EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Berk https://edebiyatblog.com/rss/author/berk EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Berk tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Barbarın Kahkahası & Sema Kaygusuz https://edebiyatblog.com/barbarin-kahkahasi-sema-kaygusuz https://edebiyatblog.com/barbarin-kahkahasi-sema-kaygusuz İlk kez okuduğum Sema Kaygusuz beni muhtemelen güneyde zeytin ağaçlarının arasındaki küçük bir motelde yaz tatiline çıkmış tipik Türk ailelerinin arasında karşıladı. Her birisinin toplumun belli bir kesimini ve davranışını temsil ettiğini kolaylıkla tahmin edebileceğiniz tiplerin tembellikle geçirdikleri ve tatile özgü ritüellerini her gün tekrarladıkları “herhangi bir gün gibi olmayan herhangi bir [4] gün” boyunca tüm bu sıradan kişilerin başına gelen sıradan olayları akıcı biçimde anlatırken ruhlarımızın gizli kalmış yönlerini, bize, insana, topluma dair temel sorunları, bunun temelindeki, hep içimizdeki, yanıbaşımızdaki barbarlığı da yalınlıkla sergilemeyi başarıyor.

Barbarın Kahkahası’nın 160 sayfası boyunca basit veya en azından basit görülebilecek faili meçhul bir olayın etrafında bir tiyatro sahnesine girip çıkan aktörler gibi bir dizi arkadaşa, çifte, aileye, çoluğa çocuğa, dedeye tanıklık ederiz. Bütün bu sıradan kişilerin ve olayların ötesinde ise içimize sinmiş, daha doğrusu insanın içinden hiç çıkmayan kendi ihtiyaçları ve arzularını karşılamak için sınır tanımayan şiddetini ve barbarlığını ise önce hafifçe sonra ise artan bir tonda vurgulayarak anlatan Kaygusuz, bu barbarlığın büyük oranda eril ve sınıfsal olduğunun da altını çizer.

Tüm İnsanlık Barbar

Hikaye bir dizi söylev ve diyalog üzerinden şiddetin ve saldırganlığın nasıl hayatımızın her alanına sinsice sindiğini defalarca vurgular. Örneğin hikayenin ayarsız bilgesi olarak Eda eril barbarlık ve eblehlikle ilgili kadın orgazmı üzerinden uzun bir söylev verir. Aynı Eda bu barbarlığın nasıl sınıfsal yaşandığını da anlatır.

Özetle dünyanın bu hali erkeklerin birer barbar olarak yetiştirilmesine dayalı bir sonuçtur. Hikayenin ergen yan kahramanı Ozan’ın annesinden kopmak ve babasına yaranmak, benzemek için kendi başına gerçekleştirdiği  erginlenme törenleri, kalabalık ve gürültücü ailenin dedesinin torunu yüzme öğrenmesi için denize atması, hepsi eril Homo Sapiens’in barbarlık yolunda ihtiyaçlarını gidermek için hiçbir şeye, canlıya aldırmadan ilerlemesinden kaynaklıdır.

Bıçaklanan kaplumbağalar, gövdeleri yarılan lahoslar, mideye indirilen fener balıkları, diğer canlılara ve birbirimize yönelttiğimiz şiddet, ve sorulduğunda hangisi olduğunu bile hatırlayamayacağımız kadar çok sayıdaki insan katliamları; tümü içimizdeki o barbarlığı bize hatırlatır. Sınıfsal, milliyetçi, dine veya aramızdaki cinsel tutkulara dayalı nedenselleştirmeler veya rasyonelize etme çabalarımız barbar özümüzü değiştirmez, tam tersine benimsememize neden olur.

Kaygusuz bu her yanımızı sarmış barbarlığın, ve ona eşlik eden, besleyen duyarsızlığın, kabalığın, saldırganlığın en tembel, en rahatlamış anda, sıradan aile bireylerinin orta sınıf bir moteldeki tatillerinde dahi ortaya çıkacağını hatta tam da orada olduğunu ustaca anlatır.

