EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Çetin https://edebiyatblog.com/rss/author/cetin EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Çetin tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Gece Gidiyor https://edebiyatblog.com/gece-gidiyor https://edebiyatblog.com/gece-gidiyor Gece Gidiyor

Halbuki sevinecek hiçbir şey yoktu ortalıkta

Herkes yamalardan varolma idi o kadar

Ve dikişleri bariz, elli hüzün renktendik

Her söküğümüz ilmek ilmek dağılırdı.

Oysa gökyüzü orda... Her duvarın ardı.

Ama herkesin duvarı gökten uzak!

Göğün yüzüyle boyalı

Bir yandan Kalamış Kah kuru Rüknettin

Bir yandan Yusufçuk havalandı kuyusuz kuytusuz...

Taze asılmış urgan kadar yükseğe

Yaralıdan, yardan, kendimizden

 Devinerek yahut dövüşerek 

Geçtik bir gecenin alnını

Hayır! Umudumuz vardı;

heybesizdik. Nihayetinde cebi deliklerdik.

Yüklensek bildiğimizi 

umut hiç bir yere sığmazdı

ve mükeyye armağan bilenmiştik

 varsaidik bi haziran devrimine.

Lakin!

Bir hışım cürretle traş olduk

yaka paça giyinip

 taradık, bir acayip suretimizi

Tutunduk halkalıdan uzun ince bir geceye.

Üç güvercin, üç kuruşla, üç it misali.

Üç baykuşumuz kayıptı, gece nöbetçisiz hareket etti.

 Üç şehir gittik beş geri,

 bir yasal huduttan içeri.

Bin balya dikenli telle çevrildik

On bin tuğladan kaleyi eskittik

Dört ranzada sürgün ibaresi

Biri boş üçü Refik halid hikayesi 

Bir yattık, bin kalktık gece bitmedi.

Saat 6:45 güneşinden bir gök asılmış duvara

Urgandaki yusufçuk gibi

Git başımdan hasret gâlesi

Benim vurulmaya gövdemde yer yok.

]]>
Mon, 04 Sep 2023 20:16:56 +0300 Çetin
Hortlak https://edebiyatblog.com/hortlak https://edebiyatblog.com/hortlak "Cevabım yok" suretinde

Bundan sebep ters çevrilmiş,

soru işareti. çengel biçiminde 

cevabım yok çengeline Asıyorum

 bir çeketimi daha.

Yarım kalan bir veda cümlesinden

 urganımı da.

Bu sefer incile veda...

Neyime yetmiyor. neyim?

Paçam kirlenmeden;

Geçilmiyor orman boyu imanlar

 al kefenli yılanlar hortlamış.

imkansızlıklar dan heybeme dadanmış 

Diz boyu sulh imkansızlıkları

Tutmuşlar iki yakamdan!

Özgürsün diyorlar.

Dokunsan kanayacak sırtım,

Dokunsan kanayacak vicdanım.

Kurbağa olmuş yılan olmuş üç başlı hortlak olmuş.

Keskin iniltileri geliyor

kulağımda ölü nefesiyle 

Korkularımdan filim izlenir gözünde.

İdeolojik iyi sanrılı, Kötü

 bastırılmış hayin bir sulh ilan edilen

Kavgasızlık duracak  

zülmün adı hortluyor dört bir yandan!

Savrulan deli taylar nasıl hasta 

Kuyuda Yusuflar nasıl...

Kavrulmuş çürükleri hortlağın,

Al kefeninde kanım var.

Tutmuşlar iki yakmdan!

Seni seviyorum diyorlar 

Duygucu hanımlı baylı hortlaklar.

Envayi haşerat basmış ev duvarlarını

Tahta kuruları inceden öldürüyor direğini evin,

Mutfağını fareler , çatısını Mart kedileri

Hortlaklar sultanım hortlaklar!

kulağıma inliyorlar acımasızca acıtıyorlar.

"cevabım yok" çengeline Asıyorum; 

Yarım kalan Veda cümlesinden urganımı.

Dere boylarında hortlamaya müsait incir diplerinde...

]]>
Mon, 20 Mar 2023 08:56:42 +0300 Çetin
Hünerli namussuzluk https://edebiyatblog.com/hunerli-namussuzluk https://edebiyatblog.com/hunerli-namussuzluk Hangi lehçesi bu imanın

Sorulmuş kancık kahrın

Soyulmuş çizgisi azabının

Hünerli namussuzluğu

Uğuruna bohem çalkantılı

Bütün Bir yalnızlığı

Doldurmuş kadehe

İçse lahza içmezse zoraki

Hangi eksiği bu insanlığın

Bazen medeni bazen namus işgüzaresi

Çocuk terbiyesi din adaleti

Namus namlu bağbozumu

Bütün yenilmelerin tarihçesi

Ne az sürdü gülmelerin

Ne çok hüzün zaferlerin

Nereye varsam

Varamadığım yerde bitti umut

Bitti o ovalar üstündeki mayıs

Ne gökte bulut ne dalda kayısı

Her gideni ölüm götürsündü ama

Ölüm turizm kimseden kazanmasa

]]>
Sun, 12 Feb 2023 14:00:45 +0300 Çetin
Halkların Sempozyomu https://edebiyatblog.com/halklarin-sempozyomu https://edebiyatblog.com/halklarin-sempozyomu  Halklar Sempozyomu

Kârı sebibiyle bu

Yargılı sızılı kalıcı

Tamahı çuvaldız hırsızı

İlkelliğe doğru 

Medenîyet tortulu

Öüdipus çok yaşa

Zeus zargana

Bir ara heycanlan

hiç bişey olmadı say

Arafı mehtap say

Unut sen umutlan

Alın yazgısı en işlek

Ortadoğu’da mükemmel

Mezbaha dan bir parsel 

Yaşamaktan sevinmek

Urgenî bihemberî

Tampon bir tedavi

İnce ince kanar

Son seçenek bile batar

Toplu delirmeler izler 

Peşi sıra Neyzen ile

Beni günaha çeker

Sizi ilhak afaroz ile

]]>
Sat, 09 Jul 2022 20:11:16 +0300 Çetin
Rüknettin /ayna çatımaları https://edebiyatblog.com/ruknettin-ayna-catimalari https://edebiyatblog.com/ruknettin-ayna-catimalari Merhaba benim adım rüknettin
tanışıyor olmalıyız. 
Açmış olmalıyım size kalbimi
açmadıysam şayet açabilir miyim? 
Küheylan gibi besledim kalbimdeki tospağayı
arpa verdim kesme şekerler
kırlardan kesitler, maratonlar izlettim koşamadık hiç. 
çöle fidanlar diktim  birazcık suyumu da verdim 
yağmur yağsın diye ne  dualar ettim ben kumlara gömüp suretimi.
 Umudumu kestim tanrıdan insandan dünyadan. 
bıktım kardan taavdan irsali misali inniden sünniden 
sülietlerden hislerden kirlerden
 insan görünümlü hurilerden 
kirli çamaşırlı sabun semtlerinden pirayeden hüvviyetten 
yoldan gitmekten kalmaktan 
araftan aşktan kaştan ayıptan 
Bıktım kitaptan okumaktan yazmaktan susmaktan 
edebiyattan sanattan
 umudumu kestim mor külhaniden polyanadan moira dan 
görmekten düşünmekten var olmaktan
Hayret etmiş olmalısınız
Ben rüknettin
 aynalarla davalı ha aynanın karşısında ha içinde
 atlı vezirli muharebenin tek şehidi
 ne yani siz hiç yenilmedinizmi 
ben hep yenildim 
kömelere bölündüm 
ha koyun ha kanguruya  
Avongart gladyatörlerede yenildim 
usandım ihtimalden istifadan gayeden gururdan 
solamandan basradan çavuştan rütuştan yalnız kim yorulur insan olmaktan 
Malesef böyle hissediyor 
yarından ödü kopan rüknettin...

]]>
Sat, 11 Jun 2022 14:22:40 +0300 Çetin
Hovarda mesleki orhan https://edebiyatblog.com/hovarda-mesleki-orhan https://edebiyatblog.com/hovarda-mesleki-orhan “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanar ya sarısı bir kaşkol ... Dağınık ve şişirilmiş bir göğse benzeyen sırt ve ergenlik bozuğu bir yüz ... Bit pazarına kim bilir kaçıncı kez gelmişti bu garip adam? Yine meteliksiz kalmıştı çünkü. Siyah deri çantasından birkaç gömlek çıkardı. Umarsızca yaşlı pazarcıya uzattı. Kürkçü dükkanı misali, pazarcı büyük bir memnuniyetle gömlekleri aldı.

Adam üşümüş olmalı ki trençkotuna büründü adeta. Biraz bekledi, üç beş kuruş aldı, cebine koyup kalabalığa karıştı. Nisan 1914’te Beykoz Yokuşu’ndaki Çayır Sokağında 9 numaralı konakta dünyaya geldi Orhan. Babası İzmirli Mehmet Veli, annesi ise Beykozlu Hacı Fatma Nigar Hanım’dı.

Nüfusu tezkeresi suretine göre asıl ismi Ahmet Orhan olan şairin babasının adı Veli olduğu için, sanatçı Soyadı Kanunu’ndan önce Orhan Veli olarak tanındı.

Çocukluğu Beykoz ve Beşiktaş’ın yokuşlarında Boğaz’a nazır geçti Orhan’ın. Denizle hep iç içeydi. Beykoz’daki evin bahçesi Orhan’ın sahnesi gibiydi, delikanlılarla birlikte komşulara Moliere’in oyunlarını oynadı. Mahalledeki çocuklara ve kardeşlerine daha o yaşlarda Karagöz-Hacivat oynattı.

Uçurtma yapıp çılgınlar gibi koşuşturmaları da cabasıydı.

Orhan, sanatsever bir ailede büyüdü. Babası klarnet sanatçısıydı, müzikle içli dışlı olunca haliyle sanat camiasıyla dirsek teması kaçınılmaz oldu.

