiğinde ona söyleyeceğini ve işte o zaman Erlik’i yeneceğini söylemiş. 

Uzun süre geçmiş. Mandı Şire zamanın geldiğini düşünmüş. Tanrı’nın yanına gitmiş ve onun rızasını alarak güçlenmiş. Silah istemiş, Tanrı ona cirit vermiş. Mandı Şire Erlik’in gökteki yerini parçalamayı başarmış. Oradan dünyaya düşen parçalar, o zamana kadar yeryüzünde olmayan taşları, kayaları, ağaçlı dağları meydana getirmiş. Erlik’e bağlı bulunanları da gökten atmış, onlar yere çarparak ölmüşler.

Gökteki yerini kaybeden Erlik sırasıyla kendisine önce bir tarlalık, sonra beş kulaçlık yer vermesi için Tanrı’ya yalvarmış. Ancak Tanrı reddetmiş. En sonunda Erlik elindeki sopayı yere batırmış ve sopanın ucu kadar yer vermesi için yalvarmış. Tanrı bu defa kabul etmiş. Fakat Erlik toprağın üstünde gök yaratmaya çalışınca Tanrı çok kızmış. Erlik’i engellemiş. Erlik’in yeraltına doğru dünyasını yaratmasını emretmiş ve ona artık güneş yüzü göremeyeceğini bildirmiş. Çok sonra, dünyanın sonu geldiğinde onu yargılayacağını söylemiş. Eğer o zaman kötülükten vazgeçmiş olursa, Tanrı onun iyi biri olduğuna karar verirse ancak o zaman kendi katına alacağını söylemiş. Aksi takdirde tekrar uzaklaştıracağını belirtmiş. Erlik ölüleri yanına almak istemiş ama Tanrı kabul etmemiş. Erlik yalnız kalacağından şikâyet etmiş. Tanrı ona sahip olmak istediklerini kendisinin yaratmasını söylemiş. Tanrı’nın rızasını aldığı için Erlik bir körük yapmış ve altına bir aksam yerleştirmiş. Yukarıdan çekiçle körüğe vurdukça alttan bir şeyler beliriyormuş; bir kurbağa; bir yılan, bir ayı... Böylece devam etmiş ta ki kötü ruhlar olan Almıs ve Şulumıs’ı yaratıncaya kadar. Tanrı kızmış Erlik’in elindekileri ateşe atmış. Ateşe altılan körükten bir kadın ve kıskaçla çekiçten ise bir erkek ortaya çıkmış. Tanrı her ikisine de sırayla tükürmüş. Kadına tükürdüğünde çok kötü kokan bir balıkçıla, erkeğe tükürdüğünde ise o da bir tür sıçana dönüşmüş.

Sonra Tanrı yeryüzündeki halkına dönmüş. Onlar için gerekli her şeyi yarattığını söylemiş. Onlardan onun için iyi şeyler yapmalarını istemiş. Artık uzaklara gideceğini ve uzun süre gelmeyeceğini ancak döndüğünde insanların iyilik ve kötülüklerine bakıp yargılayacağını söylemiş. Ayrıca onları “Şeytan sizden yemek isterse siz verin ama siz şeytanın yemeğini yemeyin çünkü o zaman onlardan olursunuz,” diye öğütlemiş. Kendisine ihtiyaç duymaları halinde çağırdıklarında onun yanına geleceklerini de eklemiş.

Gitmeden evvel bazı kişileri görevlendirmiş; Japkara, Manda Şire, Şal Jime, Podo-Sünkü.

Podo-Sünkü’ye güneşi ve ayı yörüngesinde sabit tutması görevini vermiş. Mandı Şire’ye yeryüzünü ve gökyüzünü beklemesini söylemiş. İnsanlara tüm iyilikleri öğretmeye devam etmesini buyurmuş. Ayrıca insanlara yaşamaları için gerekli olan işleri nasıl yapacaklarını da öğretmesini istemiş. Japkara’nın görevi ise hep Erlik’i izlemesiymiş. Erlik ölüleri almak isterse Manda Şire’ye söyleyecekmiş. Şal Jime’ye her şeyin yavrusunu ile içki içmiş insanları korumasını görevini vermiş. Ayrıca eceliyle veya Tanrı’nın, beylerinin uğruna savaşıp ölenleri Tanrı’nın yanına götürmek görevini de ona vermiş. Ancak intihar edenlerin, zenginden çalanların ve başkasına düşman olanların ölüsünü almamalıymış. Bir görevi de kötü ruhları gözetlemek ve eğer bu kötü ruhlar yeryüzüne çıkmaya kalkarsa May Tere’ye haber vermekmiş. May Tere’nin görevi ise kötülüğü iyilikten uzak tutmakmış. Tanrı gitmiş.  

Tanrı gittikten sonra Mandı Şire insanlara gündelik hayatlarında kullanacakları tüm iyilikleri öğretmiş. İşini tamamladıktan sonra gitme zamanı gelmiş ve bir rüzgârın oluşturduğu hortumla yeryüzünden ayrılmış. Japkara insanlara Mandı Şire’nin Tanrı’nın yanına gittiğini açıklamış. Onu aramamalarını tembihlemiş. Kendisinin de Tanrı’nın bir elçisi olduğunu ve Tanrı’nın yaşamasını söylediği ülkede yaşayacağını söylemiş. Son olarak insanların Tanrı’dan öğrendiklerinden sapmamalarını isteyerek kaybolup gitmiş.

 

]]>
Mon, 12 Sep 2022 18:21:11 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe Hayatın Yolu, Bölüm 14 & Sokratik Okullar https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-14-sokratik-okullar https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-14-sokratik-okullar Eğer daha uzağı görebiliyorsam, benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir,” demişti  Isaac Newton, hatırlarsınız. Felsefe yolunda karşımıza çıkan Sokratesçi Okullar işte tam da bu sözün göndergesidir.

Sokrates’in ölümünün daha doğrusu idamının ardından takipçileri onun öğretilerini devam ettirmişlerdir. O, çok renkli kişiliğe ve çok farklı düşüncelere sahipti, fakat bunların hiçbirini tamamen bilinçli olarak kaleme almamıştı.  Sokrates’in görüşlerinin bize iletilmesi ve geliştirilmesi ve de farklı düşüncelerin doğması işte onun ardılları, onların da ardılları tarafından olmuştur. Muhteşem bir zincir…

Sokrates’in ardılları pek çok okul kurmuşlardır. Bunları Sokratik (Sokratesçi) Okullar olarak biliriz. Felsefe dünyası açısından onun en büyük ardılı Platon’dur ve onun da öğrencisi Aristoteles. Onların görüşlerini ilerleyen bölümlerde detaylı olarak inceleyeceğiz (az kaldı).

Küçük Sokratik Okullar olarak adlandırılanlar ise Megara, Elis-Eteria, Kinikler, Kirene okullarıdır.

Megara Okulu” ile başlayalım. Kurucusu Megara’lı Eukleides’dir. Euclid, Öklid olarak da geçer ismi ancak Matematikçi Oklid ile karıştırılmamalıdır. Bir rivayete göre Eukleides Sokrates’in idamını izlemiştir ve idamının akabinde korkan tüm felsefecileri Megara Şehrine davet etmiş orada onlara koruma sağlamıştır. Sokrates’in iyinin tek olduğu düşüncesinden etkilenerek “Bir olan iyidir,” demiştir. Bu düşüncesinde Elea öğretisinden etkilendiği de söylenmektedir.

Megara Okulu’nun en önemli özelliği Eristik Sanatı geliştirmeleridir. Yunanca tartışma, kavga anlamına gelen “Eris” kelimesinden türetilen “Eristik” didişim demektir.  Eristik Felsefe’de ise konuşma ve tartışma amaçtır, içerik değil. Mantık’ın geliştirilmesinde Eristik Sanat çok önemli rol oynamıştır.

Eristik Sanat’ın en temel örnekleri Giritli, Kel, Boynuzlu’dur. “Boynuzlu” örneğini burada paylaşayım;

Kaybetmediğimiz şeye sahibiz. Boynuzlarımızı kaybetmedik. O halde boynuzlarımız vardır.”

Gelelim Elis-Eretria Okulu’na. Elisli Phaidon tarafından, Sokrates’in ahlak felsefesi üzerine kurulmuştur. Sokrates’in soylu hayatı ve bu yaşamından alınacak derslere odaklanmışlardır. Amaçlarından birisi de insan hayatında felsefenin yerini vurgulamaktır. Kurucusu Phaidon zamanında köleymiş, Sokrates onu satın alarak özgürlüğüne kavuşturmuş. Phaidon’a göre felsefe insanı ruhsal hastalıklarından kurtaran hakiki özgürlük veren bir kılavuz niteliğindedir.

Genel olarak daha bilinen diğer bir Sokratik Okul Kinikler’dir.  Kinikler ismini duyduğumuzda pek çoğumuzun aklına ilk Diogenes ve onun Büyük İskender’e söylediği o meşhur söz gelir; “Gölge etme başka ihsan etmem!” Bütün toplumsal kurallara karşı olan Diogenes ömrünü bir fıçı içinde yaşamıştır.

Kinik Okulu’nun esas kurucusu Atinalı Antisthenes’tir. Antisthenes önce Sofist Gorgias’ın öğrencisi olmuştur ve sonra ise Sokrates’in dostu. Kurmuş olduğu okul her iki filozofun düşünlerinden de etkilenmiştir. Sofist Gorgias’ın “Var olan birdir” olan birlik öğretisinden izler taşır. Antisthenes’e göre ilk varlık tanımlanamaz ve ilk varlık dışındaki varlıklar hep birleşik şeylerdir. Tanımları ise birleşimlerini oluşturan parçaların sayılmasından ibaret olacaktır. Gerçek bilgi, kendi içinde daha fazla parçalanamayan nesneler hakkındaki bilgidir. 

Diğer Sokratik Okullar gibi Kinik Okul’un öğretisi Sokrates’in erdem öğretisine dayanmaktadır. Onlar için hayatın amacı mutlu olmaktır, buna da erdemli hayat yaşayanlar ulaşabilir. Erdem konusunda Soktares’in hayat tarzından etkilendiklerini söyleyebiliriz. Bütün maddi unsurları reddederler; para, mal, mülk, şöhret… Toplumsal yaşama, evliliğe de karşıdırlar. Bu dünyada yaşayan tüm insanlar din, dil, ırk, cinsiyet gözetmeksizin eşittir. İdeal devlet anlayışlarında bütün insanlar bir sürü gibi bir arada yaşarlar. Bir nevi dünya vatandaşlığından bahsetmişler zamanında, resmen bir ütopya.

Küçük Sokratik Okullardan Kirene Okulu’na baktığımızda onların da Kinikler gibi bireyci olduklarını ve felsefelerini Sokrates’in ahlak felsefesine dayandırdıklarını söyleyebiliriz. Ancak aralarındaki en temel fark hazza bakış açılarıdır, hatta taban tabana zıtlardır.

Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos’tur ve o tarihte “Hedonizm”in kurucusu kabul edilir. Hedonizm (hazcılık) nedir peki?

Hazcılık veya hedonizm, hazzın mutlak anlamda iyi olduğunu, insan eylemlerinin nihai anlamda haz sağlayacak bir biçimde planlanması gerektiğini, sürekli haz verene yönelmenin en uygun davranış biçimi olduğunu savunan felsefi görüş (Vikipedi).

Aristippos hazzı iyi ile özdeşleştirir. Hazzı sağlayan şey iyidir, acı veren şey kötüdür, ne haz almadığımız ne de acı duymadığımız matematik, fizik gibi şeyler anlamsız ve değersizdir. Özellikle matematik çalışırken acı çeken veya çok zevk alan çocuklar ile tanışmamış her halde o. İşin şakası bir yana Aristippos hazzı iyi ile bağdaşlaştırmaktadır. Onun asıl kastettiği maddi hazlardır, Sokrates’en ayrılan yönü burasıdır. Hazları sınıflandırmış maddi hazları manevi hazlara üstün tutmuştur. Hazza bakışında esasında Protagoras’ın rölativizminden etkilenmiştir. Ona göre algılarımız bizim duyumlarımıza dair bilgiler verir, ne şeylerin doğasına ne de başka insanların duyumlarına dair bir şeyler söylemez. Algılarımız, algılanan nesne ile algılayan öznenin birbirini izleyen hareketlerinin çatışmasının anlık sonucudur. İşte bu durumda hissettiğimiz nazik, zarif, hoş ise iyidir, bizde haz yaratır. Sonuç olarak haz iyidir. Maddi hazlar anlık ve direkttir o yüzden manevi hazlara göre daha üstündür. Şiddetli anlık olan hazlar en iyileridir. İşyerinizde terfi aldınız veya çok zor bir sınavı geçtiniz ya da Mısırda yaşayan çok uzak bir akrabanızdan yüklüce bir miras kalmış, ne hissedersiniz? Aklıma birden Marquis de Sade geldi, sadece paylaşmak istedim, bir şey ima etmiyorum.

Bireyselci bir yaklaşımla hazcılığı savundukları için toplumu önemsemezler yani bireyin mutluluğu toplumun mutluluğundan önemlidir. 

Kirene Okulu’ndan hazcılık konusunda çok uç fikirlere sahip filozoflar da çıkmıştır; Hegesias gibi.

Hegesias intiharı doğru bir eylem olarak görüp öğrencilerine önermiştir. Onun da dahil olduğu Kirene Okulu mensuplarına göre hayatın amacı mutlu olmaktır. Onun kötümser dünya görüşlerinin başında tam mutluluğun var olmaması yer alır. Çünkü beden pek çok acı ve kederle doludur, ruh da bu duruma eşlik eder. Herkesin kendi mutsuzluğu vardır, zengininki fakirinkine, köleninki özgür insanınkine, aptalınki bilgeninkine benzemediği gibi. Ayrıca yaşam kadar ölüm de arzu edilesi bir durumdur. Bu hayatta mutlu olamıyorsak ölmeliyiz… İnanabiliyor musunuz bazı takipçileri bu sözlere kanıp intihar etmişler ama kendisi seksen yaşına kadar yaşamış intihar falan etmemiş… Yaşadığı dönemde sadece sürgüne yollanmış.

Sokrates omuzlarına birçok irili ufaklı devi almış ve onlara yeni yollar açmaları için ilham kaynağı olmuş. Onlar da ta günümüze kadar uzanan dar, geniş çeşit çeşit yollar inşa etmişler. Tabii ki yollar burada bitmeyecek, bizler de gelecek kuşaklara açılacak olan yeni yolların yapımında çalışacağız.

]]>
Tue, 19 Jul 2022 09:53:14 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 13, Sokrates https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-13-sokrates https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-13-sokrates Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değer olmayan bir hayattır.

Biraz durup bu sözü düşünmenizi isterim. Ne kadar anlamlı değil mi? Bu söz söyleneli beri iki bin beş yüz yıldan uzun süre geçmiş. Sokrates bu sözüyle halen bizi, bizlere dayatılmış olan dogmalardan sıyrılıp gözümüzü açmamız konusunda uyarmaya devam ediyor.

Felsefe tarihi boyunca karşımıza çıkan en önemli filozoflardan biridir Sokrates, hatta en başıdır diyebiliriz. Art arda gelen üç büyük filozofun ilkidir; Sokrates, Platon, Aristoteles. O Platon’un, Platon da Aristoteles’in hocasıdır. Felsefe tarihinde ilk defa düşünceleri sebebiyle idam edilen filozoftur. Felsefesiyle, yaşayış tarzıyla, Sokratik düşünce biçimiyle yeni bir çığrın açılmasına yol açmıştır.

Sokrates’ten önceki ilk çağ filozofları Pre-Sokratikler yani Sokrates öncesi filozoflar olarak anılırlar. Onlar daha çok doğa meseleleri ile ilgilenmişlerdir, güneşin yanan taş olduğunu, her şeyin atomlardan oluştuğunu… keşfetmişlerdir. Sokrates ise yönünü doğaya değil de insana, insanla ilgili meselelere ve ahlaka çevirmiştir, akılcı iç düşünmeyi başlatmıştır. Romalı filozof Cicero onun için “O, felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip şehirlerde barındırdı. Felsefeyi evlere sokup insanları hayat ve töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorladı,” der.