Umut var mı?

Kitapta umutsuzca veya bizi bedbaht edecek bir dram şeklinde aktarılmayan, daha çok sıradan dünyalarımızın bir parçası veya insanlığın doğal hali olarak ortaya serilen barbarlık karşısında umut ta Kaygusuz’un kaleminden bir söylev veya bir ders şeklinde dökülmüyor elbette. Umut yine o hayatın içinde o sıradan tiplerin hayatlarının kenarlarında karşımıza çıkıyor. Ama en çok ta çocuklarda.

Eda kendisine birdenbire sığınan küçük kız çocuğuna Homo Sapiens’ten Neandertal’e kadar insanlığın nasıl kendi çıkarı için her şeyi yok ettiğini anlattığında sonradan korkunç bir barbarlığın en yaralı öznesi olduğunu öğreneceğimiz Simin umudu korumak adına müdahale eder. “O daha küçücük! Ümitsizlik için çok erken.”

Aynı Simin tarihte ne kaybettiğimizi neleri unuttuğumuzu da bize sürekli hatırlatır. Belki hatırlamak, hatırladıkça farketmek bizi daha barışçıl bir hayata ulaştırabilir diye umudunu, umudumuzu korumaya çalışır. 

Öte yandan diğer karakterlere baktığımda bu insani barbarlığın dışında kalmak, ona direnebilmek ancak Simin veya Turgay gibi büyük bir kaybın yasıyla yoğrulmanızla veya büyük sırları 20 yıl boyunca içinizde taşımakla mümkün görünüyor. Ama bu bile korunmanız için garanti degil, suratınıza bir anda kafayı yiyebilirsiniz çünkü! Veya garson Alikar gibi kendinizi esrara vurur ve heryerden kaçarsınız.

Biçim, İçerik ve Erkekler

Sema Kaygusuz’un ilk kez bir hikayesini okudum. Hayranlarının pek sevdiği anlaşılan üslubu etkileyici ve sizi şiirli ve bazen sihirli bir dünyaya çağırıyor. Ancak bu “döktürme” işinin zaman zaman fazla tekrarlı, uzun ve hatta ender olarak zorlama olduğunu da hissettim.

Fakat özgün üslubun bu hikayedeki asıl sorunu hikayenin biçimi ile tam olarak uyuşmamasından, biçim içerik birliğine hizmet edememesinden kaynaklanıyor. Sıradan bir tatilde geçen ve tam da bu nedenle şiddetin, barbarlığın nasıl sıradan hayatlarımızın içinde ortaya çıktığını yalın ve çarpıcı biçimde anlatan güzel hikaye ağdalı ve anlamakta zorlandığım mecazlar, göndermeler ve kalemşörlük arasında zaman zaman kayboluyor. İster istemez bu yalın hikaye aynı şekilde yalın, daha az süslü bir dil ile asıl gücünü göstermez miydi diye soruyorum.

Öte yandan hikayede erkek kahramanların muhtemelen bilinçli olarak derinliksiz, neredeyse bir karakter olarak değil de erkek davranışlarına dair tipler olarak yer almaları ise çok önemli bir eksiklik gibi gözükmüyor.

Aşk Nerede?

Ancak hikayede en çok arayıp ta bulamadığım şeyin eksikliğinin ise önemli olduğunu düşünüyorum. Hikayede evli çiftler arasında var ile yok olduğuna dair pek bir ipucu bulamadığımız, en umut veren, erotik bir ilişki yaşadıkları belli olan Eda ile Ufuk arasında da sanki var ama hem de yok gibi ortada kaldığımız, eşcinsel oldukları sanılan (veya onların kendilerini öyle sandıkları) Melih ile İsmail arasında bile çok fazla ortaya çıkmayan aşk ve sevgiye hikayede pek rastlayamamak ise kitapla ilgili bir düş kırıklığına dönüştü bende. Çünkü barbarlığın, saldırganlığın, bir türlü uygar olamayan uygarlığımızın eksiği ve bunları iyileştirebilecek yegane duygu aşk ve sevgi değil mi? Çevremizdeki barbarlığa ve bunun hiç farkedilmemesine katlanamayan herkesin bir biçimde moteli terketmesi bugün Türkiye'yi bir bir terk eden insanların aslen neyin eksikliğinden kaçtıklarına dair önemli bir saptama mı yoksa?