Edebiyatla ilk tanışması ilkokul yıllarında “Çocuk Dün­ yası” adlı hikayesinin dergide yayımlanmasıyla oldu. Beşinci sınıfta büyük buluşma gerçekleşti ve en büyük dostu Oktay Rıfat’la tanıştı. Dokuzuncu sınıfta can ciğer oldular. İkisi de şiir delisiydi. Okulda teneffüs olur olmaz buluşur, sadece şiir hakkında konuşurlardı. Bir yıl sonra da müsamere esnasında bir diğer büyük dostu Melih Cevdet aralarına katıldı. Üç kafadar bazen dersten kaçarak demiryoluna gidip ahşap istasyon binasında şiirden, tiyatrodan konuştular. Orhan, hayatı çok farklı sosyal ve ekonomik sınıflarda deneyimleme şansı buldu. Örneğin, yedi yaşındayken Halife Abdülmecit’in Yıldız Sarayı’nda düzenlediği bir düğünde sünnet edilen Orhan Veli, daha sonra yıllarda açlık ve işsizlikle mücadele etmek zorunda kalmıştı.

Lise sıralarında edebiyat öğretmenleri Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Onun sayesinde edebiyata ilgisi arttı. Bir süre sonra şiir dergisi çıkardı. Tiyatro sahnelerinde boy göstermeye başladı.

İstanbul’da felsefe bölümüne girdi. Yazmaya burada devam etse de avarelik yılları çoktan başlamıştı. At yarışlarına gidiyor, kürek çekiyor, bol bol yüzüyor, tercümeler yapıyor, meyhane meyhane dolaşıyor, sık sık aşık oluyor ve şiir yazıyordu bu cebi delik garip oğlan. Düzensizlik içinde düzen, karanlıklar arasında aydınlık, züğürtlük içinde sultanlıktı onunki.

Okulu bitiremeden Ankara’ya döndü. PTT’ de memuriyete başladı. Bir süre sonra tercümanlık bürosunda çalıştı. Can dostları Oktay ve Melih’le yine bir araya geldi. Başta Varlık dergisi olmak üzere envaı dergide şiirler, yazılar yayımladı.

Bu dönem şiirlerinde “Mehmet Ali Sel” adını kullandı. Ve bu isim giderek ün yaptı.

Orhan Veli, ömrü boyunca kazalardan bir türlü kurtulamadı. 5 yaşındayken dadısının kızarttığı köftelerden aşırmaya çalışırken kolu tavanın içine girerek yandı. 12 yaşında Beykoz çayırında oyun oynarken diz kapağını dikenli tele takınca ağır şekilde yaralandı. 13 yaşındayken, yirmi yaşındaki hizmetçileri Fatma’yı Flober tabancasıyla korkutmak isterken ağır şekilde yaraladı. I 7 yaşında yakalandığı kızılcık hastalığı, çocukluk ve gençlik yıllarındaki ufak tefek sıyrıklar, kesikler 1939’daki trafik kazasının yanında hiçbir şey sayılamazdı. Orhan 25’indeydi ve en yakın arkadaşlarından Melih Cevdet’in kullandığı araba, Ankara’da Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlandı. Yirmi gün komada kalan Orhan ölümden dönmüştü.

1941 yılının Mayıs ayında beklenen oldu. Üç kafadar daha önce işaretlerini verdikleri ve çokça tepki toplayan yeni şiir anlayışının vesikası niteliğindeki Garip Seçkisi’ni yayımladı.

Yayımlanan seçkide Melih Cevdet Anday’ın on altı, Rıfat'ın yirmi bir, Orhan Veli Kanık’ın ise yirmi dört şiiri yer aldı. Türk şiirinde sarsıcı ve yıkıcı etkileri olan bu anlayış başta Haşim ve Nazım olmak üzere şiirin tüm tabularını darmadağın etti.

Şiiri seçkin zümrenin elinden alıp onu avamın tam ortasına sokağa, kahveye, vapura, pazara indirdiler. Bu adamlar çoğu kişiye göre şakacı11 olarak anıldılarsa da şiirde yıkıcı bir devrim gerçekleşmişti. Artık herkes şiir okuya-biliyor, anlayabiliyor hatta yazabiliyordu. Öyle ki nasır, cigara, don, rakı gibi sıradan kavramlar şiire girince olan oldu. Bilhassa Orhan Veli alay konusu olmuştu. Nurullah Ataç arada bir Orhan’a takılarak:

“-İlahi Orhan Veli! Senin için yazdığım makaleleri birçok an ciddiye almışlar . Bunları sırf alay etmek için yazdığımı kimse fark etmedi. Ne dersin?

Orhan Veli, Nasreddin Hoca edasıyla şu cevabı verdi:

-İşin tuhaf ı şu ki ben de şiirlerimi tamamıyla şaka diye yazıp neşrettim. Bazıları fena halde ciddiye aldılar . Sen ne dersin?” Reklamın iyisi kötüsü olmazdı. Orhan Veli kazandığı zaferin keyfini “rakıda balık” olarak çıkarıyordu. Orhan Veli’nin Yazık oldu Süleyman Efendi’ye şiiri ve mısraı o kadar meşhur oldu ki gündelik dile giren bir dize haline geldi.

“Göllerde bu dem bir kamış olan” Ahmet Haşim’e inat “Rakı şişesinde balık olan” bir Orhan Veli doğdu.

Orhan Veli askere gitti. 2.Dünya Savaşı’nın neden olduğu gerginlik nedeniyle uzatılan askerlik görevini, 1945 yılında, yedek subay rütbesiyle tamamlayan Orhan Veli Kanık, Ankara’ya dönerek, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda tercümanlık yapmaya başladı.

Burada, Azra Erhat, Oktay Rıfat ve Erol Güney ile birlikte ortak çeviri çalışmaları yürütürken 1947 yılında yeni bakanlık yönetimini “antidemokratik ve tutucu” davranmakla suçlayarak görevinden istif a etti. Ankara’da Sabahattin Eyüboğlu’nun evi mekan oldu Orhan için. Entelektüel bir çevre edindi bu sayede. Ve orada Bella’yı tanıdı.

Bella, odasında yatağına uzanmış ders çalışıyordu. Orhan Veli, kapıdan uzun uzun genç kızı seyrettikten sonra salonun köşesindeki küçük masaya oturdu ve cebinden çıkardığı kağıda bir şeyler karalayıp yeniden odaya yöneldi. Kağıdı Bella’ya uzattı ve “Bu şiiri sana yazdım.” Dedi.

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;

Entarisi sıyrılmış, hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde kötülüğü yok, biliyorum;

Yok, benim de yok ama ...

Olmaz ki!

Böyle de yatılmaz ki!

Bella şiiri okudu, gülümsedi, teşekkür etti ve istifini bozmadan uzanıp yatıvermiş vaziyette meşgul olduğu işi yapmaya devam etti. Bella, ne o an ne de ondan sonraki zamanlarda Orhan Veli’ nin şiirlerine özne olmanın ötesinde bir şey yapmadı. Halbuki Orhan, Bella’ya aşıktı. Ama Bella bunu hiç bilmedi. Hatta “Anlatamıyorum” şiirini bile kendisi için yazdığını söyledi bir röportajında. Gerçekten de epeyce yaklaşmış olmasına rağmen anlatamamıştı.

Aşkları gibi özlemleri de hiç dinmedi Orhan Veli’nin.

İstanbul’a, denize, vapura, çocukluğuna hep hasretti Veli. Sık sık İstanbul’a gitti. Parası da yoktu. İstanbul’da en büyük dostu Sait Faik’ti. İkisi de İstanbul aşığı birer avareydi.

Boğaz’a karşı kurdukları çilingir sof r asında martı sesleriyle İstanbul’u dinleyip bedava havanın tadını çıkarıp bazen de bir balıkçı kahvesinde Cumhuriyet gazetesinin bulmacasını iddiasına girerek çözmeye çalıştılar. Bir şişe rakısına girilen iddiayı ne hikmetse hep Orhan Veli kazanırdı. Sonunda buna isyan eden Sait Faik acı gerçeği öğrenince Orhan’ın ensesine şamarı patlattı. Çünkü Cumhuriyet’teki bulmacaları hazırlayan Orhan Veli’den başkası değildi.

Bir sonbahar günü, İstanbul hasretini gidermek amacıyla gezintiye çıkan Orhan, güzel bir havada Boğaziçi vapurunda bir kadın gördü. Her şeyiyle ben kadının hasıyım diyordu adeta. Yine aşık oldu. Tanıştı, ayaküstü sohbet etti. Tutul­ muştu kadına. Yaşça kendinden büyük olan, birçok şairin gönlüne girmiş üstelik evli olan bu kadın Veli’nin en büyük aşkı Nahit Hanım’dı. Orhan Veli’nin bir mısrasında “muteber sevgilim” diye sözünü ettiği, senelerce aşk mektupları yazdığı ve en meşhur şiirlerinden birçoğunun bu aşkın verdiği ilhamla kaleme aldığı “Nahid Hanım”, İstanbul’un “salon sahiplerinden” idi. Evini sanatçılara açmış, onlar için sık sık davetler vermiş, bazılarını maddi bakımdan desteklemiş, kitaplarını yayınlamalarına bile yardım etmiş ve bazıları ile daha yakın ilişkiler içine girmişti. Cahit Sıtkı, Necip Fazıl, Can Yücel, Sabahattin Ali bu hanımefendinin aşıklarından sadece birkaçıydı. Nahit Hanım içlerinden belki de en çok Orhan Veli’yi sevdi.

Nahit Hanım, Orhan Veli’nin aşkını ispat için sık sık Ankara’dan İstanbul’a gittiği, Rus meyhanelerinde buluştuğu, gidemediği zamanlarda mektuplar yazdığı, parasızlık nedeniyle çoğu zaman görüşemediği son aşkıydı. Aslında Orhan yıllarca boşa kürek çekmiş, Nahit Hanım çoktan başka gemiye binmişti.