Felsefede her yeni düşünce başka birisinin düşüncesiyle bağlantılı olarak adım adım ilerler. Hatırlayacağınız üzere Bölüm 7’de bir rivayete göre Sokrates’in henüz çok gençken, Parmenides ile tanışmış ve ondan çok etkilenmiş olduğunu belirtmiştim. Parmenides’in metafizik alana büyük katkısı olduğu ve aynı zamanda Yunan mantık ve diyalektiğinin kurucusu olduğu kabul edilmektedir. Sokrates’in hem içinde bulunduğu tarihsel dönemin etkisiyle, hem doğa filozoflarının öne sürdükleri teorilerin ispatlanamaz  ve ona göre insanın hayatı için yararsız bilgiler olmaları (o günkü koşullar altında) sebebiyle, hem de Parmenides’in etkisiyle yönünü doğadan insanlık meselelerine kaydırmış olması ve Sokratik yöntemi geliştirmesi olasılığı çok yüksektir.

Sokrates M.Ö. 469 yılında Atina’da doğdu. Babası heykeltıraş, annesi ebeydi. Dik başlı, dobra, aklına uymayan şeylere itaat etmeyen, sürekli sorgulayan bir yapısı varmış. Giyimine özen göstermez, dünyevi ve bedensel hazlara pek ilgi duymazmış. Zamanın çoğunu sokaklarda dolaşıp insanlarla konuşarak, daha doğrusu onları düşüncesizliklerinden uyandırmaya çalışarak vakit geçirirmiş.

Yaşadığı dönemin Atina’sına bakarsak; Perslerle olan savaşı kazanan Atina Kent Devleti çok güçlü ve refah bir dönem geçirmişti. Bu dönem M.Ö. 431 yılında Sparta ile yapılan Peloponnes Savaş’ına kadar sürdü. Fakat bu savaşta yenilince zor günler başladı. Atina her ne kadar kent devleti olarak kalsa da Sparta’nın egemenliğini kabul etti. Akabinde başlayan veba ile nüfusunun üçte biri yok oldu. Bu dönemde hem Sokrates hem de Sofistler ön plana çıktılar. Soktates de Sofistler gibi retorik ustası ve şüphecidir. Ama hem metot bakımından hem de doğru bilgiye ulaşma konusunda birbirlerinden ayrılırlar. Sofistlerin düşünceleri rölativisttir, her şey görecelidir, onlara göre tek bir doğru bilgi yoktur. Oysaki Sokrates’e göre tek bir doğru bilgiye ulaşmak mümkündür. Doğru bilgiye ulaşmak için kendi geliştirdiği Sokratik Yöntemi kullanır. Tümevarım yöntemini izleyen diyalektik bir metottur. Başlangıcı “Bilgisizlik bilinci”dir.

Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”

Sokrates konuştuğu kişiye önce onun bilgisizliğini göstermek ister çünkü bir şey bildiğini düşünen kişi bilgi edinmeye çaba göstermez. İki aşamalı bir yöntem izler. İlki “ironi”dir; onun söz konusu konu hakkında bildiklerine ilişkin şüpheye götürecek, bilgilerinin doğruluğunu sorgulayıcı sorular sorar. Bu arada mutlaka kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu söyler. İkinci aşama ise “ebelik”tir (annesinin mesleği olduğunu hatırlatırım). Tabii ki bu aşama bir düşüncenin, fikrin doğuşudur. Sonucunda Sokrates tikel tanımlardan tümel tanımlara ulaşmaya çalışır. Tikel kavramını tek olarak, tümel kavramını ise tümü, bütünü olarak düşünebilirsiniz. Yani tek tek kavramlardan evrensel olan kavrama ulaşma çabasıdır.

Bu yöntem bana zamanımızın koçluk yöntemini çağrıştırdı. Onlarda da durum benzerdir. Koçlar asla cevabı vermezler, yönlendirici soru sormazlar. Kişinin kendisinin koçun sorduğu sorularla cevabını bulmasını sağlarlar.   

Tekrar Sokrates’e bakarsak, onun evrensel bilgi ile kastettiği iyiliğin bilgisidir.

Bilgi erdemdir,” der.

Erdem nedir peki?

O dönemdeki Yunan’da beş erdem kabul görmekteydi; adalet, ölçülülük, cesaret, dindarlık, bilgelik. Sokrates ise hepsinin temelinde iyiliğin olduğu düşünmekteydi, hatta tek erdem iyilikti ona göre. İnsan iyiyi seçiyorsa savaş alanında cesur olurdu, mahkemede yargıçken adil, ülkeyi yönetirken bilge…

Atina Kent Devleti’nde o dönemde demokrasi vardı. Temsili demokrasi değildi, yurttaşlar direkt yönetimde ve mahkemelerde görev alıyorlardı. Sadece hür erkekler yurttaş kabul ediliyorlardı. Kura ile parlamentoda görev alabiliyorlar, mahkemelerde yargıç olabiliyorlardı. Sokrates bunda çok büyük bir sıkıntı olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu göreve atanan o kişiler, o görevleri yerine getirebilecek yetkinliğe sahip olmayabiliyorlardı. Bir kunduracı bile işi konusunda uzmanken, yasalardan ya da adaletten anlamayan birinin kent devletinde yönetici veya mahkeme de yargıç olması toplumun geleceğini tehlikeye atıyordu. O yüzden tüm yurttaşların erdemli olması yani bilge olması yani evrensel iyinin bilgisine sahip olması gerekiyordu.

İyiliğin eğitim ile öğrenilebileceğini düşünüyordu. 

Kimse bile bile yanlış yapmaz.”

Bir kişinin yanlış içine düşmesinin sebebini iyi olanı bilmemesi, görmemesi ve yanıltılması olarak görmekteydi. Böyle bir kişinin aydınlatılması, bilgisizlikten kurtarılması gerekiyordu.  Sokratik metot işte burada devreye giriyordu. Tüm kenti dolaşıyor, tek tek kişilerle konuşuyordu. Onları bilgisizliklerinden uyandırmak istiyordu.  Özellikle gençler çok ilgi gösteriyorlardı Sokrates’e. Zamanla bu yönetimin dikkatini çekti ve hakkında “Devletin tanrılarını tanımamak, başka tanrılar getirmek ve gençlerin ahlakını bozmak” suçlamalarından dolayı dava açıldı. Toplam beş yüz yargıç tarafından yargılandı.  

Sokrates’ten bize kalan yazılı bir metin yoktur. Çünkü o yazının düşünceyi sınırlandırdığını düşünüyormuş, hiçbir düşüncesini kaleme almamış. Ondan bize kalan tüm bilgiler Platon gibi onun yanında yer alan filozofların yazdıkları ya da düşmanlarının yazdıkları ile ulaşmış bulunuyor.

Hakkında açılan davada yaptığı konuşmaya dair o meşhur “Sokrates’in Savunması”nı Platon kaleme almıştır.

Savunmasındaki iki bölüm çok ilgi çekicidir. Burada paylaşmak istiyorum.

Bilgisiyle ün almış birisine gittim. Doğrusu ikimizin de iyi güzel bir şey bildiğimiz yok ama gene ben ondan bilginim çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor. Bense bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim. Çünkü bilmediklerimi bilirim sanmıyorum.”

Yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran bu devleti yerinden oynatmak için Tanrının tebelleş ettiği benim gibi bir at sineğini kolay kolay bulamazsınız. Ben Tanrının devletinin başına tebelleş ettiği at sineğiyim: her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyor, ardınızı bırakmıyorum. Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız.”

Bu savunma pek çoklarını rahatsız ettiği için onu baldıran zehri içerek ölüme mahkum ettiler. Sokrates doğru bildiklerinden, savunduklarından vazgeçmedi; ondan önceki filozofların yaptıkları gibi de kaçmadı. Zamanı geldiğinde zehri içip öldü.

Yazıyı burada kapatamıyorum çünkü onun diamonundan ve ahlak anlayışından henüz bahsedemedim.

Sokrates içinde ona yol gösteren bir nevi tanrısal bir ses olduğundan bahseder ve ona “Diamon” der. Diamon, onun vicdanının sesi olarak da değerlendirilebilir, daha çok ahlaki tavsiyelerde bulunurmuş. Parmenides’in de “Doğruluk Tanrıçası” vardı bilmem hatırlar mısınız?  

Ahlak anlayışına baktığımızda, ona göre hayatın amacı mutlu olmaktır, yani insanın ereği mutlu olmaktır. Mutlu olmak ise insanın kendi kendiyle uyumlu olmasıdır. Onun mutluluk anlayışı Demokritos’unkine benzer, bedensel ve maddi hazları kastetmezler.

Sokrates insanın beden ve ruhunu ayırır.  Ona göre önemli olan ruha özen gösterilmesidir, insan daha çok bedenine özen gösterir, maddi hazlara yönelirse ruhu özgür olamaz. Ancak burada tamamen hazcılığa karşıt da değil. Bir nevi dengeye yakın bir durum olması gerektiği görüşünde. Ruha özen göstermek demek ruhun yetkinleştirilmesidir, o da insanın iyi olma hali yani erdem ile ilişkilidir.  “Bilgi erdemdir,” sözüne çıkıyoruz tekrar. 

Sanki bütün düşünceleri bir döngüsellik içeriyor. Bilgi, erdem, iyilik, iyi olma hali…

Erdemli birisi başkasına kötülük yapmaz ona göre. O kişi bilir ki başkasına kötülük yapmak esasında yapan kişinin ruhuna zarar verir. Belki de idamına karşı çıkmamasının sebeplerinden biri de budur; aslında ruhları zarar görenler o kararı verenlerdir.

 

]]>
Sun, 26 Jun 2022 17:03:46 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 12, Sofistler https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-12-sofistler https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-12-sofistler Yolumuza felsefede antropolojik dönemi başlatan Sofistler ile devam ediyoruz. Hatırlarsanız onlardan önceki dönem Doğa Felsefesi dönemiydi; Thales ile başlamış, Demokritos ile tamamlanmıştı. Antropolojik dönemin felsefecileri veya filozofları doğaya değil, insan ve insanla ilgili meselelere odaklanmışlardır. Antropoloji Yunanca antrhropos (insan) ile logos (bilim) kelimelerinin birleşmesinden doğan “İnsan-bilimi” demektir. Antropolojik dönemin ilk temsilcileri olan sofistler Pisagor gibi bir okul kurmamışlardır. Kendi aralarında fikir birliğine sahip değillerdi. Ortak bir felsefi görüş çizmeseler de onların görüşleri daha çok bilgi, ahlak, hukuk, siyaset, din alanlarındadır. Bilgi anlayışları genel olarak rölativist (göreceli) ve şüphecidir.

Sofistler ile felsefenin ilgisi neden doğadan insana kaymıştır? Tabii ki cevabı dönemin sosyal, siyasal, ekonomik durumda gizlidir. M.Ö. 5. yüzyılın ortalarına kadar Yunanlılarla Persler arasındaki savaş sürmüştür. Tüm savaşların sonunda Persler’i yenen Yunan koloni ve devletlerinden Atina Devleti olmuş ve oldukça güç kazanmıştır. Atina, parlamentosuyla katılımcı demokrasiye sahipti, ekonomik yönden güçlüydü. Toplumda bilgi sahibi olmak ve iyi konuşmak önemliydi. Kişilerin hem parlamentoda güçlü olabilmeleri hem de varsa haklarında açılan davaları kazanabilmeleri için bu iki özelliğe sahip olmaları gerekiyordu. Sofistler para karşılığında ihtiyacı olanlara eğitim veren gezgin öğretmenler olarak o dönemde karşımıza çıktılar. Sofist kelimesi Yunanca sophistai kavramında türetilmiş olup “Bilgelik öğreten kişi” anlamındadır. Siyasette yararlı olmayı öğretmişler, retorik (söz söyleme sanatı) üstüne dersler vermişlerdir. Onların felsefeye olan katkıları yadsınamaz olsa da bazı kaynaklar filozof oldukları konusunu tartışmaktadır. Sokrates, Aristoteles ve özellikle Platon sofistleri işi oyuna getirdikleri, safsataya döktükleri ve para karşılığında ders verdikleri için eleştirmişlerdir. Onlara yapılan tüm eleştirilere rağmen Protagoras, Gorgias gibi sofistlerin görüşleri oldukça önemlidir.

Felsefe tarihinde etki bırakan bazı sofistlerin görüşlerine bakmaya başlayalım.

Protagoras ilk sofist olup M.Ö. 481 yılında Abdera’da doğmuştur. Hayatının bir kısmını Atina’da geçirmiştir. M.Ö. 411 yılında hakkında verilen idam cezasından gemiyle kaçarken boğularak ölmüştür.

İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olanların varlıklarının da, var olmayanların var olmadıklarının da.”  

Onun en bilinen fragmanıdır bu söz ve rölativizmini ortaya koyar. Rölativizm, görecelik, olgu, olay ve kavramların mutlak olmayıp kişinin algısına, içinde yaşadığı toplum ve çağa göre farklılık gösterdiğini anlatmak için kullanılan kavramdır. Protagoras bu sözüyle hem bütün insanlığı kapsayan evrensel bir doğru olmadığını, hem de tek bir birey açısından bütün eylemlerini kapsayan tek bir ilkenin olmadığını anlatmak ister.

Bu zamanın gençlerinin çok kullanmış olduğu bir söz var “Kime göre, neye göre…” Bu söz Protagoras’ın göreceliğinin özetidir bir nevi.

Hatırlarsanız Herakleitos evrendeki her şeyin her zaman değiştiği görüşüne sahipti. Protagoras onun bu düşüncesinden etkilenmiş olup bu düşünceyi bir adım öteye taşımış, bilgiye ulaşmanın imkânsız olduğunu söylemiştir. Sayın Prof. Dr. Macit Gökberk Felsefe Tarihi adlı eserinde Protagoras’ın görüşünü şu şeklide ifade eder; “Duyumlar da duyumlayanın o andaki durumuna bağlıdır. Onun için algı objeyi bize, ancak algılayanın algılama anındaki durumuna nasıl görünmüşse öyle bildirir. Protagoras için duyu algısı bundan doğan sanı (doksa) biricik bilgimizdir.”

Peki, bilgi ile sanı arasındaki fark nedir? Sayın Prof. Dr. Teoman Duralı’nın bir söyleşisinde ifade ettiği gibi açıklamak istiyorum; yaşarken karşılaştıklarımız üstümüzde bir etki yaratır. O etkilerin değerlendirilme seviyeleri, dereceleri vardır. Çok kısıtlı değerlendirmeler bilginin en alt katmanını vermektedir. Buna sanı (zan, doksa) diyoruz. Sanı en alt seviyedeki bilme durumudur, üzerine bir düşünme, tecrübe gerçekleşmemiş halidir.  Bir resim olarak zihnimizde vardır. Bilgi ise bunun çok ötesindeki bir durumdur, düşünme, tecrübe, deney…  gerektirir.

Bilgi sofistlerde teorik merakı gidermek için değildir, pratiğe katkısının ne olacağına bakarlar. Protagoras için bilginin yararı önemlidir; “Bir sanı bir başka sanıdan daha doğru olmayabilir ama daha iyi, daha yararlı olabilir. Daha iyi, daha yararlı sanıları olan kimse bilgilidir, bilgedir, dolayısıyla başkalarını bu daha iyi sanılar yetiştirebilecek durumdadır.”

Gorgias ise bilginin imkânsız olduğunu savunur.

Hiçbir şey yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de başkalarına aktaramazdık.”

Sofistler için erdem (arete) çok önemlidir. Erdemli olmak ise bir yurttaş olarak üstün ve yetkin olmaktır onlara göre. Bu sebeple hepsi yurttaşları eğitmek için ders vermişlerdir. Bu derslerde de daha önce belirttiğimiz gibi retorik çok önemlidir. Bilginin pratik değeri konusunda bir örnek vermek isterim. O zamanın mahkemelerinde kişiler kendi savunmalarını kendileri yaparlarmış. O sebeple de yurttaşlar sofistlerden ders alırlarmış. Yalnız belirtmeden geçmek istemiyorum; ne kadar acı ki Atina Devleti’ndeki yurttaş kavramına, kadınlar ve köleler dâhil değildi. Bununla beraber kişinin kendi emeğiyle para kazanması küçümsenirmiş. Bazı filozofların sofistleri beğenmemelerinin sebebi de emekleri karşılığında para kazanmalarıymış.

