EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & eylemoykuozdemir https://edebiyatblog.com/rss/author/eylemoykuozdemir EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & eylemoykuozdemir tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Kadrajdaki Dünyalar | 30. Kare: Evren Galerisi (FİNAL) https://edebiyatblog.com/kadrajdaki-dunyalar-30-kare-evren-galerisi-final https://edebiyatblog.com/kadrajdaki-dunyalar-30-kare-evren-galerisi-final Kadrajdaki dünyalar evren galerisini doldurdu. 

İki hafta sonra

Göksel, Gökhan, Yağız ve Barış Gökhanların evindeydi. Yağız ve Barış bir koltukta, Göksel’le Gökhan da diğer koltukta yan yana oturuyordu. Göksel’in sırtının yarısı Gökhan’ın gövdesine yaslıydı, Gökhan’sa sağ elini onun omzundan aşağı sarkıtmıştı ve genç kadının sarı saçlarıyla oynuyordu.

“Şarkıların enfes,” dedi Barış, Gökhan’a bakarak. “Ankara’dan döndüğünde stüdyoya girelim. Acele etmemize gerek yok, kaydetmeye yavaşça başlarız.”

“Aslında bundan bir süre önce okulu bitirmeden albüm işlerine girişmek istemiyordum,” dedi Gökhan dürüstçe. “Fakat şu an çok istiyorum. Sizlerden aldığım güzel geri dönüşlerin bu konuda çok etkisi oldu. Stüdyoda olma, kendi şarkılarımı baştan sona yaratma fikri kulağıma çok cazip geliyor.”

“Kendine bir sınır koymana, bir şeyler yapabilecekken bunu ertelemene hiç gerek yok. Stüdyoya dilediğin zaman gidebilirsin.”

“Eyvallah kardeşim.”

Gökhane Sakinleri’ni dinleyen Barış şarkıyı çok beğenmiş, Gökhan’ın ortaya çıkardığı bu parçanın hem sözlerine hem de müziğine hayran kalmıştı ve o günden birkaç gün sonra konuştuklarında ona bu şarkıyı kaydetmeyi düşünüp düşünmediğini sormuştu. Gökhan ona üzerinde çalıştığı “Gökhane” albümünden bahsettiğinde Barış albümün adını, temasını ve hepsi birbiriyle bağlantılı şarkıların yarattığı öyküyü çok sevmişti ve ona albümünü kendi çalıştıkları stüdyoda kaydetmeyi teklif etmişti. Gökhan’ın planları önce okulunu bitirmek, sonrasında kendi eserleri hakkında somut adımlar atmaktı fakat hem aldığı güzel geri dönüşler hem de Barış’ın teklifiyle bu süreci öne çekmeye karar vermişti. Barış ona istediği her konuda severek yardımcı olacağını hatta bu albümün yapılış aşamasında büyük bir zevkle yer alacağını söylemişti. Sonuç olarak Gökhan “Gökhane” adlı albümünün yapılış aşamasına profesyonel olarak başlamaya karar vermişti ve bunun için en uygun zaman Ankara’dan döneceği vakitti. Genç adam yarıyıl tatilinin iki haftasını Ankara’da, ailesinin yanında geçirecekti. Yarın gidiyordu.

“Albümün bateristi olarak ben de stüdyoda olacağım,” dedi Yağız göğsünü kabartarak. “Barış,  Gökhan tüm gitar kontenjanlarını tek başına doldurduğu için sana yer kalmadı kardeşim ama ben çok yönlü kişiliğim sayesinde baterist kontenjanından albüme girmeyi başardım.”

“Albümün bateristi sen misin?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Bundan şeyin haberi var mı? Albümün sahibi benim?”

“Benim tabii ya, başka kim olacaktı?”

“Sarp da bateri çalıyor,” dedi Barış. Başını sağ omzuna doğru eğdi. “Belki Gökhan onunla çalışmak ister.”

“Sarp’ı severim ama siktirsin oradan. Bu albümün bateristi benim.” Yağız, Gökhan’a dönüp gözlerini kırpıştırdı. “Benim değil mi?”

“Tipe bak,” dedi Gökhan gülerek. “Albümümün bateristi olmak istemen benim için bir şereftir, seninle çalışmayı çok isterim.”

Yerinden kalkan Yağız ona ilerledi ve Gökhan’ın iki yanağından birden tutup onun alnını öptü. “Senin Allah’ına kurban be!” dedi. Gökhan’ın yanında oturan Göksel’e baktı. “Daha iyisini bulamazsın, hiç vakit kaybetmeden nikâhı bas derim.”

“Bu yaşta?” dedi Göksel gözlerini büyütüp. “Daha iyisi olmadığını biliyorum ama nikâh işi sonraki işler.”

“Ha ileride basacaksın yani?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. Sırıttı. “Teklif bile etmiyor, direkt nikâhı basacağım diyor. Çok iddialısın.”

“Ne sandın?” diyen Göksel ona göz kırptı. “Önden haberin oldu en azından.”

“Böyle şovları hep yanımızda birileri varken yapıyor,” dedi Gökhan arkadaşlarına dönerek. Güldü. “Neyse işte, Ankara’ya gidip geleyim de sonrasında hazırlıkları yaparız. Dediğin gibi acelemiz yok, yavaş ama emin adımlarla ilerleriz. Şarkıların hepsi hazır zaten, sadece ufak değişikliklere giderim.”

“Söz ve beste kısmı tamamlanmış sayılır fakat kayıt aşaması da uzun sürüyor,” dedi Barış. “Çalışmaya Gökhane Sakinleri’nden mi başlayacaksın?”

“Aynen öyle. Albümün açılış şarkısı olarak öncelik onun olacak. Albümdeki en uzun şarkı da o olduğu için en çok vakti de o alacak zaten. Beş dakikadan uzun bir şarkıdan bahsediyoruz, boru değil.”

“Solosu iki dakika zaten,” dedi Yağız. “Yavuz Çetin mübarek.”

“Üstadın izindeyim. Bu arada çay doldurayım mı?”

“Eyvallah kardeşim ama ben daha içmeyeceğim,” dedi Barış. Saatini kontrol etti. “Hatta kalkayım. Yine iletişimde oluruz zaten. Sana şimdiden iyi yolculuklar ve ailenle geçireceğin güzel bir tatil dilerim.”

“Teşekkür ederim kardeşim.”

Gökhan, Yağız ve Göksel, Barış’a kapıya kadar eşlik etti.

“Ayaklarına sağlık,” dedi Gökhan. “Gelerek çok iyi yaptın.”

“Her şey için teşekkür ederim,” dedi Barış gülümseyerek. “Ankara dönüşü görüşmek üzere. Hepinize iyi akşamlar.”

Barış hepsiyle vedalaştı.

“İyi akşamlar,” dedi Yağız. “Görüşürüz kardeşim.”

“Kendine iyi bak,” dedi Göksel de. “Görüşmek üzere.”

“Görüşürüz gençler.”

Barış gittikten sonra evde üçü kaldı.

“Ben de eşyalarımı kontrol edeyim,” dedi Yağız. “Yarın ben de yolcuyum malum, eksik gedik olmasın.”

“Bir şey olursa seslen,” dedi Gökhan. Onun omzunu sıktı. Eşya kontrol etme işinin bahane olduğunu, Göksel’le onu yalnız bırakmak için uydurduğunu biliyordu. “Kolay gelsin.”

“Eyvallah kardeşim.”

Yağız odasına ilerlerken Göksel’le Gökhan da salona geri döndü.

“Sen çay içer misin?” diye sordu Gökhan.

“İki bardak yetti,” dedi koltuğa oturan Göksel. “Teşekkür ederim sevgilim.”

Gökhan onun yanına oturup kız arkadaşını kucağına çektiğinde Göksel onun kucağına oturdu ve kolunu boynunun arkasından geçirdi.

“Kilo almışsın sanırım,” diye ona takıldı Gökhan. “Biraz ağır geldin.”

“O zaman kucağından ineyim,” dedi Göksel. “Maazallah seni ezerim falan.”

Göksel onun kucağından kalkmaya çalıştığında Gökhan gülerek kolunu kız arkadaşının beline sardı ve onun kalkmasına izin vermedi, aksine Göksel’i kendisine çekip gövdelerini birbirine yapıştırdı.

“Hemen de alınırmış,” dedi Gökhan gülmeye devam ederken. “Üzüldün mü?”

“Kahrımdan perişan oldum,” dedi Göksel sahte bir hüzünle. “Bana daha şimdi ağırlaşmışsın dedin ama şu an bu ağır kadını öpmek için çok istekli bakıyorsun.”

“Öpeyim mi?”

“Bilmem,” diyen Göksel ona yaklaştı ama kendini hemen geri çekti. “Öpsen mi?”

“Bak ya,” dedi Gökhan gülerek. “Bu hareketlerine devam edersen birazdan aşağıdan dürtüleceksin, benden söylemesi.”

“Beni öpünce dürtülmeyecek miyim? Ayrıca bu nasıl bir kelime seçimi böyle?”

“Baş kaldıracak mı deseydim?”

“Allah seni kahretmesin,” deyip onun kafasına vuran Göksel onun kucağından kalktı. “Beni rüyanda öpersin artık.”

“Hak ettim,” dedi Gökhan. “Bir şey diyemeyeceğim. Haklısın.”

“Haklıyım tabii. Terbiyesiz.”

“Ben en iyisi buraları toparlayayım,” dedi Gökhan. Ayaklandı. “Sen keyfine bak lütfen, ben hallederim.”

Çaydanlığı alan Gökhan salondan çıkarken Göksel onun arkasından baktı. Başını iki yana salladıktan sonra tepsiye çay bardaklarıyla tabaklarını yerleştirip o da salondan çıktı ve mutfağa ilerledi.

“Ben hallederim demiştim, hiç zahmet etme,” dedi onu gören Gökhan. “Sen içeri geç lütfen, buraları ben temizlerim.”

Göksel tabakları ve çatalları almak için salona geri dönen Gökhan’ı mutfakta bekledi. Gökhan mutfağa girdiğinde Göksel’e yandan bir bakış attı.

“Hadi lütfen,” dedi Gökhan elindekileri tezgâha bırakırken. “Sen rahatına bak.”

“Bozuldun mu?” diye soran Göksel ona yaklaştı. “Öyle hissettim.”

“Biraz bozulmuş olabilirim,” diye itiraf etti Gökhan. “Seni öpememek bozdu, söylediğim şeyden de utandım.”

“Aslında hem komik hem de utandırıcıydı,” dedi Göksel. Omuzlarını yavaşça kaldırıp indirdi. “Baş kaldırmak ha? Delisin.”

“Biraz ileri gittim sanırım ama sen kucağımda otururken, gövdelerimiz birken ve dudakların da o kadar cezbediciyken kendime hâkim olamadım.”

“Bir şeyler için daha erken ama seni bu kadar etkilediğimi görmek hoşuma gidiyor. Sen de beni etkiliyorsun ama dediğim gibi bunlar için daha erken.”

“Erken tabii, haklısın. Acele edilecek bir konu da değil zaten.”

“Öyle,” dedi Göksel. Kollarını onun omuzlarına atıp parmak uçlarında biraz yükseldi. “Şimdi öpeyim mi?”

“Bir an hiç sormayacaksın sandım,” diyen Gökhan kollarını onun beline sarıp genç kadına yaklaştı. “Gel buraya.”

Göksel ve Gökhan birbirini yavaş, sevgi dolu ve tutkulu bir şekilde öpmeye başladı. Göksel onun saçlarını karıştırırken Gökhan’ın elleri de kız arkadaşının beli ve kalçası arasında gidip geliyordu. Elini biraz daha aşağı indiren Gökhan onun poposunu sıktığında Göksel gülümsedi. Tam bu sırada Yağız mutfak kapısında belirdi.

“Lan!” diyen Yağız eliyle gözlerini kapattı. “Daha ayrılalı iki dakika bile olmadı be! Bir de mutfakta yapıyorsunuz. Çarpılacaksınız.”

“Lan yavşak!” diye bağırdı Gökhan. “Dikizci, yan kesici, röntgenci! Bir rahat versene lan.”

“Hey hey sakin!” dedi Göksel. İşaret parmağını Gökhan’ın dudaklarına bastırdı. “Çok ayıp.”

“Asıl onun yaptığı ayıp.”

“Evimde yiyişen sizsiniz ama ayıp yapan ben mi oluyorum?” dedi Yağız ellerini beline koyarak. “Bir daha düşün istersen. Kendime bir kahve yapayım dedim ama tüm iştahım kaçtı.”

“Vah vah! Çok üzüldüm,” diye homurdandı Gökhan. “İnanır mısın benim de tüm tadım tuzum kaçtı, yok oldu.”

“Vah vah!” dedi Yağız onu taklit ederek. “Kahrımdan öleceğim şimdi.”

“Çocuk gibisiniz cidden,” dedi Göksel. “En iyisi ben gideyim, siz de yatıp dinlenirsiniz. Yarın ikiniz de yolcusunuz.”

“Biraz daha dursana,” diyen Gökhan onun saçlarını okşadı. “Ne acelen var?”

“Bir acelem yok ama saatler geç oldu, sizin de yatıp dinlenmeniz gerekiyor. Hem bizimkiler de merak eder, iyice meraklandırmadan gitsem iyi olacak.”

“Peki, öyle olsun,” dedi Gökhan zorlamadan. “Nasıl istersen balım.”

“Yağız sana da iyi yolculuklar,” dedi Göksel ona dönerek. “Kendine iyi bak, görüşmek üzere.”

“Teşekkür ederim Gök,” dedi Yağız gülümseyerek. “Sen de kendine iyi bak. Tatil dönüşü görüşürüz.”

İkili birbirine sarıldı.

“Ben Göksel’e kapıya kadar eşlik edeyim,” dedi Gökhan. “Sen de canını seviyorsan kendini odana kilitlersin. Gözüm görmesin.”

“Göksel gittikten sonra boyunun ölçüsünü alayım,” dedi Yağız. Kollarını önünde birleştirdi. “Beklemedeyim.”

“Siz cidden delisiniz,” dedi Göksel gülerek. “Hazırlıklarınızı tamamlayıp uyumaya bakın derim, başka bir şeye vakit ayırıp geçe kalmayın.”

“Biz hallederiz, aklın bizde kalmasın balım,” dedi Gökhan onun belini okşayarak. Çift kapıya doğru yürüdü. “İki hafta kısa bir süre fakat senden uzak olan her bir gün bir yıl gibi geçtiği için bana çok uzun gelecek. Kendine çok iyi bak tamam mı? Havalar soğuk bak, kalın giyinmeyi ihmal etme. Ailemle birlikte olacağım için onlarla zaman geçiriyorum diye aramamayı düşünme, ne zaman istersen ara çünkü ben öyle yapacağım.”

Ellerini onun ensesine atan Göksel onun dudaklarına küçük bir öpücük kondurduktan sonra, “Seni çok seviyorum biliyorsun değil mi?” diye sordu. Gökhan başını sallayınca devam etti: “Asıl Ankara çok soğuk olur, kendine çok iyi bak. Ankara’nın ve ailenle geçireceğin vaktin tadını çıkar. Aklın bende kalmasın.”

“Benim aklım hep sende. Senin ağabeyinle eşi de orada yaşıyor, bakarsın yazın birlikte gideriz. Evet, şimdiden yaz planları yapmaya başladım ama istemezsen başka planlar da yaparız.”

“Birlikte Ankara’ya gitmeyi ben de düşünmüştüm,” dedi Göksel gülümseyerek. “Seninle yapılan her plan benim için muhteşem bir plandır, istememek gibi bir durum söz konusu bile olamaz.”

“Yani bu benimle evleneceğin ve on çocuk sahibi olacağımız anlamına geliyor.”

“Ne, nasıl, kaç çocuk, pardon?” dedi Göksel şok içinde. “On çocuk mu? Yuh!”

Gökhan bir kahkaha patlattıktan sonra, “Yüz ifadeni görmen lazımdı,” dedi keyifli bir sırıtışla. Kollarını onun beline sarıp genç kadını dibine çekti. “Çocuk sayısı hariç dediklerimde ciddiyim.”

“Çok tatlısın ama teklifini başka zamana sakla canım. Ben şimdi ufaktan kaçayım, sen de yatıp dinlenmene bak. Yarın trene bindiğinde, indiğinde, eve geçtiğinde haber edersin.”

“Tamam bebeğim. İki hafta sonra görüşmek üzere.”

“Görüşürüz.”

Öpüştüler, ardından sarıldılar.

Apartmandan çıkan Göksel sokağın biraz ilerisine park ettiği arabasına ilerledi. Hava çok soğuk olduğu için genç kadının adımları hızlıydı. Saniyeler içinde arabasına ulaşan genç kadın kendini şoför koltuğuna atar atmaz arabayı çalıştırdı ve klimaları açtı. Göksel yola koyulduğunda mutfak camından onu izleyen Gökhan da içeri girdi.

***

Ertesi sabah Yağız erkenden uyanıp evden ayrıldığında Gökhan onu duymadı. Genç adamın alarmı onu uyandırdığında saat 10’du. Yorganı üstünden atıp şöyle bir gerneşen Gökhan yataktan kalkarken kocaman esnedi. Biraz kendine geldikten sonra yaptığı ilk iş Yağız’ı aramak oldu.

“Kardeşim?” dedi Gökhan uyku mahmuru bir sesle. “Öküz gibi uyumuşum oğlum ya, gittiğini duymadım. Ne yaptın?”

“Kalkarken alarma ihtiyacım olmadı, horlamana uyandım,” diye dalga geçti Yağız. “Sesin benim odadan bile duyuluyordu. Hazırlanırken uyan diye o kadar ses çıkardım ama ne fayda! Fosur fosur uyumaya devam ettin.”

“Manyaksın oğlum sen,” dedi Gökhan gülerek. “Horlamadığımı biliyorum, tıpkı senin de bir kedi gibi sessizce hareket ettiğini bildiğim gibi ama keşke uyandırsaydın. Seni yolcu ederdim.”

“Biliyorum kardeşim, eyvallah ama hiç gerek yoktu. Şimdi yoldayım, Balıkesir’e doğru tam gaz gidiyoruz.”

“Yolun açık olsun kardeşim, iyi yolculuklar. Evdekilere selam söyle, hepsini yerime öp.”

“Aleykümselam. Eyvallah Gök. Sen de birazdan hazırlanıp çıkarsın, sana da iyi yolculuklar. Varınca haber ver, aklım sende kalmasın.”

“Tamam kardeşim, sen de yazarsın.”

“Tamamdır. O zaman görüşürüz, öpüldün.”

“Sen de öpüldün. Görüşürüz.”

Telefonu kapatan Gökhan kendi kendine güldükten sonra odadan çıktı. Göksel’in bugün sınavı olduğunu biliyordu, onu aramayı erteleyip üstünü değiştirdi. Hiç kahvaltı hazırlayası yoktu, fırından bir şeyler alıp yolda yemeye karar verdi ve evden ayrıldı. Tam ailesini aramayı düşünüyordu ki ailesi ondan önce davrandı ve Göktuğ onu aradı.

“Günaydın oğlum,” dedi Göktuğ’un canlı sesi. “Nasılsın?”

“Günaydın,” diye karşılık verdi Gökhan. “İyiyim, biraz da heyecanlıyım; sen nasılsın?”

“Ben de aynı hisleri paylaşıyorum. Ne yapıyorsun, hazırlandın mı?”

“Şimdi evden çıktım, gara geçeceğim.”

“Biraz erken çıkmışsın, acele etmeseydin keşke.”

“İstanbul için gayet normal bir sürede çıktım aslında. Buradan Söğütlüçeşme’ye anca geçerim, orada da ayaküstü bir kahvaltı ederim. Hiç evde hazırlayasım gelmedi.”

“Sen bilirsin, canın nasıl isterse.”

“Sen ne yapıyorsun?”

“İşteyim. Askerlerin yanına gitmeden arayayım dedim, aklımdasın.”

“Tam ben arayacaktım, sen önce davrandın.”

“Kalp kalbe karşıdır. Trene binince haber ver olur mu? Yaklaştığında da söylersin, seni gardan alırım.”

“Tamam baba, haber ederim. Sana kolay gelsin, akşama görüşmek üzere.”

“Teşekkür ederim oğlum, sana da iyi yolculuklar.”

“Sağ olasın.”

Otobüsle Söğütlüçeşme’ye geçen Gökhan trene binmeden önce birkaç lokma yemek için küçük bir büfeye oturdu. Bu sırada Göksel’i de aradı.

“Günaydın balım,” dedi Gökhan.

“Günaydın sevgilim,” dedi Göksel’in de enerjik sesi. “N’aber?”

“İyiyim. Gara geldim, bir büfede kahvaltı edeceğim. Senden n’aber?”

“İyi yapmışsın, afiyet olsun. Ben de birazdan evden çıkıp okula geçeceğim. Sizinkilere haber verdin mi?”

“Evden çıkarken babamla görüştüm. Beni gardan alacak.”

“Ne güzel. Heyecan var mı?”

“Olmaz mı? Evi merak ediyorum, mahalleyi, annemlerin oradaki çevresini falan.”

“Hepsini görmek için birkaç saatin kaldı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Umarım bu iki hafta senin için muhteşem geçer. Babanın izne ayrılacağını söyledin, bir değişiklik yok değil mi?”

“Hayır, yok. Babam yarından itibaren iki hafta izinde, hep beraber olacağız. Bol bol gezeriz.”

“Bol bol fotoğraf çekmeyi de unutma. Fotoğraflar hatıra biriktirmek için en güzel araçlardır.”

“Çekerim,” diyen Gökhan gülümsedi. “Sen hayatıma girdikten sonra ben de gördüğüm güzel şeyleri ve hoşuma giden şeyleri çekmeye başladım. Bana kattığın en güzel şeylerden biri de bu oldu.”

“Galerini açıp gezindiğinde bir zaman tüneline giriyorsun değil mi? Muhteşem bir his.”

“Kesinlikle öyle. Seninle ilgili her his gibi bu da muhteşem bir his.”

“Bu soğuk kış gününde cümlelerinle yine içimi ısıtıyorsun.”

“Kollarım seni ısıtmak için yakınlarında olmasa bile cümlelerimin her zaman yanında olacağının kanıtı.”

“Sen ne güzel konuşuyorsun böyle,” diyen Göksel’in yüzünde geniş bir gülümseme vardı. “Sana çok âşığım.”

“Ben de sana çok âşığım.”

“Bu konuşmadan sonra bugünkü finalin karşımda hiç şansı kalmadı. Sevginin üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey yoktur.”

“O sınavın senin gibi çalışkan bir öğrencinin karşısında zaten hiç şansı yoktu ki balım, harika geçeceğine eminim.”

“Çok tatlısın. Hadi sen karnını doyur, ben de yavaştan evden çıkayım. Trene binince de haber et lütfen.”

“Tamam bal peteğim, ben güncellemeleri yaparım. Sana sınavında bol şans.”

“Teşekkür ederim. Sana da iyi yolculuklar. Görüşürüz.”

“Sağ olasın bir tanem, görüşürüz.”

Gökhan karnını doyurduktan sonra gara geçti. Vaktinde gelen trene binen genç adam koltuğuna oturur oturmaz önce babasına, sonra Göksel’e trene bindiğini yazdı. Tren yoluna devam ederken Gökhan da kulaklıklarını taktı. Yavuz Çetin yolun çoğunda ona eşlik eden isim oldu, Göksel’in favorileri olan The Weeknd ve Cigarettes After Sex’in de birçok şarkısını dinledi. Göksel’in müzik zevkini beğeniyordu.

Tren Ankara garına vardığında Gökhan küçük valizini alarak trenden indi. Dakikalar önce babasına yaklaştığını haber vermişti. Kalabalıktan uzaklaşıp köşeye çekildikten sonra babasını aradı.

“Efendim oğlum?” dedi Göktuğ. “Geldin mi?”

“Geldim, şimdi indim,” diye onayladı Gökhan. “Sen neredesin?”

“Çıkışa doğru yürü. Ben de geldim, çıkış tarafındayım.”

“Yürüyeyim,” diyen Gökhan ilerlemeye başladı. “Tam olarak neredesin? Burası çok büyük.”

“Garın içine girince beni görürsün,” deyip olduğu yeri tarif etti Göktuğ. “Görülmeyecek boyutta bir adam değilim.”

“Değilsin tabii canım, dağ gibi adamsın.”

Babasının tarif ettiği yere ilerleyen Gökhan onu orada bulunca yüzüne bir gülümseme yayıldı, aynı saniyelerde Göktuğ da onu fark etti ve o da gülümsedi. Telefon görüşmesini sonlandıran baba oğul birbirine ilerledi ve ortada buluşup sımsıkı sarıldı.

“Hoş geldin oğlum,” dedi onun sırtını sıvazlayan Göktuğ. “Yolculuğun nasıl geçti?”

“Hoş buldum,” dedi gözleri huzurla kapanmış olan Gökhan. Yanağı babasının omzuna yaslıydı. “Beklediğimden uzun sürdü ama keyifliydi, rahat geldim.”

“Yol boyunca müzik dinlemişsindir.”

“Hem de tüm yolculuk boyunca.”

“Oğlumu tanıyorum,” diyen Göktuğ gülümsüyordu. Geri çekilip Gökhan’ın yüzüne baktı ve onun tıraşlı yanağını okşadı. “Hadi evimize gidelim. Karnını doyurup dinlenirsin. Annen de bizi bekliyordur zaten.”

“Gidelim.”

Baba oğul, Göktuğ’un garın dışına park ettiği arabasına yürüdüler. Gökhan valizini bagaja koyduktan sonra araca bindiler. Göktuğ hemen sıcağa ayarladığı klimaları açtı.

“En kalın kıyafetlerini aldın değil mi?” diye sordu Göktuğ. “Ankara cidden soğuk bir memleket, sen de hiç alışkın değilsin.”

“Göksel’in de önerilerini dinleyip kalın kıyafetler getirdim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Göksel demişken geldiğimi ona yazayım hemen.”

“Yaz bakalım. O nasıl, ne yapıyor? İlişkiniz nasıl gidiyor?”

Telefonunu çıkaran Gökhan kız arkadaşına mesaj attı: Ben indim balım, haberin olsun. Şimdi babamla beraber eve geçiyoruz, ilk fırsatta konuşalım

“Göksel de iyi, finallerle uğraşıyor,” dedi Gökhan telefonunun ekranını kapattıktan sonra. “İlişkimiz harika ilerliyor, maşallahımız var. Dün bendeydi, gitmeden son bir kez görüştük. Size selamı var.”

“Aleykümselam,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Onun da ağabeyi buradaydı ama sanırım yazın gelmeyi düşündüklerini söylemişti.”

“Evet. Bu yaz ailesiyle beraber gelecek ama bir sefer de beraber gelmeyi düşündük.”

“İyi düşünmüşsünüz. Ehliyete ne zaman yazılıyorsun? Yaza kadar al da arabayla rahatça gezersiniz.”

“Bir de o mesele var değil mi? İstanbul’a döndüğümde evin yakınlarında bir kurs bulup yazılayım.”

“Aynen, yaz gelmeden ehliyeti alırsın.”

Baba oğul dakikalar içinde Göktuğ ve Hande’nin Çankaya’daki evine vardılar. Gökhan meraklı gözlerle etrafı inceledi. Birkaç katlı binaların olduğu bir sokaktaydılar.

“Şu ev,” dedi Göktuğ önünde durdukları evi işaret ederek. “En üst kat.”

“Güzel sokak,” dedi Gökhan. “Ağaçlar var, evler de yüksek değil.”

“Güzel yerdir. Hadi inelim.”

Asansörle en üst kata çıkan baba oğul asansörden indiğinde Hande’nin onları kapıda beklediğini gördü. Gökhan’la göz göze gelen Hande’nin yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.

“Hoş geldin oğlum,” dedi kollarını iki yana açan Hande. “Sefalar getirdin.”

“Selam,” diyen Gökhan ona ilerledi. “Hoş buldum annem.”

Anne oğul birbirine sıkı sıkıya sarıldı. Hande oğlunun saçlarını okşarken Gökhan da onun sırtını sıvazladı.

“Nasılsın?” diye sordu Hande. “Yolculuğun nasıldı? Rahat geldin mi?”

“İyiyim, yolculuğum da çok iyi ve rahattı,” dedi Gökhan. “Sadece biraz açım, biraz da dinlenmeye ihtiyacım var.”

“Sofra hazır, odan da hazır. Karnını doyurduktan sonra istediğin kadar dinlenebilirsin.”

“Odam mı?”

“Eşyaların olduğu gibi duruyor,” dedi Göktuğ. “Taşınırken hepsi bizimle beraber geldi. Daha önce eşyalarının olduğu odaya girmeye cesaretimiz olmadı ama barıştıktan sonra odayı senin için hazırladık.”

“Hemen şimdi odayı görebilir miyim?” diye sordu Gökhan duygu dolu bir sesle.

“Elbette görebilirsin.”

Eve girdiler. Gökhan etrafa şöyle bir baktı ama asıl odak noktası odası olduğu için babasının peşinden köşedeki odaya ilerledi.

“Burası,” diyen Göktuğ kapıyı açıp kenara çekildi. “Geç bakalım.”

Kapı eşiğinde duran Gökhan bakışlarını odada gezdirdi. Genç adamın kahverengi gözleri hemen dolarken en son üç buçuk sene önce gördüğü eşyalarına baktı. Üç kapaklı giysi dolabı, çalışma masasıyla sandalyesi, nevresim takımı bile aynı olan tek kişilik bazası ve komodini yıllardır oldukları gibi duruyordu. Gökhan komodinin üzerindeki müzik kutusunu fark ettiğinde birkaç uzun adımda komodine ulaştı ve müzik kutusunu eline aldı. Kalp şeklindeki siyah müzik kutusunun üstünde bir balerin vardı. Müzik kutusunun kapağı kırılalı ve ortasındaki balerin dönmeyi bırakalı yıllar olmuştu, Gökhan kutunun sapasağlam olduğu dönemi hayal meyal hatırlıyordu ama bu müzik kutusunun ona hissettirdiği her şey çok netti. Şimdi de aynı duyguları hissediyordu.

Müzik kutusunun düğmesini açınca o tanıdık melodi kulaklarından içeri girdi ve genç adamı yıllar öncesine götürdü. Ebeveynlerinin o zamanlar yeni aldığı bazasının içinde ufacık kalan bedeniyle yatağına uzanıyordu, müzik kutusunu açıyordu ve yavaşça dönen balerini seyrederken huzurla uykuya dalıyordu. Kocaman bir dünyada yaşıyor, büyük bir yatakta yatıyordu ama hayat onun için bu küçük müzik kutusu ve üzerindeki balerinden ibaretti.

“Ona gözümüz gibi baktık,” dedi Gökhan’ın biraz arkasında duran Göktuğ. “Dinlemeye hiç cesaret edemedik ama ona iyi baktık.”

“Çok kıymetli,” dedi Gökhan. İşaret parmağının eklem yeriyle ıslak gözlerini ovuşturdu. “Çok ama çok kıymetli. Ona iyi baktığınız için teşekkür ederim.”

“İstanbul’a götürebilirsin,” dedi Göktuğ onun omzuna dokunarak. “O sana ait.”

“O buraya ait,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. Omzunun üstünden babasına baktı. “Bu odaya, bu eve ait. Burada kalması en doğrusu, siz ona iyi bakıyorsunuz.”

“Senin için ne kadar kıymetli olduğunu biliyoruz,” dedi yanağını onun sol koluna yaslayan Hande. “Yokluğunda varlığı bize hep güç verdi.”

“Her şeyi saklamışsınız, tüm eşyalarımı.”

“Elbette sakladık. Ankara’ya taşınırken bir lojistik firmasıyla anlaşmıştık. Onlar eve geldiğinde ben komşularımızla vedalaşıyordum, adamlarla Göktuğ ilgileniyordu. Eve geldiğimde Göktuğ’a senin odanı da olduğu gibi taşımamızı söyleyecektim ama gelince gördüm ki ilk senin odanı boşaltmış zaten.”

Gökhan babasına bakıp gülümsediğinde Göktuğ da gülümsedi ve onun ensesindeki saçları şefkatle okşadı. Eğer annesiyle babası yılbaşı konserine gelmemiş olsaydılar hâlâ daha onların kendisini unuttuğunu, onsuz mutlu olduklarını ve hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini düşünecekti; eğer Göktuğ ve Hande oğullarının yılbaşı konserine gitmeseydiler hâlâ daha Gökhan’ın onlardan nefret ettiğini, yüzlerini bile görmek istemediğini ve onlar olmadan mutlu bir şekilde hayatını yaşadığını düşüneceklerdi. Oysaki gerçekler çok farklıydı: Hepsi eksik kalmıştı, yarım hissediyordu ve geçmişin gölgesini sırtlarında taşıyarak hayatlarına devam etmeye çalışıyordu. Şimdi hepsi gerçekleri biliyordu, yeniden ve eskisinden daha güçlü bir şekilde bir aradaydılar; bir daha ayrı kalmayı da düşünmüyorlardı.

“Hadi yemek yiyelim,” dedi Hande biraz sonra. “İstersen önce üstünü değiştirip elini yüzünü yıka, ben de çorbayı tabaklara koyayım.”

“Olur,” dedi Gökhan. “Banyo ne tarafta?”

“En iyisi önce sana evi gezdireyim,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Gel bakalım.”

Göktuğ, Gökhan’a 3+1 evlerini gezdirdi. Evin salonuyla mutfağı genişti ve mobilyaları Kütahya’da aldıkları mobilyalardı. Tanıdık şeyler gören Gökhan’ın yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Koridorun sonundaki iki oda Göktuğ’la Hande’nin yatak odasıyla Gökhan’ın odasıydı, buradaki mobilyalar da aynıydı. Gökhan’ın odasının karşısındaki küçük odaysa çalışma odası olarak kullanılıyordu; içeride geniş bir çalışma masasının yanı sıra kitaplık, raflı dolap ve evdeki bazı fazla şeylerin saklandığı çekmeceli dolap vardı. Banyoysa Göktuğ’la Hande’nin odasının yanındaki odaydı.

“Kütahya’daki evimize göre çok büyük,” dedi Gökhan. “Fazladan bir odası var.”

“Böyle daha rahat yerleştik,” dedi Göktuğ. “Küçük odayı da hem çalışma odası hem de fazla eşyaları sakladığımız oda olarak kullanıyoruz. Misafirimiz nadiren oluyor zaten, onlar için bir oda ayırmak mantıklı gelmedi.”

“Arkadaşlarınız geldiğinde de oturmaya geliyordur zaten.”

“Aynen, kalmalı misafir olarak bir kere Aykutlar gelmişti sadece. Onlar da bizim ne kadar durgunlaştığımızı görünce bir daha gelmedi.”

“Kendi kabuğunuza çekilmişsiniz.”

“Öyle oldu ve bu bize iyi de geldi. Senin gidişinden sonra evde bir başkasını görmeyi ikimiz de istemedik. Ev çok ruhsuzlaşmıştı ama biz de ruhsuzduk, sanki öyle değilmiş gibi davranmaya gerek görmedik.”

“Artık ruhsuz bir ev olmayacak,” diyen Gökhan gülümsedi. “Ruhsuz bir ev olmak için fazla geniş ve aydınlık bir ev zaten.”

“Senin varlığınla aydınlandı,” dedi Göktuğ. Onun yanağını okşadı. “Hadi elini yüzünü yıka, biz mutfaktayız.”

“Tamam.”

Aile üyeleri birkaç dakika sonra mutfakta bir araya geldi. Hande, Gökhan’ın en sevdiği yemeklerden yapmıştı.

“Her şey leziz görünüyor,” dedi Gökhan annesine bakarak. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun oğlum,” diyen Hande genişçe gülümsedi. “Hepimize afiyet olsun.”

“İstanbul ne alemde?” diye sordu Göktuğ çorbasından bir kaşık içtikten sonra.

“Her zamanki gibi,” dedi Gökhan omzunu silkerek. “Kalabalık, yorucu ve temposu yüksek. Bir süre uzaklaşmak iyi gelecek.”

“Gelir tabii. Okul ne alemde peki? Sonuçlar gelmeye başladı mı?”

“Evet, hepsi çok iyi.”

“Harika. Tatilde iyice dinlenip ikinci döneme zinde başlarsın, artık çalışmadığın için ben ikinci dönemi daha verimli geçireceğine inanıyorum.”

Gökhan artık müzik mağazasında satış danışmanı olarak çalışmıyordu. Göktuğ ve Hande hem çalışmanın hem de okumanın ne kadar yorucu olduğunu tahmin ediyordu; Gökhan’ın da okuluna ve kalan zamanında kendisine vakit ayırmasını istemişler, artık maddi kaygılar yaşamasını ise istememişlerdi ve bunu dile getirmişlerdi. “Kafede sahne almak, Aras’a özel ders vermek sevdiğin işler ve bunları yapmaya devam ederek yine kendi paranı kazanabilirsin fakat binbir türlü insanla muhatap olduğun, seni hem zihnen hem de bedenen yoran, sana hiç vakit bırakmayan satış danışmanlığını yapmak istemiyorsan işi bırakabilirsin. Sana hem maddi hem de manevi olarak istediğin desteği vermeye hazırız, üç buçuk senen bu yorucu koşuşturma içinde geçmiş olabilir ama son dönemini istersen daha rahat geçirebilirsin; son aylarının tadını çıkarabilirsin,” demişti Göktuğ. Bu koşuşturmaca Gökhan’ı çok yormuştu, babasının bu sözlerinin üzerine yorulduğunu kabul etmiş ve biraz dinlenmenin ona çok iyi geleceğini söylemişti. Hemen ertesi gün istifa etmiş, finallere çalışmadığı ve okula gitmediği zamanlarda evinde durup hiçbir şey yapmamanın tadını çıkarmıştı.

“Ben de öyle umuyorum,” dedi Gökhan. “Arkadaşlarıma daha çok vakit ayıracak, onlarla son aylarımızın tadını çıkaracağım.”

“Gezip tozmana ve eğlenmene bak,” diye konuşmaya dahil oldu Hande. “Öğrencilik zamanının tadını çıkar.”

“Planlarım o yönde. Siz neler yapıyorsunuz?”

“Çalışıyorum,” dedi Göktuğ. “Zamanımın çoğu işte geçiyor, rütbem yükseldikçe sorumluluğumun da bir o kadar yükseldiğini buradaki taburu komuta etmeye başladığımda daha iyi anladım.”

“Emrinde kaç asker var?”

“Binden fazla.”

Gökhan bir ıslık çaldı. “Bir orduyu yönetiyormuşsun. Çok zordur, kolay gelsin.”

“Öyle zaten,” dedi Göktuğ gülerek. “Teşekkür ederim.”

“Yılbaşından önce aşırı işkolikti,” dedi Hande eşine bakarak. “Eve sadece uyumaya geliyordu, bazı geceler onun için bile gelmiyordu.”

“İş sığınağım olmuştu. Kafamı öylesine meşgul ediyordu ki paramparça olan ailemiz hakkında düşünmeye fırsatım kalmıyordu. Şimdiyse evime dönmek için dakikaları sayıyorum, özellikle bugün zaman geçmek bilmedi.”

“İki hafta beraberiz,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bu iki hafta için nasıl bir plan hazırladın?”

“Her şeyi önceden planlama huyumu unutmamışsın.”

“Tabii ki unutmadım.”

“Birkaç gün sana Ankara’yı gezdireceğiz. Sen çocukken de birkaç kez gelmiştik ama o zamanlar gitmediğimiz yerlere gideriz; hazır mevsim kışken kayak yapmasak olmaz, eğer sen de istersen bir hafta sonu da Bolu’ya gideriz diye düşündüm.”

“Bolu mu?” diyen Gökhan’ın gözleri parladı. “Çok isterim. Bolu’yu çok seviyorum, çok da özledim.”

“O zaman rotamıza eklendi. Eskişehir’e de gidebiliriz diye düşündüm, üniversite zamanı gittin mi ya da gitmeyi ister misin?”

“Hayır, hiç gitmedim ama gezip görmek istediğim şehirlerden bir tanesi. İki günümüzü de oraya ayırabiliriz bence.”

“Çok güzel bir şehir, seveceğinden eminim. O zaman yarın hem Bolu’da hem de Eskişehir’de kalacak yer ayarlarım. Hande, Bolu’dan haberin var ama Eskişehir sana da uyar mı?”

“Sizinle birlikte olduktan sonra bana her yer uyar,” dedi Hande. Gülümsedi. “Nereye gitmek isterseniz oraya giderim.”

“Peki senin gitmek istediğin bir yer, yapmak istediğin bir şey var mı? Daha önce sorduğumda yok dedin ama şimdi aklına geldiyse veya gelirse söyle lütfen.”

“Aslında hazır Bolu’ya gideceğiz, Safranbolu’ya da gidebiliriz. Bolu’da yaşadığımız dönem gitmiştik ama üstünden çok uzun zaman geçti, yine gidip göresim var.”

“Benim de aklıma geldi,” dedi Gökhan. “Çocuk olduğum için net hatırlamıyorum, açıkçası ben de gidip görmek isterim.”

“O zaman üçüncü rotamız da Safranbolu,” dedi Göktuğ. Birkaç saniye susup kafasında bir tatil planlaması yaptı. “Bu hafta Ankara’yı gezer, Eskişehir’e gider, kayak yaparız; haftaya da Bolu ve Safranbolu’yu gezeriz. Birkaç oteli not etmiştim, yarın onlarla görüşüp rezervasyon yaptırırım.”

“Çok iyi olur.”

Gökhan saat 11’i geçene kadar ailesiyle oturup onlarla sohbet etti, ardından odasına çekilip Göksel’i görüntülü aradı. Göksel de odasındaydı, sarı pijamalarıyla yatağında oturuyordu.

“Selam,” dedi Göksel gülümseyerek. “Tam artık aramayacağını düşünüp uyumak üzereydim.”

“Bizimkilerle sohbet sardı,” diyen Gökhan da gülümsüyordu. “Selam balım, nasılsın?”

“Seni gördüm daha iyi oldum, sen nasılsın?”

“Bende de durumlar aynı. Bunu bir milyonuncu kez söyleyeceğim ama sarı sana çok yakışıyor.”

“Senin kadar yakışıyor mu?”

“Bak ya,” diyen Gökhan güldü. “Böyle aniden tatlı şeyler söylemene hastayım.”

“Çok hoşuna gidiyor değil mi?”

“Hem de nasıl.”

“Günün nasıldı? Neler yaptın?”

“Güzel ve elbette bol müzikli bir tren yolculuğu yaptım, babam gardan aldı ve beraber eve geçtik. Çankaya’da güzel ve sakin bir yerde oturuyorlar, burayı sevdim. Akşam boyunca beraberdik, bol bol sohbet edip birlikte vakit geçirdik. Onlar erken uyumaya alışkın olduğu için ve ben de seninle konuşup uyumayı planladığım için az önce odalarımıza çekildik.”

“Odan mı?” diyen Göksel şaşırmıştı. “Odan duruyor muymuş?”

“Hem de tüm eşyalarımla birlikte,” dedi Gökhan duygulu bir sesle. Uzanıp komodinin üzerindeki müzik kutusunu aldı. “Bak sana ne göstereceğim.”

Genç adam müzik kutusunu yüzüyle aynı hizaya getirip kadraja soktuğunda Göksel onun ne olduğunu hemen anladı. Gökhan ona bu müzik kutusundan bahsetmişti. Genç kadının yüzüne duygu dolu bir gülümseme yayıldı.

“Söylediklerine göre müzik kutusuna gözleri gibi bakmışlar,” dedi Gökhan. “Bu akşam bunu dinleyerek uyuyacağım.”

“Pamuk gibi oldum,” dedi Göksel ince bir sesle. “İyi ki saklamışlar. Peki odanı görebilir miyim?”

“Elbette. Hemen bir oda turu yapayım.”

Gökhan ona odasını gezdirirken Göksel de dikkatlice odayı inceledi. Genç kadın bundan yıllar öncesini, Gökhan’ın henüz bir çocuk ya da liseli bir ergen olduğu zamanlarda bu odada vakit geçirdiğini kafasında canlandırabiliyordu. Bu oda yaşanmışlıklarla doluydu ve bunu telefonun ucunda olmasına rağmen hissedebilmişti.

“Çok tatlı bir odan varmış,” dedi Göksel. “Tam bir erkek çocuğu odası.”

“Öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. Yeniden yatağına oturdu. “Artık yaşıma göre çocuksu kalıyor ama üç buçuk sene sonra burada kalacak olmak çok güzel, çok özel. Bu yaşananlar gerçek değil mi? Annemle babamla barıştım, onların yanına geldim, eski odamda kalıyorum. Tüm bunlar rüya değil, değil mi?”

“Hayır rüya değil, hepsi gerçek sevgilim.”

“Gerçek olamayacak kadar güzel geliyor.”

“Ama gerçek. Beraber çok daha güzel günler yaşayacağız.”

“Yaşayacağız. Kızım var ya ben seni harbiden çok seviyorum, öyle böyle değil bak. Bu iki hafta muhteşem geçecek ama seni deli gibi özleyeceğim.”

“İki hafta sonra görüşürüz, sen keyfine bak. Döndüğünde sana sıkı sıkıya sarılırım.”

“Bir de öpersin.”

“Öperim.”

“Nasıl öpersin? Anlatsana biraz.”

“Ellerimle saçlarını okşar, seni yavaşça ama tutkuyla öperim. Sonra ellerimi omuzlarına indirir, geniş omuzlarını okşarken de yüzünü öperim.”

“Alt tarafın saygı duruşuna geçtiği görünce de çığlığı basarsın değil mi? Şu an geçti mesela.”

“Gökhan!”

“Ne Gökhan be, ne Gökhan! Şöyle öperim böyle öperim diyorsun, tahrik olunca ben mi suçlu oluyorum?”

“Tahrik mi oluyorsun yoksa saygı duruşuna mı geçiyorsun acaba?”

“Seni saygıyla selamlıyoruz, yine de yaranamıyoruz be kızım.”

“Selamlıyoruz mu? Bu konuşma çok seviyesizleşmeye başladı, kapatıyorum.”

“Dur dur,” dedi Gökhan hemen. “Seninle erotik konuşma da yapılmıyor.”

“Buna erotik konuşma diyorsun yani?”

“Kafamda çok güzel konuşmalar var da işte henüz ortam oluşmadı. Bence duyman gereken konuşmalar, bu konu hakkında düşünmeni öneririm.”

“Eminim öyledir.”

“Duymak ister misin?”

“Sen yorulmadın mı ya? Yatıp uyusana.”

“Şu an dünyanın en enerjik insanıyım. Konu çok ilgimi çekti.”

“Orası çok açık,” dedi Göksel. Bir tutam saçını parmağına sardı. “Ama ikimizin de aile evinde olduğunu hatırlatmak isterim.”

“Tamam, iki hafta sonra bana gel. Yağız da yok, tekim.”

“Geceleri seninle konuşmak hiç mantıklı değil gerçekten. Aklın çok başka yerlere gidiyor.”

“Eee Yavuz Çetin ne demiş: Gece yarısı tüm hisler yüksekte / Gizemli bir dünya düşlerimde. Benimki de bu hesap işte.”

“Sana gizemli dünyanda mutluluklar canım, ben kapatıyorum. Sen de yatıp dinlen.”

“Hemen kaç, hemen.”

“Öpüyorum canım, kendine iyi bak.”

“Kaç bakalım Göksel Hanım, nasıl olsa yakalarım.”

“İyi geceler sevgilim, evdekilere selamlar.”

“Sen olmadan geceler iyi falan değil.”

“Şapşal,” dedi Göksel kıkırdayarak. “Çok tatlısın.”

“Şu an aklımdan geçenleri bir bilsen tatlı falan demezsin ama neyse. Seni daha fazla utandırmadan kapatayım.”

“Seni seviyorum biliyorsun değil mi? Seni öpme konusunda da ciddiyim.”

“Ben de seni seviyorum ve geniş omuzlarımı okşayarak beni öpmeni sabırsızlıkla bekliyorum.”

“Bekle bakalım. Hadi görüşürüz.”

“Görüşürüz bal peteğim.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra kasıklarına doğru baktı ve ofladı.

“Gece gece ne hâle getirdi beni,” diye söylenirken ayağa kalktı. “Sen de iki saniye rahat duramıyorsun değil mi?”

Kulağını kapıya yaslayan genç adam evi dinledi ama hiç ses duymadı. Annesiyle babası odalarına çekilmişti. Rahat bir nefes alıp kapıyı açtı ve hızlı adımlarla banyoya ilerledi.

***

Gökhan iki haftayı ailesiyle beraber dolu dolu geçirdi. Uygur ailesi Ankara dışında Eskişehir, Bolu ve Karabük’e gitti. Aralarında bir sorun olmadan, herhangi bir tartışma ya da kavga yaşamadan geçirdikleri bu iki hafta, ailecek geçirdikleri vakitler arasında en iyisiydi. Gökhan’ın döneceği gün hepsinin üzerinde bir burukluk olsa da Gökhan ilk fırsatta onları yine ziyaret edeceğini, artık bir ayağının da burada olduğunu söyleyerek onları teselli etti.

Gökhan, İstanbul’a döndüğü günün akşamı yol yorgunluğuyla derin ve uzun bir uyku uyudu. Ertesi gün saatler 11’e gelirken uyanan genç adamın aklında tek bir şey vardı:

Bu akşam Göksel’in ebeveynleriyle akşam yemeği yiyecekti.

Telefonunu eline alan Gökhan, kız arkadaşının yarım saat önce kendisine günaydın sevgilim diye mesaj attığını gördü ve ona cevap vermek yerine onu aramayı tercih etti.

“Günaydın Ankaralı,” dedi Göksel neşeli bir sesle. “Tam da tahmin ettiğim gibi ancak uyanabildin. Yol yordu değil mi?”

“Günaydın balım,” dedi Gökhan uykulu sesiyle. Göksel onun bu kalın ve boğuk ses tonunu çok seviyordu. “Hem yol hem de bu iki haftanın yorgunluğu üzerimdeydi, ancak uyanabildim.”

“Dinlenmiş hissediyor musun?”

“Hı hı, kendime geldim. Sen ne yapıyorsun?”

“Ben de salonda oturuyorum, kahvaltı hazırlamak için kendimde güç bulmaya çalışıyorum.”

“Bulursun bulursun,” diyen Gökhan esnedi. “Kalk da kendine şöyle mükellef bir kahvaltı hazırla.”

“Kahvaltı kısmı kolay da ben asıl akşam yemeği için heyecanlıyım. Nihayet benimkilerle tanışacaksın.”

“Bende heyecanın yanında inanılmaz bir gerginlik de var,” dedi Gökhan dürüstçe. “Umarım gerginlikten her şeyi elime yüzüme bulaştırmam.”

“Saçmalama,” dedi Göksel hemen. “Annem de babam da dünya tatlısı insanlardır, seni zaten seviyorlar ve bizzat tanıyınca daha çok seveceklerine eminim. Kendin ol yeter. O zaman benim sende gördüğüm şeyleri onlar da görecek.”

“Bak sen,” dedi Gökhan sırıtarak. “Bende ne görüyorsun?”

“Tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu görüyorum. Nezaketini, zarafetini, ince düşüncelerini; içtenliğini, dürüstlüğünü, samimiyetini görüyorum. Tüm bunları onlar da görecek.”

“Ve beni damatları olarak kabul edecekler. Seninle evlenip tüm hayatın boyunca yakandan düşmeyeyim de gör sen.”

Göksel kıkırdarken Gökhan da gülümsedi. Onun bu tatlı kıkırdamalarını onun için yazdığı ve albümüne koyacağı Gök Yüzlü isimli şarkısında kullanmayı düşünüyordu. Henüz Göksel’e bundan bahsetmemişti ama bahsedeceği zaman genç kadının çok sevineceğini ve duygulanacağını biliyordu.

“Kim kimin yakasından düşmez acaba?” dedi Göksel başını koltuğun arkasına yaslayıp. “Tek taraflı olmayacağı kesin.”

“Olmasın da zaten,” diyen Gökhan gülümsemeye devam ediyordu. “Akşam için ne giysem? Gömlek kot mu yapayım?”

“İş görüşmesine mi geliyorsun canım, ne gömleği? Rahat bir şeyler giy, canın ne isterse. Mesela boğazlı kazak giyebilirsin, sana çok yakıştırıyorum.”

“Hım,” dedi Gökhan kelimenin sonunu uzatarak. “Bir dolabımı karıştırayım.”

“Karıştır. Ben de kalkıp kahvaltı hazırlayayım, karnımı doyurayım. Sen de bir şeyler ye.”

“Tamam bir tanem, afiyet olsun.”

“Sana da sevgilim.”

Aynı vakitlerde kahvaltı eden iki genç günün geri kalanında da akşam yemeğine hazırlanmakla uğraştı. İkisi de duş aldı, giyeceği kıyafeti seçti, özenle hazırlandı. Göksel yemek yiyecekleri restorana arabayla geçecekti, Engin’le Güzin de işten çıkıp gelecekti.

Saatler akşam 7’yi geçerken Karaköy’deki restorana ilk varan Göksel oldu, genç kadından dakikalar sonra da Gökhan geldi. Göksel onu görünce ayağa kalktı, onun masada yalnız olduğunu gören Gökhan gülümsedi ve adımlarını hızlandırdı.

“Selam,” dedi Göksel de gülümseyerek. “Hoş geldin.”

“Selam balım,” dedi Gökhan. “Hoş buldum. Seni görünce hoş olmamak mümkün mü?” Elindeki bir buketi ona uzattı. “Bu sarı çiçekler senin için.”

“Beyazlar?”

“Onları da annene aldım. Henüz gelmediler değil mi? Gelince veririm.”

“Hayır, gelmediler. Çok incesin, teşekkür ederim.”

Göksel sarı çiçekleri alıp kokladıktan sonra masaya bıraktı ve erkek arkadaşına sarıldı. Kollarını onun beline saran Gökhan kollarını bir saniyeliğine sıktığında Göksel’den şaşkınlık belirten bir nida çıktı. Onun bu kadar güçlü olmasına hâlâ alışamamıştı.

“Seni çok özledim,” dedi Gökhan. Burnunu onun saçlarının arasına sokup kokusunu içine çekti. “Çiçek kokulu güzelliğim benim.”

Gökhan geri çekildikten sonra etrafına baktı, Engin ve Güzin’in hâlâ gelmediğine emin olduktan sonra Göksel’i dudaklarından öptü.

“Seninkiler gelmeden öpücüğü de kaptım,” dedi Gökhan. Gülümsedi. “Buna ihtiyacım vardı.”

“Benimkiler varken de öpebilirsin aslında,” dedi Göksel. “Bu yapacağın son şey olurdu ama öpebilirsin yani.”

“Bence yapamazdım bile, daha sana uzanamadan Engin amca beni cehennemin dibine gönderirdi.”

“Evlerden ırak,” dedi Göksel kıkırdayarak. Kapı tarafında bir hareketlilik fark edince bakışlarını oraya çevirdi ve restorandan içeri giren annesiyle babasını gördü. “Geldiler.”

Omzunun üstünden arkaya bakan Gökhan da onları gördü. Göksel’den biraz uzaklaşan genç adam vücudunu onlara çevirdi ve orta yaşlı çifti inceledi. Engin, Gökhan’dan biraz kısaydı ama geniş omuzları ve yapılı bir vücudu vardı; kumral saçları yer yer kırlaşmış, kırışıklıklar da yüzüne iyiden iyiye yerleşmişti. Masmavi gözleri yazın bronzluğunun tam olarak geçmediği yüzünde zekâyla parlıyor ve dost canlısı bakıyordu. Güzin’se Göksel gibi sapsarı saçları ve masmavi gözleri olan, kızıyla aynı boylarda olan ve Engin gibi yaşından daha genç görünen çok güzel bir kadındı. Onları kanlı canlı karşısında gören Gökhan, Göksel’in bu muhteşem genleri nereden aldığını daha iyi anladı.

“Merhaba,” dedi Gökhan onlara bir baş selamı vererek. “Hoş geldiniz.”

“Merhaba,” dedi Engin. O da bu süre zarfında Gökhan’ı incelemişti. “Hoş bulduk. Ben Engin.”

Engin, Gökhan’a elini uzatınca Gökhan onunla tokalaştı.

“Ben de Gökhan,” dedi. “Çok memnun oldum.”

“O memnuniyet bize ait.”

“Merhaba Gökhan,” dedi Güzin gülümseyerek. “Ben de Güzin. Tanışabildiğimiz için çok mutluyum.”

“Ben de öyle,” diyen Gökhan da gülümsedi. Rahatlamıştı. “Tanıştığıma çok memnun oldum.” Masadaki çiçekleri alıp Güzin’e uzattı. “Bunlar sizin için.”

“Teşekkür ederim, çok naziksin,” dedi Güzin çiçekleri alırken. Çiçekleri kokladığında gülümsemesi genişledi. “Mis gibi kokuyorlar. Tekrardan teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

“Tanışma faslı bittiyse hadi oturalım,” dedi Göksel. “Ayakta kalmayalım.”

“Oturalım tabii,” dedi Engin. Güzin’in oturması için sandalyesini çekti. “Siz ne zaman geldiniz? Çok bekletmedik umarım.”

“Hayır, bekletmediniz,” dedi Göksel. Annesinin karşısına, Gökhan’ın yanına oturdu. “Ben biraz önce geldim, benden biraz sonra da Gökhan geldi.”

“İyi bari, beklememişsiniz.”

Masaya gelen bir garson onlara, “Hoş geldiniz,” dedikten sonra elindeki menüleri hepsinin önüne bıraktı.

“Çok açım,” diyen Göksel menüyü incelemeye başlamıştı bile. “Kahvaltıyla duruyorum.”

“Öğleden sonra neden bir şeyler atıştırmadın bebeğim?” diye sordu Güzin.

“Aklıma gelmedi, akşam için hazırlanmakla meşguldüm.”

“Aç kalmana değmiş,” dedi Engin. “Muhteşem görünüyorsun. Çok güzel olmuşsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sizler için hazırlandım.”

Engin, kızı “sizler” derken en çok Gökhan’ı kastettiğini biliyordu, bir şey söylemedi ama ona anlamlı bir bakış attı. Ardından bakışlarını karşısında oturan Gökhan’a çevirdi.

“Sen nasılsın Gökhan?” diye sordu. “Nasıl gidiyor, neler yapıyorsun?”

“İyiyim, teşekkür ederim,” diye cevap verdi Gökhan. “Geçtiğimiz iki hafta Ankara’da, ailemin yanındaydım; İstanbul’a dün döndüm. Siz nasılsınız?”

“Sen de lütfen. İyiyim ben de, iş sonrası biraz yorgunluk var ama alışkınım. Ailen nasıl, onlar ne yapıyor?”

“Peki, sen derim. Ailem de iyi, keyifleri de sağlıkları da yerinde çok şükür. Babam benim için iki hafta izin kullandı, annem de ev hanımı olduğu için iki haftayı hep beraber geçirdik.”

“Ne güzel. Baban asker diye biliyorum, Göksel bahsetmişti.”

“Evet, yarbay. Bu arada hepinize selam söylediler.”

“Aleykümselam,” dedi Göksel hemen. “Sen de konuştuğunda selamlarımı ilet lütfen.”

“İletirim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Güzin abla sen nasılsın? Bu arada sen diyebilir miyim?”

“Çok memnun olurum,” dedi Güzin. “Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Açıkçası bu akşam yemeğini uzun zamandır bekliyorum. Seninle tanışabildiğimiz için mutluyum. Göksel senden çok bahsediyor.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. Ona göz kırptı. “Sizden de çok bahsediyor.”

“Yoksa dedikodumuzu mu yapıyorsun cimcime?” dedi Engin şefkatle gülümseyerek. “Arkamızdan neler söylüyorsun?”

“Aşk olsun,” dedi Göksel. “Ben öyle biri miyim? Sizin hakkınızda sadece güzel şeyler söylüyorum.”

“Biliyorum canım, latife ediyorum. Neyse siparişlerimizi verelim de latife etmeye sonra devam ederiz.”

Menüyü inceleyen dörtlü ne yiyeceklerine karar verdi ve siparişlerini verdi.

“Ankara nasıldı?” diye sordu Güzin. “Bu arada annenler neresinde oturuyor?”

“Çankaya’da oturuyorlar,” dedi Gökhan. “Ankara da güzeldi, çok soğuktu ama keyifli vakit geçirmeme engel olmadı. Ankara dışında bir dönem yaşadığımız Bolu’yu da ziyaret ettik, Safranbolu ve Eskişehir’e de gittik. Anlayacağınız bolca gezdik.”

“Çok iyi yapmışsınız. İstanbul’da okul ve iş arasında rutin bir hayatın vardı, o rutinden çıkıp farklı şeyler yapmak çok iyi gelmiştir.”

“Çok haklısın, gerçekten iyi geldi. Ailemle uzun süredir görüşmediğimizi bildiğinizi biliyorum, bunca zaman sonra eski sorunlarımız olmadan hep beraber vakit geçirmek de çok güzeldi.”

“Yepyeni bir başlangıç,” dedi onu dikkatle dinleyen Engin. “Senin üniversiteye başladığın seneden bu yana görüşmemişsiniz; bu zaman diliminde iki tarafın da olanları düşünmek, hatalarından ders çıkarmak için fazlasıyla vakti olmuştur.”

“Evet, oldu,” diye onayladı Gökhan. “Şu an hayatımın olduğu noktadan memnunum.”

“Senin adına sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu Güzin. “Göksel’in söylediğine göre bölüm ikincisiymişsin. Çok büyük bir başarı, tebrik ederim.”

“Teşekkürler,” dedi Gökhan biraz utanarak. “Konservatuvar okumak en büyük hayalim olunca ve bu hayalim gerçeğe dönüşünce çok çalıştığım bir üniversite süreci yaşadım. Müzik benim için nefes almak kadar hayati bir şey. Okul da çok iyi gidiyor, geçen dönem ortalamamı yükselttiğim için yazın yüksek onur öğrencisi olarak mezun olabileceğim.”

“İnanılmaz bir başarı, takdire şayan. Çok tebrik ederim.”

“Gerçekten de öyle,” dedi Engin. “Ben de tebrik ederim. Okul bittikten sonra ne yapmayı düşünüyorsun? Bir kariyer planlaması yaptın mı yoksa hâlâ kafanda net değil mi?”

“İkinize de teşekkür ederim,” diyen Gökhan gülümsedi. “Mezun olduktan sonra da yola müzikle devam edeceğim. Yarın stüdyoya giriyorum, uzun bir süredir üstünde çalıştığım albümümü kaydetmeye başlayacağım. Bu uzun bir süreç olacak, okul bittikten sonra da stüdyoda olmaya devam edeceğim. Şartlar ileride ne getirir bilinmez fakat şu an profesyonel olarak müzik yapmayı ve mekânlarda sahne almayı, bu şekilde para kazanmayı planlıyorum.”

“Albüm demek. Biraz ayrıntı vermek ister misin? Mesela hangi türde, teması ne, kaç şarkı var vesaire?”

“Öncelikle ilgin için teşekkür ederim. Rock ve blues dinleyerek büyümüş biri olarak albümüm de bu iki türün karışımı olacak. İsmi Gökhane, sözlerini ve bestesini benim yazdığım yedi şarkıdan ve benim için yeri büyük üç şarkının cover’ından oluşacak. Teması ev, aile ve insan ilişkileri. Gökhane tahmin edeceğin üzere kendi ismimden yola çıkarak uydurduğum bir kelime, albüm de bir o kadar kişisel bir albüm. Bu kadar kişisel şarkıları insanlarla paylaşabileceğimden emin değildim fakat Göksel bana bu konuda çok destek oldu, benim başka sanatçıların şarkılarıyla bağ kurduğum gibi diğer insanların da benim şarkılarımla bağ kuracağını söyledi ve bu bana güzel bir bakış açısı kazandırdı.”

Göksel gülümseyerek onun kolunu sıvazladığında Gökhan da ona gülümsedi.

“Kulağa çok ilgi çekici geliyor,” dedi Güzin. “Kendi deneyimlerinden yola çıkarak şarkılar yazman çok güzel, tabii bir o kadar da cesurca.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Müzik evrensel bir şey, ben de anlatacak şeyleri olan genç bir müzisyen olarak bu evrende kendime bir yer edinmeyi hedefliyorum.”

“Şarkıları dinlemeyi çok isteriz,” dedi Engin içten bir şekilde. “Çıkacağı zaman Göksel sayesinde haberimiz olur diye düşünüyorum.”

“Kesinlikle,” diyen Göksel sırıttı. “Sizi gelişmelerden haberdar edeceğime dair en ufak bir şüpheniz bile olmasın canım annemle babam.”

“Emin ol yok,” dedi Engin kızına bakarak. Ardından yeniden Gökhan’a döndü. “Her şey gönlünce olur umarım. Müzik sektörü gerçek bir kurtlar sofrası, tutunmak ve bir yerlere gelmek de zor ama umarım tüm bu süreç istediğin gibi olur.”

“Teşekkür ederim, çok naziksin,” dedi Gökhan duygu dolu bir sesle ve yüz ifadesiyle. “Aslında her sektör kurtlar sofrası, çalışma hayatı çok zorlayıcı ama dediğin gibi hem müzik hem de benzer sektörlerde bu olumsuzluklar daha fazla. Kendi hâlimde takılıp şarkılar yazmak, çıkarmak ve bir yandan da sahne alıp sevdiğim işi yapmak istiyorum. Maddi olarak zorlanırsam bu alanda eğitmen olarak çalışmaya da sıcak bakıyorum. Kendime esnek bir plan hazırladım, duruma göre bakacağım.”

“Bir B planın olması güzel ve gerekli,” dedi Güzin. “Herkesin bir B planı olmalı. Evet, istediğimiz işte çalışmak önemli fakat bazen istediğimiz şeyler bize yardımcı olmayabilir; böyle durumlarda bir B planı şart oluyor.”

“Kesinlikle aynı fikirdeyim. 18 yaşından beri çalışma hayatında olan biri olarak dünyayı, insanları, insan ilişkilerini tanımak için uzun vaktim oldu. Bazı insanlar dünyayı olduğundan da çirkin bir yer hâline getiriyor. Neyse canım, tatsız konulardan konuşmak için burada değiliz.”

“Haklısın. Ankara’da neler yaptın, bahsetmek ister misin?”

“Tabii ki,” diyen Gökhan onlara iki haftalık Ankara gezisini anlattı. Eskişehir, Bolu ve Karabük’e gittiklerinden; oralarda yaptıkları aktivitelerden bahsetti. Dinçerler onu ilgiyle dinlediler.

“Epey gezmişsiniz,” dedi Engin. “Bolu gerçekten de muhteşem bir yer, biz de birkaç kez ailecek kış tatiline gitmiştik.”

“İnanılmaz soğuktu ama insan içini sıcacık yapan aktiviteler yapınca soğuğu o kadar da dert etmiyor,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Yıllar sonra oraya gitmek, caddelerinde yürümek çok güzeldi.”

“Nostaljik olmuştur. Baban başka hangi şehirlerde görev yaptı?”

“Ben doğduğumda Elazığ’daymışız; sonrasında Aydın, Bayburt, Bolu, Kırşehir ve Kütahya’da bulunduk. Evlendikleri zaman, ben henüz yokken bir dönem de Urfa’da yaşamışlar.”

“Çok zor bir yaşam biçimi,” dedi Güzin. Suratı biraz asılmıştı. “Kalıcı bir evin yok, bundan bir sene sonra nerede olacağın meçhul; bunun yanında askerlik gibi çok zor bir mesleği yapıyorsun, psikolojini korumaya çalışırken bir yandan da aileni geçindirme kaygısı içindesin. Özellikle baban için çok yorucu olmuştur.”

“Evet, kesinlikle. Bunun o da farkında ve bu yüzden bu sene emekliliğini isteyecek, artık dinlenmek istiyor.”

“Öyle mi? Biz de bu sene emekli olmayı istiyoruz, yazın başvuru yapacağız.”

“Göksel bahsetmişti. Siz ne yapmayı planlıyorsunuz? Daha küçük bir şehre taşınma gibi planlarınız var mı?”

“Düşünüyoruz,” dedi Engin. “Göksel mezun olsun, güzel bir iş bulsun, kendi ayakları üzerinde dursun da sonrasında biz de kendimize bir rota çizeriz.”

“En mantıklısı,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “İkimiz de kendi hayatlarımızın temelini atacağız.”

“Bu süreçte cimcimeye her türlü desteği vermek için de yanında olacağız. Kendi yolunu bir bulsun da sonrasında biz de gönül rahatlığıyla emeklilik hayatımız için somut adımlar atarız.”

Göksel babasının elini tutup gülümsediğinde Engin diğer eliyle onun elini okşayıp gülümsedi.

“Size sahip olduğum için çok şanslıyım,” dedi Göksel. “Bu akşam burada olduğum için de çok mutluyum. En sevdiğim insanlarla bir arada olmak çok güzel.”

“O mutluluk hepimizde var,” dedi Güzin de gülümseyerek. “Güzel bir akşam.”

Siparişleri geldi.

“Herkese afiyet olsun,” dedi Göksel. “Karnım kazındığı için hemen yemeye başlıyorum.”

“Afiyet olsun bebeğim,” dedi Engin. “Hepimize afiyet olsun.”

Camlarından ışıl ışıl İstanbul manzarasının göründüğü restoranda afiyetle yemeklerini yediler. İçerisi çok kalabalık değildi, fonda da sakin şarkılar çalıyordu ve ortama daha hoş bir hava katıyordu.

“Burayı sevdin mi?” diye sordu Göksel.

“Çok sevdim,” diyen Gökhan bir anlığına camdan dışarısına baktı. “Manzarası çok güzel, yemeklerini de beğendim. Senden önce bu tarafları neredeyse hiç bilmezdim ama bana çok güzel yerler keşfettiriyorsun.”

“Daha çok yer var, zamanla oralara da gideriz.”

“Gidelim.”

“Karşıda oturduğun için genelde hep orada takılıyorsun değil mi?” diye sordu Güzin.

“Aynen,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Mesela Kadıköy’ü avcumun içi gibi bilirim, genelde de hep oradayım.”

“Senin gibi bir genç için çok ideal bir yer hâliyle,” dedi Engin. Gökhan’ın yüz ifadesi değişince açıklama ihtiyacı duydu: “Senin gibi derken genç olmanı vurguladım, başka bir şeyi kastetmedim.”

“Bir an korktum,” dedi Gökhan dürüstçe. “Nasıl bir gençmişim ki diyecektim. Rahatladım.”

“Onu bakışlarından anladım zaten. Bu arada tarzın tam bir Kadıköy genci tarzı. Küpeler, dövmeler, piercing falan.”

Güzin masanın altından eşinin bacağına vurdu ama Engin ona aldırış etmedi.

“Aslında Kadıköy’de binbir türlü insan var,” diye yanıt verdi Gökhan. “Tek bir tipleme oluşturmak doğru olmaz.”

“Genel bir kitlesi de var tabii,” dedi Engin. “Bu arada yanlış anlama; benim hiç sevmediğim bir tarz olduğunu kabul ediyorum ama senin sevmene saygım sonsuz, tarzını kendine yakıştırmışsın da. Mesela parmaklarındaki dövmeleri beğendim.”

Gökhan gergin bir nefes alırken Göksel masanın altından onun bacağına dokundu. Genç kadın babasının konuyu bir noktada Gökhan’ın tarzına getireceğini biliyordu. Beklediğinden geç getirmişti ama nihayetinde getirmişti.

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan. Mutluluktan uzak, gerginliğe yakın bir gülümseme takındı. “Şu an görünmeyen başka dövmelerim de var, ileride yenilerini de yaptırmayı düşünüyorum. Hoşuma gidiyor.”

Genç adam kazağının kolunu sıyırıp sağ bileğindeki dövmeyi gösterdi. Onun yanında oturan Göksel arkasına yaslanırken gülümsüyordu. Gökhan’ın kendi gibi davranmasını, olduğu kişiyi gizlemeden cesurca insanlara göstermesini seviyordu.

“Latince sanırım,” dedi dövmeye bakan Güzin. “Ne demek?”

Müzik ruhun gıdasıdır, yazıyor,” dedi Gökhan. Kazağın kolunu aşağı çekti. “Sol kolumda da gitar dövmesi var, boynumda da sol anahtarı var.”

“Tam da senden beklenecek dövmelermiş,” dedi Engin. “Göksel’in boynundaki sol anahtarının anlamı şimdi ortaya çıktı.”

“Gökhan’ın en sevdiğim dövmesi,” diye konuşmaya dahil oldu Göksel. “Ne yalan söyleyeyim çok özeniyordum, büyük bir müziksever de olunca dövmesini çaldım.”

Şu an onu öpmek için yanıp tutuşan Gökhan mevcut şartlar yüzünden sadece gülümsemekle yetindi.

“Sana da çok yakıştı,” dedi Gökhan. “Ayrı bir hava kattı.”

“Baba sen de yaptır bir dövme,” dedi Göksel babasına bakarak. “Fikrin kesin değişir.”

“Sus kız,” dedi Engin gözlerini biraz kısarak. “Bu yaştan sonra ne dövmesi yaptıracağım?”

“Dövme yaptırmanın yaşı mı olurmuş canım? Şu an aklıma güzel bir dövme fikri gelmedi ama bir şey bulunur. Mesela annemle evlilik yıl dönümünüzü yaptırabilirsiniz.”

“Bak ya, küçük cadının makarası olduk.”

“Aşk olsun, ben sadece fikir veriyorum.”

“Çok yaratıcı fikirlerini kendine sakla küçük hanım.”

“Sen bilirsin,” dedi Göksel omzunu silkerek. “Senin kaybın.”

Güzin’le Gökhan gülüyordu. Engin, Gökhan’a bakınca Gökhan gülmeyi bıraktı ve boğazını temizledi.

“Tatlı yer miyiz?” dedi Güzin. “Benim yiyesim geldi.”

“Yiyelim hayatım,” dedi Engin gülümseyerek. Az önce Gökhan’a ters bir bakış atan Engin’in eşiyle konuşurken bir anda 180 derece değişen tutumu Gökhan’ın yüzüne anlamlı bir gülümseme yayılmasına neden oldu. “Ne istiyorsun?”

Gökhan, Göksel’e baktığında Göksel’i kendisine bakarken buldu. Göksel ona göz kırptığında Gökhan da ona öpücük attı, bunun üzerine Göksel gözleriyle karşılarında oturan babasını işaret edip parmağıyla boynuna hayali bir kesik çizdi. Gökhan omzunu silktiğinde Göksel kıkırdadı.

“Siz yer misiniz çocuklar?” diye sordu Güzin.

“Olabilir,” dedi Göksel. “Hem ne demişler: Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.”

“Gökhan ya sen?”

“Ben de yerim,” dedi Gökhan. “Menüye bakalım.”

Tatlı siparişlerini verdiler.

“Babanın bu sene emekliye ayrılacağını söyledin,” dedi Engin karşısında oturan Gökhan’a bakarak. “Onlar ne yapacak? Yeniden beraber yaşamayı düşünüyor musunuz?”

“Hayır, onlar Urla’ya taşınmayı düşünüyorlar,” diye yanıtladı Gökhan. “Babam artık dinlenmek, huzur bulmak istediğinden bahsetti. Onlar da emekliye ayrılınca sahil kasabasına kaçanlardan olacaklar, ben daha buradayım ve uzun bir süre de burada olacağım gibi duruyor.”