Artık kendini dostlarıyla birlikte tamamen yazmaya adadı. Ankara’da günleri dost meclislerinde edebi sohbetlerle geçiyordu. Sabahattin Ali, Bedri Rahmi, Melih Cevdet, Hasan Ali Yücel ile Erol Güney’in evinde toplanıp edebiyat konuşurlardı.

1949 yılında çıkan “Yaprak” dergisiyle birlikte Orhan Veli’nin şairliğinin yanı sıra fikir adamlığı yönü de ortaya çıktı. Şairin yaklaşan seçimlerle ilgili fikirleri bu dergide yayımlandı. 1950 yılının ortalarına doğru maddi sıkıntıya girince Orhan Veli kendine ait eşyaları bile satarak dergiyi 28 sayı çıkarmayı sürdürdü. Hususi eşyaları, kabanı, Abidin Dino’nun hediye ettiği resimler bile bu dergi sevdasına kurban gidenlerdendi. Haliyle edebiyat çok da karın doyurmuyordu. Belki de parasızlık Orhan’ın kaderiydi.

Derginin yayın hayatı sona erince İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Aynı yıl, Nazım Hikmet’in yazılarından dolayı mahkum edilmesini protesto etti ve düşünce özgürlüğüne imkan verilmediğini öne sürerek yakın dostları Melih Cevdet ve Oktay Rıf a t ile birlikte, şairin serbest bırakılması için 3 gün boyunca açlık grevi yaptı. Bu eylemiyle siyaset ve edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Aynı yılın kasım ayında, bir haftalığına Ankara’ya geldi. 10 Kasım 1950 gecesinde, onarım için kazılmış ancak üzeri kapatılmamış bir çukura düştü, ayağını incitti. Fazla önemsemedi ve İstanbul’a döndü.

Dostu avukat Muzaf f er Akçay’ın evinde akşam yemeğine kaldı. Kalabalık bir ortamdı ve şiirler okundu, sohbetler edildi. Orhan o gece orada kaldı. Kanepeye uyığılmış baygın gibiydi. Bir terslik olduğu anlaşılınca ev ahalisi paniğe kapıla­ rak ortalığı velveleye verdi. Maalesef Orhan Veli komaya girmişti. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi’ne götürüldü. İlk tespit alkol komasına girdiği yönündeydi. Zaten hep alkollüydü Orhan. Öyle içki komasına girecek adam değildi.

Bütün çabalara rağmen öğlen 12.00’ye doğru başlayan koma aralıksız devam etti ve şairin kalbi gece 23.00 sularında durdu. Çok sonra anlaşıldı ki Orhan beyin kanaması geçirmişti. Yanlış tetkikler nedeniyle öldüğü bugün bile düşünülen Orhan Veli henüz 36 yaşında öldüğünde üzerindeki ceketinin cebinden 28 kuruş ve bir at yarışı bülteni çıktı. Ama o ceplerden birinde çok daha önemli bir şey vardı: Diş fırçasına sarılı bir kağıt. Kağıdın bu kadar önemli olmasının nedeniyse Orhan Veli’nin son şiirinin orada yazılı olmasıydı.

Kaderin tamamlanmasına izin vermediği, sevgililerini anlattığı son şiiri; “Aşk Resmi Geçidi” ı 951 ‘de anısına çıkarılan Son Yaprak’ta yer buldu. Orhan Veli onu sevenlerin gözyaşlarıyla vasiyeti üzerine Aşiyan Mezarlığı’na def n edildi.

Boğaz’a karşı bir de uf a k heykel yaptırıldı. Bu heykelde Boğaz’ı seyreden şairin yanına bir de küçük martı kondu, ağaçların içerisinde sonsuza dek huzurlu hülyalarına dalması tasavvur edildi. Artık hava bedavaydı ve İstanbul’u dinleyebilirdi gözleri kapalı.

]]>
Wed, 11 May 2022 18:07:58 +0300 Çetin
Neyli Zen,hür meşerp https://edebiyatblog.com/neyli-zenhur-meserp https://edebiyatblog.com/neyli-zenhur-meserp

