EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Aleyna Yeşilada https://edebiyatblog.com/rss/author/aleyna-yesilada EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Aleyna Yeşilada tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. hissikablelvuku https://edebiyatblog.com/hissikablelvuku https://edebiyatblog.com/hissikablelvuku

1980, İstanbul

Nefesim boğazımda tıkanıp beni uykumdan uyandırdığında güneşin göğe yükselmek için hazırlıklar yaptığını görüyordum. Sonu gelmeyen kanlı öksürük vücudumu titretiyordu. Vademi doldurduğumun habercisiydi bu kanlı öksürükler. Hayra alamet değildi bunlar, biliyordum. Bugün öleceğimi bilsem bile yaşlığın verdiği boş vermişlik beni ölüme karşı umursamaz yapmıştı ama bunu ne çocuklarıma ne torunlarıma zerre belli etmezdim. Aksine hepsinden daha sağlıklı görünmek için epey çaba sarf ederdim. Zaman zaman da huysuzlaşırdım. Hatta o kadar huysuzlaştığım anlar oluyordu ki benimle konuşmak istemiyorlardı. Ben de inzivaya çekilme zorunluluğu duyuyordum.

Ayağa kalktım. Saat sabahın altısı. Yağmur damlaları pencereme sıçrıyor, gökyüzü simsiyah, deniz gri. Eklemlerim ağrıyor, hele de dizlerim. Belli, çok yağacak. Cumbadaki sallanan sandalyeye oturdum. İşe gitmek için uyananlar yürüyor acele acele. Çocuklar okula gidiyor. Üzerinde siyah önlük, ellerinde tahta çanta, boyunlarında beslenme çantası. Kadınlar var. Yürüyen, yerdeki taşlara takıla takıla yürüyen kadınlar. Koşanlar da var. Sinirli bazıları. Bazıları mutsuz. Nedendir bilinmez bazıları ürkek. Erkekler de var. Çoğu stresli bazıları bağırıyor; bazıları gülüyor. Çocuklar uykusuz. Paytak paytak yürüyor çoğu. Balıkçılar iş başında. Simitçiler tezgâhını açmaya başlamış. Martılar denizi süslüyor. Her dalgada savruluyor köpükler sonra kıyıya tokat atıyor.

Ellerimle dizlerimden kuvvet alarak ayağa kalktım. Rahmetliden kalan eski gramofonu yokladım, hâlâ çalışıyor mu diye. Cennet olsa anlardı şu zıkkımın nasıl çalıştığını.  Uzun uğraşlara rağmen çalıştırmayı beceremediğim aleti yalnız başına bırakıp yatağımın altından eski fotoğraf albümümüzü çıkardım. Üzerindeki kalıplaşmış tozlar beni epey öksürttü. Sabahlığımın cebine geceden sıkıştırdığımın kumaş mendilimi çıkarıp ağzımı kapattım. Yine kan. Siyaha çalıyor bu sefer rengi. Sanki yanımda kızlarım, oğullarım, torunlarım varmış gibi çekinerek geri cebime attım mendilimi. Ağır tozlu albümle sandalyeme geri döndüm.

İlk sayfada ben ve Agâh Bey. 1914, evlendiğimiz gün. Sonrakinde Ali’ye hamileyim. Sonrakinde Ali iki yaşına basmış, Cennet henüz bebek. Sonrakinde Selçuk da doğmuş. Sonrasında Ebru ve nihayet Müge. Kaderin cilvesi bu ya, Müge’yi kucağıma aldığım gün Agâh Bey’i toprağa gömdüm. Hiç göremedi yeşil gözlü kızını. Hallice buruşmuş parmağımı Agâh Bey’in fotoğrafında gezdirirken göz pınarlarımdan iki damla yaş süzüldü. Boynumdan gelen çıtırtılarla kafamı tavana dikip gözlerimi kapadım. Haliyle yaşlar sel gibi akmaya başladı. Albüm parmaklarımın arasından kayıp yere düşünce olduğum yerde sıçradım. Saat sekiz olmuştu. İnci uyanmış olmalıydı.

Fısıldar gibi seslenmiştim. “İnci.”

Yine de duyardı o beni. Kızlarımdan bile çok duyardı İnci. Ah İnci. İhtiyar genç kız. İnci bizim eve geldiğinde henüz on iki yaşındaydı. Ailesi harpta ölmüştü. Agâh Bey’le beraber büyüttük. Hep bize hizmet etti, biz de ona elbette. Kocası Kinyas da Agâh Bey’in kâhyasıydı. O da bize geldiğinde on sekizinde bıyıkları yeni terlemiş sıska bir delikanlıydı. Onun da kimsesi yoktu. İlk gün everdiydik biz bunları da İnci’nin büyümesini bekledik. Hem belki sevmezler birbirlerini dedik, kızı zorlamayalım dedik. Ama gel gör ki ikisi de yan yana bir geldiler, daha da ayrılmadılar. Evlendiler de yine de bizden ayrılmadılar. Agâh Bey’i kaybettikten sonra çok gitmek istediler de bu sefer ben bırakmadım. İkisi de elimde büyüdü. Ben nasıl dayanırdım hem Agâh Bey’in hem de ikisinin kaybına?

“İnci!” ihtiyarlığın verdiği ağırlıkla çatallaşan sesim daha gür çıkmıştı şimdi. Telaşlı ayak sesleri ağır kulağıma gelince elimin tersiyle gözlerimi sildim.

Güzel İnci, sadık İnci. Kara gözlü kız çocuğu. Hantal vücudu ile acele acele odaya daldı. “Aman hanımefendiciğim. Niçin beni uyandırmadınız? Gördünüz mü yine uykuda kalmışım. Ah Kinyas, ah. Kaç kere dediydim uyanınca beni uyandır diye.” Hem söyleniyor hem de odayı topluyordu. Gramofonu çalıştırmak istediğimi anlamış gibi direkt en sevdiğim parçayı açtı. Yatağımı topladı, yastıkları düzeltti. En son yerdeki albümü görünce duraksadı. Buruk gözlerle yüzüme baktı. “Yine mi hanımefendiciğim? Ne çok bakar oldunuz son zamanlarda eskilere.” Albümü narince eline alıp yerine koydu.

“Yine dediğin bir hafta önceydi canım. Hem ne olmuş yani? Kötü mü sanki?”

Cumbaya gelip geniş mi geniş pencereyi açtı. Buz gibi hava yüzümü jilet gibi kesti. Bunu fark eden İnci, komodinin üzerinden el işi şalı sırtıma geçiriverdi. “Sağ ol kuzum.” Elimle eline hafifçe vurup minnettar bakışlarla baktım. Aynı bakışlarla yanıt verdi.

“Kahvaltınızı hazır edeyim mi?”

“Cennet gelecekti bugün. Gelsin de öyle.”

“Herkes geldi hanımefenciğim.”

“Ya, öyle mi? Hiç sesleri gelmiyor.”

“Avluya indiler. Hira uyanmanızı istemedi.” Ah benim küçük torunum. Düşünceli kızım benim. Gözlerim ışıl ışıl parlarken bunu fark eden İnci’ye minnetle bakarak ayağa kalktım.

“Biz de inelim o halde.”

Merdivenleri İnci’nin kolunda birer birer, oldukça ağır indim. Dizlerim titriyordu. Cennet ve Ebru’nun epey uzaktan gelen seslerini duydum. Normalde umurumda olmazdı ama dinlemek istiyordum.

“Hadi kızım. Önden git sen. Ben gelirim ağır ağır.”

“Olur mu öyle şey hanımefendiciğim? Sizi hiç bırakır mıyım?”

“Ne zamandan beri sözümden çıkılır oldu? Hadi bakayım!”

“Eh, peki madem.”

İnci sakince uzaklaşınca nefesimi tutarak sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Sesler netleşince emin oldum. Hatta Ebru da vardı aralarında, Selçuk da. “Çok yaşlandı be abla. Ne yapalım yani gün boyu yanında mı kalalım?” diyordu Ebru.

“Geçen gün evdeki vazoları kırmış, bile bile. Babam gelmiş aklına. İnci zor sakinleştirmiş,” dedi Selçuk. Sesi kısık gelse de anlıyordum, bu Selçuk’tu. Evet, kırmıştım. Evet, Agâh Bey aklımdaydı.

“Dün de babamın öldüğünü unutmuş. Seslenmiş babama gel de yardım et diye. Bunama başlangıcı abla bunlar televizyonda dediler geçenlerde. İlerleyince kendine zarar vermeye başlarmış. Sonra bize, Allah korusun çocuklara bir şey yapmasın.”

“Deli deli konuşma Ebru. Anneme neler diyorsun.”

“Haklı ama abla,” dedi Selçuk. Haklı mıydı? Sahiden torunlarıma zarar verecek kadar mı bunamıştım?

“İnci var iyi ki. Yoksa ben hayatta yıkayamazdım annemi.”

“Ben de,” dedi Cennet çekinerek.

“Gittikçe huysuzlaştı. Çocukları tersliyor, bağırıyor. Çocuktur yahu, kalbi kırılır. Zaten git gide varyemez oldu. O kadar evi, arabayı, yatları, katları öteki tarafa mı götürecek anlamadım ki?” dedi Ebru. Selçuk bir kahkaha patlattı. Saniyesinde içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Çocuklarım neler diyordu arkamdan?