“En güzelini yaparlar, biz de öyle yapmayı düşünüyoruz. Siz gençler iş için burada durmak zorundasınız, İstanbul bu konuda diğer şehirlerden daha çok fırsata sahip.”

“Evet, öyle ama ileride maddi kaygım olmazsa küçük bir yerde, bahçeli müstakil bir evde yaşamayı çok istiyorum. Evimde enstrümanlarımı çalma, şarkılarımı söyleme, kendi kendime müziğimi yapma fikri çok iyi hissettiriyor.”

“Sen de Göksel’in kafasındaymışsın,” diye bir yorumda bulundu Güzin. “Birlikte olmanıza şaşırmamalı. Biliyorsundur, Göksel İstanbul’u hiç sevmiyor ve buradan kaçmak için an kolluyor.”

“Sektörde kendime bir yer edinip kendi işlerimi yapmaya başlar başlamaz buradan kaçacağım,” dedi Göksel hiç tereddüt etmeden. “Küçük bir şehrin merkezinde yaşamaya bile razıyım, İstanbul’dan sonra orası bana tatil köyü gibi gelir zaten ama imkânım olursa denize yakın müstakil bir evde yaşamak isterim.”

Gökhan ona anlamlı bir bakış attı. Bundan yıllar sonra ikisini öyle bir evde görebiliyordu. Gökhan bahçede ev sakinlerine konser veriyordu; onu dinleyenler arasında Göksel, köpeği ve kedisi vardı. Biraz daha ilerisini düşününce sayı artıyordu, o gruba küçük çocuklar dahil oluyordu. Genç adamın gelecekten tek beklentisi buydu: Sevdiği işi yapmak ve sevdiği kadınla hayatı paylaşmak.

“Çok iyi yerlere geleceğine inanıyorum,” dedi Güzin. “Tüm bunların olmaması için hiçbir neden göremiyorum.”

“Çok tatlısın,” dedi Göksel ince bir sesle. “Umarım hepsi gerçek olur.”

“Olacak tabii bir tanem.”

Sipariş ettikleri tatlılar kısa sürede geldi. Tatlıları yerken Engin’le Güzin günlerinin nasıl geçtiğinden bahsettiler, Gökhan’a yaptıkları işi anlattılar. İkisi de uzun yıllardır çalıştıkları sektörde başarılı birer kariyer inşa etmişti, iyi yerlerde iyi işlerde çalışan bu karı kocayı Gökhan ilgiyle ve hayranlıkla dinledi. Göksel gibi bir kız çocuğu yetiştiren aileden daha azını beklemezdi.

“Örnek alınası kariyerler,” dedi Gökhan dürüstçe. “Hayran kaldım.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Güzin gülümseyerek. “Siz daha güzellerini yapın.”

“Yapacaklar tabii,” diyen Engin de gülümsüyordu. “Biz de göğsümüzü kabartarak izleriz.”

“Tatlılar da bittiğine göre yavaştan kalksak mı? Ne dersiniz gençler?”

“Olur,” dedi Göksel. Erkek arkadaşına baktı. “Sevgilim?”

“Kalkalım,” dedi Gökhan da. “Siz işten kalkıp geldiniz zaten, evinize gidip dinlenirsiniz. Hafta sonu akşamları sahnede olduğum için hafta içi görüşmek zorunda kaldık, lütfen kusura bakmayın.”

“Duymamış olalım,” dedi Güzin hemen. “İşten sonra size bir saat ayırmak bize zor gelmedi, aksine oldukça keyifli bir akşam geçirdik.”

“Bakarsın bir akşam da seni izlemeye geliriz,” dedi Engin, Gökhan’a bakarak. “Bizi kafede ağırlarsın.”

“Ne zaman isterseniz, her zaman beklerim,” dedi Gökhan. Keyifle gülümsedi. “Büyük bir memnuniyetle sizleri ağırlarım. Bu akşam için de teşekkür ederim, ben de çok keyifli vakit geçirdim ve sizlerle tanıştığıma çok memnun oldum.”

“O memnuniyet bize ait,” dedi Güzin. “Yine tekrarlarız.”

“Ne zaman isterseniz.”

“Ben hesabı ödeyeyim, sonra çıkalım,” dedi ayağa kalkan Engin. “Siz isterseniz çıkın, ben yetişirim.”

Göksel, Gökhan’a hesabı babasının ödeyeceğini söylemiş ve bu konuda Gökhan’ın ısrarcı davranmamasını rica etmişti. Gökhan bunu ileride mutlaka telafi edeceğini söyleyerek kabul etmişti.

“Tamam hayatım,” dedi Güzin. “Biz yavaştan çıkalım, sen de gelirsin.”

Güzin’le Göksel önden yürürken Gökhan onların arkasından yavaşça yürüdü. Bu esnada hesabı ödeyen Engin, Gökhan’a yetişti.

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan ona bakarak. “Kesene bereket.”

“Afiyet olsun oğlum,” dedi Engin. Bunu ağız alışkanlığıyla söylemişti. Fark ettiğinde bir anlığına durup Gökhan’a baktı, Gökhan da şaşırmıştı. Engin güldüğünde Gökhan da gülümsedi. “Hoşuna gitti bakıyorum.”

“Yani,” dedi Gökhan gülerek. “Ağız alışkanlığından söylediğini bilsem de hoşuma gitti.”

“Kızımı üzmediğin sürece sana oğlum diyebilirim, seni öz oğlumdan ayrı görmeyeceğimden de emin olabilirsin ama kızımı üzmediğin sürece kısmının altını çiziyorum.”

“Mesaj alındı. Ben de sana Engin ağabey diyebilir miyim?”

“Ağabey mi? Amcaya ne oldu?”

“O kadar yaşlı mıyım ben diye çıkışırsın diye düşündüm.”

“Serseri,” dedi Engin gülerek. Onun omzuna dokundu. “Baban yaşındayım hatta daha bile büyüğümdür; amca diyebilirsin, alınmam.”

“Tamam, Engin amca derim. Bu arada gerçekten büyüksün.”

“Tahmin etmesi zor değildi.”

Gülüştüler. Onların gülüştüğünü duyan Göksel’le Güzin onlara baktıktan sonra dönüp birbirlerine baktılar ve gülümsediler.

“Gökhan’ı sevdi,” dedi Güzin. Göz kırptı. “Hadi yine iyisiniz.”

“Benim sevgilim sevilmeyecek biri değildir,” dedi Göksel göğsünü kabartarak. “Sen de sevdin.”

“Sevdim, çok tatlı çocuk. Gerçekte fotoğraftakilerden daha yakışıklı, gülüşü de çok güzel.”

“Değil mi? Çok tatlı gülüyor.”

“Gözlerinden kalpler çıkıyor resmen.”

“Çok seviyorum.”

“Biliyorum, bu gece somut olarak da gördüm. Çok yakıştığınızı da belirtmeliyim.”

İncecik bir sesle, “Ya!” diyen Göksel annesinin koluna girdi. “Maşallah diyelim de nazar değmesin.”

“Maşallah maşallah.”

Restoranın olduğu binadan peş peşe çıktılar.

“Sen karşıya vapurla geçeceksin değil mi?” diye sordu Engin.

“Aynen,” diye onayladı Gökhan. “Karaköy’den binerim, sonra da otobüsle evime geçerim.”

“Varınca yazarsın,” dedi onun karşısında duran Göksel. “Kendine de dikkat et.”

“Yazarım balım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Aklın bende kalmasın.” Genç adam Güzin’le Engin’e baktı. “Tanıştığıma tekrardan çok memnun oldum, bu keyifli akşam için de çok teşekkür ederim. Yeniden görüşmek üzere.”

“Biz de çok memnun olduk Gökhan,” dedi Güzin. “Kendine iyi bak.”

“Bize eşlik ettiğin için teşekkür ederiz,” diyen Engin ona elini uzattı. “Kendine iyi bak Gökhan. Görüşürüz.”

Gökhan onunla tokalaşırken, “Görüşürüz,” dedi. “İyi akşamlar.”

“Arabayı üst sokağa park ettim,” diyen Göksel anahtarı babasına uzattı. “Siz geçin, ben de hemen geliyorum. Gökhan’ı yolcu edeyim.”

“Tamam,” dedi Engin. “Bekliyoruz.”

Engin’le Güzin üst sokağa ilerlerken Göksel de Gökhan’a döndü.

“Eee Gökhan Bey şimdi gerçek hislerinizi alalım,” dedi Göksel. “Nasıl bir akşamdı?”

“Ben her zaman gerçek hislerimi söylerim ve bu akşam onlara da dediğim gibi güzel bir akşamdı,” dedi Gökhan. “Keyifli vakit geçirdim. Annenle baban çok tatlı insanlar, senin gibi bir kız çocuğunu yetiştiren ebeveynlerden daha azını beklemezdim.”

“Onlar da seni sevdi, bundan emin olabilirsin. Birbirinizle anlaşmanıza o kadar sevindim ki anlatamam.”

“Baban biraz zorladı, zorlamaya devam da eder gibi ama sevdiğini ben de hissettim. Benim de bir kızım olsaydı ben de onun erkek arkadaşına aynı şekilde yaklaşırdım hatta daha sert bile olabilirdim.”

“Sen ve sert olmak? Hayatta inanmam.”

“Bir kız babası olursam o zaman görürsün.”

“Ha yani diyorsun ki kızın annesi sen olacağın için göreceksin zaten?”

“Aynen öyle diyorum.”

“Ben de seni öperim diyorum,” diyen Göksel kollarını onun ensesinde birleştirip erkek arkadaşına yaklaştı.

“Bir saniye,” deyip Engin’le Güzin’in gittiği yöne baktı Gökhan. “Baban bir şeyin arkasına saklanıp bizi gözetliyor mu diye kontrol etmem lazım yoksa az sonra üzerime uçabilir.”

“Babam bunu yapabilecek biri ama yanında annem var, izin vermemiştir.”

“Zaten görünmüyor,” diyen Gökhan yeniden kız arkadaşına baktı. “Seni rahatça öpebilirim.”

Çok kalabalık bir sokak değildi ama onlar öpüşürken sokaktan geçen insanlar vardı, hiçbirine aldırış etmeden birkaç saniye boyunca buna devam ettiler.

“İşte tüm akşam onun için beklediğim an,” dedi burnunu Göksel’in burnuna yaslayan Gökhan. Onun dudaklarına küçük bir buse kondurdu. “Yarın stüdyoya geliyorsun değil mi?”

“Sorduğun soru mu şimdi?” dedi Göksel. “Elbette geliyorum, orada olacağım.”

“Çok heyecanlıyım.”

“Heyecanlı olmakta haklısın, bu çok büyük bir gün.”

“Öyle. İple çekiyorum.”

“Ben de. O zaman yarın görüşürüz.”

“Görüşürüz balım. Ailenle berabersin ama sen de eve varınca yaz.”

“Yazarım sevgilim. İyi akşamlar.”

“Sana da.”

Gökhan Karaköy iskelesine gitmek için yokuş aşağı yürürken Göksel de bir üst sokağa gitmek için yokuş yukarı tırmanmaya başladı. İkisinin de sokak lambalarının aydınlattığı yüzlerinde geniş birer gülümseme vardı.

Göksel üst sokağa çıktığında annesiyle babasının arabayı bulduğunu ve arabaya oturduğunu gördü. O da arka koltuğa oturdu.

“Nasıldı?” diye sordu genç kadın gövdesini iki koltuğun arasından öne uzatıp. “Gökhan’ı sevdiniz mi?”

“Tatlı çocuk,” dedi Güzin ona bakarak. “Çok saygılı, kibar. Ben sevdim.”

“Öyledir sevgilim. Baba ya sen?”

“Yaralı bir çocuk,” dedi Engin. Onun bu yorumu Güzin’le Göksel’i şaşırttı. “Ailesiyle barışmış ama ayrı olarak geçen yılların onu dönüştürdüğü bir kişiliği var. Özellikle baba figürüne karşı bir çekingenliği var, benden çekinmesinin temel nedeni de bu bence. İyi, temiz, saygılı bir çocuk ama içinde yaralı bir taraf da var. Her çocuğun takdir edilmeye ihtiyacı var demiştim, Gökhan takdir edilmemiş bir çocuk ve bunun yarasını muhtemelen hep taşıyacak. Bunun dışında dediğim gibi iyi, temiz, saygılı bir çocuk; eli yüzü de düzgün, yakışıklı.”

“Her çocukluk biraz yara demek değil midir zaten?” diye sordu Göksel duygulu bir sesle. “Ben zorbalığa uğramıştım, Gökhan’sa takdir edilmemişti ama günün sonunda ikimiz de yaşadığımız kötü şeylerin aksine iyi insanlar olmayı ve en önemlisi kibar olmayı öğrendik. Gökhan gerçekten derin birisi, onun bu tarafını seviyorum.”

“Haklısın güzel kızım, her çocukluk biraz yara demektir. Gökhan iyi bir çocuk, onu gerçekten seviyorsun ve onun da seni gerçekten sevdiği, sana değer verdiği anlaşılıyor. Sizin adınıza sevindim, biraz kıskanmış da olabilirim ama sevindim.”

“Çocukluğumun ve hayatımın en güzel parçası, en büyük şansımsınız,” diyen Göksel önce babasının, sonra da annesinin yanağını öptü. “Hadi evimize gidelim.”

*** 

Ertesi gün Gökhan’ın hayatındaki en önemli günlerden biriydi. Genç müzisyen üniversiteye başladığından beri üzerinde çalıştığı, onun için bir sürü şarkı ve beste yazdığı ilk albümü Gökhane için stüdyoya giriyordu. Gökhan gece heyecandan çok uyuyamadı, sabaha karşı uykuya daldı ve sadece birkaç saat sonra uyandı; buna rağmen ne uykulu ne de yorgun hissediyordu, aksine oldukça dinçti.

Gökhan kahvaltı edip hazırlandıktan sonra öğle vakti evden çıktı. Otobüsle Kadıköy iskelesine gittikten sonra karşıya da vapurla geçti. Vapurdan Karaköy iskelesinde inip caddeye yürüdü. Göksel onu cadde üzerinden alacaktı ve genç çift Şişli’deki stüdyoya beraber geçecekti.

Gökhan, Göksel’i sadece birkaç dakika bekledi. Beyaz Hyundai önünde durunca hemen arabaya atladı.

“Selam,” dedi Göksel gülümseyerek. “N’aber?”

“Selam balım,” diyen Gökhan onu öptü. “Heyecandan yerimde duramıyorum, içim kıpır kıpır.”

“Orası belli oluyor,” deyip kıkırdadı Göksel. “Elektro gitarını mı getirdin?”

“Canavar olmadan olmaz,” dedi Gökhan. Çantayı arka koltuğa uzunlamasına koydu. “Sen nasılsın?”

“Ben de senin gibi çok heyecanlıyım. Kameralarımı getirdim, bugün bir sürü fotoğraf çekmek istiyorum.”

“Senin için kaçırılmayacak bir fotoğraf çekimi fırsatı tabii.”

“Aynen öyle. Çocuklarla konuştun mu, onlar neredeymiş?”

“Barış stüdyoda, Harun da yolda.”

Harun, Gökhan’ın çellist arkadaşıydı. Gökhan, Gökhane Sakinleri’nde çellonun da olmasını istiyordu, Harun’la iletişime geçerek albümünde kendisiyle beraber çalışmasını teklif etmişti ve Harun da bunu büyük bir sevinç ve memnuniyetle kabul etmişti. Gökhan çelloyu şarkının içine yedirme işini Harun’la beraber yapacak, bu konuda onun bilgi ve deneyimlerinden yardım alacaktı.

Genç çift dakikalar sonra Şişli’deki stüdyoya vardı. Gökhan zile bastıktan sadece saniyeler sonra stüdyonun kapısı açıldı ve Kerem göründü.

“Kerem?” dedi Gökhan şaşkınlıkla. “Senin ne işin var burada?”

“Sürpriz!” dedi Kerem gülümseyerek. “Dostum için bu kadar önemli bir günde onun yanından başka bir yerde olamazdım, kalkıp geldim. Hoş geldiniz gençler, buyurun içeri gelin.”

“Sen var ya bir tanesin,” dedi Gökhan gülerek. “Gel sana bir sarılayım kardeşim benim.”

Gökhan ve Kerem sıkı sıkıya sarılırken Göksel de onlara gülümseyerek baktı.

“Nasılsın?” diye sordu Gökhan. “Görüşmeyeli epey oldu.”

“İyiyim, biraz da heyecanlıyım hâliyle,” dedi Kerem. “Dediğin gibi görüşmeyeli epey oldu, Barış’la iletişime geçip kaçta başlayacağınızı öğrendim ve soluğu burada aldım. Hem seninle vakit geçirmiş olurum hem de destek olurum işte.”

“Ayaklarına sağlık kardeşim, iyi ki geldin. Ben de inanılmaz heyecanlıyım ama seni burada görmek çok iyi geldi.”

“Adamsın,” diyen Kerem, Göksel’e döndü. “Merhaba Göksel.”

“Selam,” dedi Göksel gülümseyerek. “N’aber?”

“İyiyim, senden n’aber?”

“Ben de iyiyim. Seni gördüğüme sevindim.”

“Ben de öyle.”

“Hoş geldiniz gençler,” dedi onların yanına ilerleyen Barış. “Kapıda kalmayın, içeri gelin.”

Hep beraber stüdyonun içine girdiler. Stüdyo haftalar önce geldikleri gibiydi, hiçbir değişiklik yoktu.

“Nasılsınız?” diye sordu Barış. “Nasıl gidiyor?”

“Heyecandan yerimde duramıyorum,” dedi Gökhan. “Ciddi ciddi stüdyoya giriyorum lan, albümümü kaydedeceğim. Hâlâ inanamıyorum.”

“İnansan iyi olur çünkü bu yaşanıyor,” dedi Barış gülerek. “Tatlı heyecanlar bunlar, biraz sonra alışırsın.”

“Ben de öyle düşünüyorum. Harun henüz gelmemiş anlaşılan.”

“Az önce aradı, otobüsten inmiş. Birazdan gelir.”

“Güzel. Sen nasılsın?”

“Gayet iyiyim, senden heyecanlı olmayayım ama ben de heyecanlıyım. Seninle çalışmak muhteşem bir deneyim olacak.”

“Eyvallah kardeşim, seninle çalışmak da öyle olacak.”

Zil çaldı.

“Aha Harun da geldi,” diyen Barış kapıya ilerledi. “Ekip tamam.”

Barış kapıyı açtığında sırtındaki büyük çello çantasıyla Harun göründü. Herkesin burada olduğunu gören Harun gülümsedi.

“Selam gençler,” dedi Harun içeri girerken.

“Merhaba kardeşim,” dedi Gökhan. “Hoş geldin.”

“Hoş buldum, siz de hoş geldiniz.”

Harun ve Gökhan birbirine sarıldı.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel, Harun; Harun, Göksel.”

“Merhaba,” diyen Göksel ona elini uzattı. “Memnun oldum.”

“Merhaba,” deyip onunla tokalaştı Harun. “Ben de memnun oldum Göksel. Nihayet tanışabildik, seni Gökhan’ın hesabında çok sık görüyordum.”

Göksel, Gökhan’a bakıp gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi.

“Gökhan senden bahsetmişti,” dedi Göksel. “Çello çaldığını duyunca çok ilgimi çekmişti çünkü çok sevdiğim bir enstrümandır.”

“Çello candır,” dedi Harun gülümseyerek. “Benimkini inceleyebilirsin.”

“Teşekkür ederim.”

Gökhan arkadaşlarıyla konuşurken Göksel de duvarda asılı olan bir akustik gitarı alıp koltuğa oturdu. Gökhan’la yazdan beri devam eden gitar dersleri sayesinde gitar çalmayı öğrenmişti, bu süreçte gitar olarak Gökhan’ın ona ödünç verdiği klasik gitarını çalıyor ve pratiklerini bu gitarda yapıyordu. Sol elinin parmaklarını klavyeye, sağ elinin parmaklarını da tellere yerleştiren genç kadın gitarı çalmaya başladı. Göksel’in gitar çalmayı öğrenme yolculuğunda ortaya koyduğu büyük çaba ve ona gitar çalmayı öğreten kişinin Gökhan gibi bir gitar dehası olması genç kadına kısa sürede çok yol kat ettirmişti.

Duyduğu tanıdık melodi Gökhan’ın Göksel’e bakmasına neden oldu. Göksel, Giderdi Hoşuma’yı çalıyordu. Gökhan’dan ona öğretmesini istediği ilk şarkılardan biri bu şarkıydı.

“Göksel’le stüdyoya gelmek parlak bir fikir değildi sanırım,” dedi Gökhan arkadaşlarına dönüp. “Daha ilk dakikadan dikkatimi dağıttı. Çaldığı şarkıya bakın, bu kız beni öldürecek.”

“Bu şarkıyı çalmayı öğrendim,” dedi onu duyan Göksel. “Çalmayayım mı?”

“Çal tabii bal peteğim, Gök Yüzlüm,” dedi ona ilerleyen Gökhan. “Ben dikkatimi toplarım, sen tatlı canın ne istiyorsa onu çal.”

“Emin misin?”

“Eminim tabii balım.”

Gökhan onu başının tepesinden öperken kokusunu da içine çekti.

“Biliyor musun?” diye sordu Göksel. “Gökhane Sakinleri’ni öğrenmeye çalışıyorum.”

“Ne yapıyorsun, ne yapıyorsun?” dedi Gökhan şaşırarak. “Notalarını nereden buldun?”

“Evinden. Yağız notaları benim için taba dönüştürdü, malum bende nota bilgisi yok ama tab üzerinden öğrenmeye çalışıyorum.”

“Ben en iyisi bir oturayım,” diyen Gökhan koltukta onun yanına oturdu. “Gökhane Sakinleri’ne çalışıyorsun demek, benim şarkıma.”

“Hı hı. O şarkıyı ne kadar sevdiğimi biliyorsun, öğrenmesi de çok keyifli.”

“Çalmak ister misin? Ben duymayı çok isterim.”

“Denerim.”

Göksel şarkının nakaratının bestesini çalmaya başladığında Gökhan’la beraber diğerleri de onu dikkatle dinliyordu. Göksel henüz öğrenme aşamasında olduğu için besteyi normalinden daha yavaş bir hızda çaldı ve umduğu gibi herhangi bir hata yapmadı.

Erkekler onu alkışladığında Göksel utangaçça gülümsedi. “Teşekkür ederim,” dedi genç kadın. “Sağ olun.”

Gökhan onun yanağına kocaman bir öpücük kondurduktan sonra, “Sana çok âşığım,” diye fısıldadı onun kulağına. “O kadar âşığım ki aşkımın büyüklüğünü tahmin bile edemezsin. Nâzım’ın dediği gibi: Tavanı kadar sokağın ve dibi kadar cehennemin.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan onun yanağını yeniden öptü.

Gök Yüzlü şarkısını biliyorsun,” dedi Gökhan. Göksel başını salladı. “Şarkıyı sana yazdığımı da biliyorsun. Eğer sen de istersen şarkıda bu tatlı kıkırdamalarına yer vermek istiyorum, şarkının başında ve sonunda kullanmak istiyorum.”

“Gerçekten mi?” diye sordu Göksel ona dönerek. “Şarkıda benim gülüşüm mü olacak?”

“Eğer istersen evet.”

“Eğer istersem mi? Deli misin? Çok isterim.”

“İşte bu be! Bir gün kayıt odasına sen de girersin, kıkırdamalarını kaydederiz.”

“Nasıl olacak?”

“Doğal olmasını istiyorum, bu yüzden normal bir şekilde konuşup güleriz ve o sırada da mikrofon her şeyi kaydeder.”

“Mantıklı. Ay çok tatlı bir fikir, nasıl aklına geldi?”

“Aslında çok zor olmadı. Gök Yüzlü şarkısı hakkında düşünürken şarkıda seninle ilgili bir parça olmasını istedim ve aklıma direkt tatlı gülüşün geldi.”

“Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum.”

Göksel onu öpmeye başladığında diğerleri bakışlarını kaçırdı.

“Stüdyo aşk yuvasına dönüştü,” dedi Kerem. “Bu ikili yan yanayken burada albüm kaydetmek çok zor olacaktır.”

“Evet, bu yüzden ben de Elçin’le beraber gelmiyorum,” dedi Barış. “Şimdi ilk gün ama sonraki günlerde Göksel ne yazık ki aramızda olamayacak.”

“En iyisi.”

Göksel yavaşça geri çekildiğinde Gökhan gülümsedi.

“Çalışmaya başlamadan önce ihtiyacım olan öpücüğü de kaptığıma göre artık çalışmaya başlayabilirim,” dedi Gökhan. “Sen keyfine bak balım.”

“Hemen buradayım,” dedi Göksel. “Bol şans, kolay gelsin.”

“Teşekkür ederim.”

Ayağa kalkan Gökhan arkadaşlarının yanına ilerledi. “Harun sana notaları göstereyim,” diye konuşmaya başladı. “Gitarla çalıp melodiyi de dinletirim. Şarkıyı tanıman önemli, ona göre çello kısmını beraber hallederiz.”

“Çok iyi olur,” dedi Harun. “Sanki kendi albümümü kaydediyormuşum gibi heyecanlıyım valla. Yapalım şu işi beyler.”

İlerleyen dakikalarda Gökhan ona Gökhane Sakinleri’ni çaldı, notalarını gösterdi ve Harun da çellosundan aynı melodiyi çaldı. Barış’ın da dahil olmasıyla beraber şarkının müziği konusunda bir beyin fırtınası yapmaya başladılar. Bu esnada Kerem ve Göksel de kenarda sohbet etti, sohbetlerinin ana konusuysa gitar oldu.

“Bir iskelet çıkardık,” dedi Barış uzun dakikaların sonunda. “Gök şimdi şarkının ilk kaydını alalım, üzerinde çalışmaya başlayalım.”

“Olur,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Şaka maka o an gelip çattı, kayıt odasına gireceğim ve bana ait olan bir şarkıyı söyleyeceğim.”

“Zaman çabuk geçiyor değil mi? Ne zaman hazırsan o zaman başlarız.”

Koltuktan kalkan Göksel erkek arkadaşının yanına ilerledi.

“Sen kayıt odasındayken fotoğraflarını çekeceğim,” dedi Göksel. “Bu anlar ölümsüzleştirilmeyi hak ediyor.”

“Kesinlikle hak ediyorlar,” dedi Gökhan gülümseyerek. Onun ellerini tuttu. “Göksel benim evimin çatısı gerçekten de başıma yıkılmıştı, ben senelerce başımın üstünde bir enkazla yaşadım ama seni tanıdıktan sonra sen benim başımın üzerindeki enkazı kaldırıp bana gökyüzünü yeniden gösterdin, evimi yeniden gösterdin. Gökhane hiçbir zaman ev olmamıştı, ta ki sen hayatıma girene kadar.”

“Hayır, hayır beni ağlatamazsın,” dedi Göksel duygu dolu bir sesle. “Tüm bunlar çok kıymetli, şu an burada olmak çok kıymetli. Seninle gurur duyuyorum.”

“Şu an burada olman benim için de çok kıymetli. Ben ortamı daha fazla duygulandırmadan kayıt odasına geçsem iyi olacak. Bana şans dile.”

“Bol şans sevgilim.”

Gökhan onun yanından ayrıldıktan sonra Barış’la beraber kayıt odasının olduğu kısma ilerledi. Boğazını temizleyen Gökhan masanın üstünde duran ılık sudan da bir yudum içti.

“Bu ilk kayıt,” dedi Gökhan. “Denemek ve üzerinde çalışmak için. Asıl kaydı sonrasında alacağız.”

“Elbette,” dedi Barış hemen. “Bu daha ilk kayıt Gök, yolda attığımız ilk adım.”

Gökhan kayıt odasına girdiğinde diğerleri de camın öteki tarafında toplandı. Sandalyeye oturan Barış diğerlerinin anlamadığı birtakım şeyler yaptı, bu esnada Gökhan da ses açma egzersizlerini yaptı.

“Gök hazır mısın?” diye sordu Barış.

“Hazırım,” dedi Gökhan ve başparmağını havaya kaldırdı. “Gökhane Sakinleri’nin öyküsünü anlatma vakti geldi.”

Onun bu cümlesi herkesi gülümsetti, Gökhan da gülümsedi.

“O zaman derin bir nefes al, duruşunu düzelt,” diyen Barış parmağını kayıt tuşuna uzattı. “Başlıyoruz.”

 

7 AY SONRA 

Eylül 2023

Perdenin arasından sızıp Göksel’in gözlerine düşen güneş ışıkları genç kadını uyandırdı. Genç kadın elini yüzüne siper ederken gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Biraz kendine geldiğinde başını sola çevirdi. Gökhan yanında uyuyordu. Vücudunu erkek arkadaşına çeviren Göksel kolunu başının altına yerleştirdi ve gülümseyerek Gökhan’ı izlemeye başladı. Gökhan’ın yüzü sağ omzuna, Göksel’in olduğu tarafa doğru düşmüştü; sağ eliyse çıplak göğsünün üzerinde duruyordu ve yüzünde saf bir huzur ifadesi vardı. Ona uzanan Göksel dudaklarını erkek arkadaşının yanağına bastırdı. Bu öpücük Gökhan’ı uyandırmaya yetti. Gözleri uyuşukça aralanan genç adam gülümsedi.

“Günaydın sevgilim,” diye fısıldadı Göksel.

“Günaydın balım,” dedi Gökhan boğuk bir sesle. “Saat kaç?”

“Bilmem. Güneş beni uyandırdı, ben de seni uyandırayım dedim.”

“Ben de Güneş tarafından uyandırıldım yani,” dedi Gökhan gülerek. Ona doğru dönüp kız arkadaşına baktı. Onun dağınık sarı saçlarına, uyku mahmuru gözlerine, şişmiş dudaklarına, üstündeki kendi tişörtüne baktı. Dün geceyi hatırladı, genişçe gülümsedi. “Güne bu güzel yüzle başlamayı çok seviyorum.”

“Ben de,” diye fısıldayan Göksel ona yaklaştı. “Günaydın öpücüğü?”

“Lütfen.”

Öpüşmeye başladıklarında Göksel onun üstüne çıktı, Gökhan da kollarını kız arkadaşının ince beline sarıp onu kendi yüzüyle aynı hizaya getirdi. Göksel’in eli onun boynu, omzu, göğsü arasında gezinirken Gökhan da bir eliyle onun çıplak bacağını, diğer eliyle de saçlarını okşuyordu. İkisinin aklında da yine sevişmek vardı ama evin üçüncü sakini onlarla aynı fikirde değildi.

Duydukları havlama sesiyle dudakları ayrıldı ve ikisi de aynı anda gülümsedi.

“Bulut?” derken Göksel’i nazikçe üstünden indirdi Gökhan. “Gel oğlum.”

İsmine hayat veren beyaz bir kürkü olan Bulut yatağa atlayıp Göksel’le Gökhan’ın yanına ilerledi. Kuyruğunu hızlıca sallayan beş aylık yavru köpek Gökhan’a sırnaştığında Gökhan onu sevgiyle kucakladı.

“Günaydın oğlum,” dedi onun başını şefkatle okşayan Gökhan. “Sessizce uyanmamızı beklemişsin yine. Aferin sana.”

Yavru köpek tatlı bir ses çıkardığında Gökhan onun iki gözünün ortasını öptü. Bulut’u sahipleneli bir buçuk ay olmuştu, Gökhan’ın bir arkadaşının köpeği dört yavru doğurmuştu ve yavrular biraz büyüyünce Gökhan da bir tanesini sahiplenmişti.

“Günaydın anneciğim,” dedi Göksel. Elini Bulut’a uzattı. “Gel biraz da ben seveyim.”

Bulut, Gökhan’a iyice sırnaştığında Gökhan bir kahkaha patlattı.

“Beni istiyor,” dedi Gökhan. Bulut’un kendisine ne kadar düşkün olduğunu biliyordu, o da Bulut’a çok düşkündü. “Sen çok babacı bir çocuksun biliyorsun değil mi?”

Bulut havladığında Gökhan’la Göksel gülüştü.

“Onay cevabını da aldığımıza göre konu kapanmıştır,” dedi Göksel. Bulut’un başını okşadı. “Hadi kahvaltı edelim.”

Kahvaltıyı duyan Bulut kalktığında Gökhan’la Göksel kahkaha attılar.

“Yemek lafını duyunca ben de böyle oluyorum,” dedi Göksel gülerek. “Bir anda canlanıyorum.”

“Al benden de o kadar,” deyip doğruldu Gökhan. “Bu arada saat kaç? Alarm sesi duymadığımıza göre ya alarmdan erken uyandık ya da alarm çaldı fakat duymadık.”

“Biz duymasak Bulut duyardı ve bizi uyandırırdı.”

“Doğru, o da var.”

Gökhan telefonundan saate bakınca saatin 07.55 olduğunu gördü. Alarmın çalmasına beş dakika vardı. Bu kadar erken kalkmalarının nedeni bugün Gökhane Sakinleri şarkısı için klip çekimine başlıyor olmalarıydı. Klibin senaryosunu Gökhan’la Göksel birlikte yazmıştı, çekimini ise Göksel, Akın ve Sinem yapacaktı. Klip çekimlerinin bir kısmı için bir stüdyo kiralamışlardı, bugün ve yarın orada çekim yapacaklardı.

“Sekize beş var,” dedi Gökhan. “İyi, vaktimiz var.”

“O zaman ben çabucak bir duş alayım,” diyen Göksel ayağa kalktı. Gökhan onu aceleci olmayan bakışlarla süzdü. Genç kadının üstünde iç çamaşırıyla Gökhan’ın tişörtü dışında hiçbir şey yoktu. “Sen de Bulut’la ilgilenirsin.”

“Aslında ben de duş alabilirim,” dedi Gökhan. Gülümsedi. “Beraber yıkanırsak zaman ve su tasarrufu yapmış oluruz.”

“Ağza bak ağza, çekimleri de başkaları yapar artık.”

“Benim aklımda daha güzel sahneler var.”

“Bulut baban yine delirdi,” dedi Göksel yavru köpeğe bakarak. Adını duyan Bulut da ona baktı. “Şu azgın tekeyi alıp buradan gider misin oğlum?” Yeniden Gökhan’a döndü. “Çocuğun tuvaleti gelmiştir, karnı da açtır.”

“Babalık sorumlulukları beklemez, haklısın,” diyen Gökhan yataktan kalktı. Yere atlayan Bulut onun bacaklarına tırmanmaya çalışırken kuyruğunu da hızlıca sallıyordu. “Sen çok babacı ve kucakçı bir çocuksun. Gel bakayım buraya.”

Bulut’u kucağına alan Gökhan onu birkaç kez öptü, Bulut da onun yüzünü yalamaya başladı.

“Oh sabah bakımını da ayaküstü hallettin,” dedi Göksel gülerek. “Böyle bakımı en iyi salonda yaptıramazsın.”

“Bol salyalı,” deyip Bulut’u yüzünden çekti Gökhan. “Ben Bulut’u bahçeye çıkarayım.”

“Tamam sevgilim, ben de duştayım.”

Yatak odasından çıkan Gökhan kucağındaki Bulut’la mutfağa ilerledi. Gökhan bahçe kapısını açınca Bulut tuvaletini yapmak için hemen dışarı koştu, bu sırada Gökhan da onun kabına mama doldurdu ve su kabındaki suyu tazeledi. Bu bahçe katındaki eve Yağız’la beraber bir ay önce taşınmışlardı, bu evin önceki evlerinden bir fazla odası vardı ve o odayı da stüdyo olarak kullanıyorlardı.

Bulut kısa sürede geri döndü ve Gökhan’ın kabına döktüğü kuru mamasını iştahla yemeye başladı. Tezgâha yaslanan Gökhan gülümseyerek onu izledi, mama yerken çıkan kıtırtı seslerini dinledi. Kendini gerçekten de bir baba gibi hissediyordu. Sorumlulukları çok fazlaydı fakat Gökhan hepsini büyük bir sevgiyle yapıyor, Bulut’la ilgilenmekten büyük keyif alıyordu.

Göksel ebeveyn banyosundaki banyodan çıktığı esnada Gökhan da evdeki diğer banyoda duşa girmişti. Üstüne mavi elbisesini giyen genç kadın saçlarını da tarayıp kuruması için açık bıraktı. Mutfağa girdiğinde Bulut’u yemek yerken buldu.

“Afiyet olsun oğlum,” deyip onun başını okşadı. “Ben de babayla bana kahvaltı hazırlayayım.”

Göksel kahvaltı için peynirli omlet yaptı, çay demledi ve domatesle salatalık doğradı. Göksel’in omleti tabaklara koyduğu sırada mutfağa giren Gökhan ona sessizce yaklaştı ve kız arkadaşına arkadan sarıldı.

“Ne güzel kokutmuşsun,” dedi Gökhan. Onun şakağını öptükten sonra Göksel’in yaptığı peynirli omlete baktı. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hadi yiyelim.”

Kahvaltı ederken her zamanki gibi Bulut onlara salça oldu, yedikleri her şeyi yemek istedi. Bunu bilen Göksel omleti biraz fazla yapmıştı.

“Al bakalım hıyar canavarı,” diyen Gökhan bir dilim salatalığı Bulut’a verdi. Bulut salatalığı çiğnemeden yuttu. “Bir köpek hıyarı neden bu kadar sever? Tipe bak, bıraksak dolaptaki tüm salatalıkları yiyecek.”

“Bir daha hıyar desene,” dedi Göksel gülerek. “Çok hissederek söylüyorsun. Sanki birine hakaret ediyormuşsun gibi.”

“Ağız dolusu söyleyince güzel oluyor. Hıyar!”

Onlar gülüşürken Bulut da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama Gökhan ona bir dilim salatalık daha uzatınca, her şeyi boş verip salatalığı midesine indirdi.

Gırgır şamatayla kahvaltı ettikten sonra masayı beraber topladılar. Bulaşıkları makineye yerleştiren Gökhan tezgâhı silme işini yeni bitiren Göksel’i köşeye sıkıştırdı.

“Selam yavrum,” dedi Gökhan. “N’aber?”

“İyidir,” dedi Göksel gülümseyerek. “Senden n’aber?”

“Benden de iyidir. Aramızda kalsın, dün çok güzel bir gece geçirdim. Zımba gibiyim.”

“Deli,” dedi Göksel gülerek ve yavaşça onun omzuna vurdu. “Aramızda kalsın, ben de dün çok güzel bir gece geçirdim. Sabahtan beri de çok keyifli vakit geçiriyorum.”

Gökhan burnunu onun burnuna sürterken, “Ben de öyle,” diye fısıldadı. “Ölene kadar yaşamak istediğim hayat tam olarak böyle.”

Öpüşmeye başladılar. Birbirlerinin vücutlarına sevgi dolu dokunuşlar da bıraktılar ama birazdan çıkmaları gerektiğini bildikleri için masum dokunuşlardan ileri gitmediler.

“Ben ekipmanlarımı kontrol edeyim de çıkalım,” dedi Göksel. “Akın’ı da ararım.”

“Ben de benimkileri arayayım,” dedi Gökhan. “Ne yapmışlar bakalım.”

Arkadaşlarının da stüdyoya gitmek için evden çıktığını öğrenen genç çift evden ayrıldı. Arabayı ehliyetini yaz başında alan Gökhan kullandı. Stüdyo da Kadıköy’de olduğu için varmaları uzun sürmedi. Herkes stüdyoya gelmişti ama Gökhan’la Göksel’in önceliği ailesiyle beraber gelen Aras oldu.

Aras klipte Gökhan’ın küçüklüğünü oynayacaktı.

Klip yatakta yatan Aras’ın sahnesiyle başlıyordu. Küçük çocuk yatağına uzanıyor, komodinin üzerinde duran müzik kutusunu açıyor ve uykuya dalarken onu dinliyordu. Müzik kutusu Gökhan’ın kendi müzik kutusuydu, genç adam onu kullanmak istemişti. Kamera müzik kutusuna yaklaşıyordu ve bu sırada müzik kutusunun melodisi duruyor, şarkının müziği giriyordu. Sonraki sahnede piyano çalan Gökhan ve çello çalan Harun olacaktı, Gökhan şarkının girişini söyledikten sonra ikili şarkının piyano ve çello solosu kısmını çalacaktı. Sonraki sahneler Gökhan, Yağız ve Barış’ın tepede bulutlar, yıldızlar ve ışıklandırmalarla tasarlanmış stüdyo ortamında şarkıyı çalıp söylediği, daha sonra çekecekleri Gökhan’ın açık alanda gökyüzü altında şarkıyı söylediği ve gitar çaldığı ve boş bir odada tek başına olduğu sahnelerden oluşacaktı. Klibin sonunda Aras’ın odasına geri döneceklerdi, küçük çocuk uykuya dalmış olacaktı ve bir baba figürünü temsil eden Gökhan odaya girip müzik kutusunu kapatacaktı. Klibin kapanış kısmında kamera yavaşça yükselecek, odanın tavanı kadraja girecekti; son sahnede aslında tavanın olmadığı, odanın tepesinin açık olduğu görülecek ve yıldızlarla dolu bir gökyüzüyle klip sona erecekti.

“Hoş geldin Aras,” diyen Gökhan ona sarıldı. “Siz de hoş geldiniz Ferhat ağabey, Dilan abla. Nasılsınız?”

“Çok heyecanlıyız,” dedi Dilan dürüstçe. “Aras’ın da içi içine sığmıyor.”

“Ben de çok heyecanlıyım,” dedi Gökhan, Aras’a bakarak. Şefkatle onun saçlarını okşadı. “Ama bu işi halledeceğiz.”

“Halledeceğiz,” dedi Aras yumruğunu sıkarak. “Kaç gecedir yatağımda prova yapıyorum.”

“Aferin sana.”

Gökhan’la Göksel arkadaşlarının yanına ilerledi. Yağız, Barış, Akın ve Sinem de buradaydı.

“Selam Gök,” dedi Akın. “Biz alanı düzenledik ama değiştirmek istediğin bir şey olursa kafana göre takıl.”

“Selamlar,” diyen Göksel onlara sarıldı. “Sahne gayet iyi görünüyor, ışıklara bir bakarız.”

“İstediğiniz gibi çok aydınlık değil,” dedi Sinem. “Bence Gökhanları yerlerine alıp son düzenlemeleri ona göre yapalım. Sen de makinenin başına geçip ekrandaki görüntüyü ayarlarsın, olur mu?”

“Olur. O zaman beyler sizi yerlerinize alalım.”

Stüdyonun kapısı açılınca Gökhan o tarafa baktı ve Doğuş’un içeri girdiğini gördü. Doğuş uzun süre Parça Kafe’de garsonluk yapan Gökhan’ın yakın arkadaşlarından biriydi. Bu albüm sürecinden haberi vardı, Gökhan’a klip çekimlerine gelip gelemeyeceğini sorduğunda Gökhan gelmesinden çok mutlu olacağını söylemişti.

“Doğuş!” dedi Gökhan elini kaldırarak. “Buradayız.”

Onu fark eden Doğuş gülümseyerek onun yanına ilerledi ve Gökhan’a sarıldı.

“Hoş geldin,” dedi Gökhan. “Nasılsın?”

“Hoş buldum Gök,” dedi Doğuş enerjik bir sesle. “Seni gördüm daha iyi oldum, sen nasılsın? Burayı halletmişsiniz bile.”

“Ben de seni gördüm çok daha iyi oldum. Burayı da hallettik sayılır evet, ne zamandır şu sahneyle uğraşıyoruz.”

“Emeklerinize değmiş, çok iyi duruyor.”

“Eyvallah kardeşim. Seni bizimkilerle tanıştırayım. Göksel’i tanıyorsun zaten, Yağız’ı da tanıyorsun, çok şaşırtıcı ama Barış’ı da tanıyorsun.”

Gülüştüler.

“Onu da tanıyorum,” dedi Doğuş, Sinem’i işaret ederek. “Göksel’le beraber kafeye gelmişlerdi ama adını bilmiyorum.”

“Sinem,” diye kendini tanıttı Sinem.

“Memnun oldum.”

“Ben de öyle.”

“O zaman bir tek Akın kaldı,” dedi Gökhan. “Akın, Göksel’le Sinem’in üniversitede sınıf arkadaşıydı ve şu an hepsi meslektaş. Klibi üçü çekecek. Doğuş da Parça Kafe’de tanıştığım çok tatlı bir dostum, kafeden ayrılıp başka bir yerde işe girerek beni sattı ama nihayet istediği sektörde çalışabildiği için onun adına çok mutluyum.”

“Ne mezunuydun?” diye sordu Göksel.

“Halkla İlişkiler ve Reklamcılık,” diye yanıtladı Doğuş. “Artık bir reklam ajansında çalışıyorum.”

“Çok iyi. Hayırlı olsun, adına sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

Gökhan, Yağız ve Barış tepesinde bulutlarla yıldızların olduğu sahneye geçerken Göksel de yönetmen koltuğuna oturdu ve önündeki ekrana baktı.

“Nasıl çıkıyoruz?” diye sordu Yağız ve yine ortamdaki herkesi güldürdü.

“Bir spot direkt senin üstüne düşmeli,” dedi Göksel. Bakışlarını ekrandan alıp sahneye çevirdi. “Spot derken spotun ışığı, yanlış anlaşılma olmasın. Sonra spotun kafama düşüp beynimi yarmasını istiyorsun diye bana trip atma.”

“Niyetini nasıl da açıkça belli ediyorsun. Yazıklar olsun.”

“Al işte,” dedi Göksel gülerek. “Goygoyun zamanı değil, burada bir klip çekeceğiz.”

“Benimle her an goygoy için ideal bir zamandır canım, daha öğrenemedin mi?”

“Biri Sarp’ı arasın, işi gücü bırakıp buraya gelmesi ve bateriyi çalması gerek.”

Yağız şaşkınlıktan ağzını açınca Göksel omuz silkti.

“Hain!” dedi Yağız. “Bunun gerçekleşmesi için cesedimi çiğnemen gerekir. Gökhan sevgiline bir şey söyle.”

“Seni çok seviyorum,” dedi Gökhan, Göksel’e bakarak. Ona öpücük attı. “Bal peteğim benim.”

“Bir şey derken onu mu kastettim lan? Bu şartlar altında bateri falan çalamam ben, istifa ediyorum.”

“Dur dur. Sen olmadan biz bir hiçiz, sensiz bu işi yapamayız.”

“Ha şöyle, bana bunlarla gel.”

Stüdyonun içinden kahkaha sesleri yükseldi.

“Önce sizin sahnelerin çekimini izlemekle çok iyi yapıyorum gerçekten,” dedi Aras. “Heyecanım ve gerginliğim bayağı azaldı.”

“Bu ortamda heyecanlı ve gergin kalman mümkün değil, inan bana,” dedi Gökhan gülerek. “Bu kadar gırgır şamata yeter, vakit nakittir. Son işleri de halledip çekime başlayalım hadi.”

Akın ve Sinem stüdyodaki teknik ekiple ışıkları ayarlarken Göksel de kameraları ayarladı. Onlar karınca gibi çalışırken kenarda ailesiyle beraber oturan Aras da bilgisayar ekranındaki albüm kapağına bakıyordu.

Gökhane albümünün kapağına.

Albümün fotoğraf çekimini elbette ki Göksel yapmıştı. Gökhan’la beraber fotoğraf çekimi için kırsal bir alan ve gökyüzünün masmavi olduğu bir günü seçmişlerdi. Kapaktaki fotoğrafta Gökhan başını sola çevirmişti, arkasında ise birkaç bulutun olduğu masmavi engin gökyüzü vardı ve fotoğrafı biraz aşağıdan çeken Göksel fotoğrafta istediği sonsuz mavilik görüntüsünü başarıyla yakalamıştı. Kapağın üst kısmında alt alta Gökhane ve Gökhan Uygur yazıyordu. Arka kapaktaki fotoğraftaysa Gökhan çiçeklerin üzerinde oturup gitar çalıyordu, Göksel onu yine biraz aşağıdan çekmiş ve gökyüzünü de kadraja almıştı. Gökhan kapağın biraz sağında duruyordu, sol taraftaysa albümün şarkı listesi yer alıyordu. Gökhane’nin şarkı listesi şu şekildeydi:

 

1.       Gökhane Sakinleri

2.       Güneşin Külleri

3.       Ay Tutulması

4.       Bulutlar Ülkesi

5.       Yıldızlar Yatağı

6.       Gök Yüzlü

7.       Gezegenler Sahnesi

 

Sözleri ve besteleri tamamen Gökhan’a ait olan, prodüksiyonunu da yine Gökhan’ın yaptığı bu yedi şarkı albümün orijinal parçalarıydı. Gökhane Sakinleri, Güneşin Külleri ve Ay Tutulması şarkılarını ailesine yazmıştı; Bulutlar Ülkesi şarkısını ona yeniden bir ev veren en yakın arkadaşına, biricik dostu Yağız’a yazmıştı; Yıldızlar Yatağı ve Gök Yüzlü Göksel’e yazdığı aşk şarkılarıydı; Gezegenler Sahnesi ise İstanbul’daki hayatı hakkında yazdığı ve diğer yakın arkadaşları Kerem, Barış, Sarp ve Kuzey’e atıflarda bulunduğu bir şarkıydı. Bunların yanında Gökhan albüme kendisi için anlamı çok büyük olan üç şarkının cover’ını da koymuştu.

 

Bodrum Kat | Bonus Parçalar

8.       Yavuz Çetin, Oyuncak Dünya (Cover)

9.       Duman, Elimdeki Saz Yeter Canıma (Cover)

10.   Batuhan Mutlugil, Sürgün (Cover)

 

Bu kısma bodrum kat demesinin nedeni bir ev yapılırken önce temelinden başlanırdı ve temele en yakın olan yer bodrum katıydı. Gökhan’sa bundan ilham alarak bu kısma bodrum kat demiş, onun evinin temellerinin hemen bu katın altında olduğunu ifade etmişti.

Eğer bodrum katı olmasaydı Gökhane de olmazdı.

Dakikalar sonra tüm hazırlıklar bittiğinde artık klibi çekmek için hazırlardı. Gökhan elektro gitarıyla sahnenin ortasındaki yerini alırken Barış da bas gitarla onun soluna geçti, Yağız da sahnenin sağında baterinin başında oturuyordu. Akın ve Sinem hareketli kameradan sorumluydu, Göksel’se ana kameradan çekim yapacaktı.

“Hazır mısın sevgilim?” diye sordu Göksel.

“Hazırım,” diye onayladı Gökhan. Arkadaşlarına baktı. “Beyler ya siz?”

İkisi de, “Hazırım,” dedi.

“Hepimiz hazırız,” dedi Gökhan. “Başlayabiliriz.”

Göksel başını salladıktan sonra koltuğa oturup kameranın başına geçti. Bir eli deklanşöre basmak için hazırda beklerken diğer elini de üç parmağı havada kalacak şekilde yukarı kaldırdı ve geriye doğru saydı:

“Üç, iki, bir, kayıt.”

 

SON

TEŞEKKÜRLER

14 Mart 2021’de ilk tohumları zihnime düşen, hızlıca filizlenen ve 19 Mart 2021’de kurgu daha tam oturmamışken yazmaya başladığım, beni çok heyecanlandıran bir kurguydu Kadrajdaki Dünyalar. 3 Temmuz 2022’de ilk bölümünü internet üzerinden yayımladığımda bunun muhteşem bir yolculuk olacağını biliyordum, nitekim öyle de oldu. Yazarken yeri geldi kahkahalarla güldüm, yeri geldi hıçkırarak ağladım ve şunu rahatça söyleyebilirim ki her bir satırını hissederek yazdım. Umarım okur da her satırını hissederek okumuş, kitabın son cümlesini okuduğunda benim hissettiğim o sıcaklığı da hissetmiştir.

Teşekkürlerin en büyüğü biricik dostum Özlem’e. Kurgudan ona bahsettiğim ilk andan beri bana ve kurguya inandı, sonsuz destek verdi ve yayımlamam konusunda beni cesaretlendirdi. Bana, kurguya ve Göksel’e, Gökhan’a ve diğer tüm kahramanlara inandığı için, her yeni bölüm sonunda bana attığı ses kayıtlarıyla devam etmem için ihtiyacım olan desteği verdiği için kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Kurgu daha iki üç bölümden ibaretken kurguyu okuyan, kurguyu ne kadar sevdiğini belirten ve kesinlikle devamını yazmam gerektiğini söyleyen Kadrajdaki Dünyalar’ın ilk okuru canım dostum Mihriban’a da çok teşekkür ediyorum. Belki de o olmasaydı ben bu kitabı tozlu raflara kaldıracak, kim bilir belki bir daha yüzüne bile bakmayacaktım.

Yazarlığımı her zaman takdir eden, ben bazen kendime inanmasam bile bana her zaman inanan ve ne olursa olsun yazmaya devam etmem gerektiğini söyleyen; Kadrajdaki Dünyalar olmasa bile diğer eserlerimi okuyup bana dünya tatlısı yorumlar yapan güzel dostum Yağmur’a da çok teşekkür ederim. Sen sadece arkadaşının eserlerini okudun ama onları okumak için zaman ayırman, bana kalemim ve hayal gücüm hakkında güzel şeyler söylemen benim için dünyalar kadar anlam ifade ediyordu.

Bir diğer teşekkürümü de yazmak hakkında uzun ve keyifli sohbetler ettiğim, bu konuda beni anladığını çok iyi bildiğim ve her zaman ortak paydada buluştuğum canım Numan’a etmek istiyorum. Kendi sitemdeki eserlerimin altına yazdığın o tatlı cümlelerin benim için ne kadar anlam ifade ettiğini tahmin bile edemezsin.

Ve son olarak okuyan, tepki veren, Kadrajdaki Dünyalar ve diğer eserlerim için bir şekilde benimle iletişime geçip destek olan tüm okurlarıma teşekkür ederim. Bu serüven sizlerle çok daha güzel oldu, daha büyük anlamlar kazandı.

Kadrajdaki Dünyalar bitti ama daha yazacak çok şeyim, anlatacak çok öyküm var. Onların zamanı geldiğinde yeniden satırlarda buluşmak dileğiyle.

İyi ki varsınız, hep var olun.

Ve bugün 9 Temmuz, Gökhan Uygur'un doğum günü. İyi ki doğdun, iyi ki önce zihnimde sonra da satırlarımda var oldun Gökhan. Her göğe baktığımda orada olduğunu bileceğim.

Sevgilerimle,

Eylem Öykü Özdemir ya da kısaca EÖÖ.

Bölüm Fotoğrafları: Marie Line Robin, Markus Spiske, Keith Wako, Eric Jo

]]>
Sun, 09 Jul 2023 13:30:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 29. Kare: Bir Aile Portresi https://edebiyatblog.com/kd-29kare-bir-aile-portresi https://edebiyatblog.com/kd-29kare-bir-aile-portresi Bölüm fotoğrafı: Rakicevic Nenad

Önceki akşam

Ankara’da havanın kasvet koktuğu günlerden biriydi. Gökyüzü öylesine bulutluydu ki değil yıldızları görmek, Ay’ı görmek bile mümkün değildi. Pencerenin önündeki sandalyede oturan Göktuğ Uygur kahverengi gözlerini karanlık gökyüzünde gezdirdikten sonra bakışlarını evlerinin önündeki caddeye çevirdi. Cadde her zamanki gibi hareketliydi, araçlarla yayaların nabzı bu akşam da yüksekti.

Göktuğ’un telefonu çalmaya başlayınca orta yaşlı adam düşüncelere dalmış olduğu için bir an irkildi. Telefonunun seslide olduğunu bile bilmiyordu. Sesin nereden geldiğini anlamak için bakışlarını salonun içinde gezdirdi ve telefonunun koltuğun üstünde olduğunu gördü. Sandalyeden kalkıp koltuğa yürüdü. Ekranı aşağıda kalan telefonunu eline aldığında arayanın yeğeni Aykut olduğunu gördü.

“Efendim Aykut?” diye açtı telefonu.

“Yarın akşam Gökhan sınıf arkadaşlarıyla beraber sahne alacak,” diye hemen konuya girdi Aykut. “Aslında bunu o gün mesajlaştığımızda söylemişti ama sana söylemedim çünkü bilmeye hakkın olmadığını düşündüm. Ona yaşattığınız bunca şeyden sonra, aradan geçen bunca zamandan sonra; siz de o da kendi yolunda ilerlerken ve hayatını bir şekilde rayına oturtmuşken her şeyin bu şekilde kalması gerektiğini düşündüm ama çok geçmeden buna karar verecek kişinin ben olmadığını anladım. Ona yaşattığınız hiçbir şeyi hak etmiyordu. Eğer ondan özür dileyecek ve sil baştan bir başlangıç yapmak için şans isteyecekseniz Gökhan yarın Fatih’teki ana kampüste sahne alacak, onu orada bulabilirsiniz. Sizin nefret ettiğiniz, onunsa âşık olduğu şeyi yaparken onu izleyebilirsiniz, cesaret ederseniz onun karşısına da çıkabilirsiniz.”

Göktuğ duydukları karşısında şoke oldu. Aykut’la iletişime geçip ondan Gökhan’a mesaj atmasını, hayatının nasıl gittiğini öğrenmesini o istemişti. Gökhan’ın hayatında her şeyin yolunda gittiğini öğrenen Aykut’sa bunu bozmak istememiş, Göktuğ’a yalan söyleyerek Gökhan’ın kendisiyle pek konuşmadığını, kişisel hiçbir şey paylaşmadığını ve konuşmayı çok kısa tuttuğunu belirtmişti. Bu bilgi Göktuğ’un cesaretini kırmış ve onun yine kabuğuna çekilmesine neden olmuştu.

“Yarın mı?” diye sordu Göktuğ. “Yarın akşam?”

“Yarın akşam,” diye onayladı Aykut. “Ana kampüste olacaklar. Etkinliğin ayrıntılarını bilmiyorum ama onu da siz öğrenirsiniz artık. Muhtemelen kültür merkezinde olacaktır, Gökhan salonda olacağını söyledi.”

“Orasını ben öğrenirim.”

“Gökhan’ın hayatında şu an her şey yolunda gidiyor. Onunla yakın değilim ama onunla beraber büyüdük sayılır, altın gibi bir kalbi olduğunu biliyorum ve bunlara dayanarak birkaç çift laf etmek istiyorum. Eğer işleri iyice sarpa sardıracaksanız, üç buçuk sene sonra ona ikinci bir travma yaşatacaksanız ve onun olduğu kişiye saygı duymayıp onu yine bir ağaç gibi yontmaya çalışacaksanız sakın karşısına çıkmayın. Şu an Gökhan’ın çok iyi arkadaşları var, hayalindeki bölümde okuyan oldukça başarılı bir müzisyen ve hayatı beraber paylaştığı, çok da sevdiği bir kız arkadaşı var. Eğer beceremeyeceğinize dair en ufak bir şüpheniz varsa sakın oraya gitmeyin. Şu an sana saygısızlık yaptığımı düşünme, sana akıl da vermeye çalışmıyorum; sadece bir evlat olarak kendimi Gökhan’ın yerine koyuyor ve onun yerinde olsaydım ne isterdim diye düşünerek konuşuyorum. Bana tüm bu şeyleri yaşatan ailem yıllar sonra karşıma çıkacak olsaydı onlarla sil baştan güzel bir başlangıç yapmak isterdim, aynı şeyleri tekrardan yaşamak değil.”

“Oğlumu çok özledim Aykut. Ona çok korkunç şeyler yaşattığımı biliyorum ama kendime de çok korkunç şeyler yaşattım. Artık korkunç şeyler yaşamak istemiyorum, özlemin beni yiyip bitirmesini istemiyorum, sessiz ve ruhsuz bir evde yaşamak istemiyorum. Yarın akşam Fatih’teki ana kampüste dedin. Orada olacağız.”

“Umarım hiçbir şey için çok geç kalmamışsınızdır. Bunu yürekten diliyorum dayı. Hepiniz için ama en çok da Gökhan için her zaman en iyisini dilerim.”

“Sağ ol Aykut, teşekkür ederim.”

“Teşekkür etmene gerek yok, sadece söylediğime pişman etme yeter.”

“Etmeyeceğimden emin olabilirsin.”

“Emin olmayı isterim. İyi akşamlar dayı.”

“İyi akşamlar.”

Göktuğ telefonu kapatınca bir adım sesi duydu. Başını çevirdiğinde salonun kapısında duran eşini gördü. Hande Uygur’un yüzündeki şaşkın ifadeden onun konuşulanları duyduğunu anladı.

“Aykut’la konuştum,” dedi Göktuğ. “Gökhan yarın akşam sınıf arkadaşlarıyla bir konser verecekmiş, Fatih’teki ana kampüste olacaklar—”

Hande onun boynuna sarıldığında Göktuğ’un cümlesi yarıda kesildi. Hande hüngür hüngür ağlamaya başladığında Göktuğ da kollarını yavaşça onun ince beline sardı.

“Göktuğ,” dedi Hande hıçkırıklarının arasından. “Onu çok özledim.”

“Ben de çok özledim,” diye cevapladı Göktuğ. Kendini daha fazla tutamamış, o da ağlamaya başlamıştı. “Gidip oğlumuza kavuşalım.”

“Kavuşalım. Yarın işten erken çıkarsın, biz de hemen gideriz. Konser tam olarak neredeymiş?”

“Bilmiyorum, Aykut da bilmiyor ama öğrenirim. Gökhan ona bir salonda olacağını söylemiş, muhtemelen kampüsün içindeki bir kültür merkezindedir. Duyurusu yapılmıştır.”

“Hemen öğren.” Hande geri çekilip onun yüzüne baktı. “Aykut Gökhan’la ne zaman konuşmuş? Neden haber vermedin?”

“Eğer bir sonuç çıkmazsa diye boşuna umutlanmanı istemedim. Aykut aslında Gökhan’a 6 Aralık’ta yazdı, Gökhan da ona bunları o gün söylemiş fakat Aykut bana söylemedi; bilmeye hakkımız olmadığını düşünmüş ama az önce arayıp söyledi işte. Buna karar verecek kişi olmadığını anlamış.”

“Ona gidelim Göktuğ, Gökhan’a gidelim.”

“Gideceğiz.”

“Bizi affeder mi? Ya yüzümüze bile bakmazsa? Ya bizden nefret ediyorsa? O zaman ne olacak?”

“Bilmiyorum,” dedi Göktuğ dürüstçe. “Ama şansımı denemek istiyorum. Eğer onun bizi istememesine dayanamayacağını düşünüyorsan gitmeyebiliriz.”

“Hayır hayır,” dedi Hande hemen. “Onun yokluğunu zaten yeterince yaşadık, bizi affetmesi ihtimaline tutunup oraya gideceğim. Üç buçuk sene oldu Göktuğ, koskoca üç buçuk sene.”

“Biliyorum,” diyen Göktuğ yutkundu. “Sen yarın bize birkaç eşya hazırlarsın, ben gelince yola çıkarız.”

“Konserin tam yerini, saatini öğren.”

“Merak etme, bu işin en kolay kısmı.”

Hande yeniden ona sarıldığında Göktuğ da kollarını yeniden onun beline sardı. Gökhan’ın gidişinden sonra araları her geçen gün açılan ve paylaştıkları şeyler gün geçtikçe azalan karı koca birbirine sarılmayalı aylar olmuştu. Uzun zamandır günleri sessiz kahvaltılarla, ruhsuz akşam yemekleriyle ve hafta sonları bile birlikte hiçbir şey yapmadan geçiyordu. Göktuğ’un zamanının çoğu askeriyede geçiyordu, Hande’yse çoğu zaman evde ev işleriyle uğraşıyordu. Aralarındaki iletişim o kadar zayıftı ki ikisi de Gökhan’ı çok özlemesine rağmen bunu birbirlerine söylememişti, ta ki bu önemli gelişmeye kadar.

“Onu tamamen unuttuğunu düşünüyordum,” diye itiraf etti Hande. “Sanki hiç var olmamış gibi hafızandan sildiğini düşünüyordum.”

“İnsan evladını nasıl unutabilir?” dedi Göktuğ onun saçlarını okşarken. “Gitmesinden sonra ona aylarca çok kızgın kaldım, ne hâli varsa görsün dedim, İstanbul’da beceremeyip bize geri döner sandım ama yanıldım, çok yanıldım. Hatalıydım Hande, ikimiz de hatalıydık; ona korkunç şeyler yaşattık, kendimize korkunç şeyler yaşattık, ailemize korkunç şeyler yaşattık. Biricik oğlumuzu elimizin tersiyle ittik resmen, ona gitmekten başka çare bırakmadık. Gökhan’a kızgınlığım geçince bize kızmaya başladım, sana ve bana. Birkaç ay da bu kızgınlıkla geçti. Sonra ne oldu biliyor musun? Kızgınlığın hiçbir işe yaramadığını öğrendim. Olan olmuştu, yaşananları geri alma şansımız yoktu. Sonra korkunç bir özlem duygusu hissettim, beni içten içe yemeye başladı ve zamanla da tüketmeye başladı. Gökhan’ı görmeliydim, onunla konuşup ondan özür dilemeli ve baştan başlamak için bir şans istemeliydim; bunu biliyordum. Aklıma Aykut gelince onu aradım, geçmişte Gökhan’la konuştuklarını biliyordum. Aykut, Gökhan’la iletişime geçmeyi kabul etti ve ona mesaj attı. O gün Gökhan’ın konuşmayı kısa kestiğini, onunla mesafeli konuştuğunu ve pek bir şey anlatmadığını söyledi; ben de inandım ve eğer Aykut’a bile mesafeli davranıyorsa bizim yüzümüze bile bakmaz diye düşündüm. Aykut az önce arayıp bana gerçeği söyledi, bu haberi verdi. Kendince Gökhan’ı korumak istemişti, haklıydı da. Ben artık oğlumu görmek istiyorum, eğer o da isterse yeniden bir aile olalım istiyorum Hande.”

Hande yeniden ağlamaya başladı. Eşinin boynunda birkaç dakika boyunca ağlayan Hande, teselliyi yirmi üç senedir evli olduğu Göktuğ’un kollarında buldu. Göktuğ’sa sessizce birkaç damla gözyaşı döküp şefkatle onun saçlarını okşadı, yanında olduğunu hissettirdi. Yirmi üç senede sayısız şey paylaşmışlardı ama şu an paylaştıkları acı, pişmanlık, hüzün; aynı zamanda sevinç ve umut duyguları paylaştıkları en özel şeylerdendi.

“Aslında onu hiçbir zaman anlamadık,” dedi Hande yanağı Göktuğ’un omzuna yaslıyken. “Dinlemedik, düşüncelerini önemsemedik, görmezden geldik. Onun için her şeyin en iyisini bizim bildiğimizi düşündük ama yanıldık. Bu kadar şeyden sonra bizi affedebilecek mi Göktuğ?”

“Cevabını bilmiyorum ama affetmesini istediğimi çok iyi biliyorum,” dedi Göktuğ. “Cevabını yarın öğreneceğiz. Hadi ağlama artık, güzel şeyler düşün ki güzel şeyler olsun.”

Hande geri çekildiğinde Göktuğ onun ıslak yanaklarını nazikçe sildi ve karşısında duran bu yüze baktı. 47 yaşındaki Hande’nin yüzü kırışıklıklara ev sahipliği yapmaya başlayalı çok olmuştu, biraz dibi gelen saçlarındaki beyazların sayısı da çok fazlaydı. Hande artık genç bir kadın değildi ama hâlâ güzeldi, hâlâ Göktuğ’un görür görmez etkilendiği o kadındı, hâlâ daha sevdiği o kadındı.

“Güzel şeylerin olmasına çok ihtiyacım var,” dedi Hande de onun yüzüne bakarak. Ellerini yanaklarındaki Göktuğ’un ellerinin üzerine koydu. “Oğluma kavuşmaya çok ihtiyacım var.”

“Umuyorum ki kavuşacağız. İyi düşünelim.”

Yıllardır birbirinden uzak yatan çift, o gece birbirine sarılarak ve huzurla uyudu. Ertesi gün Göktuğ yine erkenden işe gitti. İşteyken İstanbul Üniversitesinin internet sitesinden konserin yerini ve saatini öğrenen Göktuğ, okulla da iletişime geçip bilgileri teyit etti. Konser saat 20.00’de, Aykut’un da tahmin ettiği gibi bir kültür merkezinde olacaktı. Bu işi de halleden Göktuğ öğleden sonra binbaşıyla konuştu.

“Bugün erken çıkacağım,” dedi Göktuğ. “Önümüzdeki hafta için izin alma durumum olabilir, sana haber veririm. Ben yokken burası sana emanet.”

“Tamam komutanım,” dedi binbaşı. Göktuğ’la yıllardır çalışmanın getirdiği samimiyetle sordu: “Her şey yolundadır umarım?”

“Yolunda. İstanbul’a gideceğim, duruma göre birkaç gün kalabilirim. Akşam orada olmam gerek, bu yüzden erken çıkacağım.”

“Son dakikada gelişen bir olay sanırım. Hiç bahsetmediniz.”

“Evet, dün gece kesinleşti. Ben şimdi çıkıyorum, gerisi sende.”

“Emredersiniz komutanım.”

Binbaşı ona asker selamı verdiğinde Göktuğ da ayağa kalkarak onu aynı şekilde selamladı. Binbaşı odadan çıktıktan sonra Göktuğ da şapkasını alarak odasından çıktı ve kapısını kilitledi. Şapkasını takan yarbay, uzun koridorun sonundaki çıkış kapısına doğru yürümeye başladığında adım sesleri koridorda yankılanmaya başladı. Kapıya yakın olan astları onu fark ettiğinde saygı duruşuna geçti.

“İyi günler asker,” dedi Göktuğ onların önünden geçerken.

“Sağ olun komutanım,” dedi ikisi de asker selamı vererek.

Göktuğ binadan çıktığında gökyüzüne baktı. Hava çok soğuktu fakat güneş yüzünü gösteriyordu. Gökte gördüğü güneş, Göktuğ’u umutlandırdı. Hava ne kadar soğuk olursa olsun güneş buradaydı, belki ısıtmıyordu ama aydınlatmaya devam ediyordu.

Kendi kendine gülümseyen yarbay bahçeye park ettiği arabasına ilerledi ve yakınlardaki bir müzik mağazasına sürdü. İçeri girdiğinde onu otuzlu yaşlarının sonundaki bir erkek satış danışmanı karşıladı.

“Hoş geldiniz,” dedi satış danışmanı gülümseyerek.

“Hoş buldum,” dedi Göktuğ. Etrafına şöyle bir baktı. Renk renk, marka marka gitarlar, kemanlar, çellolar ve daha nice enstrüman mağazanın içine yerleştirilmişti. “Klasik gitar almak istiyorum.”

“Elbette, aklınızda bir marka var mı?”

“Dürüst olmam gerekirse hiçbir fikrimin olmadığı bir alan ama kaliteli bir şeyler bakıyorum. Oğluma hediye alacağım.”

“Ne güzel,” dedi satış danışmanı gülümseyerek. “Oğlunuz kaç yaşında?”

“Yirmi bir. Konservatuvarda okuyor, son senesi.”

“Çok güzel, çok güzel,” dedi duyduklarından çok memnun kalan satış danışmanı. “Çok kaliteli modellerimiz var, isterseniz göstereyim. Oğlunuzun çok seveceğinden eminim.”

“Çok sevinirim.”

Göktuğ satış danışmanının tavsiyesiyle Fender marka bir klasik gitarda karar kıldı. Fender, Gökhan’ın en sevdiği markaydı ve elektro gitarı da Fender markaydı; Göktuğ bunları bilmiyordu ama bilmemesi bu durumu güzel bir tesadüf hâline dönüştürüyordu.

“Piyanoların fiyatları ne kadar?” diye sordu Göktuğ. “Oğlum piyano da çalıyor.”

“Milyon liralık kuyruklu piyanolar da var, birkaç bin liralık dijital piyanolar da var,” dedi satış danışmanı. “Tamamen bütçeye, istenilen sese göre değişiyor. Sizin oğlunuz konservatuvar öğrencisi olduğuna göre akustik piyano çalıyordur, bunun için de duvar piyanolarını önerebilirim ama fiyatları yüksektir.”

Göktuğ siyah bir duvar piyanosuna yaklaştı. Gökhan’ın piyano da çaldığını biliyordu fakat onu daha önce hiç dinlememişti. Gökhan lisedeyken de arkadaşlarıyla bir gösteri sergilemişti ama Göktuğ yoğun iş programını öne sürerek izlemeye gitmemişti, Hande de gitmemişti. Gökhan’ın müzik tutkusu onlara hep çocukça ve geçici bir heves gibi gelmişti, anlamsız gelmişti ama karı koca ne kadar yanıldıklarını artık çok iyi biliyordu.

“Piyano kısmını oğluma bırakacağım,” dedi Göktuğ. Başını çevirip yanında duran satış danışmanına baktı. “Kendisi ne isterse onu alırım. Şimdi gitarı alıp gideyim. Gitar için sağlam bir çanta da istiyorum.”

“Elbette,” dedi satış danışmanı gülümseyerek. “Oğlunuz sizin gibi bir ebeveyni olduğu için çok şanslı. Çocuklarının müziğe olan ilgisini görmezden gelen ve onlara asla destek olmayan o kadar ebeveyn var ki şaşırırsınız.”

Göktuğ bir yumrunun boğazına oturduğunu hissetti ve boğazını temizleme ihtiyacı duydu. Satış danışmanı onun da o ebeveynlerden biri olduğunu nereden bilebilirdi ki? Gökhan’a hiçbir zaman destek olmadığını, onun müziğe olan tutkusunu hep hor gördüğünü, ona hiç inancı olmadığını nereden bilebilirdi? Gökhan konservatuvar sınavlarına gireceğini söylediğinde gitarını parçaladığını, onu evi terk etmek ve kendi hayallerinin peşinden gitmek zorunda bıraktığını, üç buçuk senedir de görüşmediklerini nereden bilebilirdi? Söylediği bu iki cümlenin şu an onu paramparça ettiğini bilmediği gibi bunları da bilemezdi.

“Ödeme kısmına geçebiliriz,” dedi Göktuğ sadece. “Biraz acelem var.”

“Tabii ki, buyurun.”

Göktuğ gitarın ve çantanın fiyatını ödedi.

“Oğlunuzun güzel günlerde çalması dileklerimle,” dedi satış danışmanı. Gülümsedi. “Hayırlı olsun.”

“Her şey için çok teşekkür ederim,” dedi Göktuğ. Onunla tokalaştı. “İyi günler.”

“Asıl ben teşekkür ederim. Size de iyi günler.”

Satış danışmanı onu kapıya kadar geçirdi. Hemen mağazanın önüne bıraktığı arabasının arka kapısını açan Göktuğ, gitar çantasını arka koltuğa uzunlamasına koyduktan sonra şoför koltuğuna oturdu.

Üç buçuk sene önce bir gitarı paramparça etmişti, şimdiyse yepyeni bir tanesiyle Gökhan’ın yanına gidiyordu. Parçalanan gitarın yenisi alınabilirdi ama parçalanan bir kalbi yeniden kazanmak mümkün olacak mıydı? Bunun cevabını da öğrenmek üzereydi.

Göktuğ eve vardığında Hande’yi her şeyi hazırlamış bir şekilde kendisini beklerken buldu.

“Hoş geldin,” dedi Hande gülümseyerek. “Ben de seni bekliyordum.”

“Hoş buldum,” dedi Göktuğ. “Her şeyi hazırladın mı?”

