EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Aysu GİRGİN https://edebiyatblog.com/rss/author/aysugirgin EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Aysu GİRGİN tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Masal Gibi Sürpriz Bölüm https://edebiyatblog.com/masal-gibi-surpriz-bolum https://edebiyatblog.com/masal-gibi-surpriz-bolum YENİDEN ‘DOĞUŞ’

 Bir gün masallarla uyuduğum uykumdan uyandım, bu uyanış gözlerimin açılması değildi yalnızca. Bu uyanış, gözümdeki perdelerin kalkışıydı... Ben bir hikâye yazdım, fedakârlık yaparak, gözyaşı dökerek... Aklımı yitirdim, değer verdiklerim adına, aşkım uğruna... Arada kaldım, senelerimin hatırına, sevdiklerime kıyamadığıma... Düştüm. Belki siz beni düşmedim sandınız ama asıl ben düştüm o uçurumlardan en dibe. Yere çakıldığımda kaybettim her şeyi ama geri kazandım aklımı. Hani bir şey bozulduğunda birkaç kez vurunca düzelir ya, bu hayat da vura vura getirdi bozulan aklımı başıma.

 Fazla fedakârlığın, fazla tevazu ve bağlılığın insana zarar vereceğini öğrendim. Acı bir şekilde öğrendim ama ne fark eder... Tekrar başa dönebilse insan binlerce hatasını düzeltirdi belki de, ancak hata yapmadan da bugünkü ‘ben’ olamazdı. Pişman mıyım, evet. Bedel ödedim mi, fazlasıyla... Bir bedenin ve bir ruhun kaldıramayacağı kadar ağır bedeller ödedim.

 Sevdim ama ömrüm boyunca buna hakkım olmadığına ikna edildiğim için yaşayamadım. Hayat herkes için aynı koşulları sunmuyordu maalesef, benim payıma düşen de ‘masal gibi’ bir aşkı kâbusa çevirmekti. Ben mi yaptım, evet. Ben mi katlandım, evet. Yalnız mıyım, hayır. Siz de benim gibisiniz aslında... Kızgınlık ondan biraz... Kaç kişi hayatında sonsuz kredi sunmamıştır ki birine? Kim bağlanmamıştır belki bu defa düzelir umuduyla bir şeye... Sadece ikili ilişkilerde değil, aile yaşantısında veya arkadaşlıklarda da... Kim diyebilir ki, ben ilk hatasında sildim birini diye…

 Ben Bade, aklım ve mantığımın aynı anda çalışmadığı ama aşkımın her şeyin önüne geçtiği, zavallı Bade. Dik durduğunu zannederken ıslak dallar gibi yere eğilen Bade. Ben, aslında güçlü olmak zorunda kalamayan Bade. Zayıflığım altında ezmeye çalıştığım tüm hatalar, çığ gibi oldular, sonunda ise ben ezildim.

 Sonra insan ömründe bir an vardır, yanar, yanar, yanarsın da küllerinden doğarsın. Küllerimden doğdum, aklım başıma kızgın korlar bastı. Yan dedi, daha fazla yan... Ama içime bir umut doğdu, su serpti yangınıma, beni yeniden doğurdu. Şimdi ise ben onu...

 

 “Caaaaaaan!”

 “Tamam bebeğim, tamam hayatım. Derin nefes al!”

 “Dayanamıyorum!”

 “Çok az kaldı güzelim.”

 Alnımda oluşan boncuk boncuk terler, kafamdaki boneyi ıslatırken, doğum hanenin koridorunda tiz sesim yankılanıyordu.

 “Yeteeeer!”

 “Doktor Bey, bir şey mi yapsanız? Dayanamayacak.”

 Can en az benim kadar telaşlı ve her an bayılacak gibi tepemde dikilirken doktor bu halimize gülmekle meşguldü.

 “Ne gülüyorsunuz?!” diyerek doktora çıkışınca, Can eliyle ağzımı kapattı.

 “Bade Hanım, sakin olun. Kendinizi kasarsanız doğum zorlaşacaktır.”

 “Ölüyorum!”

 Doktor gözlüğünün üzerinden suratıma baktı ve “Ölmüyorsunuz, doğuruyorsunuz.” diyerek doğuma geri döndü.

  “Derin nefes al karıcığım, düğünümüzü düşün. Nasıl güzeldi değil mi?”

 Karıcığım... Can’ın ağzından duyduğum en güzel kelime... Biz bu kelimeye ulaşana kadar neler yaşadık, ne taşlı yollardan geçtik, ne karlar yağdı üzerimize, ne yangınlar yandı can evimizde...

 Can uyandığında dünyaya yeniden geldiğimi hissettim. Kendisine gelen oydu, kendime gelen aynı zamanda bendim. Sanki ruhum çıktığı bir gezintiden bedenime geri dönmüştü onun uyanışıyla beraber. Ciğerlerime tekrar havanın dolduğunu hissetmiştim o an.