“Tamam ablacığım idare ediyoruz işte. Eh, biz de çok genç değiliz ki artık. Yani Allah’ın zoruna gitmesin de şu an ölmek onun için daha iyi gibi sanki,” dedi Cennet çekine çekine. Diğer ikisi de hak verdi ablalarına. “Neyse gidelim hadi. Uyanmıştır iner şimdi aşağıya. Siz yine de sesinizi çıkarmayın.”

Ani bir şekilde arkamı dönünce köşedeki vazo yere düşüp bin parçaya bölündü. Ben olduğumu anladıklarını bile bile onları duymamış gibi yaptım. Lavaboya girip elimi yüzümü yıkadım. Su damlaları gözyaşlarıma karışıp yanaklarımdan süzüldü. Yüzüm buruş buruş olmuştu, gözlerim iyi görmüyordu, kulaklarım iyi duymuyordu, ellerim tutmuyordu, dişlerim dökülmüştü, elli sene önceki güzelliğimden eser kalmamıştı. Az önce derin bir kalp kırıklığı ile geçtiğim koridorda koştura koştura yanıma gelip ağlayarak kendimi izlediğim aynada bana hayran hayran bakan kızlarım şimdi neredeydi?

“Anne? Ben de senin kadar güzel olacak mıyım?”

Ne çok derlerdi bunu. Saçlarını benim gibi yapar, benim giydiklerimi giyer, benim kokularımı sürünürlerdi. Şimdi ne olmuştu benim kızlarıma? Sahi, ben ne işe yarıyordum artık? Bir fazlalıktım gözlerinde. Belki o kadar bile değil. Ellerime baktım. Zangır zangır titriyorlardı, yaşlılıktan değildi bu sefer. Hikâyem bitmişti, buraya kadardı. Artık ne saygınlığım kalmıştı ne de sevgi.

***

“Kinyas! Kinyas! Nerede yahu bu adam? Boğazım ağrıdı bağırmaktan!” avluya inince İnci’nin dediği gibi herkesi bir arada sohbet ederken gördüm. Çocuklarım Ali, Cennet, Selçuk, Ebru, Müge. Ve torunlarım Hira ve Buğra. Gelinim, Ali’min karısı İclal. Damadım, Ebru’mun kocası Çelebi.

Kinyas başındaki altıgen şapka düşmesin diye bir eliyle tutmuş koşarak avluya geldi. “Hah, geldi. Neredesin be adam? Bir kere de hemen geliver çağırınca!” Kinyas boynu bükük, mahcup elleri göbeğinde birleşmiş bekledi. Cennet gözlerinden ateşler çıkarcasına bakışlar attı Kinyas’a. “Bak annem de geldi. Hemen sofrayı kuruverin. Bugün çok işimiz var. Hekim beyi aradınız mı? Ne zaman gelecekmiş?”

“Aradık hanımım. Öğleden önce gelecekmiş.” Bir yandan avludaki masayı toparlıyor bir yandan da Cennet’e laf yetiştiriyordu.

Şöyle bir baktım çevreme. Torunlarım diz çökmüş baş ucumda ellerimi okşuyorlardı. Bir acayip giyiniyor yahu bu gençler de. Hippi mi ne deniyormuş bunlara. Ağzında pembe bir çiklet saçları darmadağın, paçası bol pantolonlar, yüzlerinde bir acayip boyalar... Eh, annesi değilim ki karışayım.

“Nasılsın anne? İyi uyudun mu?” saçları hafiften kırlaşmış Ali’me bakışlarımı çevirdim. Altmışını devirdi şimdilerde. Yine de gözümde küçücüktü hâlâ. Bu avluda koştura koştura oynadığı günler daha dündü sanki. Cennet’le az mı kavga ederlerdi? Az mı Kinyas’ın kıyafetleri yırtıldı bu yaramazlar yüzünden? Kinyas Selçuk’tan sonra ikinci kardeşi gibiydi Ali’min. Cennet da pek kıskanırdı bu üçünü. Ondandır şimdi Kinyas’a esip gürlemesi.

“İyiyim iyi. Her gün her gün usanmadın mı sen de aynı soruyu sormaktan? Deli mi ne?” burun kıvırarak bakışlarımı çevirdim. Çoğu hafif bir tebessümle yüzüme baktı. “Hekim gelmeden önce odama geliver. Seninle konuşacaklarım var.” oldukça yüksek sesle söylememe rağmen Ali dışında duyan olmamıştı.

Kramp giren dizlerimi ovuşturarak İclal’e döndüm. Sonra Çelebi’ye. Ebru kızımla çok severek evlendiler de bir yavrucakları olmadı. Gitmedikleri doktor, görünmedikleri hoca kalmadı. Kim ne dese denediler de olmadı. Ebru çok ağladı, Çelebi de. Çok kavga ettiydiler. Ayrılacaklardı da Agâh Bey girdi araya. Kader dedi kısmet dedi yatıştırdı. Şimdi birbirine sadık iki hayat arkadaşı olarak koca bir evi paylaşıyorlar. Gelinim İclal, damadım Çelebi, Köseoğlu ailesine sonradan dahil olsalar da neredeyse hiç yadırganmadılar. Çok çabuk kaynaştılar. Tam ailemize yaraşır şekilde. Süslü kızım Müge, hepimiz divanda otururken o sandalyede oturuyordu. En çok Cennet’le anlaşıyordu güzel kızım. İkisi de evlenmemişti ve tahmin ediyordum ki çok iyi anlaşmalarının sebebi buydu. Cennet şansızdı. Tam evlenecekken babası öldü. Sonra da Hira doğunca onunla çok ilgilendi, kendini unuttu. Müge de ablası gibi olacak bu gidişle. Tüm yaşlı kadınlar gibi ölmeden önce çocuklarımın mutluluğunu görmek isterdim ancak kader bu işe ne derdi bilemiyordum.

“İnci içeri avluya seriver sofrayı. Soğuk oldu burası,” dedim başımı çevirerek. “Haşim Bey’i de ara müsait ise şimdi gelsin. Sofraya buyursun.” Kızlarıma kaş göz işareti ile İnci’ye yardım etmelerini söyledim. İclal erken davranıp şimşek gibi bir hızla mutfağa koştu, arkasından kızlarım. Oğullarım da masaları ve sandalyeleri avluya taşıdı.

Geniş mi geniş sofraya kollarımın altında torunlarımla oturdum. Kapı eşiğinde Haşim Bey’i görünce geri kalktım. Kapıyı açan Müge olmuştu. Haşim Bey’e içeri buyur etti. Haşim Bey elindeki çantasını ve kolunun altındaki önlüğünü sıkı sıkı tutup avluya girdi. Müge’yi takip ederken bakışlarındaki mahcubiyet gözümden kaçmamıştı.

“Günaydınlar efendim. Süreyya hanımlar bugün nasıllar?” Müge’nin arkaya çektiği sandalyeye oturdu Haşim Bey. Müge’deki aşırıya kaçan kibarlığını ben dahil herkes fark etmişti, sesimizi çıkarmadık. “Mersi hanımefendi.” Haşim Bey çantasını sandalyenin yanına indirip önlüğünü üzerine serdi.

“Sağ olun Haşim Bey oğlum. Sizler nasılsınız?” deyip ben de oturdum. İyiyim der gibi gülümseyerek göz kırptı. Müge tam karşısında oturdu Haşim Bey’in. Çayını içerken yüzük var mı diye parmaklarına dikkat etti. Olmadığını görünce içten içe gülmeye başladı. Cennet’le birbirimize bakıp güldük.

Yağmur avludaki yaprakları silip süpürmüştü. Rüzgâr cama yumruk atıp duruyordu sanki. Ah İstanbul, Ah Beyoğlu. Ömrümün neredeyse tamamı bu şehirde geçmişti. Vedalaşmak kolay olmayacaktı.

“Anneanne yastık getireyim mi beline koymak için? Rahat mısın böyle?” dedi Buğra.

“Rahatım rahat. Sen kendi işine bak. O kadar da bunamadım.” Yine kahkahalar havada uçuştu ve yine beni ciddiye alan olmadı.

Herkes sakin sakin yemeğini yerken benim için lokmaları ağzıma götürmek, çiğnemek, yutmak işkence gibiydi. Yaşlılık zor dediklerinde gencecik kızdım, umursamıyordum bile. Yaşanınca öğreniliyormuş meğer bazı şeyler. İlk aynalarda görüyordun bunu. Kendini eleştirmeye başlıyordun, saçlarını, yüz hatlarını, aldığın kiloları, kısalan boyunu. Hepsinden önce dışarıda rastlaştığım insanlar abla yerine teyze demeye başlamıştı. İlk o zaman kabullendim bazı şeyleri ve geri dönüşün başladığını sezdim. Sonra adımlarınım yavaşladığında, sonra nefesim kesildiğinde. Koşmayı bırak hızlı bile yürüyemiyordum. Ağrılarım artıyordu. Önceden anlık olan ağrılar sonra saatler şimdi günler sürüyordu. Hareketlerim yavaşlamıştı. Ellerimi kaldırırken bile hızlı değildim. Konuşmam Halil İnalcık Bey’inki kadar yavaştı. Saçlarımı bağlayamıyordum. Agâh Bey ne çok severdi upuzun saçlarımı. Şimdi görse ne gülerdi, dökülmüş yahu bunlar hep, derdi. Yanımda İnci olmasa yıkanamıyordum. Ya düşüyordum sürekli ya da nefessiz kalmaktan bayılacak gibi oluyordum. Yakında tuvalete bile tek başıma gidemeyeceğim. Şimdi bir düşündüm de Agâh Bey ne şanslı imiş. Öldüğü gün bile bize muhtaç değildi, sanki on sekizinde bir delikanlıydı.