“Hazırladım. Kıyafetten iç çamaşırına, bakım ürünlerine kadar her şeyi hallettim.”

“Ellerine sağlık. Bir elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştireyim, çıkalım. Sen böyle mi geleceksin?”

Hande, boyu dizlerinde biten ekose desenli bir elbise giymişti.

“Evet,” dedi Hande üzerine bakarak. “Olmamış mı?”

“Aksine, çok güzel olmuş,” diyen Göktuğ gülümsedi. “Çok şıksın.”

“Üç buçuk sene sonra oğlumuzun karşısına çıkacağımızı düşününce şık olmam gerektiğine karar verdim ve teşekkür ederim.”

“İyi düşünmüşsün. Ben de takım elbise giyeceğim.”

“Bunu tahmin ettiğim için beyaz gömleğinle lacivert takımını ütüledim, odada duruyor.”

“Her şeyi de düşünmüşsün. Teşekkür ederim, ellerine sağlık.”

“Rica ederim.”

Göktuğ da üstünü değiştirip hazırlanınca evden ayrıldılar. Göktuğ valizi bagaja koyarken Hande de ön koltuğa oturdu. Emniyet kemerini takarken arka koltuktaki gitar çantasını fark etti. Kemeri takmaktan vazgeçen Hande arka koltuğa uzandı ve elini çantanın sert yüzeyinde gezdirdi.

Göktuğ kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdu. Hande’nin gitarı fark ettiğini gördü.

“Dünyanın en mantıklı fikri olmadığını biliyorum ama ona yeni bir gitar almak istedim,” dedi Göktuğ. “Yüzümüze bile bakmama, bu gitarın varlığından da asla haberdar olmama ihtimali var ama aldım işte. Paramparça ettiğim ve yenisini alabileceğim tek şey gitarıydı, ben de aldım.”

“Çok iyi düşünmüşsün,” dedi Hande duygu dolu bir gülümsemeyle. “Markası ne?”

“Fender. Satış danışmanı çok popüler ve kaliteli bir marka olduğunu söyledi, zaten fiyatından da belli oluyordu.”

Fender mı? Gerçekten mi?”

“Evet, niye?”

“Gökhan’ın çok sevdiği bir markaydı. Elektro gitarlarının çok iyi olduğunu söylediğini hatırlıyorum, almayı çok istiyordu. Bir gün odasına girdiğimde onu markanın gitarlarına bakarken görmüştüm, o zaman söylemişti.”

“Gerçekten mi?” dedi Göktuğ şaşırarak.

“Gerçekten,” dedi Hande başını sallayıp. “Bilmiyor muydun?”

“Hayır. Onunla müzik hakkında hiç konuşmadık ki.”

“Benim de pek konuştuğum söylenemez zaten ama çok güzel bir tesadüf olmuş. Umutlu hissettim.”

“Şu an ben de öyle hissettim. Hadi gidip oğlumuza kavuşalım.”

Ankara’dan İstanbul’a yola çıkan Göktuğ ve Hande Uygur, İstanbul’a akşam yediyi geçe girdiler. Onları korkunç bir şehir içi trafiği karşıladı. Göktuğ köprüden gitmeyi düşünüyordu ama trafik bu hâldeyken ve vakitleri de oldukça azalmışken Avrasya Tüneli’ni kullanmak en mantıklısıydı.

“Trafik çok kötü,” dedi Hande telaşlı gözlerle etrafına bakarken. “Yetişebilecek miyiz?”

“Elbette yetişeceğiz,” dedi Göktuğ. “Tünelden geçeceğim, zaten navigasyon da oraya yönlendiriyor. Köprü tıkalı.”

“En kısa yol neresiyse oradan gidelim. Saat çok yaklaştı. Onu kaçırmak istemiyorum.”

“Kaçırmayacağız, rahatla lütfen.”

Tünelden karşıya geçen çift Fatih’e ulaştı, buradaki trafiği de atlatıp kampüse ulaştıklarında saatler sekizi birkaç dakika geçiyordu. Kültür merkezini bulan Göktuğ arabayı bulduğu ilk boş yere park etti.

“Hadi inelim,” dedi Hande emniyet kemerini açıp. “Gösteri başlamıştır zaten.”

Hande kapı koluna uzandı ama çok heyecanlı olmasına rağmen kapıyı hemen açamadı.

“Yüzümüze bile bakmama ihtimali olduğunu biliyorum,” dedi Hande. “Buna hakkı da var. Göktuğ ya yüzümüze bile bakmazsa ne olacak, ne yapacağız? Öylece geri mi döneceğiz?”

“Kötü düşünme,” dedi Göktuğ. Onun elini tuttu. “İnanıyorum ki her şey çok güzel olacak. Çok kötü şeyler yaşadık ama bundan sonra güzel şeyler yaşayacağız, bir aile olacağız.”

“Bunu çok istiyorum.”

“Ben de.”

Birbirlerine sarıldılar ve bir süre böyle kaldılar. Hande korkularını ve endişelerini belli etme konusunda daha açıktı fakat Göktuğ da onunla aynı endişelere ve korkulara sahipti. Birbirlerine sarılmak ikisini de yatıştırıp sakinleştirdi.

“Hazırım,” dedi Hande. Derin bir nefes aldı. “Hadi gidelim.”

“Gidelim,” dedi Göktuğ. “Gidelim ve oğlumuzu görelim.”

Arabadan inen çift binaya ilerledi. Binanın girişinde onları konserle ilgili bir afiş karşıladı. Afişe bakan çift afişte yazan salona çıktı. Bu esnada Şanıma İnanma’yı çalıp söylemeyi bitiren konservatuvar öğrencileri sıradaki şarkılarına girmeye hazırlanıyordu. Göktuğ ve Hande içeri girerken Ben Şarkımı Söylerken’i çalmaya başladılar.

Salonun içi tıklım tıklım doluydu, Hande’yle Göktuğ oturacak bir yer bulamayacaklarını hemen anlayıp dikkatlerini sahneye verdiler. Şarkıyı söyleyen kız öğrenci ortadaki mikrofonun başında duruyordu; gitar çalan Gökhan, Yağız ve basçıysa kızın biraz arkasında sağ ve sol taraflarda duruyordu. Göktuğ ve Hande sahnenin solundaki Gökhan’ı gördüler.

Mikrofon ayağından bir adım geride olan Gökhan beyaz Fender’ını çalmakla meşguldü. Genç adam klavyeye bakmak için biraz öne eğdiği başını kaldırdığında Hande ve Göktuğ oğullarının yüzünü net olarak görebildi. Aradan geçen bu üç buçuk senede Gökhan büyümüştü, çok büyümüştü. Genç adamın yüzündeki çocuksu ifade yerini erkeksi hatlara bırakmıştı ve Gökhan bu hâliyle babasına biraz daha benziyordu. Onun burnundaki piercing’i ve kulaklarındaki küpeleri fark etmeleri de uzun sürmedi; aynı şekilde dövmelerini de. Sahnedeki bu genç adam hatırladıklarından daha farklı biriydi ama ikisi de onu yabancılamadı, Gökhan’ın içinde böyle biri yattığı gerçeğini kabul etmek istemeseler de biliyorlardı.

“Göktuğ,” diyen Hande eşinin kolundan tutunup ondan destek aldı. “Ne kadar büyümüş. Kocaman adam olmuş resmen.”

“Gerçekten de çok büyümüş,” diyen Göktuğ’un gözleri doluydu. Canından bir parçadan, kendine bu kadar benzeyen oğlundan bunca zaman nasıl ayrı kalabilmişti? Ona tüm bunları nasıl yaşatabilmişti? “Dediğin gibi kocaman adam olmuş. O küçük Gökhan yok artık.”

“Her şey çok değişti Göktuğ, şu an daha iyi anlıyorum. Çok uzun zaman oldu, bunca zaman sonra onun karşısına çıkabilecek miyiz?”

“Bunca yolu boşuna gelmedik ya, tabii ki çıkacağız.”

“Baksana,” diye mırıldandı Hande. Gülümsedi. “Daha da yakışıklı olmuş. Önceden onu bu tarzda görseydim fenalık geçirirdim ama kendisine öyle yakıştırmış ki çok beğendim. Sana çok benziyor.”

“Huyu benzemesin,” dedi Göktuğ içten bir şekilde. “Ki benzemiyor da. Gökhan çok sakin, çok uysal, çok sıcakkanlı biri. Bu konuda bana hiç benzemiyor.”

“Bana da benzemiyor. İyi ki de benzememiş.”

Göktuğ ve Hande üç buçuk sene sonra ilk defa gördükleri oğullarının ve sınıf arkadaşlarının konserini en arkada kol kola izledi. Uzun yıllar boyunca hor gördükleri Gökhan’ın müzisyenliğine hayran kaldılar, onu büyük bir beğeniyle dinlediler.

Bohemian Rhapsody de bittikten sonra Göktuğ ve Hande sahneye doğru ilerlemek, Gökhan’ın yanına gitmek istedi fakat Gökhan sahnede tek başına kalınca bundan vazgeçtiler.

Bohemian Rhapsody hep beraber çalıp söylediğimiz son şarkıydı ama eğer dinlemek isterseniz bu akşamın son şarkısını şimdi çalıp söyleyeceğim,” diye konuştu Gökhan. “Çok uzun senelerdir kendi çapında şarkı yazıp beste yapan biriyim, bu akşam da size uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir şarkımı çalacağım. Ben Gökhan, şarkımın adıysa Gökhane Sakinleri.”

Onun kendi şarkısını çalacağını duyan Göktuğ ve Hande birbirine baktı. Şarkının ismi ikisinin de ilgisini çekmişti.

Gökhan şarkıyı söylemeye başladığında “o gece” derken neyi kastettiğini annesi de babası da anladı. Şarkı kendileri hakkındaydı.

Evimin duvarlarını geceye boyadın

Müzik gecenin ortasında bir Ay gibi parlıyor

Karanlığı sen getirdin

Ama tek aydınlığımı suçladın

Bu dizeleri duyan Göktuğ, paramparça olduğunu hissetti. Gökhan’ın siyah gitarına da gönderme yaparak müziğin ona karanlıktan başka hiçbir şey getirmeyeceğini söylediği anı hatırladı, sonra Gökhan’ın az önce çaldığı beyaz gitarını anımsadı.

Gökhan haklıydı, karanlığı getiren Göktuğ’du ve müzik, duvarları geceye boyalı o evde Gökhan’ın tek aydınlığıydı.

Bulutlar evimdi, bulutlara kaçardım

Artık evime uzansam bile dokunamam

Betondan yapılan dört duvarın arasında

Betondan bile soğuktu varlığın

Bir damla gözyaşı Göktuğ’un sağ gözünden düştü. Gökhan’a yaşattığı ve hissettirdiği her şeyi oğlunun ağzından dinliyor olmak onu binlerce parçaya ayırmıştı. Tıpkı zamanında Gökhan’ın ayrıldığı gibi.

Göktuğ’un varlığı betondan bile soğuktu, Gökhan’ın gidişinden sonraysa o beton duvarlar en çok Göktuğ’u üşütmüştü.

Başımıza yıkıldı Gökhane’nin çatısı

Sakinleri sağ çıkamadı enkazından

Bu acı hatıralar evinden geriye

Ne Gök kaldı ne de Han

Nakaratı dinleyen karı koca fiziksel olarak da dayanağa ihtiyaç duydular ve kol kola girdiler. Gökhane onların beraber yaşadığı evdi ama hiçbir zaman yuva olmamıştı. Gökhane’nin kimse için bir yuva olmasına izin vermemişlerdi. Bu gerçek ikisinin de yüzüne tokat gibi çarptı. Tıpkı Gökhan’ın “ne Gök kaldı ne de Han” derken ikisinin isimlerine gönderme yapması gibi. Gökhan, Göktuğ ve Hande’nin adlarının ilk hecelerinin birleşimiydi ve o acı hatıralar evinden geriye ne Göktuğ ne Hande ne de Gökhan kalmıştı.

Gökhane’nin çatısı gerçekten de başlarına yıkılmıştı.

Gökhan nakarattan sonraki kısa gitar kısmından sonra ikinci kıtayı söylemeye başladı. Birinci kıta babasına seslenişiydi, ikinci kıtaysa annesine.

Güneş gibi parlamalıydı bana inancın

Oysaki izliyorum yarattığın karanlığı

Güneş gibi ısıtmalıydı beni varlığın

Hissettiğim tek şey soğuk ısırığı

Şu an Gökhan’ı dinleyen Hande de o soğuk ısırığını vücudunun her noktasında hissediyordu. Salon sıcaktı ama Hande üşüyordu, tir tir titriyordu. Hande’nin yarattığı karanlık Gökhan kadar onu da içinde kaybetmiş, onu yutmuştu.

Şimdi yalnız izliyorum yıldızları

Artık hiçbiri bana göz kırpmıyor

Parlayan şey gözyaşları olmalı

Hepsi hüzünle karanlığa karışıyor (Gökhane Sakinleri gibi)

Hande, Bayburt’ta yaşadıkları dönemde Gökhan henüz küçük bir çocukken onunla balkonda oturduğu akşamı hatırlıyordu. Gökhan’la beraber yıldızları izliyordu, Gökhan ona bir yıldızın yanıp söndüğünü söylemişti ve Hande de o yıldızın Gökhan’a göz kırptığını söylemişti. Gökhan’ın tatlı sesiyle sorduğu o masum soruyu çok net hatırlıyordu: “Yıldızların gözleri mi var?”

Hande eliyle ağzını kapattı. Parlayan şey sadece yıldızların gözyaşları değildi, Hande’nin gözyaşları da parlıyordu. Orta yaşlı kadının hiç sesi çıkmıyordu ama gözyaşları sicim gibi akıyordu.

Göktuğ ve Hande, Gökhan’ı şarkının kapanış kısmına kadar gözyaşları içinde izledi. Sahnedeki Gökhan da paramparça olmuş bir hâldeydi, gözleri dolmuştu ve ağlamamak için verdiği çaba en arkadan bile belli oluyordu.

Şimdi geçmiş çok buğulu

Kaldı geride tek bir soru

Senin için bir gurur kaynağı mıyım

Yoksa hissettirdiğim tek duygu hicap mı

Gökhan’ın titrek bir sesle söylediği bu kısımdan sonra şarkı bitti ve salonun içinden alkış sesleri yükselmeye başladı. Göktuğ ve Hande de onu alkışlayanlar arasındaydı. Göktuğ’un kolundan çıkan Hande sahneye doğru yürümeye başladığında Göktuğ da peşinden ilerledi ve çift biraz sonra yine yan yana geldi. Hande’yle Göktuğ, Gökhan’ı ayakta alkışlayan Barışların yanından geçip sahneye ilerlemeye devam etti. Elçin ve Barış onları fark etti. Onların kim olduğunu bilmeyen çift birbirine sorgulayıcı bakışlarla baktı.

Gökhan sahneye yaklaşan bu orta yaşlı çifti gördüğünde şaşkınlıktan donup kaldı. Annesiyle babası karşısında duruyordu; yüzlerindeki ifadeler duygu doluydu, ikisinin kirpikleri de ıslaktı ve onu alkışlıyorlardı.

Bu alkışlar Gökhan’ın müzisyenliğine verdikleri ilk olumlu tepkiydi.

Gökhan’ın bakışları ikisinin yüzü arasında mekik dokuyordu, Gökhan’ın bakışlarının odak noktası Hande’yle Göktuğ ise onu alkışlamayı bırakıp gergin bir şekilde durmaya devam ettiler.

Gözlerini kapatan Gökhan gözlerini birkaç saniye kapalı tuttu, ardından yeniden açtı ve annesiyle babasını yine karşısında buldu.

Bu an gerçekti.

Rüya görmüyordu.

“Hassiktir,” diye fısıldadı sahne arkasından çıkan Yağız. Hande’yle Göktuğ’u görmüş ve onları görür görmez tanımıştı. “Daha neler.”

“Ne oluyor?” diye sordu İpek. “Onlar kim?”

“Gökhan’ın ebeveynleri.”

“Ne?” dedi İpek biraz yüksek sesle. Gökhan’ın ailesiyle arasında geçenleri bilmiyordu fakat görüşmediklerinden haberi vardı. “Gerçekten mi? Görüşmüyorlardı.”

“Görünüşe göre bu durumu değiştirmek istemişler.”

Gökhan bir dakika kadar sahnede öylece dikildikten sonra yavaşça kendine geldi. Boğazını temizledi, yutkundu, derin bir nefes aldı ama sanki bir iple dikilmişçesine kapalı duran dudakları aralanmadı. Konuşmaktan ziyade bağırmak, çığlık atmak istedi fakat ufacık bir ses bile çıkaramadı.

“Gökhan,” dedi Hande sahneye bir adım daha yaklaşıp. Konuşmaya devam etmek istedi ama ne diyeceğini bilemedi, sustu. Oysaki konuşsa söyleyeceği ne çok şey vardı ama söyleyeceklerinin bir anlam ifade etmemesinden korktu.

“Gökhan,” diyen Göktuğ, Hande’den daha cesaretliydi. “Konuşmak için zamanın var mı?”

Konuşmak.

Ayrı geçirdikleri üç buçuk seneden sonra konuşacak çok şeyleri vardı.

Bir damla gözyaşı Gökhan’ın sol gözünden düştü. Gözyaşını silmek için herhangi bir girişimde bulunmadı, yenisi düşerken eliyle sahne arkasını gösterdi.

“Var,” dedi güçsüz bir sesle. Boğazını temizledi. “Sahne arkası müsait.”

Göktuğ ve Hande sağ taraftaki merdivenlere yöneldiğinde Gökhan’la birlikte Göksel’in, Kerem’in, Yağız’ın, Melek’in, sınıftaki diğer öğrencilerin ve Gökhan’ın arkadaşları Barışların gözleri de onların üzerindeydi. Onların Gökhan’ın ebeveynleri olduğunu anlamışlardı.

Göktuğ ve Hande sahneye çıkıp Gökhan’ın karşısında durduğunda Gökhan onları, onlar da Gökhan’ı süzdü. Aradan geçen üç buçuk senede Gökhan çok büyümüş, biraz uzamış ve bir delikanlıdan genç bir adama dönüşmeye başlamıştı; Göktuğ ve Hande’yse yaşlanmıştı, ikisinin de saçlarındaki beyazlar ve yüzlerindeki kırışıklıklar çoğalmıştı. Birbirlerinin hatıralarındaki hâllerinden farklılardı. Hatıralar acı vericiydi zaten, bu farklılık üçü için de iyiydi.

“Gökhan, oğlum,” diyen Hande öne çıktı. “Çok uzun zaman oldu.”

“Orada dur,” dedi Gökhan bir adım geri gidip. Şu an Hande onu kucaklamaya kalksaydı bunca kişinin önünde hüngür hüngür ağlamaya başlayacağını biliyordu. “Arkaya geçelim.”

Gökhan’ın titrediğini fark eden Melek Hoca duruma el atıp onların yanına ilerledi.

“Hoş geldiniz,” diye selamladı Göktuğ ve Hande’yi. “Ben Melek. Gökhanların hocasıyım, bu programı Gökhan’la birlikte yürüttük.”

“Merhaba,” dedi Göktuğ. “Ben Göktuğ, eşim de Hande. Çok güzel bir programdı, hepinizin emeğine sağlık.”

“Teşekkür ederiz. Keyifli vakit geçirdiyseniz amacımıza ulaştık demektir.”

“Geçirdik, sağ olun.”

“Dilerseniz size arkaya kadar eşlik edeyim, Gökhan da gelir.”

“Çok naziksiniz, teşekkür ederiz.”

Melek, Göktuğ ve Hande’yle beraber sahne arkasına ilerlerken Göksel de hemen sahneye çıktı ve Gökhan’a yaklaştı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu, bir şey söylemesine gerek de yoktu. Gökhan’ın eline uzandığı sırada Gökhan da elini ona uzattı ve onun elini sıkı sıkıya tuttu. Şu an Gökhan’a sarılmak onun hüngür hüngür ağlamasına neden olabilirdi, Göksel bunun farkındaydı ama Göksel’in varlığını fiziksel olarak hissetmek genç adama bir dayanak oldu.

Gökhan’ın diğer yanında duran Yağız da onun omzuna dokundu. O da bir şey söylemedi, desteğini fiziksel olarak hissettirdi. Kerem de Göksel’in peşinden sahneye çıktı, Gökhan’la göz göze geldi ve gözlerini yavaşça açıp kapayarak ona bakışlarıyla destek oldu.

Gökhan’ın en yakını olan ve böyle bir anda en çok ihtiyaç duyacağı üç kişi de yanındaydı.

“Ben de gideyim,” dedi Gökhan. Boğazını temizledi. “Teşekkür ederim.”

“İstemiyorsan ya da hazır hissetmiyorsan gitmek zorunda değilsin,” dedi Göksel.  Başparmağıyla onun elinin üstünü okşadı. “Kimseye bir şey borçlu değilsin.”

“Neler söyleyeceklerini duymak istiyorum.”

“Biz buradayız,” dedi Yağız. “Ne olursa olsun yanındayız.”

“İçerideyken bunu unutma,” diye ona arka çıktı Kerem. Gökhan’ın koluna dokundu. “Ne olursa olursun.”

“Var olun,” dedi Gökhan samimiyetle. “Artık gideyim.”

Gökhan sahne arkasına ilerlerken Göksel, Yağız ve Kerem onun arkasından baktı. Derin bir nefes alan Gökhan sırtını dikleştirdi, başını da dik tuttu. Bir yanı arkasına bakmadan kaçmak istese de bu isteği görmezden gelip yürümeye devam etti. Yüzleşmek en zoruydu, zor olanı tercih etti.

Gökhan giyinme odasına ulaştığı sırada Melek Hoca da içeriden çıktı ve ikili karşı karşıya geldi.

“İstemiyorsan içeri girmek zorunda değilsin,” dedi Melek Hoca. “Ben onlara uygun bir dille durumu anlatırım.”

“İstiyorum,” dedi Gökhan. “Çok korkuyorum ama istiyorum. Yaşayacağımız en kötü şeyleri yaşadık zaten, en fazla içlerine yeni bir tanesi eklenir.”

“Tek bir kötü olay daha yaşamanı hiç istemem Gökhan. İçeri girmek istediğinden emin misin? Paramparça görünüyorsun.”

“Çünkü paramparçayım. Gökhane Sakinleri’ni yüzlerce kişinin önünde çalıp söylemek beni çatlaklarla dolu bir cama dönüştürdü, şarkıyı söyledikten sonra onları karşımda görmekse o çatlaklarla dolu camı paramparça etti. Bunca zaman sonra ne söyleyeceklerini merak ediyorum.”

“Şunu da belirtmem gerekir ki muhteşem bir şarkı yapmışsın. Senden daha azını beklemezdim. Diğerlerini bilemem ama benim için gerçek bir gurur kaynağısın. Bu akşam da göğsümü kabarttın.”

Gökhan’ın gözleri dolduğunda genç adam eliyle gözlerini kapattı. Melek onun kolunu sıvazladı.

“Sanırım sorunun cevabını bir de onlardan duyma vaktin geldi,” dedi Melek Hoca. “Biz hemen dışarıda olacağız. Bol şans Gökhan.”

“Olası her cevabı acı veren bir soru,” dedi Gökhan. “En başından beri öyleydi. Teşekkür ederim hocam, her şey için.”

“Rica ederim.”

Melek Hoca yürümeye başladığında Gökhan da giyinme odasının kapısına ilerledi. İçeri girdiğinde Hande’yi sandalyede otururken, Göktuğ’u da ayakta dururken buldu. Gökhan’ı fark eden çift ona baktı. Göktuğ vücudunu ona dönerken Hande de sandalyeden kalktı.

Gökhan kapıyı kapattığında bir odanın içinde yine yalnız kaldılar. Son kez bir odada beraber kaldıklarında Göktuğ, Gökhan’ın gitarını parçalamıştı, Gökhan ağlayarak evi terk etmişti ve aile üyeleri bir daha bir araya hiç gelmemişti.

O akşam Ay’ın bile siyah olduğu, yıldızların karardığı akşamdı. Gökhan’ın kendi adından çıkarak uydurduğu ve ailesiyle beraber yaşadığı eve gönderme yaptığı Gökhane’nin başlarına yıkıldığı akşamdı. O akşamdan sonra Gökhane Sakinleri için Güneş hiç açmamış, bulutlar hep ağlamıştı.

“Konser çok güzeldi,” diye ilk konuşan Göktuğ Uygur oldu. “Sen de arkadaşların da muhteşem performans sergilediniz, yüreğinize sağlık.”

“Başından beri içeride miydiniz?” diye sordu Gökhan.

“Bir kısmını kaçırdık sanırım,” dedi Hande. “Biz girdiğimizde bir kız şarkı söylüyordu, sen de beyaz bir gitar çalıyordun.”

Ben Şarkımı Söylerken,” dedi Gökhan düşünceli bir sesle. Bu şarkı onun için çok anlamlıydı ve ebeveynlerinin onlar bu şarkıyı çalarken içeri girmesi de manidardı. “Üçüncü şarkımızdı, çok bir şey kaçırmamışsınız. Bu geceki şarkılar için konuşuyorum tabii ki.”

Yoksa kaçırdığımız çok şey var.

Onun yaptığı göndermeyi Göktuğ da Hande de anladı.

“Bu akşamı Aykut’tan öğrendiniz değil mi?” diye sordu Gökhan onların konuşmasını beklemeden. “Onca zaman sonra bana yazmasını, hayatım hakkında son gelişmeleri öğrenmek istemesini garipsemiştim zaten ama altından sizin çıkacağınıza hiç ihtimal vermezdim.”

“Sana yazmasını ben istedim,” dedi Göktuğ. “Aslında en başında bana senin konuşmayı çok kısa tuttuğunu, kişisel hiçbir şey paylaşmadığını söyledi. Bugünkü konseri bilmeye hakkımız olmadığına inanmış, seni yine üzmemizi istememiş ama sonrasında fikrini değiştirmiş. Dün akşam arayıp haber verdi, biz de bugün apar topar geldik.”

“Gerçekten böyle mi söyledi?”

“Evet. Şu an güzel bir hayatın olduğundan bahsedip eğer seni yine üzeceksek asla karşına çıkmamamızı söyledi ama biz buraya yeni bir başlangıç yapmak için geldik. Tabii sen de istersen.”

“Aykut,” diyen Gökhan gülümsedi. “Hakkımda her zaman iyisini istediğini biliyordum ama arkamı kolladığından hiç haberim yoktu.” Gökhan onunla mutlaka iletişime geçecekti ama bu işi sonraya erteleyip şu ana odaklandı. “Bunca zaman sonra bunu istemenize neden olan ne?”

“Bunu çok uzun zamandır istiyoruz,” diye konuştu Hande. “Sen gittikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı oğlum. Kendimizle yüzleşmek, yaptıklarımızın ne kadar korkunç şeyler olduğunu anlamak için çok vaktimiz oldu. Babanın dün Aykut’la konuştuğunu duyunca o kadar sevindim ki anlatamam. Hemen sana geldik, özür dilemeye ve af dilemeye geldik. Şu hâline bak, kocaman adam olmuşsun ama biz bu sürecin hiçbir anına tanıklık edemedik. Bundan sonraki hiçbir anını kaçırmak istemiyoruz. Gökhan, çok kötü ebeveynler olduğumuzu, sana korkunç şeyler yaşattığımızı biliyoruz. Geçmişi değiştiremeyiz ama kendimizi değiştirdik, sen de istersen hep beraber geleceğimizi de değiştirebiliriz. Bizi affedebilecek misin oğlum?”

Birkaç damla gözyaşı Gökhan’ın gözlerinden aktı. Genç adam burnunu çekip, gözlerini silerken başını yere eğdi. Onların yaşattıkları için özür dileyeceğini, kendisinden af dileyeceğini hiç düşünmezdi. Onları bir daha göreceğine dair bile ciddi şüpheleri vardı ama aradan geçen yaklaşık üç buçuk senenin ardından annesiyle babası karşısındaydı ve kendisinden özür diliyor, bağışlanmak istiyorlardı.

“Sebep olduğum her şey için özür dilerim,” dedi Göktuğ, Gökhan konuşmayınca. “Söylediğim, yaptığım, hissettirdiğim her şey için özür dilerim oğlum. Bu özür geçmişte yaşanan hiçbir şeyi değiştirmeyecek biliyorum ama eğer bu özrü kabul edersen gelecekte daha iyi anlar yaşayabiliriz.”

“Buna yürekten inanıyor musun?” diye sordu Gökhan onun yüzüne bakarak. Annesine döndü. “İnanıyor musunuz?”

“İnanıyorum. Şarkında da dediğin gibi karanlığı getiren şey bendim ama ben artık karanlıkta yaşamak istemiyorum. Orada çok uzun süre bulundum.”

Gökhan’ın gözlerinden birkaç damla yaş daha düştü.

“Ağlama lütfen,” dedi Hande. Onun gözleri de dolu doluydu. “Gelecekte daha iyi anlar yaşayacağımıza ben de inanıyorum.”

Gökhan burnunu çekti ama bu sefer ıslak gözlerini silmek için herhangi bir girişimde bulunmadı.

“Senin için bir gurur kaynağı mıyım yoksa hissettirdiğim tek duygu hicap mı?” diye dile getirdi şarkısının kapanış sözlerini. “Cevabı ne olursa olsun acıtan bir soruydu. Gurur kaynağıysam tüm bunların yaşanmasına gerek var mıydı? Hissettirdiğim tek duygu hicapsa hak ettiğim şey bu muydu? İki ihtimal de acı veriyor, sorunun cevapları sorunun kendisinden daha çok acıtıyor. Bu söylemlerim hissettiklerim hakkında size biraz da olsa ipucu veriyor mu? Neler yaşadığım hakkında azıcık da olsa bir fikriniz oluştu mu? Beni un ufak ettiğinizi anlayabildiniz mi? Baba, gitarımı kırdığın o gece ölmek istemedim; hiç doğmamış olmayı diledim. Anne, bana o sınavı nasıl kazanacağımı sorduğun an bedeninde hiç can bulmamış olmayı diledim. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Biraz bile?”

Göktuğ ve Hande başını yere eğdi. Göktuğ gözlerini kapatırken Hande de sessizce ağlamaya başladı. Gökhan’ın ne demek istediğini anlıyorlardı, onlara acı veren şey de buydu. Sebep oldukları felaketin, yarattıkları enkazın farkındaydılar. O enkazın altında onlar da kalmıştı. Tıpkı Gökhan’ın şarkısında dediği gibi.

“Hiçbir zaman yuvam olmadı ama ben o gece tek evimi de kaybettim,” diye konuşmaya devam etti Gökhan. “İstanbul’a geldiğimde gidecek hiçbir yerim yoktu, tanıdığım hiç kimse yoktu. Yapayalnızdım, öyle yalnızdım ki yalnızlığın vücut bulmuş hâliydim. Ben sizin tek evladınızdım ama benim de birden fazla annemle babam yoktu, sonra hiç kalmadı. Üç buçuk sene lan, koskoca üç buçuk sene. Aklım almıyor. Bir kere bile iletişime geçmeye çalışmadınız, tamamen umudumu kestiğim andaysa ortaya çıktınız. Karşıma geçmiş ağlıyor, benden özür diliyor ve af bekliyorsunuz.”

“Bizden nefret ettiğini, yüzümüzü bile görmek istemediğini düşündük,” dedi Hande ağlamaya devam ederken. “Öyle ki bunun hakkında kendi aramızda bile konuşmadık, ta ki dün akşama kadar. Babanın Aykut aracılığıyla senin hakkında bilgi aldığını duyunca ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsin. Bizden nefret ediyor olabilirdin, yüzümüzü bile görmek istemiyor olabilirdin ama her şeyi göze alıp buraya geldik. Ne yapsan, ne söylesen haklısın; sana sadece saygı duyabiliriz çünkü biz en kötü muameleyi bile hak ettik oğlum.”

Gökhan omuzları sarsılarak ağlamaya başladı. Onu bu hâlde gören Hande’nin ağlaması şiddetlenirken Göktuğ da gözyaşı dökmeye başladı. Bir ailenin yaşayabileceği en büyük kırılma noktalarından birini yaşıyorlardı. Hepsi üzgün, paramparça ve hissettikleri her şeye karşı çok savunmasızdı.

“Size çok kızgındım, çok kırgındım,” dedi Gökhan kendini biraz da olsa toparladığında. “Ama sizden hiçbir zaman nefret etmedim, etmem. Keşke hiçbir şey böyle olmasaydı, keşke bunları hiç yaşamamış olsaydık ama olan oldu; geçmişi değiştirmenin bir yolu yok.” Burnunu çekti. “Ben daha fazla böyle yaşamak istemiyorum. Özrünüzü kabul ediyorum. Anne, baba sizi affediyorum.”

Sevinç duygusu Göktuğ ve Hande’nin yaşlı gözlerine yayılırken Hande, oğluna doğru atıldı ve onu kollarının arasına aldı. Hande yanağını onun boynuna yaslayıp, ona sımsıkı sarılırken Gökhan da kollarını onun beline sardı. Onlara yaklaşan Göktuğ da uzun ve güçlü kollarıyla ikisine birden sarıldı, ailesini kollarının arasına aldı.

Gözyaşları hepsinin gözlerinden akmaya devam ediyordu fakat artık mutluluk gözyaşları döküyorlardı. Üç buçuk senenin ardından yeniden bir arada olmanın, kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlardı.

“Yavrum, oğlum,” dedi Hande, Gökhan’ın saçlarını okşarken. “Bizi şu an dünyanın en mutlu insanları yaptın. Seni çok seviyoruz, hep sevdik. Aksini hissettirmiş olsak da hep sevdik.”

“Ben de sizi hep sevdim,” dedi Gökhan. “Sizi çok özledim.”

“Biz de seni yavrum, biz de seni.”

Hande zor da olsa Gökhan’dan ayrıldığında bu sefer Gökhan ve Göktuğ sarıldı. Göktuğ onu güçlü kollarıyla sarıp sarmaladı ve Gökhan’a daha önce hiç sarılmadığı kadar sıkı sarıldı. Bu sarılmada saf bir sevgi, yılların özlemi ve bir babanın şefkati vardı.

“Bu kadar uzun değildin,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Uzadığını fark etmiştik ama şimdi daha iyi anladım. Kaç oldun?”

“En son ölçüldüğümde 1,81 metreydim,” dedi Gökhan da gülümseyerek. “Sana çok yaklaştım ama geçemeyeceğim gibi duruyor.”

“Sen beni çoktan geçtin oğlum.”

Göktuğ biraz geri çekilip Gökhan’ın yüzüne baktı. Bu yakışıklı ve genç yüz kendisinin yıllar önceki yüzüne çok benziyordu. Gülümsemesi genişleyen Göktuğ onun yanağını okşadı ve onu iki yanağından birden öptü.

“Seni seviyorum oğlum,” dedi Göktuğ onun gözlerinin içine bakarak. “Ve seni çok özledim. Ayrı kaldığımız ve yan yana olsak bile aslında birbirimizden çok uzakta olduğumuz geçmiş yıllarımızın acısını çıkarmak istiyorum.”

“Bunu ben de çok istiyorum baba,” dedi Gökhan duygulu bir sesle. “Ve ben de seni seviyorum.”

Göktuğ ve Gökhan yeniden sarıldığında Hande de onlara katıldı. Uygurlar birbirine ilk kez bu kadar yakınlardı, ilk kez bu kadar bir aradaydılar. Aynı evin içinde geçirdikleri uzun yıllarda bir aile olmanın önemini anlayamamışlardı fakat ayrı ve kırgın geçirdikleri bu üç buçuk senelik zaman diliminde aile olmanın ne demek olduğunu gayet iyi anlamışlardı.

“Ne yapıyorlar acaba?” diye sordu koltukta oturan Göksel. Gökhanların konuştuğu odanın kapısını gören bir koltuktaydı. “Hiç ses seda yok.”

“Konuşuyorlardır,” diye cevapladı onun yanında oturan Kerem. “Bu kadar uzun bir süreden sonra konuşacak çok şeyleri olmalı.”

“Her şey yolunda gidiyor mu acaba? Gökhan’ın üzülmesi istediğim son şey.”

“Bence şu an yol diye bir şey yok,” dedi ayakta dikilen Yağız. “Bir şeyler yolunda gidiyor ya da gitmiyor diyemeyiz. Çok karmaşık, çok da hassas bir an ama Gökhan’ın üzülmemesi konusunda sana katılıyorum.”

Bir süre birbirine sarılı hâlde duran aile üyeleri yavaşça ayrıldı. Gökhan’ın yüzünü elleri arasına alan Hande onun ıslak gözlerini şefkatle sildi.

“Ezelden beri hep çok duygusal bir çocuk oldun,” dedi Hande gülümseyerek. “Bu özelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin.”

“Bilakis hayatımın bu dönemi beni daha da duygusal birine çevirdi,” dedi Gökhan buruk bir yüz ifadesiyle. “Daha duygusal ve daha hassas oldum ama tüm bunlara rağmen daha güçlü durmayı da yine bu dönemde öğrendim.”

“Büyümüşsün, kocaman adam olmuşsun.”

“Öyle oldu.”

“Konuşacak ne çok şey var ama zamanımız da çok artık. Her şeyi konuşuruz değil mi?”

“Konuşuruz,” diye onayladı Gökhan. “Şimdi arkadaşlarıma bir bakayım, merak etmişlerdir.”

“Onlarla tanışabilir miyiz?” diye sordu Göktuğ. “Onları çok merak ediyoruz.”

“Olur, tanıştırayım.”

Üçü de kendine biraz çekidüzen verip az önce yaşadıkları duygu patlamalarının izlerini biraz da olsa sildikten sonra giyinme odasından çıktı. Göksel ve Kerem odanın karşısındaki koltukta oturuyordu, Yağız da ayakta bekliyordu. Onlar odadan çıkınca üçünün dikkati de onlara yöneldi. Göksel ve Kerem de ayaklandı. Onların bir arada olduklarını gören üç genç kendi arasında bakıştı.

“Buradaymışsınız,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Yakınlarda olduğunuzu tahmin etmiştim ama bu kadar yakında olduğunuzu düşünmezdim.”

“Her zaman çok yakınındayız,” diye cevapladı Yağız.

“Eksik olmayın,” dedikten sonra annesiyle babasına döndü Gökhan. “Sizleri tanıştırayım. Annem Hande ve babam Göktuğ; Yağız ve Kerem çok yakın iki dostum, Göksel de kız arkadaşım.”

Hande ve Göktuğ, Yağız’la Kerem’e baktı ama ikisinin de asıl odak noktası Göksel oldu. Çift, ellerini önünde birleştirmiş Göksel’i inceledi.

“Merhaba gençler,” dedi Göktuğ onlara küçük bir baş selamı vererek. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Tanıştığımıza memnun olduk,” dedi Hande onu düzelterek. “Merhabalar.”

Tek tek tokalaştılar. Bu sırada hepsi birbirini dikkatle inceledi. Gökhan babasına gerçekten çok benziyordu, üçü de baba oğulun fotoğraflarını görmüştü fakat gerçekte görünce ne kadar benzediklerine yakından şahit oldular.

“Hoş geldiniz,” dedi Yağız onlara.

“Hoş bulduk,” dedi Hande. Gökhan’a bakıp gülümsedi. “Çok hoş bulduk. Anladığım kadarıyla Gökhan’ın sınıf arkadaşısın, konserde sen de diğer herkes gibi harikaydın.”

“Evet, sınıf arkadaşıyım ve çok teşekkür ederim.”

“Aynı zamanda ev arkadaşım,” diye ekledi Gökhan. “Sınavların olduğu gün tanıştık, sonuçlar açıklanınca aynı eve çıktık ve kısa sürede etle tırnak gibi olduk. Kerem de bir müzik etkinliğinde tanıştığım ve benim için çok değerli olan bir diğer dostum. O da gitar çalıyor.”

“Muhteşem arkadaşlarının olduğunu duymuştuk,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Yeğenim Aykut söyledi.”

“Aykut mu?” dedi Yağız şaşırarak. Gökhan’a döndü. “O mu söylemiş?”

“Aynen öyle,” diye onayladı Gökhan. “Hayatımdaki güncel olaylardan bahsederken bu konserin gününü, yerini ve zamanını öğrenmişti; sonrasında babama söylemiş.”

“İletişime geçmesini de ben istemiştim,” dedi Göktuğ. “İyi ki de geçmişim.”

“Aykut’a bak sen,” dedi Yağız dudaklarını aşağı kıvırıp. “Şaşırdım.”

“Aykut’u tanıyor musun?” diye sordu Hande.

“Gökhan’la iletişime geçtiğinde Gökhan bahsetmişti yoksa bizzat tanımıyorum.”

“Yağız her şeyimi bilir,” dedi Gökhan ebeveynlerine bakarak. “Aslına bakarsanız üçü de her şeyimi bilir.”

Göktuğ ve Hande yeniden üçüne birden baktı ve bakışları yine Göksel’in yüzünde daha uzun süre durdu.

“Merhaba,” diye mırıldandı Göksel. “Sizi burada görmek beni şoke etti, henüz kendime gelmiş sayılmam; şaşkınlığımı mazur görün lütfen.”

“Hiç önemli değil,” dedi Hande gülümseyerek. “Hepiniz şaşkına dönmekte haklısınız.”

Gökhan, Göksel’e yaklaştı ve onu belinden kavradı. Genç adam ona gülümsediğinde Göksel’in dudakları da yukarı kıvrıldı.

“Göksel de bizler gibi öğrenci,” diye anlatmaya başladı Gökhan. “Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde son senesi. Muhteşem bir fotoğrafçı ve olağanüstü bir video grafiker. Her cumartesi günü sahne aldığım bir kafe var, bir gün o kafeye geldiğinde benim fotoğrafımı çekip fotoğraflarını paylaştığı Instagram hesabına atması sayesinde tanıştık. Dört aydır birlikteyiz.”

Göktuğ ve Hande onu dikkatle dinledi.

“Daha çiçeği burnunda bir çiftmişsiniz,” dedi Hande. Duygu dolu bir gülümseme dudaklarında can buldu. “Çok güzel ve çok mutlu görünüyorsunuz. Yine duygulandım. Çok şey kaçırdığımız ortada ama bundan sonrasındaki her ana şahitlik edeceğimizi bilmek sevindiriyor.”

“Yaz başından beri tanışıyoruz ve bu kısa zamana çok şey sığdırdık,” dedi Göksel, Gökhan’a bakarak. “Teşekkür ederiz.”

“İstanbul’da mı yaşıyorsun?” diye sordu Göktuğ. “Aslen nerelisin?”

“Doğma büyüme İstanbulluyum. Büyük atalarım Cumhuriyet kurulduktan sonra Balkanlardan buraya göç eden Türklerden.”

“Sarışın ve mavi gözlü olduğunu görünce anladım, ondan sordum.”

“Genelde yeni tanıştığım herkes sorar zaten, alışkınım.”

“Böyle bir güzelliğin memleketini merak ediyorlar tabii,” dedi Gökhan onun belini okşayarak. “Benim sevgilim Avrupalı. Zaten herkes turist sanıyor.”

Göksel başını yere eğip güldü. “Genelde Rus sanılıyorum ama olsun,” dedi. “Avrupalı sananlar da çok oluyor. Bu arada böyle ayakta kaldık.”

“Ayakta kaldık ve Barışlar da buradaydı,” dedi arkadaşlarını hatırlayan Gökhan. “Onları gördünüz mü?”

“Salonda bekleyeceklerini söylediler,” dedi Yağız. “İstersen arayayım.”

“Çok iyi olur. Onları da göreyim.”

Yağız, Barış’ı aradı ve onların hâlâ salonda olduğunu öğrendi.

“En ön koltuklarda oturuyorlarmış,” dedi telefonu kapatan Yağız. “Gidelim mi?”

“Gidelim,” diye onayladı Gökhan. Ebeveynlerine döndü. “Arkadaşlarım izlemeye gelmişti, onların yanına gideceğiz. Eşlik etmek ister misiniz? İsterseniz burada da bekleyebilirsiniz.”

“Çok isteriz,” dedi Hande. “Onlarla da tanışmış oluruz.”

“Peki o zaman, hadi gidelim.”

Sahne arkasından çıkan grup, Barışları söyledikleri gibi en ön koltuklarda otururken buldular. Gökhanların geldiğini gören grup ayaklandı.

“Yeniden merhaba gençler,” dedi Gökhan. “Beklemişsiniz.”

“Tabii ki bekledik,” dedi Barış gülümseyerek. “Sizi son bir kez görmeden gitmek istemedik.”

“İyi yaptınız, eyvallah kardeşim.”

İki grup karşı karşıya geldi. Gençlerin bakışları normal olarak Göktuğ ve Hande’nin üzerindeydi, çift de onları inceledi.

“Tanıştırayım,” diye başladı Gökhan. “Barış bizim üniversiteden mezun bir bilgisayar mühendisi, Sarp ve Kuzey Elektrik Elektronik Mühendisliği öğrencisi. Üçünün bir grubu var, birlikte müzik yapıyorlar. Elçin, Hukuk öğrencisi; Lale de yine bizim üniversiteden mezun bir iç mimar. Elçin’le Barış, Sarp’la da Lale sevgililer. Gençler bunlar da annem Hande ve babam Göktuğ.”

Çift ve grup birbirini selamladı.

“Tanıştığımıza memnun olduk gençler,” dedi Göktuğ. “Bu akşam bu kadar kalabalık bir grupla tanışacağımızı hiç düşünmezdik ama Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışmak çok hoşumuza gitti.”

“O memnuniyet bize ait,” dedi Barış gülümseyerek. “Hoş geldiniz. Nereden geldiniz?”

“Hoş bulduk,” diye cevap veren Hande oldu. “Ankara’dan geldik, orada yaşıyoruz.”

“Kısa bir yoldan da gelmemişsiniz aslında. Yol yorgunusunuzdur.”

“Gayet iyiyiz, sıkıntı yok.”

“Askersiniz değil mi?” diye sordu Kuzey, Göktuğ’a bakarak. “Gökhan bahsetmişti. Şehir şehir gezerek büyüdüğünü söylemişti.”

“Evet, askerim,” diye onayladı Göktuğ. “Ailecek konargöçer bir yaşamımız oldu. Güzel yanları da kötü yanları da vardı.”

“Asker olduğunuz çok belli. Duruşunuzdan anlaşılıyor zaten, konuşmanız da cabası.”

“Genelde öyle söylerler,” dedi Göktuğ gülerek. “Harp Okulu’yla beraber otuz senelik bir askerlik geçmişim olunca normal.”

“Harp Okulu mezunu musunuz?” dedi Kuzey şaşırarak. “Çok zor bir meslek olduğunu biliyorum ama bana göre aynı zamanda çok havalı. Rütbeniz ne? Çok soru soruyorum ama merakımı mazur görün. Gökhan ayrıntılardan bahsetmemişti.”

Göktuğ yanında duran oğluna kısa bir bakış attıktan sonra, “Mazur görülecek bir durum yok,” dedi. “Yarbayım. Üç senedir Ankara’da görev yapıyorum. Vaktimizin bol olduğu bir günde bu konuda sohbet edebiliriz.”

“Çok sevinirim, teşekkür ederim.”

“Şimdi planınız ne?” diye sordu Sarp. “Ne yapacaksınız?”

“Bilmem,” dedi Gökhan ebeveynlerine bakarak. “Kalacak yer ayarladınız mı?”

“Ayarlamadık,” dedi Göktuğ. “Ama orduevinde kalırız diye düşündük.”

“Bize gelebilirsiniz,” diyen Gökhan, Yağız’a baktığında Yağız başını onaylarcasına salladı. “Küçük bir evimiz var, salonda yatabilirsiniz ama rahat etmek isterseniz orduevi veya otelde kalabilirsiniz.”

“Sizde çok rahat edeceğimizden emin olabilirsiniz,” dedi Hande hemen. “Eğer Yağız için sorun olmayacaksa sizde kalabiliriz.”

“Başımızın üstünde yeriniz var,” dedi Yağız da çabucak. “Dilediğiniz kadar kalabilirsiniz. Sizi ağırlamaktan mutluluk duyarız.”

“Çok naziksin, teşekkür ederiz.”

“O zaman eve geçebiliriz,” dedi Gökhan. “Biz de dinleniriz, siz de dinlenirsiniz. Ne dersiniz?”

“Olur,” dedi Göktuğ. “Nerede oturuyorsunuz?”

“Karşıda Kadıköy’de oturuyoruz.”

“Tamam, arabayla geçeriz.”

“Biz Yağız’la Melek Hoca’yla ve sınıftakilerle konuşup vedalaşalım, sonra ufaktan kaçarız. Gençler siz de gidiyorsunuz değil mi?”

“Aynen, biz de kaçarız,” diye onayladı Barış. “Bir şeyler içip dağılırız. Kerem istersen sen de bize katılabilirsin, Fatih’te olacağız yine.”

Kerem saati kontrol ettikten sonra, “Olur,” dedi. “Vakit daha erken, biraz oturabilirim.”

“Biz de çok durmayız zaten, 1-2 saat oturup kalkarız.”

“Tamamdır.”

Gökhan, Yağız ve Göksel onlarla vedalaştı.

“İyisin değil mi?” diye sordu Barış. O ve Gökhan diğerlerinden biraz uzaklaşmıştı. “Şu an duygularını tahmin bile edemem ama kötü hissetmiyorsun değil mi?”

“İyiyim,” diye onayladı Gökhan. “Aramız düzeldiği için mutluyum. Geçmişi ardımızda bırakıp yeni bir başlangıç yapacağız.”

“Hepinizin hakkında en iyisi, en hayırlısı olsun kardeşim benim. Bu arada şarkın muazzamdı, ayrıntılar hakkında mutlaka konuşalım.”

“Teşekkür ederim kardeşim, eyvallah. Bir gün buluşup her şey hakkında konuşuruz.”

“Konuşalım Gök. Seni seviyorum ve adına çok sevindim kardeşim.”

“Eyvallah kardeşim, ben de seni seviyorum.”

İki dost sarıldı. Biraz geriden onları izleyen Göksel gülümsüyordu.

“Dostlukları çok güzel,” dedi Göksel’le beraber onlara bakan Elçin.

“Kesinlikle,” diye onayladı Göksel. “Barış, Gökhan için çok kıymetli.”

“Gökhan da Barış için öyle. Hepimiz için öyle. Tabii sen de öylesin.”

“Siz de benim için öylesiniz. Bu akşam yanımızda olmanız çok değerliydi, eksik olmayın.”

“Dostluk bunu gerektirir.”

Elçin ve Göksel de sarıldı.

“Gök,” diye seslendi Kerem. “Gel bakalım buraya.”

Barış’ın yanından ayrılan Gökhan, Kerem’in yanına ilerledi ve kollarını açan arkadaşına sıkı sıkıya sarıldı.

“Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın her zaman yanındayım,” dedi Kerem onun kulağına. “Hüznünü de sevincini de, acını da mutluluğunu da benimle paylaşabilirsin. Tüm bunları zaten biliyorsun ama ben bir kez daha söyleyeyim. Ailenin yanına gelmesine, aranızı düzeltmenize çok sevindim.”

“İyi ki varsın kardeşim benim,” dedi Gökhan onun sırtına vurarak. “Sağ ol, var ol ama sakın eksik olma. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum. Gökhane Sakinleri de çok güzel bir şarkıydı. Arkasındaki öyküyü bilmiyor olsam bile yine hissederek dinlerdim, duyguyu dinleyicisine çok iyi geçiren çok dürüst bir parça olmuş. Yüreğine sağlık.”

“Teşekkür ederim, sağ ol. Bu kadar özel bir şarkıyı yüzlerce kişinin önünde söylemeye karar vermek çok zor oldu ama iyi ki söylemişim. Bugün bu şarkıyı söylemem gerekiyormuş, bunu anladım.”

“İyi ki söyledin. İçimizi burktu ama bu da çok başarılı bir parça olmasından kaynaklanıyor. Bize hüzünlü bir öykü anlattın ve biz her bir satırını yüreğimizde hissettik. Sanatın sihrini en büyülü şekilde gerçekleştirdin.”

“Eyvallah kardeşim, tüm bunları duymak çok kıymetli.”

“Gerçekleri söylüyorum.”

Gökhan onun kolunu sıvazladıktan sonra hâlâ burada olan sınıf arkadaşları ve Melek Hoca’yla da vedalaştı.

“Bugün harika bir iş çıkardık,” dedi Gökhan. “Hepinizin emeğine, yüreğine, ellerine, ağzına sağlık. Hepinize kendi adıma çok teşekkür ederim.”

Melek Hoca, Gökhan’ı kenara çekti.

“Ne oldu?” diye sordu. “Birlikte olduğunuzu gördüm, barıştınız mı?”

“Barıştık hocam,” diye onayladı Gökhan. “Benden özür dileyip af istediler, ben de özürlerini kabul edip onları affettim. Artık yarım hissetmek, bu şekilde yaşamak istemiyorum. Hep beraber yeni bir başlangıç yapacağız.”

“Senin adına çok sevindim Gökhan, hepinizin adına çok sevindim. Onları ilk gördüğünde paramparça görünüyordun, keza onlar da öyleydi ama şu an hepiniz mutlu görünüyorsunuz.”

“Rahatlamanın getirdiği mutluluk. Teşekkür ederiz hocam.”

Melek ve Gökhan da sarıldı. Melek onların arasında geçen olayların ayrıntılarını bilmiyordu fakat ebeveynlerinin Gökhan’ın konservatuvar okumasını istemediğinden, ona asla destek çıkmadıklarından ve aralarında bir daha görüşmeyeceklerini sağlayacak kadar büyük şeyler yaşandığından haberdardı. Gökhan ayrıntıları söylememişti, o da saygı duyarak sormamıştı fakat artık merak bile etmiyordu. Önemli olan şu andı ve şu an da hepsi yeniden bir aradaydı. Geçmişte ne yaşanmış olursa olsun.

Birkaç dakika içinde o kalabalık gruptan geriye sadece Gökhan, Yağız, Göksel, Göktuğ ve Hande kaldı.

“Arabamız dışarıda,” dedi Göktuğ. “Binanın önüne park ettim.”

“Benim arabam da orada,” dedi Göksel. “Hep beraber gidebiliriz.”

Göksel’in yaşadığı şaşkınlık onu sessizleştirmişti. Gökhan kalabalıktan fırsat bulamamıştı ama şimdi o kalabalık gidince kız arkadaşıyla ilgilenme fırsatı buldu ve onun yanına yaklaşıp elini tuttu.

“İyi misin?” diye sordu Gökhan kısık bir sesle. Genç çift biraz önde yürüyordu. “Çok sessizsin.”

“Şaşkınlığın getirdiği bir sessizlik,” dedi Göksel onun yüzüne bakarak. “Gökhane Sakinleri’ni dinlemek beni paramparça etti, sonrasında aileni burada görünce hissettiğim her şey zirve noktasına ulaştı. Gökhan, neler yaşadığını, neler hissettiğini en iyi bilen insanlardan biri olarak bu akşam yaşanan her şey beni de çok etkiledi. Erkek arkadaşımın asla görmeyeceğimi düşündüğüm ebeveynlerini gördüm, onlarla tanıştım. Bunu yaşamış olmaktan çok mutluyum ama mutluluğun yanında başka duygular da hissediyorum, çok yoğun duygular.”

“O duyguları ben de hissediyorum,” dedi Gökhan yatıştırıcı bir sesle. Adımlarını durdurup arkasına döndü. “Siz çıkın, biz de geliyoruz.”

“Tamam oğlum,” dedi Hande.

Yağız, Gökhan’ın ebeveynleriyle beraber yürümeye devam ederken Göksel ve Gökhan koridorda durup onların arkasından baktı. Onlar biraz uzaklaşınca tüm akşam bu anı bekleyen Göksel, Gökhan’ın boynuna sarıldı. Parmak uçlarında biraz yükselen genç kadın, erkek arkadaşına sımsıkı sarıldı. Kollarını onun ince beline saran Gökhan’sa onu bir anlığına havaya kaldırdı.

“Gerçekte nasıl hissediyorsun?” diye sordu onun yüzünü ellerinin arasına alan Göksel. “Mutlu musun? Sevindin mi? İçin rahatladı mı?”

“Çok mutluyum,” dedi Gökhan içtenlikle. “Geçmişte yaşadığımız şeyler beni paramparça yaptı, un ufak etti ama onları karşımda benden özür dilerken ve af isterken bulunca, pişmanlıklarına ve beni gerçekten özlediklerine şahit olunca o kırık parçalar birleşti. Onların özrünü kabul ettim, onları affettim. Hiçbir zaman çok iyi bir aile olmadık ama bu üç buçuk senelik ayrılık hepimize çok şey öğretti; elimizden gelenin en iyisini yapmak için çabalayacağız. Buna yürekten inanıyorum. Annemle babam en ufak hatalarını bile kabul edecek, benden özür dileyecek insanlar asla değillerdi; bu raddeye geldiklerine göre çok değişmişler demektir.”

“Sil baştan bir başlangıç yapacaksınız.”

“Sil baştan bir başlangıç yapacağız.”

“Bu başlangıçta da yanında olduğumu, yolun her bir adımında yanında olacağımı sakın unutma. Seni çok seviyorum ve senin adına, sizin adınıza çok seviniyorum.”

“Biliyorum bal peteğim. Ben de seni çok seviyorum ve yanımda olmandan büyük mutluluk duyuyorum.”

Göksel onu öpmeye başladığında Gökhan hemen karşılık verdi ve kollarını onun beline sarıp kız arkadaşının bedenini kendi bedenine yapıştırdı. Nerede olduklarını umursamadan büyük bir sevgiyle ve tutkuyla öpüştüler. Bu akşam yaşadıkları duygu karmaşalarından sonra birbirlerinin kollarının arasında sakinleşmek, teselli bulmak ikisinin de ihtiyacı olan şeydi.

“Tüm yaralarımı saran bir öpüşme oldu,” dedi nefesi düzensizleşen Gökhan. “Nefesimi kestiği de bir gerçek.”

“Şu an seni bırakmak benim için çok zor,” dedi Göksel. “En azından Yağız yanınızda olacak, bu gerçek içimi biraz rahatlatıyor.”

“Her şey yolunda balım, endişe etmene hiç gerek yok. Konuşacak çok şeyimiz var, oturup uzun uzun konuşuruz.”

“En kısa sürede görüşelim olur mu? Seni görmem gerek.”

“Olur tabii ki bir tanem, görüşürüz. Sen beni merak etme, ben gerçekten iyiyim. Her şey güzel olacak.”

“Olacak değil mi?”

“Olacak. Yoksa sen bana inanmıyor musun?”

“İnanıyorum elbette, özellikle bu konuda inanmayı çok istiyorum.”

“İnan. En çok buna inan.”

Göksel başını salladıktan sonra ona sarıldı. Birkaç saniye boyunca birbirlerine sarılı hâlde durdular.

“Sizi yolcu edeyim,” dedi Göksel geri çekildiğinde. “Sonra ben de eve geçerim. Benim yolum kısa zaten.”

“O zaman gidelim,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Onları da çok bekletmeyelim.”

Gökhan ve Göksel binadan el ele ayrıldılar. Yağız, Göktuğ ve Hande’yi gri bir Volkswagen Tiguan’ın önünde beklerken gördüler. Bu üç buçuk senede değişen şeylerden biri de arabalarıydı. Gökhan bu büyük arabayı şöyle bir inceledi.

“İki sene önce değiştik,” dedi onun arabayı incelediğini gören Göktuğ. “Diğerinin sorunları çıkmaya başlamıştı.”

“Güzel araba ama biraz büyük,” dedi Gökhan. “Kalabalık aile arabası gibi.”

“Biraz öyle ama çok kullanışlı. Sen ilkokula giderken de bunun gibi büyük bir arabamız vardı, hatırlıyor musun?”

“Hatırlıyorum,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Arka koltuğunda yanımda valizlerle ya da kolilerle az yolculuk yapmadım.”

“Güzel zamanlardı,” dedi Göktuğ da gülümseyerek. “Hâlinden hiç şikâyetçi olmazdın, aksine yolculuk yapmayı ve radyodan çalan şarkıları dinlemeyi çok severdin. Bir süre sonraysa yorgun düşüp uyuyakalırdın, küçücük gövdenle koltuğun bir ucunda uyurdun.”

“Yolculukların en sevdiğim yanı şarkılardı zaten. Gerçekten de güzel zamanlardı.”

Göktuğ onun omzunu sıvazladığında baba oğul birbirine gülümseyerek baktı.

“Göksel sen nerede oturuyorsun?” diye sordu Hande. “Karşıda mısın sen de?”

“Hayır, burada Fatih’te oturuyorum,” diye yanıtladı Göksel. “Benim yolum çok kısa. Arabayla dakikalar içinde varırım.”

“Bu şehrin trafiği çok korkunç. Alışkınsındır zaten ama dikkatli kullan lütfen.”

“Düşündüğünüz için teşekkür ederim.”

“Sen diye hitap et lütfen. Oğlumun kız arkadaşıyla resmî konuşmak istemem, zaten bundan sonra sık görüşeceğimizi umuyorum.”

“Peki, sen derim. O hâlde hepinize iyi akşamlar.”

Hepsi birden, “İyi akşamlar,” dedi.

“Görüşürüz Gök,” diye ekledi Yağız. “Bugün bize eşlik ettiğin için teşekkür ederiz. Umarım keyifli vakit geçirmişsindir.”

“Harika vakit geçirdim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hepinizin yeniden yüreğine sağlık. Görüşürüz.”

“Teşekkür ederiz. Görüşürüz.”

Gökhan ve Göksel, Göksellerin beyaz arabasına ilerledi.

“Bu akşamki şaşkınlığımı mazur gör lütfen,” dedi Göksel. “Biraz kafamı topladığımızda ve vaktimizin olduğu bir günde ailenle yakından tanışmayı çok isterim.”

“Mazur görülecek bir durum yok,” diyen Gökhan onun ellerini tuttu. “Böyle davranmakta çok haklısın, seni çok iyi anlıyorum; onlar da anlıyordur. Dediğin gibi buluşup yakından tanışırsınız, onlara söylerim.”

“Çok memnun olurum. Teşekkür ederim sevgilim.”

“Asıl ben çok memnun olurum. Seni onlarla tanıştıracağıma pek ihtimal vermezdim ama bu yaşandığı için çok mutluyum. Sana bayılacaklar.”

“Ben seninkilerle tanıştım sayılır, sıra sana geldi. Kaçarak dört ayı devirdin ama vaktin çok daraldı hayatım.”

“Bir erkek için kız arkadaşının babasıyla tanışmak ne kadar korkunç bir şey, bilemezsin,” dedi Gökhan gözlerini biraz büyüterek. “Çok aceleye getirmek istemedim ama biz de yakın bir gelecekte tanışabiliriz.”

“Babam insan yemiyor, korkma. Dünya tatlısı bir adamdır.”

“Ailesine karşı elbette öyledir.”

“Sen de aileden sayılırsın.”

“Ne?” dedi Gökhan yüksek bir sesle. Gülerek Göksel’e yaklaştı. “Aileden mi sayılırım?”

“Hı hı,” dedi Göksel başını sallayarak. “Bakıyorum da çok hoşuna gitti.”

“Sana nikâhı basayım da gör sen.”

“Gaza gelme canım.”

“Olacakları söylüyorum.”

“Çok iddialısın.”

“Öyleyim. Öpeyim mi?”

“Ailen burada.”

“Hayatlarında şahit olacakları ilk öpüşme olmaz, güven bana.”

Göksel güldüğünde Gökhan ona uzanıp onu öptü. Onlara bakan Göktuğ ve Hande bakışlarını kaçırdı. Göz göze gelen karı koca birbirine gülümsedi.

“Ailemle film izlerken öpüşme sahnesine denk gelmiş gibi hissediyorum,” diye düşündü Yağız. “Ulan Gökhan bunun hesabını sana sorarım.”

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı Gökhan. Göksel’in burnunu öptü. “Arabayı dikkatli sür ve eve varınca haber ver, tamam mı?”

“Tamam,” diye onayladı Göksel. “Sen de yaz ve ben de seni seviyorum.”

Arabaya binen Göksel arabayı çalıştırıp uzaklaşmaya başladığında Gökhan da diğerlerinin yanına döndü.

“Artık biz de gidebiliriz,” dedi genç adam. “Bizim yolumuz uzun.”

“Gidelim,” dedi Göktuğ. “Arka koltukta seni bekleyen bir şey var.”

“Beni mi?” dedi Gökhan şaşırarak. “Nedir?”

“Kendin baksana.”

Göktuğ kapıların kilidini açtığında Gökhan arka kapıların birine ilerledi ve kapıyı açtı. Genç adam arka koltuğa uzunlamasına koyulan gitar çantasını fark edince ifadesi durgunlaştı.

“Bir klasik gitar,” dedi onun arkasında duran Göktuğ. “Fender marka. Girdiğim mağazadaki satış danışmanı çok iyi bir marka ve model olduğunu söyleyince bunu almaya karar verdim, sonra annenden öğrendim ki zaten çok sevdiğin bir markaymış.”

“En sevdiğim markadır,” diye mırıldandı Gökhan. Çantayı koltuktan kaldırdı. “Beyaz elektro gitarım da aynı markadan.”

Gökhan çantanın fermuarını açıp, gitarı içinden çıkarırken Yağız da ona yaklaştı ve gitara baktı. Genç adam bir ıslık çaldı.

“Bunu müzik mağazasında mı buldun?” dedi Gökhan şaşırarak. “Orası nasıl bir müzik mağazasıymış öyle? Ayrıca kim bilir kaç lira para verdin buna? Bir servet yatırmış olmalısın.”

“Duymamış olayım,” dedi Göktuğ hemen. “Hem hediyenin fiyatı mı olurmuş? Satın aldığım yer büyük bir müzik mağazasıydı, çok çeşit vardı.”

“Yurt dışıyla sağlam iş yapıyor olmalılar, bu modeli Türkiye’de bulmak çok zordur. Ben de üç seneyi aşkındır bir müzik mağazasında satış danışmanı olarak çalışıyorum, sektöre hâkimim ve adamların bu işi hakkını vererek yaptığı kesin.”

“Kesinlikle,” diye ona arka çıktı Yağız. “Çok klas gitardır.”

Gökhan parmaklarını yavaşça kasanın üzerinde gezdirdiğinde yüzüne duygusal bir gülümseme yayıldı. Bundan üç sene önce babası klasik gitarını parçalamıştı, şimdiyse ona yeni bir klasik gitar almıştı. Göktuğ’un ona yeni bir gitar almayı düşünmesi ve gerçeğe dönüştürmesi Gökhan’ın çok hoşuna gitti.

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan babasına dönerek. “Bunun yaşanacağına asla inanmazdım ama yaşandığı için mutluyum. Çok düşüncelisin, yeniden teşekkür ederim.”

“Rica ederim,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Bize bolca çalarsın değil mi?”

“Çalarım,” dedi Gökhan da gülümseyerek. Babası ondan ilk kez gitar çalmasını istiyordu. “İstek parçalarınızı alırım.”

“Sen ne istersen onu çalarsın,” dedi Hande onun koluna dokunarak. “Ne çalarsan çal seni memnuniyetle dinleriz.”

Gökhan’ın gülümsemesi genişlerken genç adam Yağız’la göz göze geldi. Yağız da gülümsüyordu ve en az Gökhan kadar mutlu görünüyordu. Bu akşam yaşananlar onu da çok sevindirmişti.

Gökhan gitarı çantasına koyduktan sonra, “O zaman hadi gidelim,” dedi. “Adresi söylerim, navigasyondan takip edersin baba.”

“Aynen,” diye onayladı Göktuğ. “Siz de tarif edersiniz zaten. Biz İstanbul’un yabancısıyız ama siz artık buralı olmuşsunuz.”

Göktuğ şoför koltuğuna, Hande ön koltuğa ve Gökhan’la Yağız da arka koltuğa oturdu. Gökhan gitarı bacaklarının arasına alıp klavyesini de gövdesine yasladı. Bu gitarı çalmak için sabırsızlanıyordu.

“Adresi söyleyeyim,” dedi Gökhan. “Bize rota oluştursun.”

Göktuğ uygulamayı açınca Gökhan ona oturdukları sokağın adını söyledi.

“Rotamız hazır,” dedi Göktuğ telefonu tutacağa sabitleyip. “Kadıköy’de oturuyorsunuz demek. Neden Kadıköy?”

“Okulun eski binası oradaydı,” diye yanıtladı Gökhan. “Biz de yakın diye Kadıköy’den ev tuttuk. Okul şimdi Maltepe’ye taşındı ama hem kiralar uçup gittiği için hem de Kadıköy’ü çok sevdiğimiz ve evimizden de memnun olduğumuz için taşınmadık. Gidince görürsünüz, güzel bir yerde oturuyoruz.”

“Daha içte oturuyormuşsunuz, buralar daha sakindir.”

“Kadıköy’ün merkezine göre evet, öyle.”

Yolculuk boyunca genelde sessizlerdi. Konuşmak için bolca vakitlerinin olduğunu bilmek onları arabada sessiz kalmaya itti. Göktuğ ve Hande’de yol yorgunluğu vardı, Gökhan ve Yağız’daysa bugünkü konserin yorgunluğu vardı.

“Şu apartman,” dedi Gökhan oturdukları sokağa vardıklarında. “Geldik. Park edebilirsin.”

Göktuğ arabayı apartmanın hemen yanına park edince araçtan indiler. Gökhan’la Yağız gitarlarını taşırken Göktuğ da bagajdaki valizi aldı.

“Gerçekten güzel bir yermiş,” dedi etrafa bakan Hande. “Vaktin biraz geç olmasının da etkisi vardır tabii ama sessiz sakin bir yere benziyor.”

“Gündüz de böyle,” dedi Yağız. “Herkes kendi hâlinde yaşayıp gidiyor. Hava iyice soğumuş, üşümeden içeri girelim hadi.”

Apartmana giren grup asansöre ilerledi. Asansörle delikanlıların üçüncü kattaki dairesine çıktılar ve eve girdiler.

“Valizi alayım,” dedi Yağız. “İsterseniz elinizi yüzünüzü yıkayın, sonra da üstünüzü değiştirin.”

“Rahatınıza bakın lütfen,” diye arkadaşına destek çıktı Gökhan. “Aç mısınız? Bir şeyler hazırlayabiliriz.”

“Çok teşekkür ederiz,” dedi Hande gülümseyerek. “Karnımız tok, üstümüzü değiştirsek yeter.”

Dakikalar sonra salonda toplanmışlardı. Hepsi üzerini değiştirip rahat bir şeyler giymişti.

“Bugün çok yorucu ve uzun bir gündü,” dedi Yağız. “Odama çekilip dinleneceğim, siz de hasret giderirsiniz. Yarın sabah görüşürüz.”

Gökhan ona minnet dolu bir gülümsemeyle baktıktan sonra, “İyi geceler kardeşim,” dedi. “Sabah görüşürüz.”

“Bir şey olursa seslenirsin.”

“Eyvallah.”

“İyi geceler Yağız,” dedi Hande. “Teşekkür ederiz.”

Yağız onlara gülümseyip bir baş selamı verdikten sonra salondan çıktı ve kendi odasına ilerledi. Komodinin üzerinde duran telefonunu eline alan genç adam Göksel’in kendisine mesaj attığını gördü.

Selam

Gökhan’ı rahatsız etmek istemediğim için sana yazayım dedim. Gökhanlar ne yapıyor? Her şey yolunda mı?

Yatağına oturan Yağız ona cevap yazdı.

Selamlar. Rahatça konuşsunlar diye onları salonda yalnız bırakıp odama çekildim şimdi. Sanıyorum ki uzunca sohbet edecekler, konuşacakları çok şeyleri var

Göksel saniyeler içinde çevrim içi oldu, onun mesajını okudu ve cevap verdi.

Keyifleri nasıl? Her şey yolunda değil mi?

Göksel’in Gökhan’a verdiği değer, ona gösterdiği tüm bu ilgi ve alaka Yağız’ı gülümsetti.

Her şey yolunda, endişe etmene gerek yok. Hepsinin yüzü gülüyor, keyifleri yerinde. Aksi bir durum olsa ben hemen müdahale ederim zaten. Ben buradayım, aklın kalmasın

Onun bu mesajını okuyan Göksel’in içi rahatladı.

Çok sevindim. Hepsi sana emanet Yağız

Göksel’in mesajını okuyan Yağız gülümsemeye devam ederek ona cevap verdi.

O iş bende, gözün arkada kalmasın Gök. Bugün sen de yoruldun, dinlenmene bak lütfen. Görüşürüz

Göksel ona çabucak cevap yazdı.

Teşekkür ederim. Görüşmek üzere

Yatağa uzanan Yağız kollarını başının altında çapraz bir şekilde birleştirdi. Bu esnada salondakiler de konuşmaya başlamıştı.

“Eviniz çok tatlıymış,” dedi Hande etrafa bakarak. “Hiç öğrenci evi gibi değil, aksine aile evi gibi.”

“Yağız’la ben bir aileyiz zaten,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. “O benim kardeşim gibi. Bana bir yuva verdi.”

“Hayatında böyle değerli insanların olması çok güzel. Bu üç buçuk senede hiç yalnız kalmamışsın gibi görünüyor.”

“Hayatıma çok güzel insanların girdiği bir gerçek.”

“Neler yapıyorsun?” diye sordu Göktuğ. “Maddi olarak geçimini nasıl sağlıyorsun, okul nasıl gidiyor, hayatın ne durumda?”

“Çalışıyorum,” diye cevapladı Gökhan. “İstanbul’a geldikten sonra ilk iş olarak bir kafede garsonluğa başladım ama çok kötü çalışma şartları olduğu için ancak bir ay dayanabildim ve sonrasında bir müzik mağazasında satış danışmanı olarak çalışmaya başladım. Hâlâ aynı yerde okul dönemlerinde yarı zamanlı, kış ve yaz tatillerinde tam zamanlı çalışıyorum. İkinci sınıftan beri Kadıköy’de bir kafede cumartesi akşamları sahne alıyorum —iş yerim de Kadıköy’de bu arada, kafeye yakın sayılır— ve bir senedir de bir çocuğa gitar dersi veriyorum. Günlerim çok yoğun ve yorucu geçiyor ama en nihayetinde kendi paramı kazanıp kendimi okutabildim, önümüzdeki yaz mezun olacağım. Üstelik bölüm ikincisiyim ve bu dönem notlarımı yükseltip yüksek onur öğrencisi oldum.”

Göktuğ ve Hande onu ilgiyle dinlediler.

“Tek başına tüm bunlara nasıl yetişebildin?” dedi Hande kaşlarını büzerek. “Hadi zamanı buldun, enerjiyi nasıl buldun?”

“İstediğim bölümde okumanın getirdiği motivasyonla ve hırsla her şeye yetiştim. Konservatuvar okumak için sizi bile ardımda bırakmıştım, kazandıktan sonra okulu bırakmam söz konusu bile olamazdı. Evet, yorucu bir süreçti fakat bu dönemde hayatıma giren insanlar, arkadaşlarım, hocalarım ve Göksel hayatıma renk kattı. Bu dört seneyle ilgili değiştirmek isteyeceğim tek şey siz olurdunuz.”