 Birkaç hafta Can hastanede kalmaya devam etti ve tabi ki ben de onunla, hatta biz demeliydim. Zor günler geçti ama her gün bir önceki günden daha iyiye gidiyorduk. İlk başlarda uzun cümleler kuramıyordu ama günden güne benimle konuşmaya başladı. Yürümesi epey zaman aldı mesela, ilk adımlarını haftalar sonra attı ama şükür ki kalıcı bir hasarı yoktu. Zamanla normal hayatına dönerken hepimiz ona destek olduk.

 Ada ve Gediz her gün mutlaka yanımıza uğradı. Eniştem sanki henüz araba almamış gibi Can’ın ayaklanması için her gün yalvardı çünkü yeni arabası çoktan gelmişti ve Can dışında hiç kimseye elini sürdürmemeye yeminli gibiydi. Hamile olduğumu öğrendiğinden beri Ada her gün önüme mükemmel sofralar kuruyor ve yeğeni için neredeyse bir bebek mağazası açabileceğim kadar fazla eşya alıyordu. Bunları benim yerime birilerinin yapmış olması iyi bir şeydi çünkü benim ne hevesim, ne mecalim ne de keyfim vardı.

 Aynı zamanda annem de Can uyanana kadar yanımda kalmıştı ve her gün o evde ağlamalarıma katlanıp her şeyin düzeleceği konusunda beni teselli etmişti. Haklıydın anne…

 Volkan ve Tuğba mahvolan düğün gününden sonra bir süre kimseyle görüşmediler. Yaşadıkları en az bizim yaşadıklarımız kadar ağır şeylerdi… En başta Volkan, en yakın arkadaşını toprağın altına gömmüştü ve Tuğba’nın en mutlu günü mahşer alanına dönmüştü. En yakın arkadaş demişken Volkan Deniz’in cenazesine bile gitmedi. Ne fark ederdi ki? Bizimkisi çoktan geç kalınmış bir tavır koyuştu… Ama şimdi mutlular, düğün gününden sonra bir kere bile o gün hakkında konuşmadık, onlar da üzerine bir perde çekip konuyu kapattılar. Vakit buldukça görüşmeye devam ediyoruz ama sanırım eskisi gibi olamayacağız hiçbir zaman…

 Can’ın ailesi bebek için hazırlık yapmaya devam ederken Can’ın uyanmasıyla birlikte düğün hazırlıklarına da başlamışlardı. Öyle sevinçlilerdi ki Sezin Hanım da aynı benim gibi yeniden doğmuştu…

 Can hastaneden çıktıktan sonra ne benim evime ne de onun evine bir daha gitmedik. Her şeye sıfırdan başlayıp Ağva’daki evi baştan aşağı tekrar döşeyip oraya yerleştik. Evet, belki biraz uzaktı ve yakınlarımız bu durumdan şikâyetçi olmuşlardı ama bizim için en güzel anılarımızın olduğu yer orasıydı. Orası bizim ‘evimiz’ olsun diye dua ettiğimiz yerdi… Öyle özeldi ki benim için, bizim için, düğünümüzü bile evin bahçesinde yaptık. Düğün denmezdi aslında nikâh töreni demek daha doğru olurdu çünkü hem benim hamileliğim hem de Can’ın durumu büyük bir organizasyon yapmamıza izin verir durumda değildi. Hoş ben her zaman kır düğünlerini severdim. Bütün bahçeyi ayçiçekleriyle donattık, ben gelinlik yerine peri kızı gibi bir elbise giydim. Can damatlık yerine keten gömlek ve pantolon… Masal gibiydik işte… Sindirella gibi değil ama Tinker Bell gibiydim… Mutluyduk… Can eski sağlığına kavuşmuştu ve biz kendi yuvamızda artık bütünüyle bir aile oluyorduk. Şahitlerimiz Ada ile Gediz de dâhil olmak üzere biz ‘evet’ dedikten sonra tüm davetliler gözyaşlarına boğulmuştu.

 Can alnıma dudaklarını yaslayıp, ‘’Bu an için uçurumdan atlamam gerekseydi bile, yapardım. Emin ol yapardım.’’ dediğinde, benim gözümden akan yaş onun yanağını ıslatmıştı. Ellerimi yüzünde dolaştırıp, ‘’Lütfen bizi bir daha bırakma…’’ diyebilmiştim. O günden sonra içimde oluşan Can’ı kaybetme korkusunun önüne geçebilmem epey zamanımı almıştı. Kaç gece kâbuslarla uyanıp yatağın öbür tarafında Can’ı aramış ve hıçkırıklarla ağlamıştım.

 Bir insanın varlığına alışmak da yokluğuna alışmak kadar zor oluyormuş. Dilerim ki bir daha Can’ın ne yokluğuna alışmak zorunda kalayım ne de varlığına alışmakta güçlük çekeyim. O hep yanımda olsun, nefesi tenime çarpsın ve gözleri daima bana baksın.

 Seni seviyorum Can’ım, seni seviyorum canımın tamamı… Şimdi ise senden çok seveceğim, bizi birbirimize görünmez bir iple bağlayan, aşkımızın ve sevgimizin bize en güzel hediyesine sahip olacağız. Beni bunca zaman güçlü kılan ve hatta belki senin uyanmana bile sebep olan sihrimiz. O bizim parçamız ve biz onun tamamlayıcılarıyız.

