EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Yazarelifguler https://edebiyatblog.com/rss/author/Yazarelifguler EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Yazarelifguler tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. GERİYE KALAN https://edebiyatblog.com/geriye-kalan https://edebiyatblog.com/geriye-kalan

]]>
Wed, 24 Aug 2022 14:53:58 +0300 Yazarelifguler
Çul Çürüten https://edebiyatblog.com/cul-curuten https://edebiyatblog.com/cul-curuten ÇUL ÇÜRÜTEN 

“Ne ehlikeyf adamsın be! Dünya yansa bir bardak su dökmezsin üstüne. Dert yok, tasa yok. Ekmek elden, su gölden yaşa bakalım beyzadem.” dedi Celal yine haset dolu bakışlarıyla. 
“Namıdiğer çul çürüten o. Bilmiyorsan tanıştırayım. Anası bunu bir çulun üstünde dünyaya getirmiş, o gün bugündür de kimse kaldıramamış beyzademizi o çulun üstünden. Orada onu unutmuşlar zahar. Baksana ne anası ilgilenir, baba desen bunun yüzünden çulsuz kalınca terk-i diyar etmiş zaten.” diye gevrek gevrek güldü adının hakkını veremeyen Rahim.
“Sus ulan mahşer midillisi. Anasını babasını karıştırma.” deyip iyi bir fırça çekti Celal Rahim'e. Lâkin Rahim bunu anlayacak kapasitede değildi. Girdiği her ortamda patavatsızlığıyla, ondan daha da beteri hakarete varan acımasız eleştirileriyle nam salmıştı.
Sabri her zamanki tavrıyla kulakları dış dünyaya kapalı, ağzından tek kelime çıkmaz, mimikleri kıpırtısız hâlde elinde misvağıyla uğraşır dururdu. Sanırdınız misvakla doğmuş. Ondan başka dostu yok. Kimselerle muhabbet etmeyen Sabri'nin içine hapsettiği cümleler, hergün ucunu açtığı, soyduğu, kesip yonttuğu, liflerini eliyle taradığı şu misvağın içinde mi can buluyordu kimbilir, misvak gitgide daha da bir parlıyor, güzelleşiyordu. Birgün Sabri'nin yerine o dile gelirse şaşmamalıydı.
Sabri kendisine yöneltilen lafları umursamıyordu ki. Arsız bir sinek gibi vızıldasa da kulağının dibinde bu söylenenler, elini kaldırıp kovalamaya bile tenezzül etmezdi. “Söyleyene değil, söyletene bak.” dedirtir, herkesi uçsuz bucaksız sabrı ve metanetiyle ağzı açık izlemeye sevk ederdi. Bir tiyatro oyunu gibi hergün köy kahvesinde canlandırılan seyirlik bir gösteriye dönüşmüştü bu sürgit konuşmalar. Sabri dışında herkes aktifti bu oyunda. Seyirciler bile hayret nidalarıyla katılıyor, kimisi laf atıyor ortaya, kimi de başını iki yana sallıyor, oyuna hareket getiriyorlardı. Durağan olan tek şey Sabri’nin kendisiydi. Hergün heyecan ve merak eşliğinde bir tepki bekleseler de Sabri'den, yine heybeleri boş dönüyorlardı oyundan.
Korunmaya ihtiyacı yoktu Sabri'nin ama Kahveci Mehmet Amca epey üzülür bu duruma, içi Sabri'yi sahiplenme içgüdüsüyle dolarak bozmaya çalışırdı oynanan oyunu. Hele ki Sabri'nin babasızlığını, kollayanı olmadığını bildiğinden yaşanan bu trajik sahnelere müdahil olur, savardı herkesi Sabri'nin başından. Savardı savmasına da, ertesi gün yine aynı hadisenin tekerrür etmesine mani olamazdı. “Ah be çocuk,” derdi içinden “ne derdin var bu kadar? Nasıl kapattın kendini dünyaya tek bir kelâm etmeyecek kadar?” diye söylenip dururdu kendi kendine. Sabri dile gelmeyince, zamanında anasıyla dedesiyle konuşmaya çalışmıştı elbet Kahveci, olayın iç yüzünü öğrenmek, Sabri'ye yardım eli uzatmak için. Ama öyle ketum insanlardı ki ailesi. Kendileri hakkında ser verip sır vermezler, köy ahalisinin arasına karışıp hasbihal etmeye niyetleri bile olmazdı hiç. Birkaç yıl olmuştu başka bir yerden bu köye göçeli. Ama kimseler nereden geldiklerini tam olarak bilmezdi.  Bu aile kendi ıssızlığında yaşamayı seçmişti. Mecburi hâller dışında ne anası, ne dedesi iletişim kurardı köylüyle. O yüzden bu ailenin hikayesi maalesef söylenti şeklinde dilden dile dolaşırdı köyde. Yok kan davasından kaçmışlar, yok kıtlıktan kaçmışlar, yok efendim birgün patlak verecek gizli bir plan için buraya konuşlanmışlar. Rivayetler böyle sürüp gidiyordu. İşin aslına astarına vakıf olamayanlar bu yüzden gemi azıya alıp biçare Sabri'ye yükleniyorlardı.
Sabri öğleden ikindi vaktine kadar kahvede elinden ve ağzından düşürmediği misvakı ile, akşamüstü oldu mu iner dere kenarına, başlar türküler söylemeye. Bütün derdini, kederini bu türkülerle nehire akıttığı için belki de gamsız olmuştu kimbilir. Canı sıkıldı mı tepelere çıkar, çoban misali gezinir dururdu dağ bayır. Neyse ki, kahvede huzurunu kaçırmaya çalışanlar buralarda musallat olmazdı ona. Yalnızlığı ile başbaşa dolaşırken dili açılır, mimikleri harekete geçerdi. O da böyle tutunuyordu hayata.
Ne anası doğru dürüst yüzüne bakar, ne dedesi kol kanat gererdi. İkisi de tüm gün tarlada tapanda, herkesten uzak sadece çalışmaya adarlardı kendilerini. Sabri hep bir işin ucundan tutmak istemiş, onların sevgisine, ilgisine mazhar olabilmek için çok uğraşmıştı yıllarca. Ama her defasında “ayak altından çekil” diyen bakışlarına maruz kalmış dedesinin ve annesinden de beklediği şefkati göremeyince uğramaz olmuştu yanlarına. Akşamdan akşama sofrada bir tas çorba içmek tek ortak paydası olmuştu onlarla. Babası da birkaç yıl önce çekip gidene kadar aynı mizaçla yaklaşmıştı Sabri'ye. Hiçbir yaptığını beğenmez, onu sürekli hor görür, karşısındaki insan değil de bir paçavraymış gibi ayaklar altına alırdı her sözü, her hareketiyle. 