“İstanbul gibi pahalı bir şehirde çok zor olmuş olmalı,” dedi Göktuğ. “Bu kadar zor şartlar altında tüm bunları başarman gerçekten takdir edilesi. Dürüst olmam gerekirse evi terk ettiğinde başaramayacağını, bize geri döneceğini düşünmüştüm ama ne kadar yanıldığımı anlamak için uzun yıllarım oldu.”

“Başaramayacağımı ben de düşünmüştüm,” dedi Gökhan hüzünlü bir tebessümle. “İlk zamanlar en zoruydu ama okul başladıktan sonra uğruna her şeyi ve herkesi ardımda bıraktığım müziğin hepsine değdiğini görerek motive oldum. O dönem müzik mağazasında çalışmaya başlamıştım, hayatıma da güzel insanlar girmeye başlamıştı.”

“Seninle gurur duyuyorum. Buğulu geçmişten geriye kalan tek sorunun cevabı benim için, bizim için bir gurur kaynağı olduğun.”

“Baban haklı,” dedi Hande eşinin dizine dokunarak. “Seninle gurur duyuyoruz. Bize rağmen müziğe dört kolla sarıldığın ve bu alanda muhteşem işler ortaya çıkardığın için ekstra gurur duyuyoruz. Bugün seni göğsümüz kabararak izledik. Çok şey kaçırdık ama bundan sonra hiçbir şey kaçırmayacağız.”

Oturduğu koltuktan kalkan Gökhan onlara ilerlediğinde Göktuğ ve Hande iki yana çekilip ortalarını açtı ve Gökhan da onların ortasına oturdu.

“Siz neler yaptınız?” diye sordu Gökhan bir eliyle babasının, bir eliyle de annesinin bacağına dokunurken. “Ankara’ya taşındınız, babam yarbaylığa terfi etti ama öncesi, sonrası, devamı?”

“Bu üç buçuk sene bizim için de çok zordu,” dedi Hande. Onun saçlarını okşadı. “Sen evden gidince ev çok boşaldı, sessizleşti, ruhsuzlaştı; geriye hiçbir şey kalmadı. Babanla aramız açıldı ve ikimizin arasına giren bu mesafe gün geçtikçe büyüdü. Bu konu hakkında konuşmasak da birbirimizi suçluyorduk, karşı tarafın seni hiç özlemediğini ve olanlar yüzünden hiç pişman olmadığını düşünüyorduk. Belki Aykut bahsetmiştir çünkü eve başkaları geldiğinde bile hiçbir sorun yokmuş gibi davranamıyorduk, ruhsuz iki insan olarak yaşamaya devam ediyorduk. Dün akşam babanın telefonda senden bahsettiğini ve İstanbul’a gitmek hakkında konuştuğunu duyunca dünyanın en mutlu insanı oldum. Aslında ikimiz de çok pişmanmışız, ikimiz de seni çok özlüyormuşuz ve seni görmeyi çok istiyormuşuz. Soluğu burada, senin yanında aldık.”

“Benim günlerim çalışmakla geçiyordu,” diye devam etti Göktuğ. “Taburun komutanlığını yaptığım için oldukça yoğun bir çalışma programım var, açıkçası bu yoğunluk bana iyi geliyordu çünkü işten başka şeyler düşünmek için çok az vaktim oluyordu. Gece olunca düşünceler karabasan gibi çöküyordu.”

“Ben de kendimi ev işleriyle meşgul ediyordum,” dedi Hande. “Onun dışında komşularla, babanın işten arkadaşlarının eşleriyle zaman geçirip ev dışında da kendimi meşgul tutmaya devam ediyordum.”

“Meşguliyet hepimizin sığınacağı yegâne şey olmuş,” dedi Gökhan anlayışlı bir sesle. “Yokluğumun sizi bu kadar ayrı düşüreceğini düşünmezdim. Bazı geceler varlığımı bile unuttuğunuz düşünürdüm.”

“Saçmalama,” dedi Hande hemen. “Sen bizim biricik evladımızsın, seni unutmamız mümkün mü?”

“Neden böyle düşündüğünü çok iyi anlıyorum,” dedi Göktuğ. Bacağında duran Gökhan’ın eline dokundu. “Kötü birer anne ve babaydık. Seni hiç dinlemedik, anlamadık, anlamayı da istemedik; tek yaptığımız sana şekil vermeye, istediğimiz şeye dönüştürmeye çalışmaktı ve bunun sonucunda seni bizden uzaklaşmak zorunda bırakmaktı. Başlarda çok uzun zaman sana kızgın kaldım, sonra uzun bir süre de kendime ve Hande’ye kızgın kaldım fakat en nihayetinde kızgınlığın hiç kimseye ve hiçbir şeye faydası olmadığını anladım. Sana iyi babalık edemedim, bu dünyada annenle beraber desteğine ve sevgisine en çok ihtiyaç duyduğun kişiydim ama ben ikisini de uzun yıllar boyunca senden sakındım. Özür dilerim oğlum, büyük hata ettim. Yokluğun bana başka hiçbir deneyimin öğretemeyeceği şeyleri öğretti, gözlerimi açtı ve dünyaya bambaşka gözlerle bakmamı sağladı. Annenin de dediği gibi sen bizim biricik evladımızsın. Gittiğin gün eve döndüğümde seni evde bulamayınca, boşalan odanı görünce yüzüme okkalı bir tokat yemişim gibi hissettim. Sürekli gözümün önündeyken varlığının ne kadar büyük olduğunu fark edememişim, gittiğinde ardında bıraktığın yokluğunun devasalığı altında ezilince anladım. Bir daha yokluğunu yaşamak istemiyorum, ikimiz de istemiyoruz.”

“Gerçekten de çok değişmişsiniz,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Değişmenizin sebebi kötü olsa da sonucunu beğendim. Yeniden bir araya gelmek için bir şansımız olduğu için şükran doluyum. İyi ki geldiniz, iyi ki karşıma çıktınız. O şarkıdan sonra sizleri karşımda görmek o şarkıyı daha da anlamlı kıldı.”

Gökhane Sakinleri,” diyen Hande gülümsedi. “Gökhane. Güzel bir kelime, sen uydurdun değil mi? İsminden yola çıkarak?”

“Evet. Ev temalı bir albüm üzerinde çalışıyorum, bu albüm için çok kişisel şarkılar yazınca da albümün isminin beni yansıtmasını istedim ve albümün ismini Gökhane yapmaya karar verdim. Gökhane Sakinleri albümün ilk parçası, öykünün ilk satırı. Aylardır üzerinde çalıştığım bir parçaydı, bugün ilk kez insanların önünde söyledim ve o da sizin de geldiğiniz konsere denk geldi. Şarkıyı söylemek için en doğru zamanı beklemişim resmen, bugünün anlamı çok büyük.”

“Çok güzel bir şarkıydı,” dedi Göktuğ. “Bahsettiğin her şeyin başrol oyuncusu olmamızdan bağımsız gerçekten güzel bir şarkıydı. Çok hüzünlüydü, çok da dürüsttü.”

“Sizden bu şarkı hakkında böyle yorumlar almak çok garip hissettiriyor ama teşekkür ederim.”

“Üzerinde çalıştığın diğer şarkıları dinlemeyi de çok isteriz,” dedi Hande. “Zamanı geldiğinde onları da dinleriz değil mi?”

“Elbette,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Güzel geri dönüşler almak hem cesaretlendirdi hem de motive etti, sanırım bundan sonra eserlerim hakkında eskisi kadar ketum olmayacağım.”

“Şu dövmende,” dedi Göktuğ onun sağ bileğini kavrayıp Gökhan’ın dövmesinin olduğu tarafı çevirerek. “Musica diye bir kelime yazıyor, çevirisi ne?”

Müzik ruhun gıdasıdır,” diye yanıtladı Gökhan da dövmesine bakarak. “Yaptırdığım ikinci dövme. Anlamı büyüktür.”

“Parmaklarında da var,” dedi Hande. Onun parmaklarına dokundu. “Bunları ne zaman yaptırdın?”

“Bu dördünü yazın yaptırdım. Sol kolumdaki gitar dövmem ilk dövmem, bileğimdeki ikinci ve boynumdaki sol anahtarı da üçüncüsü. Tarzım sizi şoke etmiş olmalı.”

“Bu tarzda takılacak karakterde biri olduğunu kabul etmek istemesek de hep biliyorduk,” dedi Göktuğ. “Bunu benden duymak asıl seni şoke edecektir ama dövmelerini, tarzını beğendim; kendine yakıştırmışsın.”

“İşte bu çok beklenmedik oldu,” dedi Gökhan gülerek. “Vay be.”

“Göktuğ haklı,” dedi Hande oğluna yaklaşarak. “Hiç bizlik değil ama sen kendine yakıştırmışsın. Sana ayrı bir hava katmış.”

“İkinize de teşekkür ederim. Geçenlerde Göksel’le tarzlar hakkında konuşuyorduk. Bu ay Göksel de bir fotoğraf makinesi dövmesi ve boynuna benim gibi bir sol anahtarı dövmesi yaptırdı. Göksel’in ebeveynleri dövmeleri bayağı beğenmişler. Ben de ona eğer siz benim tarzımı görseydiniz babamın kalp krizi, senin de fenalık geçireceğini söylemiştim.”

Göktuğ ve Hande gülüştü.

“Bundan üç sene önce olsaydı kesin yaşanırdı,” dedi Göktuğ. “Hiç şüphem yok.”

“Benim de,” dedi Gökhan gülerek. “Gerçekten çok değişmişsiniz ama dürüst olacağım, bu hâlinizi daha çok sevdim. Bundan birkaç sene önce en çok istediğim şey sizinle ortak paydada buluşmaktı, küçük Gökhan şu anı görseydi çok sevinirdi ama ben onun yerine de seviniyorum.”

“Bu durumdan biz de çok memnunuz,” diyen Hande başını Gökhan’ın omzuna yasladı. “Göksel demişken ondan biraz daha bahsetmek ister misin? Bu akşam yaşadığı şok yüzünden pek konuşamadı.”

“Göksel,” derken Gökhan’ın yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. “Olanlar hâliyle onu da aşırı etkiledi. Kıyamam. Göksel bir tanedir, en değer verdiğim insanlardan biridir, başıma gelen en güzel şeydir. Ben onun hakkında konuşmaya başlarsam hep sevgi ve övgü dolu konuşurum, bu yüzden Göksel’i Göksel’den dinlemeniz en iyisi olacak. Bir gün buluşuruz, onu yakından tanırsınız.”

“Âşık olmuşsun,” dedi Hande duygu dolu bir gülümsemeyle. “Büyümüş koca adam olmuşsun da âşık olmuşsun. Göksel çok güzel bir kız, çok da tatlı birine benziyor. Tanışmak için sabırsızlanıyorum.”

“Müsaitse hemen yarın akşam yemek yiyelim,” dedi Göktuğ. “Sorarsın değil mi?”

“Çok heveslisiniz,” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. Gülümsedi. “Tabii ki sorarım. Saat geç oldu, hepimiz yatıp dinlensek iyi olacak. Ne kadar buradasınız?”

“Daha buradayız. İzin alırım.”

“Tamam o zaman. Yataklarınızı yapayım da yatın.”

“Biz hallederiz, sen hiç uğraşma,” dedi Hande. “Şu büyük koltuğu açıp yan yana yatarız.”

“Siz misafirsiniz, ben hallederim.”

“Misafir mi? Oğlumuzun evinde? Duymamış olayım.”

“Lafın gelişi canım yoksa artık burası da sizin bir eviniz.”

“Büyümüş de kendi evi olmuş,” dedi Göktuğ şefkatle oğluna bakarken. “O zaman beraber hazırlayalım.”

“Büyümek doğanın gereği,” dedi Gökhan bir omzunu yukarı kaldırıp. “Çarşafın altına şu battaniyeyi sereceğim, üzerinize de yorgan yeterli olur diye düşünüyorum ama üşürseniz diye kırmızı battaniyeyi de getirdim.”

“Ankara’dan sonra İstanbul bize hiç etki etmez. Yorgan yeterli olacaktır.”

“Siz de haklısınız.”

El birliğiyle yatağı hazırladılar.

“Koltuğumuzun çok rahat olduğuna dair hiç şüpheniz olmasın,” dedi Gökhan. “Defalarca kez üzerinde yatmış olan ben, Yağız ve misafirlerimiz tarafından rahatlığı tescil edilmiştir. Yatıp dinlenmenize bakın. Bir ihtiyacınız olursa beni uyandırmaktan da çekinmeyin.”

“Seninle yeniden aynı evde uyuyacak olmak bizi zaten bebekler gibi uyutur,” dedi Hande onun yanağını okşayarak. “Sen de yatıp dinlenmene bak yavrum. Her şey için teşekkür ederiz.”

“Bu gerçek beni de bebekler gibi uyutacak. İyi geceler, sabah görüşürüz.”

“İyi geceler oğlum,” dedi Göktuğ. “Tatlı rüyalar.”

“Size de.”

Salondan çıkan Gökhan kendi odasına ilerledi ve kapıyı biraz aralık bırakarak yatağına yürüdü. Normalde kapısını kapatıp uyuyordu ama ebeveynleri olduğu için bugün aralık bırakmayı tercih etti. Saatler gece 11’i geçiyordu, geç olmuştu ama Göksel’in uyumadığını bilerek onu aradı. Genç kadın telefonu ikinci saniyede açtı.

“Aramanı bekliyordum,” dedi Göksel. “Beklediğimden erken aradın ama anlaşılan hepiniz yorgun olunca çok geçe kalmadan uyumaya çekildiniz.”

“Aynen öyle oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Şimdi odama geçtim ve hemen seni aradım.”

“İyi yaptın. Nasılsın? Neler yaptınız?”

“İyiyim, çok iyiyim. Bize geldik, salonda biraz sohbet ettik. Bu üç senede neler yaptığımızdan bahsettik, biraz içimizi döktük. Yarın akşam yılbaşı, Sinem ve Berat’la bir program da yapmıştık ama annemler akşam yemeği yemeyi teklif etti. Ne dersin? Restoranlarda yer bulabileceğimizi sanmıyorum ama şansımızı bir deneriz, bulamazsak da bizim evde toplanabiliriz.”

“Dördümüz mü?”

“Yağız da olur.”

“Sinem’e haber vermem gerekecek, zaten anlayışla karşılayacağından eminim. Sizinle vakit geçirmeyi çok isterim.”

“O zaman onlarla başka bir akşam çıkarız.”

“Öyle yaparız. Yarın için restoranlarda yer bulabileceğimize ben de pek ihtimal vermiyorum fakat aklımda birkaç yer var, yarın onları arayıp sorarım.”

“Ben de birkaç yeri ararım. Bulamazsak da sıkıntı değil. Size çok daha lezzetli yemekler pişiririm.”

“Baksana, sizde olalım. Restoranı boş ver, evde vakit geçirelim.”

“İşte bu be! Bir an hiç söylemeyeceksin sandım. Yarın seni evimde, ailemle aynı masada görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de hep beraber masada olmak için. Bu akşam eve döndüğümde bizimkilere olanları anlattım, sizin adınıza çok sevindiler.”

“Müjdeyi hemen vermişsin.”

“Yüz ifademi görünce hemen ne olduğunu sordular zaten.”

“Kıyamam sana bal peteğim. Şimdi daha iyisin değil mi?”

“Çok iyiyim. Sen iyiyken benim iyi olmamam mümkün mü? Sen iyiysen ben çok daha iyiyim.”

“Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” diyen Göksel gülümsedi. “Ben de seni çok seviyorum. Hadi uyuyup dinlen sen. Hem fiziksel hem de duygusal olarak çok yoruldun.”

“Sen de öyle. İkimiz de güzelce uyuyup dinlenelim, yarın yine haberleşiriz.”

“Tamam sevgilim. İyi geceler, çok öpüyorum.”

“Ben de çok öpüyorum, kiraz dudaklarından yani.”

“Saat geç oldu ya, içindeki azman hemen ortaya çıktı. Yat uyu hadi, dinlenmene bak.”

“İçimdeki azman senin için her zaman ortada bebeğim.”

“Ona ne şüphe. Kapatıyorum şimdi bak, babam bu konuşmaya yanlışlıkla kulak misafiri falan olursa asıl azmanı o zaman görürsün. Senin canının sağlığı için telefonu kapatalım.”

“Bölüm sonu canavarı da çıktığına göre bana müsaade. İyi geceler balım, yarın görüşürüz.”

“Kaçıp canını kurtar,” dedi Göksel kıkırdayarak. “İyi geceler sevgilim, görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattığında kendi kendine güldü. Gökhan’la konuşup onun iyi gelen sesini duyduğu için rahatlayarak odasından çıktı ve salona ilerledi. Annesiyle babası dakikalar önce bıraktığı gibi koltukta oturup dizi izlemeye devam ediyordu. Göksel içeri girince ikisi de ona döndü.

“Gökhan’la konuştun mu?” diye sordu Güzin. “Yüzün gülüyor.”

“Konuştum,” derken diğer koltuğa oturdu Göksel. “Her şeyin yolunda olduğunu söyledi, sesi de çok iyi geliyordu. Ebeveynleri yarın akşam hep beraber yemek yemeyi teklif etmiş, biz de akşamki planımızı iptal ettik. Yarın Gökhanlarda olacağım.”

“Bak sen,” dedi Güzin gülümseyerek. “Seninle tanışmak için çok hevesli oldukları ortada. Çok güzel bir plan, evde hep beraber sakince vakit geçirirsiniz. Peki biz ne zaman akşam yemeği yiyebileceğiz? Gökhan’la tanışma vaktimiz geldi de geçiyor küçük hanım.”

“Bence de,” diye eşine arka çıktı Engin. “Şu Gökhan Bey’le tanışalım artık. Şimdi ailesiyle yeni barıştı, gündemi çok farklı ama sular durulunca ilk fırsatta biz de bir yemek yiyelim. Adam konu kendi ailesi olunca ilk günden akşam yemeğini ayarladı ama söz konusu bizimle tanışmak olunca aylardır kaçıyor.”

“Aceleci davranmak istemedik,” dedi Göksel. “Ailesi gelmeseydi de yılbaşından sonra sizi onunla tanıştırmayı planlıyordum zaten, bunu Gökhan da istiyor. Gündem biraz durulunca sizinle tanışmasını çok istiyorum.”

“Artık vakti geldi,” dedi Güzin. “İlk zamanlardan tanışmaya biz de sıcak bakmıyorduk zaten ama artık dört ay oldu, ilişkiniz çok ilerledi ve biz de Gökhan’la tanışmayı istiyoruz.”

“Bence de zamanı geldi,” diyen Göksel gülümsedi. “Gökhan’ın ailesinin kalıp gitme durumu kesinleştikten sonra bir gün hep beraber bir akşam yemeği ayarlarız.”

***

Ertesi sabah Gökhan erkenden uyandı. Normalde işe gitmesi gerekiyordu fakat müdürüne mesaj atıp ailesinin geldiğini, bu yüzden bugün işe gelemeyeceğini söyledi. Odasından çıktığında mutfaktan sesler geldiğini duydu. İçeri girdiğinde Göktuğ’u masada otururken buldu.

Bir asker olan Göktuğ elbette erkenden uyanmıştı.

“Günaydın,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Her zamanki gibi erkencisin.”

“Günaydın,” dedi Göktuğ da ona bakarak. Gülümsediğinde kaz ayakları derinleşti. “Mesleki deformasyon diyelim. İyi uyuyabildin mi?”

“Asıl sen iyi uyuyabildin mi?” derken onun karşısına oturdu Gökhan. “Rahat ettin mi?”

“Çok rahattım, bebek gibi uyudum.”

“İyi, sevindim. Annem hâlâ uyuyor sanırım.”

“O da birazdan kalkar. Üç buçuk sene sonra aynı evde yattık, aynı evde uyandık. Çok özlemişim.”

“Ben de,” dedi Gökhan duygulu bir sesle. “Yeniden aynı evdeyiz ama bu sefer tartışmalar, kavgalar, aramızda esen soğuk rüzgârlar yok.”

“Birbirimizi çok yıprattık değil mi? Seni de kendimizi de çok yıprattık, tükettik.”

“Bu yüzden sıfırdan bir başlangıç yaptığımızı söylüyorum ya, sil baştan.”

“Geçmişin silinmesi gerekiyordu da.”

“Kesinlikle. Kahvaltıda ne istersiniz, size ne hazırlayayım?”

“Kahvaltılık ne varsa ondan yeriz, hiç zahmet etme.”

“Duymamış olayım. Belki de ailecek edeceğimiz en huzurlu kahvaltı olacak, mükellef bir kahvaltı olması lazım.”

“O zaman biz de bir işin ucundan tutarız.”

“Anlaştık.”

Bu esnada Yağız da mutfağa girdi. “Günaydın,” dedi canlı bir sesle. O da erkenden uyanmıştı fakat Gökhan kalkmadığı için odasından çıkmamıştı. Göktuğ ya da Hande veya her ikisiyle birden yalnız kalmak istememişti. “Siz de erkencisiniz.”

“Günaydın kardeşim,” dedi ona bakan Gökhan. “Anlaşılan hepimiz erkenciyiz.”

Hande de Yağız’dan sonra mutfağa girdiğinde üçünün bakışları da ona döndü. Hande uyurken dağılan saçlarını elleriyle şöyle bir düzeltip gülümsedi.

“Günaydın beyler,” dedi. “Bakıyorum da hepiniz benden erkencisiniz. O kadar rahat ve huzur dolu bir uyku uyudum ki ancak şimdi kalkabildim.”

“Günaydın,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Rahat uyumana sevindim ve vakit hâlâ erken. Siz elinizi yüzünüzü yıkayın, dilerseniz üstünüzü değiştirin; ben de kahvaltıyı hazırlayayım.”

“Hep beraber hazırlarız.”

Öyle de yaptılar. Kahvaltıyı hep beraber hazırlayıp masaya da hep beraber oturdular.

“Göksel’le konuştun mu?” diye sordu Hande.

“Konuştum,” diye onayladı Gökhan. “Bugün yılbaşı gecesi olduğu için her yer dolu olur; yine de birkaç restorana sorabilirdik ama evde vakit geçirmek istedik ve bu akşam hep beraber evde yemek yemeye karar verdik. Size de uyar mı?”

“Bunca telaşın arasında bugünün yılın son günü olduğunu unutmuşuz,” dedi Göktuğ günün farkına vararak. “Haklısın, dışarıda yer bulmak mümkün olmaz. Evi iyi düşünmüşsünüz. Hep beraber sessizlik ve huzur içinde akşam yemeği yemekten büyük memnuniyet duyarız.”

“Bence de iyi düşünmüşsünüz,” dedi Hande gülümseyerek. “Akşam yemeği için hep beraber bir şeyler hazırlarız.”

“Sen de bize eşlik eder misin?” diye sordu Gökhan, Yağız’a bakarak. “Barışlara gitmek istersen gidebilirsin ama kalmak istersen de anlayışla karşılarlar.”

“Burada olmayı çok isterim,” diyen Yağız onun omzuna dokundu. “Hep beraber güzel bir akşam geçiririz.”

“Dün tanışmak için fırsatımız olmadı,” dedi Göktuğ. “Biraz kendinden, neler yaptığından bahsetmek ister misin?”

“Bahsedeyim,” diyen Yağız konuşmadan önce bir yudum çay içti. “Aslen Balıkesirliyim, ailem hâlâ orada yaşıyor ama ben bu vakitten sonra oraya temelli döneceğimi düşünmüyorum. Gökhan gibi ben de çocukluğumdan beri gitar çalan, şarkı söyleyen biriyim; gitarın yanında bateri ve piyano da çalıyorum. Burada Gökhan’la birlikte güzel ve geniş bir çevre edindik, bir sürü müzisyen arkadaşımız var ve mezun olduktan sonra profesyonel olarak müzik yapmak istiyoruz. Konservatuvar okumak en büyük hayalimdi, lise dönemim konservatuvarların sınavlarına hazırlanmakla geçti. Müzikten sonraki en büyük tutkum ise bilgisayar oyunlarıdır. Beni tanıyan herkes çok iyi bilir ki hiç sıkılmadan saatlerce oyun oynayabilirim.”

“Dün senin performanslarını da çok beğendik,” dedi Hande. “Çok güzel bir sesin var, gitarı da çok iyi çalıyorsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Yağız gülümseyerek. “Dün güzel bir gündü.”

“Kesinlikle öyleydi. Gitar çok popüler bir enstrüman ama bateri çalmak nereden esti? Sen de Gökhan gibi rock müzik mi seviyorsun?”

“Hem de çok severim. Rock dinleyerek büyüdüm, müziğe başlamamda çok büyük etkisi vardır. Bu konularda Gökhan’la çok ortak noktamız var.”

“Ona ne şüphe,” dedi Göktuğ. “Bu kadar yakın olmanıza şaşırmamalı.”

“Tabii ki,” dedi Gökhan gülümseyerek Yağız’a bakarken. “Bu yüzden en yakın arkadaşlarız.”

Yağız onun omzunu dostane bir tavırla sıktığında Gökhan da onun bacağına dokundu.

“Bu süreçte Gökhan’ı yalnız bırakmadığın için çok teşekkür ederiz,” dedi Hande gülümseyerek onlara bakarken. “Görüyoruz ki Gökhan’ın burada da bir ailesi olmuş. Önceki ailesinin aksine huzur dolu bir aile. Bunu görmek çok güzel.”

Gökhan’ın yüzüne duygu dolu bir ifade yayıldı. Annesi haklıydı, Gökhan’ın İstanbul’da huzur dolu bir evi ve ailesi olmuştu. Yağız, Kerem ve diğer yakın arkadaşları onun ailesiydi; Göksel onun ailesiydi. Tüm bu isimler ona Gökhan’ın yıllardır istediği sevgi ve huzur dolu aile ortamını yaşatmıştı, yaşatmaya da devam edecekti.

“Gerçek dostlardan ve gerçek aşktan oluşan bir aile,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sizin de yeniden o aileye dahil olmanıza çok sevindim. Artık eksik yok.”

“Hiç de olmayacak,” dedi Göktuğ inançlı bir sesle. “Yeniden ve bir daha asla ayrılmamak üzere bir aradayız.”

Gökhan günü ailesiyle birlikte geçirirken Göksel de kendi evinde akşama hazırlanarak geçirdi. Duş aldıktan sonra uzun dakikalarını dolabını karıştırarak geçiren genç kadın kahverengi bir taytla krem rengi uzun bir sweatshirt giymeye karar verdi. Tüm akşam evde olacakları için tercihini rahat olmaktan yana kullandı. Saçlarını doğal şeklinde bırakırken yüzüne de hafif bir makyaj yaptı.

Göksel, Gökhanlara gitmek için evden çıktığında saatler akşam 7’ye geliyordu. Avrasya Tüneli’ni kullanan genç kadın köprü trafiğine girmeden daha kısa sürede Merdivenköy’e vardı. Hava kararalı çok olmuştu. Altı katlı apartmanın üçüncü katındaki dairenin salonu ve mutfağının ışıkları yanıyordu.

Apartman kapısına yürüyen Göksel beşinci dairenin ziline bastıktan sadece saniyeler sonra kapı açıldı. Apartmanın içine giren genç kadın montunun fermuarını açtı, asansöre ilerledi ve üçüncü kata çıktı. Asansörden indiğinde Gökhan’ın onu evin kapısında beklediğini gördü. Gökhan’ın kendisi gibi krem rengini tercih ettiğini görünce gülümsedi. Genç adam krem renkli boğazlı bir kazakla düz paça siyah kot pantolon giymişti, saçlarını da özenle şekillendirmişti. Gökhan da Göksel’in krem sweatshirt’ünü görünce hâlihazırda yüzünde olan gülümsemesi genişledi.

“Hoş geldin balım,” dedi Gökhan. “Biriyle pişti olduğuma bu kadar sevineceğimi düşünmezdim.”

“Ne tesadüf ben de,” dedi Göksel gülerek. Kapının önünde durdu. “Hoş buldum sevgilim.”

Dudaktan öpüştüler.

“Elbette elin boş gelmemişsin,” dedi onun elindeki poşeti fark eden Gökhan. “Biz bir sürü şey hazırladık, zahmet etmene hiç gerek yoktu.”

“Annemle beraber yılbaşına özel tarçınlı kurabiye yaptık, onlardan getirdim,” dedi Göksel içeri girerken. Poşeti Gökhan’a uzattı. “Hep beraber yeriz.”

“Bir de kendi yaptığın tatlıdan getirdin yani? Tadına bakmak için sabırsızlanıyorum.”

Bu sırada Hande ve Göktuğ salondan çıkıp holdeki Gökhan’la Göksel’e yaklaştı.

“Hoş geldin Göksel,” dedi Hande gülümseyerek.

“Hoş buldum,” diye karşılık verdi Göksel.

Hande, Göksel’e yaklaştı ve onunla yanaktan öpüştü.

“Çok hoş görünüyorsun,” dedi Hande onun yüzüne bakarken. “Zaten çok güzel bir kızsın da bugün ayrı bir hoş olmuşsun. Gökhan gibi sen de yılbaşı gecesi için özenle hazırlanmışsın.”

“Teşekkür ederim, çok naziksin.” Az kala teklifli konuşacaktı ki kendini durdurdu. “Bugün özel bir akşam, hazırlanmamak olmazdı.”

“Haklısın, özel bir akşam,” dedi Göktuğ. Göksel ona baktı. Göktuğ Uygur dağ gibi bir adamdı. 1,84 metre boyundaki ve yaklaşık 90 kilo ağırlığındaki vücudu oldukça iriydi. Onun bu iri yapısı Göksel’in ondan çekinmesinde büyük etkiye sahipti. “Hoş geldin. Bu akşam aramızda olduğun için çok mutluyuz, davetimizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz.”

“Asıl ben davetiniz için teşekkür ederim.”

Lavaboda olan Yağız da içeriden çıktı ve diğerlerinin yanına ilerledi.

“Hoş geldin Gök,” dedi Yağız canlı bir sesle. “N’aber? Gözlerimiz yollarda kaldı, nerelerdeydin?”

“Hoş buldum,” dedi Göksel gülümseyerek. Bu evde onu germeyen ikinci bir insan olması işine gelmişti. “İyiyim, senden n’aber? İstanbul’un yılbaşı trafiğini atlatıp ancak geldim. Tadın kaçsın istersen o trafiği düşünebilirsin.”

“Yok canım, ben hiç almayayım. Evimdeki bu sakin akşamın tadını çıkarmayı tercih ederim.”

“İsterseniz hemen yemeğe geçelim,” dedi Gökhan. “Bence hepimizin karnı oldukça aç.”

“Açım,” diye onayladı Göksel. “Siz geçin, ben de ellerimi yıkayıp geliyorum.”

“Tamam balım.”

Göksel banyoya yürürken, Gökhan onun arkasından bakıp gülümsedi. Genç kadının kombinini beğenmişti.

“İkiniz de krem giymişsiniz,” dedi Hande. “Sözleştiniz mi?”

“Birbirimizin ne giyeceği hakkında en ufak bir fikrimiz bile yoktu,” dedi Gökhan ona dönerek. “Çok güzel bir tesadüf oldu. Ne derler bilirsiniz, kalp kalbe karşıdır. Hadi mutfağa geçelim.”

“Sırıtışa bak,” dedi Göktuğ gülümseyerek. “Sen bu kıza gerçekten de âşıksın.”

“Çok âşığım ama konumuz bu değil, utandırmayın lütfen.”

Diğerleri gülüşürken Gökhan mutfağa ilerledi, sonrasında diğerleri de onu takip etti. Banyoda ellerini yıkayan Göksel’se kısa süre sonra onlara katıldı. Bu akşam için zengin bir akşam yemeği menüsü yapmışlardı. Mercimek çorbası, iç pilavlı tavuk dolması, Akdeniz salata, mozaik pasta ve havuçlu kek bu akşamın menüsünü oluşturuyordu.

“İstediğin yere otur balım,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Servisi ben hallederim, siz keyfinize bakın.”

“Ben de yardım ederim,” dedi Yağız hemen. “Aslında hepiniz misafir olamayacak kadar Gökhan’a yakınsınız ama ev sahipleri biz olduğumuza göre sizi bir noktada misafir olarak görüyoruz.”

Göksel, Hande ve Göktuğ’un karşısına oturdu. Gökhan’la Yağız da kâselere çorba doldurduktan sonra Yağız masanın başına, Gökhan da Göksel’in yanına oturdu.

“Sen mi yaptın?” diye sordu Göksel çenesiyle çorbayı işaret ederek.

“Her şeyi ben yaptım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sizler için yılbaşı yemeği hazırlamak çok keyifliydi.”

“Ellerine sağlık. Her şey leziz görünüyor.”

“Afiyet olsun balım.”

Gökhan, Göksel’in yanağını öptüğünde genç kadın bir anlığına karşısında oturan Gökhan’ın ebeveynlerine baktı. Utandı ama belli etmedi.

Çorbadan bir kaşık içen Göksel memnun bir ifadeyle başını sallayarak, “Leziz olmuş,” dedi. Dudaklarını yaladı. “Ellerine sağlık sevgilim.”

“Afiyet bal şeker olsun,” dedi Gökhan.

Çorbalar bittikten sonra Gökhan’la Yağız tabaklara ana yemeği koymaya başladı. Bu sırada Göksel, Göktuğ ve Hande masada yalnız kaldı.

“Yıldız Teknik’te okuyordun değil mi?” diye sordu Göktuğ.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Fotoğraf ve Video bölümünde son senem.”

“Fotoğrafçılığa ne zamandır ilgilisin?”

“Çocukluğumdan beri. Ortaokula giderken ilk kameralı telefonuma sahip olmuştum ve o günden beri gördüğüm her şeyi çekmeye karşı büyük bir ilgim var. Ailem bu ilgimi fark edince bana bir fotoğraf makinesi hediye ettiler, benim de ilgim zamanla en büyük tutkuma dönüştü ve beni şu an olduğum noktaya getirdi.”

“Çok güzel,” dedi Hande gülümseyerek. “Videolar da çekiyorsundur.”

“Çekiyorum,” dedi Göksel başını sallayıp. Bu esnada Gökhan onun önüne tabağını koydu. Gökhan’a teşekkür eden Göksel yeniden Hande’ye baktı. “Video çekmeye lise döneminde başladım, açıkçası üniversiteye başlayana kadar çok da amatördüm fakat teknik eğitimini almaya başlayınca gelişmeye de başladım. Video çekmeyi de çok seviyorum ama fotoğraf çekmek hâlâ daha favorim, en büyük tutkum.”

“Çektiğin fotoğraf ve videoları görmeyi çok isteriz,” dedi Göktuğ. “Bir gün gösterir misin?”

“Elbette,” dedi Göksel gülümseyerek. “Ne zaman isterseniz.”

Yemek servisini bitiren Gökhan’la Yağız da masaya oturdu. Gökhan yanında oturan Göksel’e göz kırpınca Göksel de ona göz kırptı.

“Ailen ne iş yapıyor?” diye sordu Göktuğ. “Kardeşin var mı?”

“Bir ağabeyim var,” dedi Göksel ona dönerek. “Öğretmen, eşiyle beraber Ankara’da yaşıyor. Bu arada siz Ankara’nın neresinde oturuyorsunuz?”

“Ankara demek,” diyen Göktuğ bu ortak noktadan hoşlanmıştı. “Çankaya’da, merkezde oturuyoruz. Ağabeyin ve eşi nerede oturuyor?”

“Çankaya güzel bir yer. Ağabeyimler de Keçiören’de oturuyor. Tam emin değilim ama size yakın değil sanırım.”

“Keçiören daha kuzeyde kalıyor,” diye onayladı Göktuğ. “İlçe merkezine yakınlar mı?”

“Evet evet, merkezi bir yerinde oturuyorlar. İkisinin okulları da orada olunca evi de yakınından tuttular.”

“Çok güzel,” dedi Hande. “Ağabeyin ne öğretmeni?”

“Coğrafya. Adı Giray, 27 yaşında.”

“Ondan bahsederken gözlerin ışıldıyor,” dedi Göktuğ. “Çok sevdiğin belli.”

“Ağabeyim dünyanın en eğlenceli, en sevecen, en tatlı insanlarından biridir. Yaşlarımız çok yakın değil ama ben çocukken benimle çocuklaşmayı bilirdi. Aslına bakarsanız hâlâ daha çocuk ruhlu biri. Yirmi yedi yaşında bir öğretmen olduğuna inanmak çok zor. İşte bambaşka birine dönüşüyor tabii ama onun dışında deli doludur.”

“Merak ettim. Onlar da Ankara’daymış, bakarsın bir gün tanışırız. Ziyarete gidiyor musunuz?”

“Geçen yaz evlendiler, henüz düğün haricinde gitme fırsatımız olmadı ama önümüzdeki sene gitmeyi düşünüyoruz. Ağabeyim Ankara’nın kışın çok soğuk olduğunu söyleyip gelmemizi istemedi, yazın gidebiliriz.”

“Ankara soğuğu hiçbir şeye benzemez,” dedi üç senedir orada yaşayan Hande. “Ağabeyin haklı. Yaz sonuna doğru giderseniz en güzel zamanlarına denk gelirsiniz. Ağustos sonu, eylül başı güzeldir.”

“Aklıma not ettim.”

Kız arkadaşının ve ebeveynlerinin keyifli sohbetini dinleyen Gökhan’ın yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Bu anın yaşanacağını hiç düşünmezdi ama şu an bu ana şahitlik ettiği, bu anın bir parçası olduğu için çok mutluydu. Böyle bir manzara görmeyi hep istiyordu, şu an bu manzarayı izlemekten büyük keyif alıyordu.

“Peki ya annenle baban?” dedi Göktuğ. “Onlar ne yapıyor?”

“İkisi de çalışıyor. Annem bir şirketin pazarlama departmanında müdür yardımcısı, babam da büyük bir giyim mağazasında müdür olarak çalışıyor. İkisi de İşletme mezunu, tanışmaları da üniversite zamanlarına dayanıyor zaten. Onlar da benim gibi doğma büyüme İstanbullu, doğduklarından beri bu şehirdeler. Bir ağabeyim hem üniversiteyi başka bir şehirde okuyarak hem de başka bir şehre taşınarak bizden ayrıldı işte.”

“İkisi de yönetici olarak çalışıyormuş, çok güzel. Kim bilir kaç yıllık mesleki deneyimleri vardır zaten. Kaç yaşındalar?”

“İkisi de elli dört yaşında. Çok uzun senelerdir çalışıyorlar, emeklilikleri gelmesine rağmen çalışmaya devam etmek ikisinin de ortak kararıydı ama öyle görünüyor ki önümüzdeki sene emekli olacaklar. Artık çok yoruldular.”

“Tabii ki yorulmuşlardır,” dedi Göktuğ anlayışlı bir sesle. Gökhan’a döndü. “Hazır bahsi açılmışken ben de seneye emekli olmayı düşünüyorum. Çok yoruldum, ben de artık dinlenmek istiyorum.”

“Gerçekten mi?” dedi şaşıran Gökhan. “İşine o kadar âşık bir adamsın ki hep askerlik yapacağını düşünüyordum.”

“İşimi, vatanıma hizmet etmeyi hâlâ daha çok seviyorum ama çok da yoruldum. Artık aileme vakit ayırmak, annen ve seninle güzel anılar biriktirmek istiyorum.”

“Çok mantıklı bir karar,” dedi gülümseyen Göksel. “Askerlik çok zor ve çok yıpratıcı bir meslek, artık dinlenmeyi ve ailenle vakit geçirmeyi hak ediyorsun. Benim anneannemle dedem emekli olduktan sonra Fethiye’ye taşındılar, belki siz de bir sahil kasabasına kaçarsınız.”

“Deniz kenarına gitmeyi düşünmüştük,” dedi Göktuğ, eşine bakarak. “Bahçeli bir evde sessiz ve sakin günler geçirmeyi ikimiz de istiyoruz. Hem siz de gelirsiniz. Ne zaman şehirden kaçmak ve denize girmek isterseniz gelir, istediğiniz kadar kalırsınız.”

“Düşüncesi bile güzel,” dedi Gökhan. Gülümsedi. “Ama Fethiye’den farklı bir yer olsun, bize değişiklik olur.”

Gülüştüler.

“Aslında İzmir’i düşünmüştük,” dedi Hande. Eşine döndü. “Bunun hakkında uzun zamandır konuşmadık ama birkaç sene önce İzmir’i istiyorduk.”

“Hâlâ İzmir’i istiyorum,” dedi Göktuğ. “Urla’yı. Şortum ve terliklerimle evimin bahçesinde zaman geçirmek, bahçeye ektiğimiz meyve ve sebzelerle ilgilenmek istiyorum. Gökhan da gelir, özellikle sıcak yaz akşamlarında bize gitar çalıp şarkı söyler. Göksel de isterse kapımız her zaman açık, o da fotoğraflar çekerek anıları ölümsüzleştirir. Yağız sen de elbette gelebilirsin, kapımız sana da her daim açık.”

“Oh be,” dedi rahat bir nefes alan Yağız. “Bir an benden hiç bahsetmeyeceksin sandım.”

Masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“Bu gelmesin,” dedi Gökhan ona gözlerini kısarak bakarken. “Bari aile evinde yanımda olmasın. Bir rahat ver be kardeşim!”

“Yazıklar olsun,” dedi Yağız. “Hemen yarın evi ayırıyoruz. İstenmediğim yerde bir dakika durmam.”

“Prensip meselesi olarak mı?”

“Aynen.”

Gökhan gülerek onun omzuna dokunduğunda Yağız da sırıttı.

“Hep böyle atışır mısınız?” diye sordu Hande.

“Sürekli,” diye onayladı Yağız. “Birbirimizle uğraşmayı çok seviyoruz.”

“Belli oluyor,” dedi Göktuğ. “Atışmalarınız bittiyse ana yemeğe geçelim mi? Şarabı da açalım.”

“Kadehleri doldurayım,” dedi Gökhan. “Bu arada yemeği ilk kez yaptım. Güzel olmamış olabilir, beğenmediyseniz asla yemek zorunda değilsiniz.”

“Senin yaptığın bir şeyin kötü olma ihtimali yok ki,” dedi ona bakan Göksel. “Leziz olduğuna eminim.”

Onun kulağına eğilen Gökhan, “Yalnız böyle güzel şeyler söylersen annemle babamın karşısında olmamıza aldırmadan seni çok fena öperim,” diye fısıldadı. “Benim için hiç sorun olmaz ama senin domatese döneceğini biliyorum.”

Gökhan onun yanağına yumuşacık bir öpücük kondurduğunda Göksel yan gözle ona baktı. Gökhan ona göz kırptıktan sonra şarap şişesine uzandı. Şişeyi tirbuşonla açtıktan sonra beş kadehi yarısına kadar kırmızı şarapla doldurdu.

“Küçük bir konuşma yapmak istiyorum,” diyen Gökhan kadehini kaldırdı. “Söz konusu hayat olduğunda hepimiz hesaplamalar yaparız ama hiçbir zaman beklediğimiz sonuca ulaşamayız. Fikrimiz sorulmadan geldiğimiz bu dünyada pek çok konuda yine fikrimiz sorulmaz, öyle anlar yaşarız ki kendimizi asla tahmin etmediğimiz veya daha kötü bir ihtimalle asla istemediğimiz bir şeyin ortasında buluruz. Mesela dün yaşananlar asla tahmin etmeyeceğim türdendi fakat yaşandığı için, bugün sizlerle beraber bu masada oturduğum için çok mutluyum. Birbirimizden ayrı üç sene geçirdik, umuyorum ki beraber girdiğimiz bu yeni senede hep yan yana olur ve sayısız güzel anı biriktiririz. Varlığınıza teşekkür ederim, var olun. Sağlığımıza, mutluluğumuza ve elbette şerefe!”

“Ne güzel konuştun,” dedi Göktuğ gülümseyerek. O da kadehini kaldırdı. “Sağlığımıza, mutluluğumuza, beraberliğimize ve elbette şerefe!”

Beşi birden kadehlerini tokuşturdu ve içkilerinden birer yudum içtiler. Şarap fikrini ortaya atan Göktuğ masraftan kaçınmamış, iyi bir markanın eski bir şarabını almıştı.

“Çok güzelmiş,” dedi dudaklarını yalayan Göksel. “Kim aldı bilmiyorum ama kesesine bereket.”

“Ben aldım,” dedi Göktuğ. “Gökhan’a senin içip içmeyeceğini sorduğumda şarabı sevdiğini söyledi, senin de içeceğini duyunca aldım. Beğenmene sevindim, afiyet olsun. Yarasın.”

“Teşekkür ederim. Kesene bereket.”

Gökhan’ın yılbaşı için yaptığı iç pilavlı tavuk dolmasının da tadına bakan Göksel yemeği beğendi.

“Leziz,” dedi Göksel. “Çok iyi olmuş. Ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun,” dedi Gökhan keyifle sırıtırken. “Salatayla da güzel olur bak, salatadan da ye.”

“Her şeyi yiyeceğim, hiç merak etme.”

Bir süre sessizce yemek yediler. Hepsinin karnı aç olunca ve Gökhan’ın yaptığı ana yemek de çok lezzetli olunca bir süre yemeğin tadını çıkarmayı tercih ettiler.

“Finalleriniz ne zaman?” diye sordu Göktuğ. “Yılbaşından sonra mı başlayacak?”

“Bizim başladı bile,” diye yanıtladı Gökhan. “Yılbaşını bile beklemediler.”

“Hadi ya, kötü olmuş. Göksel senin ne durumda?”

“Benimkiler ocakta,” dedi Göksel. “Bizimkiler bu konuda daha insaflı davrandı.”

“İşte çalışırken sınavlara hazırlanabiliyor musun?” diye sordu Hande oğluna bakarak. “Zor olmuyor mu?”

“Oldu, oluyor ama hallediyorum,” diyen Gökhan omzunu silkti. “Yüksek onur öğrencisi ve bölüm ikincisi olduğumu tekrardan hatırlatırım. Söz konusu müzik olduğunda ben çalışacak vakti yaratıyorum.”

“Yine de çok zor oluyordur,” dedi Göktuğ. “Bu konu hakkında müsait bir vakit konuşalım, olur mu?”

“Olur, konuşalım,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Neyse canım, sınavları boş verin. Akşamın tadını çıkaralım.”

Yemekleri bitirdikten sonra tatlıları salonda yemeye karar verdiler. Gökhan masayı kaldırma işini tek başına yapmak istese de Göksel müsaade etmedi ve bu işte ona yardım etmeye başladı. Yağız, Göktuğ ve Hande’yse Gökhan’ın zorlamalarıyla salona geçti.

“İnat edince daha bir çekici oluyorsun,” dedi tezgâha yaslanan Gökhan. Göksel onun yanında durup elindeki tabakları lavabonun içine bıraktı. “Benimle hep inatlaşsana sen.”

“Keçi inadımla baş etmeye hazır mısın gerçekten?” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. Yan durup kalçasını tezgâha yasladı. “Sonra ağlama.”

“Söz konusu sen olduğunda baş edemeyeceğim tek şey yokluğun olur.”

“Vay! Etkileyici, biraz kamyon arkası havası var ama etkilendim.”

“Kamyon şoförü olsam da sever miydin beni?”

“Gökhan diye kamyon şoförü mü olur be? İsminin doğasına aykırı.”

“Haklısın. Pilot olabilirdim bak, Gökhan adının hakkını sonuna kadar verirdim. ‘Gökhan yine göklerde!’ Sloganım bile hazır. Bugün nereye uçmak istersiniz hanımefendi?”

“Birlikte olduktan sonra neresi olduğu fark eder mi ki? Her yer olur.”

“Ağzından bal damlıyor,” diyen Gökhan ona doğru eğildi. “Ama çok yanlış bir zamanda damlıyor. Böyle şeyleri evde yalnız olduğumuz zaman söylemen lazım ki konunun sonuna varalım. Böyle yarı yolda kalıyoruz, olmuyor bak.”

“Biri duyacak,” diyen Göksel yavaşça onun ağzına vurdu. Bu sırada mutfak kapısından dışarı baktı. “Bu konu an itibarıyla burada kapanmıştır.”

“Ne zaman geri açıyoruz?”

Göksel gülerek başını iki yana sallarken masaya ilerledi. “Keçi inatlı ben kendime çok uygun bir erkek arkadaş bularak bir tekeyle sevgili olmuşum,” dedi genç kadın. İç çekti. “Azgın bir tekeyle.”

Gökhan bir kahkaha patlattığında Göksel de kıkırdadı.

“Bu iyiydi,” diyen Gökhan onun yanına ilerledi. “Üzerinde düşünülmüş, kaliteli. Sevdim.”

“Teşekkür ederim canım.”

“Canını severim senin.”

Gökhan onun yanağını öptüğünde Göksel yüzünü ona çevirdi ve erkek arkadaşının dudaklarına büyük bir öpücük kondurdu.

“İlk yılbaşımız,” diyen Göksel omzuyla onu dürttü. “Ve ailenle kutluyoruz.”

“Hayatıma uğur getirdiğinin en büyük kanıtı işte,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Kendinle beraber hayatıma sayısız güzellik getirdin.”

“İşte bunda hiç kamyon arkası havası yok, tamamen romantik. Çok tatlısın.”

“Ne sandın? İşte böyle düşürürüm.”

Mutfağı toparlayan çift tatlılarla çayları alarak salona ilerledi. Göktuğ’la Hande iki kişilik kanepede otururken Yağız da tekli koltuğa oturmuştu.

“Televizyon olmadığı için ev size fazla sessiz gelmiş olabilir,” dedi Gökhan elindeki tepsiyi sehpaya bırakırken. “İkimizin de hiç izlemediği bir şey olunca ve pahalı da olunca almayı hiç düşünmedik.”

“Televizyonla bir işimiz yok ki,” dedi Hande. “Hatta olmaması daha iyi. Beraber güzelce sohbet ederiz işte.”

“Hande haklı,” dedi Göktuğ. “Komşular rahatsız olmayacak olsa gitar çalıp şarkı söylemeni isterdim.”

“En altta yaşayan aile hariç binada kimse yoktur,” dedi Gökhan. Bu fikir çok hoşuna gitmişti. “Herkes dışarıdadır. Apartmanda olan varsa da bu akşamlık mazur görsün.”

Akustik gitarını alan Gökhan üçlü koltukta Göksel’in yanına oturdu. “Böyle güzel akşamlar için çalıp söylemeyi çok sevdiğim bir parça var,” dedi gülümseyerek. Boğazını temizledi. “İzninizle başlıyorum.”

Ses kontrollerini yapan Gökhan, mor ve ötesi grubunun Daha Mutlu Olamam şarkısına girdi. Bu şarkı bu akşam çok daha anlamlıydı.

“Küçük şeyler sevindirir ruhumu / Hayal bile edemezdim ben bunu / Daha mutlu olamam / Daha mutlu olamam.”

Gökhan büyük bir enerjiyle şarkıyı söylerken diğerleri de onu can kulağıyla ve gülümseyerek dinliyordu. Genç adamın yumuşacık sesi, usta yorumu bu akşamı daha da güzelleştirmişti.

Gökhan ikinci nakaratı da söyleyip şarkıyı bitirdiğinde onu alkışladılar. Genç müzisyen hiç hız kesmeden ikinci bir şarkıyı söylemeye geçti: Madrigal, Bambaşka.

“Yoldayım sonunda / Kaçmadım ama zordu yaşamak / Gülmeden nereye kadar / Belki başka yerlerde hayat var / Başka insanlar var.”

Gökhan’ı ilk kez bu şarkıyı çalarken dinleyen Göksel o günü hatırlıyordu. Fethiye’den İstanbul’a döndüğü zamandı, Gökhan’a sürpriz yaparak Parça’ya gittiği gündü. Sevgili oldukları gündü. O özel günün her anını çok net bir şekilde hatırlıyordu.

Gökhan bu şarkıyı da bitirince onu yine alkışladılar.

“Teşekkür ederim, eksik olmayın,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Mini bir konser de verdiğime göre artık tatlıları yemeye geçebiliriz diye düşünüyorum. Biricik sevgilimin yaptığı tarçınlı kurabiyeleri yemek için sabırsızlanıyorum.”

“Ağzına, ellerine, yüreğine sağlık,” dedi gözleri gururla parlayan Göktuğ. “Çok güzel çalıp söylüyorsun. Oğlumuzun içinde nasıl bir cevher yatıyormuş da farkında bile değilmişiz, üstelik o cevheri yok etmeye çalıştık ama neyse ki sen bizi dinlemedin.”

“Senden bunları duymak çok kıymetli baba, teşekkür ederim. Çok şey ifade ediyor.”

“Biliyorum. Dediğim her şeyde çok samimiyim, sakın unutma.”

“Biliyorum, hissediyorum, görüyorum.”

“Seni göğsümüzü kabartarak dinleyebiliriz değil mi?” diye sordu Hande. “Belki pek hakkımız yok ama seninle çok gurur duyuyoruz.”

“Hakkınız var, böyle düşünmeyin lütfen. Her şeyin başlangıç noktasına döndüğümüzde araba yolculuklarında o radyoyu açan sizlerdiniz, bana ilk gitarımı alan sizdiniz.”

“Onu parçalayan da yine bendim,” dedi Göktuğ üzgün bir sesle. “Hayatımdaki en büyük pişmanlık olarak kalacak.”

“Kalmasın,” dedi Gökhan hemen. “Geçmişte kaldı, geçip gitti, artık bir önemi yok. Evimin duvarında senin aldığın bir klasik Fender asılı, odaklandığım tek şey bu. Senin de, sizin de bu olsun lütfen.”

“Haklısın,” diyen Hande duvarda asan Fender’a baktı. Bu müzik köşesini çok sevmişti. “Evimizin duvarları artık geceye boyalı değil.”

“Ezberlemişsin.”

“Her bir satırını.”

Gökhan gülümsediğinde Hande de gülümsedi.

“O zaman hadi tatlıları yiyelim,” dedi Yağız. “Hepsi çok lezzetli görünüyor. Mideme indirmem için bana yalvarıyorlar resmen, onları kırmayayım.”

“Aç ya,” dedi Gökhan gülerek. “Ancak mideni düşün.”

“Düşünecek daha önemli bir şey göremiyorum. Siz görüyor musunuz?”

“Haklısın, mide önemli,” diyen Göksel, mozaik pastadan bir çatal yedi. “Muhteşem olmuş.”

Mozaik pastadan büyük bir parça koparan Yağız tatlıyı beğendiğini belli eden bir ses çıkardı. “Sen bu işi yapıyorsun Gök,” dedi dolu ağzıyla. “Efsane olmuş. Ellerine sağlık.”

“Hepinize afiyet olsun,” diyen Gökhan da Göksel’in annesiyle beraber yaptığı tarçınlı kurabiyeye uzandı. “Ben de biricik sevgilimin kurabiyesiyle başlayacağım.”

“Ve annemin,” diye ekledi Göksel. “Beraber yaptığımızı hatırlatırım.”

“Biricik sevgilimin ve onun biricik annesinin yaptığı kurabiye,” diye düzeltti Gökhan. Kurabiyeyi ağzına atıp yavaşça çiğnedi ve yuttu. “Maharetlerinin kaynağı belli oldu. Kurabiye leziz olmuş, ikinizin de ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun.”

Bir yandan tatlılarını yiyen bir yandan da sıcak çaylarını içen beşli koyu bir sohbete daldı. Gökhan onlara okulu hakkında ayrıntılı bilgiler verdi; derslerinden ve hocalarından bahsetti, neler yaptıklarını anlattı. Hande ve Göktuğ, Göksel’in okul serüvenlerini de merak edince Göksel de onlara okulu hakkında şeyler anlattı. Konservatuvar öğrencisi olan Gökhan’la Yağız da fotoğrafçılık ve video üzerine eğitim alan Göksel de diğer bölümlere nazaran farklı bir süreçten geçiyordu; bu süreç orta yaşlı çiftin dikkatini çekince onları can kulağıyla dinlediler.

Saatler gece yarısı olmak üzereydi. Kapıya dayanan yeni yılın heyecanı tüm şehri sarmış durumdaydı. Oturdukları koltuklardan kalkan ev sakinleri de balkona çıktılar.

“Havai fişekler birazdan atılmaya başlar,” dedi Gökhan. “Her sene yakınlardan bir yerden atıyorlar, buradan net olarak görülüyor.”

Üşüyen Göksel, Gökhan’a sokulurken Hande de Göktuğ’un koluna girdi. Yağız’sa bir adım geriden onları izliyordu. Yılın son gününü bu iki çiftle geçirmekten çok hoşlanmıştı, onlarla beraber oldukça keyifli vakit geçirmişti.

“Son on saniye,” dedi Gökhan heyecanlı bir sesle. “Havai fişeklere bakmayı unutmayın.”

Çünkü ben Göksel’i öpüyor olacağım.

“Üç, iki, bir,” diye geriye saydıkları anda havai fişekler patlamaya başladı. Etraf bir anda aydınlanırken Göksel’le Gökhan’ın dudakları birleşti. Çift ilk yeni yıllarına öpüşerek girdi.

Onların öpüştüğünü bilen Göktuğ ve Hande bakışlarını havai fişeklerden ayırmadılar. Yağız’sa onlara sadece bir saniye bakmış, ardından gülümseyerek bakışlarını havai fişeklere çevirmişti.

“Yeni yılımız kutlu olsun sevgilim,” diye fısıldadı Göksel. Soğuktan üşüyen burnunu Gökhan’ın da soğuk olan burnuna yasladı. “Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum,” diye fısıldadı Gökhan. “Birlikte girdiğimiz bu ilk yeni yılımızda seninle birbirinden güzel anlar yaşamak, birbirinden kıymetli hatıralar biriktirmek için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de öyle.”

Göksel başını onun omzuna yaslayıp kollarını da onun gövdesine sararken Gökhan da sağ onun ince beline doladı.

“Hepimizin yeni yılı kutlu olsun canım ailem,” dedi Gökhan biraz yüksek bir sesle. “Hep beraber nice güzel senelere.”

Gökhane’nin duvarları uzun süredir geceye boyalıydı ama bu gece havai fişeklerin parlak ışıkları karanlığı delip geçmişti. Gökhane artık Ay’ın bile siyah olduğu, Güneş’in hiç açmadığı; yıldızların karardığı ve bulutların hep ağladığı bir yer değildi.

Gökhane’de ışıklar artık hep parlıyordu.

]]>
Sun, 18 Jun 2023 10:30:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 28. Kare: Gökhane Sakinleri https://edebiyatblog.com/kd-28kare-gokhane-sakinleri https://edebiyatblog.com/kd-28kare-gokhane-sakinleri “Kimisi askercilik oynar

Kimisi evcilik oyunu oynar

Ben de müzisyeni oynarım şimdi.”

Oyuncak Dünya, Yavuz Çetin

29 Aralık, Perşembe

Filmin son sahnesini çeken kamera yavaşça yükselmeye başladı ve kadraja gökyüzü girdi. Masmavi gökyüzü bembeyaz bulutlarla kaplıydı. Kamera birkaç saniye daha yükseldikten sonra filmin müziği çalmaya ve oyuncu listesi ekranın sağ alt köşesinden yukarı doğru akmaya başladı.

Gökhan, Göksel’in belinde sabit duran elini sağa sola hareket ettirip genç kadının belini okşamaya başladığında Göksel de onun göğsüne yasladığı başını kaldırıp erkek arkadaşının yüzüne baktı.

“Nasıldı?” diye sordu Gökhan. “Sevdin mi?”

“Güzeldi, beğendim,” diye cevapladı Göksel. “Sen?”

“Ben de beğendim ama seninle sarmaş dolaş yatmazken izleseydim muhtemelen çok da beğenmezdim.”

“Ortam da önemli tabii.”

“En önemlisi.”

Göksel başını yeniden onun göğsüne yaslayıp gözlerini huzurla kapattı. Gökhan’ın evindeydiler, salondaki büyük kanepenin üstünde yan yana uzanıyorlardı ve üzerlerine kırmızı battaniyeyi örtmüşlerdi. Dışarıda buz gibi bir hava vardı ama aynı battaniyenin altında dip dibe olan genç çift hiç üşümüyordu.

“Hayatımın geri kalan her gününü bu şekilde geçirebilirim,” dedi Gökhan. “Bunun yaşanmasını da çok istiyorum.”

“Bu bir evlenme teklifi mi?” diye sordu Göksel gözlerini açmadan. “Daha çok genciz, aklından bile geçirme.”

“Zamanı geldiğinde geçirebilirim yani?”

“Benimle sadece eğlenmek amacında değilsen geçirirsin tabii ki.”

“Seninle ilgili çok hayalim var ama bahsedip seni korkutmak istemem şimdi.”

“Neymiş?” diyen Göksel gözlerini açtı, başını onun göğsünden kaldırdı ve yüzüne baktı. “Dinliyorum.”

“Bakıyorum da konu bir anda ilgini çekti,” dedi Gökhan gülerek. “Az önce uyukluyordun, şimdi gözlerin fal taşı gibi açık.”

“Uyuklamıyordum, sadece huzur doluydum.”

“Bak ya,” diyen Gökhan’ın gülüşü genişledi. “Beni fena düşürdün.”

“Düşürürüm, şimdi benimle ilgili hayallerini söyle.”

“Hayatta olmaz.”

“Ölümü gör.”

“Manyak manyak konuşmasana kızım,” dedi Gökhan kaşlarını çatarak. “Ağzından yel alsın.”

“O zaman hayallerini söyle.”

“Klişe hayaller, söyleyince hiçbir özelliği olmaz hatta kulağa garip bile gelir.”

“Evli, mutlu, çocuklu?”

“Hı hı. Normalde çok itici bulurum ama seninle düşününce çok güzel geliyor.”

“Çünkü bana âşıksın.”

“Çok âşığım.”

“Ben de sana.”

Öpüştüler.

“Atıştırmalık bir şeyler ister misin?” diye sordu Gökhan. “Acıktın mı?”

“Eve geldim geleli beni besliyorsun,” diyen Göksel göbeğine dokundu. “Akşam yemeği, tatlı, kuruyemiş, meyve… Tıka basa doluyum.”

“İçecek?”

“Sadece seninle böyle kalmak istiyorum.”

“Kalalım o zaman.”

Göksel işaret parmağıyla Gökhan’ın göğsüne görünmez daireler çizmeye başladığında Gökhan’ın bakışları onun parmağına sabitlendi. Genç kadının uzattığı ince tırnaklarında simli gri ojeler vardı ve Gökhan onun ojelerini görür görmez çok beğenmişti.

“Huylanıyorum,” dedi Gökhan. “Yapmaya devam edersen sabit durmamız çok zorlaşacak.”

“Rahat dur,” dedi Göksel ona bakmadan. “Aklın başka yerlere gitmesin.”

“Yalnız rahat durmayan sensin.”

“O zaman ikimiz de rahat durmuyoruz.”

“Durmayalım,” dedi Gökhan elini biraz aşağı indirerek. “Ben durmamaya dünden razıyım.”

“Ona ne şüphe,” diyen Göksel başını onun göğsünden kaldırdı. “Aslında sıcak bir kahve iyi olurdu.”

“Aklımdan geçenlerle gerçekte olanlar hiç bu kadar zıt olmamıştı,” dedi Gökhan. Elini onun sırtına çıkardı. “Nescafe yapayım mı?”

“Film falan izleriz cümlesindeki falan için burada değiliz, biliyorsun.”

“Ama olabiliriz.”

“Uslu bir çocuk ol Uygur.”

“Şu an bu cümlen bile bana seksi geliyor, biliyor musun?”

“Film bitince senin aklın çok başka yerlere gitti, biliyor musun?”

“Belki başından beri oradaydı?”

“Ben sana seksi geliyorum ama şu an sen bana çok tatlı geliyorsun. İstediğini elde etmek için her yolu deneyen küçük bir çocuk gibisin.”

“Çocuk mu?” dedi Gökhan gülerek. Onu belinden kavrayıp kendisine yaklaştırdı. “Gel seni bir öpeyim de bir daha düşün.”

Gökhan onu yavaşça, nazikçe ve büyük bir tutkuyla öptü. Göksel onun dudaklarıyla dans eden dudaklarından başlayan bir yangının tüm vücudunu ele geçirdiğini hissediyordu. Gökhan’ın vücudundaki yangın, onun vücuduna sıçramıştı adeta.

“Ya şimdi?” diye sordu Gökhan. “Hâlâ çocuk gibi sevimli mi geliyorum?”

“Fikrim biraz değişmiş olabilir,” diye itiraf etti Göksel. “Sen beni ne güzel öpüyorsun böyle.”

“Öperim. Devam edeyim mi?”

“Kahve?”

“Kahve,” dedi Gökhan onun dediğini hatırlayarak. “Yapayım. Türk kahvesi mi yoksa Nescafe mi istersin?”

“Nescafe olsun.”

“Hayhay. Kalkmak için seni rahatsız edeceğim.”

“Hiç önemli değil.”

Göksel koltukta oturma pozisyonuna geçip yer açınca Gökhan da ayağa kalktı. Genç adam siyah eşofmanının belini düzelttikten sonra mutfağa ilerledi, Göksel’se onun arkasından bakıp gülümsedi.

Gökhan mutfakta suyu kaynatırken, Göksel de koltuktan kalkıp onun peşinden mutfağa ilerledi. Genç kadın çok sessiz hareket ettiği için Gökhan onu duymadı. Göksel tezgâhın başındaki erkek arkadaşına yaklaştı ve ona arkadan sarıldı.

“Selam,” diye fısıldayan Göksel onu ensesinden öptü. “N’aber?”

“Selam,” dedi Gökhan gülümseyerek. Göğsünde duran Göksel’in eline dokundu. “İyidir, senden n’aber? Görüşmeyeli epey oldu.”

“Aylar, yıllar geçti,” dedi Göksel kıkırdayarak. “Ben de iyiyim.”

Gökhan öpmesi için başını sola çevirip yanağını Göksel’e uzatınca Göksel onun tıraşlı yanağını da öptü.

“Yarın için heyecan var mı?” diye sordu Göksel. “Büyük gün gelip çattı.”

“Olmaz olur mu?” dedi Gökhan. “Çok heyecanlıyım, bir o kadar da sabırsızım. Bir an önce sahneye çıkmak istiyorum.”

“Ben de seni izlemeyi, fotoğraflarını çekmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Harika zaman geçireceğiz.”

“Hiç şüphem yok.”

Göksel yanağını onun omzuna yaslayıp gözlerini kapattı ve genç çift hiç konuşmadan bir süre öylece durdu. Göksel sağ elinin altındaki Gökhan’ın kalbinin atışını avcunda hissediyordu. Genç adam huzurla dolu olduğu için sakin ve normal bir ritimle atan kalbi onu gülümsetiyordu. Gökhan’ın canı onun avcunun içindeydi ve bunu hissetmek Göksel için çok güzel ve eşsiz bir duyguydu.

“Su kaynadı,” dedi Gökhan. “Üçü bir arada mı fındıklı mı?”

“Fındıklı olsun,” diye cevap verdi Göksel. Yanağını onun omzundan ayırıp erkek arkadaşının boynunu öptü. “Aromasını seviyorum.”

“Hayhay, nasıl istersen.”

Gökhan kahve ambalajlarını yırtıp tozu kupalara dökerken ve kupaları suyla doldururken Göksel ondan ayrılmadı. İkisi de hâlinden son derece memnundu.

“Kahveler hazır,” dedi Gökhan. “Sanırım artık ayrılmamız gerekecek.”

“Öyle görünüyor,” dedi Göksel. Ondan yavaşça ayrıldı. “Hadi salona geçelim.”

Gökhan kendi mavi kupasını alırken Göksel’e de Göksel için aldığı papatyalı sarı kupayı verdi. Kupaya bakıp gülümseyen Göksel, Gökhan’ın peşinden salona ilerledi.

“Yine bir şeyler izleyelim mi?” diye sordu Gökhan. “Ne yapmak istersin?”

“Müzik dinleyelim,” diye cevapladı Göksel. “Fonda kısık seste çalsın.”

“Olur. Ne açayım?”

“Ne istersen.”

Kupasını orta sehpaya bırakan Gökhan, bilgisayarından şarkı açtı. Tanıdık gitar melodisini duyan Göksel gülümsedi. Gökhan’ın açtığı şarkı Acil Servis grubunun Bebek adlı parçasıydı.

“Güzel bir seçim,” dedi genç kadın gülümsemeye devam ederken. “Tercihlerine güvenmek hiç hayal kırıklığına uğratmıyor.”

“Şarkı zevkimin güzel olduğunu kabul ediyorum,” diyen Gökhan koltuğa oturdu. “Sen de otursana.”

Göksel kupasını sehpaya koyduktan sonra koltuğa ilerledi ve Gökhan’ın kucağına oturdu.

“Bugün çok tehlikeli sularda yüzüyorsun,” dedi Gökhan derin bakışlarla ona bakarak. “Ama deniz çok hırçın, uyarımı yapayım.”

“İyi bir yüzücüyümdür,” dedi Göksel. Sağ kolunu onun başının arkasından geçirip sol omzuna dokundu. “Bir şey olmaz.”

Gökhan onun sol omzundaki eline kısa bir bakış attıktan sonra genç kadını bacağından kavradı ve iyice kendisine çekti.

“Bunu sarılmamızdan daha çok sevdim,” dedi Gökhan dürüstçe. “Daha yakınız, çok daha yakınız.”

“Ben de seviyorum,” dedi Göksel parmak uçlarıyla onun boynuna dokunarak. “Rahat mısın? Çok ağır mıyım?”

“Kuş kadar bir şeysin, ne ağırı? Ayrıca hayatımda hiç bu kadar rahat olmamıştım.”

“İyi o zaman,” diyen Göksel gövdesini ona yasladı. “Biraz böyle durabiliriz.”

“Sonsuza kadar durabiliriz.”

“Duralım.”

Gökhan, genç kadının yüzüne gelen birkaç tutam saçı kulağının arkasına sıkıştırarak onun yüzünü tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkardı. Bu masmavi iri gözlere, ince sarı kaşlara, küçük burna ve dolgun pembe dudaklara baktı; ezbere bildiği bu yüzü bir kere daha inceledi. Eğer Gökhan bir ressam olsaydı bu yüzün her bir zerresini atlamadan resmedebilirdi.

“Kahvemi içeyim,” dedi Göksel. “Saatler sekizi geçiyor, çok geçe kalmadan eve dönmem lazım.”

“Gidecek olmanı hatırlatmaz mısın lütfen?” dedi Gökhan. “Daha vaktimiz var.”

“Evet, bir süre daha beraberiz.”

Göksel sehpanın üzerindeki kupasını aldıktan sonra kahvesinden bir yudum içti, Gökhan’sa dikkatle onu izlemekle meşguldü.

“Nasıl olmuş?” diye sordu Gökhan.

“Güzel olmuş,” dedi Göksel ona bakarak. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun bebeğim.”

“Seninkini de vereyim mi?”

“Sonra içerim, acelesi yok. İki elimi de senden ayırmak istemiyorum.”

Gökhan bir eliyle onun baseninden tutarken diğer eliyle de belini okşuyordu. Genç adam onu sarıp sarmalamıştı.

“Benimkinden içer misin peki?” diye sordu Göksel kupayı ona uzatarak. “Ben içiririm.”

“İşte bu olur,” dedi Gökhan. “Bir tadına bakayım.”

Gökhan, Göksel’in kahvesinden bir yudum içti.

“Şu an kucağımda oturman kadar güzel olmasa da fena olmamış,” dedi Gökhan dudaklarını yalayarak. “Beğendim.”

“Sen bu gece nasıl uyuyacaksın acaba?” diye sordu Göksel. “Yarınki önemli konserden önce evine gelmem pek de iyi bir fikir değildi sanırım.”

“Saçmalama,” dedi Gökhan hemen. “Bebekler gibi mışıl mışıl uyurum ben, sen dert etme.”

“Emin misin?”

“Hı hı, oldukça eminim.”

“İyi bakalım,” dedi Göksel. “Öyle olsun.”

Çalan şarkı bitti ve yenisi çalmaya başladı: Gözlerinden Gökyüzüne.

Göksel’le Gökhan birbirine bakıp gülümsedi ve vokalist şarkıya girince onlar da şarkıyı söylemeye başladı.

“Hem kucağımdasın hem de benimle beraber şarkı söylüyorsun,” dedi Gökhan. “Bugün sana daha ne kadar düşebilirim bilmiyorum.”

“Ah yangınım sana, beni anlasana,” diye nakarata girdi Göksel. “Gözlerinden gökyüzüne / Açılan bir kapının eşiğinden / Durmuşum bakmışım / Seni görünce bir an şaşırmışım / Kalbinin surlarında / Esir düşüp kalmışım burada.”

Göksel kupasını sehpaya bıraktıktan sonra Gökhan’ın kucağından kalktı ve erkek arkadaşının elinden tutup onu da kaldırdı.

“Dans edelim,” dedi Göksel. “Benimle dans eder misin?”

“Büyük bir memnuniyetle,” dedi Gökhan. “Kendimizi müziğe bırakalım ve başka hiçbir şeyi düşünmeden dans edelim.”

İkili salonun ortasında dans etmeye başladı. Onları izleyen hiç kimse yoktu ve onlar da bunun farkında olarak içlerinden geldiği gibi dans ettiler. Göksel kendi etrafında birkaç kez döndüğünde bir an dengesini koruyamadı ama sendelediğinde Gökhan’ın güçlü kolları onu belinden kavrayıp kendisine çekti.

“Dikkat et,” dedi Gökhan gülerek. “Düşüp bir yerlerini incitmeni istemem.”

“Düşmem ki,” dedi Göksel. “Sen tutarsın.”

“Tutarım, her zaman tutarım ama sen yine de dikkat et.”

Sweater Weather’ı açalım. Onunla dans etmek istiyorum.”

“Güzel bir seçim. Açalım.”

Gökhan bilgisayarından Göksel’in dediği şarkıyı açtığında Göksel hemen dans etmeye başladı. Şarkının sahibi grup Göksel’in favorilerinden biriydi, genç kadın her şarkılarını biliyor ve en meşhur şarkıları olan bu parçayı da severek dinliyordu.

“Dünya ellerimin arasında,” dedi kollarını ona saran Gökhan. “Bugün ayrı bir hoşsun.”

“Sen öyle diyorsan,” diyen Göksel onun dudaklarını öptü ve ondan uzaklaşıp dans etmeye devam etti. “Hadi sen de kımılda.”

Genç çift bir yandan şarkıyı söylerken —bazen de söylemeye çalışırken— bir yandan da dans etti. İkisi de oldukça eğleniyor ve bu, yüzlerindeki gülüşlerden açıkça anlaşılıyordu.

Göksel kendi etrafında bir kez döndükten sonra kollarını kaldırıp Gökhan’ın omuzlarına yerleştirdi ve erkek arkadaşına yaklaştı; Gökhan da kollarını onun beline sardı ve genç çift bu şekilde dans etmeye başladı.

“Ritim de yavaşladı,” dedi Gökhan onun gözlerinin içine bakarak. “Bu romantik dansımızla güzel denk geldi. Bilerek mi yaptın?”

“Kendimi bir anda kollarına atasım geldi ama şarkının yavaşlayacağını da biliyordum,” diye yanıtladı Göksel. “Dediğin gibi güzel denk geldi.”

“Seninle evimde, salonumun ortasında dans etmek çok güzel,” dedi Gökhan gülümseyerek. Yüzünü ona yaklaştırıp burnunu Göksel’in küçük burnuna yasladı. “Şu an huzurla dolup taşmış durumdayım.”

“Ben de öyle,” diye fısıldadı Göksel. “Bugün muhteşem zaman geçirdim.”