 

 ‘’Bade Hanım?’’

 Gözlerimi zorlukla aralamaya çalıştığımda tavandaki ışık deprem olurmuşçasına sallanıyordu sanki. Kafam, hâkim olamayacağım kadar ağır ve beynim zonkluyordu.

 ‘’Güzelim, iyi misin?’’ Can’ın sorusu üzerine bakışlarımı yavaşça sesin geldiği yöne çevirdim.

 ‘’Ne oldu bana?’’

 ‘’Anne oldun meleğim.’’

 Saçlarımı okşayan terli elleri yüzüme geldiğinde benim de aklım başıma gelmişti. Hıçkırıklar eşliğinde ağlamaya başladığımda, ‘’Nerede bebeğim?’’ diye bağırdım.

 Benim ağlamama dayanamayan Can, ‘’Sakin ol, şimdi işitme testine götürdüler. Birazdan burada olacak.’’ dediğinde ne ara doğum yaptığımın farkında değildim.

 ‘’Can, ben bir şey hatırlamıyorum. Uyuya mı kaldım doğumda?’’

 ‘’Aslında uyuya kaldın sayılır…’’ diyerek güldü. ‘’Biraz baygınlık geçirdin ve doktorumuz seni sezaryene almak zorunda kaldı.’’

 O sırada odada olan doktor ve hemşireler kontrollerimi yapmaya başladığında görünüşe göre her şey normaldi ancak bebeğimin doğduğu anı görememek beni biraz üzmüştü. Ayrıca o kadar sancıdan sonra baygınlık geçirmem çok normaldi çünkü doğuruyormuşum gibi değil de ölüyormuşum gibi hissediyordum.

 Doktor kontrollerini tamamlarken, ‘’Bebeğim sağlıklı mı?’’ diye sordum.

 ‘’Her şey yolunda Bade Hanım, ufaklık birazdan gelir.’’ Cümlesi bittiği anda kapının ardından duymaya başladığım ağlama sesleri kulağıma ilişti.

 Bebeğimin sesiydi bu… Kapı açılıp hemşirenin kucağında duran minicik ama gerçekten ufacık bebeğimi görünce doğrulmaya çalıştım ama acı bir çığlıkla olduğum yerde kalakaldım.

 ‘’Siz kalkmayın Bade Hanım.’’ Hemşirenin uyarısı üzerine tekrar kalkmaya yeltenmeme izin vermeden bebeğimi kucağıma bıraktılar.

 ‘’Merhaba bebeğim.’’ dediğimde sesim titriyor kucağımda tuttuğum varlığın benim içimden çıktığına inanamıyordum.

 ‘’Miniciksin…’’ dedim, yanağımdan bir damla yaş süzülürken. ‘’Küçücüksün bebeğim…’’ Mutluluktan ağlamak, gözyaşlarının en güzeliydi. Belki de tek güzel olanı…

 ‘’Hoş geldin bu dünyaya.’’ Can yanımıza oturunca beni kucağımdaki bebeğimle birlikte göğsüne yavaşça yasladı. ‘’Senin adın ne biliyor musun?’’ Yüzüme bakıyordu öylece, sakinleşmişti, ağlamıyordu hatta ara sıra uykuya dalıyordu sanki ama göz göze gelmiştik onunla. Gülümsedim gözyaşlarım arasında, ‘’Nereden bileceksin ki değil mi?’’ dedim. ‘’Adın Burak, baban koydu ismini.’’ Can’la göz göze geldik. ‘’Temiz, berrak ve saf demek, Burak.’’ Bebeğimin kokusunu içime çektim, öyle güzel kokuyordu ki hayatımda daha önce böylesi güzel bir koku duymamıştım. ‘’Çok güzel kokuyorsun, aynı adın gibi...’’

 ‘’Sana bu hayatı yaşamayı öğreteceğim.’’ diye fısıldadım kulağına. ‘’Sana baban kadar güçlü olmayı öğreteceğim, ben yürürken ellerinden tutarım, baban bisiklete binerken koltuğundan… ‘’

 Ağladım, boğazıma dizilen tüm kelimeler onu uyuturken hıçkırıklar içinde ağladım. ‘’Baban kadar iyi bir insan ol tamam mı? Onun kadar fedakâr, onun kadar mükemmel birisi ol. Bana da benze ama en çok babana… Onun kadar romantik ol mesela ama en çok onun kadar savaşçı ol. Ya da vazgeçtim, sen bu dünyada savaşmak zorunda kalma… Ufacıksın çünkü… Büyüyecek misin? Hayal ettiğimden çok güzelsin. Sen benim olamayacak kadar güzelsin bebeğim.’’

 ‘’Annesi de çok güzel…’’ Konuşmamı bölen Can’a buğulu gözlerle baktım.

 ‘’Sevgilim, bu bizim mi?’’

 ‘’Bizim… Baksana, aynı ben...’’

 Ufak bir kahkaha dikişlerimi acıtıp inlediğimde Can, ‘’Tamam, tamam… Gülme şimdi ağlayınca canın yanmıyor en azından. Ağla sevgilim.’’