Ev ahalisi yemeğini yerken televizyondaki bir programda çocuğun biri piyano çalıyordu. Eh, epey de iyi çalıyordu. “Anne. Hatırladın mı bu çocuğu? Geçen sene 23 Nisan’da çıkmıştı ilk. Piyona çalanı diyorum.” Önce Müge’ye sonra televizyona döndüm.

“Hatırladım ya hatırlamaz olur muyum? Bunak mıyım ben? Fazıl mıydı neydi adı? Şey de vardı hatta... Neydi adı? Sezen.”

“Evet!” dedi Müge heyecanla. Hayranlıkla izledik ailecek. Bir gözüm de Ali’deydi. Doyduğuna işaret veren bir hareketini görünce kaş göz işaretiyle odama çağıracaktım. Çayının son yudumunu alıp arkasına yaslanınca ayağa kalktım.

“Süreyya Hanım. Muayeneye başlayalım mı?” Haşim Bey de benimle ayağa kalkmaya hazırlanınca geri oturması için elimle omzuna bastırdım.

“Çeyrek kala başlayalım Haşim Bey oğlum. Önce Ali’yle konuşacaklarım var,” deyince geri oturdu. Hemen ardından Ali kalktı. Koluma girsin diye elimle yanıma çağırdım. “Gel de tut elimden. Düşerim de şu çocukların maskarası olurum sonra.”

‘Oğlum ben ölüyorum, çok vaktim kalmadı, seni de buraya vasiyetimi yazman için çağırdım.’ şimdi bu cümleleri kurmam gerekiyordu ama nasıl denirdi bunlar? Nitekim bunları söylemem gerekiyordu. Dilim varmıyordu, nasıl varsın? Gayriihtiyari odada dolanarak anlamsız birkaç şey yaptım. Perdenin uçlarıyla oynadım, halının püsküllerini ayağımla savurdum, gözlerimi kaçırdım.

“Neler oluyor anne? Niçin yalnız benimle konuşmak istedin?” anlaşılan sabrı kalmamıştı oğlumun. Zaten çocukluğundan beri böyle sabırsız olmuştu.

“Oğlum ben ölüyorum. Biliyorum. Herkes biliyor yalan değil ya. Haşim Bey iyi şeyler demeyecek. Eh, kök salacak halimiz yok ya, elbet gideceğiz.”

“Anne sus.”

“Gözlerim iyi seçmiyor. Şuradan temiz bir kâğıt seç. Güzel de bir kalem al eline. Dediklerimi yaz çabuk,” dediğimde söylediklerimi idrak etmek için kendisine zaman tanıdı. Çok üstüne gitmedim ancak aşağıdakiler bir terslik olduğunu anlasınlar istemiyordum. Eli ayağı titremeye başladı Ali’min. Verdiği tepkiyi tahmin ederek kalemi kâğıdı ben alıp koydum önüne. İstemedi, elinin tersiyle itti kâğıdı da kalemi de. Gözleri dolu dolu baktı yüzüme. “Hadi evladım yorma beni. Nereye kadar kaçacağız? Bırak da huzurlu öleyim.” Böyle deyince ikna oldu gibi.

“Tamam söyle. Ne yazayım?” dedi gönülsüzce. Meyus bir bakışla yüzüme baktı. Önce bütün evlatlarımdan, torunlarımdan söz ettim. Sonra mal varlığımdan konuştum kısaca. Agâh Bey epey varlıklı adamdı. Babam da sağ olsun beni okutmuştu. Muallime idim vaktinde. Bütün çocuklarıma ben öğrettim okumayı da yazmayı da. Bütün yazarları, bütün şairleri tek tek ben tanıttım. Agâh Bey de muallimdi. O yüzdendir, varlıklı bir aile olarak kaldık hep.

Her cümlemde, her bir detayda Ali’nin gözyaşları daha da hızlanıyordu. Ben metanetimi koruyordum ancak o neredeyse kendisini kaybedecekti. En son mal varlığımdan kime ne kalacağını yazdırırken Ali’nin gözleri fal taşı gibi açıldı ama bir yandan biliyordu alacağım kararı. En son kâğıdı ikiye katlayıp yine temiz bir zarfa koydu. Zarfa da adımı soyadımı yazdı. Kalemi buruşmuş parmaklarıma alıp imzaya benzer kargacık burgacık bir şey karaladım.

“Aşağı iniver de Haşim Bey’i çağır. Bakalım neyim varmış,” dedim gözlerimi kaçırarak. Hiç sesini çıkarmadı. Sakince odadan çıktı.

Zarfı ters çevirip komodinin üzerine koydum. Çok geçmeden Haşim Bey odaya girdi. Yanında da İnci. Kızlarım yoktu. Aşağıda lak lak ediyorlardı. Haşim Bey, önlüğünü giyip çantasını açtı. “Belinizi açar mısınız Süreyya Hanım?” İnci hemen fırlayıp sabahlığımı üzerimden aldı. İnce penyemi yukarı sıyırdı. Hekim elindeki buz gibi aleti belime koydu. “Rica ediyorum derin derin nefes alınız.” İnci hekime korku dolu bakışlarla baktı. Kötü haber vermesinden korkuyordu. Oysa ben hiç korkmuyordum. “Öksürebilir misiniz hanımefendi?”

İnci’nin bakışları kötüleşmişti. “Neyi varmış?” dedi korku dolu bakışlarla.

“Tamamdır kapatabilirsiniz. Kesin bir şey söylemek zor. Sizi en iyisi misafirimiz edelim bugün. Orada da birkaç test yapalım. Öyle anlaşılır.” İnci kapıda doluşan çocuklarıma kapıyı açtı. Haşim Bey aynı şeyi diğer çocuklarıma da söyledi.

“Hemen bugün çıkar mı şu testler?” dedi Cennet. İnci’de gördüğüm endişenin yanında daha baskın gelen bıkkınlık bir kez daha kalbimi kırdı. Hasta olduğum için özür dilemek istedim, onlara muhtaç yaşamak zorunda kaldığım için özür dilemek istedim, evimize doktorlar girip çıktığı için özür dilemek istedim.

“Çıkar elbet.” Haşim Bey elindeki aleti çantasına koyup ayaklandı. Kapıya kadar oğullarım eşlik etti. Hekimin söylediklerinden sonra sanki gayet normal şeyler duymuşlar gibi tepki veren kızlarıma en ruhsuz bakışlarımı savurdum. Kızlarıma karşı anlam veremediğim bir kin başlamıştı ve beslediğim kin için kendimden nefret ettim.

“Çıkın da giyineyim. Mamafih bu yaştan sonra rezil rüsva olacağım,” dediğimde peş peşe odadan çıktılar. Giyinirken odada benimle kalmayı tercih eden de İnci olmuştu.

Hızlıca temiz kıyafetlerimi giyindim. Agâh Bey’in en sevdiği kokuyu süründüm. Saçlarımı güzelce taraması için İnci’den rica ettim. Belime kadar uzanan bembeyaz saçlarıma aynadan bakınca yine eski günlere dalıyordum. Eskiden yine bu aynanın karşısında Agâh Bey tarardı saçlarımı. Aşağıya indiğimizde ev toplanmıştı. Altmış model Mercedes-Benz beni şifahaneye götürmek için hazırda bekliyordu. Tek araba kapıdaydı. Bu demek oluyor ki en fazla üç kişi benimle gelecekti ve kimlerin gelmeyeceğini anlamak hiç de zor değildi.

Cennet, “Hazırsan gidelim anne,” deyince hemen araya girdim.

“Müge gelsin sadece. Siz kalın. Ne gerek var oralara kadar.” İnci gelsin isterdim ama o kadar zahmet çekmesini istemiyordum.

Ali, beni ön koltuğa oturtup şoför koltuğuna geçti. Müge de arkaya bindi. Kızlarım huysuzluğuma alışmışlardı, hiç itiraz etmeden dediklerimi yaptılar. Dikiz aynasından gördüğüm kadarıyla söyleniyorlardı. İnci gelmek için yeltenince engel oldum. Gözlerimizle kurduğumuz bir iletişim yöntemimiz vardı sanki. Tek kelime dahi etmeden söylemek istediklerimi anladı, buruşuk ellerime küçük bir buse kondurup gözyaşlarını silmeden başını dimdik tuttu ve hemen ardından geriye çekildi. Cennet, İnci’ye da söylendi. Neyse ki İnci Cennet’in bu söylenmelerine alışmıştı. Araba hareket edince gözümde gittikçe küçüldü koskoca ev.

İlkler bir başkadır. İlk olduğunu bilirim, ona göre severim, hissederim. Ama sonlar daha başkadır. Bilemem son olduğunu. Bugün son kez bu yollardan geçiyorum demem meselâ. Bugün son kahvaltımı yaptım da demem, diyemem. Bu benim dinlediğim son müzik olacak, bu da izlediğim son film. Kimseden duyamam bunları, hiç kimseden. Nedense bugün Beyoğlu’ndan geçerken içten içe bir karamsarlığa kapıldım. İçim burkuldu, yüreğim sızladı. Her sokağını, her bir caddesini arşınlamak istedim. Ciğerlerim yanana kadar koşmak istedim, saatlerce, hiç durmadan, usanmadan. Burada doğmuş, burada büyümüştüm. Agâh Bey’le burada tanışmıştım. Çocuklarım burada doğmuştu. Bugün geçerken bu yollardan, son olduğu düşüncesi zihnime düşünce boğazım düğümlendi. Sanırım bugün son kez bu yollardan geçiyordum. Yalnız tek fark vardı o da bunun farkında olmamdı.