“Ben de.”

Dudakları birleşti ve sakin ama yoğun bir şekilde öpüşmeye başladılar. Göksel, Gökhan’ın dolgun ve yumuşacık dudaklarını büyük bir sevgiyle öperken Gökhan’sa minik hareketlerle dudaklarını oynatıp daha çok anın tadını çıkarmaya odaklanmış durumdaydı. Âşık olduğu kadın tarafından böylesine güzel ve sevgi dolu öpüldüğü için anın büyüsüne kapılmıştı.

Anahtar sesiyle ikisi de bu büyüden sıyrıldı ve gerçekliğe geri döndü.

“Bakmıyorum,” diye bağırdı Yağız’ın sesi. “Hemen odama geçeceğim, siz hiç rahatsız olmayın.”

Ayakkabılarını ayakkabılığa bırakan Yağız hole yürürken elini yüzüne siper etti ama ufak gözleri parmaklarının arasından etrafı tarıyordu.

“Bakmıyorum,” diye yeniledi genç adam. “Odama geçiyorum.”

Gökhan’la Göksel peş peşe salondan çıktığında Yağız onlara döndü.

“Hoş geldin,” dedi önde duran Gökhan.

“Hoş buldum,” dedi Yağız. “Arkadaşlarımla biraz erken ayrıldık, hava da çok soğuk olunca hemen eve geri döndüm. Daha geç dönerim demiştim ama biraz bölmüş oldum, kusura bakmayın.”

“Ne kusuru? Olur mu öyle şey? Burası senin evin,” dedi Göksel. Başını Gökhan’ın omzuna yaslayıp gülümsedi. “Hoş geldin. Nasılsın?”

“Gökhan bana ölüm bakışları atıyor ama senden bunları duymak iyi oldu. Hoş buldum Gök, iyiyim, senden n’aber?”

“Yok canım, sana öyle gelmiştir,” diyen Göksel, Gökhan’ın omzunu sıktı. “Değil mi hayatım?”

“Tabii tabii,” diye mırıldandı Gökhan. Yağız’a gözlerini kısarak baktı. “Göksel de birazdan gidecekti zaten.”

“Evet, saat de geç oluyor. Sizin de yarın için dinlenmeye ihtiyacınız var.”

“Büyük gün geldi çattı,” dedi Yağız. “Çok heyecanlıyım.”

“Ben de en az sizin kadar heyecanlıyım. Hepimiz için unutulmaz ve güzel bir anı olacak.”

“Çoğu karesi senin gibi muhteşem bir fotoğrafçı tarafından ölümsüzleştirileceği için ayrıca güzel olacak,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. Onun alnına küçük bir buse kondurdu. “İple çekiyorum.”

“Ben de,” dedi Yağız. “Ben bir ellerimi yıkayayım.”

Yağız banyoya ilerlediğinde Gökhan’la Göksel birbirine döndü.

“Basıldık,” diye fısıldadı Göksel ve kıkırdadı. “Anahtar sesini duyunca yüzünde oluşan ifade çok komikti. Yağız hakkında hiç iyi şeyler düşünmediğini anladım.”

“Geç dönerim demişti lavuk,” diye homurdandı Gökhan. “En güzel anımızı böldü. Bir dakika önce gelseydi bu kadar sinir olmazdım ama öpüşmemizin içine etti.”

“Arkadaşlarıyla ayrılınca evine dönmüş çocuk, ne yapsın? Bir şey olmaz.”

“Sen gittikten sonra ben ona gösteririm evi.”

“Sakın,” dedi Göksel uyarı dolu bir sesle. “Sakın çocuğa kızma bak, Yağız’a sorarım.”

“Tamam be. Gidecek misin?”

“Gideyim,” dedi Göksel başını sallayarak. “Saat geç oluyor. Yarın için benim de yapmam gereken hazırlıklar var.”

“Ne gibi?”

“Ekipmanları hazırlayacağım, kendimi hazırlayacağım falan. İş çok.”

“Çok süslenme bak, sahnedeyken dikkatimi dağıtma. Gözlerimi senden alabileyim.”

“Senin gözlerini benden alabilmek gibi bir yeteneğin mi var ki?”

“Bak sen,” diyen Gökhan kollarını onun beline sardı. “İşimi zorlaştırma işte.”

“Söz veremem. Erkek arkadaşımın yeni yıl konseri için incelikle hazırlanacağım.”

“Konserin en güzel kızı olacaksın.”

Öpüştüler. Gökhan devam etmek istedi ama Göksel kendini geri çekti.

“Yağız,” diye hatırlattı genç kadın. “Banyo kapısını açar açmaz bizi dudak dudağa görmesini istemem.”

“Şu an kulağını kapıya yaslamış bizi dinlediğine eminim,” dedi Gökhan. Banyo kapısına kısa bir bakış attı. “Bir rahat vermedi lavuk.”

Yağız kulağını banyo kapısından ayırdıktan sonra kaşlarını çatarak kapıya baktı.

“Şerefsizin gözlerinde lazer var herhâlde,” diye düşündü. “Ama lavuk demek ha, gösteririm ben sana.”

Biraz sonra Yağız banyodan çıktı. Göksel’i montunu giymiş bir şekilde buldu.

“Yarın görüşürüz Yağız,” dedi Göksel. “Sana veda etmeden çıkmak istemedim.”

“İyi yaptın, sağ olasın Gök,” dedi Yağız gülümseyerek. “Görüşmek üzere. Arabanı aşağıda gördüm, dikkatli sür lütfen.”

“Sürerim, düşündüğün için teşekkürler.”

Göksel ayakkabılarını giyerken Gökhan’la Yağız da kapının iç tarafında bekledi.

“İnmemi istemediğine emin misin?” diye sordu Gökhan. “Yolcu edebilirim.”

“Hiç zahmet etme sevgilim,” dedi Göksel doğrulduktan sonra. “Hava çok soğuk zaten, ben de hemen arabaya binip giderim.”

“Peki o zaman.”

Göksel’le Gökhan yanaktan öpüşüp vedalaştılar.

“Varınca haber ver,” dedi Gökhan. “Yarın görüşürüz balım.”

“Veririm,” diye onayladı Göksel. İkisine birden baktı. “Görüşürüz beyler. Kendinize iyi bakın.”

“Görüşürüz Gök,” dedi Yağız. “İyi akşamlar.”

“Size de iyi akşamlar.”

Göksel merdivenlerden inmeye başladığında iki delikanlı da onun arkasından baktı, genç kadının adım sesleri iyice uzaklaştığında birbirlerine dönüp atışmaya başladılar.

“Hani geç dönüyordun lan pezevenk?” dedi Gökhan. “Niye erkenden geldin?”

“Ne erkeni lan?” dedi Yağız. “Saat dokuz oldu, neresi erken? Hem evime gelirken sana mı soracağım?”

“Saat daha sekiz buçuk bile olmadı ve evet, bana soracaksın.”

“Çok fark var,” diye söylendi Yağız. “Ve nah sorarım. Ayrıca salonda olmanız dikkatimden kaçmadı. Aşna fişnenizi senin kişisel alanında yapın, benim de olduğum yerlerden uzak durun.”

“Tamam, bir dahakine sana sorarız.”

“İsabet olur.”

Yağız arkasını dönüp odasına doğru yürümeye başladı. “Bu arada,” dedi olduğu yerde durup. “Kulağımı kapıya yasladığım konusunda haklıydın ve lavuk babandır.”

Gökhan bir kahkaha patlattığında Yağız da güldü.

“Ciğerini biliyorum oğlum ben senin,” dedi Gökhan. “Meraklı Melahat seni.”

“Dedikodumu yapıp yapmadığınızdan emin olmam gerekiyordu,” dedi Yağız. “Ama yapmadınız, aferin.”

“Niye dedikodunu yapalım oğlum? Her şeyi yüzüne söylüyorum zaten.”

“Aferin, böyle devam.”

“Sen ne yaptın?”

“Bizimkilerle goygoyun dibine vurduk. Sana da selamları var.”

“Aleykümselam. Yarın kaçta kalkalım?”

“Çok erken kalkmamıza gerek yok. Bir duş alayım da konuşuruz.”

“Tamam, ben de salonu toplayayım.”

Merdivenköy’le Dervişali arasındaki uzun yolu tamamlayan Göksel nihayet evine ulaştı. Apartman kapısını ve daire kapısını anahtarıyla açtı. Kapıyı açtığında salondan yükselen konuşma seslerini duydu. Akşam yemeğine gelen üst komşuları Aslı ve Hakkı hâlâ evdeydi.

“Göksel?” diye seslendi kapının sesini duyan Güzin. “Sen misin kızım?”

“Ben geldim,” diye onayladı Göksel. Genç kadın salona ilerlediğinde herkesi burada buldu ama hiç beklemediği bir simayı görünce şaşırdı. Emrah da buradaydı. Annesi onun bu akşam burada olmayacağını söylemişti fakat anlaşılan Emrah kararını değiştirmişti. “Herkese iyi akşamlar.”

“İyi akşamlar,” dedi hepsi birden. “Hoş geldin.”

“Asıl siz hoş geldiniz,” dedi Göksel, Demirkan ailesine. “Nasılsınız? Emrah senin gelmeyeceğini duymuştum.”

“Yorulunca eve erken döndüm,” diye cevapladı Emrah. “Yukarı çıkmak yerine de buraya geldim, çok olmadı.”

“İyi yapmışsın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Nasılsın?”

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Seni gördüğüme sevindim.”

“Ben de öyle. Okul yüzünden pek görüşemiyoruz.”

“Aynen. Bahsi açılmışken okul nasıl gidiyor?”

“Güzel. Derslerim iyi, sosyal hayatım da çok iyi ilerliyor. Sende durumlar nasıl?”

“Sevindim. Bende de iyi, günlerim yoğun geçiyor ama âşık olduğum bölümde okuduğum için yoğunluğu bile güzel geliyor.”

“Son senenin koşturmacası ayrıdır tabii.”

“Öyle denebilir.”

Göksel, Emrah’tan sonra Aslı ve Hakkı ile de sohbet etti. İki taraf birbirinin hâlini hatırını sorup son zamanlarda neler yaptıklarından, hayatın nasıl gittiğinden bahsetti.

“Erkek arkadaşınla berabermişsin,” dedi Aslı. “Gökhan mıydı? Onunla nasıl gidiyor?”

“Evet, Gökhan’ın yanından geliyorum,” diye onayladı Göksel. “İyi gidiyor, çok iyi gidiyor. Çok şükür her şey yolunda.”

“Yarın sınıfça bir yeni yıl programları varmış, annen bahsetti. Sen de gidecekmişsin.”

“Evet, orada olacağım. Hem Gökhan’a eşlik etmiş olacağım hem muhteşem vakit geçireceğim hem de fotoğraf ve video çekeceğim. Dolu dolu bir gün olacak.”

“Ne güzel. Herkes için çok eğlenceli bir etkinlik olacak.”

“Öyle umuyoruz.”

Büyükler yine kendi aralarında sohbet etmeye dalarken Emrah’la Göksel de kendi arasında sohbet etti.

“Kadıköy’de miydiniz?” diye sordu Emrah.

“Evet,” dedi Göksel. “Gökhan oraya beni de alıştırdı.”

Bu doğruydu. Göksel, Gökhan’la tanışmadan önce Kadıköy’e sık gitmezdi fakat Gökhan’la tanıştıktan sonra sık sık gitmeye, orada vakit geçirmeye başlamıştı. Artık sadece Gökhan’la değil, arkadaşlarıyla da gidiyordu ve sahip olduğu mekân bilgisi kendisini de şaşırtıyordu. Genç kadın Kadıköy’ü oldum olası severdi ama kalabalığını çok yorucu bulurdu, bu yüzden sık gitmezdi; şimdiyse orayı kalabalıktan ziyade canlı buluyordu ve o canlılığı seviyordu.

“Kadıköy candır,” dedi Emrah gülümseyerek. “Hele de kalabalık arkadaş grubunla gidiyorsan tadı bir ayrı çıkar.”

“Kesinlikle. İkiniz de biraz sosyalleşmek istediğiniz zaman sevgilinle de keyifli oluyor.”

“Sevgiliyle her şey keyifli oluyor.”

Gülüştüler.

“Haklısın,” dedi Göksel. “Aşk güzel bir şey.”

“Öyle diyorlar,” dedi Emrah kaşlarını biraz kaldırarak. “Henüz aşk diyebileceğim kadar güçlü bir duyguyu kimseye karşı hissetmedim.”

“Bana hissedeceğimi söyleseler de inanmazdım ama yaşıyorum. Neyse bak kendi kendime nazar değdireceğim, en iyisi maşallah deyip susayım.”

“Maşallah,” dedi Emrah gülerek. “Böyle şeyleri gerçekten de dillendirmemek lazım. İnsan kendine nazar değdiriyor.”

“Allah korusun. Neyse, senin günün nasıldı? Sınıf arkadaşlarınla mı beraberdin?”

“Hayır, okul çıkışında spor salonundakilerle buluştuk. Biz de Kadıköy’deydik, bir yerde oturup sohbet muhabbet ettik.”

“Sohbetiniz ağırlıklı olarak spor üzerineydi değil mi?”

“Sayılır,” dedi Emrah gülerek. “Hâliyle en çok spordan konuşuyoruz ama tek konumuz o olmuyor, kafa yapılarımız benzediği için her konudan rahatça konuşabiliyoruz.”

“Bu güzel bir şey.”

“Kesinlikle. Hepsi iyi çocuklar, hepsini seviyorum. Gökhan ne yapıyor?”

“İyi, okul ve iş maratonu arasında yuvarlanıp gidiyor. Son birkaç haftası bu yeni yıl programını hazırlamakla geçti, nihayet yarın sınıf arkadaşlarıyla sahne alacak ve sınıfça hem kendilerine hem de biz izleyicilere muhteşem vakit geçirtecekler.”

“Programın başında o mu vardı?”

“Evet, organizasyondan o sorumluydu. Bu yüzden çok yoğundu, çok da yoruldu fakat bu konser fikrini o kadar sevdi ki programın tüm adımlarını büyük bir heves ve tutkuyla yaptı. Söz konusu müzik olunca yorulsa bile dinlenmeden yola devam ediyor, istediğini elde edene kadar durmuyor.”

“Aşırı tutkulu birine benziyor.”

“Öyle de. Mesela benim tutkum fotoğraf, senin spor; onun da müzik.”

“Onu çok iyi anlıyorum.”

“Ben de öyle. Yarın onu en büyük tutkusunu başarıyla icra ederken izleyeceğim için çok mutluyum.”

“Ben de merak ettim bak, çekeceğin videoları izlemek isterim.”

“Elbette, izletirim.”

“Vakit geç oldu,” dedi Hakkı. “Artık kalkalım. Yarın bizim işimiz, Emrah’ın okulu var; siz de işe gideceksiniz, Göksel’in de programı varmış.”

“Hakkı doğru söylüyor,” diye eşine arka çıktı Aslı. “Bize artık müsaade.”

“Nasıl isterseniz,” dedi Engin. “Yine gelin.”

“Sonraki sefere siz bize gelirsiniz artık.”

“Yılbaşından sonra bir gün ayarlayalım,” dedi Güzin gülümseyerek. “Konuşuruz.”

Hepsi birden ayaklandı ve Dinçerler misafirlerine kapıya kadar eşlik etti.

“İyi ki geldiniz,” dedi Güzin. “Çok güzel bir akşamdı. En kısa zamanda mutlaka tekrarlayalım.”

“Tekrarlayalım,” dedi Aslı gülümseyerek. “Bizim için de çok keyifli bir akşamdı, her şey için teşekkür ederiz.”

“Ne demek,” dedi Engin. “Hepinize iyi akşamlar, görüşmek üzere. Emrah aramıza katılmakla sen de çok iyi ettin.”

“Büyüklerle takılmak bazen keyifli oluyor,” diyen Emrah güldü. Genç adamın kahverengi gözleri kısılırken büyük dişleri de inci gibi parladı. “Size de iyi akşamlar. Görüşürüz Gök.”

“Görüşürüz,” dedi Göksel. “Kendine iyi bak.”

“Sen de.”

Demirkanları uğurlayan Dinçerler salona geri döndü.

“Siz ne yaptınız?” diye sordu Engin.

“Takıldık öyle,” dedi Göksel. “Biraz zaman geçirdik, yarın Gökhanlar sahne alacağı için fazla geçe kalmadan döndüm. Gökhan’ın yapacak işleri var.”

“Çok heyecanlıdır,” dedi Güzin anlayışlı bir sesle. “Yarın büyük gün. Sen de hazırlık yapmayacak mısın?”

“Elbette yapacağım hatta şimdi kalkıyorum, işler beni bekler.”

“Kolay gelsin kuzum.”

“Teşekkür ederim.”

Odasına geçen Göksel, erkek arkadaşına eve geleli biraz olduğuna ama Emrahlar burada olduğu için ona ancak şimdi haber verebildiğine dair bir mesaj attıktan sonra yarın için ekipmanlarını hazırlamaya başladı.

***

Ertesi gün Gökhan’la Yağız sabah 10’da uyandı. Konser akşam 20.00’de başlayacaktı ama gün onlar için çok daha erkenden başladı. Hazırlanıp evden çıktıklarında saatler 11’e geliyordu. İkili yürüyerek Marmaray istasyonuna gitti. Göksel onları Sirkeci istasyonundan alacaktı ve üçlü hep beraber kampüse geçecekti.

“Denizin altındaki bir tünelde olduğumuzu düşünmek beni çok geriyor,” dedi Yağız tren denizin altından karşı yakaya geçerken. “Otobüs ve vapur yapalım, demiştim sana.”

“Otobüs çok dolanıyor,” diye yanıtladı Gökhan. “Vardık sayılır, birazdan ineceğiz. Düşünmemeye çalış.”

“Söylemesi kolay,” diye söylendi Yağız. “Dönüşte hayatta buna binmem.”

“Tamam, o zaman vapura bineriz.”

“Ben zaten bineceğim, sen de istersen benimle gelirsin.”

“Ödlek.”

“Korkmuyorum, sadece geriliyorum.”

“Tabii canım, kesin öyledir.”

“Seni inandırmak gibi bir gayem olduğunu da nereden çıkardın?”

“Sürpriz yumurtadan.”

“Hahaha, çok komik.”

“Korkak tavuğun tekisin ya, yumurtandan çıkardım işte.”

“Şimdi sana bir şey çıkaracağım, göreceksin.”

“Lütfen göster.”

“Ortam müsait değil.”

“Doğru, denizin altındaki bir tüneldeyiz.”

“Yüzeye çıkınca hatırlat da seni Boğaz’ın serin sularına atayım.”

“Bu havada mı? Kasten ve planlayarak adam öldürmekten müebbet yersin valla.”

“Bakıyorum da bir anda hukukçuya dönüştün.”

“Gökhan Uygur; müzisyen, satış danışmanı, gitar öğretmeni ve hukukçu.”

Gülüştüler.

“Tanımasam ne havalı adammış derdim,” dedi Yağız. “Ama işte tanıyorum.”

“Bunu Marmaray’dan korkan sen mi söylüyorsun?” dedi Gökhan gülerek. “Soyadınızı almak için zamanında nüfusa giden dedenin kemikleri sızlıyordur.”

Yağız gür sesiyle kahkaha attığında birkaç göz ona döndü.

“Senin gibi torunun ben diye başlayıp anama bacıma sövüyordur,” dedi Yağız sırıtmaya devam ederken. “Ama ciddi soruyorum: Denizin altına tünel yapmak kimin fikriydi? Hadi yaptınız, camdan yapsaydınız da akvaryum gibi etrafı izleseydik. Böyle kapkaranlık bir tünelin içinde hiçliğe gidiyoruz resmen.”

“Yo, biricik sevgilime ve onun doğup büyüdüğü ilçeye gidiyoruz. Sonra da okula geçip konser vereceğiz.”

“Konser. Bunu hatırlamak iyi geldi.”

“Teşekkür etmene gerek yok.”

Birkaç dakika sonra trenden inmiş ve istasyonun çıkışına doğru yürümeye başlamışlardı. Gökhan telefonu çeker çekmez Göksel’i aradı.

“Efendim?” diye açtı Göksel telefonu. “İndiniz mi?”

“İndik balım,” dedi Gökhan. “Çıkışa doğru yürüyoruz şimdi. Sen neredesin, geldin mi?”

“Varmak üzereyim,” dedi Göksel. “Galata Köprüsü’nün oradayım, biraz trafik var ama birkaç dakikaya orada olurum.”

“Biz de buradan anca çıkarız. İstersen parka yürüyelim, sen bizi caddeden alırsın.”

“Siz oraya yürüyene kadar ben gara varırım, hiç zahmet etmeyin. Tramvayın olduğu caddede bekleyin, sizi aldıktan hemen sonra kampüse doğru devam ederiz.”

“Tamam o zaman bir tanem, biz karşıya geçeriz. Geldiğinde yine ara.”

“Tamam sevgilim, görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra yanında yürüyen Yağız’a döndü.

“Galata Köprüsü’nün oradaymış,” diye bilgi verdi. “O trafiği atlatıp gelene kadar biz de caddeye çıkarız, bizi oradan alacak.”

“Olur,” dedi Yağız. “Gidelim.”

İstasyondan çıkan iki delikanlı caddeye ilerledi ve ortasından tramvay yolu geçen caddenin karşısına ilerledi. Fatih her zaman olduğu gibi bugün de çok kalabalıktı ve bu kalabalığın büyük çoğunluğu yabancı turistlerden oluşuyordu.

“Yabancı olan turistler ama buraya her geldiğimde ben yabancı hissediyorum,” dedi Yağız etrafına bakarken. “İpini koparan gelmiş.”

“Şehrin bu kısımları çok güzel,” dedi Gökhan. “Gezip görülecek asıl yerler de burada, normaldir.”

“Çoğunda da fotoğraf makinesi var. Bana bir yerden tanıdık geliyor.”

“Aynı zamanda Fatih’in fotoğrafçı işletmeleri de meşhur,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Göksel’in doğup büyüdüğü ilçeden daha azını beklemezdim.”

“Doğru, bu civarda aşırı fotoğrafçı var. Göksel hepsini biliyordur.”

“Bilmez olur mu? Birkaç kez film yıkatmaya geldik, her seferinde başka fotoğrafçıya götürüp orasıyla ilgili şeyler anlattı. Fotoğrafçılar da onu tanıyor, ayaküstü bayağı sohbet ettiler.”

“Yengeme bak sen, Kadıköy senden soruluyorsa Fatih de ondan soruluyor.”

“Sen benim sevgilimi ne sandın? Genelde sessizdir ama ortak paydada buluştuğu insanların olduğu ortamlarda çok sosyal.”

“Pek çok insan gibi. Kendimizi rahat hissettiğimizde içimizdeki asıl kişiliğimiz de ortaya çıkıyor.”

“Yağız Korkmaz’dan psikolojik tespitler,” dedi Gökhan gülerek. “Çok haklı bir tespit.”

“Bizim de birkaç numaramız var.”

Gökhan’ın telefonu çalmaya başladı. Arayan Göksel’di.

“Efendim?” diye açtı telefonu Gökhan.

“Neredesiniz?” diye sordu Göksel. “Dediğim caddeye döndüm.”

Caddenin ilerisine bakan Gökhan beyaz Hyundai’yi fark etti ve elini havaya kaldırdı. “El sallıyorum,” dedi. “Biraz ilerindeyiz.”

Göksel yolun sağına bakınca el sallayan Gökhan’ı fark etti. “Tamam, gördüm. Geliyorum.”

“Gel bakalım.”

Göksel onların önüne geldiğinde sağa çekti ve kapıların kilidini açtı. Trafik akışı devam ettiği için Gökhan’la Yağız hızlı davrandı ve Gökhan öne, Yağız da arkaya çabucak oturdu.

“Merhaba beyler,” dedi Göksel beklemeden gaza basarken. “Hoş geldiniz.”

“Selam,” dedi Gökhan ona bakarak. Göksel makyajsızdı, üzerinde de dizlerine kadar uzanan siyah bir kaban vardı. Ona uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdu. “N’aber?”

“İyiyim, senden n’aber?”

“Seni gördüm daha iyi oldum. Makyajını henüz yapmamışsın.”

“Daha çok erken, akşam yaparım. Malzemelerim yanımda.”

“Bu saf güzelliği akşama kadar göreceğim yani? Harika.”

Göksel ona öpücük attı.

“Yağız sen nasılsın?” diye sordu az sonra. “Nasıl gidiyor?”

“Varlığımın farkındaymışsınız, duygulandım,” dedi Yağız.

“Aşk olsun, elbette farkındayız. İki dakika hâl hatır sorduk, sen de hemen alınıyorsun.”

“Hâl hatır sorma ve peşinden hemen aşka gelme desek daha doğru olur ama her neyse. İyiyim, konser için oldukça heyecanlı ve sabırsızım; sen nasılsın Gök?”

“Bende de durumlar aynı. En az sizler kadar heyecanlı olduğumdan emin olabilirsiniz.”

“Bugün herkes için büyük gün.”

“Arkadaşlarınızdan kimler geliyor? Okuldakilerin hepsi gelecek mi?”

“Evet, geliyorlar,” diye onayladı Gökhan. “Kerem, Kuzey, Sarp ve Elçin geliyor; mezunlarımızdan Barış ve Lale de aramızda olacak.”

“Tüm yakın çevren orada olacak yani?” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok güzel.”

“Çevremiz,” dedi gövdesini öne uzatan Yağız. “Hepsi benim de yakın arkadaşım.”

“Çevreniz,” diye düzeltti Göksel de. “Sizin için çok özel bir akşam olacak.”

“Kıymetlimiz gibi oldu,” dedi Gökhan, Yağız’a bakarak. Güldü. “Her şeyden kendine pay çıkardığını da fark etmedim sanma.”

Yağız’la Göksel de güldü.

“Yalnız bu kendime pay çıkarabileceğim bir konu,” dedi Yağız. “Hepsi benim de arkadaşım.”

“Tamam be, anladık,” dedi Gökhan. “Bin kere söylemene gerek yok.”

“Söylerim lan, bir milyon kere de söylerim.”

“Balım sağa çeksene, şunu arabadan atalım.”

“Aynen Göksel, sağa çek de bakalım kim kimi atıyor arabadan?”

“Rica etsem ikiniz de susar mısınız?” dedi Göksel. “Çocuk gibi atışıp durmayın yoksa ikinizi birden atarım, okula da nasıl geliyorsanız gelirsiniz.”

“Hep senin yüzünden,” dedi Gökhan, Yağız’a dönerek. “Arıza çıkarıp duruyorsun.”

“Pardon?” dedi Yağız elini gerdanına koyarak. “Beni tersleyen sendin.”

“İlk argoyu kullanan sendin.”

“Rica ettim,” diye yine araya girdi Göksel. “Bu saniyeden sonra tek kelime eden kendini kaldırımda bulur.”

“Öyle olsun,” dedi Gökhan. Başını cama doğru çevirdi. “Sustum.”

“Çok şükür,” dedi Yağız. “Sağ ol yenge. Pardon, Göksel. Dilim sürçtü.”

“Yenge mi?” dedi Göksel sesini şaşkınlıkla biraz yükselterek. “Ne yengesi be?”

Gökhan bir kahkaha patlattı.

“Ya teknik olarak yengemsin işte,” dedi Yağız. “Dalgasına Gökhan’a diyordum da yanlışlıkla sana da demiş oldum.”

“Böyle şeylerin hiç senlik olmadığını söyledim,” dedi Gökhan hemen. “O da tahmin ediyordu zaten ve dalgasına diyordu. Ortada kesinlikle ciddi bir kullanım yok, tamamen geyik.”

“Siz ikiniz arkamdan başka neler konuşuyorsunuz acaba?” dedi Göksel gözlerini kısarak. “Şu an ciddi ciddi ikinizi de arabadan atmayı düşünüyorum. Yenge mi? Nesiniz siz, koğuş ağası mı?”

“Evelallah,” dedi Yağız hemen havaya girerek. Elinde hayali bir tespih çevirmeye başladı. “Bizde yengeye yenge denir.”

“Sağa çekiyorum.”

“Sen de şakadan hiç anlamıyorsun canım.”

“Şakası bile korkunç. Tüylerim ürperdi.”

“Yüz ifadelerin çok komikti, çok eğlendim.”

“Demek öyle. Ben de seni sağda bırakınca oluşacak yüz ifadeni görünce çok eğleneceğim.”

“Tamam, lafımı geri alıyorum ve susuyorum.”

“İsabet olur.”

“Bakıyorum da kendi aranızda da atışmaya başladınız,” dedi gülümseyerek onları izleyen Gökhan.

“Harbiden,” dedi Yağız şaşırarak. “Biz de atışmaya başladık.”

“Öyle oldu,” dedi Göksel. Gülümsedi. “Hemen şımarma. Yenge meselesini daha unutmadım.”

“Ne zaman unutursun?”

“Muhtemelen hiçbir zaman.”

“Sen de mezara mı götüreceksin canım? Alt tarafı kendi aramızda bir geyik yapıyorduk, ciddi bile değildik. Hem bende sana ciddi ciddi yenge diyecek bir karakter mi var? Asıl ben buna alınırım bak.”

“Umuyorum ki yoktur.”

“Elbette yok. Duymamış olayım.”

“İyi o zaman.”

Grup, kampüse sohbete devam ederek vardı. Kampüse giren Göksel arabayı Gökhanların sahne alacağı salonun olduğu binaya doğru sürdü.

“Etraf sakin,” dedi camdan dışarı bakan Gökhan. “Konser saati yaklaşınca buralar insanla dolup taşar.”

“Hayranlarımız gelecek,” dedi Yağız sırıtarak. “Konservatuvar öğrencisi olmanın verdiği havanın haklı gururunu yaşıyorum.”

“Haklısın. Havalı olduğu bir gerçek.”

“Kesinlikle öyle,” diye onlara arka çıktı Göksel. “Genel olarak sanatla ilgili bölümlerde okumak çok havalı bir şey.”

“Sanatın gücü adına!”

Göksel aracı binanın önüne park ettiğinde araçtan indiler. Göksel arka koltuktan kol çantasını ve fotoğraf makinesinin çantasını aldı.

“Hadi gidelim,” dedi Göksel. Gökhan’ın elini tuttu. “Eşyalarımı aldım.”

Hep beraber binanın içine girip konserin yapılacağı salonun bulunduğu ikinci kata çıktılar. Başta binanın girişi olmak üzere birkaç noktasına insanları bilgilendirmek için konserin saati ve salonun bulunduğu katla numarasının yazdığı afişler asılmıştı.

Göksel, Gökhan ve Yağız salona girdiğinde içeride Melek Hoca’yla birkaç kişiyi buldular. Büşra, İpek ve üç öğrenci daha erkenden gelmişti.

“Hoş geldiniz gençler,” dedi sahnedeki Melek Hoca.

“Herkese merhaba,” dedi Gökhan. “Hoş bulduk hocam. Nasılsınız?”

“İyiyim, sizler nasılsınız?”

“Çok heyecanlı ve sabırsızız hocam,” diye yanıtladı Yağız. “Biz erkenciyiz ama siz bizden de erkencisiniz.”

“Erkenden gelip her şeyin yolunda olduğundan emin olmam gerekiyordu. Siz de burada olduğunuza göre her şeyin üzerinden bir kez daha geçebiliriz. Diğerleri gelince de artık son provaya başlarız.”

“Olur hocam,” dedi Gökhan. “Son birkaç saatimiz, her şeyi tamamlayalım.” Göksel’e döndü. “Sen de keyfine bak güzelim. Koltuklardan birine otur, ayakta kalma.”

“Tamam,” dedi Göksel. “Ben de oturmayı düşünüyordum zaten, ayak altında dolaşmak istemem.”

“O ne biçim laf öyle? Duymamış olayım.”

“İyi o zaman. Size kolay gelsin.”

“Sağ ol güzelim.”

Gökhan onun yanağını öptükten sonra Yağız’la beraber sahneye çıktı. Melek’le öğrencileri performansla ilgili konuşmaya girişirken Göksel de fotoğraf makinesini çıkardı ve onu karıştırmaya başladı. Bugün belki de yüzlerce fotoğraf çekecekti fakat fotoğrafların yanında videolar çekmeyi de istiyordu; bu yüzden yedek bataryasını da şarj ederek yanında getirmişti, kameraya da depolama alanı en büyük hafıza kartını takmış ve eğer bunun hafızası dolarsa diye yedek hafıza kartını bile getirmişti. Genç fotoğrafçı bugün için çok hazırlanmış, her ihtimali düşünmüştü.

Göksel başını kaldırdığında Gökhan’la İpek’in konuştuğunu gördü.

“Heyecanın yüzünden okunuyor,” dedi İpek. “Ayrıca kıpır kıpırsın, yerinde duramıyorsun.”

“O kadar belli ediyorum demek,” dedi Gökhan gülerek. “Gerçekten de çok heyecanlıyım. Bugün benim için anlamı büyük bir gün olacak.”

“Konserden başka özel bir nedeni mi var?”

“Bir yorum yapmayayım, akşama görürsün.”

“Yine gizemli takılıyorsun ha? Öyle olsun.”

“Her zaman.”

Gökhan, Göksel’e baktığında onunla göz göze geldi. Göksel gözlerini hafifçe kıstıktan sonra yeniden makinesinin ekranına baktı.

“Bana hiçbir şey söylemedi,” diye düşündü genç kadın. “İlginç. İlk fırsatta sorayım.”

“Pişt,” dedi Gökhan. Sahnede Göksel’in oturduğu yerin önüne ilerlemişti.

Göksel başını kaldırınca erkek arkadaşını tam karşısında buldu.

“Bakışların pek hayra alamet değildi,” dedi Gökhan. “Her şey yolunda mı?”

“Bana bahsetmediğin bir şey mi var?” diye sordu Göksel açıkça. “Bugünün anlamı ne?”

Dizlerini kırarak yere eğilen Gökhan sahneden atladı ve kız arkadaşının yanına ilerledi.

“Bakıyorum da kedi kulakların her şeyi duyuyor,” dedi Gökhan onun yanına oturduktan sonra. “Bir planım var ama kesin bir şey değil, bu yüzden kimseye söylemedim.”

“Ne planı?” diye sordu Göksel kaşlarını kaldırarak. “Konserden bağımsız mı?”

“Pek sayılmaz. Kesin kararımı vermek için akşama kadar vaktim var, o zamana kadar sabırla beklemeni rica edeceğim. Plan gerçekleşirse görürsün zaten, gerçekleşmezse de ne olduğunu söylerim.”

“Kötü bir şey mi? Benimle her şeyi paylaşabilirsin, biliyorsun. Böyle şifreli konuşma lütfen.”

“Biliyorum, elbette biliyorum bal peteğim,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Kötü bir şey değil ama dediğim gibi birkaç saat müsaade et, akşama öğrenirsin.”

“Çok merak ettim ama dediğin gibi olsun,” dedi Göksel zorlamadan. “Ama planın gerçekleşmezse ne olduğunu söyleyeceğine söz ver.”

“Söz veriyorum.”

“Tamam o zaman Bay Gizemli Takılan.”

“Kıskandın mı?” diyen Gökhan’ın yüzüne anında keyifli bir sırıtış yayıldı. “Biraz ters bakıyordun zaten.”

“Bir dönem sevgili olduğunuzu düşününce garip hissettim ama kıskançlık denemez,” dedi Göksel dürüstçe. “Belki biraz rahatsız oldum ama çok az. Gizemli takılıyorsun evet, bunu bilecek kadar seni iyi tanıdığının da farkındayım; sonuçta kaç yıldır tanışıyorsunuz ve bir dönem sevgiliydiniz ama yine de dillendirmesi garip hissettirdi. Gizemliysen bana gizemlisin yani, sadece beni ilgilendirir.”

“Tabii ki sana gizemliyim,” dedi Gökhan ona iyice yaklaşarak. “Bazen gizemli takıldığımı beni tanıyan herkes bilir, devlet sırrı değil. Beni kıskanman biraz hoşuma gitti ama eğer bu sana kötü hissettiriyorsa bu durumu hemen çözmem gerekir.”

“Sizi konuşurken görünce belki biraz hissettim ama bu dediklerinden sonra çok iyi hissediyorum. Çok tatlısın, seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Gökhan onun dudaklarına hızlı bir buse kondurdu.

“Anlaştıysak sahneye geri dönüyorum?” dedi Gökhan. “Yapacak işlerim var.”

“Anlaştık,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kolay gelsin.”

“Sağ ol balım.”

Gökhan sahneye dönerken Göksel onun arkasından gülümseyerek baktı. Erkek arkadaşının sahneye çıkıp diğerlerinin yanına ilerlemesini ve onlarla konuşmasını izledi. Dakikalar ilerledikçe diğer öğrenciler de geldi ve ekip kısa süre içinde tamamlandı. Melek Hoca hepsiyle tek tek konuşup sohbet ettikten sonra genel bir konuşma da yaptı. Onu en ön sıradaki koltukların birinde oturan Göksel de dinledi. Genç kadın burada olmayı kesinlikle sevmişti.

“Eğer hepiniz hazırsanız son provamıza başlayabiliriz,” dedi Melek. “Bu provadan sonra bu şarkıları bir kez daha söylediğinizde karşınızda yüzlerce izleyiciniz olacak.”

“Yüzlerce izleyici,” diye düşündü Gökhan. Gözlerini salonda gezdirdi. “Burası insanla dolup taşacak.”

Genç adam derin bir nefes aldı.

“Hazırız hocam,” dedi az sonra. “Seslerimizi açtıktan ve vücutlarımızı ısıttıktan sonra başlayabiliriz.”

“Aferin, önce ısınma,” dedi Melek. “Hadi bakalım işe koyulma vakti.”

Hepsi ses açma ve enstrümanlarını çalmaya başlamadan önce kullanacakları uzuvlarını ısıtma egzersizlerini yaptıktan sonra provaya geçtiler. Sahne boşaltıldı ve Gökhan perde arkasından çıkıp açılış konuşmasını yapmak üzere ortada duran mikrofona ilerledi. Genç adam başıyla Göksel’i selamladığında Göksel de ona bir gülümseme gönderdi ve kamerasını çıkarıp, Gökhan konuşmasını yaparken onun birkaç fotoğrafını çekti.

“İyi eğlenceler,” diye konuşmasını bitiren Gökhan başıyla tek seyircilerini selamladı, gülümsedi ve hemen ardından perde arkasından öğrenciler çıkarak yerlerine geçti.

Sınıfın son provası da oldukça başarılı ve sorunsuz geçti. Akşamki konser için artık tam olarak hazır durumdaydılar.

Saatler yaklaşınca sahne arkasında bir hazırlık telaşı başladı. Gökhan’la Yağız üzerini değiştirmek için içerideydi, Göksel de onları bekliyordu.

Perdenin arkasında mavi kotunu giyen Gökhan üzerine de yarım kollu beyaz gömleğini giydi fakat düğmelerini bağlamaya başlamadan Yağız seslendi:

“Gökhan yaşıyor musun lan? İki saat oldu, ne yapıyorsun bunca zamandır?”

“Abart,” diye cevap verdi Gökhan. “Sen ışık hızıyla giyinmişsin.”

“Yo, gayet normal bir sürede giyindim; yavaş olan sensin.”

Gökhan perdeyi açtığında Yağız’ı karşısında, Göksel’i de çaprazdaki sandalyede otururken buldu. Gökhan’ı üstü çıplak gören Göksel erkek arkadaşını aceleci olmayan bakışlarla süzdü. Gökhan bu konser için birkaç haftadır yediklerine dikkat ediyor ve vücudunu biraz da olsa şekle sokmak için spor yapıyordu. Genç adamın uğraşları sonuç da vermişti; Gökhan’ın ufak göbeği yerini düz ve sıkı bir karna bırakmış, hâlihazırda yapılı ve kaslı olan omuzlarıyla kolları da daha gelişmiş bir görüntüye kavuşmuştu.

Göksel yutkundu.

“Niye taciz ediyorsun oğlum beni?” dedi Gökhan. “Giyiniyorum işte.”

“Daha gömleğinin düğmelerini bile bağlamamışsın,” dedi Yağız onun üstüne şöyle bir bakarak. “Şovunu yaptıysan düğmelerini bağlayabilirsin. Bu kadar erkek vücudu gördüğüm yeter.”

“Görmek istemiyorsan bakma,” diyen Gökhan, Göksel’e doğru ilerledi. “N’aber?”

“İyiyim,” diye yanıtladı Göksel. Sen karşımda böyle dururken nasıl iyi olmam ki? İyiyim, çok iyiyim, harikayım. “Senden n’aber?”

“Seni gördüm daha iyi oldum. İçeride gerçekten çok uzun süredir mi duruyorum?”

“Yo, Yağız’ın aceleciliği.”

“Duydun mu?” dedi Gökhan sesini yükselterek. “Sen aceleci davranıyorsun.”

“Davranırım,” diye karşılık verdi Yağız. “Daha saçını şekillendireceksin. Bzimkiler gelmek üzeredir, onları da görmemiz lazım.”

“Sen bana laf yetiştirene kadar kendin hazırlan.”

“Ben çabuk hazırlanırım.”

“Ben de.”

“Tabii canım, çok belli.”

“Uğraşma benimle.”

“Uğraşırım.”

Yağız saçlarını yapmak için masaların olduğu tarafa ilerlediğinde Göksel’le Gökhan yalnız kaldı.

“Sonunda rahat verdi manyak herif,” dedi Gökhan onun arkasından bakarak. Önüne dönüp Göksel’e baktı. “Bırakmadı ki düğmelerimi bağlayayım.”

“Alacaklı gibi kapıya dayandı,” dedi Göksel. Kıkırdadı. “Düğmelerini bağla hadi, daha işin çok.”

“Bağlayayım bakalım. Son kararın mı?”

“Başka bir kararım yok ki.”

“Bakışların öyle demiyor ama yemiş gibi yapayım.”

Göksel kızardığında Gökhan sırıttı ve sırıtmaya devam ederek düğmelerini bağladı. Bu durumun ne kadar hoşuna gittiğini açıkça belli ediyordu.

Gökhan giyinme faslını bitirince Göksel onu baştan aşağı süzdü. Genç adam vücuduna tam oturan beyaz gömleği, uzun ince bacaklarını saran mavi kotu ve ince belini iyice ortaya çıkaran gümüş tokalı siyah deri kemerinin içinde baş döndürücü görünüyordu.

“Nasılım?” diye sordu Gökhan.

“Harika görünüyorsun,” dedi Göksel. Ayağa kalkıp onun karşısında dikildi. “Hadi saçlarını hallet, ben de sana mini bir bakım yapayım.”

“Ne bakımı?”

“Nemlendirici sürerim.”

“Evden çıkmadan sürmüştüm.”

“Evden çıkalı kaç saat oldu?”

“Doğru, haklısın. Sür bakalım.”

“O zaman geçelim mi?”

“Geçelim,” diyen Gökhan ona iyice yaklaştı. “Ama önce öpeyim mi?”

“Bazen öpmeden önce sorman çok hoşuma gidiyor, biliyor musun? Gözüme çok masum görünüyorsun.”

“Seni öperken aklımdan geçenleri bilseydin kesinlikle böyle düşünmezdin.”

“Orasını karıştırma.”

Gökhan güldüğünde nane kokan nefesi Göksel’in dudaklarına çarptı.

“Gökhan!” diye bağırdı Yağız içeriden. “Gömleğin düğmelerini bağlayacaksın, en baştan gömlek dikmeyeceksin. Gel buraya.”

“Hay ben senin!” diye homurdandı Gökhan. Devamını o da bağırarak söyledi: “Geliyorum, patlama.”

“Çok emin değilim ama Yağız biraz gergin sanırım,” dedi Göksel. “Nedense öyle hissettim.”

Gökhan yüksek sesle kahkaha atarken Göksel de güldü.

“Özel gününde olabilir,” dedi Gökhan sırıtarak. “Bu yüzden hemencecik öpüşelim ve içeri geçelim.”

Genç çift öpüşürken Göksel ellerini onun göğüslerine yasladı ve parmaklarıyla ellerinin altındaki sert kas kütlesini okşadı.

“Son kararını gözden geçireceksin sanırım?” dedi alnını onun alnına yaslayan Gökhan. “Öyle anladım.”

“Eğer hemen şimdi içeri geçmezsek Yağız’ın senin hakkında vereceği karar senin sonun olacak,” dedi Göksel. “Hadi gidelim.”

“Adama bak ya, kara kedi gibi aramıza girdi lavuk.”

“Bizim aramıza kimse giremez.”

“Lafın gelişi canım, elbette kimse giremez. Neyse Yağız beni mezara sokmadan gidelim.”

Gökhan saçlarını şekillendirmeden önce Göksel ona kendi nemlendiricisi ve dudak kreminden sürdü. Genç adamın yüzü bir anda canlandı.

“Güzel kremmiş,” dedi aynadan kendine bakan Gökhan. “Ben de alayım bundan.”

“Birkaç saatlik durumuna bak da beğenirsen ben sana hediye ederim,” dedi Göksel. “Sen saçlarını şekillendirirken ben de makyajımı yapayım.”

“Tamam balım.”

Göksel kimseyi rahatsız etmemek için bir köşede hazırlanmaya başladı. Genç kadın makyajına devam ederken Yağız’la Gökhan’ın işi bitti ve iki arkadaş gelenlere bakmak için dışarı çıktı. Onlar içeri girerken de insanlar vardı fakat içeride oldukları sürede salondaki insan sayısı birkaç kat artmıştı. Henüz konserin başlamasına bir saat kadar olsa da salon şimdiden dolmuş sayılırdı.

“Meşhur olduk,” dedi Yağız omzuyla Gökhan’ı dürterek. “Şu kalabalığa bak.”

“Duyan gelmiş,” dedi Gökhan. “Hadi bizimkileri bulalım.”

Gökhanlar arkadaşlarını orta sıralarda otururken buldu. Kerem, Barış, Sarp, Kuzey, Elçin ve Lale buradaydı. Tek tek görüştüler ve birbirlerinin hâlini hatırını sordular.

“İkiniz de jilet gibi olmuşsunuz,” dedi Elçin. “Anlaşılan perde arkasında hummalı bir hazırlık yapılmış.”

“Öyle oldu,” dedi Yağız gülerek. O da siyah bir gömlekle lacivert kot giymiş, çene hizasını geçen saçlarını özenle şekillendirmişti. “Teşekkür ederiz.”

“Göksel nerede?” diye sordu Lale.

“Sahne arkasında makyajını yapıyor,” diye yanıtladı Gökhan. “Birazdan gelir.”

“Beraber mi geldiniz?”

“Evet, bizi Sirkeci’den aldı.”

“Bugün onun için de yoğun bir gün olmuş desene.”

“Öyle oldu ama kendisi istedi, bize eşlik etmeyi seviyor.”

“Tabii sen de onun sana eşlik etmesini seviyorsun,” dedi Kerem gülümseyerek. “Özellikle de böyle özel bir günde.”

“Aynen öyle,” diye ona katıldı Gökhan. “Bu arada iki kişi için yer rezerve etme hakkım vardı, senin için en önde yer ayırttım. Göksel’le yan yana oturacaksınız.”

“Harbi mi?” dedi Kerem sevinçle. “Adamsın be.”

“Bizim başımız kel mi lan?” dedi Kuzey. “Bize niye yer ayırtmadın? En ön olmasına gerek yok, ikinci ya da üçüncü sıra da olabilirdi.”

“Konserin tadını çıkarmaya bak be oğlum,” dedi Gökhan. “Yerin o kadar da önemi yok. Kerem provalarımıza bile geldi, bu konseri en önde izlemeyi hak etti.”

“Bir tanesin Gök,” dedi Kerem onun omzunu sıkarak. “Teşekkür ederim. Zaten çok güzel bir akşam olacaktı, şimdi muhteşem bir akşam olacak. Kendimi VIP seyirci gibi hissettim.”

“Bu akşam öylesin,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İmza da ister misin?”

Gülüştüler.

Makyajını bitirip saçlarını da şöyle bir düzelten Göksel boy aynasında kendine baktı. Dizlerinin bir karış üstünde biten askılı siyah elbisesinin eteklerini düzeltti. Genç kadın askılı siyah elbise ve siyah deri botlarla sade bir şıklık yakalamıştı.

Sahne arkasından çıkan Göksel kalabalığı görünce ağzı açık kaldı. Her yer insanlarla doluydu ve yeni simalar salonun kapısından içeri girmeye devam ediyordu. Biraz sonra kimsenin ayakta durmaya bile yer bulamayacağını düşündü.

Mavi gözlerini salonda gezdiren Göksel, orta tarafta duran Gökhanları fark etti ve onların yanına gitti. Onların yanına vardığında grup gülüşüyordu.

“Selam Gök,” dedi onu fark eden Elçin. “Çok güzel olmuşsun.”

Gökhan omzunun üstünden arkasına baktığında birkaç adım gerideki Göksel’i gördü. Genç kadını süzerken vücudunu yavaşça ona çevirdi. Onun ne giydiğini biliyordu, genç kadın tüm gün bu kıyafetlerin içindeydi fakat şimdi makyaj eklenince kombini tamamlanmıştı ve genç kadın büyüleyici görünüyordu.

“Merhaba,” dedi Göksel gülümseyerek. “Teşekkür ederim. Hepiniz hoş geldiniz.”

Göksel hepsiyle tek tek tokalaştı, kızlarla da yanaktan öpüştü.

“Nasılsın?” diye sordu Lale.

“İyiyim, teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Sen nasılsın? Nasıl gidiyor?”

“Ben de iyiyim. İş çıkışı hemen buraya geldim, zaten cuma olduğu için haftaya ve elbette seneye güzel bir kapanış olur diye düşündüm.”

“İyi düşünmüşsün, ayaklarına sağlık. Hepinizin ayaklarına sağlık.”

“Konser var dediler geldik,” dedi Kuzey. “Konservatuvar öğrencilerini izleme fırsatı kaçmaz. Zaten gördüğünüz üzere duyan gelmiş.”

“Bu konser elbette kaçmaz,” dedi Barış. “Bu kadar eğitimli kişiler nadiren bir arada bulunuyor.”

“Utandırıyorsunuz beyler,” dedi Yağız. “Şımarırız bak.”

“Gayet de haklılar,” dedi Sarp. “Canavar gibisiniz.”

“Eyvallah biraderlerim. Sizinle sohbete doyum olmaz ama biz sahne arkasına dönsek iyi olacak.”

“Dönün tabii,” diyen Barış saatini kontrol etti. “Saat çok yaklaşmış, son bir kez her şeyi kontrol edersiniz.”

“Aynen öyle,” dedi Gökhan. “Hepinize iyi eğlenceler. Konser bitişinde görüşürüz.”

“Görüşürüz kardeşim. Bol şans.”

“Eyvallah.”

Gökhan onlara veda ettikten sonra Göksel’le beraber birkaç adım ilerlediler.

“Sen geç,” dedi Gökhan, Yağız’a. “Ben de geliyorum.”

“Tamam,” dedi Yağız. “Görüşürüz.”

Yağız sahneye ilerlerken Gökhan’la Göksel yalnız kaldı.

“Ne zamandır beklediğimiz o an gelip çattı,” dedi Göksel erkek arkadaşının yüzüne bakarak. Gülümsedi. “Bol şans hayatım.”

“Teşekkür ederim bal peteğim,” diyen Gökhan onun ellerini tuttu. “Hemen karşımda olacağını bilmek çok güzel. Bu geceyi daha da özel kılacaksın.”

“Çok tatlısın.”

Göksel onun yanağına bir öpücük kondurdu.

“Şans öpücüğümü de aldığıma göre gidebilirim,” dedi Gökhan. “Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Gökhan da onun yanağını öptükten sonra sahneye ilerledi. Olduğu yerde duran Göksel onun arkasından baktıktan sonra gülümsedi.

“Sahneye çıkmayı özledim,” dedi Sarp.

“Daha geçen hafta sonu sahnedeydik,” dedi Barış. “Ama haklısın, ben de özledim. Sahneye çıkmak insanda bağımlılık yapıyor.”

“Bağımlılık mı?” dedi Lale şaşırarak. “Düşüncesi bile anksiyetemi artırıyor. Hiç benlik bir şey değil.”

“Ben senin yerine de çıkarım bebeğim,” dedi Sarp kolunu onun beline sarıp kız arkadaşını kendine çekerek. “Sen de sahnenin karşısında beni izliyor ve büyülüyor olursun.”

“Üstüme iyilik sağlık, böyle romantik konuşmak bir anda nereden esti? Pek konuşmazsın.”

“Aşk olsun, gayet romantik bir erkek arkadaşım.”

“Tabii canım, ne demezsin. Bazen romantik olduğun doğru ama bazen.”

“Yapım böyle, ne yapayım? Bence az olması bunu daha da değerli kılıyor.”

“Öyle mi dersin?”

“Dedim bile.”

Öpüştüler.

“Aşka gelmeyen bir siz kaldınız,” dedi Kuzey, Barış ve Elçin’e bakarak. “Siz de sakın gelmeyin. Saplığımı yüzüme daha çok vurmayın.”

“Tamam tamam, ağlama,” dedi Barış gülerek. “Aşka gelmeyiz.”

“Bunda ne buluyorsun ya? Hödüğün teki valla, görüyorsun.”

“Hiç de bile,” dedi Elçin hemen. “Dünyanın en tatlı, en ince, en kibar, en hoş erkeği olur kendisi.”

“Ben de en sap, en yalnız erkeğiyim.”

“Bence olayı fazla dramatize ediyorsun,” diye bir yorumda bulundu Göksel. “Bak, Kerem’in de hayatında kimse yok ama hiçbir şey demiyor.”

“Ben mi?” dedi Kerem. “Böyle şeylere hiç takılmam. Hayatımdan gayet memnun olduğum bir dönemdeyim zaten.”

“Ben de yakın zamanda reddedilene kadar hayatımdan memnundum,” dedi Kuzey. “Ama reddedildikten sonra travmatize oldum resmen.”

“İki ay oldu lan,” dedi Barış. “Daha ne kadar üzüleceksin? İlla üzüleceksen kıza üzül, senin gibisini hayatta bulamaz diye.”

“Adamsın lan, eyvallah. Elçin sen az önce dediğimi boş ver, bunu nikâh masasına götür. Sakın kaçırma bak.”

“Kaçırmak gibi bir niyetim hiç yok zaten,” dedi Elçin gülümseyerek. Barış’ın koluna girdi. “Buldum, bırakmam.”

“Bak sen,” dedi Barış gülümseyerek ona bakarken. Kız arkadaşının kumral saçlarını öptü. “Ben hiç bırakmam.”

Onları izleyen Göksel’in yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Onların ilişkisini seviyordu.

“Göksel istersen yerlerimize geçelim,” dedi Kerem. “Saat yaklaşıyor, başlamasını yerimizde bekleriz.”

“Olur, geçelim,” dedi Göksel. “Size iyi eğlenceler gençler. Çıkışta görüşürüz.”

“Size de iyi eğlenceler,” dedi Elçin. “Görüşürüz.”

Kerem koltukların arasından koridora, Göksel’in yanına çıktı ve ikili yan yana sahneye doğru yürümeye başladı.

“Nasılsın?” diye sordu Kerem, Göksel’e bakarak. “Nasıl gidiyor?”

“İyiyim, teşekkür ederim,” dedi Göksel de ona dönerek. “Her şey yolunda çok şükür, iyi gidiyor. Sen nasılsın?”

“Bunu duyduğuma sevindim. Ben de iyiyim, okul koşuşturmacası içindeyim ama okulda da özel hayatımda da her şey tıkırında ilerliyor.”

“Ne güzel, ben de senin adına sevindim. Dersten çıkıp geldin değil mi?”

“Aynen, ders çıkışı arkadaşlarla bir kahve içtikten sonra buraya geçtim. Onlar da gelebileceklerini söylediler ama henüz sesleri çıkmadı.”

“Artık gelseler de yer bulamazlar gibi duruyor.”

“Evet, öyle görünüyor. Artık ancak ayakta izleyebilirler.”

“Okullardaki böyle etkinlikler aşırı kalabalık oluyor, bizim okulda da durumlar çok benzer.”

“Hâliyle. Bir de konservatuvar öğrencileri olunca ilgi daha çok oldu, herkes ne kadar iyi olduklarını biliyor.”

“Hepsi olağanüstü müzisyenler.”

“Kesinlikle öyleler.”

Gösterinin başlamasına birkaç dakika kala sahne arkasındaki müzik öğrencileri bir çember oluşturacak şekilde toplandı.

“Beklediğimiz o an gelip çattı,” dedi Gökhan. “Çok çalıştık, tüm provalarda muhteşem iş çıkardık ve bu akşam daha da iyisini yapacağımızı biliyoruz. Hadi sahneye çıkıp en sevdiğimiz ve en iyi yaptığımız şeyi yapalım arkadaşlar.”

Ellerini ortada birleştiren grup bir tezahürat yaptı.

Saatler 20.00’yi gösterdiğinde salonun içindeki ışıklar kapandı, yalnızca merdivenlerin kenarındaki aydınlatmalar açık bırakıldı ve sahne ön plana çıkarıldı. Sahnede koronun duracağı basamaklar, mikrofon ayakları, öğrencilerin oturacakları sandalyelerle önlerindeki nota sehpaları ve enstrümanları duruyordu.

Sahnenin ortasındaki ışık yandığında salondaki sesler büyük oranda sustu ve herkesin dikkati sahneye çevrildi. Sadece saniyeler sonra Gökhan ortaya çıkarak ortadaki mikrofon ayağına ilerledi. Bakışlarını tıka basa dolu salonda gezdiren genç adam gülümsedi.

“Müzik bölümü son sınıf öğrencileri olarak hazırladığımız gösterimize hoş geldiniz,” diye konuşmaya başladı Gökhan. Haftalar önce hazırladığı bu konuşmayı seyircileri önünde nihayet yapabildiği için mutluydu. “Başlamadan önce gösteri fikrini öne süren ve tüm bu süreçte bizimle beraber canla başla çalışan bölümümüz öğretim görevlisi Melek Hoca'mıza tüm arkadaşlarım adına teşekkür etmek istiyorum. Okulun ilk gününden itibaren engin bilgileriyle bize çok şey katan tüm hocalarımıza da teşekkürü bir borç bilirim. Yeni bir yıla giriyoruz, ben ve arkadaşlarım içinse yepyeni bir yıl olacak çünkü umuyorum ki bir terslik çıkmadığı takdirde hepimiz mezun olacağız ve öğrencilik hayatımızı bitirip hayatlarımızın yeni dönemine başlayacağız. Konservatuvarı kazanmak hepimiz için zorlu bir süreçti; sizlerin de tahmin edeceği üzere bunun için yıllarımızı verdik ve şu an kazanmak için canla başla, gecemizi gündüzümüze katarak çalıştığımız bölümde son senemizde olmak, hep beraber gireceğimiz son yıl için bir program organize etmek hepimiz için hem oldukça eğlenceli hem de anlamlı ve duygusal oldu. Şu an geriye dönüp baktığımda yalnızca güzel anılar görüyorum, gülümsemeler ve kahkahalar görüyorum ve bu dört seneyi, bu dört senede hayatıma giren güzel insanları ömrümün sonuna kadar sevgiyle hatırlayacağım. Bugüne dönecek olursam müzik bölümü olarak hep beraber böyle bir organizasyon içinde yer almak, muhteşem hocalar tarafından eğitilen genç müzisyenler olarak birlikte çalışmak bizim için eşsiz bir deneyimdi; umarım siz değerli seyircilerimiz için de oldukça keyifli bir gösteri olur. Bizi izlemek için zaman ayırdığınız, buraya geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim. İyi eğlenceler.”

Genç müzisyen konuşmasını bitirince akşamın ilk alkış tufanı yaşandı. Gökhan konuşurken onun birkaç fotoğrafını çeken Göksel de kamerasını kucağına koyup erkek arkadaşını gururla alkışladı.

Sınıfın kalanı da perde arkasından çıkıp seyircileri selamladıktan sonra yerlerine geçti. Boş olan sahne bir anda canlanırken Göksel bir fotoğraf daha çekti.

Herkes hazır olduğunda İpek kemanıyla akşamın ilk şarkısı Bu Son Olsun’un açılışını yaptı.

“Bugün sen çok gençsin yavrum,” diye şarkıya giren Gökhan’ın sesi tertemiz ve kusursuz çıkıyordu. “Hayat ümit, neşe dolu / Mutlu günler vadediyor / Sana yıllar ömür boyu.”

Gökhan yerinde yavaşça dans etmeye başladığında salonun içi de hareketlendi ve seyirciler ona eşlik etmeye başladı. Yüzlerce kişinin kendisine eşlik ettiğini gören Gökhan’ın yüzü gülüyordu.

“Ne yalnızlık ne de yalan / Üzmesin seni / Doğarken ağladı insan / Bu son olsun, bu son.”

En önde, Gökhan’ın hemen karşısında oturan Göksel’le Kerem de Gökhan’a eşlik edenler arasındaydı. İkisi de yüzlerindeki gururlu gülümsemeyle ona eşlik ederken oldukça keyifli görünüyordu.

Şarkının son kısmında Gökhan, Karaca gibi olağanüstü bir performans sergileyip hacimli ve bıçak gibi keskin bir sesle şarkıyı söylerken arkasındaki koroyla önündeki seyirciler ona eşlik ediyordu. Salondakiler şarkının kapanışını hep birlikte yaptıktan sonra içeride yine bir alkış tufanı koptu.

“Teşekkür ederiz,” dedi Gökhan gülerek. “Sağ olun.”

Sıradaki şarkı Şanıma İnanma için bir kız öğrenci ortadaki mikrofonun başına geçerken Gökhan da akustik gitarını alarak soldaki mikrofon ayağına ilerledi. Gökhan’la Yağız şarkının gitar girişini yaptıktan sonra kız öğrenci de şarkıya girdi. Salondakiler yine gür bir sesle onlara eşlik ediyordu.

“Buradan çıktığımızda bir süre hiçbir şey duyamayacağız,” dedi Kerem, Göksel’in kulağına yaklaşıp. “Benden söylemesi.”

“Bir şey olmaz,” dedi Göksel biraz bağırarak. “O kadar eğleniyorum ki hiç önemi yok.”

Şarkının geçiş kısmı geldiğinde sahnedekiler yine muhteşem bir performans sergiliyordu. Enstrümanların birbirine karışan sesleri dinleyenlere bir müzik ziyafeti yaşatıyordu. Öğrenciler bu şarkıyı da kusursuz bir şekilde çalıp söylediğinde içeride tekrardan bir alkış tufanı koptu.

Akustik gitarların yerini elektro gitarlar aldıktan hemen sonra sahnedekiler hiç beklemeden akşamın üçüncü şarkısı Ben Şarkımı Söylerken’e girdiler. Onlar üçüncü şarkıyı çalarken hâlâ daha salona girenler vardı. Bu yeni yıl konserine olan ilgi çok fazlaydı.

“Ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın,” diye başlayan nakaratta Gökhan, vokalist kıza eşlik ediyordu. Sesi yine duygu doluydu. “İstersen kısıp bunu da yok sayarsın / Kim bilir belki gülümser belki ağlarsın / Yüreğimdeki sesleri susturamazsın.”

“Her seferinde tüylerim diken diken oluyor,” dedi Kerem. “Kızın sesi çok iyi, Gökhan da çok duygulu söylüyor.”

“Böyle bir şarkıyı duygulu söylememesi mümkün mü?” dedi Göksel buruk bir yüz ifadesiyle. “Onun için yazılmış sanki.”

Sahnedekiler performansıyla sahneyi yıkıp geçti, seyirciler de alkışlarıyla salonu inletti.

“Teşekkür ederiz,” dedi kız öğrenci gülümseyerek. “Alkışlayan elleriniz dert görmesin.”

Konser hız kesmeden devam etti. Sonraki dört şarkıda hep beraber performans sergileyen müzik öğrencileri Büşra ve İpek’in iki parçalık küçük performansları için sahneyi boşalttı. Büşra piyano başındaydı, İpek de sandalyede çellosuyla oturuyordu; iki başarılı ve yetenekli kız öğrenci önce Reflections, sonra da Field parçalarını çalarak dinleyicilerine bir müzik ziyafeti yaşattı. Onlar kendilerini çaldıkları müziğe adamış performans sergilerken Göksel fotoğraflarını çekti, performanslarının bir kısmını da videoya aldı.

Bu iki parça boyunca salonun içi oldukça sessizdi. İçerideki herkes insanın ruhunu besleyen bu iki eseri sessizce dinledi ve kendilerini yatıştırmasına izin verdi. Seyircileri onları iki parçanın sonunda da coşkuyla alkışladı, ikinci parçadan sonra ayağa kalkan Büşra’yla İpek yan yana durarak onlara reverans yaptı.

“Bulutların üstüne çıkıp geldim,” dedi Kerem. “Kutsanmış hissediyorum.”

“Ben de öyle,” dedi Göksel. “Çok iyi geldi. İkisinin de eline, yüreğine sağlık.”

Büşra’yla İpek sahnedeyken Gökhan sahne arkasında Melek hocayla konuştu.

“Son kararımı verdim,” dedi Gökhan. “Şarkıyı söyleyeceğim.”

“Gerçekten mi?” dedi Melek ince kaşlarını kaldırarak. “Şu ana kadar sesin sedan çıkmayınca vazgeçtiğini düşünmüştüm, bu yüzden de bir şey dememiştim.”

“Düşünüyordum, kafamda tartıyordum.”

“Ve kararını verdin.”

“Verdim. Kendi şarkılarımdan birini söyleyeceğim.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum. Senin gibi muhteşem bir müzisyen ortaya harika bir parça çıkartmış olmalı.”

“Sağ olun hocam, inancınız çok kıymetli. Bohemian Rhapsody’den sonra söyleyebilirim değil mi?”

“Elbette, ne zaman istersen. Sahneyle ilgili yardımcı olabileceğim bir konu var mı?”

“Akustik gitarımla mikrofon yeterli olacak, teşekkür ederim.”

“Tamam. Yapabileceğim başka bir şey var mı?”

“Aslında arkadaşlara ufak bir bilgilendirme yaparsanız çok iyi olurdu.”

“Olmuş bil.”

Kızların performansından sonra sahne yeniden kalabalıklaştı. Gökhan, Yağız ve performans sergileyecek diğer öğrenciler tekrardan sahneye çıktı. Bundan sonraki iki şarkı Yağız’ın söyleyeceği Mavi Duvar ve En Güzel Günüm Gecem parçalarıydı. Herkes yerini aldığında ve hazır olduğunda şarkıya girdiler. Büşra piyanoyla girişi yaptıktan sonra Yağız şarkıyı söylemeye başladı. Genç müzisyenin sesi pırıl pırıl parlıyordu, sesinde tek bir pürüz bile yoktu ve bu duygusal şarkıyı söylerken takındığı hüzünlü yüz ifadesi performansını bir üst noktaya taşıyordu.

“Birden çıktım viraneden, koşa koşa indim kumsala,” kısmında şarkı hareketleniyordu. Yağız ve Gökhan bir yandan şarkıyı söylerken bir yandan da elektro gitarlarını çalıyordu. İkisi de usta şarkıcılar, usta gitaristlerdi ve onları birlikte dinlemek seyirciler için güzel bir deneyimdi. “Acı acı sövdüm sonra, yüzümü kırbaçlayan rüzgâra.”

Aynı kısmı bir kez daha söylediler ve sonraki kısımda Gökhan o meşhur gitar girişini yaptı. Mikrofon ayağından biraz uzaklaşan genç müzisyen sahnede fırtına estirirken salonun içinden de bağırış ve ıslık sesleri yükselmeye başladı. Bu anı kaçırmayan Göksel’se çoktan video çekmeye ve erkek arkadaşının bu olağanüstü performansını kaydetmeye başlamıştı.

Bu şarkı bittikten sonra hiç beklemeden sıradaki şarkıya geçtiler. Grup, temposu yüksek bu şarkıyı büyük bir enerjiyle çalıp söyledi. En az onlar kadar enerjik olan seyircileri de dans etti ve bağırarak onlara eşlik etti.

“Ağzınıza sağlık,” dedi Yağız şarkı bitince. “Hoplayıp zıplayan bacaklarınıza da sağlık. Seyircisini bu kadar enerjik görmek müzisyeni çok olumlu etkiliyor. Sağ olun, teşekkür ederiz. Hiç hız kesmeden devam ediyoruz baylar ve bayanlar.”

Onları bir kez daha alkışladılar. Bu sırada Gökhan’la Yağız da yer değiştirdi. Artık Gökhan vokalist ve ritim gitarist, Yağız da arka vokal ve solo gitaristti. Gökhan’ın söyleyeceği üç şarkı vardı, ilki olan Y.O.K.’a girdiler.

“İlk değil son olmaz,” diye şarkıyı söylemeye başlayan Gökhan’ın sesi de yüz ifadesi de yine hüzün doluydu. “Hayat yalnız yaşanmaz / Gidenin ardından bakıp ağlanmaz.”

Genç müzisyen bakışlarını kısaca salonun içinde, karşısındaki yabancı yüzlerde gezdirdi. Şarkının kıta kısmında içerisi sessizdi fakat nakarata girdiğinde şarkıyı bilenler ona eşlik etmeye başladı. Şarkı eski bir şarkıydı, popüler de sayılmazdı; bu yüzden şarkıyı bilenlerin çıkmasına ve kendisine eşlik etmelerine çok sevindi.

“Elimden hiçbir şey gelmez, hiçbir çarem yok,” derken gözlerini sımsıkı yummuştu Gökhan. “Karanlık bu sokaklarda sesimi duyan yok / Elimden hiçbir şey gelmez, hiçbir çarem yok / Karanlık bu sokaklarda elimi tutan yok.”

Genç müzisyen gözlerini açtığında Göksel’in kendisini çektiğini gördü. Yüzündeki hüzünlü ifade bulutlar gibi dağıldı ve gülümsemesi güneş gibi ortaya çıktı. Ne hissederse hissetsin, nasıl bir ruh hâlinde olursa olsun, bu yüzü görünce her zaman ama her zaman iyi hissedecekti.

İkinci nakarattan sonra muhteşem bir kapanış kısmı vardı. Gökhan bir süre önceye kadar bu kısmı söylememeye karar vermiş ve provaları da bu şekilde gerçekleştirmişlerdi fakat bu ayın başında fikrini değiştirerek şarkının tamamını söylemek istemişti. Arkadaşları da kendisiyle hemfikir olunca kalan provalarda şarkının tamamını çalıp söylemişlerdi.

Şarkı ikinci nakarattan sonra biraz yavaşlıyordu, bu kısım fırtına öncesi sessizlikten başka bir şey değildi.

Gökhan, “Hiç kimse yok,” dedikten sonra müzik yeniden ivme kazandı fakat bu sefer öncekinden çok daha sertti. “Hiç kimse,” diyen Gökhan sonraki kelimeyi boğazını sıkıp sesini kirleterek ve bağırarak söyledi: “Yok!”

“İşte bunu bilmiyordum,” dedi şaşkına dönen Kerem. “Şarkının tamamını söylemeye karar vermişler.”

“Benim de haberim yoktu,” dedi Göksel. “Ama çok iyi bir karar olmuş. Şarkının asıl esprisi bu son kısmındaydı bence.”

“Kesinlikle.”

“Hiç kimse yok,” derken yok kelimesinin sonunu uzatan Gökhan gözlerini kapattı ve sesini saniyeler boyunca bu şekilde tuttu. Şarkının sonunu sesini yumuşatarak bitiren genç müzisyen yavaşça gözlerini açtı, onu alkışlamaya başlayan seyircilerine gülümsedi.

Bazı şarkıları söylerken ona acı veren şey şarkılar değil de hatıralardı, yaşanmışlıklardı. Şarkı söylemek ona her daim iyi hissettirmişti, şimdi de öyle hissettiriyordu ve her zaman böyle hissettirecekti.

Sıradaki şarkı Athena’dan Ben Böyleyim’di. Adaşının yazıp söylediği bu şarkıyı Gökhan oldum olası çok sevmişti. Şarkının sözlerinde kendisinden büyük parçalar buluyordu ve bu ortak noktalara ek olarak şarkının yazarıyla adaş olması gerçeği de onu ayrı olarak etkiliyordu.

“Hayat benim,” diye başlayan nakaratta pek çok kişi Gökhan’a eşlik ediyordu. Onlarla birlikte bu şarkıyı söyleme şansı yakalayan Gökhan’ın yüzü gülüyordu. “Her anımı yaşadıkça sevesim var / Aldırmam hiç yağmurlara / Benim güzel hatalarım var / Bir an bile vazgeçmedim / Kendi yolumdan.”

Kendi yolu buydu, tam burasıydı ve bu yoldan vazgeçmediği için çok mutluydu. Biliyordu, başka bir yolda yürümeye çalışsaydı asla mutlu olmazdı ve bu yola gelmek için çok şeyi geride bırakmış olsa da pişmanlık duymuyordu. Mutlu etmesi gereken tek bir kişi vardı, o da kendisiydi ve şu an çok mutluydu.

“Yüreğinize sağlık,” dedi Gökhan şarkı bitince. “Enerjiniz çok güzel. Çok sağ olun, var olun. Sıradaki şarkı en sevdiğim müzisyen ve en büyük idolüm Yavuz Çetin’den Her Şey Biter. Bilenleriniz vardır diye düşünüyorum, yine hep beraber söyleyelim.”

Bağırış ve ıslık sesleri yükseldi.

Yeniden akustik gitarını alan Gökhan şarkıya girdi. Şarkının girişini çalarken bakışları karşısında oturan kız arkadaşındaydı. Göksel gülümseyerek kendisini izliyordu.

“Harikasın,” dedi Göksel dudaklarını oynatarak. “Seni seviyorum.”

“Seni seviyorum,” dedi o da dudaklarını oynatarak. “Çok.”

Keyfi iyiden iyiye artan genç müzisyen şarkıya oldukça enerjik bir sesle girdi. Şarkının kıtasını söylerken bakışları yine salonun içinde geziniyordu. Karşısında birbirinden farklı yüzlerce yüz vardı fakat tüm bu yüzlerin bir ortak noktası vardı: Hepsi gülümsüyordu. Herkesin iyi vakit geçirdiğini görmek ve buna kendisinin sebep olduğunu bilmek çok iyi hissettiriyordu.

“Bir gün gelir herkes kendi yoluna girer,” dedi Gökhan gür bir sesle. Kollarını bir anlığına iki yana açan genç müzisyen başını onaylarcasına salladı. “Her şey nasıl başladıysa öyle biter.”

Şarkının solosu geldiğinde Gökhan kenara çekildi ve Yağız’ı ön plana çıkardı. Ona bir gülümseme gönderen Yağız elektro gitarıyla sahnede fırtınalar estirirken salonun içinde de müthiş bir hareketlilik, enerji vardı. Başlar ve vücutlar ritimle uyumlu olarak dans ediyordu ve sahneden yayılan enerji tüm salonun içini turluyordu.

Gökhan son kez nakaratı söylerken Yağız ona eşlik etti. İki arkadaş şarkının sonunu beraber getirdiğinde salonun içinden yine alkış sesleri yükseldi.

“Teşekkür ederiz,” dedi Gökhan bir reverans yaparak. “Artık bugünün son şarkısına geldik. Kapanış şarkısını seçmek uzun ve zorlu bir süreçti, hangi şarkıyı söyleyeceğimizi uzun uzun düşündük ve nihayetinde bir klasikte karar kıldık. Yılbaşı programımızın kapanış şarkısı Queen grubunun başyapıtı Bohemian Rhapsody. Sınıf arkadaşlarımı alkışlarınızla yerlerine almak istiyorum.”