Gelelim Protagoras’ın şüpheciliğine. Tanrı hakkındaki görüşü şüpheciliğinin temelini oluşturur ve idam cezasına çarptırılmasının yolunu açmıştır. Onun tanrılar hakkındaki görüşü agnostiktir. Agnostisizm (bilinemezcilik) en yaygın ve bilinen tanımıyla, tanrı veya tanrısal varlıkların bilinemez veya varlığı ile birlikte yokluğunun da kanıtlanamaz olduğunu savunan bir felsefi görüştür (Vikipedi). Tabii ki bu kelime o yüzyılda kullanılmıyordu. Protagoras, tanrıların var olup olmadıkları sorusu karşında çaresiz olduğunu söyler. İki sebep ileri sürer; ilki tanrıların duyularla algılanamaması; ikincisi ise insan hayatının kısa olmasıdır.

Kritias ise tanrıların tümüyle keyfi olan, politik hesaplarla bulunmuş bir takım kuruntulardan başka bir şey olmadıklarını söylemiştir.

Protagoras’a göre her şeyin üzerine birbirine zıt iki söz söylenebilir, her ikisi de kuvvet bakımından birbirine denktir. Bu görüşüyle de şüpheci yaklaşımını bir kez daha ortaya koymuştur. Retorik o sebeple çok önemlidir çünkü doğru, yanlış veya haklı haksız yoktur. Önemli olan karşı tarafı sözlerle ikna etmektir.    

Sofistlerin insanlığa katkılarının başında, felsefenin insanın psikolojik yönünü incelemeye başlaması gelir. Eğitim vermeleri sırasında ihtiyaç duydukları için bu incelemeyi yaparmışlar. İlk olarak dilde çalışmalar yapmışlar. Prodikos eşanlamlı sözler, Hippios gramer, Gorgias stil ve Protagoras ise sözcüklerin doğru kullanılması üzerine yoğunlaşmışlardır. Mantık üzerine de çalışmalar yapmışlardır. Gorgias duygulanımları incelemiş ve sevinç, acı, yüreklilik, korkuyu dört temel duygulanım olarak belirlemiştir.

Sofistlerin, devlet ve hukuk ile ilgili düşünceleri birbirinden farklıdır. Protagoras bugün kullandığımız şekliyle “toplum sözleşmesi” ve tüm insanların eşit olduğu düşüncesi üzerinde durmaktadır. (“Toplum Sözleşmesi”ni zamanı geldiğinde çok detaylı olarak konuşacağız.) Kallikles, Thrasymachus sert anlayışa sahiptirler. Thrasymachus adaletin yasalara uymak olduğunu, yasanın ise hakimlerin kendi iradelerinin yargıladıkları kişilere zorla kabul ettirmeleri olduğunu öne sürer. Kallikles’e göre insanlar ikiye ayrılır; zekiler ve aptallar. Zekiler kendi kurallarını aptallara dayatmanın yollarını bulurlar; bu yol bazen ahlak bazense din şeklindedir.

Sofistler, “doğal olan”la (physis-doğa), “insan yapıtı” (nomos-kanun) arasındaki farkı incelemişler, hukuk, ahlak ve din kuralları hakkındaki görüşlerini bu ayrım üzerinden ifade etmişlerdir.

Antiphon görüşlerinde doğanın koyduğu kuralları seçer. Çünkü doğada her şey eşittir. İnsan yapıtı kanunlar gibi keyfilik yoktur. Mesela doğada insanlar arasındaki gibi bir soyluluk kavramı yoktur.

Kallikles de tercihini doğadan yana yapsa da izlediği düşünce sistemi tamamen farklıdır. Ona göre toplumdaki kuralları çoğunlukta olan zayıflar tanımlar. Amaçları da güçlü olanların gücünü engellemek içindir. Örneğin “istemeyi” kötü olarak tanımlamaktadırlar. Oysaki doğa da hırsları engellemek yoktur, onları mümkün olduğunca tatmin etmek vardır.

Sofistlerin toplumsal düzen için tehdit unsuru olarak görülmesinin sebeplerinin başında, doğal hukuku, insanların koymuş olduğu (pozitif) hukuktan üstün görmeleridir.

Felsefede tek bir doğru yoktur. Önemli olan sorular sorarak olgu, olay ve durumlara farklı açılardan bakmayı öğrenip fikirleri genişletmektir. Sofistler bence bu en iyi yapan felsefecilerdendir. Sordukları sorularla, görüşleriyle toplumda istenmemiş, eleştirilmiş hatta idam edilmeye çalışılmışlardır. Oysa ki temas ettikleri pek çok insanın düşünce kalıplarını kırmalarını sağlamışlardır. Bugün bile biz onları okurken, görüşleri üzerinde düşünürken bu etkiyi hissedebiliyoruz.

]]>
Sat, 11 Jun 2022 18:13:16 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 11, Demokritos https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-11-demokritos https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-11-demokritos Gerçek, atomlar ve atomların hareketleridir.”

Bu sözü Demokritos  M.Ö. 5. yüzyılda söylemiş, inanabiliyor musunuz?

Felsefe tarihinde o ve hocası Leukippos “Atom Teorisi”nin kurucu sayılırlar. Muhtemelen bilmeyen yoktur Atom Teorisi’ni ama yine de Wikipedia’daki tanımına bir bakalım:

“Atom Teorisi; maddenin atom adı verilen süreksiz ve ayrık yapılardan oluştuğunu belirten, maddenin doğası üzerine bir bilimsel teoridir. Antik Yunan’da felsefi bir kavram olarak başlayan bu düşünce, 19. yy başlarında kimya alanındaki keşiflerin de maddenin gerçekten atomlardan oluştuğunu destekleyen bulgularıyla kendisine ana akım bilimde yer edinmiştir.”

Bundan 2500 yıl önce, neyi, nasıl inceleyip bu teoriyi yaratmışlar insanın gerçekten dimağı tutuluyor. Bu fikre nasıl ulaştıkları bir yana, her ikisinin, özellikle hocası Leukippos’un yaşamı hakkında bile çok fazla bilgiye sahip değiliz. Meselâ, Demokritos’un doğum yılı tahmin ediliyor, kesin bilgi mevcut değil; M.Ö. 460 olduğuna inanılıyor. Çünkü Anaksagoras’tan 40 yaş küçükmüş. Doğum yeri ise kesin olmamakla beraber bazı kaynaklara göre bugünkü adıyla Sığacık (İzmir) yani Teos, bazı kaynaklara göre ise ömrünü geçirdiği yer olan Batı Trakya’da bulunan Abdera. Bundan sonraki bilgiler biraz daha net. En çok seyahat eden filozofmuş; Yunanistan’ı, Mısır’ı, Anadolu’yu, İran’ı dolaşmış. Hiç siyasetle uğraşmamış. Yaklaşık 100 yıl süren ömrü süresince bilgin hayatı yaşamış. “Bir tanıt bulmayı Pers kralı olmaktan üstün tutarım,” sözü bunu kanıtlar niteliktedir.

Demokritos materyalist bir filozoftur. Atomculuğu tüm felsefesinin temeli oluşturur; arkeyi açıklaması, evren tezahürü, bilgi felsefesi ve hatta ahlak felsefesi. Detaylara girmeden evvel belirtmek isterim ki Demokritos İlk Çağ filozofları arasında felsefe yolumda karşıma çıkan en sevdiğim filozoftur. Öyle ki bir gün zaman makinesi yapılsa, geçmişe gidip birisiyle tanışma fırsatım olsa, tanışmak için Demokritos’u seçerdim. Ancak bir kadın olarak beni çok hoş karşılayacağını düşünmüyorum. Maalesef ki o dönemin pek çok filozofu gibi hakkında cinsiyet ayrımcığı yaptığı söylenmektir. Belki bu kadar ileri görüşlü birine anlatabilirim bu düşüncelerinde haksız olduğunu.

Onun ve hocasının müthiş atomculuğunun ayrıntılarına başlayabiliriz. Yalnız hangi düşüncelerin onun, hangilerinin hocasına ait olduğunu net olmadığı için pek çok kaynakta yer aldığı gibi ben de Demokritos’un fikirleri olarak paylaşacağım sizlerle.

Ona göre arke atomlardır. Her cisim kendisinden geriye gidilmeyecek küçük parçalara bölünebilir. İşte o parçalara “Atom” der. Atomun Yunanca kelime anlamı “Bölünemez”dir.  Ona göre, atomların dışında, atomların içinde hareket ettiği boş uzay vardır. Atomlar yaratılmamıştır, ezeli ve edebidirler. Sonsuz sayıdadırlar. Hareketlerinin sebebi ne Empedokles’teki gibi sevgi ve nefrettir ne de Anaksagoras’taki gibi Nous’tur. Ona göre atomların daimi hareketlerinin sebebi mekanik zorunluluktur. Boş uzay sebebiyle atomlar hareket imkânı kazanırlar.

Atomların hepsi cisimseldir, uzayda yer kaplar, ağırlıkları/hafiflikleri, yoğunlukları, sertlik dereceleri ve şekilleri vardır.  Renk, sıcaklık/soğukluk, ses gibi nitelikleri yoktur. Onlardaki tek değişiklik boş uzayda yer değiştirmeleridir. İkinci olarak saymış olduğum nitelikler duyu yanılsamalarından kaynaklanır. Duyu bilgisi asıl gerçeği görebilecek kadar kesin değildir, kesin bilgi akılla kavranabilir.

Evren tasarımı çok kesin bir mekanist görüşe sahiptir. Mekanizm, tüm olayları hareket ve hareket yasalarına dayanarak açıklayan görüştür. Atomlar en başından beridir boş uzayda kendiliklerinden hareket ederler yani yer değiştirirler. Bu hareketleri ağırlıkları ile ilgili olarak yavaş ve hızlı olabilir. Hareket halindeki atomlar uzayın belli bir yerinde karşılaşınca bir çevrinti oluşmuş. Bu çevrintiyle ağır ve kaba olanlar ortada toplanıp  toprağı meydana getirmiş, hızlı ve ince olanlar yukarıya itilip suyu, havayı ve ateşi oluşturmuş. Gök cisimleri de boşluğa fırlayıp tutuşmuş olan taşlardır. Hatırlarsınız Anaksagoras da az daha ölümüne yol açacak olan gök cisimleri açıklamasını benzer şekilde yapmıştı.   

Rastlantının sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimizden ileri gelir; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız.”

Yukarıdaki sözünden de anlaşılacağı gibi teleolojik açıklamayı kabul etmez o. Mekanist görüşün kurucusu Demokritos tamamen mekanik sebebi kabul eder. Mekanist görüşün temel sorusu “Olay hangi amaca yaradı?” değil; “Daha önce hangi koşullar olaya yol açtı?” sorusudur. İkinci sorunun cevabı bizi bilimsel bilgiye ulaştırır.

Bu ortaya koyduğu teorilerle yaşadığı dönemin en önemli doğa bilimcisidir Demokritos. Ama o sadece doğa bilimcisi değildir, aynı zamanda kendi döneminin çok önemli ahlak felsefecisidir. Ahlak konusundaki temel görüşleri halen geçerliğini korur.

Kendi değişiyle önemli olan;

Hayatı olabildiği kadar çok neşeyle ve olabildiği kadar az sıkıntıyla geçirmektir.”

İnsan sürekli bir “iç dinginliğine” (ataraksia) sahip olmalıdır. İnsan iç dinginliğine sahip olursa “iyi bir durumda olma/ruh iyiliği” (euthymia) halinde olur ve mutlu bir yaşam sürebilir. Ayrıca o mutluluğun gelip geçici, bedensel hazlara yönelik, yüzeysel bir duygu olduğunu düşünmez.

Euthymia hali içinse bazı önerileri vardır; İlki, duygulanımları yenmektir. İkincisi ruhta hiçbir korkuya (ölüm korkusu da dahil), boş kuruntuya, tutkuya yer vermemektir. Üçüncüsü ise ölçülü ve dingin bir şekilde yaşamaktır. Bunları uygulayabilmek için özelikle en önemlisi olan ölçülülük için aklımız ve düşünme gücümüz bizlere rehberlik edecektir.  

Peki, atomculuğu ile ahlak felsefesinin bağlantısı nedir acaba diye sorabilirsiniz. Demokritos “Tin”in de (ruhun da) atomlardan oluştuğuna inanıyordu.  

Müthiş bir sözüyle ahlak felsefesine bakışını kapatayım. “Büyük hazlar güzel eserlerin temaşasından doğarlar.”

Felsefenin yolu, Atomcular (Leukippos ve Demokritos) ile bilimsel yola dönüp çok ileriye taşınmıştır. Ancak bu yol uzunca bir süre devam edememiştir. Sofistler, Sokrates, Platon ve Aristoteles ile başka bir açılıma yönelip (metafiziksel, dinsel…) bilimsel alan dışına çıkmıştır.

Bertrand Russell Batı Felsefe Tarihi isimli eserinde Demokritos’tan sonraki felsefenin gidişatı ile ilgi olarak şöyle yorumlamıştır. “Önceki, eşi görülmemiş başarıya karşın, bu noktada, çöküşün ilk tohumları atılmış, ardından, aşama aşama bir gerileme başlamıştır. Demokritos’tan sonra, en iyi felsefe bile yanlış olan, insan üzerinde, onu evrenle karşılaştırarak gereksiz yere durmaktadır.”

]]>
Mon, 30 May 2022 16:14:42 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 10, Anaksagoras https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-10-anaksagoras https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-10-anaksagoras İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren cehalet her yerde ve her yüzyılda karşımıza çıkmaktadır. Hatta o öyle sarmal bir döngüdür ki, bir başladı mı dolanmaya çevresindeki her şeyi siler, süpürür, yok eder. Yaşadığı dönemde cehaletin yok etmeye çalıştığı ancak başaramadığı filozoflardan birisi, hatta ilki diyebileceğimiz Anaksagoras’tır. Bugün yolumuz onunla kesişiyor. Anaksagoras’ın başına ne gelmiş peki?

Anaksagoras M.Ö. 500 yılında İyonya’nın Klazomenai şehrinde doğmuş. Klazomenai bugün İzmir Urla’nın sınırları içerisinde bulunuyor. Otuzlu yaşlarının sonlarına doğru Atina’ya yaşamak için gitmiş ve hayatının otuz yılını orada geçirmiş. Döneminin en büyük doğa bilgini olarak Atina’ya bilimi ve felsefeyi getirmiş.  Atina’nın soylularından, asker ve devlet adamı olan Perikles ile yakın dost olmuşlar. İşte bu dostluğu onun hayatını kurtarmış. Atina kentlileri alıştıkları, bildikleri şeylerin dışında konuşan bu adamı susturmak için “’Yüksekteki Şeyler’ ile ilgili kuramlar üretmeyi ve tapınmamayı yasaklayan yasa” çıkarmışlar. Onların inanışına göre güneş bir tanrıydı. Oysa ki Anaksagoras güneşin sıcaklıktan kıpkırmızı kesilmiş bir taş ve ayın ise toprak olduğunu söylemekteydi. Bu görüşü sebebiyle yargılanmış ve ona ölüm cezası verilmiş. Anaksagoras, bu olayla tarihte fikirlerinden dolayı ölüm cezasına çarptırılan ilk filozof olma namına sahip olmuş. Neyse ki o, tutsakların tutulduğu yerden Perikles’in yardımıyla çıkarılmış ve böylece idamdan kurtulmuş. İyonya’nın Lampsakos (bugünkü Lapseki’nin olduğu yer) şehrine sürgüne gönderilmiştir.

Ona ölüm cezası verilmesine yol açan görüşleri, düşünceleri, fikirlerinin ayrıntılarına bakalım biraz da.

Anaksagoras’ın felsefesi mistik öğelerden uzak salt bilimsel bir felsefedir. “Doğa Üzerine” adlı eserini düz yazıyla (nesir)  kaleme almıştır. Duyu algılarının insanları yanıltmadığını düşünür. Evren hakkındaki görüşleri teleolojiktir, hatta telos düşüncesini felsefeye ilk o getirmiştir. Plüralist bir filozoftur. Monist filozoflar gibi arkenin canlı olduğunu düşünmez, aksine cansız olduğunu ve onu harekete geçirecek bir unsur bulunduğunu düşünür. İşte bu unsura “Nous” (ergi, zihin, akıl) demiştir. Nous evrendeki kaosun kozmosa dönüşmesinin sebebidir. Ona göre insan hayvanların en akıllısıdır çünkü Nous’tan pay alır ve doğa akıllıca kullanabileceği için insana alet olarak ellerini vermiştir.