Sabri sorgulamadı mı, sorguladı elbet. Lâkin, anası açmadı ağzını, gözünü devirdi yere; dedesi yüzünü çevirdi, uzaklaştı yanından; babası desen bir tokat aşketti ki yüzüne, daha Sabri'de ne soracak cesaret kaldı, ne konuşmaya hacet. Konu açılamadan kapandı yüzüne taş duvarlar ardında. Bir daha da kurcalamadı. Ne babasının gidişine dair sual etti, ne de bunca yıl zindan ettikleri hayatın hesabını sordu geride kalanlara. Öğrense ne fark ederdi, hükmünü yitirmişti herşey. Aile olmanın miadı dolmuştu. O da tepkisiz kalmayı seçti hayata, insanlara karşı. Öylece kabullendi kendisine dayatılan herşeyi.
 Misvak onun tek çaresiydi. Onu ilmek ilmek işlerken sabır tohumlarını ekiyordu aynı anda kalbine. Bu sayede sessiz kalabiliyordu kendisine dadananlara. Onu sık sık ağzına götürüyordu ki bu şekilde ağzını açıp kötü bir kelâm etmiyordu, ondan her daim bunu bekleyenlere karşı. Hoş, sadece kötü söze değil, iyi söze de engeldi ağzının kilidi. Zira, yanında yöresindeki insanların çoğu dedikodu düşkünüydü, dalavereciydi, muhatabının kusurunu örtmek yerine açığa çıkarmak için binbir düzen kuran karaktere sahiptiler. İyi niyetliler de tek tük seçiliyordu ama Sabri küsmüştü bir kere insanlığa. Onların iyi niyetleri derya denizde bir damla suydu. Ne kendilerine hayırları olurdu, ne Sabri'ye cansuyu verebilirlerdi. Dert insana anlatılmazdı. Akıp giden suya, aman vermez dağlara anlatılırdı.
Herşeyden şikayetçiydi buradaki ahalinin çoğu. Çay açık olmuş, köpürürdü kimisi hemen. Tavlada hile yapılmış, cıngar çıkarırlardı. Aylarca borçlarını ödemez, bakkal veresiyeyi kesince kapısına dayanırlardı. “Senin horozun, senin keçin bağıma, bahçeme girdi" deyip taşlı sopalı kavgaya tutuşurlardı. Karşı köyden bir kıza aşık olan gençler o köyün delikanlılarından veto yiyince hazmedemez, maiyetini toplayıp baskına giderlerdi. Çoğu kez de ava giden avlanırdı. Herkes böyle olacak değildi ya; iyi niyetliler, sakin mizaçlılar da vardı elbet, vardı da etkisiz eleman olmuşlardı bunca hırsın, gözü dönmüşlüğün, katakullinin içerisinde. Sabri etliye sütlüye karışmaz, “çul çürüten” pozisyonunu korumaya devam ederdi tüm bu hareketliliğin içinde.
İşte bir gün yine bir vaka ile köy meydanı yıkılıyordu. Köyün gençlerinden biri, kavgalı oldukları karşı köyden bir kızı kaçırdı sonunda, üstelik de nişanlı bir kızı. Böyle bir olay olur da, ortalık yangın yerine dönmez mi? Eli sopalı, tırpanlı kız tarafı vardı köy meydanına. Ahali sindi, ses seda kesildi. Kahvedekiler dağıldı. Çul çürüten Sabri ile Mehmet Amca'dan başka kimse kalmadı ortalıkta. Sabri yine tepkisiz, kılını kıpırdatmadan oturuyor, arada misvağını yontuyor. Mehmet Amca çok yalvardı: “Oğlum, gir kahveye. Bunlar seni mazlum görüp, hınçlarını senden çıkarırlar. Gel, etme” dese de nafile. Sabri kendi dünyasında yine sus pus, elini eteğini çekmiş herşeyden, mıh gibi çakılı oturduğu yere. Ta ki küçük bir kız çocuğu meydanda görünüp de öç almaya gelen gençlerin eline geçene dek. Ağlayan kızı kollarından çekiştirip kaldırıyorlar havaya, sesleniyorlar: “Kızımıza göz diken hain, neredeysen çık karşımıza, getir kızı bu çocuğu diyet olarak alıp gitmemizi istemiyorsan.” Çocuğun anası dövünüyor: “Yok mu yavrumu kurtaracak bir yiğit? El kadar bebemi yem etmeyin bu zalimlere" diyor ama duyan yok, ses eden yok. 
Onca yıl dili bağlanmış, eli ayağı adeta nadasa çekilmiş Sabri vicdanını, yiğitliğini hayata küstürmemiş olacak ki öyle bir çıkıyor ki er meydanına, hepsinin hakkından geliyor. Kızcağızın burnu bile kanamadan ellerinden çekip alıveriyor. Ortalık sütliman olmuş, kapı pencere ardına gizlenen başlar çıkıveriyor ortaya birer birer. Kahveci Mehmet Efendi bir nutuk çekiyor köylüye: “Çul çürüten dediğiniz adamın tek suçu çul çürütmek olsun. Sizin vicdanınızın, merhametinizin, insanlığınızın çürümüşlüğünün yanında onunki ne ki?”
O olaydan sonra Sabri kendi gerçekliğiyle yüzleşti. Kahramanlığını gören dedesiyle anası daha fazla yüz çeviremez oldular ondan. Kilitli sandıklar açıldı, gizlenen tüm mazi ortaya döküldü ve bir bomba gibi düştü Sabri'nin kucağına. Babası bildiği adam öz babası değildi. Kardeşinin yaptığı hatanın cezasını töre gereği elleriyle kestikten sonra babasıyla, karısıyla ve istenmeyen bir çocukla bu köye sığınmışlardı. Sabri'yi gözden çıkarmıştı annesi de, amcası da. Ancak dedesi kıyamadı, engel oldu yaşanacaklara. Bu yüzdendi anne baba sevgisini, şefkatini hiç tatmamış olması Sabri'nin. Babası bildiği amcası da bu yükü daha fazla sırtlanmak istemeyince sırra kadem basmıştı. Demek dedesinin hep yüzünü çevirmesi, uzaklaşması; annesinin gözünü yere devirmesi hep bu acıyı dile getirememektenmiş.
Sabri artık ne bu olaydan sonra ne de öğrendiği acı hakikatten ötürü buralarda kalamazdı. Artık çürüttüğü çuldan kurtulmanın, yeni hayatına bürünmenin zamanı gelmişti. Topladı tası tarağı. Zaten tek dostu, sakinleştiricisi misvakından başka pek de birşeyi yoktu ya. Bir gün sessizce çulun üstünden kalktı; çürümemiş, kokuşmamış bir yaşam bulmak ümidiyle yola revan oldu.