Kalan öğrenciler salondakilerin alkışlarıyla sahneye çıktılar ve yeniden yerlerine geçtiler. Sahne ışıkları loşlaştı, salon sessizliğe gömüldü ve koro şarkıya girdi.

Sınıfın üzerinde en çok durduğu, prova yaparken en çok mesai harcadığı parça bu şarkıydı. Şarkı gerek vokalleri gerek müzikleriyle söylemesi ve çalması zor bir parçaydı; bu yüzden ortaya kusursuz bir iş çıkarmak için çok çalışmışlardı ve emekleri sonuç vermişti. Parçada olağanüstü bir grup çalışması sergileyen sınıf öğrencileri şarkının ilk saniyesinden son saniyesine varana kadar muhteşem bir başarı göstermişti.

Şarkının efsanevi orta kısmında Gökhan piyano başından kalktı ve piyanoyu Büşra’ya devretti. Sahnenin ortasına geçen genç müzisyen ayaktaydı, çok açılmayarak hareket ediyor ve koroyla beraber şarkıyı söylüyordu. Performansın bu kısımları bir müzikal havasındaydı. Gökhan kendi kısımlarını söylerken sırtını dikleştirip özgüvenli bir tavır sergiliyor fakat koro şarkıya girince eğiliyor, utanıyor, içine kapanıyordu. Bu hareketleri şarkının sözlerine yaptığı bir göndermeydi.

Şarkının meşhur yüksek notasının olduğu kısım geldiğinde Gökhan sahnenin en ön kısmındaydı. Derin bir nefes alan genç müzisyen eliyle diyaframını kontrol ettikten sonra yüksek notaya çıktı ve provalarda gösterdiği muhteşem performansı şimdi de gösterdi.

“İşte bu be!” dedi Göksel. “İşte benim sevgilim.”

Sahnenin tüm ışıkları yandı, karanlıkta kalan gitaristlerle baterist ortaya çıktı ve onların önüne ilerleyen Gökhan şarkının rock kısmını bütün enerjisiyle söylemeye başladı:

“So you think you can stop me and spit in my eye,” derken gözünü işaret etti ve ardından yumruğunu öne doğru savurdu. Genç müzisyen şarkının neresinde ne yapacağını önceden belirlemişti. “So you think you can love me and leave me to die.” Cümlenin başında elini kalbine koydu, sonraki kısımdaysa giden birine uzanır gibi elini öne uzattı. “Oh, baby, can't do this to me, baby,” derken başını iki yana salladı ve kolunu kaldırıp ileride bir yeri işaret etti. “Just gotta get out, just gotta get right outta here.”

Başını birkaç kez sallayan Gökhan arkasını döndü, olduğu yerde durdu ve başını kaldırdı. Müzik yavaşlarken sahnenin ışıklarının çoğu da sönerek sahneyi yine loş bıraktı. Genç müzisyen şarkının kapanışını yapana kadar yerinde yavaşça sallandı, kapanış geldiğinde önüne dönüp mikrofon ayağına ilerledi.

“Nothing really matters, anyone can see / Nothing really matters / Nothing really matters to me / Any way the wind blows…”

Alkışlar, bağırışlar ve ıslıklardan oluşan büyük bir gürültü başladı. Kerem ve Göksel’le beraber ayağa kalkmış onları alkışlayan bir sürü kişi vardı. Bir tanesi de perde arkasındaki Melek Hoca'larıydı.

“Çok teşekkür ederiz,” dedi Gökhan. “Sağ olun, var olun ama sakın eksik olmayın. Teşekkürler.”

Tüm öğrenciler yan yana dizildi, el ele tutuştu ve onları alkışlayan seyircilerini eğilerek selamladı.

“Ne konserdi be!” dedi Barış onları ayakta alkışlarken. “İyi ki gelmişiz. Böyle bir konseri kaçırsaydım gözüm açık giderdim.”

“Al benden de o kadar,” dedi Sarp. “Muhteşemdi. Sahneyi yıkıp geçtiler.”

Öğrencilerle konuşan Melek onlara Gökhan’ın solo bir performans sergileyeceğinin haberini vermişti. Öğrenciler yavaşça sahneyi boşaltmaya başladı.

“İyi misin?” diye sordu İpek. Gökhan’ın yanına gelmişti. “Gergin görünüyorsun.”

“Biraz gerginim,” diye cevapladı Gökhan. “Ama iyiyim, sağ ol. İdare ederim.”

“Kendi şarkılarından birini mi söyleyeceksin?”

“Evet.”

“Dinliyor olacağım. Bol şans.”

“Teşekkür ederim.”

İpek iki öğrenciyle beraber gittiğinde Gökhan’ın diğer tarafında duran Yağız onun omzuna dokundu.

“Sanırım o şarkıyı dinleme zamanımız geldi,” diyen Yağız gülümsedi. “Yapacağın şey çok cesurca ve takdir edilesi. Hemen yan tarafta olduğumu unutma.”

“Teşekkür ederim kardeşim,” diyen Gökhan da gülümsedi. “Eksik olma.”

“Sen de Gök.”

Yağız da gidince Gökhan sahnede tek kaldı. Onun gitmemesi Göksel’in dikkatini çekti. Aynı şekilde Kerem’in ve Barışların da dikkatini çekmişti. Onların hiçbir şeyden haberi yoktu.

“Ne oluyor?” diye sordu Kerem. “Gökhan niye gitmedi?”

“Sanırım performans sergileyecek,” dedi Göksel bakışlarını erkek arkadaşından ayırmadan. “Bahsettiği şey bu muydu?”

“Neyden bahsetti?”

Göksel ona cevap veremeden Gökhan akustik gitarını omzuna taktı, mikrofona yaklaştı ve konuşmaya başladı:

Bohemian Rhapsody hep beraber çalıp söylediğimiz son şarkıydı ama eğer dinlemek isterseniz bu akşamın son şarkısını şimdi çalıp söyleyeceğim. Çok uzun senelerdir kendi çapında şarkı yazıp beste yapan biriyim, bu akşam da size uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir şarkımı çalacağım. Ben Gökhan, şarkımın adıysa Gökhane Sakinleri.”*

(Gökhane kelimesi Gökhan'ın adından yola çıkarak uydurduğum bir kelime olup hem bu kelime hem de Gökhane Sakinleri şarkısının sözleri tarafıma aittir.)

Bakışlarını gitar klavyesine çeviren Gökhan şarkısının girişini çalmaya başladı. Hüzünlü bir girişti. Hüzünlü bir şarkının hüzünlü girişiydi. Geçmişin gölgelerinin karanlığının hüznünü taşıyan bir şarkının girişiydi.

Göksel tüm uzuvlarının buz tuttuğunu hissediyordu. Genç kadın donup kalmıştı, hareket edemeden ve hiçbir şey yapamadan hemen karşısındaki Gökhan’ı izliyordu. Onun yanında oturan Kerem de farklı sayılmazdı. Genç adam çok şaşkındı. Aynı şekilde biraz daha arkada oturan Barış, Sarp, Kuzey, Lale ve Elçin de çok şaşkındı. Bu zamana kadar şarkıları hakkında çok ketum olan Gökhan yüzlerce kişinin olduğu bir salonda şarkısını çalıp söylüyordu. Üstelik adından bile ne kadar kişisel olduğu anlaşılan şarkısını.

Gökhan kısa gitar girişini çaldıktan sonra şarkıyı söylemeye başladı. Şarkı şöyle başlıyordu:

O gece Ay bile siyahtı

Güneş bir daha hiç açmadı

Yıldızlar karardı

Bulutlar hep ağladı

Göksel’in bakışları onun ellerine indi, parmaklarına, parmaklarındaki dövmelere. Genç kadın Ay’a, Güneş’e, yıldıza ve buluta baktı. O an titrediğini fark etti.

Gökhan girişten sonra yine kısa bir gitar kısmı çaldı ve şarkının birinci kıtasına girdi:

Evimin duvarlarını geceye boyadın

Müzik gecenin ortasında bir Ay gibi parlıyor

Karanlığı sen getirdin

Ama tek aydınlığımı suçladın

Bulutlar evimdi, bulutlara kaçardım

Artık evime uzansam bile dokunamam

Betondan yapılan dört duvarın arasında

Betondan bile soğuktu varlığın

Gözleri sımsıkı kapalı olan Gökhan nakarata girdiğinde gözlerini açtı ama kimseye bakmadı, bakışlarını insanların ayaklarına odakladı ve nakaratı öyle söyledi.

Başımıza yıkıldı Gökhane’nin çatısı

Sakinleri sağ çıkamadı enkazından

Bu acı hatıralar evinden geriye

Ne Gök kaldı ne de Han

Biraz geri çıkan Gökhan birinci kıtadan sonraki müzikli kısmı çaldı. Genç adamın bakışları gitarın klavyesine sabitlenmişti, usta parmaklarıyla yine harikalar yaratıyordu ama onu dinleyen çoğu kişi eğlenmek yerine hüzünlenmekle meşguldü.

Genç müzisyen şarkının ikinci kıtasını söylemeye başladı. Hissettikleri o kadar yoğundu ki gözleri dolu doluydu, bu yüzden gözlerini yine kapattı.

Güneş gibi parlamalıydı bana inancın

Oysaki izliyorum yarattığın karanlığı

Güneş gibi ısıtmalıydı beni varlığın

Hissettiğim tek şey soğuk ısırığı

Şimdi yalnız izliyorum yıldızları

Artık hiçbiri bana göz kırpmıyor

Parlayan şey gözyaşları olmalı

Hepsi hüzünle karanlığa karışıyor (Gökhane sakinleri gibi)

Gökhan nakarata bu sefer daha güçlü bir sesle ve açık gözlerle girdi. Gözleri doluydu ama bu sefer başını kaldırıp salonun içine baktı, pürdikkat kendisini izleyen yüzlere baktı. Birçoğu hüzünlü olan bu yüzler kendi yüzünün bir yansıması gibiydi.

Başımıza yıkıldı Gökhane’nin çatısı

Sakinleri sağ çıkamadı enkazından

Bu acı hatıralar evinden geriye

Ne Gök kaldı ne de Han

Ne Gök ne de Han

“Gök” ve “Han” kelimelerini uzatarak söyleyen Gökhan, “ne de” kısmını çabucak söyledi ve araya kaynayan bu iki kelime genç adam sanki kendi adını söylüyormuş gibi bir illüzyon oluşturdu.

Senin için…

Senin için…

Geçiş kısmında diyaframına yüklenen Gökhan çok tiz bir notaya çıktı ve sesini saniyelerce bu notada tuttu. Şarkının orijinal versiyonunda burada bir elektro gitar solosu başlıyor ve upuzun saniyeler boyunca devam ediyordu. Şu an akustik gitarla performans sergileyen genç müzisyen soloyu pas geçmek yerine bu gitarla çalmayı tercih etti.

Bakışları onun ellerinde sabitlenen Göksel, Gökhan’ın klavyeyle tellerde gezinen usta parmaklarını izledi. Şarkının bu kısmında bir elektro gitar solosu olduğunu anlamıştı ve Gökhan her ne kadar akustik gitar çalsa da elektro gitarın sesi kafasında canlanabiliyordu. Gökhan’ın müzik dehasını kullanarak soloya eklediği ses efektlerini duyabiliyordu.

Solodan sonra şarkı durgunlaştı. Gökhan tellere hafifçe dokunurken girişteki cümlelerin birkaç kelimesinin çıkarılmış hâlini burada ön nakarat olarak kullandı:

Yıldızlar karardı

Ay bile siyahtı (Gökhane’de)

Güneş hiç açmadı

Bulutlar hep ağladı (Gökhane’de)

Gökhan yeniden ve son kez nakaratı söylemeye başladığında Göksel’le göz göze geldi. Tam karşısında oturan kız arkadaşı duygu dolu bir yüz ifadesiyle ve biraz da dolmuş gözlerle pürdikkat kendisini izliyordu. Göksel’in titrediğini fark ettiğinde aslında kendi içinin de titrediğini fark etti. Vücudu hareket ettiği için dışarıdan belli olmuyordu fakat içi tir tir titriyordu.

Başımıza yıkıldı Gökhane’nin çatısı

Sakinleri sağ çıkamadı enkazından

Bu acı hatıralar evinden geriye

Ne Gök kaldı ne de Han

Ne Gök ne de Han

Gökhan bir anlığına sustuktan sonra parmakları usulca klavyede gezinmeye devam etti. Artık şarkının sonu gelmişti, Gökhan kapanış kısmını çalıyordu; çoğu kişi bunun farkındaydı.

Mikrofona iyice yaklaşan genç müzisyen gözlerini sımsıkı yumdu ve şarkının kapanışındaki dört dizeyi kafa sesiyle söyledi:

Şimdi geçmiş çok buğulu

Kaldı geride tek bir soru

Senin için bir gurur kaynağı mıyım

Yoksa hissettirdiğim tek duygu hicap mı

Gökhan’ın sesi son satırda iyice kısıldı ve şarkının sonunda azalarak kayboldu. Mikrofondan biraz uzaklaşan genç adam kendine gelmek için derin bir nefes alma ihtiyacı duydu. Bu sırada salonun içinden alkış, ıslık ve bağırış sesleri yükselmeye başladı. Gökhan’ın sahne önündeki ve sahne arkasındaki arkadaşlarının hepsi ayaktaydı, yüzlerindeki duygu dolu ifadeyle onu alkışlıyorlardı.

En önde ayakta onu alkışlayan Göksel ıslak gözlerini çabucak sildi. Son iki satırı biliyordu, Gökhan ona bu satırları ve ardında yatan anlamı söylediğinde de kalbi kırılmıştı fakat genç kadın şu an paramparçaydı. Bu iki satırın bu kadar kişisel bir şarkının kapanış satırı olacağını hiç düşünmezdi, insanı bu kadar dağıtacaklarını hiç düşünmezdi.

Gökhan gözlerini yavaşça açtı. Kirpikleri nemliydi. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra başını kaldırdı. Gözleri önce Göksel’i buldu, sonra Kerem’i. Onların yüzlerindeki hüzünlü gülümsemelere baktıktan sonra salonun içine de şöyle bir baktı, yine aynı hüzünlü yüz ifadesiyle kendisini alkışlayan insanlara baktı. Orta tarafta kendisini ayakta alkışlayan Kuzey, Elçin, Barış, Sarp ve Lale’yi gördü, onların da duygu dolu yüzlerine baktı.

Gülümsedi.

Sağ tarafta bir hareketlilik dikkatini çekince başını o tarafa çevirdi. İki kişi sahneye, ona doğru yürüyordu. Gökhan onların yüzünü görünce gülümsemesi yüzünde asılı kaldı, genç adam adeta taş kesildi. Ondaki bu değişimi fark eden Göksel’le Kerem de onun baktığı yöne baktı.

Orta yaşlı bir çift. Takım elbise giymiş uzun boylu, kalıplı bir adamla ikisinin boyu da diz hizasında olan elbiseyle palto giymiş orta boylu bir kadın.

Kerem’le Göksel çiftin yüzlerini gördüğünde Gökhan gibi onlar da donup kaldı. Birkaç saniye çifte baktıktan sonra aynı anda birbirlerine döndüler, ardından Gökhan’a baktılar. Gökhan aynı şok ifadesiyle çifte bakmaya devam ediyordu.

Bu çift Gökhan’ın annesi Hande Uygur ve babası Göktuğ Uygur’dan başkası değildi.

Kimisi askercilik oynar — Yarbay Göktuğ Uygur

Kimisi evcilik oyunu oynar — Ev Hanımı Hande Uygur

Ben de müzisyeni oynarım şimdi — Müzisyen Gökhan Uygur

Oyuncak Dünya bir şarkıdan çok daha fazlası. En başından beri gerçekte yaşamayan ve yalnızca kitap satırlarında var olan bu üç kahramanın öyküsünü anlatıyordu. Gökhane Sakinleri'nin öyküsünü.

Sonraki bölümde görüşmek üzere. Yeni bölümde onların öyküsünün tüm satırlarını okuyor olacağız. -EÖÖ

]]>
Fri, 12 May 2023 12:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 27. Kare: Hatıralar Kamerası https://edebiyatblog.com/kd-27kare-hatiralar-kamerasi https://edebiyatblog.com/kd-27kare-hatiralar-kamerasi Bölüm Fotoğrafı: Ena Marinkovic

Doğum günü sabahı 11’e doğru uyanan Göksel, bir süre yatakta uzanmaya devam edip ayılmayı bekledi. Gece geç yatmıştı. Gecesi birkaç arkadaşının doğum günü mesajlarına cevap vermekle ve onlarla sohbet etmekle geçmişti. Bu yüzden hafta içi erken uyanmaya alışkın olsa da bugün normalden daha geç bir saatte kalkmıştı.

Genç kadın yataktan kalkıp gerindi ve komodininin üzerindeki cam matarasındaki sudan büyük bir yudum içti. İşte bu iyi gelmişti.

Telefonunu alan Göksel odasından çıktı ve mutfağa yürürken internete bağlandı. Sınıfından iki arkadaşı doğum günü için mesaj atmıştı. Göksel’i okulda göremeyince mesaj atmayı tercih etmişlerdi. Göksel onlara teşekkür mesajı attıktan sonra bir yumurtayı haşlanması için büyük bir cezveye koydu ve ocağı açtı.

Tezgâha yaslanmıştı ki telefonu çalmaya başladı. Arayan Gökhan’dı.

“Efendim?” diye açtı telefonu Göksel. Sesi uyku mahmuruydu.

“Günaydın balım,” dedi Gökhan’ın onun aksine çoktan uyandığını belli eden dinç sesi. “Sesin yeni uyandığını söylüyor.”

“Doğru söylüyor. Gece geç yatınca ancak uyanabildim.”

“Doğum günü mesajlarına mı cevap verdin?”

“Evet, arkadaşlarımla da biraz sohbet ettik.”

“İyi yapmışsın. Şimdi ne yapıyorsun?”

“Haşlanması için yumurta koydum, elimi yüzümü yıkadıktan sonra da kahvaltının geri kalanını hazırlayacağım.”

“Doğum günün için kendine mükellef bir kahvaltı hazırla.”

“Planlarım o yönde. Sen ne yapıyorsun?”

“Birkaç işim var, çalışıyorum.”

Göksel gülümserken telefonun ucundaki Gökhan da gülümsedi.

“Kolay gelsin,” dedi Göksel gülümsemeye devam ederken. “Kendini çok yorma.”

“Yormam,” diyen Gökhan sırıttı. “Sadece yaptığım işin elimden gelenin en iyisi olduğuna dikkat ediyorum, o kadar.”

“Şu an yaptığın işte de en iyisini yapacağından eminim.”

“Ben de öyle umuyorum. Artık yirmi ikisin ha?”

“Yirmi ikiyim.”

“Benimle girdiğin ilk yeni yaşın ama sonuncusu olmayacak. Yılları birlikte devireceğiz.”

“Bu bir evlenme teklifi mi?”

Gökhan bir kahkaha patlattığında Göksel de kıkırdadı.

“Yo,” dedi Gökhan kelimenin sonunu biraz uzatarak. “Teklif değil, gerçekler. Ben sana olacağı söylüyorum.”

“Epey iddialısın,” dedi Göksel. “Bunu sevdim. Yılları birlikte devirme düşüncesini de öyle.”

“Sevilmeyecek gibi mi ki?”

“Değil.”

“Göksel?”

“Efendim?”

“İyi ki doğmuşsun. Bu her doğum gününde söylenen ve bir noktada sıradanlaşan iyi ki’lerden biri değil. Kalbimin en derinlerinden gelen bir iyi ki. İyi ki doğmuşsun, iyi ki karşıma çıkmışsın ve iyi ki hayatıma girmişsin. Birlikte geçireceğimiz nice güzel senelerimiz olsun. Güzel, mutlu, huzurlu, eğlenceli, bol kahkahalı senelerimiz olsun.”

“Ne güzel bir dilek,” diyen Göksel genişçe gülümsüyordu. “Teşekkür ederim sevgilim, seni seviyorum ve seninle yeni güzel hatıralar biriktirmek için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de seni seviyorum, çok seviyorum. Galeriye benzettiğin hafızamı seninle olan karelerle doldurmayı iple çekiyorum.”

“Hiçbir zaman eskimeyecek kareler.”

“Hiçbir zaman. Hadi elini yüzünü yıkayıp kahvaltını et, ben de işlerime devam edeyim. Yine haberleşiriz.”

“Tamam hayatım. Sana kolay gelsin.”

“Teşekkür ederim güzelim. Sana da afiyet olsun.”

“Teşekkürler. Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra kendi kendine güldü.

“Acaba nereden fırlayacaksın?” diye mırıldandı genç kadın. “Merakla bekliyorum.”

Göksel elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltısını hazırladı ve afiyetle yedi. Kahvaltıdan sonra Ahsen’i arayan genç kadın arkadaşıyla konuştu.

“Doğum günü kızı,” dedi Ahsen neşeli bir sesle. “N’aber?”

“Doğum günü kızının en yakın arkadaşı,” diye karşılık verdi Göksel de canlı bir sesle. “İyiyim, senden ne haber? Ne yapıyorsun?”

“Ben de iyiyim bebeğim. Görüşmemiz için hazırlanıyorum, makyajımı yapmaya geçecektim. Sen ne yapıyorsun?”

“Epey hızlısın. Ben de saçlarımı yapmaya başlayacağım, öncesinde seni arayayım dedim.”

“Ne yapacaksın?”

“Düzleştireceğim. Hep doğal kullanıyorum, bugün değişiklik olsun.”

“İyi düşünmüşsün. Sana düz saç da yakışıyor zaten, güzel olur.”

“Teşekkür ederim güzelim. Sen ne yaptın?”

“Geceden sarıp yatmıştım, onları açacağım.”

“Bugün ben düz, sen dalgalı takılıyorsun. Rolleri değiştirdik.”

“Arada değişiklik iyidir. İkimizin de yapacak bir sürü işi var, kapatalım da hazırlanalım. İşin bitmeye yakın haber edersin, ben de ederim.”

“Tamam bebeğim. Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra saçlarını düzleştirdi, biraz göğüs dekoltesi olan yakası açık siyah uzun kollu elbisesini giydi ve makyajını yaptı. Gözlerine eyeliner çeken genç kadın dudaklarına da Gökhan’ın önerisiyle kırmızı ruj sürdü. Gümüş renkli Güneş kolyesi gerdanını süslerken parmaklarına da üç tane yüzük taktı. Neredeyse hazır olduğuna dair Ahsen’e mesaj attığında Ahsen de birkaç dakika içinde kendisinin de hazır olduğunu yazdı. Çıkmaya karar verdiler. Göksel önce güneye sürüp Ahsen’i evinden alacaktı, ardından beraber Beşiktaş’a geçeceklerdi.

Göksel evden çıkmadan önce annesiyle konuşup ona haber verdi.

“Merhaba sultanım,” dedi Göksel. “Ben evden çıkıyorum, haberin olsun. Dün dediğim gibi önce Ahsen’i alacağım, sonra beraber Beşiktaş’a gideceğiz.”

“Tamam bebeğim,” dedi Güzin. “Arabayı dikkatli sür ve kendine de dikkat et. Akşama görüşürüz.”

“Ederim canım benim. Çok öpüyorum, akşama görüşürüz.”

“Ben de öpüyorum güzel kızım. İyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel annesiyle de konuştuktan sonra evden ayrıldı ve Ahsen’i almak için genç kadının oturduğu mahalleye sürdü. Mahalle arasından gittiği için Ahsen’in evine kısa sürede vardı. Ahsen onu binanın önünde bekliyordu.

“Selam bebek,” dedi ön koltuğa oturan Ahsen. “Bu ne güzellik böyle? Gözlerimi kamaştırdın.”

“Ben de senin için aynısını düşünüyorum,” dedi Göksel gülümseyerek. İki arkadaş yanaktan öpüştüler. “İkimiz de bu özel gün için incelikle hazırlanmışız.”

“Elbette hazırlanacağız. Sen doğum günü kızısın, ben de en yakın arkadaşın olarak bugün için süslenip püslendim.” Tırnaklarını gösterdi. Elbisesiyle uyumlu olarak bordo oje sürmüştü. “Ojelerim nasıl?”

“Rengine bayıldım. Markasıyla numarasını at.”

“Oldu bil.”

Göksel gaza bastı ve ikili kuzeye, Beşiktaş’a doğru yol almaya başladı. Sabah ve akşam vakitleri korkunç bir trafik oluyordu ama ara saatte oldukları için yollar açıktı. Yol boyunca müzik dinleyip sohbet ettiler.

“Okulu da astık,” dedi Ahsen. “Bizim gibi çalışkan öğrencilerden beklenmeyecek bir hareket.”

“Geçerli bir sebebimiz var,” dedi Göksel gülerek. “Ben Akınlardan sen de Şevval’den gelişmeleri öğrenirsin.”

“Öyle yaparız.”

Gidecekleri mekâna vardılar. Göksel arabayı işletmenin yanındaki binanın önüne park ettiğinde iki arkadaş araçtan indi.

“Buz gibi,” dedi Ahsen kabanına sarılarak. “Hadi içeri geçelim.”

“Aralıktayız, normal,” diyen Göksel göğe baktı. Günlerden 6 Aralık’tı, hava çok soğuktu ama gökyüzü masmaviydi, Güneş pek ısıtmıyordu ama bu masmavi gökte parlıyordu. “Ama hava çok güzel.”

“Doğduğun gün gibi,” dedi Ahsen genişçe gülümseyip. Onun koluna girdi. “İsmini gökten alan senin doğum gününde de böyle bir hava beklerdim.”

“Güzel bir denk geliş oldu.”

Kapının önüne geldiklerinde Ahsen geçmesi için Göksel’e öncelik verdi.

“Doğum günü kızı önden,” dedi genç kadın gülümseyerek. “Buyurun hanımefendi.”

“Çok naziksiniz Ahsen Hanım,” diyen Göksel de gülümsüyordu. “Sizi seviyorum.”

“Ben de sizi seviyorum.”

Göksel içeri girip birkaç adım atmıştı ki arkasından ona yaklaşan biri ellerini genç kadının gözlerine yerleştirdi ve onu kendine çekti. Göksel bir saniyeliğine irkilse de bu yumuşak elleri ve ferah parfüm kokusunu hemen tanıdı ve genişçe gülümsedi.

“Hay aksi,” dedi genç kadın sahte bir üzüntüyle. “Gözlerimi kapatan bu kişi kim ola ki? Hiçbir fikrim yok. Bu yumuşak elleri, ferah parfüm kokusunu hiç tanımıyorum. Çevremde arkamdan iş çevirecek birisi de hiç yok.”

“Sürpriz,” diye fısıldadı Gökhan onun kulağına ve boynunu öptü. Göksel’in dün yaptırdığı sol anahtarı dövmesinin üzerini öptü. “Hoş geldin bal peteğim, biz de seni bekliyorduk.”

“Siz kimsiniz?”

Gökhan, Göksel’in gözlerindeki ellerini çekince Göksel mekânın içinde tanıdık yüzler gördü. Bir konfeti patladı, hemen ardından hepsi bir ağızdan, “İyi ki doğdun Göksel,” diye şarkı söylemeye başladılar.

Göksel’in en yakın çevresi buradaydı: Gökhan, Ahsen, Sinem, Akın ve Şevval.

“Bu ekibi sen mi topladın?” diye sordu Göksel şaşkınlık içinde erkek arkadaşına bakarak. “Hepsiyle iletişime mi geçtin? Nasıl?”

“Sosyal medya denilen nimetten faydalandım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Hepsiyle konuşup bugün için hepsini organize ettim. Doğum gününü en yakın arkadaşlarınla geçirmeni istedim. İyi yapmış mıyım?”

“Bir de soruyor musun? Çok iyi yapmışsın bir tanem. Teşekkür ederim.”

Göksel, Sinem’in elinde bir doğum günü pastasıyla kendisine yaklaştığını fark edince dikkatini ona verdi. Hemen arkadaki Akın da video çekmeye başlamıştı bile.

“Doğum günün kutlu olsun Gök,” dedi Sinem gülümseyerek. “Sevdiğin insanlarla geçireceğin nice güzel doğum günlerin olsun. Hadi bir dilek tut da mumları söndür.”

“Hepinize çok teşekkür ederim,” dedi Göksel. Duygulanan genç kadının mavi gözleri parlıyordu. “İyi ki buradasınız. Hep burada, yanımda olun. Başka bir dileğim yok.”

Göksel mumları söndürünce hepsi birden onu alkışladı.

“Gel bakalım buraya,” dedi Gökhan. “Sana şöyle sıkı sıkıya sarılayım sarı civcivim.”

Gökhan, Göksel’i kollarının arasına aldığında genç kadın yanağını onun yanağına yasladı ve gözlerini huzurla kapattı.

“Doğum günün kutlu olsun,” diye fısıldadı Gökhan onun kulağına. “Bugün gökyüzü doğduğun gün olduğu gibi masmavi, umarım ki tüm hayatın da böyle masmavi ve bulutsuz olur. İyi ki doğdun, iyi ki karşıma çıktın, iyi ki hayatımdasın; seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum,” dedi onun saçlarını okşayan Göksel. “İyi ki doğmuşum yoksa seninle ve şu an burada olan herkesle nasıl tanışacaktım? İyi ki varsınız, hep var olun.”

“Baktığın her yerde olacağım, söz veriyorum.”

Göksel biraz geriye çıktı ve onu öptü. İkisi öpüşürken diğerleri birbirine bakıp gülümsedi.

“Bugün her zamankinden fazla göz kamaştırıyorsun,” dedi onun yüzüne bakan Gökhan. “Ruj önerimi dinlemişsin.”

“Denemek için sürdüm ama hoşuma gidince kalmasına karar verdim,” diye cevapladı Göksel. “Öneri için teşekkürler.”

“Ne demek.”

Gökhan’ın kollarının arasından çıkan Göksel diğer arkadaşlarına da tek tek sarıldı.

“Doğum günün kutlu olsun civcivim,” dedi ona sıkı sıkıya sarılan Sinem. “İyi ki doğmuşsun. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum SiSi,” dedi onun sırtını sıvazlayan Göksel. “Çok teşekkür ederim.”

“Prenses,” dedi Şevval gülümseyerek. “Gerçek bir doğum günü kızı olmuşsun, muhteşem görünüyorsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Sen de çok güzel olmuşsun.”

İki arkadaş sıkıca sarıldı.

“İyi ki doğdun Gök,” dedi Şevval. “Sevdiklerinle beraber geçireceğin sağlıklı, huzurlu, mutlu bir sene olur umarım.”

“Çok teşekkür ederim bebeğim,” dedi Göksel kollarını sıkarak. “Hep beraber nice güzel senelerimiz olsun.”

Göksel son olarak Akın’la da sarıldı.

“Hiçbir şey çaktırmadık, kabul et,” dedi kollarını onun beline saran Akın. “Hiçbir şey anlamadın.”

“Anlamadım gerçekten,” dedi Göksel gülerek. “İkinize de helal olsun.”

“Doğum günün kutlu olsun Gök. Beraber geçireceğimiz nice güzel senelerimiz olsun. Umarım kalbinden ne geçiyorsa, ne diliyorsan onu elde ettiğin bir yaş olur.”

“Teşekkür ederim canım benim. Sizlerin yanımda olması en büyük dileğim.”

“Biz her zaman buradayız, hiç şüphen olmasın.”

“Eksik olmayın.”

“Gel bir daha sarılayım sana,” dedi Ahsen kollarını iki yana açarak. “Birlikte kutladığımız kaçıncı doğum günün bilmiyorum ama kalanları da beraber kutlayacağımızı biliyorum. İyi ki doğmuşsun canımın içi, biricik dostum, sarı civcivim.”

“Seni yerim,” diyen Göksel ona sıkı sıkıya sarıldı. “Seni çok ama çok seviyorum güzelim benim, teşekkür ederim.”

“Ben de seni çok seviyorum.”

Göksel arkadaşlarıyla sarılırken, Gökhan onu gülümseyerek izledi. Genç kadının en yakın arkadaşlarının olduğu bir kutlama hazırlama fikri gerçekten iyi bir fikirdi, bunu şu an açıkça görüyordu. Göksel çok mutlu görünüyordu ve eğer Göksel mutluysa o daha çok mutluydu.

“Hadi masaya geçelim,” dedi Göksel. “Anlaşılan köşedeki şu masada oturuyoruz.”

“Aynen öyle,” diyen Gökhan onun yanına geldi ve belini kavradı. “Oturalım.”

Gençler masaya otururken bir garson da pastayı kesmek ve sonrasında servis etmek için götürdü. Göksel kabanını çıkarınca Gökhan kabanını aldı ve hemen arkadaki vestiyere astı.

“Büyüleyici görünüyorsun,” dedi onun kulağına eğilen Gökhan. “Çok zarifsin.”

“Sen de muhteşem olmuşsun,” dedi Göksel ona dönerek. İkilinin yüzleri arasında sadece birkaç santimetre vardı. “Gömlek giydiğin epey nadir görülen ama görüldüğünde insanı etkileyen bir olay. Çok yakışmış.”

“Senin için giydim,” dedi Gökhan mavi gömleğinin yakasını düzeltirken. Altına da düz paça siyah kotunu giymişti. “Bu özel gün için özel olarak hazırlandım.”

“Sana bu kadar yakın durunca seni öpmek için can atıyorum, en iyisi uzaklaşayım.”

“Baş başa kalacağımız bir ortam illa olur.”

“Olsun.”

Gökhan onun şakağına bir öpücük kondurduktan sonra koltukta yanına oturdu.

“Hepiniz bir olup benden gizli doğum günü kutlaması hazırladınız demek,” dedi Göksel onlara bakarak. “Gökhan’ın bir şeyler çevirdiğini anlamıştım ama işin içine sizleri katacağına ihtimal vermemiştim. Tek başına bir yerlerden fırlayacağını düşünüyordum.”

“İlk olarak Sinem’le iletişime geçtim,” dedi Gökhan. “Senin yakın arkadaşlarının olduğu bir kutlama fikrini sevdi ve Akın’a söyledi, Akın da kabul etti. Sonrasında Ahsen’le iletişime geçtim, o da bu fikri çok sevdi ve kabul etti; Şevval de plana seve seve dahil oldu ve işte hepimiz buradayız.”

“Organize olma özelliğinize hayran kaldım,” dedi Göksel dürüstçe. “Akın ve Sinem beni en çok siz şaşırttınız, neredeyse her gün beraberiz ama hiçbir şey çaktırmadınız. Ne zamandır iletişim hâlindesiniz?”

“Gökhan’la tanıştıktan birkaç gün sonrasıydı,” dedi Sinem. “Bizi de plana dahil etmek için tanışmayı beklemiş. Tanıştıktan sonra bizimle iletişime geçti.”

“WhatsApp grubu kurduk,” dedi Akın gülerek. “Gökhan’a da söyledim, inanılmaz bir organize etme yeteneği var. Kısa süre içerisinde bizi bir araya getirmekten tut da doğum günü pastasına kadar her şeyi halletti.”

“Öyledir benim sevgilim,” diyen Göksel gülümseyerek erkek arkadaşına baktı ve onun yanağını öptü. “Doğum günümde en sevdiğim insanlarla bir arada olmak çok güzel, hepinize tekrardan çok teşekkür ederim.”

“Bu özel gününde elbette yanında olacağız,” dedi Şevval. “Gökhan hepimizi bir araya getirerek çok iyi yaptı. Açıkçası sevgilin var diye onunla kutlarsın sanmıştım ama Gökhan sağ olsun kutlamaya bizi de dahil etti.”

“Biz baş başa geçirecek zaman buluyoruz,” dedi Gökhan. “Böyle bir günde insan etrafında sevdiği kişilerin olmasını istiyor. Zaten daha dün beraberdik, Göksel dövme yaptırdı.”

“Fotoğraf makinesi,” dedi Akın gülümseyerek. Göksel dün ona dövmenin fotoğrafını atmıştı. “Uzun kollu da giymişsin ama kolunu sıyırıp gösterirsin.”

“Şimdi göstereyim,” diyen Göksel elbisesinin kolunu sıyırdı ve sağ kolunun içine yaptırdığı dövmeyi ortaya çıkardı. “İşte huzurlarınızda benim için dünyalar kadar anlam ifade eden o alet ve dövmesi.”

Masadakiler Göksel’e yaklaştı ve genç kadının dövmesini yakından inceledi. Bu esnada hepsinden beğendiğini gösteren sesler çıktı.

“Çok iyi,” dedi Şevval. “Kime yaptırdın?”

“Gökhan’ın dövme sanatçısı bir arkadaşı var, ona yaptırdım,” diye cevapladı Göksel. “Gerçekten de muhteşem iş çıkardı.”

“Kusursuz,” dedi Akın. “İşçiliği çok üst düzey. Kaç yaşında?”

“Yirmi altı. Henüz çok genç ama işinde çok başarılı.”

“Ne yetenekli insanlar var.”

“Diyene bak,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Sen de genç yaşına rağmen çok üst düzey bir fotoğrafçı ve video grafikersin.”

“Bir anda gelen iltifatlar en sevdiğim. Çok teşekkür ederim Gök, gururlandırıyorsun.”

“Sadece gerçekleri söylüyorum.”

“Çok tatlısın. Dövmenin fotoğrafını çekebilir miyim?”

“Tabii ki. Bu arada kameranı getirmen gözümden kaçmadı.”

“Bugünden hatıra kalsın diye bol bol fotoğraf çekeriz diye düşündüm.”

“İyi düşünmüşsün.”

Fotoğraf makinesini eline alan Akın, Göksel’in dövmesinin birkaç fotoğrafını çekti. Biraz sonra iki garson kestikleri pasta dilimleriyle masaya geri döndü.

“İçecek olarak bir şey alır mısınız?” diye sordu bir tanesi.

Diğerleri sipariş verdiler.

“Sütlü Americano yapıyor musunuz?” dedi Göksel.

“Yaparız,” dedi garson. Gökhan’a döndü. “Siz bir şey ister misiniz?”

“Ben bir orta Türk kahvesi alayım,” dedi Gökhan. “Yanında su getirmiyorsanız ayrı olarak su da alayım.”

“Getiriyoruz.”

“Tamam o zaman. Eyvallah.”

Siparişleri alan garsonlar masadan uzaklaştı.

“Dışı çikolatalı, içi kremalı,” dedi gülümseyerek pastaya bakan Göksel. “En sevdiğimden.”

“Ahsen söyledi,” dedi Gökhan. “Böyle sevdiğini duyunca özel olarak yaptırdık.”

“Çok tatlısınız, teşekkür ederim.”

“Afiyetle ye güzelim,” dedi Ahsen. “Tadına bak bir, bakalım beğenecek misin?”

“Çok lezzetli ve taze görünüyor, bence beğeneceğim.” Pastadan bir çatal alan Göksel başını olumlu anlamda salladı. “Gerçekten çok güzel. Kesenize bereket.”

“Afiyet bal şeker olsun,” dedi Gökhan onun belini okşayarak. “Ben de bir tadına bakayım.” Pastadan bir lokma yiyen Gökhan başını memnun bir ifadeyle salladı. “Güzelmiş, ben de beğendim.”

“Bu mekânı da beraber mi ayarladınız?”

“Evet, Ahsen’le ortak karar verdik. Ben Beşiktaş’ı pek bilmiyorum ama internetten yararlandım, Ahsen de burası için güzel şeyler duyduğunu doğrulayınca ve işletmeyle iletişime geçip ortak paydada buluşunca burada karar kıldık. Sağ olsunlar her şeyle ilgilendiler, her konuda çok yardımcı oldular.”

“Organizasyon yeteneğin gerçekten de takdire şayan.”

“Öyledir.”

“Asıl merak ettiğim konu farklı,” diyen Göksel gülümsedi. “Hediyeler.”

“O mesele,” dedi Gökhan gülerek. Diğerlerine döndü. “Ne dersiniz millet, hediyelerimizi verelim mi?”

“Olur,” dedi Sinem. “Gök’ün tepkisini görmeyi çok istiyorum zaten.”

“Ben de öyle,” dedi Akın. “Hediyeni Sinem’le birlikte aldık.”

Hediye paketleri ortaya çıkınca Göksel’in gözleri merakla parıldamaya başladı.

“Önce biz verelim,” diyen Sinem çok büyük olmayan bir paketi Göksel’e uzattı. “Güzel günlerde kullanman dileğiyle Gök.”

“Kullanabileceğim bir şey yani,” dedi Göksel paketi açarken. Genç kadın paketi açtığında karşısına bir takı kutusu çıktı, takı kutusunun kapağını açtığındaysa bir süredir almayı düşündüğü fakat fiyatı biraz yüksek olduğu için alamadığı ucunda yıldız olan kolyeyi gördü. İçine minik parlak taşlar dizilen yıldız kolyesi oldukça zarifti.

“Ya siz deli misiniz?” dedi Göksel arkadaşlarına bakarak. “Neden masraf ettiniz?”

“Hediyenin masrafı mı olur canım?” dedi Akın. “Kolyeyi çok beğenmiştin, artık istediğin zaman takabilirsin.”

“Çok incesiniz, çok teşekkür ederim.”

“Benden de çam sakızı çoban armağanı ufak bir hediye,” diyen Şevval ona kırmızı paketli hediyesini uzattı. “Güzel günlerde kullan güzelim.”

Göksel paketi açınca paketin içinden sarı bir kamera kayışı çıktı. Sarı kayışın üzerinde beyaz papatya desenleri vardı.

“Çok tatlı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Eve gider gitmez yapacağım ilk şey kamerama takmak olacak. Çok teşekkür ederim bebeğim, çok beğendim.”

“Takınca bana da fotoğrafını gönder ve rica ederim. Beğenmene çok sevindim.”

“Atarım tabii ki.”

“Cidden çok tatlıymış,” dedi Akın. “Bir de ben bakabilir miyim?”

“Elbette,” diyen Göksel kayışı arkadaşına uzattı. “Sakın göz koyayım deme, bozuşuruz.”

“Koydum bile, dermişim,” dedi Akın gülerek. Genç adam kayışın dokusunu anlamak için kayışa dokundu. “Malzemesi kaliteli. Şevval nereden aldın bunu?”

“Adı aklımda değil ama bulunca sana mesaj atarım.”

“Çok sevinirim. Diğer modellerine de bakmak isterim.”

Şevval de hediyesini verince sıra Ahsen’e geldi. Gökhan kendi hediyesini en son vermek istediğini söylediğinde Ahsen kabul etmişti.

“Beraber o kadar çok doğum günü kutladık ki ne alacağımı bilemedim,” dedi Ahsen. Büyük bir paket çıkardı. “Ben de bu sefer bir şey almak değil de yapmak istedim. Geçenlerde bir arkadaşımın resim dersine misafir öğrenci olarak katıldım ve orada tuvale senin için bir resim çizdim. Oldukça amatör ama odanın duvarını süsleyeceğini umuyorum.”

“Benim için resim mi çizdin?” dedi Göksel duygulanarak. “Çok tatlısın. Hemen bakacağım.”

Göksel karton paketi yırttığında Ahsen’in yaptığı resim göründü. Ahsen bir günbatımı resmi çizmişti. Renkler alttan üste sarı, turuncu, kırmızı, bordo ve lacivert olarak ilerliyordu. Ahsen renk geçişlerini yaparken fena iş çıkarmamıştı. Resmin zemininde kullandığı bu renklerin üstüne de beyaz boya kullanarak hilal şeklindeki Ay’ı, yıldızları ve birkaç bulutu çizmişti.

“Muhteşem olmuş,” dedi Göksel samimiyetle. “Odamın en güzel köşesine asacağım. Ellerine sağlık güzelim.”

“Arkasına bak,” dedi Ahsen.

Göksel tuvalin arkasını çevirdiğinde tuvale yapıştırılmış küçük bir not kâğıdı gördü.

Göksel için,

Yeni yaşında tecrübe edeceğin her anın bir günbatımı kadar güzel olmasını dilerim. Geçmişe dönüp baktığında bu anılar çok uzakta kalmış olsalar bile zarafetle parlamaya devam eden yıldızlar gibi ışıldayacaklar. Nice güzel yıllara Gök!

Seni çok seven,

Ahsen.

Duygulanan Göksel’in gözleri doldu. Yukarı bakan genç kadın yutkundu.

“Siz bugün el birliğiyle beni ağlatmaya ant içmişsiniz anlaşılan,” dedi genç kadın. “Ahsen çok teşekkür ederim, bir edebiyatçı olduğunu bu notunla kanıtladın. Sizinle olan anılarım her zaman o kadar parlayacak ki ışıltıları yıldızları kıskandıracak. İyi ki varsınız.”

“Gel buraya,” diyen Ahsen ona sıkı sıkıya sarıldı. “Birlikte nice güzel senelere güzelim. İyi ki doğmuşsun.”

“Ortamı duygusallaştırmayın,” dedi Şevval. “Kutlama yapıyoruz, eğlenmemize bakalım.”

“Şevo haklı,” dedi Sinem. “Hadi Gökhan da hediyesini versin. Ne aldığını çok sorduk ama asla söylemedi. Çok merak ediyorum.”

Tüm bakışlar Gökhan’a döndüğünde genç adam gülümsedi.

“İşte beklenen o an geldi,” dedi. Montunun altına koyduğu karton poşeti çıkardı. “Aklımdaki hediyelerden birini alsam ötekinin boynu bükük kalacaktı, bu yüzden ikisini birden aldım. Aç bakalım.”

“Neden zahmet ettin?” dedi Göksel mahcup olarak. “Düşünmen yeter.”

“Düşünmek önemli elbette ama ben gerçeğe de dönüştürmek istedim.”

Göksel kutudan önce büyük olan paketi çıkardı. Paket son derece büyük olmasının yanı sıra oldukça inceydi.

“Bu neymiş böyle?” dedi Göksel meraklanarak. Paketi yırttığında gözüne ilk çarpan mavilik oldu. “Ciddi olamazsın!” dedi Gökhan’a bakarak. Paketi komple yırtıp içindekini çıkardı. “Şaka yapıyorsun.”

“En sevdiğin şarkının yer aldığı ve kapağında da gökyüzü olan bir albümü almalıydım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Evinizdeki pikapta dinledikçe beni hatırlarsın artık.”

Gökhan’ın Göksel’in doğum günü için aldığı hediyelerden biri Göksel’in en sevdiği şarkı olan Dream On’un da içinde bulunduğu Aerosmith’in kendi adını taşıyan albümünün plağıydı.

“Yuh!” dedi Ahsen. “Çok iyi. Nereden buldun?”

“Ben bulurum,” dedi Gökhan gülerek. “Söz konusu müzik olunca halledemeyeceğim mesele yoktur.”

“Böylesine efsanevi ve klasikleşmiş bir albümün plağına sahip olduğuma inanamıyorum,” diyen Göksel onun boynuna sarıldı. “Çok teşekkür ederim sevgilim.”

“Güzel günlerde dinle bal peteğim.”

Plağı masaya bırakan Göksel poşetin içindeki ikinci ve son hediyeyi de çıkardı. Dikdörtgen şeklindeki sarı paketin içinde yumuşak bir şey vardı.

“Dışı yumuşak ama içi sert gibi,” dedi paketi yoklayan Göksel. “Ne aldın bana?”

“Açıp bak bakalım,” dedi Gökhan çenesiyle paketi işaret edip. “Kendin gör.”

Göksel sarı paketi yırtınca paketin içinden bir çanta çıktı. Genç kadın bunun ne çantası olduğunu hemen anladı: Fotoğraf makinesi.

“Hayır,” dedi Göksel ona bakarak. “Bunu yapmadın.”

“Yaptım bile. Çantayı açmadan önce notu okumayı unutma lütfen.”

Göksel çantanın üzerine yapıştırılan notu çıkardı ve okumaya başladı.

Bir tanesi hariç sahip olduğun tüm kameraları sakladığını söylemiştin Sahne’de çıktığımız o akşam. Kameraya ne olduğunu sorduğumda bir üst modelini almak için satmak zorunda kaldığından ve bunun da içinde bir yara olarak kaldığından bahsetmiştin. Hüznü gözlerinde görmüştüm ve bu beni de hüzünlendirmişti. Keşke elimden en iyisini almak gelse ama bir kamerayı özel yapan şey modelinden ziyade içindeki fotoğraflar değil midir? Bence öyledir, sence de öyle olduğunu biliyorum. Kameralara fiyat biçilebilir ama çektikleri anların maddi olarak hiçbir karşılığı yok, olamaz da. İşte sana hiçbir zaman satmak zorunda kalmayacağın bir fotoğraf makinesi. Eski bir dijital kamera, ufak ama kadrajına dünyaları alacak kadar maharetli. Kameranın nasıl çektiğini görmek için birkaç fotoğraf çektim, saklamak isteyeceğini düşünerek de silmedim. Aynadaki özçekimim, gitarlarım ve tıpkı gözlerin gibi masmavi olan gökyüzünün fotoğrafları kameranın içinde; onların üzerine çok daha güzel fotoğraflar ekleme işi de sana düşüyor.

Belki de çok yaratıcı bir hediye seçimi değil ama anlamlı olduğuna inanıyorum. Benim fotoğrafımı çekmen sayesinde tanıştık, seni ilk gördüğümde yine fotoğraf çekiyordun ve birlikte kutladığımız ilk doğum gününde sana bir fotoğraf makinesi almaktan daha iyi bir fikir aklıma gelmedi.

Umarım hafızanda da kameranda da asla eskimeyecek karelerle dolu bir yirmi ikinci yaş olur. Sakın unutma ya da bir an olsun şüpheye düşme, ben her karesinde seninle olacağım.

İyi ki doğdun, iyi ki varsın, iyi ki benimlesin. Doğum günün kutlu olsun bal peteğim. Nice yıllarımıza.

Her daim seni sevecek olan Gökhan.

Birkaç damla gözyaşı Göksel’in yanaklarından aşağı düştüğünde genç kadın gözlerini aceleyle sildi. Göksel erkek arkadaşına dönmüştü ki Gökhan da ona uzandı ve ikili sıkı sıkıya sarıldı.

“Çok tatlılar,” dedi Ahsen dudaklarını aşağı kıvırarak. “Şimdi ağlayacağım.”

“Gök ağlama,” dedi Sinem. “Makyajın akar bak.”

“Ağlamıyorum,” dedi yanağını Gökhan’ın omzuna yaslayan Göksel. “Birkaç damla düştü ama gerisinin düşmemesi için kendimi tutuyorum.”

“Doğum günümde ben de ağlamıştım,” diye fısıldadı Gökhan kız arkadaşının kulağına. “Hem de hüngür hüngür ağladım ama sen ağlama, kıyamam.”

“Neden ağladın?”

“Çok duygulandım. Alınan hediyeler, yazılan notlar çok güzeldi.”

“Sulu gözsün.”

“Bunu şu an omzumda ağlayan sen mi söylüyorsun?”

“İki sulu göz birbirimizi bulmuşuz işte,” diyen Göksel burnunu çekti. “Makineyi inceleyeyim.”

Göksel geri çekildiğinde Gökhan onun yüzünü ellerinin arasına alıp başparmaklarıyla onun ıslak göz altlarını sildi ve dudaklarını onun alnına bastırıp onu yumuşakça öptü.

“Nasıl görünüyorum?” diye sordu Göksel. “Makyajım aktı mı?”

“Olağanüstü görünüyorsun,” diye cevapladı Gökhan. “Kusursuzsun.”

“Seni çok seviyorum.”

Erkek arkadaşına uzanan Göksel onun dudaklarına büyük bir öpücük bıraktı.

“Şimdi makineyi inceleme zamanı,” diyen Göksel kamerayı çantasından çıkardı. Nikon marka dijital kamera oldukça nostaljikti. Göksel gülümseyerek parmaklarını kameranın üzerinde gezdirdi ve dokusunu hissetti. Ardından kamerayı açtı. Gökhan kamerayı kullandığı için kameranın saat ve tarih ayarları yapılmıştı, bu yüzden kamera direkt açıldı. “Şu an kendimi 2000’lerin başında hissediyorum.”

“Bu model çok iyi,” dedi Sinem. Gökhan’a baktı. “Araştırdın mı yoksa karşına çıkanı mı aldın?”

“Biraz araştırdım tabii,” dedi Gökhan. “İnternette kamerayla ilgili yapılan yorumlar güzeldi, ben de almaya karar verdim. Çektiği fotoğraflar da çok hoş. Aşırı nostaljik.”

Göksel galeriyi açtığında karşısına son çekilen fotoğraf çıktı: Gökyüzü fotoğrafı.

“Bugün evden çıktığımda çektim,” dedi Gökhan. “Gökyüzü masmaviydi, hemen kameraya sarıldım.”

“Çok iyi yapmışsın,” dedi Göksel gülümseyerek ve diğer fotoğrafa geçti. Gökhan, duvarda yan yana asılı kahverengi klasik gitarını, bej akustik gitarını ve beyaz elektro gitarını çekmişti. Fotoğrafı günbatımı zamanı çektiği için fotoğrafların üzerine çok güzel bir sarı ışık düşmüştü. Gülümsemesi genişleyen Göksel diğer ve son fotoğrafa geçti: Gökhan’ın aynadaki özçekimine. Genç adam bu fotoğrafı kamerayı aldığı gün dışarıdayken çekmişti, arkasında büyük bir kalabalık yürüyen Gökhan yolda karşısına çıkan bir aynanın önünde durmuş ve kamerayı çıkarıp hemen bir özçekim yapmıştı. Kamerayı yüzünün yanında tuttuğu için yüzü ve yüzündeki gülümseme açıkça görülüyordu. Genç adamın yüzündeki gülümseme içten ve heyecanlı bir gülümsemeydi. “Ne kadar mutlusun. Ne zaman çektin?”

“Makineyi aldığım gün. Heyecanım yüzüme yansımış.”

“Çok tatlısın.”

“Fotoğraflar nasıl? Beğendin mi?”

“Beğenmek mi? Bayıldım. Çok nostaljik. Kamerayı kullanmak için sabırsızlanıyorum, fotoğraf çekmeye hemen bugün başlayacağım. İki hediye için de çok teşekkür ederim sevgilim, ikisini de çok sevdim.”

“Rica ederim bal peteğim. İkisi de sana güzel günlerde eşlik eder umarım.”

“Sen hayatımdayken güzel bir günüm olmaması mümkün mü?”

“Siz aşk yaşayadurun,” diye araya girdi Sinem ve Göksel’in önündeki kamerayı aldı. “Biz de şu arkadaşı inceleyelim.”

Sinem kamerayı aldığında Akın da hemen ona yaklaştı ve iki genç fotoğrafçı kamerayı incelemeye başladı.

“Biz konuya çok Fransız kaldık,” dedi Ahsen. “Bize de birkaç şey anlatın bari.”

“Pek anlayacağımızı sanmıyorum ama sizi dinleriz,” dedi Şevval. “Anlıyormuşuz gibi düşünün.”

“Anlayacağınız şekilde anlatırız yahu,” dedi Akın onlara bakarak. “Ayıpsınız.”

Sinem kamerayı kaldırdı ve karşıda oturup sohbet eden Göksel’le Gökhan’ı kadraja aldı. Genç çift birbirine yaklaşmıştı ve fısır fısır konuşuyordu. İkisinin de yüzü gülüyor, gözleri aşkla parlıyordu. Gökhan’ın sol eli Göksel’in saçlarıyla oynuyordu, Göksel’se onun kolunu okşuyordu.

“Fotoğraflarını çeksene,” dedi Akın.

“Tam da onu yapmak üzereyim,” diyen Sinem deklanşöre bastı. “Hazır haberleri yokken birkaç doğal kare yakalamak için harika bir fırsat.”

“Maharetlerini göster bakalım.”

Sinem onların birkaç fotoğrafını çektikten sonra dörtlü fotoğrafları tek tek inceledi.

“Ay çok hoş!” dedi Ahsen. “Göksel’in de dediği gibi 2000’lerin başında çekilmiş gibi fotoğraflar.”

“Bu makinelerin güzel yanı da bu işte,” dedi Akın. “Seni bir anda onlarca sene geriye götürme yetenekleri var. Fotoğraflar çok iyi olmuş Si, Göksel bayılacak.”

“Teşekkür ederim Akın Bey, gururlandırıyorsunuz,” dedi Sinem gülümseyerek. “Kamerasını Göksel’den önce kullanmış olduk ama yapacak bir şey yok artık.”

“Göksel’in Gökhan’a ne kadar âşık olduğu buradan belli. Önünde karıştırabileceği yeni bir kamera var ama o kamerayla ilgilenmek yerine Gökhan’la ilgileniyor. İşte bu gerçek aşktır.”

“Sahiden. Başka zaman olsa şu an dış dünyadan soyutlanıp kameraya dalıp gitmişti bile. Ey aşk sen nelere kadirsin?”

“Berat da sana bir kamera alsa gözün kamerayı görmez.”

“Doğru, görmez.”

“Şu an Göksel’in gözü sadece Gökhan’ı görüyor,” dedi Şevval. Bakışlarını çiftten alıp arkadaşlarına çevirdi. “Çok mutlu görünüyorlar, çok da tatlılar. Maşallah diyeyim nazar değmesin.”

“Maşallah maşallah,” dedi Ahsen. “Çok yakın bir arkadaşını mutlu görmek çok güzel.”

“Kesinlikle.”

Gökhan Göksel’in yanağını öptükten sonra genç kadın arkadaşlarına döndü.

“Şimdi izninizle kameramı alabilir miyim?” diye sordu Göksel. “İnceleme sırası bende.”

“Tabii ki efendim,” diyen Akın ona kamerayı uzattı. “Buyurun lütfen.”

“Teşekkürler Akın Bey, çok naziksiniz.”

“Siz de öyle Göksel Hanım.”

Göksel gülerek kamerayı aldı ve incelemeye başladı. Arkadaşlarının çektiği fotoğrafları görünce kaşlarını kaldırdı.

“Bunları ne ara çektiniz?” diye sordu. “Ne de güzel çekmişsiniz.”

“Ben çektim,” dedi Sinem. “Öyle tatlı görünüyordunuz ki bu anın ölümsüzleştirilmesi gerektiğini düşündüm.”

“Çok iyi yapmışsın, çok teşekkür ederim.”

“Ben de bakayım,” diyen Gökhan başını kameraya yaklaştırdı. “Göster bakalım.”

Göksel ona fotoğrafları gösterdi.

“Yağız’ın bize Romeo ve Juliet dediği kadar varız,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Aşkımız yüzümüzden okunuyor. Bakışlarımız, gülüşlerimiz her şeyi belli ediyor.”

“Çok tatlıyız,” dedi Göksel ona yaklaşarak. “Bana böyle güzel baktığını gördükçe karnımda kelebekler uçuşuyor.”

“Güzele güzel bakılır.”

“Makineyi inceliyorum bak, dikkatimi dağıtma.”

“İncele bakalım.”

Göksel kamerayı incelemeye devam ederken gençlerin sipariş ettikleri içecekler geldi. Göksel garsona teşekkür ettikten sonra kamerayı incelemeye devam etti. Genç kadının yüzünde ciddi bir ifade vardı, sık sık ona bakan Gökhan gülümsüyordu.

“Kamera çok güzel,” dedi Göksel biraz sonra. “Garsondan bizi çekmesini rica edeceğim.”

Göksel bir garsona ricada bulunduğunda garson onların fotoğraflarını çekti, sonra Akın kendi kamerasını uzattı ve ondan da birkaç kare çekmesini istedi.

“Bir bakın isterseniz,” dedi garson. “Kaydırmış olabilirim.”

Akın’la Göksel fotoğraflara baktı.

“Eyvallah,” dedi Akın. “Çok iyi çekmişsin, ellerine sağlık.”

“Aynen,” dedi Göksel. “Teşekkür ederiz.”

“Rica ederim. Başka bir isteğiniz var mı?”

“Şimdilik yok, teşekkürler.”

Kamerasını kenara koyan Göksel kahvesinin tadına baktı. Kahvenin sütü biraz fazlaydı ama tadı fena sayılmazdı.

“Çok beğenmedin sanırım,” dedi ona bakan Gökhan.

“Hayran kalmadım,” dedi Göksel. “Sütü biraz fazla olmuş ama çok kötü de değil, içilir.”

“Türk kahvesi güzel. İstersen sana da söyleyelim.”

“Şimdilik bu bana yeter. İlerleyen dakikalarda bakarım.”

“Nasıl istersen balım.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdi.

“Senin tek başına fotoğraflarını çekelim,” dedi Sinem, Göksel’e bakarak. “Çok güzel olmuşsun, bugünden hatıra da kalır.”

“Kameranın önünde olmayı genel olarak sevmiyorum ama bugüne özel ve sizin gibi harika fotoğrafçılar yanımdayken seve seve poz veririm,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hanginiz çekeceksiniz?”

“İkimiz de çekeriz,” dedi Akın. “Ben benimkiyle çekerim, Sinem de seninkiyle çeker.”

“Olur.”

Sinem, Akın ve Göksel fotoğraf çekmeye odaklanırken Gökhan, Ahsen ve Şevval de kendi aralarında sohbet etti.

“Fotoğraf makinesini çok iyi düşünmüşsün,” dedi Ahsen. “Profesyonel olanlar inanılmaz pahalı ama eski modeller daha karşılanabilir fiyat aralığına sahip. Göksel çok mutlu oldu, çok iyi yaptın.”

“Aslında profesyonel bir şey almak istiyordum,” diye itiraf etti Gökhan. “Ama fiyatları görünce aklım başımdan gitti. Sayılar dört basamaklı bile değil. Sonra aklıma bu eski dijital kameralar geldi, günler süren araştırmalar sonucunda da bu kamerada karar kıldım ve satın aldım. Kameranın sarı olmasını istediğim için arama sürem uzun sürdü ama en nihayetinde tam da istediğim gibi bir şey buldum.”

“Piyasa korkunç bir durumda. Önemli olan düşünmek, sen de çok iyi düşünmüşsün. Zaten öğrencisin, masraf etmene hiç gerek yok. Profesyonel bir makine alsan Göksel de aşırı mahcup olurdu ve muhtemelen hediyeyi kabul etmezdi.”

“İşin bu boyutu da var tabii,” diyen Gökhan kız arkadaşına kısa bir bakış attı. Göksel poz veriyor, Akın da onu çekiyordu. “Böylesi iyi oldu.”

“Plak da harika,” dedi Şevval. Masada duran plağı önüne çekti. “Gerçek bir efsane. Göksel evlerindeki pikaptan çıkarmaz artık.”

“Bu başyapıtı pikaptan dinlemek apayrı bir deneyim olacaktır,” dedi Ahsen. “Bir gün gittiğimde beraber dinleyelim. Kulaklarım kutsansın.”

“Bensiz olmaz, ben de geleyim.”

“Gel tabii ki bebeğim.”

“Hazır hepiniz gitmişken gün yapın,” dedi Gökhan gülerek. “Sinem de gelsin. Hepiniz bir şeyler yapıp götürün. Bana da bir tabak ayırırsanız çok makbule geçer.”

“Herkes kendi çıkarının peşinde tabii,” diyen Ahsen de güldü. “Öyle bir şey yapsak Göksel sana ayırır merak etme.”

“Doğru, ayırır. Biricik sevgilisini her zaman düşünür.”

“Adım geçti,” dedi poz vermeyi bırakıp onlara dönen Göksel. “Ne konuşuyorsunuz?”

“Kulağın da bizde bakıyorum,” diyen Gökhan onun yanağından makas aldı. “Kızlar plağı sizin pikapta dinlemek için evine gelmekten bahsediyordu, ben de hazır toplanmışken gün yapın da ben de yiyeyim dedim.”

“Yine midenin derdindesin.”

“Her zamanki gibi.”

“Gün fikri mantıklıymış, bunun hakkında düşünelim.”

“Gün mü?” diyen Akın’ın da dikkati konuşmaya odaklanmıştı. “Canım gün tabağı çekti. Yapın da yiyelim.”

“Sen istedin ya hemen şimdi yapıyoruz,” dedi Sinem ona sataşarak. “Kızlar hadi gün tabağını hazırlayın.”

Gülüştüler.

“Annemle beraber yaparım,” dedi Akın. “Siz de avcunuzu yalarsınız.”

“Senin yemek yapmak gibi marifetlerin var mı ya?” diyen Sinem kaşlarını kaldırmıştı. “Beni şaşırtıyorsun.”

“Sen beni ne sanıyorsun kızım? Yemekten ütüye kadar her ev işini harika olmasa da beni idare edecek kadar yaparım. Annemin odamı temizlemediği seneler olmuştur.”

“Bak sen, şaşırdım. Aferin be Akın.”

“Sen de benim duygularımı incittin. Dışarıdan hiçbir ev işi yapmayan, yan gelip yatan bir erkek gibi mi görünüyorum yani? Aşk olsun.”

“Hiç bahsetmedin ki, ben de yaptığını düşünmedim.”

“Bundan sonra böbürlenerek anlatayım da görün siz.”

“Bize yaptığın yemeklerden bahsedersin,” diye araya girdi Göksel. “Özel tariflerin varsa paylaşırsın, lezzetli tariflere kapımız her zaman açık.”

“Var tabii ama Sinem Özel Hanım’ın tepkisinden sonra paylaşacağımı düşünmüyorum. Öncesinde gönlümü alması gerekecek.”

“Sen küstün mü?” dedi Sinem sanki bir çocukla konuşuyormuş gibi bir ses tonuyla. “Sana şeker alayım mı?”

“Ha ha ha, ne komik.”

“Sen de ne çabuk alınıyorsun. Seni sevdiğim için uğraşıyorum işte, aldırmasana.”

“İşte şu an gönlümü aldın,” dedi Akın gülümseyerek. “Tariflerim hakkında sonra konuşuruz, şimdi Göksel’in doğum gününe odaklanalım. Sanıyorum ki Gökhan’ın bir programı vardı.”

Akın ona anlamlı bir bakış attığında Gökhan gülümsedi.

“Ne programı?” diye sordu Göksel, erkek arkadaşına dönerek. “Ne oluyor?”

“Senin için küçük bir program hazırladım,” dedi Gökhan. “Birkaç şarkı çalıp söyleyeceğim. Dinlemek ister misin?”

“Bir de soruyor musun? Çok isterim.”

“O hâlde yavaştan yerimi alayım.”

Sandalyesinden kalkan Gökhan kafenin kasasının olduğu tarafa yürüdü ve kasanın oraya bıraktığı akustik gitarını aldı. Ardından bir sandalyeyi koridora çekip oturdukları masanın yakınına koydu ve üzerine oturdu.

“Şarkı listesi hakkında bir bilginiz yoktur herhâlde?” diye sordu Göksel arkadaşlarına bakarak. “Hediyeleri söylemediyse şarkıları hiç söylememiştir.”

“Söylemedi,” diye onayladı Ahsen. “Biz de seninle birlikte dinleyip göreceğiz. Aslında iyi oldu çünkü sürprizi kaçmadı.”

“Epey gizemli takılan bir erkek arkadaşın var,” dedi Akın. Göksel ona döndü. “Organizasyonu halleden o ama bize kendi planlarından hiç bahsetmeyen de yine o. Resmen ser verip sır vermedi.”

“Yapar öyle şeyler,” dedi Göksel gülerek. “Şimdi şarkıları hep beraber dinleriz, merakınız giderilir.”

Gitarının duruşunu ayarlayan Gökhan masaya baktı, tüm gözlerin üzerinde olduğunu görünce gülümsedi ve bugün için seçtiği ilk şarkıya girdi.

“Bir sen varsın bir de şarkılar,” diye şarkıyı söylemeye başladı Gökhan, Göksel’in gözlerinin içine bakarak. “Usanmam senden geçse de yıllar.”

Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Şarkıyı bilmiyordu ama Gökhan’ın, gözlerinin içine bakarak söylediği bu ilk iki satır şarkıyı sevmesi için yetmişti.

“Sonsuza kadar,” derken Gökhan’ın sesi hacim kazandı. Genç müzisyenin eğitimli tenor sesi bıçak gibi keskin, su gibi duruydu. “Yeryüzünde, gökyüzünde, her şeyimde / Hayalimde, düşümde / Nerelerde olursan ol benim kalacaksın.”

Göksel güldüğünde Gökhan ona göz kırptı. Genç kadının içi yumuşacık ve sıcacık olmuştu.

“Kararmasın hayır sakın umutların,” diye devam etti Gökhan. “Sen yalnız benim, benim çiçeğim kalacaksın.”

Gökhan kelimenin sonunu uzattığında Akın bir ıslık çaldı. Gökhan’ı ilk kez dinliyordu ve genç adamın sesini çok beğenmişti. Onun konservatuvar öğrencisi olduğunu biliyordu ama bu kadar iyi bir performans da beklemiyordu. Göksel’in ondan neden bu kadar övgüyle bahsettiğini şimdi anlıyordu.

Gökhan şarkının kıtasını ikinci kez söylerken Göksel de şarkının sözlerini aratıp hangi şarkı olduğunu buldu: Kıraç, Sonsuza Kadar.

Artık severek dinleyeceği ve onun için çok anlam ifade eden yeni bir şarkı daha vardı.

Gökhan şarkıyı bitirdiğinde masadakiler onu alkışladı.

“Sağ olun efendim,” dedi Gökhan başını eğerek. “Alkış tutan elleriniz dert görmesin.”

“Seni seviyorum,” dedi Göksel dudaklarını oynatarak.

“Ben de,” diye karşılık verdi Gökhan da dudaklarını oynatarak. “Çok.”

“Ben daha çok.”

Gökhan bugün için seçtiği ikinci şarkıya girdi. Bu şarkıyı ona öneren Göksel şarkıyı hemen tanıdı: Batu Akdeniz’in Seninleyken Süpermenim adlı şarkısı.

“Uzun zaman önce bitmişti ışıklı rüyalarım,” diye şarkıyı söylemeye başlayan Gökhan gözlerini kapattı. “Gecem, gündüzüm yoktu / Hiç olmadığı kadar çok uzaktı semalarım / Ben bir insan çöplüğünde zehirlenip gidiyorken...” Genç müzisyen gözlerini açıp Göksel’e baktı. “...Nereden çıktın karşıma hâlâ anlamam ve bilmem.”

Göksel gülümsüyordu.

“Şu an ben bile düştüm,” diye fısıldadı Akın, Sinem’in kulağına. “Göksel’i düşünemiyorum.”

“Gözlerinden kalpler fışkırıyor resmen,” diye cevapladı Sinem. “Çok romantikler, çok tatlılar.”

“Tut elimi,” diye nakarata giren Gökhan’ın sesi daha net çıkarken gitarı da tam olarak çalmaya başladı. “Aşarız birlikte tüm engelleri / Bir kaçıp gittik mi dönmeyiz geri / Sen sadece, sadece tut elimi, elimi.”

Tutuyordu. Hiç bırakmamak üzere.

“Uzun zaman önce kararmıştı ışıklı yarınlarım,” diye başlayan ikinci nakarat kısmını söylerken gözlerini bir anlığına kapattı Gökhan. Bu kararan yarınlara yaptığı bir göndermeydi. “Ne güneşim ne ayım yoktu / Hiç olmadığı kadar yalnızdı sokaklarım / Ben burada ümitsizlikle zehirlenip gidiyorken /  Nereden çıktın karşıma hâlâ anlamam ve bilmem.”

Gökhan, Göksel’in karşısına nereden çıktığını bilmiyordu ama çıktığı için her gün şükrediyordu. Genç adam artık onsuz bir hayat düşünemiyordu.

İkinci nakarat kısmında Göksel sessizce ona eşlik etti ve genç çift şarkıyı birbirine bakarak söyledi.

Şarkıyı bitiren Gökhan sandalyeden kalkıp Göksel’e ilerledi. İkisi de aynı anda ellerini birbirine uzattı ve el ele tutuştu.

“Seni çok seviyorum,” diye fısıldayan Göksel onun yanağını öptü. “Elini hep tutarım.”

“Hiç bırakma,” diye fısıldadı Gökhan da ve onun mis gibi kokan saçlarını öptü. “Ben de seni çok seviyorum.”

Sandalyesine geri oturan Gökhan o şarkıyı çalmaya başladı. Her şeyin başlangıcı olan o şarkıyı, Giderdi Hoşuma’yı. Eğer hayatları bir film olsaydı bu şarkı onların jenerik şarkısı olurdu.

Gökhan şarkıya girdiğinde Göksel ona eşlik ediyordu. İkisi de bu şarkıyı her gün en az bir kere dinliyordu. Şarkının anlamı çok büyüktü. Kelimelerin anlatabileceğinden bile daha büyüktü.

“Ne giyerse giderdi hoşuma,” diye başlayan nakarat kısmında masadaki herkes şarkıyı söylemeye başladı. “Öyle tatlı bela ki başıma / Darlamasa bir de her durumda / Öyle bir seveceğim ki sonra.”

Gökhan onların kendisine eşlik etmesinden çok memnun oldu ve nakaratı gülerek söyledi. Küçük bir gruplardı ama genç adam bu küçük grubu devasa bir kalabalığa değişmezdi.

“Dalgalarla demlenirdik,” dedi Gökhan gür bir sesle ve sadece üç kelime, on sekiz harften oluşmasına rağmen ifade ettiği anlamla bir kitap yazdırabilecek o cümleyi söyledi: “Tuz kokardı şarkılar.”

Moda Sahili’ndeki kayalıklarda oturdukları ve birbirlerine ilanıaşk yaptıkları o sıcak ağustos akşamında şarkılar sahiden de tuz kokuyordu.

Göksel ona öpücük attığında Gökhan da ona göz kırptı ve grup şarkının nakaratını yine hep bir ağızdan söyledi. Şarkı bittiğinde de kendilerini alkışladılar, bu sefer Gökhan da onlara katıldı.

“Ne güzel dinleyicilerim var,” dedi genç müzisyen. “Yüreğinize sağlık.”

“Asıl senin yüreğine sağlık,” dedi Şevval. “Yine alıp götürdün bizi.”

“Müziğin büyüsü.”

“Ve senin gibi olağanüstü bir müzisyenin büyüsü,” diye ekledi Göksel. “Harikasın.”

“Bu konuşmaları baş başayken yapalım,” dedi Gökhan anlamlı bir sesle. “Şimdi bugün için hazırladığım son parçayı çalacağım.”

Gökhan akustik gitarıyla bugünün son parçasına girdiğinde duyduğu tanıdık melodi Göksel’i şaşkına uğrattı. Gökhan’ın çaldığı şarkı genç kadının en sevdiği şarkı olan Dream On’du.

“Yok artık,” dedi Ahsen. “Akustik Dream On mu? İşte buna hiç hazır değildim.”

“Hepimiz için yeni bir tecrübe olacak,” dedi Sinem. Gökhan gitarı öyle güzel çalıyordu ki gülümsedi. “Sahne yine Gökhan’ın.”

Gökhan kusursuz bir gitar girişinden sonra şarkıyı söylemeye başladı. Genç adam ara sıra kafa sesini kullansa da şarkıyı genellikle göğüs sesiyle söylüyordu. Yumuşacık kafa seslerini de hacimli göğüs seslerini de dinlemenin getirdiği zevk bir başkaydı.

Gökhan, “Sing with me, sing for the year,” kısmını Göksel’e bakarak söylerken Göksel de ona bakarak söylüyor ve diğerleri de yine genç müzisyene eşlik ediyordu. “Sing for the laughter and sing for the tear / Sing with me, if it’s just for today / Maybe tomorrow the good Lord will take you away.”