Anaksagoras’a göre temel madde “Sperma(Tohum)”dır. “Ne kadar nesne varsa o kadar çeşit de sperma var,” der. Ona göre tüm nesneler, her çeşit spermadan oluşur; ancak oranları farklıdır.  Hangi çeşit sperma ağır basıyorsa, nesneler o sperma çeşidine göre adlandırılır. Yani onun görüşüne göre; “Her şey her şeyden pay alır. Bununla birlikte her şey sadece bir şey olarak mevcuttur.” Spermayla ilgili bu açıklamaları sanki hücreyi andırıyor değil mi? Boşluk olmadığını, hava kanıtını öne sürerek açıklar. Örnek olarak, şişmiş bir tulumun içinde hava olduğunu verir. 

Ayrıca var olma ve yok olma yoktur Anaksagoras’a göre. Var olma spermaların bir araya gelmesi ve yok olma ise dağılması olayıdır. Nesneler başka bir nesneye dönüşemez; sadece değişirler. Bu değişimin nedeni ise nesnenin içerdiği sperma oranlarının değişmesidir; nesneye “Ya yeni spermaların girmesi ya da ayrılmasıdır,” der. Ona göre bu hareketi veya değişimi sağlayan “Nous”tur. Nous’u ise mistik bir unsur olarak görmez. Nous, maddi bir şeydir; bütün nesnelerin en incesi, en arınmışı, yalnız başına olabilen tek madde, diğer tüm nesneleri harekete geçiren madde! Bu harekete geçiş bir amaç doğrultusunda olur.

Nous evrene egemen olan kuvvettir. Başlangıçta spermalar kaos içinde, karışık yığınlar halinde bulunuyorlardı, nesneler yoktu. Sonra Nous bir burgaç hareketi başlattı ve bu hareket her yeri sardı. Benzerleri bir araya toplanıp yeri oluşturdu. Yerin kenarından taşlar boşluğa fırladılar, akkor haline gelip yıldızları oluşturdular. Dünya düzdür, altı hava ile doludur. Depremler ise aşağıdaki havadan çıkan kabarcıklar sonucunda oluşur. Anaksagoras evrene ve dünyaya ilişkin tasavvurunu böyle açıklamış.

“Nasıl bir balçık yığını kendiliğinden bir heykel olamazsa, bunun için nasıl bir heykelcinin çalışıp bu balçık yığınına bir biçim kazandırması gerekirse, bunun gibi, sperma’ların kaosu, kendiliğinden gördüğümüz düzenli, belirli nesnelerin dünyasını meydana getirmiş olamaz. Bunun için, düzenleyici, biçimlendirici bir kuvvet olan Nous’un işe karışması gerekir.”

Nous hareketleri rastgele değil, bir amaç doğrultusunda yapmaktadır. Bu açıklamasıyla Anaksagoras teleolojik açıklamayı felsefeye adapte etmiştir. Teleoloji yani erek bilim evrendeki veya herhangi bir nesnedeki değişimin bir erek, bir amaç doğrultusunda olduğunu ileri sürer.

 “Algılarımız bize evreni düzen, ereği olan bir bütün olarak gösterirler; dolayısıyla hareketi sağlayan kuvvet de, düzenleyen bir ereğe (telos) göre oluşturan bir kuvvet olacaktır.

Ben de buradan esinlenerek diyebilirim ki “Felsefe, Hayatın Yolu” yazı serisi de esasında ereksellik taşıyor. Rastgele üst üste yazılmış bölümler değildir. Amaç felsefe tarihi boyunca birbirine eklenen düşüncelerin bizi nereye götürdüğünü ve götürebileceğini keşfetmek.

]]>
Tue, 10 May 2022 15:01:29 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 9, Empedokles https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum Yolumuza ilk defa bir plüralist çıkıyor; Empedokles, M.Ö. 494 yılında Sicilya’nın Agrigentum şehrinde doğmuştur. Soylu bir ailenin çocuğudur. Bir dönem kendisine tiranlık önerilmiş olsa da demokrasiyi savunduğu için bu teklifi reddetmiştir. Empedokles filozof olmasının yanı sıra tıp alanında da uzmandır. Bir ara şehrinden uzaklaşıp başka ülkelere seyahat etmiştir, ancak bir rivayete göre şehrinden uzaklaşmasının sebebi esasında sürgüne gönderilmesinden kaynaklanmıştır. Bu seyahatler öncesinde çok sert, ateşli bir insan iken dönüşünde adeta bir peygamber gibi davranmaya başlamıştır. Ancak belli bir süre sonra kendini Tanrı olarak görmeye başlamış ve ölümsüz olduğunu ispat etmek için Etna Yanardağı’nın volkanlarına atlamış. 434 yılında bu şekilde hayatı son bulmuş. Tabii bunlar onun hakkındaki söylentilerdir.

Empedokles’ten bize iki uzun şiirinden parçalar kalmıştır. İlki “Doğa Üzerine”, diğeri ise “Arınmalar”dır. İlkinin bilimsel çalışmaları, ikincisinin dinsel çalışmaları olduğu düşünülse de birbirinin devamı olduğu şeklinde de yorumlanmaktadır.

Empedokles için plüralist demiştik. Peki, plüralizm ne demek? Çoğulculuk olarak da adlandırılır, Vikipedi’deki tanımı “Varlığın birbirine indirgemeyen birçok tözden oluştuğunu savunan bir felsefi yaklaşım”dır.  Plüralizmin Empedokles dışında başlıca temsilcileri Anaksagoras, Demokritos ve Leukippos’tur.

Empedokles öncesi Doğa Filozofları arkeyi belirlerken monist yaklaşım da bulunup tek bir madde olarak belirlemişlerdi;  Thales’in arkesinin “Su” olması gibi. Plüralist yaklaşıma sahip Empedokles ise evreni oluşturan dört unsur olduğunu düşünmektedir. Ona göre varlık dört temel unsurun belli oranda karışımından oluşmaktadır, bir nevi bunları dört temel element olarak düşünebiliriz. Hadi tahminlerinizi alayım. Ateş, su, toprak... İzleyenlerin aklına GORA filmi geldi değil mi? Tabii ki son element tahta değil. Empedokles’e göre bu dört temel unsur; “Hava, su, ateş ve toprak”tır. Onların karışması varlığı, karışımın ortadan kalkması ise yokluğu oluşturur. Bu dört unsur ezeli ve edebidir. Evrendeki miktarları artmaz da azalmaz da. Empedokles bu dört unsuru tanrısal varlık olarak kabul eder ve onları evrenin temeline yerleştirir. Onlar kendiliğinden harekete geçmez, birleştiren veya ayrıştıran iki hareket ettirici güç vardır; “Sevgi” ve “Nefret”. Sevgi ve nefret maddi olmadıkları için ezeli ve ebedi değillerdir.

Evrenin oluşumunu da yine bu yolla açıklıyor. Evren bu iki kuvvetin savaşından meydana gelmiştir. İlk dönemde sevgi hâkimdir, sonra nefret sahneye çıkar, onu yine sevgi takip eder. Bu bir döngü şeklinde devam eder. Nefretin hâkim olduğu çağda şeyler dağılmış, sonra sevginin hâkim olduğu çağ gelmiş ve birleşmişlerdir. Evrenin sevgi hali kozmos, nefret hali ise kaostur.

Varlıkların oluşumu hakkındaki görüşlerine baktığımızda bir hiyerarşiyi izlediğini görürüz. Önce ilkel sonra gelişmiş canlılar oluşmuştur.  Onları bitkiler, bitkileri hayvanlar, hayvanları insanlar izler. Cinsiyet olarak ise önce hem erkek hem dişi olan canlılar sonra ise dişi ve erkek ayrı ayrı olan canlılar oluşmuştur.

Bu oluşumu açıklarken çok fantastik bir teoride bulunmuş. Şöyle ki varlıklar bir bütün olarak ortaya çıkmamıştır. Önce kafa, kol gibi organlar oluşmuş ve tesadüfen bir araya gelip varlıklar oluşmuştur. Gözünüzde canlandı mı bilemedim ama benim zihnimden geçen sahne şöyle; bir kafa ortada yuvarlanıyor, sonra kendine vücut buluyor, oradan kol ve bacaklar ekleniyor… Ne kadar acayip değil mi! Neyse onun düşüncelerine devam edeyim, sonuçta bu bir korku filmi değil. Bu birleşmelerden uyum sağlayamayanlar ise ortadan kalkmış. Sanki “Evrim Teorisi”nin öndeyişlerine benziyor bu yaklaşım. Önce tek hücreliler, sonra bitkiler ardından hayvanlar ve de en son insanlar… Adaptasyon sağlamayan canlıların nesli tükenir, doğal seçilim yani.

Empedokles tüm varlıklarda olduğu gibi insanlarda da bu dört temel unsurun mevcut olduğunu söylüyor. Et ve kemik toprak, kan sıvı yönü, yani bedenin su kısmı, solunum hava, vücudun sıcaklığını ise ateş ile özdeşleştirmiş. Sağlık bunlar arasındaki uyumun yani sevginin hâkim olduğu evre, hastalık ise aralarındaki uyumun bozulması yani nefret gücünün hâkim olmaya başladığı evredir.

Tıp hekimi olarak kanı insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezi olarak görür.  Ayrıca kanda da bütün öğelerin var olduğunu düşünür.

Ona göre insan her şeyi bilebilir. Duyu algısının oluşmasını insanda bu dört unsurun var olması ile açıklıyor. Tıpkı insandaki gibi çevresindeki her şeyde bu dört unsur bulunur. “Bir cinsten olan şeyler birbirini etkiler,” der. Gözümüzün yapısında ateş olduğu için ışığı görebiliyoruz mesela. Evren hakkında ise bilgi sahibi olabiliriz çünkü evrenle aynı özden oluşuyoruz. Esasında karışık gibi görünse de biraz düşününce, inanmasak bile anlayabiliyoruz. Aynı dili konuşmak gibi bir şey galiba bu durum. Her şey hava, su, toprak ve ateşten oluştuysa ve biz de keza aynı şekilde oluştuysak duyularımızla evreni algılayabiliriz.

Empedokles bilgiye ulaşmak için sadece duyu algılarını kullanmamamız gerektiğini düşünür. Hem aklımızı hem de duyularımızı kullanmamız gerektiğini savunur. Onun felsefesinin temeli bir uzlaşım felsefesidir. Herakleitos’un değişimi ile Parmenides’in sabit fikirlerinin uzlaşımıdır.

“Arınmalar” adlı eserinde ise daha çok dini inancına ilişkin görüşleri yer alır. Platon’un meşhur “Mağara Alegorisi”ni çoğunuz bilirsiniz. Paylaşmak isterim ki onu da konuşmamıza az kaldı. Söz konusu bu teoriyi önce Empedokles öne sürmüştür. O da Orphik ve Pythagorasçı düşünceden etkilenmiştir. Hadi başlayım. Öncelikle ruh göçüne yani reenkarnasyona inanır. Reenkarnasyon teorisine göre maddi dünyanın ötesinde, ikinci ve daha yüksek ruhların olduğu bir dünya daha vardır. Suç işlemiş ruhlar sürgün için maddi dünyaya gönderilirler (yani bizim dünyamıza), tabii maddi dünyada beden sahibi olup, sınırlanırlar. Bazen bitki, bazen hayvan bazen de insan olarak maddi dünyaya doğarlar. Bedenlenirken eski bedenlerini unuturlar, Pythagoras hariçmiş, çünkü Pythagoras’ın kendisi hatırladığını ifade ediyormuş. Bu yeniden doğuşun bir sınırı bulunmaz ta ki yüksek ruhların seviyesine erişinceye kadar bu yeniden doğuş gerçekleşir. O da Orphik tarikattaki ve Pythagorasçılardaki gibi belli şeyleri ruh göçünden dolayı yemezmiş; defne yaprağı, fasulye ve tüm hayvanlar gibi… Yine onlar gibi bu öğretilerini öğrencilerine gizlilik yeminiyle aktarırmış.   

Son olarak Tanrı inancına bakalım. O antropomorfik tanrı inancına karşı çıkıyor. Onun tanrısı vücuda sahip değil, soyut, evreni hızlı düşünceleriyle dolaşan müthiş bir zeka…

Onun müthiş tasavvuru; maddi bir dünya, yüksek ruhların olduğu ikinci bir dünya, soyut bir Tanrı…

]]>
Fri, 29 Apr 2022 08:42:50 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 8, Zenon (Elealı Zenon) https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-8-zenon-eleali-zenon https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-8-zenon-eleali-zenon Zenon ismini duyduğumuz anda ilk akla gelen onun paradokslarıdır; Akhilleus ve Kaplumbağa, Yarışçı, Ok, Hareketli Sıralar…

Elea Okulu filozoflarından olan Zenon, Parmenides’in öğrencisidir. M.Ö. 490-430 yılları arasında yaşamıştır. Onun hakkındaki bilgilere Platon'un “Parmenides” diyalogu ve  Aristoteles’in “Fizik” adlı eserlerinden ulaşıyoruz.

Peki, neymiş bu meşhur paradoksları? Ve neden düşünmüş bunları?

Öncesinde tabii ki temel bir soru var; Paradoks nedir? TDK’nin tanımı, “Düşünceler arasında tartışmaya açık, kesin bir yargı içermeyen karşıtlık”tır. Türkçede yanıltmaç, çatışkı, çelişki olarak da ifade ediyoruz. “Paradoks” (paradoksos) doğru görünmekle birlikte gerçekte çelişki barındıran ya da sezgiye aykırı sonuçlara yol açan ifade ya da ifadeler topluluğu olarak da tanımlanır.

Hatırlayacağımız üzere Parmenides varlığın Bir, bütün, değişemez, hareket edemez olduğunu söylemişti. Pythagorasçılar ise varlığın sonsuz sayıda küçük parçacığa bölünebileceğini ileri sürmüşlerdi. Elea Okulu mensubu, mantıkçı bir filozof olan Zenon, hocasının izinden gider ve onun görüşünü ispat etmek için bu paradoksları o tasarlar. Bu sayede diyalektik düşüncenin gelişmesine katkı sağlamıştır. Özellikle değişim ve çokluğun olanaksızlığını ispat etmeye çalışır.

Paradoksları ilk duyduğumuz anda “Ne yani soru bu muymuş?” ya da “Ben bu problemlerin benzerlerini okul hayatım boyunca çok çözdüm!” gibi lafları içimizden geçirdiğimiz zamanlar olabilir. Hatta okumaya devam ettikçe “Zihni Sinir”i anabiliriz.  

Hadi bakalım önce çokluğun imkânsızlığını anlattığı paradoksuyla başlayalım. Zenon’a göre bir cisim sonsuz sayıda parçalara bölünürse iki durum ortaya çıkar;

Birinci durumda bu küçük parçalar uzayda yer kaplar. Onların toplamından sonsuz büyüklük oluşturacağı için bu durum saçmadır.

İkincisi ise bu parçalar o kadar küçüktür ki uzayda yer kaplamaz. Büyüklüğü olmayan şeylerin toplamının da büyüklüğü olmayacağı için toplam büyüklük hiçbir zaman oluşmaz.

Her iki durumda tüm var olan cisimlerin sonsuz parçacıktan meydana geldiği görüşü Zenon’a göre saçmaya düşmeden kavranamaz. Yani ona göre bu durum uzamın sonsuz bölünebilinirliğine karşı ispattır.

Zenon’un hareketin var olmadığına yönelik paradokslarından en meşhur olanı “Akhilleus (Aşil) ve Kaplumbağa Paradoksu”dur.

Yunan kahramanı Akhilleus’un ve bir kaplumbağa ile yarıştığını hayal edelim. Tavşan ile kaplumbağanın masalı geldi hemen aklıma, sizinde öyle değil mi? Acaba Zenon kendisinden yaklaşık iki yüz yıl önce yaşamış Ezop’un masalını mı duymuştu da bize bu paradoksu yarattı? Neyse paradoksa geri dönersek Zenon Akhilleus’un kaplumbağaya hiç yetişemeyeceğini savunur (Akhilleus uyuyakalmıyor, yürüyor hep). Akhilleus, kaplumbağaya önceden başlaması için zaman tanır. Malum kaplumbağa yavaş yürüyen bir hayvandır. Akhilleus ise hızlı koşar. Hepimiz biliyoruz ki koşmasa sadece yürüse bile yakalayıp geçer, Zenon da aynı şeyi biliyordu. Ama onun ispatlamak istediği şey farklıdır. Akhilleus’un kaplumbağaya yetişmesi için zamana ihtiyacı vardır. Bu sürede kaplumbağa da yol alacaktır.  Akhilleus’un yine yakalamak için zamana ihtiyacı olacak ve kaplumbağa yine birazcık daha yol alacaktır. Bu durum sonsuza kadar böyle sürüp gider. Zenon’a göre zamanda sonsuz bölünemezdir. Asıl anlatmak istediği duyu bilgisinin yanıltıcı olduğudur.  Asıl bilgi aklın çelişkiye düşmeden ulaştığı bilgidir.