]]>
Wed, 04 May 2022 19:22:36 +0300 Yazarelifguler
EMANET https://edebiyatblog.com/emanet https://edebiyatblog.com/emanet
Meğerse hayatım boyunca hep bir mağdur edebiyatı ile beslemişim ruhumu. Kendime yetememişim de, hep bir beyaz atlı prens hayali kurmuşum. Geldi mi gelecek mi diye diye köşe bucak onu aramışım. Sonunda bulmuşum dizgin vuramadığı atı yüreğinde şahlanıp duran, prens görünümünü asaletinden, nezaketinden, altın kalbinden alan masal kahramanımı. Evet, gerçek olamayacak kadar masalsıydı. Peki, her masal mutlu sonla biter miydi...
Baskıcı bir ailede büyümenin etkileri insanın neredeyse bütün hayatına mal olabiliyor. Aileler eskiden çocukları üzerinde otorite kurmayı, onlara yasaklar sunmayı çocuğu terbiye etme olarak addederdi. Aileme kızamıyorum, onların da tek gördüğü, bildiği şey buydu. Ben de onlardan kuralcı olmayı, sınırlarımı çizmeyi öğrendim hayata karşı. Bu zaman zaman yordu tabii beni. İnsan ortam değiştirdikçe, yaş aldıkça sınırlarını günün şartlarına göre düzenleyebilmeli ya da esnetebilmeli. Katı bir disiplinle büyüdüğüm için çok zorlandım okul hayatımın bitişiyle. Mesela erkeklerle göz teması kurmak bir tabuydu benim için. Nitekim, iş yaşamımda da sıkıntılarını tecrübe ettim. Şefim sık sık konuşurken neden gözlerinin içine bakmadığımı sorgulardı. Geçiştirirdim, farkında olmadığımı söylerdim. Bir de çocukluk-gençlik döneminde “sen küçüksün, yapamazsın.” “bu senin eline yakışmaz” “sen bırak, annen yapsın” deniliyorsa vay halinize. İşte o zaman hayata yenik başlıyorsunuz, özgüveniniz sizi terk ediyor. Kendinize yetemediğiniz gibi kimseye de faydalı olamayacağınızı düşünüyorsunuz. Mesela “hayır” demek de öğretilmemişti bize. O yüzden çoktur katlandıklarımız, metazori yaptıklarımız. Bilmezdim benim için birgün bunların tersine döneceğini. “oh be, dünya varmış “ derler ya. “Oh be, şu koca dünyanın içinde benim de yaşamaya değer bir dünyam varmış.” dedirtti sevdiğim adam bana sonunda.
 10 yıl önceydi. Ilık bir nisan ayı, çiçekler boy vermiş, ağaçlar yapraklarıyla salına salına bahara “hoşgeldin” merasimi düzenlemekte. Tüm canlıların kanı kaynıyor adeta. Bahar bu, güzel haberlerin müjdecisi. Ne kadar da canım sıkkın olsa baharın kıpırtılarını, adım adım yaklaşan o güzel seslerini duyup , kokusunu içime çektikçe “güzel günler kapıda “ derim hep kendi kendime. Kalbimin sanki son çırpınışlarıydı, acımasız terk edilmişlikler vardı üzerimde; tekrar sevmek, güvenmek, bağlanmak gibi olgular hükümsüzdü artık gözümde. Ama ufacık da olsa uğultulu bir ses yankılanıyordu derinlerimde. Kimbilir belki de düşmemek için  sığındığım son avuntuydu. “bir yol daha var" diyordu bu ses. Uzun muydu, meşakkatli miydi, yakında mı, uzakta mı? Hangi yöne çevirmeliydim kendimi? Bunları hiç sormuyordum o zaman kendime. Sadece inanıyordum o yolu er geç bulacağıma ve akışa bırakmak istiyordum kendimi. Büyükler der “cahil cesareti" , bizler deriz “anı yaşamak”. Evet toydum, içime kapanıktım, korkularım vardı, geçmişim yakamı bırakmıyordu ama varlığını hissettiğim o belki de son yoldan da geçmek isteyecek kadar deli akıyordu kanım. Bir 8 ay daha beklemem gerekiyormuş doğru yola kavuşana dek. Bu bekleme sürecini içimdeki yangınları söndürmeye çalışmakla, geçmişimle düşmanlığı bırakıp onu affetmeye uğraşmakla geçirdim ve bu yalnız günlerimi içimdeki o masum çocukla hasbihal etme fırsatı olarak gördüm. Herşey kendiliğinden oluveriyordu sanki. Bunca yıl kendimle ve seçimlerimle yüzleşememişken şimdi arenaya çıkmıştım ve ilk defa kendimi nedensiz, şartsız seviyordum. Evet nedensiz diyorum çünkü o yaşıma kadar hep bir neden aramıştım kendime sevilebilmek, hayatta kalabilmek adına. Azimli olduğum için, alçakgönüllü, uyumlu biri olduğum için vs. Bu liste böyle uzar giderdi ama nasıl; kendimden , içimdeki asıl benden verdiğim ödünlerle. Meğer gelmekte olan sevgilinin kendinden önce bana ulaşan enerjisiymiş içimdeki bu değişimin sebebi. O gelmeden “sevmek, yaşamak” kelimelerini türetiyordum, inşa ediyordum içimde. O gelince bu sözcükler vücut buldu bende, eyleme geçti.