Gökhan yalnızca akustik gitarıyla şarkının müzikli kısmında muhteşem bir iş çıkardı. Kafasını yavaşça sallayan genç müzisyen soloyu klavyeye bakarak çalarken gülümsüyordu.

“Neler düşünmüş,” dedi ona bakan Göksel. “Umarım plakta bu versiyon da vardır.”

“Tüm platformlarda yayınlanmalı,” dedi Akın. “Her gün bir kere dinlerim diyorum. Gökhan’ı bu versiyonunu kaydedip yayınlaması için ikna etmen lazım.”

“Aslında bana özel kalmasını tercih ederim.”

“Doğru, haklısın.”

Gökhan yeniden nakaratı söylemeye başladığında masadakiler yine ona eşlik ediyordu.

“Dream on, dream on, dream on / Dream until your dreams come true.”

Bu kısmı birbirlerinin gözlerine bakarak söyleyen çift gülümsüyordu. Hayatında bu kadar güzel bir insan olacağını ikisi de hayal bile edemezdi ama birbirlerine sahiptiler. Hayat bazen hayal bile edilemeyecek şeyleri insana yaşatırdı ve bu her zaman kötü anlamda olmak zorunda değildi, Gökhan ve Göksel’in ilişkisinde olduğu gibi çok güzel bir şekilde de olabilirdi.

Şarkının meşhur tiz notasının olduğu kısım geldiğinde masadakiler sustu ve bu efsanevi kısmı işin ehline, Gökhan’a bıraktılar. Gökhan, “Dream on,” derken kafa sesini kullandı ama bağırış kısmında tam sesini kullanıp ortalığı yıkıp geçti. Söz konusu tiz notalar olduğunda Gökhan fırtına estiriyordu. Genç adamın tiz sesi bıçak gibi keskindi ve konservatuvar eğitimi almak bu bıçağı bilemişti.

Ellerini ağzının iki yanına koyup bağıran Göksel, Gökhan’ı güldürdü.

“Camları kontrol edin,” dedi Akın. “Çatlamış olabilirler.”

Gülüştüler.

“Camların akıbetini bilemem de benim kulaklarımın pası silindi,” dedi Göksel. “Az önceki yüksek notayla da cilalandı.”

“Al benden de o kadar,” dedi Ahsen. “Kutsanmış hissediyorum. Gökhan bu işi yapıyor.”

Gökhan şarkıyı bitirdiğinde onu gürültüyle alkışladılar. Genç müzisyen onlara bir reverans yapıp teşekkür etti. Sandalyeyi aldığı masaya bırakan Gökhan, gitarını alıp oturdukları masaya geri döndü.

“Ellerine, ağzına, yüreğine sağlık,” dedi Göksel. “Çok güzel şarkılardı, çok keyifli vakit geçirdim. Teşekkür ederim sevgilim.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” diyen Gökhan onu öptü. “Tüm günü müziğe ayırmak istemediğim için birkaç şarkılık kısa bir performans hazırladım, şimdi vakit geçirmeye devam edebiliriz. Hazır masada iki kamera varken bol bol fotoğraf çekilelim diyorum.”

“Olur,” diyen Göksel gülümsedi. “Masada iki kamera ve iki de harika fotoğrafçı varken bu fırsat kaçmaz.”

“Gururlandırıyorsunuz efendim,” dedi Akın. “Siz yeter ki isteyin, bizim için fotoğraf çekmek büyük bir zevk.”

Göksel’le Gökhan önce Akın’a poz verdi, ardından Sinem’e. Akın’ın profesyonel fotoğraf makinesinden çekilen fotoğrafların kalitesi hâliyle yüksekti ve bugün için süslenen çift sanki bir çekimdeymiş gibi görünüyordu. Sinem’se elindeki eski dijital kamerayla nostaljik fotoğraflar çekti. Kameranın fotoğraflara verdiği hava, fotoğraflar sanki bundan uzun yıllar önce çekilmiş gibiydi. Çok farklı kameralardan çok farklı fotoğrafları çekilen çiftin fotoğraflarının ortak noktasıysa aynıydı: Aşk.

“Fotoğraflar muazzam,” dedi Gökhan. “Göksel kendi kamerasındakileri gönderir zaten, Akın sen de gönder lütfen.”

“Gönderirim elbette,” dedi Akın gülümseyerek. “Eve geçtikten sonra bilgisayara atarım, Göksel’le sana gönderirim.”

“Çok makbule geçer, teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

“İyi bir kamera seçimi yapmışım değil mi?” dedi Gökhan, kız arkadaşına dönerek. “Çektiği fotoğraflar çok güzel.”

“Nikon farkı,” dedi Göksel. “En sevdiğim markalardan biridir. Zaten sektörün önde gelen dev isimlerinden ve sen de güzel bir modelini almışsın. Eski fotoğrafçılık ürünleri satan bir mağazadan mı aldın?”

“Evet, toptancılık da yapan bir yerdi. Uygun fiyata film falan da satıyorlardı.”

“Bak sen, sonra uzunca bahsedersin.”

“Tamam güzelim. Hadi pastandan ye, kahvenden iç.”

“Ortama o kadar daldım ki yiyip içmeyi unuttum gerçekten ama hemen şimdi pastamı yemeye devam ediyorum.”

Göksel doğum günü pastasından birkaç çatal yedi.

“Cidden çok lezzetli,” dedi Göksel peçeteyle ağzını sildikten sonra. “Kesenize bereket.”

“Afiyet olsun balım,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “İstersen benimkini de yiyebilirsin.”

“O kadar oburum yani?”

“Ciddiyim.”

“Bu dilim bana yeterli, teşekkür ederim ama biraz gönderme yaptığını hissediyorum.”

Göksel güldüğünde Gökhan da güldü ve onun yanağını öptü.

“Mesela ben bu pastanın üstüne seni de yiyebilirim,” dedi Gökhan. “Şeker komasına girerim ama buna değer.”

“Bu tatlı laflarınla ben de şeker komasına girebilirim,” dedi Göksel. “Çok tatlısın.”

“Sadece sana.”

“Sadece bana.”

Grup üyeleri hep beraber sohbet etmeye devam etti. Günlük hayatlarından, okuldan, yaklaşan yılbaşı için olan planlarından bahsettiler. En yakın çevresiyle bir arada olmak, onlarla sohbet etmek ve vakit geçirmek Göksel’i çok mutlu etmişti. Genç kadın sürekli gülüyor, neşesiyle etrafa adeta ışık saçıyordu. Grup bir taraftan da hem Göksel’in yeni kamerasından hem de Akın’ın kamerasından bol bol fotoğraf çekildi. Masada üç fotoğrafçı oturunca fotoğraf, gündemlerini oldukça meşgul etti.

Vakitler akşama yaklaşınca kalkmaya karar verdiler. Göksel akşama da ailesiyle kutlama yapacaktı ve gecikmek istemiyordu.

“Bugün için hepinize tekrar tekrar teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Var olun.”

Genç kadın tüm arkadaşlarına sıkıca sarıldı.

“Bizim için de çok keyifli bir gündü,” dedi Akın gülümseyerek. “Nice güzel günlerimiz olsun.”

“Olacak elbette,” diyen Ahsen gülümsedi. “Tekrardan iyi ki doğmuşsun bebeğim. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum canımın içi. Hadi gel seni ben bırakayım.”

“Yok, biz Akın’la beraber metroyla döneceğiz. Sen Gökhan’ı iskeleye bırakırsın.”

“İyi o zaman,” diyen Göksel, erkek arkadaşına kısa bir bakış attı. “Kendinize dikkat edin. Sinem ve Akın sizinle yarın okulda görüşürüz.”

“Görüşürüz civcivim,” dedi Sinem. “Güzin teyzeyle Engin amcaya selamlar.”

“Aleykümselam.”

“Görüşürüz Gök,” dedi Şevval de. “Kendine iyi bak.”

“Sen de canım benim.”

Diğerleri kullanacakları toplu taşıma araçlarına yürürken Göksel’le Gökhan mekânın önünde yalnız kaldı.

“Biz de gidelim bari,” dedi Gökhan, kız arkadaşına dönüp. “Yolumuz uzun.”

“Eminönü’nden mi bineceksin?” diye sordu Göksel.

“Hı hı,” dedi Gökhan başını sallayarak. Bir adım atıp ona iyice yaklaştı. “Daha uzun süre yan yana olmuş oluruz.”

“Harika. O zaman gidelim.”

El ele tutuşan genç çift beyaz Hyundai’ye yürüdü.

“Akşama plağı dinleyeceğim,” dedi Göksel. “Bizimkilerle otururken açarım.”

“Onlar da sever mi?” diye sordu Gökhan.

Dream On şarkısını biliyorlar ve severek dinliyorlar, tüm albümü de severler bence.”

“O kadar eski bir şarkı ki her yaştan insan biliyor ve severek dinliyor.”

“Öyle. Gerçek bir efsane.”

“Senden önce de çok severek dinlediğim bir şarkı ve gruptu ama senin favorin olduğunu öğrendikten sonra çok daha sık dinlemeye başladım. Her gün dinliyorum, sen sözlerinin anlam ifade ettiğini söylediğin için her bir kelimesini dikkatle dinliyorum.”

“Çok tatlısın.”

Göksel onun yanağını öptü.

“Oh, öpücüğü de kaptık,” dedi Gökhan keyifle. “Giderken de dinleyelim.”

“Dinleyelim bir tanem,” dedi Göksel. “Söyleriz de.”

Arabaya binen ikili Fatih’e doğru yola koyuldu. Göksel arabayı sürerken Gökhan da onun telefonunu arabaya bağladı ve Dream On’u açtı.

“Daha girişten insanı alıp götürüyor,” diye bir yorumda bulundu Göksel. “Gitar büyülü bir enstrüman.”

“Öyledir,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bu kısmı çalması çok da eğlenceli.”

Steven Tyler şarkıya girdiğinde ikisi de ona eşlik etmeye başladı. Göksel, Gökhan’la beraber o kadar şarkı söylemişti ki artık şarkı söylerken hiç çekinmiyordu. Evet, güzel bir sesi yoktu ama Gökhan’ın dediği gibi şarkı söylemek için güzel bir sese sahip olmasına gerek de yoktu. Önemli olan hissetmekti ve o da söylediği her şarkıyı hissederek söylüyordu.

“Bir gün bu şarkıyı gitarda çalmayı çok isterim,” diye bir itirafta bulundu Göksel. “Söylerken iyi iş çıkarmıyorum ama çalarken çıkaracağıma inanıyorum.”

“Ben sana öğretirim,” dedi Gökhan hemen. “Birlikte çalarız.”

“Çok güzel olur. Bu işi ustasından öğrenirim.”

“Ben de seni öperim.”

Gökhan, Göksel’e uzandı ve dudaklarını onun boynuna bastırdı.

“Araba kullanıyorum,” dedi Göksel. “Dikkatimi dağıtma bak.”

“Bir öpücükle dağılacak dikkatin varsa işimiz iş,” diye fısıldadı Gökhan. Bu sefer onun yanağını öptü. “Seni çok seviyorum biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” diyen Göksel ona döndü ve onun dudaklarına hızlı bir öpücük kondurdu. “Ben de seni çok seviyorum.”

Gökhan gülümseyerek koltukta arkasına yaslandı ve telefonunu çıkardı. Göksel onun ekranına kısa bir bakış attı.

“Hikaye mi atacaksın?” diye sordu Göksel.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Makineden çekilen fotoğraflardan birini ya da birkaçını gönderi olarak atarım ama onlar gelene kadar benim telefondan çekilen fotoğraflardan birini hikayeme atayım.”

“At bakalım,” diyen Göksel’in yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. “Sinem çok tatlı fotoğraflarımızı çekti.”

Gökhan hikayesine atmak için bir fotoğraf seçti. Fotoğrafta ikisi de birbirine bakıyor ve gülüyordu. Sinem her zamanki gibi anı başarıyla yakalamıştı.

Neşe dolu anlarımıza yenilerinin eklendiği çok güzel bir yeni yaş olsun. İyi ki doğdun Gök Yüzlüm *sarı kalp emojisi*

Gökhan fotoğrafın alt tarafına bu iki cümleyi yazdıktan sonra hikayeyi paylaştı.

“Attın mı?” diye sordu Göksel.

“Attım,” dedi Gökhan. “Hangisini attığımı ve ne yazdığımı gördün mü?”

“Görmedim, göster bakalım.”

Gökhan hikayeyi açınca Göksel onun ekranına baktı ve hikayeyi inceledi.

“Gök Yüzlün seni yesin,” dedi Göksel. Ona uzanıp yanağını öptü. “Harika bir fotoğraf seçimi ve elbette ki açıklama olmuş.”

“Çok iyi fotoğraflarımız var,” dedi Gökhan. “Dört gözle makinelerdekileri bekliyorum.”

“Ben belki bugün atamam ama Akın yüksek ihtimalle atar.”

“Aynen, sen doğum gününün tadını çıkar.”

Genç çift Fatih’e gidene kadar şarkı dinleyip söyledi. Şarkı seçimleri onları çok iyi anlatan parçalardan yana oldu. Yavuz Çetin’den, Duman’dan, Yaşlı Amca’dan şarkılar dinlediler; Göksel’in favorileri The Weeknd’e, Cigarettes After Sex’e eşlik ettiler.

Uzun dakikaların ardından Eminönü’ne vardılar. Göksel arabayı sağa çekti.

“Bugün için yeniden çok teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Biricik sevgilimle ve en yakın arkadaşlarımla zaman geçirmek, doğum günümü kutlamak ve muhteşem hatıralar biriktirmek çok güzeldi. Çok iyi düşünmüşsün bir tanem, çok memnun oldum.”

“Bunun sana çok iyi geleceğini biliyordum,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Hep beraber geçireceğimiz nice güzel günlerimiz, senelerimiz olacak.”

“Olacak,” diye onayladı Göksel. Gülümseyerek ona uzandı ve ikili öpüştü. “Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum. Evdekilere selamımı söylersin.”

“Aleykümselam. Görüşürüz sevgilim, kendine iyi bak.”

“Görüşürüz bal peteğim.”

Gökhan arabadan indi ve karşıya geçip Kadıköy iskelesine yürüdü. Göksel bir süre onun arkasından baktıktan sonra telefonunu eline aldı. Yeni mesajları vardı. Sınıftan bir kişi ve Yağız ona mesaj atmıştı. Göksel önce Yağız’ın gönderdiği mesajı açtı. Genç adam bu mesajı üç saat önce göndermişti.

Gökhan’a sana iyi dileklerimi iletmesini söylemiştim ama çok iyi biliyorum ki unutacak ve asla söylemeyecek; bu yüzden iş başa düştü. Doğum günün kutlu olsun Gök, sevdiklerinle geçireceğin güzel anılarla dolu harika bir sene olmasını dilerim. Mutlu yıllar

Göksel kendi kendine güldü. Yağız’ın Gökhan’ı bu kadar iyi tanıması başlarda onu şaşırtıyordu ama artık alışmıştı.

Sen bu çocuğun ciğerini biliyorsun, gerçekten de unuttu. İyi dileklerin için çok teşekkür ederim Yağız, çok naziksin

Yağız’a cevap verdikten sonra sınıf arkadaşına da verdi ve ardından gaza basıp evine doğru yola koyuldu. Mahalle arasına giren genç kadın kestirme yoldan ve trafiğe çok girmeden kısa sürede evine ulaştı. Annesiyle babası işten dönmüştü.

“Hoş geldin güzelim,” dedi onu kapıda karşılayan Engin. Onu süzdü. “Bu ne güzellik böyle? Güneş gibi parlıyorsun.”

“Doğum günüm için süslendim,” dedi Göksel gülümseyerek. Ayakkabılarını çıkarıp eve girdi. “Sen ne zaman geldin? Annem de geldi mi?”

“Evet, Güzin de geldi. Biraz oldu.”

Bu sırada Güzin de mutfaktan çıktı ve onların yanına ilerledi.

“Hoş geldin bebeğim,” dedi Güzin. Ona sıkı sıkıya sarıldı. “Ne güzel olmuşsun. Gerçek bir doğum günü kızısın.”

“İkinize de teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Karnım aç, isterseniz yemek yiyelim.”

“Biz de seni bekliyorduk,” dedi Engin. “Hadi ellerini yıka da yiyelim.”

Göksel ailesiyle beraber akşam yemeğini yerken onlara gününü anlattı. Gökhan’ın arkadaşlarını organize edip kendisine sürpriz bir kutlama hazırlamasından bahsetti ve onların aldıkları hediyeleri söyledi. Ebeveynleri onun hem sevgilisiyle hem de en yakın arkadaşlarıyla beraber vakit geçirmesine sevindi. Göksel’in ne kadar mutlu olduğunu bizzat gördüler.

“Çok güzel bir gün geçirmene sevindik,” dedi Güzin. “Şimdi de hep beraber pasta keselim.”

“Bugün gerçek bir kalori bombası oldu,” dedi Göksel. “Ama doğum günüm olduğu için önemli değil, bugün bana her şey serbest.”

“Serbest tabii ki,” dedi Engin. Onun yanağından makas aldı. “Hem fıstık gibisin, kaloriyi falan düşünmene hiç gerek yok.”

“Biraz göbeğim çıktı ama teşekkür ederim.”

“Sen göbek görmemişsin. Sendeki olsa olsa ödemdir.”

“Yağ ödemi diye bir şey varsa olabilir.”

“Kadınları bu konuda ikna edemezsin hayatım,” dedi Güzin eşine bakarak. “Tatlı çeneni hiç boşuna yorma.”

“Ben içimden geçenleri —ve doğruları— söyleyeyim de ikna olup olmamak Göksel’e kalsın.”

Ebeveynlerinin Göksel için aldığı pasta kremalıydı ve içi meyveliydi. Engin, 2 şeklindeki iki mumu pastanın üzerine dikip mumları yaktı.

“Dilek dilemeyi unutma,” dedi Güzin.

“Huzurumuz, mutluluğumuz, beraberliğimiz hiç bozulmasın,” dedi Göksel mumları söndürmeden önce. “Tek dileğim bu.”

Göksel mumları söndürdüğünde ebeveynleri onu alkışladı.

“Gel bakalım buraya,” dedi Engin kollarını açarak. “İyi ki doğmuşsun benim biricik kızım, güzel prensesim. Seni çok seviyorum.”

Göksel babasına sıkı sıkıya sarıldı, Engin de güçlü kollarını kızının ince beline sarıp onun sarı saçlarını okşadı.

“Ben de seni çok seviyorum,” dedi Göksel. Genç kadının gözleri huzurla kapanmıştı. “Dünyanın en iyi, en tatlı, en eğlenceli, en anlayışlı babası olduğun için teşekkür ederim. İyi ki senin kızınım.”

“İyi ki benim kızımsın,” dedi Engin onun saçlarını öptükten sonra. “Güzel kızım benim. Yirmi iki yaşına girmiş olabilirsin ama benim gözümde hâlâ küçük bir bebeksin.”

“Biliyorum, asla da büyümeyeceğim.”

“Büyümeyeceksin.”

Göksel babasından ayrıldıktan sonra annesine de sarıldı.

“Seni ilk kez kucağıma aldığım anı dün gibi hatırlıyorum,” dedi Güzin. “Kocaman masmavi gözlerinle gözlerimin içine merakla bakmıştın, sanki benim kim olduğumu çok iyi biliyordun ve bunca zamandır kim olduğunu çok iyi bildiğin ama yüzünü ilk kez gördüğün annene dikkatle bakmıştın.”

“Bebekler bilir,” dedi Göksel. “Ben de biliyor olmalıydım.”

“İyi ki benim bebeğim oldun. Seni her zaman ama her zaman kollarımın arasına alacağım ve bunu büyük bir mutlulukla yapacağım. Beraber yaşayacağımız nice güzel senelerimiz olsun. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum canımın içi. İyi ki benim ebeveynlerimsiniz, dünyanın en iyi ailesine sahibim.”

Güzin onun yanaklarını öptü.

“Hediyeni de verelim de pastayı keseriz,” dedi Güzin. Bir karton kutu çıkardı. “Al bakalım.”

Karton kutuyu açan Göksel, kutunun içinde ne zamandır istediği lensi gördüğünde gözleri kocaman açıldı. Ebeveynleri sürekli artan fiyatı yüzünden bir türlü alamadığı lensi almıştı.

“Siz şaka mısınız?” dedi Göksel onlara bakarak. “Şu an çok sevindim ama neden masraf ettiniz?”

“Duymamış olalım,” dedi Engin. “Artık çok daha iyi fotoğraflar çeker, bizi de daha çok gururlandırırsın.”

“Umarım birbirinden güzel anları çekersin,” dedi Güzin. “Güle güle kullan bebeğim.”

“İkinize de çok teşekkür ederim,” diyen Göksel ikisine birden sarıldı. “Kesenize bereket.”

“Rica ederiz bizim güzel kızımız,” dedi Engin şefkatle onun saçlarını okşayarak. “Odana geçince hemen takıp denersin.”

“Denemez miyim? Hatta yarın okula götüreceğim, fotoğraf çekmeye hemen başlarım. Akın’la Sinem de görmüş olur. Onlar da bayılacaklar.”

“Üç kafadar karıştırırsınız,” dedi Güzin gülümseyerek. “Sizin uzmanlık alanınız nasıl olsa.”

“Hiç şüphen olmasın. Hadi şimdi pastayı yiyelim.”

Dinçerler pastayı yerken Göksel’in telefonu çalmaya başladı. Ağabeyi Giray’dan gelen bir görüntülü araması vardı.

“Ağabeyim,” dedi Göksel telefonu açmadan önce. “Aramak için geç bile kaldı.”

Göksel onun aramasını açtığında Giray’ın yakışıklı yüzü ekranda belirdi. Genç adamın koltukta oturduğu belli oluyordu.

“Selam güzellik,” dedi Giray gülümseyerek. “N’aber?”

“Selam,” diyen Göksel de gülümsüyordu. Ağabeyiyle son görüşmesinden bu yana biraz zaman geçmişti. “İyiyim, senden n’aber?”

“Ben de iyiyim. Ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle salondayım, pasta yiyoruz.”

“Yaşlanıyorsun be sen de,” diye ona sataştı Giray. “Doğum günün kutlu olsun güzelim. Hep beraber geçireceğimiz nice güzel senelerimiz, kutlayacağımız nice güzel doğum günlerimiz olsun. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum,” dedi duygulanan Göksel. “Çok teşekkür ederim canımın içi, eksik olma.”

O sırada Banu da salona girdi ve eşinin yanına ilerleyip telefon ekranına baktı.

“Göksel merhaba,” dedi genç kadın gülümseyerek. “Doğum günün kutlu olsun canım, nice güzel yaşlara.”

“Merhaba Banu abla,” dedi Göksel. “Çok teşekkür ederim, sağ olasın. Nasılsın?”

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim.”

“Günün nasıl geçti?”

“Çok güzeldi. Öğlen Gökhan ve arkadaşlarımla beraberdim, şimdi de evde bizimkilerleyim. Yemek yedik, şu an da pasta yiyoruz.”

“Ne güzel. Afiyet olsun.”

“Teşekkürler.”

“Gökhan ne hediye aldı?” diye sordu Giray meraklanarak.

Aerosmith’in kendi adını taşıyan albümünün plağını —Dream On şarkısının içinde olduğu albüm— ve eski bir dijital kamera almış.”

“Vay vay!” diyen Giray bir ıslık çaldı. “Çocukken ne dinlerdik. Pikaptan dinlemesi ayrı bir keyifli olur. Gelince biz de dinleyelim.”

“Düşünmem lazım. Bu kadar kıymetli bir albümü herkese dinletmem.”

“Şimdi de herkes olduk demek. Öyle olsun.”

“Oldu bile canım.”

“Sus eşek sıpası. Kamera nasıl bir şey?”

“Eski dijital kameralar var ya, onlardan. Nikon marka, sarı. Fotoğrafını gönderirim.”

“Sarı mı? Gökhan’a bak sen, ince düşünmüş.”

“Düşünür benim sevgilim.”

Onu dinleyen Engin gözlerini kıstı.

“Annemler de orada mı?” dedi Giray. “Onlar nasıl, ne yapıyorlar?”

“Buradalar,” dedi Göksel onlara bakarak. “İstersen telefonu onlara vereyim, konuşun.”

“Çok iyi olur.”

Göksel telefonunu annesine verdiğinde Güzin’le Engin, Giray ve Banu’yla konuşmaya başladı. Onlar sohbet ederken Göksel de pastasından yedi.

Gökhan’sa eve döndüğünde Yağız’ı odasında oyun oynarken buldu.

“Yine dünyadan soyutlanmışsın,” dedi Gökhan. Bilgisayar ekranına baktı. “Yine CS. Sıkılmadın mı be oğlum?”

“Olduğum takım kaybediyor,” dedi Yağız ona kısa bir bakış atarak. “Şu an bana dokunma.”

“Senin bu oyunun ustası olduğunu göz önüne alırsak takım arkadaşların kötü oynuyor.”

“Oyuna dün başlamışlar, başka açıklaması yok.”

Gökhan güldü. “Sana bol sabır diliyorum.”

“Eyvallah.”

Onun odasından çıkan Gökhan kendi odasına girdi ve kendini yatağına attı. İnternete bağlandığında birkaç bildirim geldi. Göksel’den eve vardığına dair bir mesaj, hikayesini beğenen arkadaşlarının bildirimleri ve yine Instagram’dan gelen bir mesaj bildirimi.

Kuzeni Aykut kırk dakika önce ona mesaj atmıştı.

Gökhan mesaj sayfasının en üstünde duran konuşmaya girip kuzeninin mesajını açtı.

Gökhan merhaba, nasılsın?

İki kuzen o kadar uzun zamandır konuşmuyordu ki Gökhan, Aykut’un kendisine mesaj atmasına şaşırdı ama çok da garipsemedi. Aradan geçen bunca zamanda kuzeni onun neler yaptığını merak etmiş olmalıydı. Ne de olsa Gökhan’ın konservatuvarda son senesiydi ve genç adam hayatında yeni bir döneme girmeye hazırlanıyordu; Aykut da bunu biliyordu.

Gökhan ona cevap yazdı.

Merhaba. İyiyim, teşekkür ederim, sen nasılsın?

Genç adam kuzenine cevap verdikten sonra WhatsApp’a girdi ve Göksel’e eve vardığına dair mesaj attı. Bu sırada Aykut ona cevap verdi. Gökhan onun bu kadar hızlı geri dönmesine şaşırdı.

“Hangi dağda kurt öldü acaba?” diye düşündü Gökhan. “Bakalım derdi neymiş? Birazdan kokusu çıkar.”

Gökhan onunla olan konuşmasına geri döndü.

Ben de iyiyim, sağ ol. Müsait misin? Rahatsız etmiyorum umarım

“En azından kibar,” diye düşündü Gökhan. “Bu özelliği değişmemiş.”

Elbette rahatsız etmiyorsun, müsaitim. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?

Mesajı anında görüldü.

Hâlini hatırını, neler yaptığını sormak istedim. Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?

“Ben de bir şey var sandım,” diye içinden geçirdi Gökhan ve ona cevap verdi.

Düşündüğün için teşekkür ederim, çok incesin. Günlerim yoğun geçiyor; okul ve iş koşuşturmacası içindeyim. Yoruluyorum ama sevdiğim işleri yaptığım için keyif de alıyorum

Son cümleyi çok soğuk görünmemek adına mesajı göndermeden hemen önce ekledi ve mesajı öyle gönderdi.

Aykut Yılmaz: Son senen değil mi? Önümüzdeki yaz mezun oluyorsun

Gökhan Uygur: Evet, çok büyük bir terslik çıkmadığı sürece önümüzdeki yaz mezunum. Sen neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?

Aykut Yılmaz: Ne güzel, senin adına sevindim.  Benim de iyi gidiyor. Okul benim de zamanımın çoğunu alıyor, kalan zamanlarda da genelde arkadaşlarımla vakit geçirip sosyalleşiyorum

Gökhan Uygur: Okul koşuşturmacasından uzaklaşıp nefes almak şart. Senin üçüncü senen mi?

Aykut Yılmaz: Kesinlikle. Aynen, üçüncü sınıfım

Bu arada kız arkadaşınla fotoğraflarını görüyorum. Çok tatlı görünüyorsunuz, ne zamandan beri birliktesiniz?

Gökhan Uygur: Teşekkür ederiz. Ağustostan beri birlikteyiz, dört ay olacak

Aykut Yılmaz: İsmi ne? Biraz bahsetmek ister misin? İstemezsen de saygı duyarım

Gökhan Uygur: Bahsedeyim. İsmi Göksel, o da İstanbul’da yaşıyor ve okuyor; YTÜ’de Fotoğraf ve Video bölümünde son senesi onun da. Bölümünden de anlaşılacağı üzere fotoğrafçılık ve videografiyle ilgileniyor

Aykut Yılmaz: Ne güzel, farklı ve hoş bir alan. İsmi de seninkiyle uyumluymuş. Yaşıt mısınız?

Gökhan Uygur: O 2000 aralık doğumlu

Aykut Yılmaz: Ve bugün doğum günü?

Gökhan Uygur: Evet

Aykut Yılmaz: Seni biraz tanıyorsam sürpriz hazırlamışsındır

Gökhan Uygur: Haklısın, hazırladım. Birkaç yakın arkadaşını da çağırdım, hep beraber kutladık

Aykut Yılmaz: İyi yapmışsın, çok mutlu olmuştur

Gökhan Uygur: Oldu, bizler de olduk

Aykut Yılmaz: Başka ne var ne yok? Son zamanlarda neler yapıyorsun?

Gökhan Uygur: Son birkaç haftadır sınıf arkadaşlarımla düzenleyeceğimiz yeni yıl programı üzerinde çalışıyoruz, onun provalarını yapıyoruz. Organizasyonu ben yönetiyorum, sürecin her aşamasıyla bizzat ilgilendiğim için zamanımın çoğu buraya gidiyor

Aykut Yılmaz: Konser gibi bir etkinlik mi?

Gökhan Uygur: Evet

Aykut Yılmaz: Ne güzel. Okulda mı yapacaksınız?

Gökhan Uygur: Aynen, ana kampüsteki bir salonda sahne alacağız

Aykut Yılmaz: Hangi gün?

Gökhan Uygur: 30 Aralık günü, cuma. Yılbaşı hafta sonu malum, sonraya da kalsın istemedik

Aykut Yılmaz: Mantıklı. Bu yıla güzel bir veda olur, siz de izlemeye gelenler de keyifli vakit geçirirsiniz. Tarih epey yaklaşmış, provalar ne alemde?

Gökhan Uygur: Haftada bir kez sahne alacağımız yerde prova yapıyoruz. Artık her şey rayına oturdu diyebilirim. Sınıfça dört gözle sahne alacağımız günü bekliyoruz

Aykut Yılmaz: Hepiniz yetenekli ve eğitimli genç müzisyenlersiniz, muhteşem bir gösteri olacağına eminim

Gökhan Uygur: Teşekkür ederim, biz de öyle umuyoruz

Sen neler yapıyorsun?

Aykut Yılmaz: Isparta’dayım, okula gidip geliyorum. Farklı olan hiçbir şey yok, rutine bağladım

Gökhan Uygur: Okul nasıl gidiyor?

Aykut Yılmaz: Biraz zorluyor ama hallediyorum. Dediğim gibi kalan vakitlerde hem kafamı dağıtmak hem de iyi hissetmek için arkadaşlarımla sosyalleşiyorum. Burada güzel bir çevre edindim, onlarla takılıyorum

Gökhan Uygur: Ne güzel, senin adına sevindim. Kolay bölüm yok, hepsi zorluyor ama çalıştıktan sonra her şey halledilir

Aykut Yılmaz: Kesinlikle öyle, haklısın. Senin okul nasıl gidiyor diyeceğim ama muhteşem gittiğine eminim

Gökhan Uygur: Evet, iyi gidiyor. Çok çalışıyorum ve karşılığını da alıyorum

Aykut Yılmaz: Konservatuvar okumak için yaptıklarını düşünürsek hiç şaşırtıcı değil. Senin adına seviniyorum, gerçekten

Gökhan Uygur: Çok teşekkür ederim. Ailen nasıl?

Aykut Yılmaz: İyiler çok şükür, sağlıkları da keyifleri de yerinde. İş güç uğraşıp duruyorlar

Gökhan Uygur: Neticede herkes hayat koşuşturmacası içinde. İyi olduklarını duyduğuma sevindim.

Aykut Yılmaz: Aynen öyle

Bugün senin için yoğun geçmiştir, seni daha fazla tutmayayım. Görüştüğümüze çok sevindim Gökhan, kendine iyi bak

Gökhan Uygur: Düşünüp mesaj attığın için teşekkür ederim, sağ ol. Sen de kendine iyi bak, iyi akşamlar

Aykut Yılmaz: Sana da iyi akşamlar

Gökhan kuzeniyle mesajlaşmayı bitirdikten sonra bir süre tavanı izledi, bu esnada eski hayatını düşündü. Aykut, halasının oğluydu ve onlarla çoğunlukla bayramdan bayrama Sakarya’ya gittiklerinde görüşürdü. İki kuzenin arası kötü değildi ama yakın da değillerdi, geçmişte yüz yüze geldikleri anlar hariç neredeyse hiç iletişime geçmemişlerdi. Şimdiyse iki senenin ardından Aykut’la görüşmek Gökhan’a hem iyi hem de kötü hissettirdi. Kendini bildi bileli tanıdığı biriyle iletişime geçmek güzeldi ama artık bir parçası olmadığı bir ailenin ferdiyle görüşmek ona geçmişi hatırlatmıştı.

Geçmiş acı vermeye devam edecekti, az ya da çok; miktarın önemi yoktu. Yaraları artık kanamıyordu ama sızıları hâlâ oradaydı, bazen sızlamaya devam da edecekti. Gökhan bu gerçekleri artık kabul etmişti.

“Gök!”

Yağız’ın sesiyle derin düşüncelerinden sıyrılan Gökhan başını kaldırıp odanın kapısına baktı. Yağız içeri girmişti.

“Efendim?” dedi Gökhan.

“Transa geçtin sandım,” diyen Yağız ona yaklaştı ve yatağın ucuna oturdu. “Ne oldu?”

“Aykut mesaj attı,” dedi Gökhan doğrulurken. “Onunla mesajlaştım.”

“Bunca zaman sonra mı? Ne konuştunuz?”

“Hâlimi hatırımı, neler yaptığımı, hayatımın nasıl gittiğini sordu; biraz sohbet ettik.”

“Son zamanlarda paylaşımların artınca merak etmiştir.”

“Muhtemelen.”

“Mesajlaşma seni durgunlaştırmış. Ailenle ilgili bir şeyler mi dedi?”

“Yo, bahsi bile geçmedi ama onunla konuşunca garip hissettim.”

“Normaldir,” dedi Yağız anlayışlı bir sesle. Destek olurcasına onun dizine dokundu. “İyi misin? Eğer değilsen benim bilgisayardan CS oynayabilirsin, bakarsın sana iyi bir takım gelir.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Senin sonuç ne?”

“Takımdakiler oyuna bu akşamüstü başladığı için kaybettik tabii ki. Bilgisayarı parçalamamak için başından kalktım.”

“Hani dün başlamışlardı?”

“Dünün uzun bir süre olduğuna kanaat getirdim, performansları bu akşamüstü başladıklarını kanıtladı.”

Gökhan güldüğünde Yağız da güldü.

“Kıyamam sana ben,” dedi Gökhan. “Bir de ben şansımı deneyeyim. Sen git, ben de geliyorum.”

“Bak modunu nasıl da değiştirdim ama,” dedi Yağız keyiflenerek. “Bu işi yapıyorum be.”

“Bir tanesin,” deyip onun omzunu sıktı Gökhan. “Göksel’e yazayım, sonra senin yanına gelirim.”

“Sen de bir tanesin kardeşim benim. Sen Juliet’ine yaz, ben de bilgisayarı açayım.”

“Tamamdır.”

Yağız odadan çıkınca Gökhan telefonunu yeniden eline aldı ve Göksel’in birkaç dakika önce gönderdiği mesajları açtı.

Bizimkilerle plağı dinliyoruz, böyle efsanevi bir albümü pikaptan dinlemenin keyfi bambaşkaymış. Tekrardan çok teşekkür ederim sevgilim

Çok eğlenceli ama yorucu bir gündü, yarın da okulumun olduğunu düşünürsek birazdan yatıp uyurum. Sen de yatıp dinlenmene bak

Seni çok seviyorum, görüşürüz. İyi geceler hayatım

Onun mesajlarını okuyan Gökhan’ın yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.

Rica ederim balım. Bir gün de beraber dinleriz

İyi geceler güzelim. Ben de çok geçe kalmam, yatar uyurum. Görüşürüz, çok öptüm

Ona mesajları gönderdikten sonra telefonunu yatağın üstünde bıraktı, üzerine rahat bir şeyler giydi ve kendi odasından çıkıp Yağız’ın odasına girdi. Yağız bilgisayarı yeniden açmıştı.

“Hoş geldiniz Gökhan Bey,” dedi Yağız. “Bilgisayarımın saatlik kullanım ücreti 20 lira, haberiniz olsun.”

“Üçün birini alırsın ancak,” dedi Gökhan. “Senin de haberin olsun. Kalk bakayım, bilgisayarı ustasına bırak.”

Yağız bir kahkaha attı. “Komik şakaymış. Sen de oyunda üçün birini alırsın benden söylemesi.”

“Sen öyle san. Karşı takıma acımaya başlayabilirsin çünkü rakipleri Gökhan Uygur olacak.”

“Hemen mısır patlatmalı ve kola almayalım, bu laflarını yemeni keyifle izleyeceğim.”

“Görürüz.”

“Görelim.”

Gökhan sandalyeye oturduğunda Yağız da mutfaktan bir sandalye getirdi ve Gökhan’ın hemen yanına oturdu.

“Çok iddialı konuştum ama şaka yapıyorum, biliyorsun değil mi?” diye sordu Gökhan, Yağız’a bakarak. “CS’de çok iyi olmadığımı biliyorsun.”

“Emin ol biliyorum,” dedi Yağız. “Bugün sana biraz CS dersi vereyim, işi ustasından öğren.”

“Dediklerinizi can kulağıyla dinleyeceğim hocam.”

“Aferin. Başla bakalım.”

Gökhan oyuna girerken Yağız da ona iyice yaklaştı ve ekrana dikkat kesildi. Gökhan az önce Göksel’e çok geçe kalmayacağını söylemişti ama uzun bir oyun gecesi onu ve Yağız’ı bekliyordu.

]]>
Tue, 25 Apr 2023 13:20:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 26. Kare: Sol Anahtarı https://edebiyatblog.com/kd-26kare-sol-anahtari https://edebiyatblog.com/kd-26kare-sol-anahtari Kıymetli okurlarıma,

Bölümü, bölümde bahsi geçen şarkıları dinleyerek okursanız bölümü ve şarkıların verdiği hissi daha iyi, daha derinden hissedebileceğinizi düşünüyorum. Hiçbir şarkıyı öylesine seçmedim, hepsinin bir anlamı var ve şarkıların özellikle sözlerine odaklanırsanız bölümden alacağınız verim artacaktır. Gökhan’ın dövmesinde de yazdığı gibi ‘müzik ruhun gıdasıdır’ ve bu bölümdeki şarkılarda kurgunun ruhunu besleyen çok şey var. Keyifli okumalar!

“Müzik bölümü son sınıf öğrencileri olarak hazırladığımız gösterimize hoş geldiniz,” diye konuşmasına başladı Gökhan. “Başlamadan önce gösteri fikrini öne süren ve tüm bu süreçte bizimle beraber canla başla çalışan bölümümüz öğretim görevlisi Melek hocamıza tüm arkadaşlarım adına teşekkür etmek istiyorum. Okulun ilk gününden itibaren engin bilgileriyle bize çok şey katan tüm hocalarımıza da teşekkürü bir borç bilirim. Yeni bir yıla giriyoruz, ben ve arkadaşlarım içinse yepyeni bir yıl olacak çünkü umuyorum ki bir terslik çıkmadığı takdirde hepimiz mezun olacağız ve öğrencilik hayatımızı bitirip hayatlarımızın yeni dönemine başlayacağız. Konservatuvarı kazanmak hepimiz için zorlu bir süreçti; sizlerin de tahmin edeceği üzere bunun için yıllarımızı verdik ve şu an kazanmak için canla başla, gecemizi gündüzümüze katarak çalıştığımız bölümde son senemizde olmak, hep beraber gireceğimiz son yıl için bir program organize etmek hepimiz için hem oldukça eğlenceli hem de anlamlı ve duygusal oldu. Şu an geriye dönüp baktığımda yalnızca güzel anılar görüyorum, gülümsemeler ve kahkahalar görüyorum ve bu dört seneyi, bu dört senede hayatıma giren güzel insanları ömrümün sonuna kadar sevgiyle hatırlayacağım. Bugüne dönecek olursam müzik bölümü olarak hep beraber böyle bir organizasyon içinde yer almak, muhteşem hocalar tarafından eğitilen genç müzisyenler olarak birlikte çalışmak bizim için eşsiz bir deneyimdi; umarım siz değerli seyircilerimiz için de oldukça keyifli bir gösteri olur. Bizi izlemek için zaman ayırdığınız, buraya geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim. İyi eğlenceler.”

Gökhan konuşmasını bitirince Göksel’le Kerem onu alkışladı. Gökhan onlara reverans yaptı. Bu esnada sahne arkasındaki diğer öğrenciler de sahneye çıktı ve yerlerine ilerledi.

Programın ilk şarkısı Cem Karaca’nın meşhur şarkısı Bu Son Olsun’du. Şarkıyı Gökhan söyleyecekti; gitarda Yağız vardı, İpek de kemanı çalacaktı; öğrencilerin bir kısmı da diğer enstrümanları çalacak ve kalan kısmı da Gökhan’a eşlik edecekti.

İpek keman girişini çaldıktan sonra Gökhan şarkıya girdi. Genç müzisyenin eğitimli sesi pırıl pırıl parlıyordu. Göksel duygu dolu bir gülümsemeyle erkek arkadaşını izlerken yüzünde gururlu bir ifade vardı.

Gökhan şarkıyı söylerken Göksel dudaklarını oynatarak ona eşlik etti, sık sık ona bakan Gökhan’sa gülümsüyordu. Bu güzel yüzü görmeyi çok seviyordu ama özellikle sahnedeyken bu güzel yüzü görmeyi daha çok seviyordu. Gökhan bir sanatçıydı ve Göksel de onun ilham perisiydi; genç sanatçı, ilham perisinin gök mavisi gözlerine bakarak sanatını icra etmeye bayılıyordu.

“Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni,” dedi Gökhan güçlü bir sesle. “Doğarken ağladı insan / Bu son olsun, bu son.”

Bu kısımdan sonra Yağız, Gökhan’ın beyaz Fender’ını ustalıkla çalmaya başladı. Gitarı çalarken başını kaldıran ve yerinde yavaşça dans eden genç adamın yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. Gitar çalarken Yağız’ın tavırlarının da en az Gökhan kadar rahat ve özgüvenli olması Göksel’in dikkatini çekti. İki yakın dost bu büyülü enstrümanda ustalaşmıştı ve ustalıklarını açıkça belli ediyordu.

Gökhan ve arkasındaki koro şarkının sonunu güçlü bir sesle, hep beraber söyledi. Şarkı bittiğinde Göksel’le Kerem onları alkışladı.

Sıradaki şarkı Sezen Aksu’nun Şanıma İnanma şarkısıydı. Şarkıyı söyleyecek kız öğrenci mikrofonun başına geçerken Gökhan da akustik gitarıyla sahnedeki yerini aldı. Genç adam Yağız’la beraber gitar çalarken bir yandan da vokaliste arka vokallik yapacaktı.

“Şarkı listesini şimdiden beğendim,” dedi Göksel, Kerem’e. “Gökhan sürpriz olması için şarkılardan hiç bahsetmemişti ama seveceğimi söylemişti.”

“Seni tanıyor,” dedi Kerem gülümseyerek. “Şarkı listesi gerçekten çok güzel, devamını bekle.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum.”

Şarkının müzikli kısmı geldiğinde sahnedeki konservatuvar öğrencilerinin uyumu en üst seviyeye taşındı. Bu zamana kadar yaptıkları provaların meyvesinin ne kadar tatlı olduğu ortadaydı.

“Görünüşüme bakıp da sen beni sakın ha / Cin fikirli sanma,” kısmını söylerken Gökhan’ın gözleri Göksel’in gözlerindeydi. “Hani yağmasan da gürle benim durumum / Çalımıma aldanma / Okurum, yazarım, konuşurum / Kelimelerin efendisiyim ama / Aşka gelince enikonu safım / Sen şanıma inanma.”

Göksel güldüğünde Gökhan başını omzuna doğru eğip omzunu yavaşça indirip kaldırdı. Sınıf arkadaşları bu şarkıyı şarkı listesine eklemek hakkında konuşmaya başladıklarından beri şarkının sözlerinde Göksel’le olan ilişkilerine atıflar olduğunu fark etmişti ve şarkıyı listeye eklemeyi memnuniyetle kabul etmişti. Prova yaparak geçen haftaların ardından bu şarkıyı Göksel’in gözlerinin içine bakarak söylediği ve bu atıfları ona da belli ettiği için mutluydu.

Gösterinin üçüncü şarkısı için Gökhan’la Yağız elektro gitarlarına geçti, bir arkadaşları da bas gitarı aldı. Şarkıyı yine aynı kız öğrenci söyleyecekti.

“Elektroları aldılar,” dedi Göksel. “Sanırım bir rock şarkısı geliyor.”

“Hem de ne rock şarkısı,” dedi Kerem gülerek. “Burası az sonra alev alacak.”

Yağız gitarıyla şarkıya girdiğinde Göksel şarkıyı hemen tanıdı. Şebnem Ferah’ın Ben Şarkımı Söylerken adlı parçasını çalacaklardı.

Şarkının kıta kısmı sakindi ama ön nakarat kısmıyla beraber şarkı hareketlenmeye başladı. Bu sırada Göksel şarkının sözlerinde tanıdık şeyler buldu.

Merak etmeden duramıyorum

Geceleri nasıl uyuyorsun

Beni boş ver kendine cevap ver

Lütfen bu kez dürüst olur musun?

Genç kadın Gökhan’a baktığında onun klavyeye bakarak gitar çaldığını gördü. Genç adamın kaşları biraz çatılmıştı ve yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Vokalist nakarata girdiğinde Gökhan da başını kaldırdı ve başını sallayarak gitar çalmaya devam etti.

Ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın

İstersen kısıp bunu da yok sayarsın

Kim bilir belki gülümser belki ağlarsın

Yüreğimdeki sesleri susturamazsın

Gökhan onu dikkatle izleyen iki yüze ancak ilk nakaratın sonunda baktı. Gökhan onlara bakınca Kerem de Göksel de gülümsedi, şarkının hissettirdiklerine ve hatırlattıklarına rağmen Gökhan da içten bir şekilde gülümsedi.

Genç adam şarkısını söylerken gülümseyen birileri vardı. Çok değer verdiği birileri.

Bir yanım seni hâlâ düşünüyor

Bir yanım sana fena kızgın

Yalnız sen ve ben biliyoruz olanları

Unutturamazsın

Sakın nefret ettiğimi düşünme

Bende böyle duygular barındıramazsın

Geçmiş hiç yaşanmamış gibi davransan da

Baştan yazamazsın

Bu satırlar Gökhan ve ailesi için yazılmıştı sanki. Genç adam her bir cümlede aynaya bakıyormuş gibi hissediyordu. Vokalist kız bu parçayı çalabileceklerini söylediğinde Yağız, Gökhan’a eğer şarkı ona kötü hissettirecekse çalmamanın daha iyi olacağını söylemişti fakat Gökhan kabul etmişti hatta solo gitarı da kendisinin çalacağını söylemişti. Genç müzisyen ne olursa olsun şarkısını söylemeye devam edecekti, acıtsa bile çünkü biliyordu ki söyleyememek daha çok acıtırdı.

Vokalist ikinci kez ön nakaratı söylemeye başladığında Gökhan da ona eşlik etmeye başladı. Genç müzisyenin sesi tiz, keskin ve son derece net çıkıyordu. Her bir satırı kalbinin en derinlerinde hissederek söylüyordu, hissetmenin getirdiği güçse sesinde net olarak duyuluyordu.

Şebnem Ferah haklıydı, kimse onun yüreğindeki sesleri susturamazdı.

Şarkı bittiğinde Göksel’le Kerem onları yine alkışladı ama bu alkış diğer ikisinden daha güçlü oldu. Gökhan onlara bir reverans yaptı. Açıklama yapmasa bile anlaşılmak çok iyi hissettiriyordu.

“Harikaydınız,” dedi Melek onları alkışlayarak. “Kusursuz ilerliyoruz, hiç bozmadan devam.”

“Sağ olun hocam,” dedi Gökhan. “Bunun için çok çalıştık.”

“Ve sonuçları da muhteşem oluyor. Güzel bir tempo da yakaladık, devam edelim.”

Onlar dördüncü şarkı için hazırlanırken Göksel’le Kerem de sohbet etti.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu Kerem. “Eğleniyor musun?”

“Tabii ki,” dedi Göksel ona bakarak. “Harika zaman geçiriyorum. Şarkılar muhteşem, performanslar muhteşem, atmosfer muhteşem. Bu provayı yakalayabildiğim için çok şanslı hissediyorum.”

“Müzik zaten büyülü bir sanat dalı fakat böylesine yetenekli ve donanımlı müzisyenlerin elinden çıktığında daha da büyüleyici oluyor,” diyen Kerem gülümsedi. Genç adamın gözleri kısılırken etrafı kırıştı, yukarı kıvrılan dudakları da elmacık kemiklerini belirginleştirdi ve ona sevimli bir hava kattı. Göksel onun bu hâliyle liseli gibi durduğunu düşündü. “Derslerimin yoğun olduğu bir gündü, böyle bir günün ardından iyi müzik şifa gibi geldi.”

“Zor bir bölüm mü? Kolay bölüm yok tabii de ortalamaya göre daha mı zor?”

“Bence evet. Tarih başlı başına zor bir alan, üzerine bir de sanat eklenince ve bu sanat tüm dalları kapsayınca bölüm iyice zorlaşıyor. Benim ilgimi çektiği için severek okuyorum fakat sevmeyen birinin dayanabileceğini düşünmüyorum, zaten bölümü bırakan ya da başka bölümlere geçen epey kişi oldu.”

“Çok normal. Sanat Tarihi dersi aldım, ilgimi çektiği için eğlenceli gelmişti.”

“Doğru, almışsındır. Sanatla ilgili bölümlerde çoğunlukla oluyor. Tabii ki çok üstünkörü bir sanat tarihi anlatımı yapılıyor ama genel kültür konusunda çok kıymetli.”

“Aynen, epey şey kattı.”

“Sanatla ilgilenmen çok hoş. Gökhan da ilgilenir, müzik dışında şiirlerle de çok yakındır.”

“Evet, biliyorum,” derken gülümseyerek sahnedeki Gökhan’a baktı Göksel. “Bir sürü şiir kitabı var, çoğunu okudum hatta bugün ona bir şiir kitabı hediye ettim.”

“Öyle mi? Hangisi?”

“Ümit Yaşar’ın Şiir Denizi 1 kitabı.”

“O adamın muhteşem şiirleri var.”

“Evet, en sevdiklerimden biri oldu. Bu okuduğum ilk kitabı oldu, diğerlerine de mutlaka göz atacağım.”

“Senin de şiirle ilgilenmenin Gökhan’ın çok hoşuna gittiğine eminim.”

“Ben de öyle.”

Müzik öğrencileri gösteriye devam ederken Göksel’le Kerem de onları izlemeye devam etti. Gökhan iki şarkıda koro kısmında yer alırken Yağız gitar çaldı; sonraki iki şarkıda da yer değiştirdiler ve bu sefer Yağız koroda yer aldı, Gökhan da gitar çaldı. Programı yürüten Gökhan, sesi güzel olan ve şarkı söylemek isteyen tüm arkadaşlarına programda yer vermişti. Genç adam takım ruhuna çok önem veriyordu ve herkesin bu programdan keyif aldığından emin olmuştu. Onlar sahne alırken Göksel de onların pek çok fotoğrafını ve birkaç videosunu çekti.

Yedinci şarkıdan sonra sahneyi boşalttılar, sahnede yalnızca İpek’le bölüm birincisi olan Büşra kaldı. İpek çello, Büşra da piyano çalacaktı. Büşra piyanonun başına geçtiğinde, İpek de kahverengi çellosunu bacaklarının arasına alıp vücuduna yasladığında parçaya girdiler. Çaldıkları parça Toshifumi Hinata’nın Reflections adlı ünlü eseriydi.

Büşra piyanoyla açılışı yaptıktan sadece saniyeler sonra İpek de parçaya girdi. İki genç kadın da oldukça iyi, eğitimli ve yetenekli müzisyenlerdi. Bu parça üzerinde onlarca kez çalışmış, senkronize olmak ve ortaya kusursuz bir iş çıkarmak için çok çabalamışlardı. Emekleri sonuç da vermişti, ikili muazzam iş çıkarıyordu. Kendi sınıf arkadaşları da dahil olmak üzere salondaki herkes onları hayranlıkla dinledi.

“Bu güzel eseri canlı dinlemek apayrı bir tecrübeymiş,” dedi Göksel kısık sesle. “Müzik ruhun sahiden de gıdası.”

“Gökhan bu cümleyi boşuna sağ bileğine kazımadı ya,” dedi ona bakan Kerem. “Büyük bir anlamı var.”

Kızlar parçayı bitirince Göksel onları alkışladı. Göksel’e bakan İpek başını eğip, onu selamlarken gülümsedi; Göksel de ona gülümsedi. İpek’ten hoşlanmıştı. Genç kadının çok pozitif ve tatlı bir enerjisi vardı, kibar kişiliğini de belli ediyordu. Göksel onun kısa süreli de olsa Gökhan’ın hayatına girmesine hiç şaşırmamıştı.

İki genç kadın yeni bir eseri çalmaya başladı: Evgeny Grinko, Field. Bu eseri çok seven Göksel müziği duyar duymaz tanıdı ve gülümsemesi genişledi. Grinko, son dönem sanatçılarından çok sevdiği bir isimdi; müzisyenin işlerini yakından takip ediyordu.

“Bu çello bambaşka bir enstrüman ya,” dedi Kerem. “Verdiği hissi başka hiçbir enstrüman vermiyor. Sence de insanı alıp götürmüyor mu?”

“Çok ama çok uzak diyarlara götürüyor hatta bulutların üzerine çıkarıyor,” dedi Göksel ona dönerek. “Benim de en sevdiğim enstrümanlardan biridir. Bir gün çalmayı öğrenmeyi çok isterim.”

“Bunu Gökhan’a söyledin mi?”

“Hayır.”

“Söylesen sana öğretmek için çello çalmayı öğrenir. Çalmayı biraz biliyor zaten, öğrenmesi çok sürmezdi.”

“Önce gitarı öğreneyim de çelloya da sıra gelir. Bana gitar çalmayı öğretiyor, belki söylemiştir.”

“Evet, haberim var. Çalışmalar nasıl gidiyor?”

“Güzel. Çok sağlam bir temel oluşturdum, bundan sonraki süreçte üzerine koyarak ilerleyeceğim. Yakın zamanda gitar almayı düşünüyorum.”

“Öyle mi? Ne güzel. Gökhan çok mutlu olacaktır. Aramızda kalsın ama sen hayatına girdiğinden beri çok mutlu zaten, ilk günden beri onu çok mutlu ediyorsun. Bunun için sana teşekkür borcum var. Gökhan en sevdiğim dostlarımdan biridir, çok zor şeyler yaşadı ama nihayetinde sevdiği işi yaptığını ve çok mutlu olduğu bir ilişkide olduğunu görmek beni çok sevindiriyor.”

Onun bu sözleri Göksel’i çok duygulandırdı. “Gökhan da sana çok değer veriyor, senden her zaman büyük bir sevgiyle bahsediyor. Onu mutlu ettiğin ve her daim yanında olduğun için benim de sana bir teşekkür borcum var.”

“O hâlde ödeştik demektir.”

Kızlar bu parçayı bitirdiğinde Gökhanlar sahneye geri çıktı. Sıradaki şarkı Haramiler grubundan Mavi Duvar’dı, parçayı Yağız söyleyecek ve ritim gitarı da o çalacaktı; Gökhan solo gitarı çalıp arka vokallik yapacaktı, bas ve baterinin başına da iki öğrenci geçti. Büşra da piyanonun başında oturmaya devam ediyordu, piyanoyu yine o çalacaktı.

Herkes hazır olduğunda Büşra şarkıya girdi. Genç kadının usta parmakları piyanonun siyah beyaz tuşları üzerinde gezinirken insana rengârenk şeyler hissettiriyordu. Saniyeler sonra Yağız şarkıya girdi ve genç adamın tok sesi duyuldu. Şarkıyı alt perdeden okuyan Yağız’ın sesi pes ve hışırtılı çıkıyordu ama pırıl pırıl parlayan sesi ne kadar güçlü bir ses olduğunu da belli ediyordu.

Gökhan’la Göksel göz göze geldiğinde ikisinin de yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Şarkının sözlerinde ikisi için de anlamı büyük satırlar vardı.

Yağız ikinci kez, “Duvarları maviye boyadım,” diye başlayan kısmı söylerken grup da şarkıya girdi. “Maviyi çok seversin / Penceremde menekşeler dizili / Sularken şarkı söylersin / Gramofonda eski alaturka / Hoşuna gider bilirim.”

“O yaz evinin içinde,” diye başlayan kısımda Gökhan da Yağız’a eşlik etmeye başladı ve iç içe geçen bu iki eğitimli ses performanstan alınan keyfi bir anda arttırdı. “Denize nazır / Sabaha kadar bekledim seni / Birden dalgalar dedi ki, gelmeyeceksin / Dalgalar dedi ki, gelmeyeceksin.”

Gökhan’la Göksel yeniden göz göze geldi. Gökhan ona göz kırptığında Göksel sadece üst dişlerini göstererek güldü.

Biliyordu, sabaha kadar beklemesine gerek yoktu; şarkının sözlerinin aksine Gökhan o yaz evinin içinde zaten onunla beraber oturuyor olurdu. Mavi boyalı duvarların olduğu odada menekşeleri sularken şarkı söylerdi.

“Birden çıktım viraneden,” diye şarkıyı söyleyen Yağız’ın sesi gür ve tertemiz çıkıyordu. Genç müzisyenin yüzünde şarkının getirdiği bir hüzün vardı. Yağız şarkıyı sadece söylemiyor, şarkının öyküsünü de mimiklerini kullanarak başarıyla anlatıyordu. “Koşa koşa indim kumsala / Acı acı sövdüm sonra / Yüzümü kırbaçlayan rüzgâra.”

Gökhan solo gitarla şarkıya girdiğinde sahneyi yıkıp geçeceğini daha ilk saniyeden belli etti. Beyaz Stratocaster’in klavyesinde ve tellerinde gezinen usta parmakları harikalar yaratıyor, şarkının muazzam solosunu bir üst seviyeye taşıyordu. Yüzünde zevk dolu bir ifade olan genç gitaristin vücudu da müzikle uyumlu olarak hareket ediyordu.

“Ve karşınızda Gökhan Uygur,” dedi gururla onu izleyen Kerem. “İsminin anlamı gök Tanrısıdır ama biz ona gitarın Tanrısı da diyebiliriz. Gitarıyla fırtınalar estirmesiyle ünlüdür.”

“Kesinlikle diyebiliriz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Gelecekte ülkenin en iyi gitaristlerinden biri olarak adlandırılacağından hiç şüphem yok.”

“İdolü Yavuz Çetin’in mirasını layıkıyla sürdürecek.”

Şarkıyı bitirdiklerinde Göksel’le Kerem onları alkışladı.

“Yüreğinize sağlık,” dedi Kerem. “Buraları yıkıp geçtiniz.”

“Daha yeni başladık,” diyen Yağız göz kırptı. “Arkanıza yaslanın gençler.”

Büşra piyanodan kalkınca dört delikanlı sahnede yalnız kaldı. Grup hiç beklemeden ikinci şarkılarını çalmaya başladı. Yağız’ın söyleyeceği ikinci parça Duman’dan En Güzel Günüm Gecem’di. Göksel şarkıyı hemen tanıdı. Gökhan’dan duyduğu parçalardan biriydi, geçen günlerde onunla birlikte dinlemişti.

Şarkının girişini çalarken Gökhan’la Yağız sırt sırta verdi. Şarkı oldukça hareketli bir şarkıydı ve çalması eğlenceliydi. Gökhan’la Yağız da sahne alırken hareket hâlinde olmayı seviyordu.

“Kafadan attım salladım,” diye şarkıya giren Yağız’ın sesi çok gür çıkıyordu. “Türkülerden de çaldım / Sahnelere çıkıp içtim oynadım / Ben gönülden inandım.”

“Şarkını seç gel benimle,” diyen Yağız mikrofondan biraz uzaklaştı ve devamını arka vokal olan Gökhan’la basçı genç bağırarak söyledi: “Beraber bağıralım.”

Göksel, Gökhan’la bu şarkıyı dinlerken tam bu kısımda erkek arkadaşının onu belinden tutup kendisine çekmesini, bu kısmı onun gözlerinin içine bakarak söylemesini ve sonrasında onu öpmesini hatırladı. O zaman bu şarkının sıradan bir seçim olduğunu düşünüyordu, bu anın güzelliğiyle fazlasını da düşünmemişti ama şimdi anlıyordu ki Gökhan ona bu şarkıyı çalacaklarına dair bir mesaj vermişti.

Oldukça etkileyici bir mesaj.

Göksel’le beraber bu anıyı hatırlayan Gökhan ona göz kırptı. Onu yeniden kollarının arasına alıp öpmek istiyordu. Sahneden indikten sonra bulduğu ilk fırsatta bunu yapacaktı.

Bu şarkı da bittikten sonra Gökhan’la Yağız yer değiştirdi; şimdi Gökhan vokalist ve ritim gitarist, Yağız’sa arka vokal ve solo gitaristti. Kısa bir hazırlıktan sonra sıradaki şarkılarına girdiler. Gökhan’ın bugün için seçtiği şarkılardan bir diğeri Çilekeş grubunun Y.O.K. adlı parçasıydı. Bu şarkı onun için oldukça anlamlı olan ve sözlerinde kendinden büyük parçalar bulduğu şarkılardan biriydi.

Grup şarkının sakin girişini çaldıktan sonra Gökhan şarkıyı söylemeye başladı. “İlk değil, son olmaz,” derken yüzünde bariz bir hüzün vardı. Şarkının ona hissettirdiklerini hiçbir filtreden geçirmeden, en çıplak hâliyle yüz ifadesine taşıyordu. “Hayat yalnız yaşanmaz / Gidenin ardından bakıp ağlanmaz.”

Onun bu yüz ifadesini görmek Göksel’in kalbinde bir ağrı hissetmesine neden oldu. Bu şarkı gülerek söylenecek parçalardan biri değildi, iyi bir sahne eğitimi alan her müzisyen bu parçayı üzgün bir yüz ifadesiyle söylerdi fakat Gökhan’ın yüzündeki hüznün tamamen gerçek olduğunu bilmek genç kadını etkileyen şeydi. Bu şarkıyı biliyordu, daha önce bu şarkıyı dinlerken Gökhan’ın yüzünde beliren durgun ifadeyi de biliyordu. Şarkının ona hissettirdiklerine rağmen bu şarkıyı bugünkü şarkı listesine koyduğu ve cesurca söylediği için onu takdir etti. Bu herkesin yapabileceği bir şey değildi. Gökhan da uzun bir süre geçmişten ve geçmişin hissettirdiklerinden kaçmıştı ama artık o geçmişin üzerine gidiyor, yüzleştiği geçmişin karşısına çıkmaktan korkmuyordu.

“Elimden hiçbir şey gelmez, hiçbir çarem yok,” diye başlayan nakarata giren Gökhan’ın sesi bir anda güçlendi ve tizleşti. “Karanlık bu sokaklarda sesimi duyan yok / Elimden hiçbir şey gelmez, hiçbir çarem yok / Karanlık bu sokaklarda elimi tutan yok.”

İstanbul’a ilk geldiğinde karanlık sokaklarda sesini duyan da elini tutan da yoktu, yapayalnızdı ve paramparça olmuş bir hâldeydi. İstanbul’a gelmesinin üzerinden geçen yaklaşık üç buçuk senenin ardından ise sokaklar hâlâ karanlıktı ama artık sesini duyan ve elini tutan insanlar vardı. En yakın arkadaşları Yağız’la Kerem vardı, sevgilisi Göksel vardı, diğer yakın arkadaşları vardı.

Gökhan İstanbul’a ilk geldiğinde değil evi, bir odası bile yoktu ama şimdi bir yuvaya sahipti.

Göksel yaşaran gözlerini çabucak sildi. Şarkıyı söylemeye odaklanan ve gözleri genelde kapalı olan Gökhan bunu görmediği için sevindi.

Gökhan şarkının sonundaki bağırış kısımlarını söylemedi ve şarkıyı nakaratın sonunu uzatarak bitirdi. Müzik yavaşça dururken Gökhan’ın sesi de gücünü gittikçe kaybetti ve genç adam şarkıyı hoş bir kafa sesiyle sonlandırdı. Göksel’le Kerem onları alkışlamaya başlayınca Gökhan gözlerini açtı ve onlara gülümseyerek baktı.

Göksel ona dudaklarını oynatarak, “Seni seviyorum,” dediğinde Gökhan onun ne dediğini anladı ve yüzündeki gülümseme bir gülüşe dönüştü. “Seni seviyorum,” dedi o da sadece dudaklarını oynatarak. “Çok.”

Grup hiç beklemeden bir sonraki şarkılarını çalmaya başladı. Gitarının tellerine zarifçe dokunan Gökhan usulca şarkıya girdi.

“Hayat bu kadar mı?” derken Göksel’e baktı. “Bence değil / Birkaç sözüm var.”

Göksel genişçe gülümsedi. Bu şarkıyı uzun zamandır severek dinliyordu. Athena’nın Ben Böyleyim şarkısı. Bir diğer müzisyen Gökhan’ın imzasını taşıyan güzel bir parça.

“Bırak tutma beni,” kısmında grubun kalanı da şarkıya girdi ve şarkı bir anda hareketlendi. “Kaybetsem de üzülmem asla / Ne boş kaygıların / Korkma bana hiçbir şey olmaz.”

Gökhan, Göksel’in kendisine eşlik ettiğini görünce güldü.

“Ve ben, ben böyleyim / Kendi yolumda.”

“Hayat benim,” diye başlayan nakaratta Yağız, Gökhan’a eşlik etmeye başladı. “Her anımı yaşadıkça sevesim var / Aldırmam hiç yağmurlara / Benim güzel hatalarım var / Bir an bile vazgeçmedim / Kendi yolumdan.”

Kendi yolundan vazgeçmemişti. Bir an bile.

Gökhan’la Yağız şarkıyı mikrofon başında söyledi, Göksel’le Kerem de oturdukları yerden söyledi. Gökhan gözlerini kız arkadaşından neredeyse hiç ayırmadı. Pürdikkat ve gülümseyerek kendisine bakan bu güzel yüzü izledi, şarkının sözleriyle ona çok şey anlattı ve Göksel de onun söylediği her şeyi anladı.

Şarkı bittiğinde izleyicileri onları yine alkışladı. Gökhan karnına kadar eğilip onlara bir reverans yaptı, Göksel de ona öpücük gönderdi. Keyfi tavan yapan genç müzisyen elektro gitarını çıkarıp bej renkli akustik gitarını omzuna taktı ve yeniden mikrofon ayağına yaklaştı.

“İçimden bir ses Yavuz Çetin çalacaklarını söylüyor,” dedi Göksel yanında oturan Kerem’e bakarak. “Haksız mıyım?”

“Değilsin,” dedi Kerem. “Yavuz Çetin çalacaklar. Sondan bir önceki şarkıları.”

“Bitiyor mu?” diyen Göksel şaşırdı. “Çok kısa sürdü.”

“Aslında kısa sürmedi ama o kadar keyifli vakit geçirdik ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.”

“Büyük ihtimalle. O hâlde son iki şarkının tadını çıkaralım.”

Gökhan akustik gitarı çalmaya başladığında Göksel şarkıyı hemen tanıdı: Her Şey Biter. Son sınıf müzik öğrencileri olarak sergiledikleri son yılbaşı programı için anlamlı bir şarkıydı. Göksel, Gökhan’ın bu şarkıyı çalıp söyleyeceğini ilk kez görüyordu, bu yüzden ona iyice dikkat kesildi.

Gökhan girişi kusursuz bir şekilde çaldıktan sonra yumuşacık bir sesle şarkıya girdi. “Benimle yaşamak seni hasta ediyor / Her gün söylüyorsun,” derken bakışları salonun içinde, boş koltuklardaydı. “Her şey eskisi gibi pırıl pırıl olsun istiyorsun / Yorgun aşkımızın ayakta duracak hiç hâli yok / Neler oluyor anlamıyorum / Ama bittiğine hiç şüphe yok.”

Gökhan’ın tek başına şarkı söylediği ve akustik gitarın fondaki sakin müziği bastırdığı kıta kısmından sonra grup nakarata girdi ve Yağız’ın çaldığı elektro gitar bir anda sahneyi esir aldı.

Gökhan, “Bir gün gelir herkes kendi yoluna gider,” dedikten sonra başını onaylarcasına salladı. “Her şey nasıl başladıysa öyle biter.”

Bu şarkının sözleri Yavuz Çetin’in mezar taşında yazıyordu ve Gökhan ne zaman bu şarkıyı dinlese bu bilgi yüzünden çok durgun hissediyordu. Bir gün geliyordu ve herkes gerçekten de kendi yoluna gidiyordu, her şey nasıl başladıysa öyle bitiyordu.

Gökhan şarkıyı söylerken arkasındaki yetenekli ve donanımlı grup da onu besledi ve grup ikinci nakarat da dahil olmak üzere şarkının soloya kadar olan kısmını muhteşem bir şekilde çaldı. Solo geldiğinde sahne Yağız’ındı, genç müzisyen uzun yıllardır çaldığı elektro gitarda harikalar yaratıyor ve Çetin’in müzik dehasıyla bestelediği bu güzel soloyu en az onun kadar iyi çalıyordu. Yağız sahnede bir fırtına gibi esip gürlerken Gökhan da biraz kenara çekildi ve sahneyi arkadaşına bıraktı. Onlar soloyu çalarken, Göksel de ayağa kalkıp onların videosunu çekti.

“Herkes kendi işini yapıyor,” dedi koltukta oturan Kerem. “Bana da sizin sanatlarınız hakkında yorum yapmak düşüyor sanırım.”

“Bir Sanat Tarihi öğrencisi olarak bunu yapmak en çok senin hakkın,” dedi koltuğuna geri oturan Göksel. “Kendi adıma konuşmam gerekirse çektiğim fotoğraf ve videolar hakkında geri dönüşler almayı, insanların yorumlarını dinlemeyi çok severim.”

“İyi yorumlar alıyor olmalısın.”

“Güzel şeyler duymak elbette mutlu ediyor ama ben daha çok kendimi geliştirmemi sağlayacak kısmına odaklanıyorum.”

“Bu kısımda sana sınıftan arkadaşların ya da bu alanda bilgili kişiler yardımcı oluyor olmalı. Neticede herkes fotoğraflara bakabilir, kendisi de fotoğraflar çekebilir ama işin içine teknik girdiğinde bu ancak fotoğrafçılık hakkında bilgi sahibi kişilerin anlayacağı bir mesele.”

“Aynen, bu alandaki arkadaşlarım sağ olsun gelişmeme çok yardımcı oluyorlar.”

“Ne güzel.”

Grup şarkıyı bitirdiğinde onları yine alkışladılar.

“Teşekkür ederiz,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Artık bugünün son şarkısına geldik. Kapanış şarkısını seçmek uzun ve zorlu bir süreçti, hangi şarkıyı söyleyeceğimizi uzun uzun düşündük ve nihayetinde bir klasikte karar kıldık. Yılbaşı programımızın kapanış şarkısı Queen grubunun başyapıtı Bohemian Rhapsody. Sınıf arkadaşlarımı alkışlarınızla yerlerine almak istiyorum.”

Kerem’le Göksel onları alkışladığında bölümün diğer öğrencileri sahne arkasından çıktı ve yerlerine geçti. Bu şarkı için büyük bir koro oluşturmuş, güzel bir prodüksiyon hazırlamışlardı. Gökhan vokalistti, piyanoyu da o çalacaktı; Yağız gitaristti, diğer öğrenciler de enstrüman çalanlar ve koroda yer alanlar olarak ikiye ayrılmıştı.

Gökhan piyanonun başına geçerken diğerleri de yerlerini aldı ve perde arkasındaki Melek hocanın işaretiyle koro şarkıya girdi. Biraz sonra Gökhan piyanoyu çalmaya ve bazı yerlerde onlara eşlik etmeye başladı.

“Tüylerim diken diken oldu,” dedi Göksel kolunu ovuşturarak. “Bu parçayı hiç beklemiyordum.”

“Olağanüstü bir performans izlemek üzeresin,” dedi Kerem. “Programdaki açık ara en sevdiğim performans.”

Koro susunca Gökhan şarkının o meşhur piyano girişini yaptı ve bir süreliğine duyulan tek şey piyanonun sesi oldu. Sadece saniyeler sonra şarkıyı söylemeye de başladı. Tıpkı şarkının canlı performanslarında grubun vokalisti ve şarkının yazarı olan Freddie Mercury’nin yaptığı gibi.

Gökhan şarkıyı kusursuz bir şekilde söylüyordu. Sesinde tek bir pürüz bile yoktu. Çoğunlukla piyanoya bakmıyordu bile, zaman zaman gözlerini kapatıyor ve arada da başını çevirip salonun içine bakıyordu. Şu an salonun içinde iki seyirci vardı ama sahne alacakları gün bu salonun insanla dolup taşacağını biliyordu.

“Mama,” derken gözlerini kapattı Gökhan. “I don’t want to die / I sometimes wish I’d never been born at all.”

(Anne / Ölmek istemiyorum / Bazen hiç doğmamış olmayı diliyorum.)

Gökhan kelimenin sonunu uzatırken Yağız da gitarla şarkıya giriş yaptı. Genç müzisyen şarkının hüzünlü gitar kısmını çalarken Gökhan da piyanonun başından kalktı. Büşra Gökhan’ın yerini alırken Gökhan da sahnenin ortasına geçti.

Performansın asıl etkileyici noktası da bundan sonra başlıyordu.

Gökhan’ın muhteşem bir şarkıcı olduğuna dair hiç şüphe yoktu fakat şu an arkasında olan koro da muhteşem şarkıcılarla doluydu. Birbirinden güzel ve eğitimli sesler şarkının koro kısmında harikalar yaratırken Göksel onların videosunu çekti. Böylesine iyi bir performans kaydedilmeyi kesinlikle hak ediyordu. Genç fotoğrafçı onların birkaç fotoğrafını da çekti.

Ritim gittikçe hızlanırken şarkının meşhur yüksek notasının olduğu kısım da geldi. Bir tenor olan Gökhan için bu yüksek notaya çıkmak hiç de zor olmadı. Genç müzisyen yüksek notaya kolaylıkla çıktı ve sesini birkaç saniye bu notada başarıyla tutup olağanüstü bir performans sergiledi.