 Biraz daha güldüğümde bu defa kucağımda hareketlenen bebeğim ağlamaya başladı. Doktor, ‘’Onu beslemelisin.’’ dediğinde ne yapacağımdan habersiz ama annelik içgüdüsünün bana bahşettiği donanımla onu göğsüme yasladım.

 Benden beslenen, benim kokumla sakinleşen, benim vücudumda ısınan bir varlık… İşte şimdi ‘masal gibi’ olanın bir aşktan öte olduğunu anlamıştım. İşte şimdi tamamlanmıştım…

 Dudakları saçlarımda gezinen Can, ‘’Seni seviyorum Bade Arel. Sen dünyanın en güzel ve en iyi annesi olacaksın. Sizi çok seviyorum.’’ diye fısıldadı. Kelimelerim yetseydi ona içimde duyduğum tüm hisleri anlatırdım ama hiçbir sözcük hislerime yeterli gelmiyordu. Ben anneliği de ona olan sevgimi de anlatabilecek lügate sahip değildim.

 ‘’Becerebilir miyim, bilmiyorum. Yani anlatmaya… Ama seni çok seviyorum kocacığım. Seni ve bebeğimizi bu dünyadaki her şeyden çok seviyorum.’’

 Can elimi tutarak gözlerime baktığında ona hala ilk günkü heyecan ve aşk dolu bakışlarımla cevap verdim. ‘’Tozpembe hayallerime bir tek sen yakıştın, en çok sen yakıştın.’’ dedim.

 ‘’Tozpembe hayallerini benimle gerçekleştirdiğin için teşekkür ederim masal gibi kadın.’’

 ‘’Varlığın için, sevgin için, bizim için teşekkür ederim masalımı yazan adam.’’

 Ve tüm romantizm, Ada, Gediz, annem, babam, Volkan, Tuğba ve Can’ın ailesinin odaya akın etmesiyle sona erdi.

 ‘’Ohoo, Can hani uyanınca haber verecektin!’’ diye koşarak boynuma sarılan Ada…

 ‘’Vay! Benim baldızım anne mi olmuş?’’ diye celallenen eniştem ki koridoru baştan sona çelenkle donatmasını da es geçmemek lazım (nedenini bilmiyorum).

 ‘’Bademcik anne olmuş, duy da inanma!’’ diye saçlarımı karıştıran Volkan…

 ‘’Yavrum, yelek falan giy sen şimdi üşütme kırkın çıkana kadar.’’ diye sırtımı sıvazlayan ve üstümü örtmeye çalışan taze anneanne, annem…

 ‘’Yaa, ben ağlarım ama…’’ diye duygusallaşan ve çantasından çıkardığı kokulu peçeteyle gözlerini silen Tuğba…

 ‘’Bebeğin ayaklarına patik giydirelim, üşütürse gazı olur kızım.’’ diye çantadan çıkardığı çetikle babaanneliğe soyunan Sezin annem.

 ‘’Rahat bırakın kızı yahu!’’ diye aynı anda isyan eden babalarımız… Vee buradan kocaman bir tebriki onlara gönderiyorum…

 İşte böyle… Masal mutlu sonla bitmiş, belki de yeni başlamıştı bizim için. Bir Can, hayatıma bir can katmıştı. Diliyorum ki, hayat acı vermez, hayat bizi üzmez ama eğer üzecekse de onlara bir şey olmasın. Onların tüm acılarını ve üzüntülerini yüklenmeye hazırım. Diliyorum ki, hayat ellerimizi birbirimizden ayırmasın. O ve bendik biz olduk, biz karı koca olduk ve şimdi sıra anne babalıkta… Bizi birbirimize karıştırdın Can Arel, bizi bir ettin… Bir hiç değildik, biz her şeydik… Her şey için milyonlarca kez teşekkürler…

 

 Benden size son bir şarkı, Nil Karaibrahimgil-Benden sana…

 

Can-Bade-Burak

AREL

]]>
Tue, 14 Dec 2021 00:08:38 +0300 Aysu GİRGİN
Kasım ayı kitap önerileri https://edebiyatblog.com/kasim-ayi-kitap-onerileri https://edebiyatblog.com/kasim-ayi-kitap-onerileri

  Evet, ekim bitti kasım geliyor derken, geldi gelmekte olan. :) Bugün sizler için bu ay içerisinde okuyabileceğiniz harika aşk romanları ile geldim. Eee ne demişler? Kasımda aşk başkadır... 

 Buyurun sizi şöyle alalım. 

Klasik severlere: Boris Vian-Günlerin Köpüğü


  -Hayat böyle, dedi Chick
  -Hayır, dedi Colin


 Fransız Çağdaş edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan Boris Vian, bu eserinde gerçeküstü bir dille yaptığı betimlemeleri ve karakteriyle hayranlık uyandırıyor. Klasik severlere bu aşk hikayesini mutlaka tavsiye ederim.

Yabancı severlere: Stephanie Perkins - Anna/Lola/Isla üçlemesi


 Kahvenizi alın ve kendinizi bu sıcacık aşk hikayelerinin kucağına bırakın. Yazarın eğlenceli anlatımı ve karakterlerin kendine has özlelikleriyle gülümseyerek okuyacağınız bu seriye mutlaka şans verin.