Esen soğuk rüzgâra aldırmadan arabanın camını indirdim. Yüzümü kesen havayı dolu dolu içime çektim. “Üşüteceksin anne,” dedi Ali gayriihtiyari.

“Karışma sen,” diye mırıldandım. Gücüm yetseydi ya, kafamı arabadan çıkarır sokaklara haykırırdım.

Şifahaneye geldiğimizde yorgunluktan bitap düşmüştüm. Dizlerim tutmuyordu evet, koşmuyordum da. Yine de epey yoruluyordum ve tek sebebi durmadan düşünmekti. Evet, son kez şifahaneye geliyordum. Ali ve Müge’nin kollarında şifahaneye girdim. Anlamadığım bir sürü şey yaptılar. Testler, tahliller, röntgen falan filan. Girmediğim oda, oturmadığım sandalye, uzanmadığım yatak, görünmediğim hekim kalmadı. Asık suratlı hemşireler canımı acıtarak kan aldılar. Doktorlar sinirli sinirli sorular sordular. Şikâyetim neydi, ne sıklıkla öksürüyordum, adımı unuttuğum oluyor muydu gibi gibi sayamadığım tonlarca soru sordular. Neyse ki sonunda Haşim Bey geldi de özenle ilgilendi. En nihayetinde Haşim Bey’in odasında istirahat ederken tüm sonuçlar Haşim Bey’in masasındaydı. Haşim Bey kaşlarını çatarak sonuçları uzun uzun inceledi. Birini okuyup bıraktı diğerini eline aldı. Sonra yine, yine ve yine.

“Çok kurcalama da söyle. Ne zaman ölüyorum?” diye sert bir çıkışta bulundum. Haşim Bey dahil herkesin yüzü kireç gibi oldu.

“Allah korusun Süreyya Hanım. Dilerseniz hemen yarın tedaviye başlayalım,” dedi Haşim Bey umutla. Yaşayacağım belki en fazla bir seneyi şifahane koridorlarında buram buram ilaç kokulu odalarda asık suratlı hemşirelerle geçirecek değildim.

“Neyin tedavisi Haşim Bey?” dedi Müge ağlamaklı, titreyen bir sesle.

“İstemem ben tedavi falan. Şimdiden diyeyim,” dedim burun kıvırarak.

“Akciğer kanseri.” Haşim Bey’in yüzü hüzünle gölgelendi. Müge karşımdaki koltuğa çöküp vücudunu hoplata hoplata ağlamaya başladı. Ali de iki dizinin üstüne çöküp başını ellerinin arasına aldı. Benim yüzümde mimik oynamıyordu.

“Bunamamış mıyım?”

“Alzheimer başlangıcı da var elbette ama bunu çok ciddi görmüyorum. Çünkü henüz çok yeni ve yeneceğinize eminim.” Gözleri umut doluydu Haşim Bey’in. Daha doğrusu sözleriyle yalan söylediği yetmiyormuş gibi bu yalanlarını gözlerine de yansıtmaya çalışıyordu ama başaramıyordu.

“Dediğim gibi, tedavi istemiyorum. Son zamanlarımı bu pis yerlerde geçirmek istemiyorum. Ali, beni evime götür.” İşittiğim birkaç lafügüzaf ve itirazlar kulaklarımı tırmaladı.

“Rica ediyorum demeyin öyle! Hiçbir hastamı böyle ümitsiz görmek istemiyorum. Bir kere bana ve mesleğime yapılmış bir saygısızlık bu.”

Haşim Bey’in bu ani sert çıkışı beni ikna etmeye yetmedi. Kararımı değiştirme gibi bir düşünce içerisine bile girmedim. Huzurlu bir şekilde evimde ölmek istiyordum. Hatta daha önce hiçbir şeyi bu kadar istediğimi hatırlamıyordum. Haşim Bey’e direnerek ayağa kalktım. Hemen ardından Müge de kalktı.

“Kararım kesindir Haşim Bey oğlum. Boşuna itiraz etme. Yaşayacağım kadar yaşadım. Son günlerimde huzurlu olmayı bana çok mu görüyorsun?” Hekimin yüzünde daha önce görmediğim bir kabullenme gördüm. Çaresizce gözlerime bakıp ikna etmeye çalışıyordu, başaramayacağını bile bile. “Bakma suratıma öyle aval aval! Gel dedim buraya!” Ali’ye doğru elimi salladım oturduğum koltuktan beni kaldırsın diye.

Şifahaneden ağır adımlarla çıktık. İki çocuğumun da gözyaşları bir an olsun dinmemişti. Ben ise tüm serinkanlılığımla ilerliyordum. Yine aynı sakinliğimle arabaya bindim. Fakat evet, karmaşık duygular yaşamaktaydım. Yaşadığım ömür kadar mutlu yaşayamayacağım ömür kadar da hüzünlüydüm. Yalnız beni hepsinden de üzen başka şeyler vardı. Hayal kırıklığı gibi. Neydi eksik olan? Yanlışımız neydi de çocuklarım bana düşman oldu? Agâh Bey duymuş olsaydı duyduklarımı, evi başlarına yıkardı, hiç şüphesiz. Kızdığı zaman esip gürlemesi evi inletirdi rahmetlinin. Hemen ardından çıt çıkmazdı evde. Ağırlığı bir başkaydı çünkü. Ben o ağırlığı hiçbir zaman sağlayamamışım, hiçbir zaman ciddiye alınmamışım, çocuklarım yüzüme gülüp arkamdan atıp tutmuş meğer. Bunu bu yaşıma gelince öğrenmek kaldırması zor acılardan olmuştu yüreğimde.

“Susun artık! Usandım cıyak cıyak sesinizi duymaktan!” diye bir sitemde bulundum. “Şu zıkkım nasıl açılıyor? Güzel bir şeyler aç da dinleyelim,” dedim teybi yoklayarak.

Ali derince bir nefes alıp radyoyu açtı. Bozuk birkaç frekans ve tiz seslerin boğuculuğunun ardından netleşen sese kulak verince Zeki Müren’in huzurlu sesi kulaklarımı doldurdu. Agora Meyhanesi çalıyordu. Gelirken yaptığım gibi camı sonuna kadar indirip kafamı dışarıya uzattım. Beyaz saçlarım gözlerimi kapatıyordu arabanın süratiyle.

“Durdur arabayı!” neden bilmiyorum yürümek istiyordum. İçimde dolup taşan zehri atmam lâzımdı ve bunu yürüyerek başarabileceğim inancına kapılmıştım. Ali ve Müge sahiden bunadığımı düşünen garip bakışlar attılar suratıma. “Ne bakıyorsun öyle suratıma? Durdur dedim! Ben yürüyerek geleceğim!” dediğimi yapmadan arabayı sürmeye devam edince arabanın kapısını açmaya yeltendim. Ne var ki Müge arkadan kollarımı tuttu. Ali de ani bir frenle arabayı durdurdu. Üçümüz de önce öne doğru fırladık sonra da koltuklarımıza yapıştık.

“Anacığım ne yapıyorsun Allah’ını seversen? Öyle aniden kapı açıldığı nerede görülmüş? Senin canına kastın mı var? Otur da evimize gidelim gözünü seveyim!” Ali’nin sitemleri gram umurumda değildi. Söyledikleri bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkıyordu.

“Anneciğim neler yapıyorsun? İstersen arkaya gel daha geniş, ha? Ne dersin?”

“Bırakın kafa ütülemeyi. Ben yürüyeceğim. Senin bu külüstürün ilerlemiyor.”

Ayaklarımın dibine düşen çantamı boynumdan geçirip arabadan indim hemen arkamdan da çocuklarım indi. Kararım o kadar kesindi ki kısalan bacaklarımı zorlayıp hızlı adımlarla ilerlemeye çalıştım. Kulağıma gelen yalvarmaya benzeyen cümleleri işitiyor, yine birkaç kısa cümleyle yanıt veriyordum. El kol hareketleriyle gelmek istemediğimi, yalnız kalmak istediğimi belli ediyor, yüzlerine dahi bakmıyordum. Uzun uğraşların ardından onları geride bıraktım. Seksen iki yaşımda da olsam altmış altı senelik evimi Beyoğlu’nda bulamayacak kadar da bunamamıştım. Elbette yalnız kalabilirdim.

Önümde ağır ağır ilerleyen araba nokta gibi küçülene kadar kaldırımda bekledim. Tamamen gittiklerinden emin olunca huzurla gülümseyip etrafıma bakındım. Beşiktaş, Agâh Bey’le el ele yürüdüğümüz sayısız yerlerden sadece bir tanesiydi. Sahil boyunca evimize kadar yürürdük, hiç usanmadan. Bazı geceler küsüverirdik, yine de bırakmazdık bu alışkanlığımızı. Bazı geceler de sabaha dek yürürdük, hasbihâl ederdik, gülüşürdük. Bazı geceler pek halimiz olmazdı. O günler ise evimizin avlusunda kahve içerek sohbet ederdik. Bahçemizdeki hanımeli ağacının kokusu ciğerlerimize dolardı. Güller görsel şölen sunardı, huzurla dolardık. Avlunun ortasındaki süs havuzundan akan sular mutluluğumuza mutluluk katardı. Ömrü hayatımda belki de ilk kez Beşiktaş’tan Beyoğlu’na tek başıma yürümüştüm ve belki de son kez yürüyordum. Yarın bu yollardan geçemeyecektim belki de. Bu Arnavut kaldırımlarındaki taşları savuramayacaktım, bir tanesi kunduralarımın içine girmeyecekti. Kim bilir, belki ben yarın toprak altında olacağım. Ama Beyoğlu daha kimleri yaşatacak burada, kimlere kucak açacak veya kimleri kapı dışarı edecek. Yine kimleri kendine aşık edecek bu şehir veya kimlerin kinini yutacak. Ah, kim bilir?