Tüm hafta sınav için hazırlanmanın neticesinde sersem bir haldeydim; okuldan çıkmış aniden bastıran Nisan yağmuruna yakalanmıştım, biran önce eve dönüp uyuma hevesiyle motora bindim. O kısacık mesafede hava şartları öyle bir değişime uğradı ki, bir mevsimden diğer mevsime geçtik sandım. Fırtınanın kuvvetiyle motor sarsılmaktaydı. İşte o an göz göze geldik. “korkma, geçecek dinecek fırtına birazdan" diyordu bakışlarıyla ömrümde başka bir fırtınaya yol açacağını bilmeden.
Fırtına geçti, yağmur dindi. Şimdiyse içimizde tatlı bir meltem esmekte, aşk yağmuru serpişmekteydi üzerimize. Çok farklı bir dünyaya açıldı kapılarım varlığıyla.  Tüm imkansızlıklar mümkün hâle geldi sevgisiyle. Aklı bir karış havada aşıklar değildik, ayaklarımız tam manasıyla yere basıyordu. Eğitimimde, iş hayatımda onun bana olan desteği, inancı çok büyük rol oynadı. Yeni bir kimlik oluşturmuştum adeta. O ise bende zaten var olan hasletlerin gün yüzüne çıkması için yardımcı olduğunu söylerdi. “İçinde ne cevherler varmış meğer, bin pırlantaya bedel" derdi. Bir özlü söz, gerçekten insanın özünden gelerek söylendiğinde karanlıklar aydınlığa kavuşuyormuş. Aydınlandım, günışığı ile çiçek açtım titrek mum ışığı  gecelerine sırtımı dönerek. 
Bir yazılım mühendisi ile bir edebiyat öğrencisi nasıl bir ortak paydada buluşurlar diye düşünmekten alıkoydu beni tüm hünerlerini sergileyerek. İlk buluşmamızdan itibaren şiirle karşıladı beni. Yıllarca içimde bir destan gibi sakladığım tüm cümleler volkan olup aktı adeta onunla birlikte. Herşey öyle güzel seyrediyordu ki günler birbirini kovalarken bizim sevgimiz büyüyor, gelişiyor, gittikçe daha da iyiye evriliyordu. Toz pembe değildi elbet, ufak tefek kırgınlıklar da olmuyor değildi; tadı tuzu onlar aşkın. Ama neyse ki çok kısa sürüyordu çünkü ikimiz de koca bir günü birbirimizin gülüşünü duymadan geçirmek istemiyorduk. Onsuz, sevgiden yoksun hayatımda 1 gün o kadar uzun gelirdi ki bana hemen gece olsun isterdim, yalnızlığımdan soyunup uykuya, hayal dünyama dalmak için. Ama o vardı artık, günümü aydınlatan ışığım, yol arkadaşım. Koca 1 gün nasıl mahrum kalabilirdim onun sesinden, nefesinden. Şükür ki aynı yerden bakıyorduk hayata. İkimizin de bir uzvu eksik gibiydi kırgınlık saatlerinde.
Her güzel şeyin bir bedeli var değil mi? Çok mutlu olmanın da bedeli ağır oluyor. Ömrümce hayalini kurduğum anların en güzelini yaşıyordum onunla. Mutluluğum o kadar yoğun ve coşkuluydu ki hiçbir olumsuz his beni etkisi altına alamıyordu o zamanlar. Ezelden beri onu bekliyormuşum, yaşadığım tüm olmamışlıklar, ıssızlıklar hep onun geleceğine delaletmiş. O ana dek tecrübe ettiğim tüm acıları, yalnızlıkları aklıyordum bir nevi. Başımda kavak yelleri estiğinden değil, ona ve samimiyetine sonuna kadar inandığım için. İnancıma bir an bile halel gelmedi. Kanlı canlı bir masaldı o benim hayatımda. Hala da öyle.