Gerilim dolu bir aşk sevenlere: Paula Hawkins-Trendeki Kız


 Gerilimi iliklerinize kadar hissedeceğiniz ama aynı zamanda saplantılı bir aşk hikayesine de şahit olacağınız bu kitapta kafanız epey karışabilir ancak kitaplığınızın en sevilenler katında yerini alacağına eminim.

Wattpad kitabı severlere: Emre Gül-Güneşi söndürmem gerek


 Wattpad'in başarılı yazarları arasında olan Emre Gül'ün üç kitaptan oluşan serisi içeriğinde barındırdığı arkadaşlık ve aşk ilişkileriyle gönülleri fethetti. Eğer elinize aldığınız gibi bitimek isteyeceğiniz bir kitap arıyorsanız Güneşi söndürmem gerek'i değerlendirebilirsiniz.

Wattpad severler yetişkin önerisi: Zeynep Sahra-Dün, Bugün, Yarın ve Sonsuza Kadar

 Asansörde başlayan bir tanışma sonrasında gelişen olayları anlatan bu kitap, sizi tatlı bir aşk hikayesine sürükleyecek. Türü sevenlere tek kitaplık bir önerimdir.

Sepete eklemek için kitap seçemeyenlere: Cassie Mae - Aşk-ı Felek


 Genç yetişkinlere hitap eden Aşk-ı Felek kitabı sizi kurgunun içinde gibi hissettirecek ve fark etmeden sonuna gelmiş olacaksınız. Eğer uygun fiyatlı bir aşk hikayesi arıyorsanız kesinlikle okumalısınız.

BONUS: Aysu Girgin- Masal Gibi

 Harika bir aşk hikayesinin kapılarını aralamak isteyenlere bir de Masal Gibi'yi öneriyorum. Kendi kitabım diye fazla övmüyorum ama kasıma yakışır bir yetişkin aşk romanı olabilir. :) 

]]>
Wed, 03 Nov 2021 00:32:21 +0300 Aysu GİRGİN
Bir Yapı Olsaydım Eğer https://edebiyatblog.com/bir-yapi-olsaydim-eger https://edebiyatblog.com/bir-yapi-olsaydim-eger
 Dünya, üzerinde katrilyonlarca yapı barındırır. Bu yapılar kullanım amacına, yapıldıkları malzemeye, mülkiyetlerine ve üretildikleri yere göre çeşitlilik sağlar. Yaşayan güncel insan sayısının 7.888.736.000 olduğunu baz alırsak, neredeyse betondan ve demir yığınından ibaret olduğumuz kaçınılmaz.
 Peki, eğer bir insan değil de bir bina olsaydık? Bir prefabrik, lüks bir villa, belki hareketli bir iş hanı, mütevazi bir aile apartmanı, ciddi bir adliye binası veya sessizliğin hüküm sürdüğü bir kütüphane...
 Ben hangisi olmak isterdim, bilemiyorum. Kitaplarla donatsam her yanımı, bir kütüphane olsam mesela kendi sessizliğimde boğulurum. Disiplini seven yanım ağır bassa, bir emniyet binası olsam ciddiyetimden sıkılırım. Kalabalık bir cadde ortasında, yüksek bir binanın güneş görmeyen tarafı olsam, keyifsizliğimden yakınırım. Büyük bir arazi üzerine kurulmuş lüks bir villa olsam, yalnızlığıma darılırım. İş hanı olsam belki, hareketlilikten bunalırım.
 Ben bir yapı olsaydım eğer yaşadığım ev olmak isterdim. Kitaplarla dolu bir odanın olduğu, kahkaha seslerinin yankılandığı, yeri geldiğinde kuralların hüküm sürdüğü yeri geldiğinde kıyasıya bir boş vermişliğin baş gösterdiği... Bazen sevinçli, bazen hüzünlü ama hep huzurlu... Kendi evim olmak isterdim. Nerede veya ne şekilde olduğunun önemli olmadığı, içinde dopdolu bir yaşamın at koşturduğu, sessizliğin ve gürültünün aynı anda yaşandığı, aile sıcaklığının duvarları bile yaktığı bir ev olmak isterdim. Komşu sesinin ulaştığı, poğaça kokusunun etrafı sardığı, kapıyı çalan bir sevdiğinin olduğu yuva olmak isterdim. Dört duvar değil bir ruh olmak isterdim. Belki somut olarak değil ama kesinlikle bir yuvayım ben. Duvarlarım, kaburgalarımdır benim. Kitaplarım, sevdiklerim, anılarım saklıdır duvarlarımda.
 Her insan bir yuvadır aslında, kendi yarattığı dünyasında. Bazen kendine, bazen eşine, bazen ailesine, bazen evcil hayvanına... Nasıl bir yuva olacağımız ise seçeceğimiz yapılara bağlıdır. Belki bir anıt oluruz, belki de bir kulübe... Seçenek sizin... 