Kaldırımda ağır ağır ilerlerken eski kunduraları parlatan bir çocuk gördüm. Yüzü toz toprak içinde, kılığı kıyafeti yırtık, ayağındaki iskarpinler su geçirmiş. Kaçamak birkaç bakışın ardından işini kenara bıraktı. Kaşlarını çattı. “Ne bakıyorsun nine? Hiç mi kunduracı görmedin?” ne yalan söyleyeyim, böylesini görmemiştim.

“Okula gidiyor musun?” emekli muallime de olsam çalışan bir çocuk görünce tek merakım bu oluyordu. Çok şükür, hiçbir çocuğum yokluk görmemişti. Ama ne var ki bütün çocuklar eşit yetişmiyordu, bazıları omzunda doğuştan gelen bir yükle yetişmek zorundaydı.

“Gidiyorum,” dedi utana sıkıla.

“Yalan söyleme!”

“Söylemiyorum! Okumayı söktüm bile!” elbette yalan söylüyordu. Ben boşuna mı o kadar sene muallimlik yaptım? Yetiştirdiğim öğrenciler evlenip çoluğa çocuğa bile karıştı.

“Pekâlâ öyle olsun bakalım.” Kafamı kaldırıp etrafıma bakındım. Sokağın başındaki bakkal dikkatimi çekti. “Şu bakkaldan iki çiklet alıver yerime. Utanırım şimdi bu koca karı halimle çiklet istemeye. Al şu parayı da.” Bir yandan konuşup bir yandan çantamdan kuruşları çıkarıyordum.

Çocuk ayağa kalkıp ellerindeki kiri pası üzerindeki eskimiş kıyafetlerle sildi. Minik avucuna kuruşları sıkıştırıp bakkala koşunca buruşmuş bileğimdeki künyeyi zor bela çıkardım. Çocuğun hemen önündeki kunduranın içine atıverdim. Çocuk elinde iki çikletle koşup gelince telaşa kapıldım. “Yahu seni de yordum oraya kadar. Ağzımda diş mi kaldı ki çiklet istiyorum senden. Sende kalsın onlar çocuğum. Güle güle. Allah’a ısmarladık.” Kireçten çıtır çıtır sesler gelen dizlerime yüklenip var gücümle oradan uzaklaştım. Çocuk arkamdan bakmakla yetindi.

Birkaç adım ileride elinde tefle ayı oynatan esmer tenli bir adam dikkatimi çekti ve onu neşeyle izleyen genciyle yaşlısıyla insan sürüsü. Birkaç saniye izleyip yoluma devam ettim. Her önünden geçtiğim dükkândan gelen müzik sesi beni maziye götürüyordu. Bunamayı geciktiriyormuş eski şarkıları dinlemek, Cennet dediydi geçenlerde. İnci’ye emirler yağdırır olmuştu bu müzikleri dinlemem konusunda. Bir mahalle arasına yolum sapınca gürültüler artmaya başladı. Elinde güğümle bağırarak süt satan bir adam, pencereden aşağıdaki bakkala sepet sarkıtan kadınlar, el arabasıyla sebze meyve satan esnaflar, kaldırımda sek sek oynayan çocuklar, bir arabanın önünde lisanından anlamadığım bir dilde müzik dinleyip gülüşen gençler. Tüm bu hengâme benim ve çocuklarımın hayatına çok uzaktı. Ben ve çocuklarım böyle mahallelerde büyümemiştik. Biraz hoşuma gitti, hatta bir yaşıma daha girdim diyebilirdim. Pencereden pencereye sohbet edip ay çekirdeği yiyen iki kadın beni göz hapsine almıştı. Mahallelerinde böylesi bir ihtiyar görmeye alışık değillerdi anlaşılan.

Kalbimden gözlerime yansıyan bir duygu vardı, kimsenin göremediği. İçimde bangır bangır bağırıyordu tüm söylemek istediklerim. Göğsümde her saniye yükselen bir alev vardı. Bir işaret bekliyordu, ufak bir işaret. Ah biri sorsaydı keşke, ruhunu ağırlaştıran o yüklerin sebebi ne diye. Şimdi bu taşlı yollarda paytak paytak dolanırken yaşadığım tüm pişmanlıklar ve daha niceleri içime sığmaz olmuştu. Bir nevi vedalaşmaydı benimkisi, önce Beyoğlu’na sonra İstanbul’a.

Bugün bu mahalleden ilk ve son geçişim.

Bu yaşıma kadar hep çok mutlu olduğumu, hayatımın sorunsuz ilerlediğini savunurdum. Tesadüf eseri şahit olduğum birkaç cümle nasıl da yerle bir etmişti beni. Kanser, ilaçlar, hastane koridorları, yaşadığım kayıplar… Hiçbiri çocuklarımın bana yaşattıkları kadar yakmamıştı canımı. Meğer ne acı bir şeymiş hayal kırıklığı.

Bugün son kez güneşin batışını görüyorum.

Güneş acelesi olmadan denizin dibine gömülüyordu. Gökyüzü kızıla dönmüştü, herkes evine çekiliyordu. Boynumda gençliğimden kalma kolyenin soğukluğunu hissettim. Belki de bu ölümün soğukluğuydu. Yakın bir vakitte geleceğinin haberini duyuruyordu. Tenimde bir ürperti hissettim. Denizin esintisi miydi bu tüylerimi okşayan yoksa ölümün şefkati miydi beni gülümseten?

Bugün son kez martıların sesini dinliyorum.

Bugün son kez denizin sesini dinliyorum.

Gücüm yetseydi ya, sahil boyunca koşardım. Tıpkı gençliğimdeki gibi. Nefes nefese sahil boyunca yürürken evimin çatısını uzakta görür gibi oldum. Bugün evime son gidişim olmasını o kadar istedim ki. Her kelimesi bıçak gibi saplanan o cümlelerden sonra evimde bir gün daha yaşamak istemiyordum. İnci beni yıkarken Cennet’in bana iğrenerek bakmasına dayanamazdım. İnci bana yemek yedirirken Ebru’nun ölmemi istemesini sindiremezdim. Avluda oturup kahve içerken Selçuk’un bunadığım için çocukları benden uzak tutmasına seyirci kalamazdım.

Bugün son kez evime gideyim.

Sokaklardaki insan sayısı yok denecek kadar azalınca kunduralarımın taşlı yollarda çıkardığı sesler çoğalmıştı. Bir köpek hiç durmadan havlıyordu. Hava da iyice soğumuştu. Evime yaklaşmıştım ama girmeye cesaretim yoktu. Eğer son nefesimi vermiyorsam ne önemi vardı o eve girmenin? Nelere direnmiştim bugüne kadar, ne sayısız acılara göğüs germiştik Agâh Bey’le. Nasıl oluyordu da tüm o acılar bu birkaç söylemin önüne geçiyordu? Bunu nasıl başarıyordu? İstediğin olsun Beyoğlu, ben kırık bir kalple öleyim sen de bir başkasını bul kendine, içine çekip cayır cayır kavuracağın.

Evimin önüne geldiğimde yorgunluktan bitap düşmüştüm. Dizlerim zangır zangır titriyordu hem korkudan hem yürümekten. Evimin tüm ışıkları yanıyordu. Hatta bir gürültü var gibiydi. Birkaç ağlama sesi geliyordu kulağıma birkaç da bağırış. Müge pencere kenarındaydı Elindeki telefon ahizesine sımsıkı sarılmış biriyle ağlayarak konuşuyordu. Beni görünce ağlaması çoğaldı, telefonu elinden fırlatıp gözden kayboldu.

“Geldi!” diyordu Müge bağırarak. Boynuma astığım ufak çantamdan anahtarı ararken heybetli demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Tüm çocuklarım, torunlarım, Haşim Bey ve sayısız polis avluya doluşmuştu.

“Ne bu gürültü? Ne diye toplandınız böyle?” hiçbirini umursamadan yanlarından geçip evime girmeye yeltendim.

“Anacığım nerelerdesin kaç saattir? Çok merak ettik!” Ali ağlamaktan kızarmış gözleriyle kolumdan tutunca var gücümle elimi çektim.

“Bu yaşımdan sonra bir de hesap mı vereceğim? Geldim işte. Dağılabilirsiniz,” deyince daha çok sinirlendiler. Selçuk mahcubiyetle polisleri ve Haşim Bey’i gönderdi. Polisler gereksiz meşguliyetin vermiş olduğu bir öfkeyle ve aynı zamanda bulunmuş olmamın verdiği rahatlamayla evimden ayrıldılar. Haşim Bey de çantasındaki tüm sağlık malzemelerini gelir gelmez benimle ilgilenmek için masaya dizmişti. Göz ucuyla masaya bakıp içeriye girince mahzunlukla eşyalarını geri toplayıp usulca karanlığın içinde kayboldu.

Bugün son kez evimin merdivenlerinden çıkıyorum.