Hayli maceralı bir yurtdışı seyahatinin akabinde geldi evlilik teklifi. İşi için İskenderiye'ye gitmesi gerekiyordu. Beni de davet etti. Ancak, o benden önce gidecekti. Zira benim bitirmem gereken mühim bir dosya vardı ve o sırada da vize işlemlerini halledecektim. İçim içime sığmıyordu, ilk yurtdışı tecrübem olacaktı hem de en değerlimle birlikte. Planlar hazırdı. İskenderiye'de işini bitirir bitirmez Piramitler'e seyahat edecektik. Ben hemen vize işlemlerine başladım ve o günün akşamı da onu uğurladım. “İpin bir ucu bende sımsıkı bağlı, diğer ucu da sende, onu hiç bırakmayacağını biliyorum, o ipe tutun ve doğruca benim yanıma gel" dedi giderken. Kalplerimiz kenetliydi, birbirine mühürlüydü; yolumuzu kaybetmezdik biz. Uçak biletim hazırdı ancak günler geçmesine rağmen bir türlü vizeden ses çıkmıyordu. Konsolosluğu aradığımda uçağımın kalkışından 1 gün öncesine tarih verdiler, kılı kılına yetişecektim. İşler her zaman planladığımız gibi gitmiyor tabii. O sabah erkenden heyecanla aradım yine elçiliği, telefonda birbirlerine paslıyorlardı beni ve ben her birine ayrı ayrı derdimi anlatmak zorunda kaldım. Nihayetinde o gün yetişmeyeceğini söylediklerinde ağzımdan çıkan kararlı sözlere, kesin bir dille takındığım üsluba ben bile inanamadım. Konsolosla görüştürdüler beni ve o da yanına davet etti beni. Heyecan verici bir gündü. Konsolosluk önünde birçok kişi sıra beklerken, ben kilitli kapıların ardına ulaşmayı başardım. Osmanlı devrinden kalma koskocaman kapılar altından geçerek han gibi bir odaya alındım ve konsolos geldiğinde beni ilgiyle dinledi. Kapıdan çıkarken vizem elimdeydi. Şanslı günümde miydim yoksa evrene yolladığım olumlu enerji bana katlanarak geri mi dönmüştü; her ne dersek diyelim Mısır’da yaşayacak günlerim varmış. Kavuştuk, rüya gibi bir tatilin bizi beklediğini sanıyorduk. Meğer bahar sadece bizim içimizde, aşkımızda değilmiş. Işık hızıyla yaklaşan bir Arap baharı varmış kapıda. Otele yeni varmıştık, üzerimizdeki yorgunluğu atmaya fırsat bulamadan bir kıyamet senaryosunun içinde bulduk kendimizi. Bu kadar insan ne ara organize olmuştu, nasıl akın akın dolduruyorlardı meydanları. O an dışarıda olmadığımıza şükrettik. Ama endişeliydik, bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk. İnternet erişimi yoktu, telefonlar çalışmıyor, ailelerimizi arayamıyorduk. 10 gün mahsur kaldık ülkede, otelden dışarı çıkmaya cesaret edemeden. Onca gün bize çok şey öğretti. Güzel olan hiçbir şeyi ertelememek gerektiğini, elimizde olanların kıymetini bilmeyi ve en mühimi de yaşadığımız hiçbir an'ı heba etmemek gerektiğini. Zira ölümün tarihi, saati yoktu. Bu olaylardan sonra “vakit öldürmek” deyişini lugatimden çıkarmıştım. Vakit çok kıymetli bir kavramdı artık. Sıla hasreti biter bitmez parmağımda yüzükle buluverdim kendimi. Bir dönem kapanıyor, gizlerle dolu yeni bir perde açılıyordu hayatımda.
İnsanın hayatı bir anda mı altüst olur? Yoksa tehlike çanları ara ara yakınımızda çalıyordur da biz mi üstümüze alınmıyoruzdur. En nihayetinde “kader buluşturdu, kader ayırdı” diyebilir miyiz kayıp gidenlerin ardından? O karşıma çıkmadan önce başıma gelen dramatik olaylarda sorumluluğumu yazgıma yüklerdim bir teselli bulmak için kaybedişime. Ama dedim ya o, benim doğru bildiğim tüm yanlışları sildi hayatımdan ve ben sorgulamayı, cevapları aramayı, kendimi boş avuntulara maruz bırakmamayı öğrendim. 