Sema Kaygusuz “Barbarın Kahkahası”nda akıcı kolay okunan bir hikaye ve sanki önemli bir şey olmayan olaylar zinciri içinde insana, topluma ve ruhumuza dair tüm bu soruları sormamızı ve düşünmemizi sağlıyor.

]]>
Mon, 13 Sep 2021 11:18:34 +0300 Berk
Tıraş https://edebiyatblog.com/tiras https://edebiyatblog.com/tiras Bazen aynaya bakıyorum, benden bir bok olur mu diye. Bazense aynada gözlerime bile bakamıyorum, kaçırıyorum. Utanç dolu ve hüzünlü; artık kırışmış. Yaşlanmış göğsümdeki ağarmış kıllara bakıyorum. Daha aşağıda hafif göbek. Biraz daha sarkmasına var henüz. Ölmek için genç, devam edebilmek için yaşlıyım. Sabah erken. Tıraş olacağım, her sabah yaptığım gibi. Artık gideceğim bir işim yok ama yine de her sabah tıraş oluyorum. Tuhaf.

O sabah da tıraş olmuştum nedenini bilmeden. Sanki normal bir gün gibi kalkmıştım uyumadığım gecenin sabahında. Duşumu almıştım, bu sabahki gibi. Sonra tıraş olmuştum, diğer günlerdeki gibi. Tıraş olduktan sonra gideceğim bir yer yok. Kahvaltı hazırlarım biraz. Uzun zamandır yalnız ediyorum kahvaltıyı da. O yüzden basit tutuyorum; peynir, ekmek, zeytin, varsa reçel. Kahve içerim çoğu kez; onun sevdiği kahveleri. Çok severdik kahveleri, uzak diyarlardan gelen kahvelerin hikayelerini anlatırdık birbirimize. Brezilyalı genç kızların ve El Salvador’daki küçük çocukların topladıkları, yüksek tepelerden zorlukla indirip elle ayıkladıkları, kurutup çuvallara doldurdukları kahvelerin bize gelene kadar ki yolculuğunu konuşurduk; emek ve sadakatle geçen uzun yolculuğu.

Sofrayı topladıktan sonra otururum ekranın karşısına. Açarım onun sevdiği şarkı listelerini. Defalarca dinlediğim şarkılar da olsa yine dinlerim. Her birini ne zaman listeye eklediğini yeniden kontrol ederim. 10 yıl önceki tarihleri, o zaman nerelerde olduğumuzu hatırlarım hep. Aynı grupları, şarkıları severdik. Hepsi eskilerden, benden de eski artık yitip gitmiş, insanların daha bir insan olduğu bir zamandan. Ondan kalan resimlere bakarım. Ağlarım. Tıraş olacağım yine, yüzüme bakamadığım aynanın karşısında. Tıraş olmuştum onu toprağa vereceğim günün sabahında. O gün nasıl göründüğümün ne önemi olabilir ki diye hep sordum kendime. Çözemedim bir türlü; ama sanırım kendi babam yüzünden. O hiç sevmezdi tıraşsız insanı. Karşısına tıraşsız çıktım mı sorardı hemen “çok meşgulsun herhalde?” diye. “Neden baba?” diye sorduğumda da, “baksana tıraş bile olamamışsın,” derdi. Meşgul filan değilim artık baba. Baksana, ne işim var ne de karım artık benimle. Bir hayatım bile yok sayılır. Bu ayna bana bir hiçsin diyor. Ama tıraş oluyorum yine de her sabah. O sabah da olmuştum. Sonra da usulca toprağa indirdim canımın içini, yanağımı yanağına son bir kez değdiremeden.

]]>
Tue, 24 Aug 2021 15:53:05 +0300 Berk