Kat kat olmuş ve buruşmuş, tüm gücünü kaybetmiş ellerime yüklenerek merdiven korkuluklarına tutundum. Sabahki gücümü kaybetmiştim ve bunu, odamın kaçıncı kapının arkasında olduğunu düşünerek bulunca anladım. Halıların desenleri, duvarların renkleri, koridordaki çiçeklerin kokusu ve daha birçok şey gözümde silikleşmişti. Çiçeklerin kokusunu alamıyordum, yağmurun sesini duyamıyordum, ayaklarımın yere bastığını hissedemiyordum. Ciğerlerimden isyankâr sesler işitiyordum sadece ve aldığım kısa nefesleri. Artık ne ileriye gidebiliyordum ne de geriye. Sanırım ben, yok oluyordum.

Bugün son kez yağmuru tenimde hissediyorum.

Odamın penceresini açıp yağmur damlalarının yüzüme tokat atmasına izin verdim. Bir yaşam belirtisi istedim doğa anadan. Hâlâ hayatta olduğumu kanıtlamak isterdim. Son nefesimi veriyor olsam da benliğimden hiçbir şey kaybetmemek isterdim. Ben buradayım demek isterdim. Bu da doğayla vedalaşma merasimiydi bir nevi. Rüzgârın uğultusuna karışan birkaç isyan sesi kulaklarıma doluyordu. İnci yanımdaydı; onun arkasında da çocuklarım. İnci usulca kıyafetlerimi değişti, ağır ağır yemeğimi yedirdi. Tam o sırada Cennet’in gözlerinin tam içine baktım. Hiç aklına gelmeyecek miydim öldükten sonra? Hiç içi sızlamayacak mıydı beni bir başka kadına emanet ederken? Hiç mi vicdan azabı çekmeyecekti beni kırık kalbimle uğurlarken?

Akrep ve yelkovanın acımasız ilerleyişine mağlup gelmişti ihtiyar ruhum. Kuş kadar hafiflemiş bedenimi yatağa serince ölümün soğukluğunu hissetmeye başlamıştım. Gözlerim son kez görüyordu, kulaklarım son kez duyuyordu, ellerim bir tene son kez dokunuyordu ve kalbim, seksen iki senedir bana karşılıksız hizmet eden yorgun kalbim artık pes ediyordu. Zamanın azizliğine uğramıştım adeta ki bu yaşıma rağmen henüz göremediğim veya görmek istediğim birçok yâd edemeyeceğim anılara hüzünleniyordum.

Ölüm kapıma kadar gelmişti artık. Beni korkutmak istemez gibi selamlaşıyordu önce.

“Süreyya Hanım!” adımı duyuyordum sanırım ve elleriyle ellerimi tutup bir yaşam ışığı görme umuduyla gözlerime bakan İnci’yi görüyordum. Göz pınarlarından akan renksiz sıvı ellerime düşüyordu. Sadece ondan değil, odadaki herkesten yalvarış ve ağlama sesleri duyuyordum.

Ölümün sessizliği kulaklarımı sağır ediyordu şimdi ve ruhumun ilmek ilmek söküldüğünü hissediyordum. Önce ayaklarım karıncalanmaya başladı. Daha sonra tüm vücuduma yayıldı. Kaskatı kesilmiştim. Boncuk boncuk ter akıyordu alnımdan. Ölüm kulağıma fısıldayacak kadar yakınımdaydı artık. Tenime dokunuyordu ve dokunduğu yeri kasıp kavuruyordu. Hayat oyununu tamamladın, diyordu sanki. Şimdi gerçekleri görme zamanı geldi diyordu.

Odadaki gürültüler tamamen kesildi ve bedenim hiçbir şeyi hissedemiyordu. Ruhum bedenimden çekip çıkarmıştı sanki kendisini. Sanki bugüne kadar içimde bir tutsak olarak duruyordu ve ölümüm, ruhumun özgürlüğünün ilk günüydü. Gözlerim hiç seçemiyordu artık ve sağa doğru istemsizce kayarken gözyaşından ıslanan elim boşluğa düştü.

***

Gramofondan tiz ve kesik kesik gelen ses seneler öncesinde yaşadıklarımı cesurca gözlerimin önüne seriyordu. Seneler öncesindeydim şimdi ve Agâh Bey yanımdaydı, çocuklarım küçüktü. Evimizin avlusundaydık. Çocuklarım bahçede koşturuyordu ve ben genceciktim. Ne ellerimde ne de yüzümde kırışıklık vardı. Boyum upuzun belim incecikti. Hareketlerim ağır değildi. Çocuklarım gözümün önünden sırayla koşarak geçiyordu. Yanlarına gitmeye çalışıyordum ama ben onlara yaklaştıkça onlar da benden uzaklaşıyordu. Dokunamıyordum onlara, kucağıma alıp öpemiyordum. Ayrı dünyalardaydık sanki. Hemen arkalarında Kinyas ve İnci geçiyordu. Onlar da küçüklerdi ve beraber gülüşerek konuşuyorlardı. Bu sefer onların yanlarına gitmeye yeltendim ve yine ben yaklaştıkça benden uzaklaştılar.

Avludan mutfağa girince Agâh Bey’i gördüm. Bana bakıp gülümsedi. Özlem o kadar acayip bir duyduydu ki ne kadar özlesen de göremeden bunu anlayamıyordun ve ben geçen o kadar senede dünyalar kadar özlediğim Agâh Bey’i gördüğüm şu saniyelerde anlamıştım. Yan yana idik şimdi ve benden uzaklaşmıyordu. Konuşmuyordu ama gözleri dile gelmişti adeta ve senelerin özlemini haykırıyordu. Gözlerimizle iletişim halindeydik ve bu seneler sürse yine de şikâyet etmeyecek gibiydik.

Agâh Bey’i aşağıda bırakıp yukarıya çıktım. Odaları tek tek gezdiğimde her şey hatırlamak istediğim gibiydi. Her detayı Agâh Bey’le istediğimiz şeklindeydi. Odamıza girdiğimde tüm çocuklarım son gördüğüm yaşlarındaydı ve ben… Tüm zarafetimle yatağımızda uzanıyordum. Herkes ama herkes ağlıyordu.

&

Tüm ev ahalisi ağlıyordu. Süreyya Hanım kırık kalbi ve içine attığı tüm hüzünleriyle birlikte veda etmişti. İnci beyaz çarşafı Süreyya Hanım’ın üzerine serdi usulca, incitmeden. Komodinin üzerinde duran zarfa gözü ilişti. Ali hiddetle zarfı eline alıp açtı ve sinirle okudu. Süreyya Hanım tüm ama tüm mal varlığını İnci’ye ve Kinyas’a bırakmıştı. Kızları üzüntüyle ve sinirle ağlamaya devam ettiği sırada İnci manevi annesine son kez baktı. Minnet duygusunun yanı sıra mahcubiyet içerisindeydi. Eve geldiği ilk günden bugüne kadar tüm fedakârlıklarını zihninde canlandırdı.

Beyoğlu’ndan bir Süreyya geçti İstanbul. Koca yürekli bir Süreyya idi ki herkesi hiçe saymıştı manevi kızı uğruna. Bunu sakın unutma.

]]>
Fri, 30 Sep 2022 19:35:59 +0300 Aleyna Yeşilada
kanatları delik kelebek https://edebiyatblog.com/kanatlari-delik-kelebek https://edebiyatblog.com/kanatlari-delik-kelebek 1975, İstanbul

      Karanlık sorgu odasındaki iskemleye oturttular beni. Loş ışık kafamın üstünü aydınlatıyordu. Bir sağ yanımda bir sol yanımda olmak üzere iki polis, baştan savmayı arzulayan bakışlarla gözlerime baktılar. Mesai saatlerinin sonlarına denk gelmem dezavantajdı benim için. İki polis de birbirinden sinirliydi. Sağımdaki polisin saçları kırlaşmıştı ancak yaşı küçük görünüyordu. Saçlarını kırlaştıran sadece yılların birbirini kovalamasından doğmuyordu demek ki. Uzun yıllardır evli olmalıydı, parmağındaki yüzük eskimişti. Diğer polis daha uysaldı. Konuşmaya başlayan değil diğer polisin söylediklerini destekleyen cümleler kuruyordu bir tek. Ağzını açtığı an kurduğu cümlelerin doğruluğunu eleştirecekti çünkü sağımdaki polis. Solumdaki polis uysal görünümünden ödün vermeyen bakışlarıyla baksa da en az diğer polis kadar öfkeliydi. Bir cinayet işlenmişti ve elimdeki tabancayla beni ilk gören bu iki polis olmuştu.

      “Susma delikanlı. Seni beklemek zorunda değiliz. Anlat artık. Neden yaptın?” dedi sağımdaki polis. Sorgu odasındaki ışık bıçak gibi kesiyordu gözlerimi. Barut kokan parmaklarımla kafamı kaşıdım. Çenemi göğsüme gömdüm. Işık artık gözlerime değil enseme vuruyordu. Önümdeki ceviz ağacından yapılmış masada rastgele atılmış tonla fotoğraf ve dosya vardı. içlerinde ben, annem, ablam ve bu cinayete sebep olan iki adam vardı.

      “Bir neden yok. Yaptım. Bir daha olsaydı, bir daha yapardım,” kelimeleri dökülürken ağzımdan, solumdaki polis elindeki kalemin ucunu masaya vuruyordu.

      Polisler birbirlerine kaçamak bir bakış atıyor, serinkanlı ve kendimden emin sözlerime şaşkınlıkla bakıyorlardı. “On beş yaşındaki bir çocuğa göre fazla cesursun fakat bu cesurluğunun bir anlamı kalmayacak. Konuşsan da konuşmasan da sonun hapis,” diyen solumdaki polise temkinle baktım.