]]>
Fri, 29 Oct 2021 23:41:27 +0300 Aysu GİRGİN
Bir Bahar Meselesi https://edebiyatblog.com/bir-bahar-meselesi https://edebiyatblog.com/bir-bahar-meselesi


 Bir nisan sabahı, uyanmışım. Küçük ellerimde tuttuğum koca dünyayı taşımaya çalışıyorum. Omuzlarım düşmüş, kollarım dizlerime doğru uzanıyor. Gözümü ayırmıyorum ondan, biliyorum kayar gider avucumdan ama takatim de kalmamış.
 Bir nisan sabahı yürüyorum yolda, omzumu çarpıp yabancılara. Kaldırıp bakmıyorum başımı kimsenin suratına, biliyorum bakarsam güçsüz görünürüm ama adım atmaya dermanım da kalmamış.
 Bir nisan gecesi oturuyorum masa başında, etrafım kalabalık insanlarla. Bir el uzanıyor bana doğru. Tereddüdüm uzanan ele değil avucumda tuttuğum dünyama. Sıkıca sarıp onu koluma, karşılık veriyorum yabancıya. Bırakmasını istemiyorum ama biliyorum bırakmazsa elimi tutamam dünyayı avuçlarımda.
 Bir nisan gecesi çabalıyorum kurtulmaya, yapamıyorum. Ya salacağım tüm yüklerimi ya da bırakacağım o sıcak elleri. O el uzanıyor sonra dünyama, kurtarmak ister gibi beni. Şaşırıyorum. Bakışlarımı kaldırıyorum sonra, değiyor yabancının suratına. Gülümsüyorum.
 Bir nisan gecesi buluyorum aramadığımı, bir nisan gecesi arıyorum bulamadığımı. Yükümü paylaşan, dünyama uzanan, başımı kaldıran yabancıya rastlıyorum o gece. Mutlu oluyorum. Meğer ağır olan yüküm değilmiş diyorum sonra, ağır olan zayıflığımmış. Ağır olan yükümü paylaşamamakmış. 
 Nice zaman geçiyor sonra. Mutluluğa alışmışım, omuzlarım hafiflemiş... O el, elimi hiç bırakmamış. Nice zaman geçiyor sonra bir mayıs sabahı ellerimize bir çift el daha eklenmiş. İyice güçlenmişiz. Sonsuzluğu tadıyorum. Saf sevgiyi hissediyorum. Bir bakıyorum koca dünyam bir çift minik el olmuş aslında. Ağır gelmiyor sonra hiçbir şey bana, o minik ellerden sonra...
 Benim ilkbaharlarım, benim hep baharlarım, çiçekli yollara... 

]]>
Thu, 02 Sep 2021 01:54:27 +0300 Aysu GİRGİN
Kusurlarım, affedin... https://edebiyatblog.com/kusurlarim-affedin https://edebiyatblog.com/kusurlarim-affedin

 

 Sahil kıyısında bir bankta oturmuş, dalgaların büyük kayaları yalayışını izlerken, derin bir nefes doldurdum ciğerlerime.
 İçimde tarifi imkansız bir acı, denizin verdiği huzurla birleşince gözyaşlarıma gülümseyişim eşlik etti.


 Neydi eksik olan ömrümde?
 Her şey tastamamken, beni mutsuz eden şey neydi?


 Ruhumun derinliklerinden bana sürekli fısıldayan o ses, mutlu oluşuma karşı, miğfer ve zırhını takınmış, neden düşman gibi örseliyordu bedenimi?


 Hayatımda her şeyin mükemmel olmasını sağlamışken, gözlerimden akan tuzlu damlalar, bir ihaneti sular gibi süzülüyordu yüzümden ve büyüyordu içimdeki düşman böylece. 


 Ciğerlerim sıkışıyor, aldığım nefesin, hayatta kalmama sebep olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum. 
 Parmağımda takılı olan yüzüğü incelerken, yakında hayat arkadaşım olacak insanın ne kadar kusursuz olduğunu düşünüyordum. 
 Hayatımdaki her şey gibi bunun da son derece kusursuz olmasını sağlamıştım. Duygularımla değil mantığımla şekillendirdiğim dünyamda, kendi ellerimle yaratacağım her acıdan korkan, yanan ateşin bir metre ötesinden dolanan bir insan haline gelmiştim. 
 Bu benim için bir nevi kendimi garanti altına alma isteğimdi veya hayatımın sigortasız oluşundan korkuşumdu. 


 Yaşayacağım sayılı sene, içime çekeceğim sayılı nefes, bir gün batan güneş veya bir gece parlayan Ay’ı son kez görüşümle vadesini dolduracak ve ben gözlerimi sonsuz bir huzur içinde kapayacaktım. Keşkesiz, üzüntüsüz ve eksiksiz... 
 Kılı kırk yaran, bir işi on kere kontrol eden, milimetrik hesaplarla yaşayan ama asla kendi kusurlarımı örtmeye yetemeyen bir insandım. Her kusur arayışımda dahasını bulur, her bulduğum kusuru düzeltmeye çalışırdım. 