Başka bir paradoks ile anlatmak isterim. Bir yere ulaşmak isteyen bir yolcu önce yolun yarısını, sonra yarısının yarısını, sonra onunda yarısını gitmeli. Esasına bakarsanız en küçük kalan yarısının bile yarısı vardır. Tamamını gitmek için o son yarıyı aşmalı insan.  Ama bu aşma durumda yarısını bitirmiş olduğumuzun kanıtı değil sadece o son yarıyı aştığımızın göstergesidir. Teknik olarak hep bir yarım vardır.

Zenon’un hareketin olanaksızlığını anlattığı diğer bir paradoksu olan “Ok Paradoksu”na da bir bakalım. Zenon’a göre hareket gibi görünen şey, gerçekte zamanın bir anında bir yerdeki durgun cisimlerin toplamıdır. İzlediğimiz bir filmin bir sahnesini düşünerek daha iyi anlaşılabiliyor bu paradoks. Mesela birinin bir bardağı alıp dudaklarına götürdüğü sahneyi düşünün. O hareket tek bir kareden oluşmuyor, birçok duran kareden oluşuyor esasında. Gelelim ok da durum nasıl oluyormuş? A noktasından B noktasına fırlatılan bir oku gözlemlediğimizde, okun, çizdiği rota boyunca her an bir noktada durduğunu fark ederiz. Bu anlarda ok uzayın belli noktasında olan, ancak diğer noktasında olmayan sabit bir konumdadır. Zenon’a göre bu durumda da yine duyularımız bize yanıltıcı bilgi verir, sanki oku hareket halinde algılarız.

Sonuç olarak Zenon’un paradokslarıyla anlatmak isteği şey çelişkisiz, açık/seçik ve kesin kavramlara ulaşmak üzere takip edilecek yolu gösteren öğretisini doğrulamaktır. Yani akıl bize doğru bilgiyi verir, duyular değil.

Zenon felsefe yolunda karşımıza geniş düşünce sistemiyle karşımıza çıkmasa da onun yaratmış olduğu bu tür paradokslar iki bin yıldan fazla bir süredir pek çok filozofun, matematikçinin ve fizikçinin ilgisini çekmiştir. Onları şaşırtmış, meydan okumuş, çileden çıkartmış, eğlendirmiş, etkilemiş ve ilham vermiş. Bunlar arasında Platon, Aristoteles, Hengry Bergson, Bertrand Russell gibi pek çok ismi sayabiliriz.

]]>
Thu, 21 Apr 2022 09:14:17 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 7, Parmenides https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-7-parmenides https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-7-parmenides Parmenides Güney İtalya’nın Sicilya bölgesinde M.Ö. 515-460 yılları arasında yaşamıştır. Elea Okulu’nun kurucusudur. Yaşadığı Elea’da yasa koyucu ve devlet adamıdır. Sokrates henüz çok gençken, Parmenides ise yaşamının son yıllarındayken tanıştıkları ve Sokrates üzerinde derin etkiler bıraktığı söylenir. Onun tarih açısından önemi metafizik alana dair bulmuş olduğu kanıttır. Hatta Platon’dan Hegel’e kadar uzanır onun metafizik görüşlerinin etkisi. Yunan mantık ve diyalektiğinin kurucusu olarak kabul edilir. Herakleitos’a karşıt görüşleri ile döneminde ön plana çıkmıştır.

Hadi biraz yakından bakalım onun görüşlerine.

Duyu tecrübesini güvenilir bulmaz. Ona göre gözlem hakikate ulaşmada bir yöntem değildir. Gerçek bilgiye akıl ile ulaşılabileceğini savunur. Yani akıl yürütmelerle açık ve kesin bilgiye ulaşabilir.

Doğa Üzerine” isimli uzun şiirinde öğretisini açıklamıştır. Bu şiirdeki öğretisini iki kısma ayırmıştır; “Doğruya giden yol (doğruluk yolu)” ve “Sanrılara götüren yol (kanı yolu)”. Buradaki düşünce yolculuğuna çıkarken duyduğu içsel sesi takip ederek başlar. Bu ses ise ona, onun tanımlamasıyla “Doğruluk Tanrıçası”’ndan gelmiştir.

Birinci bölümde incelediği biricik doğru olan “Bir, Varlık”, ikinci bölümde incelediği ise kozmolojidir.

Tek gerçek, sonsuz ve bölünmez varlık “Bir”dir. Hatırlarsanız Herakleitos “Bir”in karşıtlardan oluştuğunu ileri sürmüştü. O bu görüşe karşı çıkar. Ayrıca Herakleitos’un değişim görüşüne de karşı çıkar.

“Esti gar einai” der. Çok anlaşılır oldu değil mi?

Yani “Bir varlık vardır” der. Bir birliktir, kendi içine kapalıdır, doğmamıştır, yok olmayacaktır, değişmez, bölünmez, hareket etmez, yoğunlaşmaz, seyrekleşmez. Yapmış olduğu bir açıklamayı paylaşayım; Var olan meydana gelmiş bir şey olsaydı, varolmayan bir şeyden doğmuş olması gerekirdi. Böylece varolmayan gerçekten var olmuş olacaktı…

Diğer bir açıdan, “Mantık” açısından önermesine bakarsak;

“Varlık vardır” önermesi “A, A’dır” demektir.

“Varlık yoktur” demek ise “A, A değildir” demektir.

“Varlık hem vardır, hem de yoktur” demek ise “A hem A’dır, hem de A değildir” demektir.

Akıl ise hiçbir araştırmaya gerek duymadan, açık ve kesin olarak, Parmenides’in görüşüne göre “Varlık  vardır” önermesini kabul eder. Yani doğru bilgi sadece akıl ile kavranabilir. 

“Varlık hem vardır, hem de yoktur” önermesinde akıl çelişkiye düşer. İşte bu durum doksalar (kanılar) dünyasına aittir. Peki doksa (doxa) nedir? Ona göre gerçekliğin bir bölümüne veya genel olarak varlığa dair çarpık ve yanlış kanaat demektir. Bu dünyada duyular bize aldatıcı bilgi verir.

Bu noktada çok kritik bir yere ulaşmış oluyoruz. Bundan sonraki filozofların -özelikle Platon’un- çok üstünde duracağı hakikatler ve görüşler dünyası. Görüşler dünyası duyuların, doksaların (sanı, kanı) dünyasıyken, hakikatler ise “varlık” alanıdır.

Unutmadan eklemek isterim ki, o da "Bir" dediği varlığı uzamlı ve maddi olarak düşünüp küre şeklinde bahseder. 

"Doğruluk yolu" bölümündeki söylemlerinden bir kaç tanesini de aşağıda paylaşıyorum;

Bulunamayanı bilemezsin. Olanaksızdır bu. Dile getiremezsin. Düşünülebilen ve olabilen aynıdır çünkü.”

O halde var olan, gelecekte nasıl var olabiliyor? Ya da o nasıl var olabildi? Eğer geçmişte var olduysa yoktu. Gelecekte var olacaksa da yoktu. Böylece var olan ortadan kalkmakta ve bir daha işitilmemek üzere gözden yitip gitmektedir.”

Düşünülebilen ve uğruna düşüncenin var olduğu şey aynıdır. Çünkü var olan ve hakkında düşüncenin dile getirildiği bir şey olmaksızın düşünce olmaz.”

Burada esasında değişimin olmayacağını anlatmaya çalışmış. Bir şey şu anda ne ise odur. Başka bir anda başka bir şeye dönüşmez demek istemiş, diye açıklıyor pek çok felsefeci ve/veya filozof.

Ancak benim aklıma Wittgenstein’ın "Tractatus" eserini getirdi. Ona göre, insan dil tarafından sınırlanır ve gerçeklik dil yoluyla ortaya koyulabilir. Wittgenstein eserinin son cümlesinde “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı,” der. Parmenides de “..... düşüncenin dile getirdiği bir şey olmaksızın düşünce olmaz,” der. Burada, uzun yıllar sonra ortaya çıkacak olan "Dil Felsefesi"ne bir girizgâh yapmış olduğunu düşünüyorum.

Bir’in, kendi içine kapalıdır, hareket etmez vb gibi… tanımlamalarını da açıklamıştır. Tüm bu önermelerinin aksi tabii ki ispatlanabilir, ancak önemli olan yaşadığı dönem içerisinde onun felsefede bize göstermiş olduğu yoldur.

Pythagoras’la  uyanmaya başlayan “Gizemli Felsefe”, Parmenides ile ana hatlarıyla ortaya çıkar ve sonrasında “Metafizik”e dönüşür. Genel olarak baktığımızda ise felsefenin çizgisi Parmenides’le birlikte fizik alandan çıkıp metafizik alana kayar.

 

]]>
Wed, 13 Apr 2022 16:48:30 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 6, Xenophanes https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-6-xenophanes https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-6-xenophanes Xenophanes’in (Ksenopfanes) ne zaman doğduğu tam olarak bilinmese de Pythagoras ve Herakleitos’un ona yaptığı göndermeler ve Elea Okulu’nun kurucusu olan Parmenides’in öğretmeni olması sebebiyle M.Ö. 570-480 (M.Ö. 569-477) yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. Bugünkü İzmir ile Efes arasında bulunan Kolophon’da doğmuştur. Genç yaşlarında muhtemelen Perslerin saldırıları sebebiyle yurdunu terk etmiş, Güney İtalya’ya gitmiştir. Orada ise gezici ozan olarak yaşamını sürdürmüştür. Onun düşünce ve söylemleri daha teoloji (Tanrıbilim) alanındadır.  Çağının Tanrı anlayışına iki büyük eleştiri getirmiştir;

İlki Homeros ve Hesiodos’un anlattığı antropomorfik tanrı anlayışına karşıdır. İkincisi ise çok tanrıcılığa karşıdır.

Antropormofizm (İnsan biçimcilik), insani niteliklerin başka bir varlığa atfedilmesidir. 

"İnsanlar tanrıların kendileri gibi doğmuş olduklarını ve kendininkilere benzeyen elbiseleri, sesleri ve biçimleri olduğunu sanmaktadırlar."

"Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi."

"Habeşler tanrıların kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler."

"Homeros ve Hesiodos, çalma, zina, dolandırıcılık gibi ölümlüler arasında utanç verici ve aşağılayıcı bütün işleri tanrılara yüklemişlerdir."

Onun Tanrı konusundaki bu özgün düşüncesini biraz irdeleyelim.

Xenophanes göre Tanrı bir ve bütündür. O hareket etmez, düşünce gücüyle her şeyi yapabilir, her şeyi bilendir. O tek yetkin varlıktır. 

“Tek bir Tanrı, tanrılar ve insanlar arasında en ulu, ne kılıkça insanlara benzeyen ne de düşünmece, hep göz, hep düşünce, hep kulaktır o."

“Hep aynı yerde kalır hiç kımıldamadan, Yakışmaz ona bir oraya bir buraya gitmek, yorulmadan sarsar ruhun düşünüşüyle bütün dünyayı.”

Onun Tanrı anlayışı tek tanrılı dinlerdeki gibi monist (Tek Tanrıcı) yaklaşım izlese de onlardan farklılığı vardır. Tek Tanrılı dinlerde Tanrı cisimsizdir ama onun Tanrı anlayışı ise cisimlidir.

Tanrının özü küre biçimlidir,” demiştir.  Yani Tanrı dünyadır. 

Sonuç olarak onun Tanrı’sı küre biçimli olması yönüyle yarı somut, zihin gücü, bilgisi gibi tanımlamaları ile yarı soyut olarak ifade bulur.

Biraz da onun bilgi anlayışına bakalım.

Her şeyin bilgisine sahip olan tek varlığın Tanrı olduğuna inanır.  İnsan bilgisi ise Tanrı’nın bilgisi yanında sınırlı bilgidir ve insan tam bilgiye asla ulaşamaz, sadece yaklaşır. Bilgiye ulaşmaya çalışan insan duyularına güvenmemeli, akıl yoluyla hareket etmelidir. İşte felsefenin en büyük dilemmalarından birisi daha; doğru bilgiye duyularla mı ulaşırız yoksa akıl yoluyla mı?

Onun görüşüne göre, akıl yoluyla araştırıp keşfeden insan bilgiye ulaşabilme yolunda önemli adımlar atar.

“Doğru Tanrılar en baştan göstermediler her şeyi insanlara

Ancak onlar araştırarak keşfedecekler zamanla.”

Bilgi konusundaki bu düşünceleri ileride Platon’un doksalarının yolunu açacaktır. Şimdilik bu konulara girmiyorum, sadece ufak bir çengel atayım istedim.

Xenophanes’in evrenbilim konusundaki düşünceleri biraz çağının gerisinde kalmıştır. Örneğin her gün yeni bir güneşin doğduğunu düşünür. Bu yeni doğan güneş havada bir doğru çizer ve akşam olduğunda batıda bir çukura düşer.  Ertesi gün yeni güneş tekrar doğudan doğar.  Yıldızları geceleri tutuştuklarında yükselen, gündüzleri söndüklerinde düşen kömür parçalarına, közlere benzetir. Dünyanın alt yarısı toprak, üst yarısı havadan oluşur ve düzdür der.  Ne kadar enteresan değil mi? Tanrı’yı küre şeklinde tanımlayıp, dünyayı düz olarak düşünüyor.

Ayrıca Pythagorasçıların ruh göçü kavramına da inanmıyor. Bertrand Russell’ın aktardığına göre bir gün bir Pythagorasçının bir köpeğe kötü davrandığını görmüş ve şöyle seslenmiş “Dur. Vurma, bir arkadaşının tini var onda, sesini duyunca tanıdım.”

Xenophanes, çağdaşı olan Doğa Filozoflarına göre evren konusunda son derece kısır açıklamalar yapmış olsa da Tanrı konusundaki özgün düşüncesiyle Platon ve Aristoteles gibi çok büyük filozofların çığır açan düşüncelerinin doğmasına yol açmıştır.

Xenophanes’le felsefe yolumuz çatallandı. Evren tasarımında geriye bir dönüş, metafizik alanında ise yeni büyük bir yol açıldı. 

]]>
Thu, 10 Mar 2022 13:09:46 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 5, Herakleitos https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-5-herakleitos https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-5-herakleitos Lisede okurken çok sevdiğim bir felsefe öğretmenim vardı, yüzü gözümün önünde ancak ismini maalesef hatırlamıyorum.  Güz döneminin başlarında bir gün derse

Aynı ırmağa iki kez girilmez,”

sözüyle başlamıştı,

“Çünkü aynı ırmağa aynı kişi girdiğinde, artık akan su da ve giren kişi de aynı değildir,” diye açıklamıştı. Hayattaki değişim bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki?

Yolumuz bu defa felsefe dünyasında ırmak metaforuyla hayattaki değişimi ilk defa ortaya koyan filozof Herakletios’la kesişiyor.

Herakleitos, İyonya felsefesinin son filozofudur.  M.Ö. 540-480 (bazı kaynaklara göre M.Ö. 535- 475) yılları arasında yaşamıştır. Soylu ve köklü bir aileden gelmiştir. Tüm yaşamını Efes’te geçirmiştir.

Herakleitos’u aksi karaktere sahip bir filozof olarak tanımlasam sanıyorum hataya düşmem. O pek çok kişiyi küçümsermiş; onların arasında Homeros’u, Hesiodos’u, Pythagoras’ı, Xenophanes’i sayabiliriz. Sadece “İnsanların çoğu kötüdür,” diyen Teutamos’u severmiş.  Çokları kötü, azları iyi olarak tanımlarmış. Yalnızlığı çok severmiş. Savaşın iyi bir şey olduğunu düşünürmüş ve dermiş ki “Savaş, her şeyin babası ve kralıdır. Kimini tanrı, kimini insan olarak ortaya çıkarır, kimini tutsak, kimini özgür kılar.” Bazı filozoflar tarafından “Karanlık Herakleitos” olarak anılırmış. Yaşadığı dönemin siyasal durumundan hoşlanmaz ve geçerli olan inançlarının bir kısmını kendine göre yorumlayıp bir kısmını da tamamen reddedermiş.