“Çayhane ... İçeriye alafranga iki genç kız giriverdi kahkahalarla. Buldukları ilk boş yere yönelip etraf ı süze süze Üzerlerindeki kabanları çıkarıp oturdular. İki çay isteme y i de ihmal etmediler . Biraz sonra yaşlıca bir adam kapıda göründü. Sırtında eski bir mintan, üstünde dilenci hırkası, başında yırtık takke, yüzünde derin çizgiler vardı adamın. Herkesin dikkati birden bu adamın üzerindeydi. Usulca en köşeye oturdu. Koynundan kılıf a sarılı uzun bir nesne çıkardı. Kızlar gözlerini bile kırpmadan adım adım yaşlı adamı takip ediyordu. Adam siyah deri kaplı kılıf t an kılıcını çeker gibi ney’ini çıkardı. O sırada kızlar ‘.A aa! Ney mi o?’ diyerek şımarık bir edayla tanımadıkları bu adama ‘Bize ney çalar mısın?’ diye seslenince adamdan ‘Ney çalınmaz, ney üf l enir.’ Cevabını aldılar. 
Sükunet hali yaşlı adamın neyi ağzına götürüp üflemesiyle bozuluverdi. Etrafta o ana kadar kimsenin duymadığı büyülü bir ses yankılandı. Fransız Edebiyatı bölümünün en alafranga iki kızı bu sesle adeta büyülenmişti. Bu dramatik armoniye daha f azla dayanamadılar. Hafif hıçkırıkla başlayan duygu seli kızların birbirlerine sarılıp hüngür hüngür ağlamasıyla devam etti.”Dipsomanlar, alkol bağımlısıdır ama uzun süre hiç alkol almayabilirler. Sonra birden içki nöbeti başlar. Umarsızca, çılgınca, ölesiye içerler.” Aklıyla gerçeği, kalbiyle aşkı arayan, mutlak özgürlüğün peşinden ruhunu dolduran isyankarlık ve insan sevgisiyle koşan, gündelik hayatın bayağılığına küf r eden, adaletsizliğe öfke yağdıran, ney’de can bulmuş meyde can vermiş sergüzeşt, divane, berduş, sanatkar ve dipsoman; ömrü mey­ hane ile tımarhane arasında geçmiş bir dahi: Neyzen Tevfik . 
“Bodrum ‘da dünyaya geldiğimde birisi çıkıp da kulağıma, yer yüzünde beni bekleyen akıbetleri fısıldayıverseydi belki hemen dönmeye karar verirdim. Ama beni bu kararımdan iki şey vazgeçi­rebilirdi: Birisi, anamın ve babamın güzel yüzlerindeki riyasız ve masum insanlık ifadesi; ikincisi de doğduğum andan başlayarak Ege Denizi’nin bütün hayatımda ruhumu kucaklayan nazlı ve hışırtılı yeşil enginliği.” Dediği Bodrum’ da, Rüştiye Mektebi’nin başöğretmeni babasının ilk görev yerinde doğdu Neyzen Tevfik. 
Bodrum’da çocukluğunun geçtiği kasabada babasıyla çoğu zaman uzun yürüyüşlere çıktı küçük Tevfik. Yine o günlerden birinde bir kasaba kahvesine uğradı babasıyla. 
Kasabanın kahvesinde otururken iki derviş usulca içeri girdi. 
Kahveyi şöyle bir süzüp uygun buldukları yere oturdular. 
Selam ve hasbıhalden sonra dervişlerden biri koynundan uzun bir şey çıkardı ve “Ya destur!” dedikten sonra üflemeye başladı. Adeta insanı mest edip kendinden geçiren bu şeyden ve çıkardığı seslerden çok etkilenen küçük Tevfik, bu adamın ne çaldığını sorduğunda babasının “Ney evladım!” cevabıyla Neyzenliğe ilk adımını attı. Babasından “ney” isteği kabul görmeyince çardaktan kopardığı kamışı kaval haline getirdi ve böylece kendini mest eden ney’le tanıştı. Babası onun bu ilgisine daha fazla kayıtsız kalamayarak ona bir ney aldı. Oğlunu bir süre sonra usta bir neyzen olan Berber Kazım’la tanıştırdı ve ondan ney dersleri aldırmaya başladı. 
“Henüz mektebe yeni başlamıştım, bir akşam paydos olmuş, ben babamla beraber eve gitmek üzere yola koyulmuştum. Çarşıya geldiğimiz sırada uzaktan akseden davul, zurna sesleri ile durakladık, ben daha o yaşta bile musikinin meclubu, çılgınca zebunu idim. Babamı elinden çekerek sesin geldiği yöne doğru adeta sürüklüyordum. Nihayet alayın ucu meydanda göründü. Biraz daha yaklaşınca zurna ve lavtaların ahengine tempo tutan davul tokmakları hep birden kafama inmeye başlamıştı. Yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda da kesik insan kafaları vardı. Gözlerim dehşetle yuvalarında fırlamış ve o dehşetle ben de çığlığı basmıştım. 
Şaşıran babam, güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek için önünde bulunduğumuz demirci dükkanının içine dalıvermişti. Halbuki olan olmuş ve çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. Eve dinmeyen titremeler içinde getirildim ve birçok korku ilaçlarından geçirildim. Fakat heyhat, şuurumun bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkanında düşüp kaybolmuştu.” Yaşadığı bu olayın ardından ilk sara nöbetini geçirdi Neyzen. Çocukluğu boyunca yakasını bırakmayan sara hastalığını ve yerli yersiz bayılmalarını büyük aşkı ney’i ile dindirmeye çalıştı. Neydeki şöhreti gittikçe genişledi. İzmir Mevlevihane’sine girmesiyle sanatını daha geniş ortamlara yayabildi, seçkin kişilerle tanıştı. İstanbul’a gidişi ününün kısa zamanda artmasını sağladı. Zekası, sempatisi, küfürleriyle sarayların aranan ismi oldu. 
O, ne ney’inden ne de şiirinden herhangi bir çıkar, alkış beklemeyen adam gibi adamdı. Hem entelektüel, hem halk adamıydı. Sıradan insanlar, paşalar, sultanlar da onun dostuydular. Ve o, “kedilerin sarayı” olarak nitelediği evinde de sokakta da hayvanlarla dosttu. Bir arif e günü bayramlık elbiselerle donattığı fa kir fu kara çocuklar da onun dostuydu. 
Bazen bir kütüphaneye postunu atıp aylarca kitap okuyan adamdı Neyzen. Hayatı uçlarda yaşayan biriydi. Saraylardan çıkıp Galata ve Beyoğlu’nun izbe sokaklarında berduşlarla buluşurdu. Ayrıca kim olursa olsun lafını hiç esirgemedi, çoğu zaman azılı bir muhalif t i. Düzene küf r etti, bu nedenle defalarca sorgulandı, tutuklandı. Çok geçmeden İstanbul’u terk edip Mısır’a gitti. 
Mısır’da yedi sene maceradan maceraya sürüklendi Neyzen. Kah saraylara girip çıkarak kah kendi tabirince havalanıp en yüksek şahikalardan yer altında haşhaş kokulu esrar bodrumlarında yuvarlanarak tamamen serazat bir hayat yaşadı. Bazen zengin konaklarında kuş tüyü karyolalarında, bazen de iskenderiye’deki eski kalenin bir burcunda fakir ölüleri sarmaya mahsus kaba hasır üstünde yatıp kalktı. Prens ve prenses saraylarında olduğu kadar, serseriler aleminde de meşhur oldu. Mısır asilzadelerinin çocuklarıyla veya memleketten oraya kaçmış birçok tanınmış hürriyetperver Türkle arkadaşlık ettiği gibi azılı sabıkalılarla da düşüp kalktı Neyzen. Mısır’da bir kahvehane açıp hatta kendine bir plak bile doldurdu. Ama ne yaparsa yapsın içkiden hiç vazgeçemiyordu. Orada da meyini çekiyor, içindeki acıları ney’ine üflüyordu. Bir toplantıda çıkan tartışma, sarhoşluğun da etkisi ile üstünde taşıdığı tabancası ile ateş etmesi sonucu 6 ay hapis cezası aldı. Tam bu sıralarda II.Abdülhamit’i hicveden bir şiir yazdı. Bu şiir yüzünden idam cezası verildi. Bir süre kaçak hayatı yaşayarak Bektaşi tekkelerinde saklanmaya başladı. 
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a dönen Neyzen Tevfik, annesinin ısrarı ile Cemile Hanım’la evlendi. Kızı Leman doğduktan hemen sonra ise eşinden ayrıldı. 1.Dünya Savaşı’nda mehterbaşı olarak askerlik yaparken Paşa ile kavga edince askerlikten atıldı. 
En yakın dostu ise Mehmet Akif1ti. Mehmet Akif’in Safahat’ında “Derviş Ahmet” isimli şiirinin açıklamasında şöyle bir ifade yer aldı: “Tevfik Neyzen’in üç bin dört yüzüncü tövbesinden istif ası münasebetiyle.” Evet, Neyzen Tevfik’in sık sık alkolü bıraktığı ve tekrar başladığı bilinirdi. Bir süre hiç içmeden hayatına devam eder, ancak sonra tekrar içerdi üstat. Hatta dostu Akife bir daha meyhaneye ayak basmayacağına dair söz verdiğini ama çok zorlanınca meyhaneye atın üstünde girerek böylece verdiği söze sadık kaldığını anlatanlar oldu. 
Dünya bir meyhane olmuş Neyzen de dönüp duruyordu. 
Günün her saati demlenen bir matiz gibiydi. Öyle ki bir gün yakın bir dostu Neyzen Tevfik’i yine meyhaneden çıkarken gördü ve “Vallahi üstadım, seni meyhaneden çıkarken görmek beni üzüyor . “ diye yakındı. Neyzen kendisine acıyan dostunu şöyle teselli etti: “öyleyse hemen meyhaneye döneyim.” Mısır’da Akif’in yanında bir yıl kaldıktan sonra Neyzen nihayet İstanbul’a döndü. Ama ruhunun acısını yine dindiremedi.Neyzen Tevfik, dipsomania nöbetinin başlayabileceğini bazen önceden sezerdi. İradesini kullanır kendi isteğiyle Bakırköy Akıl Hastahanesine gider, “Başlayacak, beni hemen kapatın!” derdi ağlayarak. Bir kral muamelelisi görürdü orada. 1940'lı yıllarda Bakırköy Akıl Hastanesinin 21 numaralı koğuşu ona ayrıldı; istediği zaman geldi, yattı, dinlendi ve hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gitti. Neyzen'in deli damarı tutuyordu arada bir. Bir gün dar yoldan geçmek için müsaade istediği adamın "Ben senin gibi ciğeri beş para etmez adamlara yol vermem!" demesine karşı istifini bozmadan usulca kenara çekilip " Ben veririm. " demesi bile onun ince zekasının sadece küçük parıltıları olarak hatırlandı. Bazen zenginlerden himaye gören, bazen arkadaşlarının evinde kalan, çok defa da kahvelerde, meyhanelerde barınan Neyzen Tevfik'in kendisini sahiplenecek bir ailesi ve düzenli bir işi olmadı. 1930'lardan sonra, İstanbul Belediyesi'nin, sadece himaye maksadıyla kendisine verdiği bir miktar aylık dışında herhangi bir işi de olmadı. Uzun derbederlik hayatında, o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara, Ney’i ve Mey’iyle bir kuru yaprak gibi savruldu. “Hayatımda iki şeye sahip olamadım: Para ve uşak. Paraya sahip olamadım, çünkü onu saklamaya değer bulmadım; uşağa gelince, ben bunların en kibirsiz olanı ile bir saat içinde senli benli olurum ve ikinci saatte hangimizin efendi, hangimizin uşak olduğunu anlamakta aciz kalırım." Neyzen Tevfik (Kolaylı) 74 yaşındaydı, hastaydı ve hastalığı zarfında ıstıraba meydan okurcasına, yatağa girmemekte ısrar ediyor, pencere yanındaki hasır koltuğun merhametine sığınıp günlerini, kapının önündeki ameleleri ve hemen on adım ileride denizin üzerinde uçuşan martıları seyirle geçiriyordu. Müzmin bronşitini ve dizlerindeki son dermanı çalmaya yeltenen romatizma sancılarını teskine yarasın diye verilen ilaç kutularının bir kısmını iki üç gün kullanmış, birkaçının yüzüne hiç bakmamıştı bile. 28 Ocak öğleden sonra saat 2'ye doğru, uzun uzun öksürdü ve birdenbire fenalaşarak başını pencerenin pervazına dayadı. Sorulanların hiçbirini cevaplandırmadı; kendisini, yardımına koşanların kollarına terk edip yatağına uzandı. Bu yatağa son girişti. Neyzeni, artık hiç konuşturamadılar. Bu koma, bu derin dalgınlık akşamın 7'sine kadar sürdü ve büyük Neyzen, dudaklarının kenarındaki o ezeli tebessümü ile birlikte ebediyete intikal etti. Tüm hayatını aşık , rindlik geleneğine uygun yaşadı neyi ile söyleyemediğini de içinde tutmadı üfledi doğrusu her şeyi söyleyebilecek nadir insanlardandı içtiği helaldi söylediği hak.
 Sinan paşa camii, içiyle, dışıyla, ana cadde, karşıki meydan, bütün kahveler, kıraathaneler tıklım tıklım doluydu. Her gelen otobüs, tramvay, otomobil katarları, bu kalabalığa yeni insan yığınları döktü. Bu kalabalık, onun cemaatiydi. Kimler yoktu ki: Başta hasta döşeğinden kalkıp gelen Vali olmak üzere, muavinler, daire müdürleri, kalburüstü memur sınıfı, üniversite kadrosu, profesörleri, talebesiyle oradaydı. Edebiyat ve sanat adamları, isim yapmış büyük şahsiyetler, her biri yolunda yeni fetihlere, yeni ganimetlere ermiş meşhurlar, şairler, romancılar, münekkitler, sahne adamları, musiki çevresi, dergah erenlerinden sokak kemancılarına varıncaya kadar hepsi oradaydı. Bunlardan başka sarhoşlar, esrarkeşler, ayyaşlar, serseriler ... Onlar da derlenmiş, topar­ lanmış, kılıklarını düzeltmişler, Neyzen Baba'nın tabutuna sarılmışlardı. Ney'i dergahtan çıkartıp halkın ayağına götüren Neyzen Tevfik ölümüyle akademisyeninden bilim adamına, esrarkeşinden serserisine kadar herkesi cenazesinde buluşturdu ve omuz omuza yürüttü. “Bir kova suyu damla damla içsen de bir kere içsen de su biter . " diyerek hayatı tüm güzellikleriyle bir kerede kucaklayıvermişti

]]>
Tue, 03 May 2022 23:09:14 +0300 Çetin
Hızırı ağırlamak https://edebiyatblog.com/hiziri-agirlamak https://edebiyatblog.com/hiziri-agirlamak Hızırı ağırlamak


Kim olduğunu sadece hisedebilirim
Bir rüya iftirası
Karanlıkla örtülü 
Açık saçık her yanı
elinde canı
Böğürtlen kanı ayakları
Arkasında bırakmış adını
Elin ahlakını
Başındaki taç Hür külliyatı
Bu gelmek neyin tanımı
Annesinin tarağına isyan etmiş saçları
Teni sabundan sancılı
Bu gelmek neyin aklı
Tuzu uçmuş şekerlenmiş göz yaşları
yüreğinde bitirmiş tüm efkarını 
Bu gelmek neyin azabı
Zil zurna aklı
Bipsomani kusurumun iştahı
Arkasında bırakmış ar anlamını
Bu gelmen neyin ihtirası
İmanın kusuru itaat anlamı
Her itaatin altında bir isyan sanatı
Sevginin ihtiras isyanı
Her gecenin bekleten ızdırabı
Kapıya dayanmış ezgisi narı
Bir gerçek olsun inşallahı
Nedeni yok sadece gelmiş 