      Kaybedecek bir şeyim yok.

      Ben doğarken gözlerine perde inen bir babam varmış. Bugün şafak vaktine kadar bir annem ve bir ablam vardı. 1960’ın sert bir kış sabahında zorluklarla dünyaya gelirken de sadece annem ve ablam varmış yanımda. Tozlu İstanbul sokaklarında yırtık terliğimle yürürken elimden düşürmediğim leblebi tozuyla İspanyol paça pantolon giyen gençlere hayranlıkla bakardım. Geçen her yılda heyecanım biraz daha artardı. Çünkü biliyordum ki bir gün ben de o pantolonlardan giyeceğim, bir gün ben de saçlarımı uzatacağım. Sokaklarda elinde makasla tetikte bekleyen bir babam olmayacaktı. Fakat Tüpgaz veya yağ kuyruğuna gideceğim zaman şimdiki kısa ve askıları olan pantolonum olmayacaktı. Ama saçlarımın hayalimin aksine hep kısaydı. Annem bitlenmemden korkardı. Ne ablam ne de ben bir kez olsun uzatamadık saçlarımızı. Birazcık dibi karardı mı saçlarımın, kolumdan tuttuğu gibi berbere sürüklerdi. Saçlarım kesilirken aynadaki yansımamı görmek istemiyor, berberin boncuklu perdesine gözümü dikiyordum. Karasineklerden rahatsız olan şişman berber, her ay farklı desenli boncuklu perde taktırırdı dükkânının kapısına. Dükkâna giren veya çıkan olduğunda boncukların çıkardığı tiz ses kulaklarımı tırmalardı.

      Cumartesi günleri öğle saatinde okuldan çıktığımda ilk işim mahallede oynatılan ayıları izlemek için metrelerce yolu koşmak oluyordu. Bazen koşarak yetişemeyeceğimi anlayıp at arabalarının arkasına binerdim. At arabalarının arkasından giderken tahta okul çantamı kaç defa yere düşürdüm bilmiyorum. Ayı, adam elindeki tefe her vurduğunda iki ayak üzerine çıkıyordu. Hokkabazları kıskandıran o adamın karşısında büyülenmemek elde değildi. Okul dönüşü üzerimdeki siyah önlükle akşama kadar Laklak oynar, gazoz kapağı biriktirirdim. Kış kendisini göstermeye başladığında pencere kenarında Tarkan okur, karate filmleri izlerdim. Bir hayal de okuduğum kitaplardan sonra kurardım. Büyüdüğümde benim de Tarkan gibi olacağımı düşünürdüm. Tarkan kadar güçlü, Tarkan gibi büyük bir kahraman olacağımı sanırdım. Her izlediğim karate filmlerinden sonra ayna karşısına geçer, gördüğüm hareketleri yapmaya çalışırdım. Mahallemizde televizyon sahibi olan ilk aile üst komşumuzdu. Akşam oldu mu, ablamla komşuya gider, dizi bitene kadar evimize dönmezdik. Bu durumdan rahatsız olan annem çok geçmeden bizim evimize de bir televizyon aldı. Büyükçe bir çatalla kanalları gösteren televizyonumuz Laklak oynarken arkaya devrilip bozuldu. Bu yüzden komşuya misafirliğe geleceğimizi haber verirken oturur birazcık komşunun televizyonunu izlerdik.

      Televizyonumuz hemen bozuldu ama kaset çalarımız daha düne kadar Bedia Akartürk ve Orhan Gencebay çalıyordu. Annemin silik yazısıyla yaptığı şarkı listesiyle kasetçiye gittiğimde discoya giden gençleri görürdüm. Hippi veya arabesk tarzında giyinen gençlere imrenerek bakardım. Kadınlar, Epa topuklu ayakkabıları giyer, saç bandı takarlardı. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Filiz Akın filmlerini izlemek ayrıcalıktı bu gençler için. Ben ise ondan bundan duyduğum kadarıyla filmlerin konusu ancak öğrenebilirdim.

      Sonum hapis. Konuşsam da konuşmasam da. Yine de sorgu odasını kaplayan sessizliği bozup söze başlamam bekleniyordu benden. Burnumun ucuna bir karasinek kondu. Elimle kovalayıp acele etmeden iki polise baktım.

      “Bir ablanız var mı amirim?” karasinek tekrar çullanıyor üzerime. Sağımdaki polis önümdeki masaya oturup alayla yüz hatlarımı inceliyor.

      “Yok.”

      Başımı salladım. “Tahmin etmeliydim. Yoksa o adamları neden hiç düşünmeden öldürdüğümü sormazdınız.” Sinek yılmadan üzerime gelmeye devam ediyordu.

      “Olayı saniye saniyesine biliyoruz. Yine de senden duymak istiyoruz. Başla bakalım delikanlı,” diye bir serzenişte bulunuyor solumdaki polis. Gün ışığının İstanbul sokaklarına vurduğu dakikalar canlanıyor kafamda. Soğukkanlı davranmaya çalışıyor, kaşlarımı çatıyordum.

      “İstanbul’u bilirsin ağabey. Şey, yani amirim. İnsanı nasıldır bilirsin. Her türlü pisliği yaşatır içinde. Hep de öyle insanlar denk gelir bize. Bugün, bu sabah da öyleleri denk geldi bize. Bir yanımda annem bir yanımda ablam sabah yolda yürüyoruz. Fabrikada çalışıyor ablam. Her sabah işine annemle ben bırakırız. Sonra annem işe, ben okula. Yol çalışması mı ne varmış amirim.” Cümleler ardı sıra geldikçe boğazım düğüm düğüm oluyordu. Benden istemesinler o dakikaların ayrıntılarını. Devamını düşündükçe bir tuhaf oluyordum. Sineği kovaladıkça inatla burnumun ucuna konmaya çalışıyordu.

      “Evet delikanlı. Yol çalışması varmış. Sonra?”

      “Ana yolu kapatmışlar. Ne yapalım ne edelim derken, ara sokaktan devam edelim dedik. Girdik ıssız bir sokağa. İn-cin top oynuyor amirim. Etraf aydınlık ama güneş yok daha ortalıkta. Öyle yürürken işte…” durumumun iyiye gitmediğini sezen solumdaki polis masadaki sürahiden su doldurup elime tutuşturdu.

      Bir yudum alıp devam ettim. “İki tane çakal çıktı karşımıza. Baktım, annem de ablam da tedirgin. Diken üstündeler. Kollarından tutup sokaktan çıkarmama vakit kalmadan o iki çakaldan biri beni tuttuğu gibi sırtına aldı. Engel olmayayım diye yoldan bulduğu bir iple beni ağaca bağladı.” Sandalyeyi arkaya fırlatıp ayağa kalktım. Ağlamaya başlamıştım. Karasinek hâlâ peşimdeydi.

      Polisler hüzünle beni izlediler. Başka zaman olsa sandalyeyi o şekilde fırlattım diye azar işitmem gerekirdi ama bu sefer görmezden geliyorlardı. “Ne yaptılar sonra?”

      “Ne yapsınlar amirim? Elim kolum bağlı, hareket edemiyorum. O iki çakal… Gözlerimin önünde… Anla işte amirim. Söylettirme.” İnce gömleğimi yukarıya sıvayıp ipin tenimdeki izlerini gösterdim polislere. “Sinirden beni bağladıkları ipi kopardım.” Yer yer morluklar ve birçok derin çizikler vardı. “Ama çok geçti. O iki çakal anneme ve ablama tecavüz ettikten sonra tek kurşunla öldürdüler. Birinin tabancası ipi kopardığımda ayaklarımın ucuna düşünce tabancayı kaptığım gibi namluyu adamlara doğrulttum. Bir tane ablama tecavüz edene bir tane anneme tecavüz edene… Silah seslerini duyup da soluğu yanımızda alanlar çoktan polisi aramışlardı zaten. Gerisi malum. Yani haklı olsam da sonum hapis.”

      Sorgu odasının köşesine sindim. Polisler zorla ayağa kaldırıp çıkardılar odadan. Yerlerde gezinen gözlerindeki hüzün gözlerimden kaçmamıştı. Duvara konan karasineğe bir tokat yapıştırdım. Siyah bir benek gibi duvara yapışmış sineği izlerken beni adliyeye götürmek için kollarımdan tutan polislere karşı alayla gülümsedim.

      Mahkeme. Haklı sanığa otuz yıl hapis. Haksız olsaydı müebbet hapis. Bileğimdeki kelepçenin bıraktığı morluklar, zihnimde canlılığını koruyan o gün, annemi ve ablamı gördüğüm son saniyede bana attıkları bakış, parmaklarımdaki barut kokusu yirmi kişilik koğuşuma konulduğum saniyeden itibaren zihnime kazınmış durumda. Kalın ve köhne duvarlara sahip mahpushaneye adımımı attığımda son kez kafamı kaldırıp güneşe baktım. Kuşların sesini dinledim. Derince bir nefes aldım. Bu geçici mutluluğu uzun süre tatmama izin vermediler. Uzun karanlık bir koridordan geçirdiler beni ve benim gibileri. Küf ve kan kokan onlarca koğuşu arkamızda bıraktık. O kadar itiş-kakışın arasında yine karanlık ve pis kokan bir yere soktular bizi. Kırık tahta bir sandalyeye oturdum. Bir adam büyükçe bir makasla arkama geçip saçlarımı kesmeye başladı.