O öyle güzel saklamış ki sırtındaki yükleri benden. İçinde korkunç fırtınalar, kaybetme korkuları, derin pişmanlıklar varken kendimi prenses gibi hissettirmeye devam etmiş. Ben masal dünyamıza öyle bir kaptırmışım ki kendimi, yaşadığı travmalara vâkıf olamamışım. Şehir dışı iş seyahatleri artmıştı ama beni ihmal etmemeye özen gösteriyordu. Sonraları sıklaşmaya başladı bu geziler. Hatta bir ara takılmaya başladım ona. “Gizli görevde mi çalışıyorsun yoksa? Benden gizleme n'olur" diyordum. Çok gülüyordu bu lafıma. Kahkahaya vuruyordu kendini. İnsan bazen diline gelenleri, haykırmak istediklerini susmak için ya çığlık atar, ya kahkahayla katılırmış. O feryatlarını kamufle etmeye çalışırken benim kulaklarım tıkalıymış. Onun yüreği tir tir titrerken ben hep yazı, baharı yaşamışım. Onun gözlerinden hüzün ve çaresizlik akarken benim gözlerimin önünde kelebekler uçuşuyormuş.
Bir yıldız kayıp gitti ömrümün en güzel deminden ardında yaşlı gözler, soru işaretleri, çıkmaz sokaklar bırakarak. Ne bir vedası ulaştı bana, ne ufacık bir emare ondan aylarca. Kara kutuyu bulmak çok zamanımı aldı. Bilmek mi zor, bilmemek mi? Öğrenmeseydim gerçekleri, hep aynı dozda acıyla yaşar, buna alışırdım belki gitgide. Ya da bu bilinmezlik, bu belirsizlik birgün tufan olur, patlardı içimde. Gerçek en nihayetinde önüme cam kırıklarıyla dolu bir yol olarak serildiğinde adım adım geriledim. “Keşke” dedim, “keşke çıkmasaydım yola, gönlümü daha da kanatacak bu yol ayrımına denk gelmeseydim.” Keşkelerle dolu cümleler koca bir hiç, anlamdan yoksun, içi boş. Zamanı geri sarabilmek mümkün değildir ama hakikatle yüzleşmek de mangal gibi yürek ister; hâl böyle olunca sarılırsın keşkelere bir faydası olmadığını bile bile.
Hainlerin gizli emellerinin, kirli pusularının kurbanı oldu. Bilgisayar kurdu olmasının bedelini canıyla ödedi. Yurtdışına gitmişti. Yazılımını geliştirdiği şirketin yasadışı işlerinden bihaberdi. Sadece işini yapmaya çalışırken onların ekmeğine yağ sürdüğünü nereden bilebilirdi? Meğer şirket adı altındaki bu iğrenç oluşum bilinen iş insanlarına, üst düzey yetkililere suikast hazırlığı içerisinde ve büyük bir vurgun gerçekleştirmek üzereymiş. Metin bu gizli listenin şifresini çözünce yetkili makamlara gidip bunu bildirmeye fırsat bulamadan farkına varmışlar ve tehditler başlamış. Ailesinin ve benim konumumuzu bularak ters bir hareket yapması durumunda bizimle tehdit etmişler onu. Yanıma son gelişlerinde meğer hep göz hapsindeymiş. Benim de gözlerim onun sırtındaki kamburu göremeyecek kadar körmüş. Keşke tekrar gitmeseymiş, şantajlara boyun eğmeseymiş. Ne olurdu o zaman bu hikayenin sonu. Belki de hepimizin ölümü olacaktı, bizim için feda etti kendi hayatını. Ve tekrar oraya döndüğünde aylarca ülkeden çıkmasına izin vermemişler.
“Kalbime dokun, bak her atışında sana koşuyor, hele sen yanımda yokken daha da süratli koşuyor sana biran önce varabilmek için” derdi. Korkardım kalbinin bu hızlı tıkırtısından ama koltuklarım da kabarırdı benim için böyle delice atan bir kalp için. İşte o dokunmaktan korktuğum, hiç kırmaya kıyamadığım dörtnala giden kalp, bağrındaki yangına daha fazla dayanamamış ve durmuş bir gün. O lanet mahzende aylar sonra bulabilmiş polisler, kalbini bana emanet eden sevdiğimi. Ne beklenir ki üçüncü dünya ülkesinden? Herşeyin ağır işlediği, insan canının ehemmiyetinin olmadığı, belalarla dolu bir toprak parçası. Acımız bize yetmiyormuş gibi ülkedeki lanet prosedürler yüzünden naaşına bile çok geç kavuştuk. Öldürmeyen acı güçlendirir mi? Naaşına, atmayan kalbine dokunurken yıkılmamamın açıklaması bu mudur? Ellerimle toprağa verirken onu, gözyaşlarıma hâkim olabilmem ne ile açıklanır? Onun kalbi atmıyorken benimki eskisinden daha hızlı atıyor artık. Çünkü emaneti bende. Sadece güzel anılarımızın imgeleriyle hayatta kalabiliyorum ben. Ben bir uçurumdan düştüm onun gidişiyle ama düşerken uçmayı, anılarımıza tutunmayı da öğrendim. Onu kalbimde yaşatıyor, emanetini son nefesime kadar onu yad ederek taşıyacağımı biliyorum.