 Ve sonunda kendim için güzel bir hayat kurmuştum, iyi bir sosyal çevre, sağlıklı ve fit bir beden, kendime yetebilecek kadar para ve kafamda tasarladığım ‘mutlu bir evliliğe’ yakışır bir adam ile tamamlanıyordum git gide... 


 Ama eksik olan neydi? 
 İçimi sürekli kemiren, kemirdikçe daha da derine inen bu şey neydi? 


 Ellerimi ıslak yüzüme siper ettiğim sırada yanıma birinin oturduğunu fark ederek, oturuşumu düzelttim. 


 Aşağı yukarı seksen yaşlarına yaklaşmış olacağını düşündüğüm, yanıma oturan yaşlı adam, “Seni bir saattir ufuklara baktıran şey ne? Söyle bakalım...” diye sordu aynı ufuğa bakarken. 
 “Hiç...” diyebildim; çünkü hiçti... 
 “Hayret ederim gençlerin dertlerine... Küçümsemek değil ama neredeyse bir asrı sığdırdım bu ömre, o yüzden merakımı mazur gör güzel kızım, yanaklarına değen yaşların sebebi ne?”


 Dert... Bu kelimeyi dilime ve kalbime değdirmemek için öyle uğraşmıştım ki, şimdi dertli gibi görünüyor olmak moralimi bozuyordu.


 Hiddetle çıkışarak, “Ne derdi Bey Amca?! Hiçbir derdim yok benim.” dedim ve yanından kalkıp gitmek için elimi çantama uzattım. 


  Bey Amca gülerek kafasını iki yana salladığında, “Derdin yok demek... Bak bu daha hayret verici.” derken benimle resmen alay ediyordu.
 Sabırla derin bir nefes alıp, “Neden? Herkes dert sahibi olmak zorunda mı? Alışmışsınız acı dolu hayatlara, trajedilerle yaşamaya... Şimdi benim mutlu olmam mı anormal geldi size?” diye sordum.

 İşaret parmağını göğe kaldırdı ve, “Dertsiz bir Allah vardır kızım. Bu yaşıma kadar doğarken kahkaha atan bir bebeğe rastlamadım, hepsi avazı çıktığı kadar ağlıyordu bu yüzden insan acıyla doğar. Acıyı ilk nefesinde tadar ve içinde onunla yaşar...”


 Ne yani? Benim içimdeki tarif edilemez hissin sebebi, bebekken aldığım ilk nefese vücudumun adapte olamaması mıydı?


 “Ben acı çekmiyorum ki... Hiç acı çekmedim hayatım boyunca. Hayatımı yolunda tutmak için çok uğraştım ve tamamen istediğim hayata sahibim.”
 “O yüzden mi ağlıyorsun?” diyerek gözlerime baktığında ne diyeceğimi bilememiştim.
 Uzunca bir süre sorgular gözlerle beni izlerken, benden bir cevap alamayınca bakışlarını denize çevirdi. 
 “Şu denizi görüyor musun?”
 Kafamı sallayarak onayladığımda devam etti, “Uçsuz, bucaksız ve masmavi... Güneşli havalarda rengini tamamen belli eder, herkes hayran hayran izler onu. En güzel zamanının onun masmavi renkteki anları olduğu düşünülür ama sonra bir yağmur bulutu kaplar güneşin önünü, yağdırdıkça yağdırır üzerine çarşaf gibi denizin, rengini bile kaybeder o an. Su bulanır, dalgalar sinirle birbirine çarpar hatta bazen dolup taşar...”


 Yanımdaki yaşlı amcanın bunları neden anlattığına anlam veremez bir şekilde onu dinlerken, şu an ihtiyacım olan son şeyin, bir coğrafya dersi olduğunu düşünüyordum. 
  Bey Amca içimden geçenleri anlamışçasına bana baktığında, yüzündeki tüm hatlar hüzünle belirginleşmişti. 


 “İşte o yağmurlar, denize yaşattığı tüm çirkinliklere rağmen onun eksilmeden dalgalanmasını sağlar, onun için güneşin doğuşuna hazırlık yapar ve bizler tüm o damlalardan sonra yine o denizin sonsuz mavisine hayran hayran bakarız. Sular durulur, güneş açar... Bir bakmış ki deniz, onu yağmalayan yağmur, ona can verenmiş aslında...”
 Dediklerini kafamda tartıp, anlam vermeye başladığım dakikalarda lafa girdim, “Neden anlatıyorsunuz bana bunları?”.


 “Hayatında neyin eksik olduğunu kendi kendine sorma diye çünkü o gözyaşları bile haklı yere akmalı gözünden, yok yere değil...”
 “Hiçbir şey mükemmel olamaz değil mi?” dedim pes ederek.
 “Her şey mükemmelken bile kusurludur, aslında her kusur da güzeldir. Bir hamura bile şekil verirken unu çok koyarsan kaskatı olur, sen güzel olacağını zannedersin ama bir süre sonra yoğuramazsın taş gibidir çünkü... İnsan da böyledir hayatına her şeyi yeterli miktarda serpiştirmeli. Acısı da olmalı bu hayatın, kusuru da...” dediğinde şimdi ne anlatmak istediğini tamamen anlamıştım.