]]>
Fri, 29 Apr 2022 02:28:47 +0300 Çetin
Tek mollalı hayat Sabahattin Ali https://edebiyatblog.com/tek-mollali-hayat-sabahattin-ali https://edebiyatblog.com/tek-mollali-hayat-sabahattin-ali "Gelecek günler her halde güzel olacaktır, üzülmeyin. Senin ve Filiz'in gözlerinizden, yanaklarınızdan, dudaklarınızdan milyonlar­ ca def a öperim. Arkad�lara selam. Sinirlerimi merak etme. Bilirsin ki demir gibidir ama demir gibi kalmaları için ara sıra, kimse görmeden sizin yanınızda sinirlenebilmeliyim. ihtiyarlığımda çekil­ mez bir adam olacağım hakkındaki iltif atına teşekkür ederim. Ama tahminin doğru çıkamayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? 'Hep genç kalacağım. Hülasa beni düşünmeyin f akat ben sizi düşünmekten deli olacağım."  Şubat 1907 günü Osmanlı Piyade Binbaşı Selahattin Ali'nin bir çocuğu dünyaya geldi. Gümülcine doğumlu olan erkek evladına Sabahattin adını koydu babası. Asker bir babanın ve ruhen zayıf karakterli bir annenin üç çocuğundan en büyüğüydü. İstanbul' da başlayan çocukluğu Çanakkale ve Edremit'te sıkıntılı bir biçimde devam etti. Babasının cephe görevi, özellikle Çanakkale Savaşı sırasında ailecek savaşın tesirinde kalmaları nedeniyle annesinin bozulan ruh hali, yaşanan maddi zorluklar çocuk ruhunu fazlasıyla etkiledi. 

Evin ilk çocuğuydu ve belki de bu nedenle hep itilip kakı­ lan bir çocuk oldu Sabahattin. Babası başarısız ticari giri­ şimlerde bulunan emekli bir askerdi artık. Maddi durum-lan iyi değildi. Akranları bile yoktu. Ama hiçbir şey onu bir tutku­ dan alıkoyamadı: Okumak. 

Derslerde öğretmenleri dinlemek yerine kabak çekir­ değinin ritmik gürültüsü eşliğinde arka sıralarda dünya kla­ siklerini hatmeden bir gençti Sabahattin Ali. Okula gidip gelirken dahi yolda kitap okuyan, yapayalnız fakat zeki bir çocuktu. O yıl askeri okula öğrenci alınmadığı için giremeyen Sabahattin, yatılı olarak Balıkesir Muallim Okuluna kaydoldu. 

Başta öğretmenleri olmak üzere herkes onun yazıya yeteneği olduğunu kısa sürede anladı. Babası bile ona, gördüklerini içinden geldiği gibi yazmasını söylüyordu. Okul gazetesinde, dergilerde şiirler, hikayeler yazan okuldaki yeknesak gün­ lerini arada bir yaptığı sinema ve tiyatro kaçamaklarıyla süsleyen biriydi artık. Konuşkan, açık sözlü, iyimser, şen, alaycı ve şakacı bir genç olan Ali her zaman şık giyinmeyi iyi bildi. Ayrıca son derece hazırcevaptı. Karşısındaki ne kadar hazırlıklı olursa olsun, bir lafın altında kaldığı görülmemişti. 

Muzipliği ve zekası çarpıcıydı. 

Kız Muallim Okuluna, aşık olduğu kızı görmek için başında örtüsü ve üzerinde yeldirmesiyle bir kadın gibi girmesi başkası tarafından ispiyonlanınca okuldan kovulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine en yakın arkadaşına bir mektup bıraktı. Arkadaşı daha sonra açması için bırakılan mektubu, Sabahattin'in beline sardığı ipten şüphelenerek hemen açtı. "İşte ben karar verdim/Bu gece öleceğim/Üzülme serı çünkü ben/Göklerde gezeceğim " dizelerini okuyan arkadaşı Ali'nin kendisine zarar vereceğine düşüne­ rek korktu, nöbetçi öğretmene haber verdi. Her yerde Ali'yi aramaya başladılar. Kısa süre sonra Sabahattin'i bahçede ağacın dibinde oyalanır buldular. Yaşananlar çocukluğuna verilerek af f edildi. Bunun üzerine günlüğüne sevinçle şu no­ tu düştü: "Blöf yapmıştım!" Sabahattin bir süre sonra İstanbul Muallim Mektebine nakledildi. Artık son sınıftaydı. Hasta annesine ve yeni doğan küçük kız kardeşine bakan babasının hasta kalbi hayatın yoğunluğa daha fa zla dayanamadı. Ölen babasının ardından bunalıma giren Sabahattin Ali dert ortağım dediği yazıya ve yazmaya devam etti. 

Öğretmenlik stajına başladı. Stajda "Neticesiz bir aşka ver­ dim gençliğimi!" dediği Nahit Hanım'la tanıştı. Başta Orhan Veli olmak üzere hali hazırda birçok ünlü şairin büyük aşkı, İstanbul'un salon kadınlarından biri olan Nahit Hanım'a sahip olmak kolay değildi. Çok uğraştı. İlişkinin arkadaşlıktan öteye gitmesini çok istedi. Cevapsız mektuplarda ve şiir­ lerinde dile getirdiği bu aşkın maalesef karşılığı yoktu ve hiçbir zaman da olmadı. 

Okulunu bitirip Yozgat'a öğretmen olarak atandı. "Burası beni muhakkak çıldırtacak. Ne basit muhit Yarabbi! Düşün kar­ deşim, konuşacak bir insan bile yok. Hepsi alelade, hepsi dümdüz! 

Memleketin civarı hep bozkır , gözünün alabildiği kadar çıplak dağlar uzanıyor . Yalnız Yozgat'ın tam karşısında bir çam ormanı var . Ama o da bu dümdüz araziye yakışmıyor. Adeta kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil bir kadifeye benziyor . Ahali f esat, dediko­ ducu ... Kendimi yalnız okumaya verdim. Kitap, gazete, mektup okumakla vakit geçiriyorum. Ah Nahid, yalnızlık asıl böyle kalabalık yerlerde belli oluyor . " dediği Yozgat'ı hiç sevmedi. 

Okul tatil olur olmaz ilk fırsatta İstanbul'a döndü. Hemen bir iki dostunu aradı. Yozgat'a bir daha gitmemek için dost­ larının da yönlendirmesiyle yabancı dil sınavına girip sınavı kazandı ve Almanya'ya gitti. Dil öğrenmek en büyük kaygısı oldu. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. 

Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı. Değişi­ min sancılarını yaşamaya başlıyordu artık. "Burada her şey herkes ruhsuz ve katı." dediği Almanya' da sosyalist bir çevre edindi kendine. Yabancı dilini de ilerletti. Almanya'da Türk öğrencilere parazit diyen bir Alman'ı tokatladığı gerekçesiyle okuldan atılınca çok sevdiği ülkesine geri döndü. 

Sabahattin gencecik yaşta ak saçlı, altın gözlüklü, ef e ndi kılığında bir çocuk insandı. Bir bakıma "palyaço" gibiydi. Dışa­ rıdan bakıldığında mutlu zannedilen ama içinde fırtınalar kopan bir adamdı. 

Sabahattin Ali, iyi giyinmekten, pahalı yerlerde yemek yemekten, lüks düşkünü, içki ve sigara içmekten hoşlanırdı. 

Rahat, serbest ve mutlu yaşamı sol düşünceye uygun görül­ medi. Yazdıkları ve düşündükleriyle yaşamı arasında çelişki bulundu. Bu noktada kimi arkadaşları ve sol çevrelerce eleştirildi. Aslında kimseye yaranamıyordu Sabahattin Ali. 

Belki de yalnızlığının asıl nedeni buydu. 

Sosyalizm tüm benliğini sarmıştı artık. Yönetime karşı ironinin dozunu artırmıştı yazılarında. Ali'nin kısa ömrünün yarısı aleyhine açılan ya da kendisinin açtığı davalar sebebiy­ le mahkemelerde geçti. Mayıs 1931'de Aydın'da komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle açılan dava ile Sabahattin Ali'yi ölüme sürükleyen davalar fa slı da başlamış oldu. Bir İlhan Aydın 47 arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu gerekçesiyle yargılandı ve bir yıl hüküm giydi. Sabahattin Ali, önce Konya, ardından meşhur "Sinop Kalesi" diye nam salmış Sinop Cezaevine gönderildi. Evliya Çelebi'nin "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar e jderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmaz/ar . " dediği dillere destan tarihi cezaevinde kaldı. 

Birçok tanınmış ismin de bu cezaevinde yatmasıyla akıllara kazınan Sinop Cezaevinde özgürlüğe hasret, Karadeniz'in hırçın dalgaları arasında günlerini geçirirken belki de onu ayakta tutan yine yazma isteği oldu. Çünkü üç tarafı denizle çevrili bu cezaevinde nemden oluşan küf kokusunun eşliğinde yaşamak ve aklınıza mukayyet olmak mümkün değildi. Sinop Cezaevini meşhur eden en büyük neden aslında buydu. Yine de aldırmıyordu Ali. Hatta mahkumken yazdığı ve dilden dile dolaşan "Aldırma Gönül" şiiriyle Sinop cezaevinin avlularını inletti. Zorlu geçen 10 ay-dan sonra af l a serbest kalan Sabahattin Ali'nin eski güzel günlerine ve özellikle de öğretmenliğe dönme isteği "eski zihniyetini değiştirdiğini ispatlaması gerektiği" cevabıyla karşılaştı ve o da Atatürk'e sevgisini anlattığı "Benim Aşkım" şiirini yazarak memuriyete geri döndü. 