Okunması ve anlaşılması çok zor olan “Doğa Üzerine” isimli kitap yazmış. Bu kitap evren, siyaset ve teoloji olmak üzere üç kısımdan oluşuyormuş. Herakleitos çokların anlamaması için bilerek zor bir kitap yazmış esasında. Çoklar ona göre aklını kullanmayan, kendilerine verilenle yetinen, düşünmeyen, sorgulamayan insan kalabalığıdır yani ona göre kötüdürler.

Nedir ki onların anlayışı düşüncesi? Halk ozanlarına inanıyorlar. Çoğunluğun kötü, azınlığın iyi olduğunu bilmeden yığını öğretmen olarak kabul ediyorlar.”

Nietzche’yi anımsatıyor çoklarla ilgili düşüncesi. Aralarında yüzyıllarca fark olduğunu düşünürsek Nietzche’nin “pek çoklar”, “sürü insanı” terimlerini ondan esinlendiğini çıkarabiliriz. Çokların okumaması için “Doğa Üzerine” kitabını Artemis Tapınağı’na bırakmış. Çünkü bu tapınağa sadece aristokratlar girebiliyormuş. Zamanla bu kitap o kadar ünlenmiş ki Herakleitosçular türemiş. Ancak onlar onun öğretisini bozarak aktarmışlar. Bu ufak tanışmamızdan sonra onun düşüncelerine geçelim.

Herakleitos da diğer Miletli filozoflar gibi arkenin ne olduğunu sorgulamış. Ona göre arke sabit madde değildir, sürekli değişken ve sürekli değişimin ilk ilkesidir, arkeateş”tir. Ateş, evrendeki değişimin ilkesidir. Sular ateş sayesinde buharlaşır, buhar yükselir bulut olur, bulut soğur yağmura dönüşür… Toprak ateş sayesinde kuru kalır. Katı, sıvı ve gaz kütlelerinin birinin azaldığı yerde diğeri çoğalır, esasında bütün hep aynı kalır. Dünya hiç sönmeyen bir ateştir.

Çemberin çevresinde başlangıç ve son ortaktır.”

Bütünün kendisi olan bu kozmosu ne bir tanrı ne bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.”

Onun fragmanlarını ardı ardına okumak anlaşılması zor ve yorucu olabiliyor. Belki de yapmak istediği şey gerçekten buydu. Ben mümkün olduğunca bu fragmanları paylaşmaya çalışacağım.

 “Evren, boyuna akan bir süreçtir,” der. Bir başka deyişiyle “Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden hep başka sular akar.”

Panta-rhei” yani her şey akar.

Ona göre değişim içerisinde aynı kalan hiçbir şey yoktur sadece değişmeyen iki şey vardır. İlki arkenin miktarı, yani aynı an içerisinde bir yerde sular azalıyorsa, bir yerde çoğalır. İkincisi değişimin ilkesidir. Bu değişim ise belli düzene, ölçüye göre oluşur. Herakleitos her şeyin ölçülü bir şekilde değişmesinin yasasına “Logosadını verir. Logosun Yunanca kelime anlamı akıl, düşünme, ölçü, orandır. Kozmosun ardında logos yatar. Logos bir yorumla kozmosun yasasıyken bir yorumla da insan aklıdır. Herakleitos’a göre logos evrenin düzeniyle insan düşüncesinin ortak yanıdır. Herakleitos buradan diyalektik mantığın ilk basamağını oluşturmuş. Nasıl mı?

Diyalektik mantığın temel olarak üç basamağı vardır; tez, antitez, sentez. Çok basitçe ifade edersem; önce bir fikir öne sürülür, sonra onun karşıtı ortaya konulur, ikisinin değerlendirilmesinden de sentez ortaya çıkar. Bu ufak açıklamadan sonra Herakleitos’un bakış açısına geri dönelim.    

Logos dünyadaki çokluğun ardındaki birliktir. Yani “bir” bütünün içinde farklılaşır, “bir”in bütünleşmesiyle çokluk oluşur. Bu bütünleşme eş zamanlı ve sonsuzdur.

 “Bir, bütün şeylerden yapılmıştır, bütün şeyler bir’den çıkar.”

 Logos ile evrendeki karşıtlar sürekli birbirlerine dönüşürler. Esasında her karşıt çift sürekli birbirleriyle savaşan birliktir. Yine onun deyişiyle;

İnen yol ile çıkan yol aynıdır.”

İyi ve kötü bir ve aynı şeydir.”

Bu karşıtlar arasındaki savaşı düzenleyen de yine logostur. Savaş karşıtların toplamıdır.

Herakleitos, insanın ruh ve bedenden oluşan ikili yapıya sahip olduğuna inanan filozoflardandır. Kozmostaki logosun insandaki karşılığı akıldır ona göre. İnsan her nefeste kozmik ateşi içine çeker ve akıl sahibi olur. Ancak tüm insanlar aklını yeteri kadar kullanmaz. Duyularına güvenenler yanılabilirler, duyular gerçek bilgi vermez. Akıl gerçek bilgiyi verir. Kitle olarak çokluk ise duyularına güvenen, aklını kullanmayan kişilerden oluşur diye düşünür.

Ayrıca ona göre insanlar ateş, su ve topraktan oluşmuştur. Bu üç madde arasında da sürekli dönüşüm vardır.

Ruhlar için ölüm su olmaktır. Suyun ölümü toprak olmaktır. Su topraktan meydana gelir, ruh da sudan.”

Ruhsal durumların en üst seviyesi sıcak ve kuru hava olmaktır. Su ve nem olmak ise en alt noktadır ki o da yeraltı tanrısı Hades’in çamurlu ve küflü yollarında son bulur.

Herakleitos dağa çıktığı bir yolculuk sonunda, tabii ki insanlardan kaçmak için, vücudu ödem yaparak siteye geri döner. Bedenindeki ödemi atmak için kendisini gübreliğe gömer. Amacı kendisini ısıyla kurutmaktır. Ama sonuçta bu olay hayatına mal olur. Yani Hades’in çamurlu ve küflü yollarına kavuşur.

Herakleitos görelilik kuramına da değinmiştir.

"İnsan tanrı tarafından küçük çocuk olarak çağrılır, nasıl ki çocuk da yetişkin insan tarafından öyle çağrılırsa."

"En bilge insan, tanrıyla karşılaştırılırsa bilgelik, güzellik ve bütün öteki şeyler bakımından bir maymundur."

"En güzel maymun, insanla karşılaştırılırsa çirkindir.

Onun anlatmak istediği kullanmış olduğumuz kavramlarımızın esasında göreli olduğudur.

Adaletin adı bilinmezdi, bu şeyler olmasaydı.”

Yani adaletsizlik olmazsa adalet bilinmez; kötülük olmazsa iyilik bilinmez…

Kendimi araştırdım,” demiş Herakleitos. Onun bakış açısından, insanın logostaki birlik olduğunu düşünürsek bunun ne kadar büyük bir söz olduğunu görürüz. Bu sözün bir ucu da onun ahlak felsefesine gider. Tüm insanların logosa uygun davranması gerektiğini düşünür.  

 “Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmış olsaydı, öküzler yemek için burçak bulduklarında onlara mutlu varlıklar derdik.”

Tutkulara karşı mücadele etmek zordur. Arzu edilen şeyin bedelini ruh öder.”

Ruhları nemlendiren haz ve ölümdür. Biz onların ölümünü yaşarız, onlar bizim ölümümüzü.

Altın arayanlar çok fazla toprak kazarlar ve çok az bulurlar.”

Bilgelik tektir, her şeyi her şeyle yöneten düşünceyi bilmektir.”

Yukarıdaki fragmanlarından da anlaşılacağı gibi onun hayattaki en üstün amacı bilgeliktir. Bedensel hazlar önemli değildir. İnsan ölçülü olup tutkularına karşı koyup doğruyu bulup ona uygun bir şekilde yaşadığında mutlu olabilir. Böyle yaşanmazsa bedelini bedenin ödediğini söyler.

]]>
Wed, 23 Feb 2022 11:06:47 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 4, Pythagoras https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-4-pythagoras https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-4-pythagoras Yolumuzun bu kısmında karşımıza çok önemli bir isim çıkıyor; Pythagoras. Pisagor teoremi desem, sanırım herkesin aklından “Bir dik üçgende hipotenüsün karesi diğer iki kenarın karelerinin toplamına eşittir” ifadesi geçecektir. Eğitim hayatımızda öğrendiğimiz en bilindik teoremlerden. Pythagoras yani Pisagor öyle büyük bir devdir ki Bertrand Russell ‘Batı Felsefesi Tarihi’ eserinde şöyle bir ifadede bulunur;

Matematikle Tanrıbilimin Pythtagoras’ta başlayan birleşimi, Yunanistan’da ortaçağlarda ve Kant’a değin modern zamanlarda, din felsefesinin öz çizgisini biçimler.

Ne demektir bu peki? Yapmış olduğum araştırmaların bende kalan izlerini kalemim elverdiğince, haddimi aşmadan yazmaya çalışayım.

Pythagoras’ın yaşamı hakkında çok az bilgiye sahibiz. M.Ö. 570 yılında Yunanistan’ın Sisam Adası’nda doğmuş. Bir ara Thales’in öğrencisi olduğu ve onun isteğiyle Mısır’a gittiği matematiği orada öğrendiği söylenir. Dönüşünde ise adasının bir tiranın baskısı altında yönetildiğini görünce İtalya’nın güneyindeki Kroton’a gider. Kroton’da efsanevi şarkıcı Orpheus’un kurduğu Orphik kültürün çok etkisinde kalmıştır. Orpheusçuluk tarikatındakiler ruh göçüne ve doğuşların dönüşümlü olduğuna inanırlarmış. Yani bir nevi reenkarnasyon olan bu durum, insanın hayatını nasıl yaşadığına göre ruhu bedenden ayrılınca başka bir insanın bedenine mi yoksa bir hayvanın bedenine mi gireceğini belirlermiş. Bu sebeple hem et yemezlermiş hem de bu döngüden kurtulmak için maddi zevklerden uzak, disiplinli bir hayat sürerlermiş. Pythagoras da bu tarikattan çok etkilenmiş. Onlar gibi hatta daha da sıkı kuralları olan bir birlik kurmuş. Pythagorasçılık olarak adlandırılan bu birlik dini ve politik bir birlikmiş. Pythagoras Kroton’da bir dönem siyasal güç kazanmış ancak zaman içerisinde aristokratik öğeler taşıyan yönetim şekli halkı ve diğer siyasal yöneticileri rahatsız ettiği için Kroton’dan ayrılmak zorunda kalmış. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim Aristoteles Pythagoras’tan direkt kalan bir eserden bahsetmez; “Pythagorasçıların Felsefesi” diye bahseder bu birliğin felsefesinden.

Siyasal erdemlerin öğretildiği, ahlaksal bir eğitimin verildiği, okul diyebileceğimiz bu tarikatımsı yapıdaki birlikte, Pythagorasçılar sadece mistik veya dini alanda değil aynı zamanda bilim ve sanat alanlarında da çalışmalar yürütmüşler. Özellikle müzik ve matematik ile çok uğraşmışlar, her ikisinin arasında çok sıkı bağlar olduğunu keşfetmişler. Astronomi alanında muazzam çalışmalarda bulunmuşlar. Bu efsanevi çalışmaları tek kişinin yapamayacağı ve kendisinin yazmış olduğu herhangi bir eser günümüze gelmediği için Pisagor’un gerçekte yaşamadığı bile söylenir bazı kaynaklarda. Bazılarında ise Pythagorasçıların başındaki kişiye bu ismin verildiği de söyleniyor. Bunlar tarihin sisli sayfaları. Şahsi fikrim ise onun gerçekten yaşadığı yönünde. Önemli olan zaten Pythagorasçılığın olduğu ve tüm bu çalışmaları yapmış olmalarıdır. Onların felsefesi teorikten daha çok pratik bir felsefedir. “Uyum” çok önemlidir, “Arınma” çok önemlidir yani ahlaksal olarak yaşamı nasıl yaşamamız gerektiği asıl meseleleridir. Gelelim yaptıkları muazzam çalışmalara.

Pythagoras’ın kendisi ses perdesi ile tel uzunluğu arasındaki bağlantıyı keşfetmiş böylece müzikteki gamı bulmuş. Birliğindekiler ise bu bilginin devamında bugün do, re, mi, fa, sol, la, si, do… diye kullandığımız notaların arasındaki uyumu keşfetmişler ve bunu matematikteki sayılar ile bağdaştırmış. Gamların uyumlu olduğunu çünkü aralarındaki ilişkinin basit ve kesin matematiksel oran olduğunu bulmuşlar. Bu matematiksel oran onlara göre evrendeki matematiksel düzenin ispat edilmesinin bir yönüydü. Hemen aklıma Galileo Galilei’nin o müthiş sözü geldi; “Evrenin dili, matematiğin diliyle yazılmıştır.”

Pythagorasçılar kurdukları sistemle işte bu sözün temelini attılar. Tabii ki onlarınkisi materyalist bir yaklaşım sayılmazdı. Onlar için sayılar çok önemliydi, hatta onlara göre arkeSayı”dır yani sayılardır. Hatırlayacağınız üzere Miletoslu filozoflar arkeyi yani evrenin ana maddesini su, hava gibi maddelerle, yani maddi nedenle açıklamaya çalışmışlar, Pyhagorasçılar ise arkeyi sayılar olarak formel nedenle açıklamışlardır. Pek çok şeyi sayılarla ifade etmeye çalışmışlar. Mesela 1, 2,  3, 4 olan ilk dört sayıyı ele almalarına bakalım; başlangıçta nokta bulunur ve nokta 1’dir, doğru 2’dir çünkü iki noktanın yan yana gelmesinden oluşur, 3 üçgendir, 4 ise hacimli cisim olan kübiktir. Geometriyi somutlaştırmışlardır. İrrasyonel sayılarda ise çözümü sonsuz büyük ve sonsuz küçük kavramları ile çözmüşlerdir. Bu kısmı biraz özet geçiyorum, yoksa bunları anlatmaya kelimeler yetmez.

Pyhtagoras’a göre her şeyin temeli ‘Bir’dir ve iki temel öğenin birleşmesinden oluşur. ‘Bir’, sınırlı olan ile sınırsız olanın birleşmesinden oluşur. Sınırsız olan hava ile sınırlı olan ateşin birleşmesi ‘Bir’dir mesela. ‘Bir’ kozmostaki her şeyin temelidir. Bu sebeple sınırlı- sınırsız çifti tüm kozmosta vardır. Evrendeki uyumu sağlayan on karşıt çift belirlemişlerdir; sınırlı-sınırsız, tek-çift, bir-çok, sağ-sol, erkek-dişi, sükunette olan-harekette olan, doğru-eğri, aydınlık-karanlık, iyi-kötü, kare-dikdörtgen. Bunlardan ilk adı geçenler yetkinlik ve düzen, ikincisi olarak geçenler ise tahmin edebileceğiniz gibi eksiklik ve düzensizliği ifade eder. İşte kozmos da ‘Bir’lerden oluşur ve esasında bu karşıtlar arasındaki uyumdur.

On sayısının ise onlar için ayrı bir önemi vardır. Çünkü ilk dört sayının toplamıdır ve sayıların bütün doğasını içinde barındırır, yani mükemmel sayıdır.

Kopernik’in keşfettiği güneş merkezli evren sistemini ilk açıklayan Pythagorasçılar olmuştur. Onlar henüz güneş demedikleri için merkez ateş olarak isimlendirmişlerdi. Söz konusu merkez ateş de sınırlı ve sınırsızın birleşmesinden doğmuştu. Neymiş bu sistem; Tüm gök cisimleri merkezde bulunan merkez ateşe bir yay ile bağlıdır ve onun etrafında dönerler. Sisteme ‘Karşı Yer’ diye bir kavramı eklemişlerdir. Şöyle ki, o zaman beş yıldız var diye biliniyordu; Satürn, Jüpiter, Mars, Merkür, Venüs. Mükemmel on sayısına ulaşabilmek için on tane gökcisminin olması lazımdı. Dünya, ay, güneş ve diğer sabit yıldızlar ise gökyüzünün bir parçası kabul edildiği için on sayısına dahil değillerdi. Dünyanın merkez ateşi değil de güneşi görmesinin sebebi işte bu Karşı Yer’in araya girmesiydi. Bu müthiş bir açıklama yaklaşık iki bin yıl boyunca göz ardı edilmiş… Çünkü Hıristiyan dünya Aristoteles’in evren sistemini benimsemiş. Ayrıca tüm gök cisimlerini de küre olarak tanımlamışlardır. Bu arada kare, küp, küre vs… birçok geometrik şeklin ismini de onlara borçlu olduğumuzu belirtmek isterim.