]]>
Mon, 01 Nov 2021 21:06:50 +0300 Yazarelifguler
Bir Sanrısın https://edebiyatblog.com/bir-sanrisin https://edebiyatblog.com/bir-sanrisin Bir sanrısın gördüğüm
Hakikatten epey uzak, masal tadına büründürdüm
İzliyorsun beni, kuşatılmışlık her yerime sindi
Bir sanrısın biliyorum ama kurtulmak istemiyorum
Kaybolduğunda çökecek üstüme kapkara hüzün

Kaçırır gözlerini senden
Gerçeğe körü körüne bağlananlar
Korkarlar karabasan gecelerden
Sen varsan uyuyamazlar
Sadık olan benim sana hem uykumda hem aydığımda
Uyanıkken omzumda bir elsin, bir çift hayran bakan göz rüyamda

Dayanağım yok sanıyorlar
Bir yalana vurgunmuşum
Kurup kurup aklımda, tiyatro oynuyormuşum
Halbuki kendileri hergün çıkıp sahneye
Rol yapıyorlar hayata o sahte yüzleriyle
Bir ben, bir de sen şu esen yel gibi gerçek
Temaslıyız birbirimize, ispata yok ki hacet

Bir sanrısın gördüğüm
Ama yalancı bahar değilsin durmadan avunduğum
Belki varsın, belki yok fakat son derece masum
Hissedişlerimle gölgene sokulduğum
Bir sanrısın biliyorum ama kurtulmak istemiyorum
Yaşamla yüzleşemem, sana inancımla mutluyum