      Önümdeki otuz yıl boyunca uzatamayacağım saçlarım tel tel yere düşerken düşündüğüm tek şey annemdi.

      Benim gibi yirmi kişinin daracık bir koğuşta buluştuğu ilk zamanlar tam bir kâbus gibiydi. Uykuda, havalandırma saatlerinde, yemek saatlerinde nefes aldırmadan aralıksız işkenceler ediyorlardı. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladıkça bir kabullenme, bir boş vermişlik artık yapılanları hiçmiş gibi görmemizi sağladı.

      En çok yapılan işkencelerden biri falakaydı. Ayak tabanı veya avuç içi gibi vücudun kaslı yerlerine cop, zincir veya kalasla saatlerce vuruluyordu. Altında bir sebep yatmadan sadece zevk için yapılan bu işkencede çoğu mahkûm sakat kaldı. Gardiyanların gülüp eğlenmek için yaptığı işkenceler mahkûmların kendilerinin insan olduklarını unutturuyordu. Mahkûmları çırılçıplak soyup kurt köpeklerini üzerlerine salıyorlardı. Diğer dışta kalan mahkûmlar ise bu manzarayı izlemek zorundaydı.

      Gardiyanlar canları sıkıldığında ellerinde kalaslarıyla koğuşlara girer mahkûmların ranzalarının altlarına girmelerini isterdi. Bir ranzanın altına birden fazla mahkûm sığmadığı için çoğu kez gardiyanlardan dayak yedim. Yıllar geçtikçe mahkûmlarda hastalıklar beliriyordu. Her hafta bitlenmeye karşı saçlarımız ve sakallarımız kesiliyordu. Banyo ise ayda bir sefer sabunsuz yapılırdı. Yirmi kişiyi aynı anda yıkamak için hortumla tazyikli suyu mahkûmların üzerine fışkırtıyorlardı. Bizler hücrelerimize gardiyanların yat-sürün komutuyla dönerdik. Bizlerde en çok görülen hastalık veremdi. Vereme yakalanan mahkûmlar sağlıklı mahkûmlarla aynı yerde yemek yemez, aynı yerde uyumazlardı. Gardiyanlar vereme yakalanmış mahkûmları kandırır, balgamlarını test yapılacak deyip karavandaki yemeklere karıştırır ve bu yemekleri tüm mahkûmlara yedirirlerdi. Bunu fark etmek biraz geç olsa da elimizden hiçbir şey gelmediği için kabullenmek zorundaydık çünkü koğuşta konuşma, gülme ve düşünme yasağı vardı. Bizlerden birinin bu eylemlerden birinin yaptığını gören gardiyanlar canları nasıl istiyorsa işkenceye başlıyorlardı. Bazen de geceleri ansızın koğuşa girer ve bizlere işkence ederlerdi.

      Artık birilerine insan olduğumuzu kanıtlamak için sağlam delillere ihtiyacımız vardı. Yaşadıklarımız, tazeliğini koruyan o manzaralar, vücudumuzdaki derin yaralar bize insan olduğumuzu unutturuyordu. Değersiz bir parça etten farkımız kalmamıştı. Geçen o kadar yılda kemiklerimin sayılacağı kadar zayıflamıştım. Eski görüntümden eser kalmamıştı. Geceleri gardiyan baskınlarına kendimi hazırlıyordum artık. Yasak olduğunu bile bile geceleri annemi ve ablamı düşünüyordum. Hayatta olsalardı nasıl olurdu? Bir daha olsaydı o adamları öldürür müydüm?

      Çürümeye yüz tutmuş bedenim yapılan işkencelere tutsak kalmıştı. Acıyla besleniyor acıyla duruyordum. İşkencelere alışmış, onlar olmadan bir saatimi geçiremiyordum. Konuşmak nasıl bir şey? Nefes almak nasıldı? Peki ya gökyüzü? Koğuşun penceresinden sızan gökyüzü otuz yıldır gri buluttan ibaretti. Güneş görmeyen tenim buruşmuş, çelimsiz kalmıştı. Kırk beş yaşındaki bir adama göre fazla yaşlı görünüyordum. Neredeyse konuşmayı unutacaktım. Koğuşumdaki yirmi adamla seneleri geçirmeme rağmen isimlerini bilmiyordum ve hatta işkence sırasında ettikleri feryatlar dışında ses tonlarını duymamıştım.

      2005’in baharında elinde copla koğuşuma gelen bir gardiyan o haberi verdi. Bitti, dedi. Özgürsün. Otuz yılını doldurdun, dedi. Yırtık kıyafetlerimi giyindim. İlk defa dayak yemeden koğuşumdan çıktım. Donuk bakışlı birçok mahkûm beni göz hapsine almıştı. Boyası kalkmış duvarların arasından yürürken geçen otuz yıpranmış yılın her saniyesi kafamda canlandı. Buraya düştüğüm ilk zamanlar otuz yılın bir çırpıda geçmesini isterken şimdi ayaklarım geri geri gidiyordu. Acıyla geçecek günlerimin olmayacağını söyleyen cezaevi müdürüne bakarken gözlerim doldu. İnsan hiç acıyı özler mi? Sanırım ben, özleyeceğim.

      İki asker cezaevinin devasa kapısını açtıkları anda nefesim daraldı. Duman altı olan koğuşun havasına alışmış ciğerlerim oksijeni tanıyamadı. Yabancılık çekti ilk başta. Yürümeye başladım. Bir şans daha verselerdi bana, her şey başka olur muydu? Geçen otuz yılda bir yuvam olur muydu?

      Nereye gideceğim? Gidecek yerim mi var?

      Adım adım yürüyerek uzaklaştım cezaevinden. Bir süre sonra koşmaya başladım çelimsiz bacaklarıma yüklenerek. Tesadüf ki otuz yıl önce iki çakalın beni bağladıkları ağaca vardım. Bambaşka olmuş şimdi buralar. Tek katlı evler yerine apartmanlar yapılmış, yollar yapılmış. Ana yolda yol çalışması falan da yok artık. Güneş tam tepemde. Kuşların sesi ortalığı inletiyor. Yine şafak vakti. Kimse yok. Daha güçlüyüm artık. Değil iki, on tane çakal gelse yine de anneme ve ablama zarar vermelerine izin vermem.

      Ağacın tam yanındaki banka oturdum. Ağacın dibinde çatlamış bir kozalak gördüm. Elime aldım. Yaşama son vermek ne kadar günah? Çok acı çektiriyor mu? Çatlamış kozalak iyice çatlıyor. İçindeki kelebeğin çabasını görebiliyordum. Kelebeğin çıkmasını bekleyeceğim ve sonra, özlemimi çektiğim acıya kavuşacağım. Bu kadar kolay mıydı sahiden bir yaşama son vermek? İlahi adalet var derler. Elbet bir gün ben ve ailem de görecektir güneşi. Ama bu hasrete son vermek lazım. Kelebek çatlamış kozalağı kanadıyla aralıyordu. Yardım etmedim. Bana da yardım etmediler. Demediler hiçbir zaman, yaşıyorsun iyi hoş da bunun kötü yanları da olacak, diye.

      Sonunda kelebek kozalağından çıktı. Çırptı kanatlarını. Katettiği her yolda bir damla gözyaşı yuvarlandı yanaklarımdan. Kelebeğin arkasından gittim. Ama bir terslik vardı. Kelebek uçamıyor, sendeliyordu. Alçalıyordu ama yılmıyordu. Uçmaya çalıştıkça yere çakılıyordu. Tekrar tekrar deniyordu ama nafile, başaramıyordu. Sonunda kanatları sert kaldırımla buluştu. Çırpındı ama kalkamadı ayağa. Çünkü kimse öğretmemiş ona uçmayı. Tıpkı bana yaşamayı öğretmedikleri gibi. Acı çekmedi kelebek. Kanatları delik olduğu için uçamadığını fark etti ve pes etti. Ben ise yaşamayı öğrenemediğim için pes ediyordum otuz yıl geç kalmış olsam da.

      Kanatları delik kelebeği orada bırakıp ağacın yanına döndüm. Çöp konteynırının kenarında bulunan birkaç eşyayı bağladıkları kalın ipi söktüm. Şanslı günümdeydim ki pes etmeme yardım eden şeyler çıkıyordu karşıma. İpi ağaca sardım. Bankın üzerine çıkıp ipi boynuma doladım. Bir saniye, sadece bir saniye düşünüp kendimi ipe teslim edecektim.

      Güneş yükseliyordu ama hâlâ kimsecikler sokakta görünmüyordu. Bu sessizlik tenime ürperti veriyordu. Ama korkmuyordum. Acıya kavuşuyordum, anneme ve ablama kavuşuyordum. Son kez derin bir nefes alıp bedenimi serbest bıraktım. Artık ne nefes alabiliyor ne kuşları duyabiliyordum ne de güneşi görebiliyordum. Tam da istediğim gibi.

&

      Siyasi nedenlerden dolayı hükümet tarafından o gün sokağa çıkma yasağı kararı alınmıştır. Ne yazık ki hayatına son veren mahkûmun cansız bedenini bir hafta sonra askerler fark etmiştir. Mahkûmun bir kolu çürümüştür ve bedeninden kopup yere düşmüştür. Bu haber, çocukların görmemesi için gazetelerde yayımlanmamıştır. Mahkûmun cenaze törenine bir imam ve birkaç askerden başka kimse katılmamıştır.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 18:19:20 +0300 Aleyna Yeşilada