Tüm felsefe tarihi etkileyen, en önemli tartışmalardan birisi olan; “Beden ve ruh ayrı tözler midir?” sorusunu başlatan da Pythagorasçılardır. Daha önce de belirttiğim gibi ruh göçü inanışları sebebince beden ölünce ruh başka bir varlığa geçiyor. Yani beden ile ruhu ayrı kabul ediyorlar. Bu inanışın sonucu olarak da hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini sorgulayarak etiksel ilkelerin konuşulmaya başlanmasını sağlamışlardır.

Onlar niçin felsefeyle uğraşmışlar? Çünkü arınmak istemişler, bilgiyle saflaşıp evrenle birleşmek istemişler. Hayatın merkezine ahlakı koymuşlar ve hayatın amacını ise ruhların kurtulması olarak görmüşlerdir. İşte onların bu metafizik düşünceleri Parmenides, Platon gibi pek çok filozofu etkilemiştir.

Jenga oyununu oynayanlar bilir, bazı taşların çekilmesi çok kritiktir. O taşları çektiğiniz anda yapı sallanır ve taşlar yere düşer, oyun biter. Üstten çekerseniz belki alt kısmı sağlam kalır ama aşağıdan çekerseniz eğer, yapı tamamen devrilir. Oyunun amacı da kuleyi devirmeden taşları çekmektir. Pythagorasçıların biz insanlığa katkıları da oyunun sağlam kalmasını sağlayan o en alttaki taşlar gibidir bence. Hem mistik felsefe, hem ahlak felsefesi, hem de bilimsel gelişmeler açısından.

]]>
Tue, 08 Feb 2022 16:29:23 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 3, Anaksimandros ve Anaksimenes https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-3 https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-3 Miletos Okulu filozoflarından Thales’in öğrencisi olan Anaksimandros ile yola devam edelim. Anaksimandros müthiş bir filozof; astronominin kurucusu, kozmoloji geliştirmiş, evrimci düşüncenin öncüsü, Platon’un idealarının da bir nevi öncüsü… Tabii ki o da hocası gibi arke sorunu ile ilgilenmiş, fakat çözümü hocasınınkinden farklı olarak monist bir yaklaşım değil, yani tek ve sınırlı bir madde olarak kabul etmemiş arkeyi. Hatırlayacağımız üzere Thales arkeyi su olarak belirlemişti.

Anaksimandros’a göre arkeApeiron”dur. Peki “Aperion” nedir? Eski Yunancadaki sözlük anlamı “Sınırlı olmayan”dır. Anaksimandros göre evreni oluşturan ilk madde, ilk ilke sınırsız ve sonsuzdur, doğmamış ve doğrulmamıştır yani “Aperion”dur. Tüm zıtlıkları bir arada barındırır. Her şey aperiondan var olur ve yok oluşlarında da tekrar ona döner. Aynı zamanda evrendeki devinimin de sebebidir. Tüm var olanların ondan nasıl bir hareket ile meydana geldiğini açıklamaz. Duyularla algıladığımız dünyanın ötesinde de var oluşlardan bahseder. Aperiondan sınırsız ve sonsuz olarak bahsetse de bir kütlesi olduğuna inanır ama bu kütlenin nerede olduğunu açıklamaz. Hem sınırsız hem sonsuz hem de kütlesi olan bir şey olması açısından sanki biraz çelişkili bir durumdur. M.Ö. 610 ile M.Ö. 546 yılları arasında yaşadığını düşünürsek bu görüşleri yine de muazzamdır.

Astronominin kurucusu olan Anaksimandros’u hep şöyle hayal ettim;  himation giymiş beyaz uzun sakallı bir adam yerde uzanmış geceleri gökyüzünü inceliyor. İrili ufaklı uzak yakın pek çok yıldız gökyüzünde parıldıyor. Bir de ay düzenli olarak gün be gün tam daire olup sonra gün be gün azalıp kayboluyor, sonra yine aynı döngü. Güneş çıkınca hepsi görünmez oluyor… Sürekli gözlem yapıp notlar alıyor, düşünüyor, tekrar gözlemliyor…

O dünyayı eni boyundan büyük olan bir silindir şeklinde düşünmüş ve insanları düz alanında yürüdüklerini belirtmiş. Ondan önce Thales suyun üzerinde bir tepsi gibi duran dünya olarak ifade etmişti. Bu silindir havada hiçbir şeye yaslanmadan durur. Silindir şeklindeki dünyayı kaplayan dokuz katman var. Bu da evren. Bu katmanlar içi ateş dolu dairelerdir ve dönerler. Bu dairelerde oluşan çatlaklardan güneş, ay, gezegenler ve Samanyolu görünür. MÖ 7. yüzyıl için bu tasarım müthiş değil mi?

Hiç bir şeye dayanmadan duran silindir biçimindeki dünya, ilk ayrım başladığında sularla kaplanır. Var olan tüm canlılar suda yaşayan canlılardan evrilerek meydana gelmişlerdir der. Bu görüşü evrimci düşüncenin öncüsüdür.

Bilim insanı olan Anaksimandros kozmoloji geliştirmiştir; yani evrenin bir bütün olarak incelenmesi görüşünü. O sadece gökyüzünün haritasını yapmaya çalışmamış, dünyanın haritasını da yapma girişiminde bulunmuştur. Ayrıca güneş saatinin yapımında büyük katkısı vardır.

Ayrıca Anaksimandros tarihte öğretilerini kaleme almış ilk filozof olarak geçer. Maalesef ki bu yapıtlar bize ulaşmıştır.

Anaksimandros’dan sonra öğrencisi Anaksimenes gelir. O M.Ö. 585-525 yılları arasında yaşamış olan Miletos Okulu’nun son filozofudur. Anaksimenes’in düşünceleri ilk çağda çok etkili olmuştur. Bunun sebebi Milet’i Perslilerin alması sonucunda öğrencilerinin dünyaya dağılmış olmalarıdır.

İlk defa canlı-cansız ayrımını yapan filozoftur. Bu ayrımı yapmasının kök sebebi “Arke” çözümünden kaynaklanır. O da Thales gibi arkeyi monist bir yaklaşımla tek bir madde ile açıklamıştır. Ona göre ArkeHava”dır. Bunun temel iki sebebi var. İlki hava sudan daha çok yer kaplar.

İkinci sebep ise Yunancada hava soluk anlamına da gelir. Soluk ise ruhtur, canlılıktır, yaşamdır. Tüm canlıların ruhunun olduğunu kabul eder. Canlıları ayakta tutan ise ruhlarıdır. Buradaki ruh metafiziksel anlamda değildir, yani soludukları havadır.  Ölümle birlikte ruh bedeni terk eder.

Canlı cansız her şey havadan oluşur. O, oluşları havanın sıkışması veya seyrelmesi üzerinden açıklar. Hava yükseldikçe seyrelir ve ateşi oluşturur, sıkılaştıkça sırasıyla buhar, bulut, yağmur ve su oluşturur. Su sıkılaşınca toprak, sonra da taş oluşur. Nasıl bir düşünce değil mi? O zamanın koşullarında, M.Ö. 6. yüzyılda deney yapmadan (Çünkü bilimsel yöntem olarak henüz deney bilinmiyor, kullanılmıyordu) sadece gözlem yaparak, mitoslara bağlanmadan aklını kullanarak yapmış tüm bu açıklamaları.

O da diğer Miletos okulu filozofları gibi astronomiyle de ilgilenmiştir. Kristal kürelere çakılı çiviler olarak adlandırdığı sabit yıldızlar ile gezegenler arasında ilk ayrımı yapan odur. Tek ışık kaynağının güneş olduğunu söylemiştir. Bu muhteşem bir keşif. Ay ve güneş tutulmalarının tam zamanları hesaplamıştır.

Evet, şu ana kadar ilk üç büyük dev ile tanıştık; Miletos Okulu’nun bu üç büyük filozofu  Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes. Hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi bu okulun da sonu oldu, sebebi de Pers saldırıları. Bu okul dağılınca felsefe çalışmaları Güney İtalya’da bulunan Yunan kentlerine geçti. Bugün için bazı düşünceleri çok garip veya saçma gelebilir bize, ama o günün koşulları altında düşünüldüğünde muhteşem fikirler, muhteşem buluşlardır hepsi. Bir kısmı keşfedilmeseydi şu anda insanlık olarak Mars’ta yaşama hayalleri kuramazdık.

 

]]>
Sun, 09 Jan 2022 21:23:01 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 2, Thales https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-2 https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-2 Çok heyecanlıydım, çünkü önümde beni bekleyen oldukça uzun bir yol vardı; M.Ö. 7. yüzyılda başlayıp ta günümüze kadar devam eden, hem de öyle dümdüz uzayıp giden değil, çetrefilli, bazen geri dönüşlü bazen bir anda uzun bir atlayış gerektiren, bazen de ara sokaklarında kaybolunulan bir yol. İlk karşıma çıkanlar Miletos Okulu Filozofları oldu; yani tarihin ilk filozofu Thales ve öğrencisi Anaksimandros ile Anaksimenes. İyonya Okulu olarak da anılan bu okul felsefe tarihinin ilk ekolüdür. Mitostan logosa geçiş bu filozofların düşünceleri sayesinde olmuştur.

Miletos Okulu ile başlayan Sokrates’e kadar devam eden döneme Naturalist Dönem, filozofları da Natüralist Filozoflar veya Pre-Sokratikler yani Sokrates öncesi filozoflar olarak anılırlar. Bu dönem filozoflarının ilgisi doğanın kendisinedir ve doğa ile ilgili tüm oluşumları yine doğa ile açıklamaya çalışırlar. Her şeyin kendisinden meydana geldiği ilk maddeyi bulmaya çalışmışlardır. İşte bu ilk maddeye, ilk ilkeye “Arke” denir. Temel soruları da “Arke nedir?” olmuştur. Arkeyi arama düşüncesinde ve bulmuş oldukları çözümlerde mitolojinin etkisi yadırganamaz.

Onlardan önce yani felsefi düşünme başlamadan evvel insanlar kendilerini, çevrelerini ve evreni anlamak için mitolojik düşünmeden faydalanıyorlardı. Ağaçların yapraklarını döküp çıplak kalmalarını ve havaların soğumaya başlamasını bereket tanrıçası Demeter’in yeraltı tanrısı Hades’in yanına inmiş olmasına bağlamaları gibi. Her şeyden evvel Khaus’un olması gibi… Mitoslarla açıklanan olaylar olduğu gibi kabul ediliyor, mitolojik düşüncede nedensel sorgulama yapılmıyordu. Bu düşünme şekli M.Ö. 8. ile 5. yüzyıllar arasında gücünü yitirmeye başladı. Çünkü insanlar artık bu kabullerden tatmin olmuyorlardı. Bunun başlıca sebepleri arasında değişen yaşam koşulları sayabiliriz; toprak sahibi aristokratların güç kaybetmeleri ve zanaatkârların güç ve para kazanmaya başlaması gibi.

Peki, ilk felsefi düşünme tarzı Eski Yunan da mı başlamıştır? Bu konuda kesin bir görüş birliği mevcut değildir. Bazı kaynaklara göre Sümer veya Mısır uygarlıklarına dayandırılıyor. Olabilir. Bu bilgiyi de çantama koydum.

Filozofları ve felsefe ekollerini incelemeye başlamadan evvel bir sorum olacak; Felsefe nedir? Yani tanımı, kelime anlamı…

 “Philosophia” yani “Felsefe” kelimesinin kökeni bize Arapça’dan onlara da Yunanca’dan geçmiştir.

Philo + Sophia= Bilgelik + Sevgi

Yani “Bilgeliksevgisi”dir.

TDK’nın sözlüğünde;

  1. Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması.
  2. Bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü; Tarih felsefesi. Hukuk felsefesi,
  3. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi; Sokrates felsefesi.
  4. Dünya görüşü,
  5. Bir konuda soyut düşünüş olarak tanımlanmıştır.

Bu tanımları alt alta okunca çok sıkıcı oldu değil mi? Yine de bu tanımlar yolumuzu bilmemiz açısından önemli.

Aristoteles Metafizik adlı eserinde ilk filozof olarak Thales’e işaret eder. Thales yaklaşık olarak M.Ö. 640 ila M.Ö. 550 yılları arasında Milet’te yaşamıştır. Kendisi ilk filozof olmasının haricinde geometrinin kurucusudur. İkizkenar üçgenin taban açılarının eşit olduğunu, birbirini kesen iki doğrunun ters açılarının birbirine eşit olduğunu ve dairenin çapla iki eşit parçaya ayrıldığını göstermiştir. Ayrıca fizik ve astronomi ile ilgilenmiştir. Güneş ve ayın büyüklüklerini hesaplamış, mevsimleri bulmuş, ayın son gününe otuzuncu gün adını takmıştır.  M.Ö. 585 yılında Lydia ile Media arasında yapılacak savaş sırasında olacak olan güneş tutulmasını hesaplamıştır.

Nasıl oldu da Thales bunları ve daha fazlasını keşfetti? Çünkü bakışlarını doğaya çevirdi. Artık mitlerle doğa olaylarının açıklanamayacağının farkına vardı. Gözlem yaptı, yani bilimsel yöntem olarak gözlemi kullandı. Diğer açıdan bakarsak onun gözlemi sayesinde ilk bilimsel çalışmalar başlamış oldu. Ancak yaşadığı dönemin mitolojik inancının etkisinden de tamamen kopamamıştır.

Yaptığı gözlemler sonucunda doğada sürekli bir değişimin olduğunu keşfetti. Bu değişimler ise evrende bir düzenliliğe göre oluyordu. Evrendeki bu düzenin devam edebilmesi için değişen şeylerin ardında değişmeyen şeyin bulunması gerektiğini düşündü. Yani o  “Arke”nin  “Su” olduğunu söyledi. Çevresinde baktığında her yerin su ile kaplı olması etkili olmuş olabilir. Yaşadığı yer ve diğer kara parçaları hep su ile çevriliydi. Diğer bir seçenek ise buz, su, buhar dönüşümü olabilir. Ayrıca mitolojik öğretide de yaratılışta sudan bahsediliyor olması da olabilir. Bu ihtimalleri çoğaltmak mümkün. Maalesef ki bu açıklamalar konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Bildiğimiz şey ona göre su ana maddedir, ilk ilkedir, arkedir.

Thales’in öğrencisi olan Anaksimandros ve onun öğrencisi Anaksimenes’in arke sorununa getirmiş oldukları çözüm onunkiyle aynı değildir. Şimdi biraz burada, Thales’te durayım. Onun gözlerinden dünyaya bakmak için küçük bir mola vereyim çünkü başta dediğim bu gibi bu yol uzun bir yol, bir solukta gitmektense, keyfini çıkararak ilerleyeceğim, ilerleyeceğiz.

]]>
Thu, 30 Dec 2021 11:02:36 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Bölüm 1, Mitler https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-1 https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu-bolum-1 Karl Jaspers’ın dediği gibi “Felsefe yolda olmak” ise bence bu yoldaki başlangıç durağı mitolojilerdir. Ben oradan başladım. Felsefe yapma etkinliğini ilk başlatan filozof olan Milet’li Thales’ten önce insanlar evreni ve yaşamı açıklamak için mitolojilerden, destanlardan faydalanmışlardı. Bugün bunları okurken ne kadar saçma olduklarını düşünebiliriz. Ancak o zamanlarda insanlığın elinde ne bilgi vardı ne de bilim. Felsefi sorgulama veya düşünme tarzı başladıktan sonra bilgi ortaya çıktı, günümüze kadar üst üste eklendi ve eklenmeye de devam ediyor. Isaac Newton’ın muhteşem bir sözü vardır; “Eğer daha uzağı görebiliyorsam, benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir.”  Evet, şöyle bir düşününce ne kadar çok devimiz olduğunu görebiliriz; Thales,  Epikür, Heraklitos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Schopenhauer, Wittgenstein, Derrida… Devlerimizi incelemeye başlamadan evvel biraz mitolojilere bakalım.