Sabahattin 15-16 yaşından beri şöyle bir haftacık olsun aşık olmadan duramadı aslında. Aşkını da şahsileştirerek kendine has hale getirdi. Kendinde hasıl olan aşkı kalburüs­ tüydü. Öyle ki her biri ateşlilikte Verter'i, bakirlikte Ro­ meo'yu geri bırakacak türdendi. Onda aşk mıknatıs gibi bir şeydi, daima mevcuttu, sadece mıknatısa yapışan şeyler değişiyordu. Yozgat'ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım'a, Almanya' da olduğu yıllarda Frolayn Puder'e, Aydın' da bir  miralayın kızına, Konya'da da öğrencisi Melahat Muhtar'a ve şarkıcılık yapan Muhsine'ye aşık olmuştu. Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine aşıktı hep. Ama aşk bahsinde hep kaybedendi Sabahattin. 

Büyük dostu ve aşkı Nahit Hanım evlenmişti. Yozgat'taki genç aşkı bir kızı da kendisi fişlendiği gerekçesiyle verme­ diler. Hapisteyken mektuplar yazdığı "İki gözüm Ayşe" diye tanımladığı bazen aşkı bazen de dostu olarak gördüğü ve 'f \ ma unutma! Taş duvarlar arasındaki karanlığımın senden başka penceresi yok." dediği Ayşe Sıtkı Hanım'a evlilik teklif i yaptı. 

Ali'nin evlenme teklifini şaka olarak kabul ettiğini söylediği Ayşe Hanım, bir süre sonra da başkasıyla evlendi. Aşk hayatı tek kelimeyle sükı 1 tu hayaldi Ali'nin. 

"Sevip sevip yari ele kaptırmak Kara bahtın bana eski işidir Ömrümdeki yıllar kadar yar sevdim Her biri başkasının eşidir." Amcasının İçerenköy'deki evinde yapılan bir sünnet düğününe katıldı. Düğünde kendi halinde takılmadı; eğlendi, oyunlar oynadı, çocukla çocuk oldu, tanıdık tanımadık kim varsa hasbıhal edip durdu. Orada birçok kişiyle tanışıp kaynaşyı. Bunlardan biri de Aliye Hanım ve ailesiydi. Aliye Hanım ve ailesi bu sıcakkanlı, yaramaz çocuklar gibi duran adamı çok sevdi. Kırk yıllık ahbaplarıymışçasına cana yakın buldular onu. Düğün bitip hep birlikte eve dönmek istedik­ lerinde Sabahattin'i etrafta göremediler. Özellikle Aliye'nin gözleri çok aradı Sabahattin'i. "Neyse artık gidelim biz!" demeye kalmadan Sabahattin'i lüks lambalı fe nerle bir ağaç altında kitap okurken buldular. Sahi, ne yapıyordu bu adam, ne ilginç biri, diye düşündüler istemsizce. "Biz gidiyoruz, geliyor musunuz?" diyen Aliye'ye doğru usulca yanaştı ve lüks feneri Aliye Hanım'ın yüzüne tutarak gözlerinin içine uzun uzun bakarak adeta içinden şunlar dökülüyordu: 

"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı gene aynı şekilde f akat lıer şeyden habersiz yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.'' Sabahattin Ali, aşık olduğu Aliye Hanım'a mektuplar yazdı. Ona yazdığı ikinci mektubu ile birlikte "Değirmen, Dağlar ve Rüzgar" kitaplarını da gönderdi. Aliye Hanım: "Bu şiirleri ve hikô . yeleri okuyunca Sabahattin'e kör kütük ô. şık oldum." diyerek kısa süre sonra onunla evlendi. Eşine olan aşkını şiirlere taşımıştı Ali. Bu evlilikten bir kızı olan Ali çifti doğan kızlarına Filiz adını verdiler. 

Ali konuşmayı çok severdi. Konuşmadığı anlarda da mutlaka cebinden bir kitap çıkarır okumaya başlardı. Evde, misafirlikte, otobüste ayaktayken ... Hep okurdu. Kitaplarını ödünç verdiği herkese temiz tutulmasını muhakkak söylerdi. 

Küçük def t erine kime, hangi kitabı verdiğini yazar ve geri getirildiğinde derhal silerdi. Kitap okumak hayattaki en önemli işti onun için. Dakikalarca vitrinlerde, kitabevlerinde kitapları incelerdi. Aybaşında, maaşını alır almaz ilk iş Ulus'taki kitabevine gitmek olurdu. Bu kitapçı serüveni en azından bir iki saat sürerdi. Ankara'da Necati Bey ilkokulu karşısında, bir apartmanın çatı katında otururken bu evin bir adam boyundan kısa sandık odasını kendine kitap odası yaptırdı. Eğri tavana ve iki yan duvara dünya yazarlarının resimlerini yapıştırdı. Yerde dikine, yan yana sıralanmış kitapları vardı. Bu odaya girerek odanın tozunu alır, kapıdan bakarak Aliye'ye, "Güzel oldu değil mi?" derdi. Tavana yapış­ tırılmış yazarlarının resminin hizasına o yazarın bütün eserleri "Böylece bulmak kolay oluyor." derdi. Kitaplar, bu hayattaki en büyük hazinesiydi Sabahattin'in. 

Aziz Nesin ve Rıf a t Ilgaz' la birçok gazetede mizahi yazılar yazdı. Marko Paşa dergisinde İsmet Paşa ve daha birçok siyasi hakkında hakarete varan yazılar nedeniyle yargılandı, tazmi­ nat ödedi. Son olarak 1948'de Paşa Kapısı Cezaevinde üç ay yattı Sabahattin Ali. Hapisten çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başladı. "Ali Baba" dergisini çıkardı ancak istediği gibi olmayınca kısa sürede kapattı. Fazlasıyla sakıncalı bir tipti artık. İşsiz kaldı, yalnız kaldı, yatacak yatak, yazacak yer bulamadı. Yazıları, şiirleri, kitapları toplatıldı; yaşamla bağı koparıldı Ali'nin. Ailesini bile görmek için tebdil-i kıyaf e t vaziyette gezmek zorunda kaldı. 

"Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giy­ direnleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetle, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı?"diye dü­ şünerek ülkeyi terk edip nef e s alabileceği, özgürce yazabi­ leceği bir ülkeye gitmek istiyordu. Yasal yollardan yurtdışına gidebilmek için pasaport almak istedi, verilmedi. O da gizlice ülkeyi terk etmeye karar verdi. Kaçmaktan başka çare yoktu artık. Kusursuz bir plan hazırladı. Önce Sofya sonra da Moskova'ya gidecek, oradan Çek pasaportu alıp Fransa'ya geçecek, her şey yoluna girince da eşini ve kızını yanına alıp yeni bir hayat kuracaktı. 

Sabahattin son zamanlarında yakın bir dostunun teş­ vikiyle nakliye işine girmişti. Bu bu iş sayesinde yurtdışına gidebileceğini düşündü. Hatta Suriye' de başarısız bir deneme gerçekleştirdi. Fazla zamanı yoktu. Hakkında açılmış yeni davalar vardı ve yeni mahkumiyetler içten bile değildi. Ali Ertekin adlı insan kaçakçısıyla anlaşıp onu kamyona şof ö r muavini olarak aldı. Bulgaristan'a geçişin anahtarı ondaydı. 

Kırklareli'nin bitiminde kamyondan inip Bulgar sınırına yakın  ormanlık araziye doğru yürümeye başladılar. Yürüyüş sırasında Sabahattin Ali kendinden ve hayallerinden bahse­ dip durdu. Karısı ve kızıyla yakın gelecekte ne kadar mutlu olacaklarını anlattı. Akşam olmak üzereydi. Bulgar sınır kapısına gelmeden Ali Ertekin'in, "Geceyi bu ormanlık alanda geçirip yarın devam ederiz." önerisini kendisi de yorulduğu için kabul edince mola verdiler. Yaktıkları ateşin başında ısın­ maya çalışan Sabahattin Ali planlarını anlatıyor, anlattıkça coşuyordu. Geceyi orada geçirdiler. Sabah erkenden kalkıp yola devam ettiler. Özgürlük birkaç yüz metre ilerdeydi. 

Sınıra yakın bir yamaçta fundalıkların arasında yine mola verdiler. 

Sabahattin Ali çantasını açtı, eline bir kitap aldı, ceketini yere serdi, sırt üstü uzandı, gözlüklerinin camını hohlayıp mendiliyle sildi ve sükunetin cıvıltısında kitabını okumaya başladı. Ara sıra da o bitmek bilmeyen hayallerinden dem vurup durdu. Doğru ya, insan hayal ettiği müddetçe yaşardı. 

Hayattaki en mesut birkaç dakikasındaydı. Bu anlar Ertekin'in elindeki yağlı kalın sopanın Sabahattin'in başının sol tarafına ininceye kadar sürdü. Sabahattin'in suratı, gözlükleri, kulağı kan içinde kaldı. Ardından tam aynı yere bir darbe daha indirdi Ertekin. Bu darbeden sonra sağa doğru yığıldı Sabahattin. Ağzından burnundan kanlar boşanıyordu. 

Ama hala nefes alıyordu, çok sevdiği hayata ölesiye bağlanıyordu Sabahattin. Derken son darbe de ensesine iniverdi Sabahattin Ali'nin. Nefesi kesildi. Ve sustu. Bir daha da konuşamadı. Kendi deyişiyle mor çiçekli dal gibiyken, ba­ har vaktinde kırılmıştı Ali. 