 Mükemmel ve kusursuz olmak için o kadar çabalamıştım ki, ne gerçek bir aşk ne gerçek bir mutluluk yaşayamamıştım. Acıdan kaçarken, gerçek mutluluğu da elimin tersiyle itmiştim.
 “Ben sadece iyi olsun istemiştim...” derken gözümden süzülen yaşlar cümleme eşlik ediyordu.
 “Bak evlat, gerçek mutluluğu tadabilmek için yolun acıdan geçmeli. Geçmeli ki mutlu olduğunun farkına varasın... Rengi dönmeseydi griye hiç, deniz farkına varır mıydı maviliğinin? Hayır... Tıpkı senin gibi... Tıpkı senin mutlu olduğuna kendini ikna edememen gibi, üstelik her şey kusursuzken.”


 Hayatım boyunca içimdeki anlam veremediğim eksiklik hissini, hiç tanımadığım bir adam anlamlandırmıştı... Ne ailem ne bir arkadaşım ne de hayat arkadaşım... Sadece yabancı bir adam... 


 O an aslında kendimi cesur zannederken ne kadar korkak olduğumu, o an kaçtığım acıların aslında anlamsız mutluluğumu doğurduğunu, o an kusursuzluğun bir kusur olduğunu ve benim hayatımın tamamen bir kusurdan ibaret olduğunu anlamıştım.
 “Ben... Ben ne diyeceğimi bilemiyorum. Tek hatam ve tek isteğim mutlu olmaktı.” dediğimde Bey Amca, daha önce orada olduğunu fark etmediğim bastonunu bankın yanından alıp, ayağa kalkmaya yeltendi. 
 “Tek hatan, hatasız olmak isteyişindi. Umarım mutluluklarının farkına varacak kadar deneyim kazanırsın bu hayatta ve umarım bir gün gerçekten mutluluğu elde ettiğinde, bir deniz kenarında saklanarak gözyaşı dökmek yerine, en içten kahkahalarını atarken ellerini dudaklarına siper edersin.”


 Yaşlı amca bastonundan güç alıp ayağa kalktığında, yaşlılıktan mıdır yoksa bir rahatsızlıktan mıdır bilmem, adımlarını zar zor atabiliyordu. 
 Hiçbir şey diyememiştim ona, ben de arkasından seslendim, “Teşekkür ederim!”. 
 Bir iki adım sonra durup başını çevirdiğinde, “Ne alimim ne de akıl hocası ama bu değnek bile mutlu ediyor beni, yürümemi sağladığı için... Gerçek mutluluk işte budur.” dedi ve yoluna devam etti.


 Derin bir nefes aldım ve gözyaşlarımı silerek gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. O an yüzüme damlayan bir yağmur tanesi güldürdü beni... Evrenin harika zamanlaması bu defa kaçmak yerine beni kendisine çekti.
 Ellerimle sımsıkı topladığım at kuyruğumu açarken, saçlarımın rahatladığını hissettim. Ayağa kalktım ve denize doğru yaklaştım. Onun için de benim için de gri olma vakti gelmişti sanırım...


 Yağmur bir anda bardaktan boşanırcasına yağmaya başladığında hayatımda ilk defa başıma herhangi bir şey siper etmeden, kollarımı açarak onu karşıladım.
 Yağıyor, yağdıkça ruhumu arındırıyordu sanki...


 Kahkahalarım, yağmurun yere çarparken çıkardığı sesle karışırken ben de kendimle karışıyordum.


 Yüzümü sırılsıklam yapan damlalar, kendimi bildim bileli makyajla kapatmaya çalıştığım doğum lekemi açığa çıkarırken, onu neden saklama isteği duyduğumu düşündüm...
 Bana ait bir kusur olarak gördüğüm şey aslında bana ait ve beni ben yapan tek özel şeydi...


 Artık hayatımda neyin eksik olduğunu anlamıştım. Artık içimde benliğimi kemiren şeyle tanışmış ve onu kabullenmiştim.
 Eksik olan şey kusurdu, fazla olan ise mükemmellik sevdası... Ne acı, kötü bir hayatım olacak diye hiç yaşayamamış olmak. Ne acı, bir gün üzülürüm umuduyla hiç aşık olmamış olmak ve yine ne acı bunları anladığım an hayatımın tamamen değişmiş olacak olması...


 Bundan sonra ateşin ortasına atlamasam bile en azından yerde bulduğum bir çıta parçasını içine atmaktan korkmayacağım...
 Bundan sonra yağmurlarda ıslanmak rahatsız etmeyecek beni... 
 Eksikleri tamamlarken, elimdekilerden olmayacağım artık. Ben, ben olduğum için elimde olacak her mutluluk.

Ve kusurlarım, affedin... 


 Kaçtığım hatalarım, yaşamaktan korktuğum yanlışlarım, artık içimde büyümenize gerek yok. Sizden korkmuyorum...
 Yaşıyorum sadece; sırılsıklam, korkmadan ve tüm benliğimle...
  

Aysu GİRGİN 

]]>
Thu, 22 Jul 2021 22:38:33 +0300 Aysu GİRGİN