]]>
Thu, 22 Jul 2021 22:07:53 +0300 Yazarelifguler
MEMAT MAHŞERİ https://edebiyatblog.com/memat-mahseri https://edebiyatblog.com/memat-mahseri Bir memat mahşeri gönlüm, içine tüm aşkları gömdüğüm
Tekerrür eder acılarım, değmesin yüzüme tebessüm
Belâgatine kandım, sevdiler sandım, ne mümkün
Bir nümayiş seyretmişim, yandığım yeter artık söndüm

Tevkif ettim kalbimi, atmaz artık aşk için
Mevkufiyetim yok aşka, hürriyetimi ilan ettim
Müstefit oldum yalnızlığımdan, çok yol katettim
Nekahet devresindeyim, uzundur istirahatim

Kifayet etti dinlenmek, çıktım kovuğumdan
Ürkek adımlarla intisap ettim aşk kapısından
Düştüm şimdi bir gönle bana ithaf olunan
Devrik kalbim can buldu, artık maziye dönüp bakmam

Aşkımın aks-i sedası çınlamış yüreğinde
Karşılık verdi yıllardır sönmüş olan hislerime
Irtical ile dile getirdi sevdasını önümde
Kalbimi ihsan ettim, girip işgal edene

]]>
Sat, 17 Jul 2021 00:29:21 +0300 Yazarelifguler
EKSİK PARÇA https://edebiyatblog.com/eksik-parca https://edebiyatblog.com/eksik-parca Çok sevdiğin demli çayı, içtiğin bardak hâlâ sıcak
Suladığın çiçekten düşmüş yere tazecik bir yaprak
Okuduğun kitabın en heyecanlı sayfası açık kalmış
Şömine yeni yakılmış belli, oda tam ısınmamış

Biraz hava almak istedin herhalde, dönersin şimdi
Yağmurdan ürperirsin sen, gel başlamadan kırkikindi
Şimdi gördüm, burada kalmış almamışsın mor ceketini
Aman üşütme cancağızım, hiç sevmezsin sen hekimi

Hava karardı birden, gün ne zaman geceye evrildi
Bu kadar gecikmezdin sen, belli ki işin mühimdi
Elin kulağındadır muhakkak, yeni bir çay demlemeli
Yorgunsundur, yormam şimdi, yarın ederiz muhabbeti

Kaç yarın geçti, ben hâlâ beklerim cam kenarında
Kaç yağmur dindi, dinmeyen tek şey sensizlik bağrımda
Kaç çay demlendi, içtim içtim hararetim geçmedi daha
Kaç yaş geçti şu ömrümden, bakamam saçlarımdaki aka

Bilirim nefesin karışmakta havaya, toprağa, suya
Biraz mesafe, birkaç zaman girdi aramıza
Ben buradayım sevgilim, kurulu aşk otağımızda
Eksik parça sensin, gel ve artık bizi tamamla

...

 

]]>
Fri, 16 Jul 2021 16:29:55 +0300 Yazarelifguler