"İnsanı asıl öldüren kılıcı yemek değil, "Sen de mi Brütüs? " demek mecburiyetinde kalmaktı." Sabahattin Ali'nin cesedi, Sazara köyü yakınlarında bir dere yatağında bir çoban tarafından bulundu. Cesedi eşi ve annesının teşhis etmesine izin verilmedi. Bu görevi Aziz Nesin ile Adalet Cimcoz yerine getirdiler. Nesin'in, cesedin kolunun da Sabahattin Ali'ninki gibi kırık olduğunu söyle­ mesiyle "teşhis" tamamlandı. Daha sonra muayene edilmesi için def n edildiği yerden çıkarılan ceset bir torba içinde elden ele dolaştırılırken kayboldu. Eşyaları, "hacizli 11 oldukları gerekçesiyle ailesine teslim edilmedi. En acısı Ali'nin bir mezarı bile olmadı. Kızı Filiz, babasının cesedinin bulunduğu dere yatağının yakınındaki düzlükte, arkasını Istıranca Ormanları'na dayamış koskoca bir kayanın üzerine bir mermer parçası gömerek mermerin üstüne Sabahattin Ali'nin çok bilinen şu dizelerini yazdırarak veda etti: 

"Başım dağ/Saçlarım kardır/Benim meskenim dağlardır . "Kızim meskenim dağlardır . 

]]>
Wed, 27 Apr 2022 00:42:12 +0300 Çetin
Mein kampf https://edebiyatblog.com/mein-kampf https://edebiyatblog.com/mein-kampf Elbet hüzünde birikir

Tuzlu sular karışır şiire 

İntikam istenciyle bıçaklanır söylemler

Fikirler ayakta lanetlenir

Müstehçen edebiyatla

Das faşist tutumlar fason bir gururda

Kefen satanlar ölüyü gözler

İnançları ne kadar kim bilir

İlahi adalet adına 

Zaman doğar mesela

Zaman büyür 

Zamanda elbet ölür

İntikam yemeği yenir hatta

Gündem umut

Birinci dünya barışı

İkinci dünya barışı

Soğuk barış 

Bu hep

 bu böyle

Satın al kaos'u

Bir düzeni bozdur

Kürek mahkumu Sanatlar

Kurşun bağımlısı akımlar 

Uçurucu bilim

 bildiğin havada canlar

Beyinleri nerde kim bilir

Ölümü bi çiçekler haketmiyor

Gündüz kabuslarından irkilip

Geceye uyanıyorum

Yükselen aya karşı esniyor 

Geceye geç kalarak başlıyor yaşamak

Hızıra konuk gidiyorum

Zerdüşt ten çekiniyo

İsadan sıkılıyor

Muhammed'den korkuyorum

Kendime yeni bir rüya inşa ediyorum

Birşeyler anlatıyorum 

Su alıp götürüyor

Ama kuşlar uçurumu anlamıyor

bu kuşlar nasıl intihar ediyor

 Masaldan dışarı çıkıyor

Ağzından alev çıkan ejderha

Üç dilek hakkının üçü de sizindir

Yalnız Üç elma nereye düştüyse

Üç gün daha uzasın vefa 

Herşey nasıl ölebiliyor

Ne yapsam ne yapsam 

İsrafı ben oluyorum dünyanın

Fernweh'li apo memo celo

Kuro!

Umudu güne uydur

]]>
Sun, 24 Apr 2022 11:42:01 +0300 Çetin
BAHARA RAMAK KALA https://edebiyatblog.com/bahara-ramak-kala https://edebiyatblog.com/bahara-ramak-kala  Sözlerinde tebessüm var
 Bahara ramak kala hissin 
Kavkı karlı dağ manzaran var 
Nûpelda derler kürtçe bilirsin
 
Öyle taze  öyle..
Bahara merhaba deyişin var 
Bu dehşetten neşter eksem
Sende bir Malta birde çiçek var 
 Salih û Nurê söylerim  dinlersin

öyle nazirsiz...
Mutluluk nakışlı duvarların var 
Bu irsal ne  neme nispetsin
Zanlı bir bahar  ölen kışlar
Beni kürtçe söylemelisin

Trişör...
"Ser â pâ  güzelsin" 
Hicap etmene ne lüzum  var
Esvapın kırmızı fistan elinde güllerin 
Bade Harabül Basra

]]>
Tue, 08 Mar 2022 11:42:06 +0300 Çetin
Fiskos https://edebiyatblog.com/fiskos https://edebiyatblog.com/fiskos Fiskos
Lambalar ve masa ayakları
 yirmi üçün çıkmazları
Yanakta kalan yaş ıslak
Övünç gururla hür kısrak
Fiskos cümlelerle
İlanı aşk etmiş
Sevgisi Reddedilmiş
Füme duvarlara
Kim gelse duman çekmiş
Hoş şarapla  hülyalar
Ve bülbül ve yar ve gün 
Aşktan endişeli aşka el verişsiz 
Aşksız  saf gecesinde yaşlanır 
Aşk uğruna Aşka uğursuz
Karşılıklı kaldırımsız otobanlar
Örsü döven demirci gibi
Meyhanelerde denk gelinen
Tek iple avunan cambaz gibi
Ağaç altlarında buluşmaktan ziyade 
Meşeden söz sanatçısı 
Muhabbete ortak aşka karşı 
İki sandalye yanyana komaz 
Kirlenmek ten usanmaz 
Vatansız özlem bilmez 
Enlemi boylamı 
Ha ola kemençe telli
Dört saat horuna 
Dört ay Kederle kavuna 
Suikast planları masası 
Lazım ovallıklı  peykeye yapışık
İki kadeh bir küllük 
El koymağa Yetersiz 
Asil kötülüklerin masası 
Kından çıkmadan  körelmiş 
Pasa nazır yırtık zırh yelekleri 
Kansız bitmiş bir meydan harbi 
Dayaksız haksız topraksız  
Fiskos cümlelerle umut 
Nara ile  reddedilmiş
Boş ol boş kal boş öl

]]>
Sat, 18 Dec 2021 22:21:22 +0300 Çetin
Tefekkürü Nevmide https://edebiyatblog.com/tefekkuru-nevmide https://edebiyatblog.com/tefekkuru-nevmide Tefekkürü Nevmide

Kime bu müthiş lisan
Kutsanmış nameleriniz kimle mizan
Hissi ilan ediyor bunca leman
Baylar kime bu aman

Uçabiliyorsunuz kanatlısınız
Uçurumlar size ne ifade etse
Gökle yer arasında nedir mesafe
İnsanoğlusunuz insan mısınız

Söyleyemem bu bir botan
Anlatamam baksanda görsen
Saklambaç niyetine hira mesken hani
Anlayın işte bedenim fani

Kayıklarınızı nereye sürseniz
Hangi denizde arınabilirsiniz
Hanfendi gidin dilerseniz
Bekleyen birine sahipseniz

Hangi günahtan vazgeçebilirsiniz
Küstahlığımı mazur görün
Baylar bayanlar
Bu dünyevi bir kuyu
Lazım olan Yusuf ise biraz ar

Gönüllü müsünüz  yaşamaya
Usulsüz böğrünüze ithafen
Gittiğiniz bu kördüğüm yolun
Kaç yolcusu var

Dalgalardan sual bilirsiniz
Bende bilirim batan güneşi
Kural bilin ki oyun değil
Yaşamak ciddiyeti bilin

]]>
Sat, 21 Aug 2021 19:08:59 +0300 Çetin
Su https://edebiyatblog.com/su https://edebiyatblog.com/su Her şeyin başı su, şu geçen ömrün de

Mahiyeti yoksa da kiminin gözünde

Bazı bizim için, bazı herkes için

Su bir sanattır insan elinde

Bir can, bir mal, bir para kadar

Çaresiz insanın elinde.

Şu naif, hoş sedalı yeryüzü cenneti

Bazılarının olur görünmez kıyameti,

Akar, akar da yolunu bulur aziz misali su

Kimini Yusuf eder, kimine zindan kuyusu

Laneti bedbahta mı yaraşır kurar zincirini

Her su bir şelaleden intihar buyrulur

Varsayımlarla su mu yolunu bulur?

Et takip, doğru yol bu mudur?

Doğru yol değilse suyun aktığı

Bu, can değildir cana kattığı

Hz. Hasan'ın dünyada tattığı

Kerbela'da canına kast eden su.

]]>
Mon, 16 Aug 2021 19:26:59 +0300 Çetin
Pusula https://edebiyatblog.com/pusula https://edebiyatblog.com/pusula Dünyanın altı üstüne gelmiş

Pusulamız doğru yolu bulmuyor

Üzülen insanlar görüyorum

Kalbine çekilmiş çok susmuş

Yaşayanlar ikiye ayrılıyor hep

Anılar yüceltiyor biraz insanlığımızı

Gelecek hakkında bir fikrimiz de yok ama

Vedalar hüzün kokuyor

Ölenler hep temiz

Kalan günahkarlarla dünya tekrar dönüyor

Her veda hüzünlü değil ama

Ağacın çaresi ekimde mesela

Yaprakları kimse kaile almıyor

Öyle derin acılar çekiyor ki insan

Ah dese dili

Kalbi garipsiyor

Sustukça susuyor

Kendi sesine yabancılaşıyor insan

Ölenler hep saf kalplerin sahibi

Kalan insanlardan geriye tek gerçek

İnsan oğlu olması kalıyor

Tüm vasıflarından soyunuyor da

Günahlarını gururla taşıyorlar

İnsanlık namına ne varsa

Salih ,metin, emin ,ikram...

 yok oluyor manasını sor kimse bilmiyor

]]>
Mon, 19 Jul 2021 17:27:10 +0300 Çetin
Rezervli tabure https://edebiyatblog.com/rezervli-tabure https://edebiyatblog.com/rezervli-tabure Parlak gündüzler diziyorum

Peşpeşe sıralı ama sayısızca

Hayal ediyorum

Bir bahar gündüzünü mesela

Güneşler çiçekler gülümsemeler

Etraf börtü böcek

Kırmızıya boyuyorum

Kerleniyor tüm umutlar

Şarap sarhoşluğu bir başkadır güzelim

Aşk şarkılarıda eşlik edilmeye layık

Manzaramı görmüyor onlar

Köşedeki masanın öbür tarafında

Ki yıllardan beri rezerve

Özel bir kadına o tabure

Oraya oturuyorsun

Kankırmızı elbisen ve kara çeketinle

Karanlık gecelerde de izliyorum seni

Gökyüzüne ayın önüne bulutlar çiziyorum

Sonra bulutlardan yüzün bana bakıyor

Sana bakıyorum şahanem

Peş peşe hiç durmadan sırasız ve sayısızca

Sadece hayal ediyorum

Sana çok benzeyen bir çiçek ölüyor

Su güneş ne versem iyleşmiyora

Allah diyorum

Baharda çiçekler ölmez

Güneş parlamaya utanıyor

Ay tenhadan izliyor bizi

Bu kadeh kendim için

Bu kadeh senin

yaşamaya diyorum

Sen susuyorsun ömrüm

Ben yasta kaga dövüş

Haykırışlar ağlamalar

Hepsini sessizce yaşıyorum

Rüzar kokunu çalıyor benden

Yıllar yüzünü

Benimle dans edermisin şahanem

İlk defa bu kadar canım yanıyor

Sözüm söz 

Artık sana gelmek çok daha kolay.