Her topluluğun kendine ait mitolojileri bulunur; Türk, Yunan, Çin, Budist, Anglo-Sakson, Slav, Arap, Pers, Aztek, Mısır… Peki mitoloji nedir?. Vikipedi’nin tanımına göre; “Mitoloji, belirli bir din veya kültürdeki insanlık ile evrenin yaratılış ve doğasını, geleneklere özgü inanç ve uygulamaların sebebini açıklamaya yönelik söylencelerin tümü”dür.  İşte bu söylenceler evren ve yaratılışa veya tanrılara ve kahramanlara dair olabilir.

Mitoloji denilince aklımıza genellikle Yunan Mitolojisi gelir. Bence bunun sebepleri arasında Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı ile Hesiodos’un İşler Günler ve Theogonia (Tanrıların Doğuşu) eserleridir. M.Ö. 7 veya 8. yüzyılda yazmış oldukları düşünülen bu eserler sayesinde biz bugün sözlü gelenek dışında Yunan Mitolojilerine erişebiliyoruz.

Benim ilgimi en çok yaratılış mitleri veya destanları çekiyor, onların içinden de Altay Türklerinin Yaratılış Destanı. Hadi çok kısaca bir bakalım. Altay Türklerinin Yaratılış Destanına göre her şeyin en başında sadece su varmış, gök de yokmuş, yer de. Her yer su imiş. Tanrı Ülgen bu suların üstünde uçup duruyormuş. Bir yandan da konacak bir yer arıyormuş. Gönlüne düşen kutsal ilham ile duyduğu sesin buyruğuna uyup denizden çıkan bir taşı tutmuş ve o taşın üstüne binmiş. Tanrı Ülgen rahatlamış ve bir dünya yaratmak istemiş… Bu destanın birkaç versiyonu olduğunu söylemeliyim. Yaptığım incelemelerde temel olan, her şeyin başlangıcının hep su olduğuydu.

Gelelim en popüler, en bilinen mitlerin olduğu Antik Yunan Mitolojisine. En popüler tanrıları kim diye soracak olursam Zeus dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki ya Zeus’tan öncesi, en başında ne oldu? Bu evren, bu dünya nasıl yaratıldı? Hadi ona da kısaca bakalım. Başlangıçta Khaos vardı yani sonsuz boşluk, hiçlik. Birdenbire hiçliğin ortasında Gaia yani Toprak Ana belirdi. Belirsiz olan Khaos’un aksine, biçimli bir şekle sahip, her şeyi doğuran Gaia. Kendini saracak, eşi olan gökyüzü Uranos’u yarattı. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine diye devam etmiyor tabii ki aşklarının sonu. Çok çetrefilli, karışık, bol aksiyonlu, bol tanrılı ve bol kahramanlı devam ediyor.

Günlerce, aylarca okudum çeşitli toplulukların mitlerini ama hiç sıkılmadım. Ancak yola çıkmam gerekiyordu. O yüzden ara sıra açıp bakmak için çantama koydum onları ve yola çıktım.

.   

]]>
Sat, 11 Dec 2021 12:39:04 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Felsefe, Hayatın Yolu & Başlangıç https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu https://edebiyatblog.com/felsefe-hayatin-yolu “Felsefe yolda olmaktır.”

Bu sözü uzunca zaman evvel bir dergide okumuştum. Bir şekilde beni etkilemiş, ara sıra aklıma gelip düşünmeme yol açmıştı. Oldum olası felsefeye ilgim vardı. Araştırıp okuyup öğrenmek istediğim fakat hayatın yoğunluğu sırasında bir türlü vakit ayıramadığım, öğrenince ne işime yarayacağını bilmediğim bir alan. Lise yıllarında ders alırken çok sevdiğim ancak hayattan kopuk, bulutların ötesinde, günlük yaşamımız içerisinde yer almayan bir disiplin olarak bakıyordum galiba. Ta ki bu söz ile karşılaşıncaya kadar… Önce felsefe hakkında kitaplar aldım. Onları okudukça daha da ilgimi çekti. Bir süre sonra nereye gideceğimi şaşırdım. O zaman akademik olarak destek almaya karar verdim ve Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümüne yazıldım. Mezun oldum. Halen okumaya, araştırmaya devam ediyorum. Bu sözün sahibi Karl Jaspers’ın dediği gibi felsefe gerçekten yolda olmak. Öyle bulutların üstünden, hayata teğet geçen bir yol değil; hayatımızın, insanlığın yolu, insanın kendi yolu…  

Ortaokul yıllarında ilk soru sormakla başlamışım. Bir ergen olarak o soruların “Felsefenin Büyük Soruları” ile bağlantılı olduğunu bilmiyordum. Ben kimim? Bu dünyaya neden geldim? Neden yaşıyoruz? Hayat neden bu kadar anlamsız? Mutluluk nedir? İnsan olmak ve bu hayatı nasıl yaşamakla ilgili pek çok soru…

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne baktığımızda “İnsan”; “Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı,” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımdaki “değiştirebilen ve biçimlendirebilen” kısmının olabilmesi ve “Felsefenin Büyük Soruları”nı sorabilmesi insanın doğuştan sahip olduğu merak duygusunun eseridir.

Evet, her şeyi merak ederiz. Bundan iki bin beş yüz yıl önce yaşamış ilk filozoflar olarak kabul edilen Doğa Filozofları, çevrelerindeki dünyayı merak ettikleri için insanlığa çok büyük bir kapı açmışlardır. Onlar evrenin düzenini mitlerde değil de doğa olaylarında aramışlardır.

Ben bir bilim insanı veya filozof olmadığım için kendi küçük dünyamın sorularının cevaplarını kendi çevremde aradım. Bu araştırmaları yaparken karşıma bir dernek çıktı, spiritüalizm araştırmaları yapıyorlardı. O zamanlar bunu felsefe ile hiç bağdaştırmamıştım ama felsefe konusunda eğitim alınca gördüm ki esasında felsefenin bölümlerinden olan Metafiziğin alt ayrımında bulunan araştırmalarla ilgileniyorlarmış…

Felsefe Bölümünde okurken aldığımız hemen hemen her derste, İlk Çağ, Orta Çağ, Modern ve Çağdaş Felsefe, Etik ve Ahlak Felsefesi, Metafizik, Varoluşçuluk, Din Felsefesi, Dil Felsefesi, Epistemoloji vs… felsefenin ne kadar çok hayatın kendisi olduğunu anladım. Mantık dersi bile ilk bakışta kopuk ve zor gibi görünse de doğru düşünmenin yollarını öğretiyor. Etik ve Ahlak Felsefesi doğru ve iyi bir insan olma konusunda bize yardımcı oluyor. Özellikle beni bu alan öyle çok etkiledi ki ilk romanım “Gece ve Gölgeler”i Etik’ten etkilenerek yazdım.

Esasında felsefe hayatımızın her alanında var. Bizler pek çok zaman ismini bilmiyoruz. Araştırıp öğrendikçe hayat yolumuzda daha bilinçli olarak yürümeye devam ediyoruz ve bu yol sonu olmayan bir süreç. Jaspers dediği gibi;

“Felsefe, yolda olmaktır; hiçbir yere yerleşmemektir, sürekli bir maceradır. Felsefe yersizlik ve yurtsuzluktur; amansız bir göçebeliktir. Felsefe, evine hiçbir zaman ulaşamaz. Felsefe sadece aramaktır; aradığını bulamayacağını bile bile aramaktır. Felsefe, hakikate varamaz; o hep eksik olmakla yazgılıdır.”

]]>
Fri, 03 Dec 2021 00:00:54 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU
Üç Bin Yüz Elli https://edebiyatblog.com/uc-bin-yuz-elli https://edebiyatblog.com/uc-bin-yuz-elli Kuşların sesinin çoğaldığı, insanların gürültülerinin azaldığı günlerdi. İlkbahar çiçekleri açarken insanlar evlerine kapanmışlardı. Bazıları sessiz sedasız, bazıları kızılca kıyamet yaşıyordu o kapalı kapılar ardında. Güneş ışıkları yavaş yavaş şehre vurmaya başlayalı beri tek bir adamın topuk sesi yankılandı sokakta. Yöre halkının büyük bir kısmı sıcak yataklarında uyumaya devam ederken aksakallı, kamburu çıkmış İmam Ali cami avlusu kapısının kilidini yavaş yavaş açtı. Yaşlı dede ve nineler ile iki elin parmaklarını geçemeyecek kadar olan gençler sabahın soğuk suyuyla yıkadılar yüzlerini.  Seccadeleri serip yüzlerini kıbleye çevirdiler. Euzû besmelelerini çektiler. Hoparlörden duydukları İmam Ali’nin sesiyle beraber hep bir ağızdan “Allahü ekber” deyip kendi evlerinde secdeye vardılar.

“Lâ ilâhe illallâh” yankılandı boş sokaklarda. Abuzer yattığı taşın üstünden kalktı, yerdeki gazete kâğıtlarını toparladı. Üstündeki açık kahverengi ceket sabahın serinliğinin içine işlemesini engelleyememişti. Cadde boyunca yürüyüp Ali Nacar Camii’ne geldi. Kapıyı yokladı. Hasbünallah yine kilitli. Cami kapalı da avlusunu neden kitlersin be adam! Biraz dolandı kapının önünde. Arkasını dönüp kaleye doğru yollandı.

İmam Ali kaynamış suyu çay bardağına boşaltırken camdan baktı. Aynı delikanlı. Maşallah tam Müslüman. Her gün geliyor. Bir hafta olmuştur. Bak yasak masak dinlemiyor. Şeytan diyor kapıyı kilitleme girsin içeri, gariban çocuk kılsın namazını. Tövbe tövbe… Melek diyor melek… Hiç camilerde toplu namaz kılmak yasaklanır mı? Taş olacak bunlar taş. Yoook, öte âlemde cayır cayır yanacaklar. Gözle görünmeyen küçücük mikroptan korkuyorlar. Allah’tan başkasından korkulmaz. Boyunları devrilesiceler… Ya başkaları da gelirse. Al başına belayı bu yaştan sonra... Çaydanlığı ocağın üstüne geri bıraktı. Çayını alıp masasına oturdu, peynir ve zeytinini yemeğe başladı.

Kalenin kimseyi görmeyen ıssız duvarına gelince fermuarını açıp işedi Abuzer. Çevresine tedirgin bakışlar attı, pantolonunu indirip çömdü. İşini tamamlayınca doğruldu. Hızlı adımlarla şerbetçi heykeli çeşmesine gitti. Torbasından çıkardığı sabunla ellerini, yüzünü yıkadı. Su içti. Az ötedeki banka oturup yanındaki bazlamaların kalanını yedi. Anam, babam, Ayşe, uşaklar hepsi kahvaltıdadır şimdi. Ne zaman açarlar bu yolları? Bendeki de şans. Kalk Nizip’ten gel. Ne o iş bulacakmışım. “Memlekette iş mi var Abuzer, otur oturduğun yerde be adam!” Ah Ayşe ah… Sıcak bir çay olsaydı keşke...

Çay bardağını, çatalını yıkadı İmam Ali, tezgâha koydu. Divana oturup rahleyi önüne çekti. Kuranı Kerim’i okumaya başladı.

Abuzer toparlanıp kalktı, köprünün üstüne gitti. Duvara yaslandı. Sokaklar her zamankinden daha boş görünüyordu. Yüzlerine maske takmış azıcık insan bir yerlere gidiyordu. Güneşe döndü yüzünü, gözlerini kapadı, ısınmaya çalıştı. Ahh ahhh… Nasıl döncem ben Nizip’e. Otobüsler çalışmıyor. Erzak da bitti! Ceplerini yokladı eliyle. İki kâğıt parayı hissetti. Hepi topu on beş lira!

“Selamün aleykün kardaş.”

Gözlerini açtı. Yüzlerinde maskelerini, ellerine eldivenlerini takmış iki zabıta memuruyla karşılaştı Abuzer.

“Ve aleyküm selam.”

“Hayırdır ne arıyorsun sokakta?”

“İş arıyorum. Nizip’ten geldim ben.”

Memur boş boş baktı Abuzer’e.

“Bizim oralarda hiç iş yok biliyon mu? Belki dedim burası büyük şehir. Bir iş bulurum, garsonluk olur, bulaşıkçılık, komilik… Yani ne iş olsa yaparım ben Amirim. Nizip’te avradımı ve uşaklarımı babamın evine koydum açta açıkta kalmasınlar diye…” Başı önüne düştü, daha fazla konuşamadı.

Aldık yine başımıza belayı. Maskenin üstünden yanağını kaşıdı memur. Direnmese bari. Yanındaki diğer memur arkadaşına baktı. Ne zor bu insanların durumu da!

“Dün akşam sokağa çıkma yasağı ilan edildi, duymadın mı sen?”

“Yok Amirim, ben geldiğimden beridir sokakta yatıyorum. Duymadım.”

“Sokağa çıkma yasağında dışarıda olmanın cezası var, ben işlem yapmak zorundayım.” Sanki ödeyebilecek de gariban. Maskesini düzeltti. Yazık, vallahi yazık!

Başı bir kez daha önüne düştü Abuzer’in. Ne cezası! Hangi parayla ödeyeceğim…

“Al sen bu evrağı.”

Abuzer kâğıdı aldı. Çüş! Üç bin yüz elli lira!

“Amirim bir yanlışlık var galiba!”

“Yok aslanım. 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 282’nci maddesi uyarınca üç bin yüz elli lira idari para cezası kesmemiz gerekiyor.”

Abuzer küçücük oldu omuzlarının altında.

Zabıta memuru, “Gel biz seni Gaziantep Belediyesi’nin misafirhanesinde konaklatalım,” dedi.

Abuzer kırık kırık gülümsedi, zabıtanın peşine takıldı.

İmam Ali’nin başı düştü. İçim geçmiş. Yarı kapalı gözlerle telefonunu çıkarttı cebinden, 09:58. Alarm kurdu öğle vakti için. Rahleyi yana çekip, divana yattı.

 

11 Nisan 2020 Fox TV Ana Haber Kuşağı 36:50 ile 37:13 dakikaları arasındaki sokak röportajı notları;

Açık kahverengi ceketli sokaktaki bir vatandaş “Nizip’ten ilçeden geldiğim için Gaziantep’e iş maksadıyla geldim,” dedi kameraya.

“Ben işlem yapmak zorundayım,” diye devam etti Gaziantep Büyükşehir zabıta memuru.

Spiker, “Nizip’ten Gaziantep’e iş aramak için gelmiş. Şehirlerarası yolculuk yasağı çıkınca sokakta yatmak zorunda kalmıştı. Haberi yoktu sokağa çıkma yasağından,” diye açıklama yaptı.

“Yasak yürürlükte olduğu için geri tekrar Nizip’e gidemedim. Dışarıda uyudum,” diye sözlerine devam etti aynı vatandaş.

Spikerin, “Mağdur vatandaşa ceza kesildi ama sokakta bırakılmadı. Gaziantep Belediyesi’nin misafirhanesine yerleştirildi,” notuyla haber sonlandı. 

Abuzer’in, kendisinden yaklaşık iki buçuk asır önce yaşamış olan J.J. Rousseau’dan hiç haberi yoktur. Oysa ki Rousseau zamanında toplumda eşit ve özgür olmayan, ezilen, zor durumda yaşayan, sürünen halk kitlelerini düşünerek Toplum Sözleşmesi kuramını öne sürmüştür, tıpkı doğa durumunda olduğu gibi yaşayabilmeleri için. Bu kuram kısaca halkın kendi iradesiyle egemenlik hakkını kendilerinin kullanması veya “Emredici Vekâlet” yöntemiyle yönetilmelerinin sağlanmasıdır. Doğrudan demokrasinin yürütülemeyeceği geniş halk kitlelerinin olduğu toplumlarda vatandaşlar kendi rızası ile egemenlik hakkını vekillerine verir. Yasaları onaylamak için halk meclisleri kurulur, böylece halk yasama yetkisini elinde tutar. Ayrıca seçmenler vekillerine direktif verir, vekiller de bunları uygular. Direktifler yerine getirilmediği takdirde ise seçmenler vekilleri azledebilirler.

Vekiller çeşitli sınıf veya toplulukların değil, doğrudan halkın vekili olmaları sayesinde hiçbir grup veya sınıf kayırılmaz. Böylece sınıf farksız eşit ve özgür halk zor durumda kalmaz. Üç bin yüz elli lira ödemek, akşam sokakta uyumak, iş bulabilmek için şehre gitmek, ailesinden ayrı kalmak zorunda kalmaz.

]]>
Fri, 20 Aug 2021 00:08:10 +0300 TUĞBA İNCEOĞLU