]]>
Fri, 02 Jul 2021 00:10:55 +0300 Çetin
Siyah Bayrak https://edebiyatblog.com/siyah-bayrak https://edebiyatblog.com/siyah-bayrak Bu hep böyle gitmeyecek !

Bir gün nasıl buluştuysak,

Bin hasret sevgi ve özlemle

Bir gün de yolumuz ayrılacak.

Hayallerimize kefenler biçeceğiz

Mezarlara konmak üzere

Ve arınmak için günahlarımızdan,

Öleceğiz usulca

Kapanmamış yaralarımız var, evet!

Kılıfı hazır değilken

Çaldığımız minarelerin

Suçlu bilinmemiz ayıp olmaz.

Ne yazıldıysa yaşanır

Yaşananlar, yaşayanlar tarafından tekrar yazılır

Tozlu raflara kaldırılır sonra

Yeni denizlere eski yelkenlerle açılmaz.

Kuzey kutbunu keşiften dönerken mesela

Ölmek nasıl ayıp olmaz ?

Bir bayrak çekilecekse göğe,

Amacı sormadan bilinmeli.

Derdi yeryüzünden hallice

Siyah olsun mesela bayrak

Üzerine beyaz yazılarla yazılmalı

Siyah bayrak diye

Uğruna ölmek ayıp olmaz !

Bir beyazı, en temiz siyah kirletir

Bir siyahı, belki beyazlar sevdirir

Ama kırmızının ahengi bir başkadır.

İlk kanın döküldüğü toprağa 

İlk cinayeti tekrar işliyorum

İnsafsızca olmazsa çalınan hırsızlıklar

Dökülen kanların sebebi değilse kinler

İmkansız olsa vicdanı duymak

Asılsız bir sebep icin ölü bir kahkahayla

İsyan etmek ayıp olmaz !

• • •

]]>
Fri, 18 Jun 2021 19:58:21 +0300 Çetin
Temiz kalbim https://edebiyatblog.com/temiz-kalbim https://edebiyatblog.com/temiz-kalbim Tütün kokuyor ağzım

Dudaklarımdan sağa sola

Kasvet akıtıyorum

Bülbülde yesem

Dilimden küfür bitmiyor

Bizim kalbimiz temiz

Gündüz yazım

Gece ayaz

Cephe hatları sıkı

Darbeci sendeliğim

Ev sahibi benliğim

Bizim kalbimiz temiz

Kar yağıyor dağda geceleri

Ben gündüzde denizdeyim

Karanlıkla aslan kesiliyorum

Sanki elimde Zülfikar Kılıcı

Ben kalem kullanmasını biliyorum

Bizim kalbimiz temiz

Zırhlar kuşanıyorum

Elimde tüfek süngü

Okla avlanıyorum

Tam on ikiden

Niye dövüşüyoruz biz

Bizim kalbimiz temiz

Yorgun düşüyorum

Beklide sarhoş

Bir kütük koyuyorum önüme

Övgüler nasihatler

Hisler ilanı aşklar

Sobaya koyuyorum sonra

Kül halini seviyorum sevginin

Neden mi? Çünkü

Kalbimiz temiz bizim

°°°

]]>
Mon, 14 Jun 2021 19:59:05 +0300 Çetin
Karşı Kaldırımlardan Yan Yana Seninle https://edebiyatblog.com/karsi-kaldirimlardan-yan-yana-seninle-95 https://edebiyatblog.com/karsi-kaldirimlardan-yan-yana-seninle-95 Mor tozlar serpili bir cadde

Yanana yürürüz biz

Aramızdan araçlar yayalar geçse ne

Karşı kaldırımdan kol kola seninle

yürürüz sakince ve bol heyecanla

İşinden bıkıp eve kaçışıyor herkes

Son pazarlıklar ediliyor

Eli boş cebi boş gidiliyor yollar

Bu telaşta görmez kimse

Ey alemin güneşi

ayçiçeğine bir bak

Yolumuzda faytonlara kibar insanlara

Eski romatizmalara rastlanmaz

Yan yana yürürüz biz

Karşı kaldırımlardan

Küfürlerle irkilir uyanırız

Hülyalarımdan seninle

Sana bakmayı unutabilirim

Eli kirli yüzü kirli insanların arasında

Yol kenarlarında çiçekler açabilir

Bugün istemsizce şeytan ibadet edebilir

Allah affedebilir ademi beşeri

Bugün

sen gülersen kalabalıkların arasından

Yanya’na yürüdüğümüz Caddeler

iç çeker ah eder

ben seni seyrederim

Herkes yok olur

seni görmemi engelleyen

Yürüdüğümüz caddede

Bahar son kıyaklarını yapar

Bir rüzgarla saçını savuşturur

Ben yüzünden hasret gideririm

Hiç görmemiş kadar ilgili

Göz yumacak kadar bilgili

Ben sana mecbur kalırım

Yol ayrımında demlenir gözlerim

Senin girdiğin ara sokağın tam karşısına

iki damla yaş armağan ederim

Ben sana mecbur kalırım da

Adını unuturum soramam

Küçüldükçe küçülüyor bedenin

Gittikçe içime işliyorsun ...

Ellerimiz birbirine hiç mi değmeyecek

]]>
Fri, 11 Jun 2021 18:31:46 +0300 Çetin
Başımın Abus Ağrıları https://edebiyatblog.com/basimin-abus-agrilari https://edebiyatblog.com/basimin-abus-agrilari Başımın abus ağrıları;

Başım ağrıyor. kendimi kaybediyorum çokça kelimelerin, manaların, suskunlukların ortasında buluyorum kendimi. Kayıp bir şekilde, çok kızıyorum kendime ama yine de bahaneler türeniyor kafamda. kendimi temize çıkarma konusunda. Onlarca rota çiziyorum her bir diyara ufka bakıp tüm ciğerimi dolduruyorum şişiriyorum coşkuyla bağırıyorum yelkenler fora tüm gaz ileri bunları söylerken Kıyıya vurmuş bir gemiden ölü tayfalara seslendiğimi unutuyorum. Yol alamadıkça da küçülüyorum sırasıyla ciğerim sönüyor omuzlarım düşüyor elimdeki pusula manasını kaybediyor yüzümü döküp oturuyorum ufka karşı oturuyorum. Sadece adaleti sorguluyorum sonra hayatın yüzme bilmeyen insanlara verdiği o koca gemileri kıyıya vurmuş bir sandaldan izliyorum. Hemde denize aşıkken. Adaleti işte sadece o an düşünebiliyorum. Haksızlığa uğradığımı düşünürken haklıyım çünkü ben her şeyden memnunken başkalarını dert etmekle meşgul olamıyorum kendi çıkarım uğruna adaleti yaratıyorum. işte o zaman adaletinde bir anlamı kalmıyor. herkese hak ettiğini veren bir tanrıya inanıyorum, ama kendi kusurumu hakkettiğim kötülüğün sebebini bir türlü çözemiyorum. ve bu kez, var edenin adaletini sorgulamaya başlıyorum. Yanlış yoldayım farkındayım ama ne dediğimi gayet iyi biliyorum. Beni savunmayan herkesi inkar ettiğim için bende vasat bir insan oluyorum...

]]>
Mon, 31 May 2021 18:19:01 +0300 Çetin
Bir İntihar Üstüne Söylenti https://edebiyatblog.com/bir-intihar-ustune-soylenti https://edebiyatblog.com/bir-intihar-ustune-soylenti Bazı mektuplar yollandı postanelerde

Oturuldu masaya rakı eşliğinde, şarkımız söylendi

Bir adam bir kadının kapısını çaldı

Ne söylense hep bir göz yaşı vardı

Kendi içinde azıcık ağlamaklı

Bir deste gülüm, fark etmemiş gözün

Acaba hüznümü nasıl saklasam

Arada deliler gibi güldüğüm

Eskide kaldı kapındaki kırmızı gülüm, notum yüzüm

Tüfekle vurulmuş aşkın yarasıda acırdı elbet

Biliyordum, ölmüştüm nereye gitsem

Bir yanım soğuk, bir yanım hep kanlı

Kim karıştı gerçekliğine

Yaşadığım sonsuzluğun

Ve oturuldu masaya, bir takım şeyler söylendi

TDK kural yazdı, mutsuzluk üstüne

Kim karıştırdı gerçekliği

Ömrüm vapurda denizsizlik üstüne geçti

Güldüğüm kısacık bir karanlıktan utandım

]]>
Fri, 28 May 2021 10:57:53 +0300 Çetin