Kerem bir ıslık çalarken Yağız, basçı ve bateristten oluşan grup da şarkıya girdi. Sahnenin en ön tarafına gelen Gökhan kafasını biraz salladıktan sonra saçlarını mikrofonu tutmayan sağ eliyle arkaya doğru attı. Yüksek notayı kusursuz bir şekilde söyleyen genç müzisyenin yüzünde keyifli bir gülüş vardı.

“So you think you can stop me and spit in my eye,” derken gözünü işaret etti Gökhan. Yumruğunu öne doğru savurdu. “So you think you can love me and leave me to die.” Başını iki yana sallayan genç müzisyen arkasını dönüp sahnenin ortasına ilerledi. “Oh, baby, can’t do this to me, baby,” kısmında sağ kolunu yana doğru açtı, ardından eliyle göğsüne vurdu. “Just gotta get out, just gotta get right outta here.”

(Demek beni durdurabileceğini ve gözüme yumruğu çakabileceğini sandın / Demek beni sevebileceğini ve sonra beni ölüme terk edebileceğini sandın / Ah bebeğim, bunu bana yapamazsın bebeğim / Buradan gitmeliyim, sadece buradan gitmeliyim)

Bu satırlar da Gökhan için anlam ifade eden satırlardı. Şarkı, listelerinde olduğu ve şarkıyı vokalist olarak söyleme şansı bulduğu için mutlu hissediyordu.

Şarkının hareketli kısmı bitince şarkı yeniden durgunlaştı ve grup kapanış kısmına geçti. Büşra piyanoda, Yağız da gitarda harikalar yaratırken koro da şarkının kapanışını söylüyordu; Gökhan da mikrofonunu mikrofon ayağına taktı ve ellerini önünde birleştirdi.

“Nothing really matters,” diyen Gökhan’ın sesi tiz ve duygu dolu çıkıyordu. Yüzünde yine o hüzün ifadesi vardı. “Anyone can see / Nothing really matters / Nothing really matters to me.”

Gökhan da susunca sahne tamamen Büşra’ya kaldı. Genç kadının piyano tuşlarında gezinen usta parmakları şarkının hüzün dolu kapanışını çaldı ve saniyeler sonra Gökhan şarkının son satırını söyleyip arkadaşıyla eş zamanlı olarak şarkıyı bitirdi:

“Any way the wind blows...”

Salonun içinden alkış ve ıslık sesleri yükselmeye başladı. Bu sefer sadece Kerem’le Göksel değil, Melek hoca ve öğrenciler de alkışlıyordu. Onlara Büşra ve Gökhan da katıldı.

“Muhteşemsiniz, muhteşem!” diye bağırdı Melek hoca. “İnanılmaz bir performanstı. Hepinizin eline, ağzına ve en çok da yüreğine sağlık. Harikasınız gençler.”

“Melek hocam haklı,” dedi Gökhan. “Hepimiz muhteşem bir iş çıkardık. Yüreğinize sağlık arkadaşlar. Siz de isterseniz ve Göksel de kabul ederse hep birlikte bir hatıra fotoğrafı çekelim.”

“Lafı ağzımdan aldın,” dedi sahnenin aşağısında duran Göksel. “Bu olağanüstü müzisyenlerin fotoğrafını çekmeyi çok isterim.”

Herkes kabul etti ve birbirine yaklaştı. Sahneden biraz uzaklaşan Göksel de açı ayarlarını yaptı.

“Gülümseyin,” dedi genç fotoğrafçı. “Garanti olsun diye birkaç tane çekeceğim, hiç bozmayın.”

Hepsi gülümsediğinde Göksel onların fotoğraflarını çekti.

“Tamamdır,” dedi Göksel. “Fotoğrafı akşama Gökhan’a gönderirim, o da sizlere ulaştırır. Bu arada hepinizin yüreğine sağlık, muhteşemdiniz.”

Birkaç tane öğrenci gülümseyerek ona teşekkür etti.

“Fotoğraflara bakabilir miyim?” diye sordu dizlerini kırarak yere çöken Gökhan. “Sevgilin olduğuma göre benim önceden görme hakkım vardır diye düşünüyorum.”

“Hım, düşünmem lazım,” dedi sahnenin aşağısında duran Göksel. “Önce görmek arkadaşlarına haksızlık olmaz mı?”

“Bence olmaz.”

“Ya bence olursa?”

“Bence sence de olmaz, olmasın yani.”

“Beni öpersen fikrim değişebilir.”

“Dudaktan mı? Burada mı? Bana göre hiç sıkıntı yok ama sen utanmaz mısın?”

“Öpersen görürsün.”

“Bak sen,” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Benim küçük civcivime cesaret gelmiş.”

“Çok iyi performans sergiledin ve beni çok etkiledin. Seni bayağı bir öpesim var.”

“Bu dediklerinden sonra seni öpersem senden ayrılmam çok zor olur, bence bunu erteleyelim.”

Göksel ona uzanıp erkek arkadaşının dudaklarına hızlı bir öpücük kondurdu. Onun bu hareketinden sonra onlara bakan İpek bakışlarını kaçırdı.

“O zamana kadar bununla idare edebiliriz,” dedi onun gözlerinin içine bakan Göksel. “Seni seviyorum. Performansın harikaydı.”

“Teşekkür ederim bal peteğim,” diyen Gökhan gülümsüyordu. Genç adam dudaklarını yaladı. “İlk fırsatta devamını getireceğimden şüphen olmasın.”

“Hiç yok.”

Sahnenin kenarından ayrılan Gökhan arkadaşlarının yanına gitti.

“Sahne hâkimiyetin çok iyi Gökhan,” dedi Melek hoca. “Birkaç provadan sonra buralarda fırtına estireceğine eminim.”

“Sağ olun hocam,” dedi Gökhan. “Burada yapacağımız provalardan sonra hepimiz tam anlamıyla kusursuz bir iş çıkaracağız.”

Melek hoca başka öğrencilerin yanına gidince Yağız, Gökhan’a yaklaştı.

“Ne şov yaptın be!” dedi Yağız omzuyla onu dürterek. “Artist. Amacına da ulaşmış gibisin, Göksel’in gözleri parlıyor.”

“Ne şovu be oğlum?” dedi Gökhan gülerek. “Ben sadece en sevdiğim işi her zamanki tutkumla yaptım. Göksel yokken iyi iş çıkarmadığımı mı söylüyorsun yoksa?”

“Aslında demek istemezdim ama madem konusunu açtın, Göksel varken de pek iyi iş çıkardığın söylenemez.”

“Hassiktir oradan.”

Yağız bir kahkaha patlattığında Göksel ve Kerem de dahil olmak üzere birkaç kişi ona baktı. Genç adamın o kadar gür ve içten bir kahkahası vardı ki çevresinde olan çoğu kişinin dikkatini çekiyordu.

“Bu küfre çok hazırlıksız yakalandım,” dedi Yağız sırıtmaya devam ederken. “Ne güzel sövdün öyle.”

“Tadı damağında kaldı galiba?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “İstersen daha yaratıcı şeyler bulabilirim.”

“Aa çok ayıp, kız arkadaşının önünde küfretmeyeceksin herhâlde? Göksel, ‘Ben nasıl biriyle birlikteyim?’ demesin sonra.”

“Doğru, Göksel,” diyen Gökhan Göksel’e baktı. Genç kadının fotoğraf makinesiyle uğraştığını görünce rahat bir nefes aldı. “Oh, makinesiyle uğraşıyor. Sen bana bir daha küfrettirmeden toz ol.”

“Seni uyuz etmeye bayılıyorum ya. Valla terapi gibi.”

“Si— Hayır hayır, sövmeyeceğim. Bu sefer değil.”

Yağız gülerken Gökhan başını iki yana salladı.

“Fotoğraflara bakabilir miyim?” diye sordu Kerem.

“Tabii,” diyen Göksel başını makineden kaldırdı. “Ben de onlara bakıyordum. İlk fotoğrafı açayım da sen de bakarsın.”

Göksel kamerayı ona uzattığında Kerem aldı ve fotoğrafları incelemeye başladı. Kerem’in fotoğraf makinelerini biraz bildiği belliydi, Göksel bu yüzden hiç karışmadı.

Gökhan birkaç dakika boyunca arkadaşlarıyla konuştu, ardından sahneden inip Göksellerin yanına ilerledi.

“Büşra’yla İpek yine prova yapacak,” dedi genç adam. “Biz de grupla yine prova yapacağız ama öncesinde yanınıza uğrayayım dedim. Nasıl gidiyor? Keyif alıyor musunuz?”

“Harika vakit geçiriyoruz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bir sürü fotoğraf ve video çektim, hepsini atarım.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum. Kerem senden ne haber?”

“Göksel haklı,” dedi Kerem ona hak vererek. “Çok iyi vakit geçiriyoruz.”

“Bunu duyduğuma sevindim. Diyorum ki Kerem ikimizi çeksin, ne dersin balım?”

“Nerede?” diye sordu Göksel. “Sahne dolu, burada mı çekileceğiz?”

“Sahnenin ucuna oturabiliriz,” dedi Gökhan arkasını dönüp sahneye bakarak. “Güzel bir arka plan olabilir.”

“Bana uyar. Kerem bizi çeker misin?”

“Memnuniyetle,” dedi Kerem gülümseyerek. “Göksel’in çektiği fotoğrafların yanından geçemem ama elimden gelenin en iyisini yaparım.”

“Estağfurullah. Önemli olan hatıra biriktirmek, gündelik hayatta gerisinin pek de bir önemi yok.”

“Yine konuştu benim mütevazı sevgilim,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “Hadi birkaç poz verelim.”

Göksel’le Gökhan sahnenin ucuna oturunca Kerem de onların karşısına geçti ve birkaç tatlı poz veren çiftin fotoğraflarını çekti. Bir fotoğrafta Gökhan kolunu Göksel’in omzuna attı, diğerinde beline sardı; birinde Göksel başını onun omzuna yasladı, sonuncusunda da yanaklarını birbirine yasladılar.

“Çok tatlı çıktınız,” dedi kamerayı indiren Kerem. “Siz de bir bakın bakalım.”

Göksel’le Gökhan da fotoğrafları beğendi.

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel. “Çok iyi çekmişsin.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan da. “Çevremde iyi fotoğraf çeken ne çok kişi varmış böyle.”

“Ne sandın?” dedi Kerem gülerek. “Rica ederim gençler.”

Gökhanlar bir buçuk saat daha prova yaptıktan sonra günü bitirdiler. Okul çıkışı direkt buraya geldikleri için dinlenmeye fırsat bulamamışlardı ve provayla beraber iyiden iyiye yorulmuşlardı; Melek hoca da onları çok zorlamadan provayı bitirdi.

Gitarlarını alan Gökhan’la Yağız sahneden inip Kerem’le Göksel’in yanına ilerledi.

“Merhabalar,” diyen Gökhan, Göksel’in yanağını öptü. “Zamanınız nasıl geçti? Umarım sıkılmadınız.”

“Sıkılmak mı?” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Hayatımda geçirdiğim en keyifli birkaç saatten biriydi.”

“Göksel’e katılıyorum,” dedi Kerem ona hak vererek. “Çok iyi vakit geçirdik, çok da keyifli sohbet ettik.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” deyip gülümsedi Gökhan. “Şimdi ne yapalım? Biz açız, siz de açsanız yemek yemeye gidebiliriz.”

“Ben de acıktım.”

“Ya sen hayatım?” dedi Gökhan, Göksel’e bakarak. “Aç mısın?”

“Çok değil ama açım,” dedi Göksel. “Nereye gidelim?”

“Doğma büyüme Fatihli olan sensin, sen seç.”

“Hım,” dedi Göksel kelimenin sonunu uzatarak. “Güzel bir yer biliyorum, buraya da çok yakın. Arabamla geçeriz, ne dersiniz beyler?”

“Anlaşılan bugün de Göksel Turizm’i deneyeceğiz,” dedi Yağız. “Yağız Turizm’i denedik, Kerem Turizm’i denedik, sıra Göksel Turizm’de. Bir tek Gökhan Turizm kaldı. Şu ehliyeti ne zaman alacaksın be oğlum?”

“Sen onu daha çok beklersin,” diyen Gökhan arkadaşının omzuna dokundu. “Okul bitecek de, ben iyi para kazanmaya başlayacağım da, kursa yazılacağım da, sınava gireceğim de, ehliyeti alacağım da sürecek arabayı bulacağım da ohoo! Ölme eşeğim ölme. Tüm bunlar gerçekleşene kadar sen müstakbel eşinle tanışır, evlenir, iki de çocuk yaparsın; benden söylemesi.”

Gruptan kahkaha sesleri yükseldi.

“Deli ya,” diyen Göksel başını onun omzuna yasladı. “Ama haklılık payın var, özellikle de sürecek araba bulma konusunda. Malum araba fiyatları öyle bir hâle gelmiş durumda ki araba mı yoksa özel jet mi alıyoruz belli değil.”

“Yarama tuz basma,” dedi Gökhan iç çekerek. “Çocukken büyüdüğümde ev, araba sahibi olacağımı düşünüyordum; şu an istediğim müzik ekipmanlarını bile alamıyorum. Neyse canım, moral bozmaya gerek yok. Bizi nereye götüreceksin?”

“Sürpriz olsun,” dedi Göksel. “İşiniz bittiyse çıkalım.”

Gökhan’la Yağız arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra dörtlü salondan ayrıldı. Yağız’la Kerem önde sohbet ederek yürürken Göksel’le Gökhan da onların arkasında el ele yürüyordu.

“Çok güzel fotoğraflarını çektim,” dedi Göksel ona bakarak. “Aralarında hesabına atmak isteyeceklerin olabilir.”

“Hesabımdaki son fotoğrafların hepsi senin çektiklerin,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Sayende amatör fotoğraflardan profesyonel fotoğraflara çok hızlı ve keskin bir geçiş yaptım. Hesabımda imzan olmasını seviyorum.”

“Sen ne güzel konuşuyorsun böyle,” dedi Göksel gülerek. Onun yanağını öpmek için ona uzandı fakat Gökhan yüzünü dönünce dudaktan öpüştüler. “Açıkçası ben de hesabındaki son fotoğrafların benim çektiklerim olmasını çok seviyorum.”

“Bugün Kerem’in çektiği fotoğrafları çok beğendim, bir tanesini gönderi olarak atacağım.”

“Cidden mi?”

“Cidden.”

“Hikayene attın ama ilk defa gönderi olarak paylaşacaksın.”

“Her şeyin bir ilki vardır.”

“Açıklamaya ne yazacaksın? Dur tahmin edeyim: Bal peteği?”

“Peteğim,” diye düzeltti Gökhan. “Sondaki m önemli.”

“Düştüm,” dedi Göksel. “Hem de çok fena düştüm.”

“Tuttum,” diyen Gökhan onu kendine çekti ve kolunu beline sardı. “Hep tutarım.”

“Ben de seni hep severim.”

“Sever misin sahiden?”

“Severim.”

“Bunu bilmek de beni hep mutlu eder. Ben de seni hep severim.”

Öpüştüler.

“Havada aşk kokusu var,” dedi Yağız başını kaldırıp derin bir nefes alırken. “Atmosferi sarmış durumda, öyle ki azottan bile daha fazla miktarda.”

Onun biraz arkasından yürüyen Gökhan’la Göksel gülüştü, bir adım öne çıkan Gökhan yavaşça onun omzuna vurdu.

“Senin yok diye kıskanma,” dedi Gökhan. “Çalış senin de olur.”

“Yok, kalsın. Siz çok tatlı bir çiftsiniz ama aşk genelde sizin aranızdaki kadar tatlı bir olay değil, özellikle bu devirde. Yalnızlık kafa rahatlığı demek.”

“Bu konuda haklısın,” dedi Göksel. Gökhan’a baktı. “Ama doğru insanın ne zaman, nerede, ne şekilde karşına çıkacağı hiç belli olmuyor.”

Gökhan gülümseyerek ona uzandı ve onun yanağını öptü.

“Neyse ki beraberiz,” dedi Kerem, Yağız’a. “Çiftimiz birbiriyle çok meşgul, biz de ikimiz sohbet ederiz.”

“Sen bunların yanında hiç yalnız kalmadın tabii,” diyen Yağız, onun omzuna kolunu attı. “Tanışma buluşmamızda yalnızdım, PES atmaya gittiğimizde yalnızdım ama fena biri olduğum için ikisi ne zaman birbirine odaklansa hemen dikkatlerini dağıtıp benimle de ilgilenmelerini sağladım. Eğer susup oturursan bunlar yüzüne bile bakmaz. Benden sana bir dost tavsiyesi.”

“Aşk olsun,” dedi Göksel. “Ne zaman yüzüne bakmadık? Hep beraber sohbet ettik, eğlendik.”

“Arada dalıp gittiniz ama ben duruma hemen el attım. Sizin gözleriniz aşktan kör olduğu için fark edemiyorsunuz ama bazen ortamdan tamamen soyutlanıp birbirinize odaklanıyorsunuz.”

“O zaman bundan sonra daha dikkatli oluruz, değil mi hayatım?”

“Olalım bakalım,” dedi Gökhan. “Bebeler ağlamasın.”

Yağız onun kafasına bir tane yapıştırdı.

“Yağız!” dedi Göksel uyarı dolu bir sesle. Onun vurduğu yere dokundu. “Düşmana vurur gibi vurdun resmen. Çok acıdı mı bir tanem?”

“Çok acıyor,” dedi Gökhan dudaklarını büzerek. “Öp de geçsin.”

Göksel onun şakağını öptü.

“İşte tam olarak bundan bahsediyorum,” dedi Yağız, Kerem’e dönerek. “Şimdi biz ses edene kadar tamamen birbirlerine odaklı kalacaklar.”

“Sen de sağlam vurdun,” dedi Kerem. “Canı harbiden yanmıştır.”

“Lan,” dedi Yağız, Gökhan’a bakıp. “İç kanama geçirme ihtimalin var mı?”

“Sanmam,” dedi Gökhan. “Ama beyin travması geçiriyor olabilirim.”

“İyi, ölmeyeceksin. Sıkıntı yok.”

“Kalleş pezevenk seni. Göksel kusura bakma hayatım ama bu herife sövmem gerekiyordu.”

“Herif mi? Yok şahsiyet deseydin bir de.”

“Sende olmayan bir şeyi sana söyleyemem.”

Kerem bir ıslık çalarken Göksel de gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

“Ben direkt varoluş travması geçiriyorum şu an,” dedi Yağız. “Hiç acımadın şerefsiz.”

“Hak ettin,” dedi Gökhan. Ona elini uzattı. “Ödeştik sayalım mı?”

“Sen 2-1 öne geçtin gibi ama sayalım hadi,” diyen Yağız onun elini sıktı. “Ödeştik.”

“Sizin maksimum atışma süreniz de bu kadar işte,” dedi Göksel. Gökhan’ın koluna girdi. “Anlaştığınızı duyduğuma sevindim.”

Göksel’in arabasına binen dörtlü yemek yiyecekleri yere geçti.

“Burayı biliyorum,” dedi Kerem. “Güzel bir yer, birkaç kez geldim.”

“Doğma büyüme Fatihli biri olarak buralar benden sorulur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hadi içeri geçelim.”

Masada Gökhan’la Göksel yan yana, Kerem’le de Yağız yan yana oturdu. En sevdiği üç insanla bir arada olan Gökhan grubun en neşeli üyesiydi. Biricik dostlarını ve kız arkadaşını bir arada görmekten çok hoşlanmıştı.

Biraz fikir alışverişinde bulunduktan sonra hepsi ne yiyeceğinde karar kıldı ve siparişlerini verdi.

“Karnım kazınıyor,” dedi Gökhan. “Sahne almak insanı inanılmaz acıktırıyor.”

“Al benden de o kadar,” diye ona katıldı Yağız. “Hem acıktım hem de yoruldum. Yemeği yiyelim de ufaktan kaçalım. Tabii siz çifte kumrular ayrılmak istemeyebilirsiniz, olmadı biz Kerem’le döneriz.”

“Biz hiçbir zaman ayrılmak istemiyoruz ama mecburen ayrılıyoruz.”

“Doğru,” diyen Göksel gülümsüyordu. “Sizin için yorucu bir gündü, dinlenmek ikinizin de hakkı. Sık sık görüşüyoruz zaten, bir şey olmaz.”

“İşte benim anlayışlı sevgilim,” deyip onun yanağını öptü Gökhan. “Tatlıyı yemekten önce yemiş oldum ama yapacak bir şey yok.”

“Asıl tatlı olan şey sensin.”

Göksel’le Gökhan birbirine iyice yaklaşıp konuşurken Kerem de Yağız’a döndü.

“Haklıymışsın,” dedi başını sallayarak. “İkisi de birbiriyle çok meşgul.”

“Bir bildiğim var da konuşuyorum,” dedi Yağız da ona bakarak. “Şimdi yemek gelene kadar cilveleşip dururlar. Birkaç gündür görüşmüyorlardı, hasret gidersinler.”

“Gençlere saygı duyalım.”

“Ah şu zamane gençleri,” diyen Yağız başını iki yana salladı. “Gençlik bitmiş, yazıklar olsun.”

Gülüştüler.

“Valla ben hiç yadırgamıyorum,” dedi Kerem. “Çünkü sevince benim içimden de bir Gökhan çıkıyor. Ben de romantik ve ince ruhlu biriyim.”

“Zamanında benim de içimden çıktı,” deyip iç çekti Yağız. “Sonra verdiğim fazla değer bana fazla nankörlük olarak geri döndü ve son.”

Yağız’ın son ilişkisi lise son sınıfın başında başlamıştı. Başlarda her şey çok güzeldi, kız arkadaşıyla birbirlerini çok seviyorlardı ve beraber harika vakit geçiriyorlardı. Sınav senelerinde olmalarına rağmen sınavlarına çalışacak vakti de birbirlerine ayıracak vakti de buluyorlardı ve bu zorlu süreçte birbirlerine destek oluyorlardı. Yağız konservatuvarı, kız da başka bir şehirde istediği bölümü kazanınca ayrı düşmüşlerdi ve ilişkilerindeki kırılma noktası da bundan sonra başlamıştı. Üniversitenin ilk zamanları bir şekilde yürütmüşlerdi ama sonrasında tartışmalar, kavgalar başlamış ve zamanla bir çığ gibi büyümüştü. En nihayetinde ilk senenin ikinci döneminde çift ayrılmış ve bir daha herhangi bir şekilde iletişime geçmemişti. Bundan sonra Yağız ikinci sınıfın güz dönemi bir kızla tanışmış, bir süre de flört etmişti ama hâlâ ayrılığı tam olarak atlatamadığını fark edip o kızla iletişimi kesmişti ve o zamandan beri hayatında hiç kimse yoktu. Genç adam bu ayrılığı atlatalı, önüne bakalı çok oluyordu ama yeni birileriyle tanışmayı istemiyordu. Şu an önceliği okuluydu, en büyük hedefi bu seneyi de başarıyla bitirip yazın mezun olmaktı.

“Nankörlük insanın hamurunda var,” dedi Kerem. “Doğru kişiyle tanışmak gerçekten zor, bunu doğru zamanda yapmak daha da zor. Göksel’le Gökhan bu ikisini birden başaran çiftlerden biri.”

“Çok tatlılar,” dedi Yağız gülümseyerek onlara bakıp. “Gökhan’ın Göksel’i ne kadar sevdiğini en iyi bilen kişiyim, Göksel de Gökhan’ı çok seviyor ve ona her anlamda çok iyi geliyor. Gökhan onunla tanıştıktan sonra daha neşeli, daha mutlu birine dönüştü.”

“Dostunu mutlu görmekten iyisi yok.”

“Kesinlikle öyle. Dostum mutluysa ben daha mutluyum.”

“Aynen öyle.”

Yumruklarını tokuşturdular.

Dakikalar sonra siparişleri peş peşe geldi ve masa bir anda yemeklerle, içeceklerle doldu.

“Kolamı en yakın dostlarımla ve biricik sevgilimle yiyeceğim ilk akşam yemeğine kaldıracağım,” dedi Gökhan bardağını kaldırarak. “En sevdiğim üç insanla bir arada olmak çok güzel. Bugün hep beraber burada olduğumuz için çok mutluyum. Var olun.”

“Bak bak, ortamı nasıl da duygusallaştırıyor,” dedi Yağız. Gülümsedi. “Adamsın lan. Sen de var ol.”

Dördü birden bardaklarını tokuşturdu ve yemeklerini yemeye başladı. Yemek bol sohbetli geçti. Fotoğraftan, müzikten, sanattan konuştular; okuldan, İstanbul’dan, sosyal hayatlarından bahsettiler. Ortamda Gökhan’dan sonra en mutlu olan kişi Göksel’di, genç kadın sevgilisinin en yakın arkadaşlarıyla aynı masada oturmaktan ve onlarla sohbet etmekten son derece memnundu. Yağız’ı zaten tanıyor ve seviyordu, bugün tanıştığı Kerem’i de sevdi. Genç adam akıllı, kültürlü ve pek çok konuda bilgili biriydi; Göksel onunla sohbet etmekten büyük keyif aldı.

Bir insanın sahip olduğu arkadaşlar insanın kendisi hakkında çok şey söylerdi, Gökhan’ın arkadaşları da onun bir yansımasıydı. Genç müzisyenin tıpkı kendisi gibi eğitimli, belli bir bilgi ve kültür birikimine sahip, aklı başında arkadaşları vardı.

“Karnım doyduğu için çok mutluyum,” dedi Yağız arkasına yaslanıp karnını ovalayarak. “Yemek de çok lezzetliydi. Bizi buraya getirdiğiniz için teşekkürler Göksel Hanım.”

“Rica ederim Yağız Bey,” dedi Göksel gülümseyerek. “Afiyet olsun. Lafı bile olmaz.”

“Yemek yemek muhteşem bir şey değil mi ya? Bayılıyorum. Beni bu kadar mutlu eden diğer şeyler müzik ve oyun oynamak, yemek de üçüncü sırada geliyor.”

“Obur,” dedi Gökhan ona bakarak. “Dünyaları yiyorsun ama o kadar hareketlisin ki yediğini de yakıyorsun.”

“Bu yaz yüzerek de iyi kas yaptım, vücudumu güzel şekle soktum.”

“İyisin iyi.”

“Eyvallah. Kalkalım mı? Yemekten sonra bana fena bir ağırlık çöker, o çökmeden eve gitsek iyi olacak.”

“Tamam, kalkalım. Kerem de okuldaydı zaten, yorulmuştur.”

“Yoruldum gerçekten,” dedi Kerem. “Üstelik benim yolum sizden daha da uzun.”

“Karşıya hep beraber geçeriz, metrodan sonra dağılırız.”

“İyi fikir.”

Ayaklandılar.

“Bugün bendensin,” dedi Göksel, erkek arkadaşına dönüp.

“İyi bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Kesene bereket, teşekkür ederim.”

“Afiyet bal şeker olsun.”

Hesabı ödedikten sonra işletmeden ayrıldılar. Göksel, Kerem ve Yağız’la işletmenin önünde vedalaştı.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Kerem,” dedi Göksel. “Asıl gösteride de olursun diye düşünüyorum, o zaman tekrardan görüşürüz.”

“Orada olacağım,” dedi Kerem onaylayarak. “Ben de tanıştığıma çok memnun oldum. Kendine çok iyi bak, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak.”

Birbirlerine gülümseyen ikili tokalaştı. Ardından Göksel, Yağız’a döndü.

“Sen de kendine ve Gökhan’a iyi bak,” dedi Göksel. “Görüşürüz.”

“Sen o kısmı hiç merak etme,” diyen Yağız gülümsediğinde ufak gözleri iyice kısıldı. “Görüşürüz Gök, sen de kendine iyi bak.”

Göksel onunla da tokalaştı.

“O zaman biz ileride bekliyoruz,” dedi Yağız, Gökhan’a bakarak. “Sen de gelirsin.”

“Tamam kardeşim,” dedi Gökhan. “Hemen geliyorum.”

Yağız’la Kerem birkaç metre ilerlediler.

“Bugün yanımda olman benim için çok kıymetliydi,” dedi Gökhan kız arkadaşına dönüp. “Sahnedeyken hemen karşımda seni görmek, en sevdiğim şeyi en sevdiğim insanın gözlerinin içine bakarak yapmak çok güzel.”

“Asıl gösteriyi sabırsızlıkla bekliyorum,” dedi Göksel ona iyice yaklaşarak. “O gün de bugün olduğu gibi en sevdiğim şeyi yapacak ve buna en sevdiğim insanı dahil edeceğim: Senin fotoğraflarını çekeceğim.”

Öpüştüler ve birbirlerinin dudaklarına hızlı bir buse kondurmak yerine öpüşmeye birkaç saniye devam ettiler.

“Söylediğim şarkıların çoğu benim için hatırası olan ama eskisi gibi acıtmayan şarkılardı,” dedi Gökhan. Onun ellerini tutuyordu. “Bugün onları sana bakarak söylerken ise mutlu hissettim. Geçmişimin sayfalarını yırtıp atmadın, sen bana yepyeni bir defter verdin Göksel. Tüm sayfaları bembeyaz olan ve her sayfasında birbirinden güzel satırlar yazan bir defter.”

“O hâlde hak ettiğin defteri vermişim demektir,” dedi Göksel. Başını eğip alnını onun dudaklarına yasladığında Gökhan onun alnını öptü. “Bu arada haftaya doğum günümde beraberiz değil mi?”

“Doğum günün haftaya mı?” dedi Gökhan büyük bir şaşkınlıkla. “Doğru ya, tamamen unutmuşum. O gün işte olacağım, ancak akşama görüşebiliriz.”

“Hiç iyi yalan söyleyemiyorsun,” dedi Göksel gülerek. “Kafanda bir kutlama planı olduğundan ve hediyemi de çoktan hazırladığından eminim.”

“Çok da beklentiye girme derim.”

“Tamam o zaman; ben de gündüz arkadaşlarımla, akşam da ailemle kutlarım. Sen de çalışırsın.”

“Tüh tüh,” dedi Gökhan sahte bir üzüntüyle. “Başka sefere artık, seneye bakarız.”

“Aynen, şansımıza küselim.”

İkisi de gülmemek için kendini zorladı.

“O zaman ben kaçtım,” dedi Gökhan. “Arabayı dikkatli kullan ve eve geçince de haber ver lütfen.”

“Tamam, sen de yazarsın.”

“Yazarım. Seni seviyorum, görüşmek üzere bal peteğim.”

“Ben de seni seviyorum, görüşürüz sevgilim benim.”

Yeniden öpüştüler ama bu küçük bir buseden ibaret kaldı. Gökhan arkadaşlarının yanına yürürken Göksel de araca ilerledi.

“Romeo’muz da aramıza katıldığına göre gidebiliriz,” dedi Yağız. “Juliet’inden ayrılman yine çok zor oldu.”

“Ayrılmak falan demezsek sevinirim,” dedi Gökhan. “Doğum gününden konu açıldı, ben de unutmuşum gibi davrandım. Tabii ki yemedi ama salağa yatmak konusunda ısrarlı davrandım.”

“Yemez tabii, kız seni tanımıyor mu sanki? Kaç gündür plan program yapıyorsun, her şeyi günler öncesinden hallettin.”

“Hallederim. Sürpriz kutlama hazır, hediyelerim de hazır. Sabırsızlıkla 6 Aralık’ı bekliyorum.”

“Her şeyi hallettin mi?” diye sordu Kerem. Onun da bu sürprizden haberi vardı. “Valla helal olsun.”

“Evelallah,” dedi Gökhan göğsünü kabartarak. “Her şey tamam, şimdi mahkûm gibi gün sayıyorum.”

Gülüştüler.

“Birlikte kutlayacağınız ilk doğum günü,” dedi Kerem. “Bu o günü daha da özel yapıyor. Senin doğum gününde de tanışıyordunuz ama o gün bizimleydin.”

“Mesaj atıp kutlamıştı,” diyen Gökhan o günü hatırladı ve gülümsedi. “Doğum günlerinden çok kısa bahsetmiştik ama unutmamıştı. Her hareketiyle beni etkilediği dönemlerdi.”

“Sonra Romeo’ya dönüştün zaten,” dedi Yağız. Ona anlamlı bir gülümseme gönderdi. “Bir hayali karakter olsaydın kesinlikle Romeo olurdun.”

“Hiç de bile,” diye karşı çıktı Gökhan. “Bir hayali karakter olsaydım yine Gökhan Uygur olurdum. En büyük tutkusu müzik olan, müzik için ailesini bile arkasında bırakan ve İstanbul’a gelip kendisine yepyeni ve güzel insanlarla dolu bir hayat kuran Gökhan Uygur olurdum. Okuyunca bazı kısımlarında insanın yüreğini burksa da çoğunlukla gülümseten bir öyküm olurdu.”

“Vay!” diyen Yağız kelimeyi uzatarak söyledi. “Severek okuyacağım bir öykü olurdu.”

“Benim de,” dedi Kerem. “Acı tatlı bir öykü olurdu, tıpkı hayat gibi.”

“Acımazsızsın, isyankârsın,” diye şarkı söylemeye başladı Yağız. Gökhan’la Kerem gülüştü. “Vefasızsın riyakârsın / Hem günahsız hem günahkârsın hayat gibi.”

Gökhan gülerek arkadaşının omzuna kolunu atarken, “Senin ciddi kalman süren de işte bu kadar,” dedi. “Ama konuşmaya cuk oturan bir şarkı olduğunu kabul etmeliyim.”

“Her konuya uygun şarkı bulabilirim,” diyen Yağız da güldü. “Kerem hayat gibi deyince hemen şarkıya girdim.”

“Aklımın ucundan bile geçmemişti,” dedi Kerem başını eğip Gökhan’ın önünden ona bakarak. “Sen şarkıya girince çok hazırlıksız yakalandım.”

“Adamı işte böyle hazırlıksız yakalarım.”

Gülerek sohbet eden üçlü arkadaş grubu Marmaray istasyonuna doğru yürümeye devam etti.

***

Günlerden 4 Aralık’tı. Yeni yaşına girmeden önce uzun zamandır aklında olan bir şeyi gerçekleştirmek isteyen Göksel, bir süredir Gökhan’ın dövme sanatçısı arkadaşı Çağlar’la iletişim hâlindeydi. Çağlar, söylediği fotoğraf makinesi tasarımını yazın Göksel’e göndermişti fakat Göksel o dönem cesaret edemeyip yaptıramamıştı fakat aradan geçen birkaç ayın ardından dövme yaptırmayı kafasına koymuş ve Çağlar’la iletişime geçmişti. İkili beraber dövmenin üzerinde çalışmış ve dövmeye son hâlini beraber vermişti. Göksel etrafından film şeridi geçen fotoğraf makinesini kolunun iç kısmına yaptırmak üzereydi.

Göksel akşamüzeri Gökhan’ı aradı.

“Bal peteğim,” dedi Gökhan’ın neşeli sesi. “Nasılsın?”

“İyiyim, sen nasılsın?” diye sordu Göksel. “Bu ne enerji böyle? Sesinden fışkırıyor.”

“Söz konusu sen olunca enerjik olmamam mümkün mü? Yüzünü görünce, sesini duyunca hatta seni düşününce bile enerjiyle dolup taşıyorum.”

“Bak sen,” dedi Göksel keyifli bir sesle. “Ben de öyleyim. O zaman yarın görüşeceğimizi söyleyeyim de enerjin iyice yükselsin.”

“Yarın mı?” diyen Gökhan şaşırdı. “Bir planımız vardı da ben mi unuttum?”

“Artık var. Yarın okul çıkışında Caferağa’da buluşuyoruz.”

“Canıma minnet ama neden?”

“Birbirimizi görmemiz için bir neden mi olması gerek?”

“Elbette hayır ama daha önce hiç böyle bir şey yapmadığın için hâliyle şaşırdım.”

“Her şeyin bir ilki vardır, derler. Yarın Kadıköy’de görüşelim.”

“Kafamda aşırı soru işareti var ama dediğin gibi olsun, görüşelim. Bir dakika, yoksa salı günü çalışıyorum diye kendine erken doğum günü kutlaması mı hazırladın?”

Göksel kahkaha attı. “Tabii ki hayır,” dedi. “Bu işi sen hallettin. Yine inkâr edeceksin, et ama ben senin ciğerini biliyorum.”

“Nasılmış ciğerim?” diye sordu Gökhan sırıtarak.

“Sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıkların olmadığına ve ideal kilo aralığında olduğuna göre epey sağlıklı olmalı.”

Gökhan bir kahkaha patlattığında Göksel de kıkırdadı.

“Haklısın,” dedi Gökhan az sonra. “Taş gibiyim, maşallahım var. Peki kalbimi de bilir misin? Hani senin ev sahibi olduğun kalbimi?”

“Bilmez miyim?” dedi Göksel genişçe gülümseyerek. “Onu ciğerinden de iyi biliyorum. Ne kadar sevgi dolu, nazik, kocaman ve bir o kadar da hassas olduğunu en iyi ben biliyorum.”

“Ve ona çok iyi bakıyorsun.”

“Bakarım.”

“Kızım var ya ben sana çok fena âşığım. Bak, öyle böyle değil. Aşkından ölürüm kafasında falan değilim, aksine sana o kadar âşığım ki seni her zaman sevmek için bu korkunç dünyada sonsuza kadar yaşayabilirim. Şu an o kadar yükseldim ki yanımda olsaydın seni dakikalarca öperdim.”

“Sen ne güzel şeyler söylüyorsun böyle,” diyen Göksel hem duygulanmış hem de çok sevinmişti. “Ben de sana çok âşığım, bu korkunç dünyayı varlığınla güzelleştirmene ve izini bıraktığın her şeyi değerli kılmana çok âşığım. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum. Yarın olsun da seni doya doya öpeyim.”

“Ben de seni doya doya öpeceğim.”

“Yarını artık iple değil, çekiciyle falan çekiyorum.”

Gülüştüler.

“Kaçta buluşalım?” diye sordu Gökhan.

“Ben okuldan çıkar çıkmaz karşıya geçerim,” dedi Göksel. “Sen de okuldan çıkıp Kadıköy’e gelirsin. Akşamüzerine denk gelir, beş falan.”

“Aynen, o zaman yarın akşam beraberiz?”

“Yarın akşam beraberiz.”

“Bugün nasıldı? Neler yaptın?”

“Tüm gün evde fotoğraflarla uğraştım, eski fotoğraflara baktım falan. Senin günün nasıldı?”

“Ben de üçe kadar işteydim, sonra eve geçtim. Hafta sonu Araslar ailecek şehir dışındaydı, bu yüzden bu hafta ders yapamadık.”

“Anladım. Aslında senin için iyi olmuş, biraz dinlenirsin.”

“Aynen, hemen eve geçip yatağıma uzandım. Bu akşam yemeği de Yağız yapıyor, keyfime diyecek yok.”

“Ne güzel, pazar modunu sonundan da olsa yakalamışsın.”

“Öyle oldu. Haftaya biraz da olsa dinlenerek başlayacağım, yarın da seni görüp enerji depolaması yapacağım.”

“Ben de öyle. Yeni yaşımın yeni haftasına seninle girmek çok güzel olacak.”

“Yeni yaşının yeni haftası cidden,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Yeni yaşının her anına şahitlik edeceğim için çok mutluyum.”

“Her anında olacaksın.”

“Olacağım en güzel yer senin hayatın.”

“Sen bugün ne kadar romantiksin böyle.”

“Ben her zaman romantiğim ama bugün daha bir romantiğim, rica ederim.”

“Sen anladın işte.”

“Anlarım, hep anlarım.”

“Bir tek sen anlarsın.”

“Güzel şarkı,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ve doğru, bir tek ben anlarım.”

“Bana şarkı söylesene. Ne istersen.”

Birkaç saniye düşünen Gökhan’ın aklına hemen bir şarkı geldi: Yaşlı Amca grubunun Yakamoz Güzeli şarkısı. Bu şarkıyı keşfedeli biraz oluyordu ve ilk andan beri Göksel’i düşünüyordu.

“Sıcak bir aralık gecesi,” diye şarkıyı söylemeye başladı Gökhan. Şarkıyı hemen tanıyan Göksel gülümsedi. “Islatır yanmış tenimi / Yaklaşır o güzel bedeni / Kendisi yakamoz güzeli.”

Yaşlı Amca demek,” dedi Göksel anlamlı bir sesle. “Ağzına sağlık. Kulaklarımın pası silindi.”

“Senin için şarkı söylemek benim için büyük bir zevk,” dedi Gökhan. “Ne zaman istersen söylerim.”

“Seni dinlemek de benim için büyük bir zevk. Böylesine güçlü, kadife gibi yumuşak ama aynı zamanda bıçak gibi keskin ve eğitimli bir sesi dinlemek çok güzel. Gerçek anlamda bülbülümsün.”

“Böyle tatlı tatlı konuşmaya devam ettiğin sürece ömrün boyunca bu sesi duyacaksın.”

“Canıma minnet.”

“Şu an fazlasıyla sıcak bir aralık gecesi oluyor,” dedi Gökhan. “Tenime dokunsan yanarsın.”

“Sen yanmaya dünden meraklı olmayasın sakın?”

“Sen de yakmaya dünden meraklısın.”

“Olabilir ama şu an annemler evde, daha fazla bu kelimeyi kullanamam.”

“Aman aman,” dedi Gökhan gözlerini büyütüp. “Engin amca duyarsa asıl yanmayı o zaman görürüm, hiç gerek yok. Hazır bana ısınmışken kendimi kara listeye aldırmayayım.”

“Bence de,” dedi Göksel gülerek. “Kara listeye alırsa sıkıntı büyük.”

“Almasın. Onlar nasıl sahi, ne yapıyorlar?”

“İyiler, çok şükür keyifleri yerinde. İş güç uğraşıp duruyorlar.”

“Sevindim. Selamımı söylersin.”

“Aleykümselam. O zaman kapatalım mı? Ben bir bizimkilere bakayım.”

“Olur, kapatalım. Ben de Yağız’a bakayım.”

“Tamam sevgilim. Sen de Yağız’a selam söyle.”

“Aleykümselam. Çok öpüyorum, yarın görüşürüz.”

“Görüşürüz bebeğim, ben de çok öptüm.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra güldü. Gökhan’ın hiçbir şeyden haberinin olmamasını sevmişti. Göksel’in dövme yaptıracağı aklının ucundan bile geçmeyen bir ihtimaldi ve bunu bilmek Göksel’i keyiflendirmişti.

Odasından çıkan genç kadın mutfağa ilerledi. Bugün yemeği babası yapıyordu, annesi de köşede salatayı hazırlıyordu.

“Selamlar,” diye içeri girdi Göksel. İkisinin de yanağını öptü. “Gökhan’ın selamı var.”

“Aleykümselam,” dedi Güzin gülümseyerek. “Nasılmış, ne yapıyormuş?”

“İşten gelmiş, yatıp dinlendiğini söyledi. Sesi biraz yorgun ama iyi geliyordu.”

“Pazar günü işe gitmek korkunç bir şey,” dedi Engin. “Çalışma hayatımın ilk senelerinde bazen ben de gidiyordum ama terfi aldıktan sonra bu durumdan kurtuldum.”

“Gökhan’ın da son ayları. Umuyorum ki önümüzdeki yaz o da kurtuluyor.”

“Gençliğinin tadını çıkarabileceği ve severek yapabileceği bir işi olur umarım. Kafasında neler var?”

“Gökhan’ın yapmayı en sevdiği şey sahne almak, gitar çalıp şarkı söylemek. Bir yandan profesyonel olarak müzik yaparken bir yandan da mekânlarda sahne almak, konser vermek istiyor.”

“Bana kalırsa çok düzensiz, garantisiz bir iş ama sektöre tutunabilen müzisyenlerin ne kadar kazandığı da ortada. Umarım her şey gönlüne göre olur.”

“Sen ne güzel dileklerde bulunuyorsun böyle,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun yanağını yine öptü. “Bu güzel dileklerini ona da iletebilir miyim?”

“İlet ama çok havalanmasın dediğimi de ilet. Gözüm hâlâ üstünde, ayağını denk alsın.”

“Hadi hadi, ona çok alıştın ve ısındın.”

“Seni çok mutlu ediyor, gördüğüm kadarıyla sana çok iyi davranıyor ve seni el üstünde tutuyor; tüm bunlar ona alışmam ve ısınmam konusunda çok etkili oldu ama ondan ölesiye nefret etmem de tek bir hareketine bakar, bu yüzden ayağını denk alsın diyorum.”

“Bana bir kraliçeymişim gibi davranıyor.”

“Çünkü öylesin ve elbette öyle davranacak. Benim biricik kızım daha azını hak etmiyor.”

“Sen var ya babaların en iyisi, en tatlısısın.”

“Biliyorum, teşekkür ederim.”

“Ama en mütevazısı olmadığın ortada,” diye konuşmaya dahil oldu Güzin.

“Her şeyin en’i ben olamam,” dedi Engin eşine bakarak. “Bazı noktalarda diğerlerine de yer bırakmam gerekir.”

“Tabii ki.”

Aile üyeleri gülüştü. Göksel de onlara katıldı ve ailesiyle beraber akşam yemeğini hazırlamaya girişti.

***

Ertesi gün Göksel okuldan çıktıktan sonra arabasıyla karşıya geçti, Gökhan da metroyla Kadıköy’e geçti. Göksel onu metro istasyonunun çıkışında bekliyordu, istasyondan çıkan Gökhan beyaz Hyundai’yi görünce ona ilerledi.

“Selam,” dedi camı açan Göksel. Yüzüne vuran soğuk hava genç kadını ürpertti. “Atla hadi.”

“Selam,” dedi Gökhan da. “Atlayayım bakalım.”

Gökhan arabanın önünden yürürken Göksel onu inceledi. Gökhan üstüne dizlerinin bir karış üstünde biten siyah bir kaban giymişti, içinde krem renkli boğazlı bir kazak vardı ve mavi kotu da uzun, ince bacaklarını sarıyordu. Gördüklerinden son derece memnun kalan Göksel’in dudakları yukarı kıvrıldı.

“Yeniden selamlar,” dedi ön koltuğa oturan Gökhan. O da Göksel’i süzdü. Göksel’in üstünde siyah şişme mont vardı, siyah bir kot giymişti ve içinde de mavi bir tişört vardı. Mavi tişört onun gözlerinin rengini ortaya çıkarmıştı. Genç adam da gülümsedi. “Her zamanki gibi çok güzelsin, gözlerimi kamaştırdın.”

“Ben de senin için aynı şeyleri düşünüyorum,” dedi Göksel. “Kaban çok yakışıyor.”

İkisi de birbirine uzandı ve dudakları ortada birleşti. Göksel sağ eliyle onun boynunun sol tarafına dokundu ve parmaklarını genç adamın boynundaki sol anahtarı dövmesinin üzerinde gezdirdi. Elini onun omzuna doğru indirip omzunu kavradığında Gökhan da onun belini kavradı ve onu kendine çekti. Göksel’in poposu koltuktan ayrılınca genç kadın güldü, hemen sonra Gökhan’ın dudaklarını dişlerinde hissetti.

“Gülüşümden öpmek ha?” dedi biraz geri çekilen Göksel.

“Hızımı alamadım diyelim,” dedi Gökhan. Gözleri beklentiyle parlıyordu. “Devam edelim mi?”

Göksel başını sallayınca dudakları yeniden birleşti. Gökhan onu öylesine nazik ama öylesine tutkulu öpüyordu ki genç kadın başının döndüğünü hissediyordu. Genç adamın elleri her yerdeydi; saçlarında, belinde, basenlerinde. Gökhan kolunu onun beline sardığında Göksel de ellerini onun omuzlarına atıp saçlarına dokundu. Dudakları ayrılırken gürültülü bir ses çıktı. Gökhan’ın dudaklarının sonraki durağı kız arkadaşının yanağı oldu, sonra boynunu öptü.

“Bal gibi kokuyorsun,” dedi Gökhan. “Sana boşuna bal peteği demiyorum ben.”

Gökhan başını onun boynundan kaldırdığında Göksel onu yine öptü.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı. “Gidelim mi?”

“Ben de seni seviyorum,” dedi Gökhan. “Gidelim ama nereye?”

“Beraber olduktan sonra fark eder mi?”

“Etmez, tabii ki etmez.”

Göksel gülümseyerek, “Seni gerçekten çok seviyorum,” dedi. Ondan uzaklaşıp bir elini direksiyona, diğerini de vites topuzuna yerleştirdi. “Hadi gidelim.”

Göksel aracı Caferağa’ya sürerken durdurduğu şarkıyı baştan başlattı. Ekrana bakan Gökhan orada yazanı okudu: Zaaf, Gözlerinden Gökyüzüne.

“Şarkının adını sevdim,” dedi Gökhan. “Girişi de hoşuma gitti. Dinleyelim bakalım.”

“Çok güzel şarkıdır,” dedi Göksel ona kısa bir bakış atarak. “Sözlerinde tanıdık şeyler var.”

Vokalist şarkıya girdiğinde ikisi de sessizce şarkıyı dinlemeye başladı. Gökhan şarkıyı ilk kez dinlediğinden emindi, şarkıyı bir süredir dinleyen Göksel’se gülümsüyordu. Bu şarkıyı seviyordu.

“Ah yangınım sana, beni anlasana,” diye başlayan nakarat kısmı geldiğinde Gökhan, yanında oturan kız arkadaşına baktı. “Gözlerinden gökyüzüne / Açılan bir kapının eşiğinden / Durmuşum, bakmışım / Seni görünce bir an şaşırmışım / Kalbinin surlarında / Esir düşüp kalmışım burada.”

Göksel’i ilk kez gördüğü anı düşündü. Kafenin kapısından çıktığında Göksel’i kapının önünde fotoğraf çekerken bulmuştu, bir an durup ona bakmıştı ve az kala tüm hayatının yanından geçip gidecekken Ahsen’in “Gök!” diye bağırmasıyla geriye dönmüştü. Kendisine seslenildiğini düşünmüştü ama yanılmıştı, o an henüz tanımadığı ama hayatının merkezine yerleşecek olan Göksel’e seslenilmişti. Göksel’le göz göze gelmişti, onun gök mavisi gözlerine ilk kez bakmıştı ve o an en yoğun hissettiği duygu şaşkınlıktı.

“Tanışma anımız,” dedi Gökhan. Genç adamın yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı. “Bir kapı eşiğinde, gökyüzü rengindeki mavi gözlerine ilk kez bakarken ve şaşkınlık tüm bedenimde hâkimiyet kuran duyguyken. Ben kalbinin surlarında esir düşüp kalmadan hemen öncesi.”

“Sözlerinde tanıdık şeyler olduğunu söylemiştim,” dedi Göksel gülerek. “Çok güzel değil mi? Sanki bizim için yazılmış gibi.”

“Çok güzel,” diye onayladı Gökhan. “Ve çok özel. Şimdi ben günlerce sadece bu şarkıyı dinlerim.”

“İlk keşfettiğim zaman ben de sadece bu şarkıyı dinledim.”

“Ne zaman keşfettin? Neden hemen bana atmadın?”

“Biraz oldu. Bu güzel şarkıyı beraber dinleyelim ve tepkilerini canlı bir şekilde göreyim istedim.”

“Bizimle uyumlu bir şarkı olduğunu anlamıştım ama bu kadar uyumlu olacağını asla tahmin etmezdim. Adamlar resmen tanışma anımızı yazmış, çok da güzel bir beste oluşturup ortaya çok güzel bir şarkı çıkarmış.”

“Değil mi? Sözlerinden bağımsız cidden güzel bir şarkı. Fena sarıyor.”

“Kesinlikle. Bugün tüm gün bunu dinleriz artık.”

“Aynen.”

Göksel’le Gökhan Caferağa’ya geçene kadar bu şarkıyı dinledi. Çağlar’ın stüdyosuna yaklaştıklarında Gökhan etrafa şüpheli gözlerle bakmaya başladı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Göksel’e dönüp. “Aklıma bir yer geliyor ama orası değildir herhâlde?”

“Neresiymiş orası?” diye sordu Göksel gülümseyerek.

“Bu gülümsemeyi biliyorum. Çağlar’a mı gidiyoruz?”

“Olabilir.”

“Dövme mi yaptırıyorsun?” dedi Gökhan neredeyse bağırarak. “Fotoğraf makinesini yaptıracaksın değil mi?”

“Sakin ol,” diyen Göksel gülümsüyordu. “Evet, fotoğraf makinesi yaptıracağım.”

“Nereye? Koluna mı?”

“Ayrıntı vermem. Gidince görürsün.”

“Çok heyecanlandım. Bas gaza, daha hızlı gidelim.”

“Önümüzdeki araçları görmüyorsun herhâlde?”

“Kornaya bas o zaman.”

“Ya da sen sakinleşmeyi deneyebilirsin. Bu daha kontrol edilebilir bir şey.”

“Hiç de bile. O kadar heyecanlandım ki bunu kontrol falan edemem. Resmen dövme yaptırmaya gidiyorsun ve benim sana önerdiğim, yakın arkadaşım olan dövme sanatçısına gidiyorsun. Vay be!”

“Çağlar’la bu süreçte bayağı konuştuk, tatlı ve işinin ehli biri.”

“Öyledir. Epeydir görüşmemiştik, sayende görüşeceğiz.”

“Hayırsız arkadaş seni.”

“Başını kaşımaya vaktin var mı diye bir sor bakalım.”

“Başını kaşımaya vaktin var mı?”

“Yok. Okul ve işten biraz zamanım kalınca onu da seninle görüşmeye ayırıyorum.”

“Çok tatlısın.”

“Öyleyimdir.”

Birkaç dakika içinde Çağlar’ın stüdyosuna vardılar. Göksel aracı yan binanın önüne park ettiğinde araçtan indiler ve el ele tutuşup stüdyonun olduğu binaya yürüdüler.

“Hazır gelmişken bir dövme de ben mi yaptırsam?” dedi Gökhan. “Canım çeker.”

“Yemek mi de canın çeksin?” diye sordu Göksel. “Dövme bu, boru değil. Yoksa aklında bir dövme mi var?”

“Son zamanlarda nota simgesiyle ilgili bir dövme yaptırmayı düşünüyorum. Bileğime boydan boya bir nota portresi yaptırmayı ve üzerine benim için anlamlı bir şarkının notalarının bir kısmını çizdirmeyi düşünüyorum ama kötü mü durur diye şüpheliyim.”

“Güzel bir fikirmiş, iyi durabilir.”

“Evet ama kaba da görünebilir, belki ileride geçici bir şey yaptırıp denerim.”

“Çok mantıklı. Peki hangi şarkının notalarını çizdirmek istiyorsun? Oyuncak Dünya mı?”

“Eğer başka bir müzisyenin şarkısını yaptıracak olsaydım kesinlikle Oyuncak Dünya’yı yaptırırdım ama kendi şarkılarımdan birini düşünüyorum. Hangisi olabileceğine karar vermedim ama düşünüyorum.”

“Vay! Bu fikri daha çok beğendim. Geçici bir dövme yaptırıp birkaç gün denemelisin mutlaka.”

“Diyorsun? Bunun üzerine düşüneceğim.”

“Düşün bakalım.”

Çağlar’ın ikinci kattaki stüdyosuna çıkıp zile bastılar. Zaten onları bekleyen Çağlar kapıyı saniyeler içinde açtı.

“Hoş geldiniz gençler,” dedi Çağlar gülümseyerek. “Buyurun içeri girin.”

“Hoş bulduk,” dedi Göksel. Gökhan’la beraber içeri girdi. “Nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim, biraz heyecan da var.”

“İlk dövmenin heyecanıdır, iyi bilirim.” Gökhan’a döndü. “N’aber Gök?”

“İyiyim ama çok da meraklıyım. Buraya geldiğimizi az önce öğrendim. Benim için epey şaşırtıcı oldu.”

“Göksel sana sürpriz yapacağını söylemişti. Şanslısın ki son ana kadar hiçbir şey söylemedi yoksa daha da meraklanırdın.”

“O bana kıyamaz.”

“Doğru, kıyamam,” dedi Göksel gülümseyerek. “Başlayalım mı?”

“Hayhay,” dedi Çağlar başını biraz eğip. “Ben her şeyi hazırladım, koltuğa geçebilirsin.”

Göksel hayatında ilk kez dövme koltuğuna oturdu. Montunu çıkardığında içine giydiği mavi tişörtün kısa kollu olduğu anlaşıldı. Genç kadın montunu Gökhan’a uzattığında Gökhan montu aldı ve vestiyere astı.

“Tasarımı çıkartıyorum,” dedi Çağlar. “Koluna yapıştırdıktan sonra dövmeye başlayabiliriz.”

“Sen buraya gel,” dedi Göksel eliyle Gökhan’ı çağırarak. “Dövmeyi kolumdayken göreceksin.”

“Bu gidişle yapıldıktan sonra ancak göreceğim,” diyen Gökhan sandalyeyi çekip Göksel’in ayak ucuna oturdu. “Ben ne dövmesi yaptıracağımı sana söylemedim diye intikam alıyorsun değil mi?”

“Olabilir. Hep sen mi gizemli takılacaksın? Biraz da ben gizemli takılayım.”

“Bunu Instagram hesabında adı bile yazmayan, kendisiyle ilgili en ufak bir ipucu bile olmayan sen mi söylüyorsun? Cinsiyetin hakkında bile hiçbir fikrim yoktu.”

“Ne diyebilirim ki? İkimiz de gizemli takılmayı seviyoruz.”

“Evet.”

Çağlar onların yanına geldiğinde elinde Göksel’in koluna yapacağı fotoğraf makinesi dövmesinin çıktısı vardı.

“Bakmıyorum,” dedi Gökhan bakışlarını tavana çevirip. “İstediğin gibi kolundayken göreceğim.”

“Aferin,” dedi Göksel gülerek. “Çağlar başlayabiliriz.”

Çağlar dövmeyi yapacağı yeri temizledikten sonra özel bir malzemeden yapılan kâğıdı onun koluna yapıştırdı ve dövmenin baskısını Göksel’in koluna çıkardı. Makinenin rengi çok yoğun olmaması adına koyu gri tonlarında seçilmişti, makinenin etrafından geçen film şeritlerinde ise pembe, mavi ve sarı kullanılmıştı. Çağlar makinenin çevresine birkaç mavi bulut ve yıldızları temsil eden birkaç sarı ışıltı katmayı teklif ettiğinde Göksel fikri çok beğenerek kabul etmişti ve bu iki simge dövmeye hoş bir hareketlilik daha katmıştı.

“Bakabilirsin,” dedi Göksel. “Dövme hazır.”

Gökhan bakışlarını tavandan ayırıp Göksel’in koluna indirdiğinde yüzüne önce bir şaşkınlık ifadesi yayıldı. Genç adam uzun saniyeler boyunca dikkatle dövmeyi inceledikten sonra yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve aralanan dudaklarından dişleri göründü.

“Gördüğüm en güzel dövmelerden biri,” dedi samimiyetle. “Muazzam olmuş. Beraber şahane bir iş çıkarmışsınız.”

“Ölene kadar mutlulukla bedenimde taşıyacağım bir dövme olacak,” dedi Göksel. “Ben istediklerimi Çağlar’a söyledim, o söylediklerimin üstüne çok güzel şeyler katıp ortaya muhteşem bir tasarım çıkardı.”

“Fikrin çok güzeldi,” dedi Çağlar. “Oldukça yaratıcı birisin, ilhamımı uyandırdın ve seni temin ederim ki bu pek de sık başıma gelmez. Hazırsan dövmeye başlayalım mı?”

“Hazırım, başlayalım.”

Çağlar dövmeyi yapmaya başladığında Göksel’in gözleri dövmenin üzerindeydi. Genç kadın iğnenin vücuduna girişini gözlerini kısarak izliyordu. Canı çok yanmıyordu, iğne kolunda sinek ısırığı gibi bir acı bırakıyordu sadece.

“Ne durumdasın?” diye sordu Gökhan. “Canın yanıyor mu?”

“Hayır,” dedi Göksel ona bakarak. “Sinek ısırığı gibi.”

“Çok acımadığını söylemiştim.”

“Epilasyon ve ağda acısından sonra vız geldi.”

Gülüştüler.

“Kadınların acı eşiği biz erkeklere göre daha yüksek,” dedi Çağlar. “Kadın müşterilerimle daha rahat çalışıyorum. Dediğin gibi ağda ve epilasyon sayesinde deri üstü acılara çok alışkınsınız.”

“Bir süre sonra vücut alışıyor ve acıya bağışıklık kazanıyor adeta,” dedi Göksel. Bakışlarını Çağlar’dan alıp dövmeye indirdi. “Ben çok rahatım, sen de rahatına bak lütfen.”

“Bu durumda fotoğraf çekme işi de bana düşüyor,” dedi Gökhan. “Benim telefonum tost makinesi gibi çektiği için seninkini rica edeceğim balım.”

“Çantamda.”

Gökhan kucağında duran Göksel’in çantasını açtı ve içinden telefonu çıkardı. Kamerayı açıp Göksel’i kadraja aldı.

“Hep kameranın arkasında olacak hâlin yok ya,” dedi Gökhan. Göksel ona baktığında deklanşöre bastı. “Biraz da kameranın önünde ol, fotoğrafları güzelleştir.”

“Stüdyoda romantik anlar,” diyen Çağlar gülüyordu. “Burada olduğunuz sürece burayı bir aşk yuvasına çevireceksiniz, anlaşıldı.”

“Biz bulunduğumuz her yeri aşk yuvasına çeviriyoruz.”

“Doğru,” dedi Göksel ona katılarak. “Rahatsız olmazsın umarım?”

“Elbette olmam,” dedi Çağlar. “Aşk güzel bir duygu, keyfinize bakın.”

“Bizim hâlimizden anlarsın tabii,” dedi Gökhan ona anlamlı bir bakış atarak. “Seninkiyle nasıl gidiyor?”

“Çok iyi. Maşallah deyin, nazar değmesin.”

“Maşallah maşallah. Bayağıdır berabersiniz, ne kadar olacak?”

“Bir buçuk seneyi ardımızda bıraktık, yazın ikinci senemiz olacak.”

“Ne güzel.”

“Kız arkadaşın ne yapıyor?” diye sordu Göksel. Çağlar’la hep dövme hakkında konuştuğu için onun özel hayatına dair hiçbir şey bilmiyordu, sevgilisi olduğunu da şu an öğrenmişti.

“Grafik tasarımcı,” diye cevapladı Çağlar. “Bir yayınevinde çalışıyor. Sanırım bahsetmedim, ben de üniversitede Grafik Tasarımı okudum ama üniversiteden tanışmıyoruz; arkadaş ortamında tanıştık.”

“Bahsettiğini hatırlamıyorum ama şu an işinde nasıl bu kadar iyi olduğunu anladım.”

“Teşekkür ederim. Eğitimini almak elbette çok şey kattı ama her alanda olduğu gibi bu alanda da iş insanın kendisinde bitiyor. Kaç gece uykusuz kalıp çizim yaptığımı, kalem tutmaktan uyuşan parmaklarımı en iyi ben bilirim.”

“Çaba sarf etmeden hiçbir şey başarılmaz.”

“Kesinlikle.”

Dakikalar geçtikçe Göksel’in dövmesinde tamamlanan kısımlar arttı. Çağlar makinenin gövdesini bitirdikten sonra etrafındaki film şeridini çizmeye geçti. Genç dövme sanatçısı çalışırken sessizdi ve yüzünde büyük bir ciddiyet vardı. Pürdikkat yaptığı işe odaklanmıştı. Onun yüzündeki bu dikkatli ve odaklanmış ifadeyi izlemek Göksel’in hoşuna gitti. Eğer şu an dövme yaptıran kişi olmasaydı Çağlar’ın fotoğraflarını çekerdi.

“Ne durumdasın?” diye sordu Çağlar, başını kaldırıp Göksel’e bakarak. “Canın yanıyor mu?”

“Hayır,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Ben gayet iyiyim ama sen yorulduysan biraz mola verebiliriz.”

“Aslında bir sigara içsem fena olmaz. Beş dakika sonra devam edelim mi?”

“Olur.”

Ayağa kalkan Çağlar pencereye ilerledi ve camın önüne koyduğu sigara paketinden bir dal çıkarıp yine aynı yerdeki çakmağıyla sigarasını tutuşturdu.

Çağlar gittikten sonra Gökhan sandalyeden kalkıp Çağlar’ın yerine oturdu ve Göksel’in dövmesine yakından baktı.

“Muhteşem oluyor,” dedi genç adam saf bir hayranlıkla. Başparmağını ve işaret parmağını dövmenin altıyla üstüne bastırıp dövmeyi inceledi. “Bembeyaz olduğun için renkler de çok daha canlı görünüyor. Çok yakıştı.”

“Daha dur, bitmedi,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bitsin, iyileşsin de ondan sonra yorum yap.”

“Dövme kendini baştan belli eder ve seninki de muhteşem olduğunu şimdiden belli ediyor.”

“Benim de çok hoşuma gitti. Mutlulukla taşıyacağım.”

Gökhan ona uzanıp dudaklarını kız arkadaşının dudaklarına bastırdı. Öpüştüklerinde öpüşme sesi stüdyoda yankılandı.

“Aile var, ayıp ayıp,” diye seslendi Çağlar. “Burası düzgün ve temiz bir müessese.”

“Aileler nasıl oluşuyor sanıyorsun?” diye cevap verdi Gökhan. “İlk adımı böyle başlıyor.”

“Uygulamalı eğitim diyorsun. O da iyiymiş.”

“Konu öpüşmeden nasıl aile oluşumuna geldi?” diye sordu Göksel. “Siz erkeklerin konuyu cinselliğe çekme hızı takdire şayan.”

“Al işte,” dedi Çağlar elini kaldırarak. “Konu yine döndü dolaştı ve biz erkeklere geldi. Ulan Gökhan hep senin yüzünden.”

“Ben ne yaptım lan?” dedi Gökhan. “Ben sevgilimi öptüm, lafı sen attın.”

“Lafı aile oluşumuna da sen getirdin.”

“Ama sonuç olarak konuyu sen başlattın.”

“Ve ben de tam şu an sonlandırıyorum,” diye araya girdi Göksel. “Yeter.”

“Hım, dominant kadın ayakları ha?” dedi Gökhan ona dönerek. “Bir daha yeter desene.”

“Sen tek kelime bile etme,” dedi Göksel gözlerini kısarak. “Hepsi senin başının altından çıktı.”

“Pardon?” diyen Gökhan’ın sesi biraz yükseldi ve inceldi. “Duvarla öpüşmedim ya, seninle öpüştüm. Bu işte beraberiz, yani suç ortağıyız.”

“Tamam öpüştük ama konuyu aile oluşumuna sen getirdin. Senin aklından neler geçiyor böyle?”

“Çok güzel şeyler geçiyor,” dedi Gökhan ona iyice yaklaşarak. Burunları birbirine değmek üzereydi. “Biraz bahsetmemi ister misin?”

“Hayır,” dedi Göksel net bir sesle ve ondan uzaklaştı. “Hadi yerine geç, Çağlar da şimdi döner.”

“Ah, kalbim,” diyen Gökhan acı dolu bir yüz ifadesiyle sol göğsüne dokundu. “Yerinden söküldü, ayaklar altına alındı, binlerce parçaya bölündü ve ateşe verildi.”

“Şapşal,” dedi Göksel gülerek. “Beni utandırdığın için biraz burnunu sürtmek istedim.”

“Benim utangaç sevgilim,” dedi Gökhan gülümseyerek. Hemen ardından onun yüzünü ellerinin arasına aldı. “Baş başa kaldığımızda bu konuyu yeniden ele alabilir miyiz peki?”

“Aslında sen alabilirsin.”

“Harbi mi?”

“Evet, mesela gece. Uyumadan önce düşünürsen rüyanda görebilirsin.”

“Of!” deyip ondan uzaklaştı Gökhan. “Bunun geleceğini tahmin ediyordum.”

“Aferin, beni tanıyorsun.”

“Tanımaz mıyım canım?”

Sigarasını içen Çağlar onların yanına döndü.

“Gökhan Bey dövmeye siz devam edeceksiniz anlaşılan?” dedi Çağlar. “Sizin de dövme yaptığınızı bilmiyordum, yeni mi başladınız?”

“Zor bir iş olduğuna karar verdim,” diyen Gökhan sandalyeden kalktı. “Bu yüzden işi ustasına bırakıyorum.”

“Teşekkürler efendim.”

Çağlar dövmenin kalanını da yine aynı sessizlik ve ciddiyet içinde yaptı. Dövmenin sonlarına doğru ince işler kaldığı için genç dövme sanatçısı ekstra dikkatliydi. Kameranın çevresindeki mavi bulutları ve yıldızı temsil eden sarı parıltıları Göksel’in koluna incelikle işledi. Aradan geçen uzun dakikaların ardından dövme bitti ve Çağlar dövmenin üzerini son bir kez sildi.

“İşte bu kadar,” dedi Çağlar gülümseyerek. “Hadi geçmiş olsun.”

“Ellerine, emeğine sağlık,” diyen Göksel kolunu kaldırıp dövmesine baktı. “Harika oldu.”

“Sana da çok yakıştı. Güle güle kullan.”

“Çok teşekkür ederim. Ömrüm boyunca mutlulukla taşıyacağım bir dövme olacak.”

“Ben de bakayım,” deyip ayağa kalktı Gökhan ve Göksel’in yanına ilerleyip dövmeye baktı. Genç adam bir ıslık çaldı. “Efsane olmuş, efsane. Kadrajdaki Dünyalar isminde bir hesabı olan harika bir fotoğrafçıya yaraşır bir dövme oldu.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çocukluğumdan beri en büyük tutkum olan fotoğrafçılığın hakkını verdim.”

“Hem de muazzam bir şekilde.”

Onun kolunu tutan Gökhan genç kadını bileğinden öptü.

“İkinciye de birazdan başlayalım,” dedi Çağlar. “Olur mu?”

“Ne ikincisi?” dedi Gökhan şaşırarak. “Dövme mi?”

“Evet,” diyen Göksel sırıtıyordu. “İkinci bir dövme de yaptıracağım ama minicik bir şey olacak.”

“Ne dövmesi? Ben daha ilkinin şokunu atlatamamışken ikincisi geliyor.”

“Onu yapılınca görürsün. Küçük bir dövme olduğu için kısa sürecektir zaten, biraz beklemeni rica edeceğim.”

“Arkamdan çevirdiğin işleri hayretle izliyorum.”

“Bazen fena olduğumu söylemiştim.”

“Şu an uygulamalı olarak görüyorum.”

Biraz sonra Çağlar geri döndü. İşlemin daha kolay olması için Göksel başını dövme koltuğuna yaslayıp boynunu iyice açtı.

“Bir de boynuna mı yaptırıyorsun?” dedi Gökhan şaşkınlıkla. “Bombaları peş peşe patlatıyorsun, artık yetişemiyorum.”

“Yirmi ikinci yaş günüme girerken çok radikal kararlar aldım,” diye yanıtladı Göksel. “Yirmi ikinci yaşıma iki dövmeyle girmek güzel olur diye düşündüm.”

“Ne yaptırdığını çok merak ediyorum ama bitene kadar mecburen burada oturup kafamda türlü türlü senaryolar kuracağım. Ne yaptırıyor olabilirsin ki? Hem de boynuna? Kalp, yıldız gibi bir şey mi?”

“Alakası bile yok,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğraf gibi çok sevdiğim bir şeyin simgesini yaptırıyorum, çok kıymetli bir ikinci anlamı da var.”

“Allah Allah,” dedi Gökhan düşünceli bir sesle. “Biraz daha ipucu versene.”

“Veremem.”

“Ama ben sana dövmelerimle ilgili ipucu vermiştim.”

“Vermeseydin, dermişim. Senin dövmelerin gökle ilgiliydi, benimki de ruhla ilgili.”

“Ruh mu?” dedi Gökhan şaşkına dönerek. “Ne ruhu be?”

Göksel güldüğünde Çağlar da gülümsedi.

“Hayalet,” diye şaka yaptı Göksel. “Beyaz perde giyenlerden.”

“Ha ha, çok komik,” dedi Gökhan. “Şaka yapma, ciddi soruyorum.”

“Ben de ciddi söylüyorum: Ruhla ilgili bir dövme yaptırıyorum ama asla ayrıntı vermem. Çok bile söyledim.”

“Ruh dediğin şey benlik olabilir, yani senin için çok kişisel bir anlamı olan bir şey olabilir. Fotoğraf makinesi gibi.”

“Olabilir,” dedi Göksel kaçamak bir cevap vererek. “Bu kadar sabırsız olduğunu bilmezdim. Bekle de gör işte.”

“Söylemesi kolay.”

“Yapması da çok zor olmasa gerek.”

“Tabii canım, ne demezsin?”

Çağlar kalemle dövmeyi Göksel’in boynuna çizdikten sonra dövme makinesini eline aldı ve çizdiği şekli Göksel’in kulak arkasına işlemeye başladı.

“Bu ortalamanın üstünde acıtıyor,” dedi Göksel yüzünü buruşturup. “Neyse ki küçük bir dövme olacak, dayanırım.”

“Dayanamazsan söyle,” dedi Çağlar. “Mola veririz.”

“Tamamdır.”

İkili sadece bir kez mola verdi, o da üç dakika kadar sürdü. Çağlar yerinden bile kalkmadan kız arkadaşına mesaj attı, Göksel de biraz soluklandı. Hemen ardından kaldıkları yerden devam ettiler ve dakikalar içinde Çağlar bu ikinci dövmeyi de bitirdi.

“İşte bu kadar,” dedi makinesini sehpaya koyan Çağlar. “Geçmiş olsun.”

“Ellerine sağlık,” dedi Göksel. “Fotoğrafını çeker misin? Bakmak istiyorum.”

“Elbette.”

Çağlar kendi telefonundan onun dövmesini çekti ve Göksel’e gösterdi.

“Çok güzel olmuş,” dedi duygulanan Göksel. “Minimal ve hoş, tam da istediğim gibi. Ellerine, yüreğine, emeğine sağlık. Çok teşekkür ederim.”

“Asıl ben teşekkür ederim,” dedi Çağlar gülümseyerek. “Güzel günlerde kullan.”

“Ben de bakmak istiyorum,” dedi sandalyede oturan Gökhan. “Artık bakabilir miyim?”

“Bakabilirsin,” diyen Göksel doğruldu. “Gel de incele.”

Sandalyeden kalkan Gökhan, Göksel’in yanına oturdu. Genç kadın saçlarını boynundan çekince sağ kulağının arkasına yaptırdığı dövme ortaya çıktı. Dövmeyi gören Gökhan’ın gözleri irileşti, dudakları aralandı.

Göksel boynuna bir sol anahtarı dövmesi yaptırmıştı.

“Dövme tasarımını ve yerini çalmış oldum ama sorun etmezsin bence,” dedi Göksel gülümseyerek. “En sevdiğim dövmen olduğunu biliyorsun, büyük bir müziksever de olunca neden kendi vücudumda da bir sol anahtarı dövmesi olmasın diye düşündüm.”

Gökhan’ın gözleri dolduğunda genç adam gözlerini aceleyle sildi ama kahverengi gözleri hemen yine parladı.

“Kızım var ya,” dedi Gökhan yukarı bakarak. “Biraz kendime geleyim, konuşacağım.”

Sandalyesinden kalkan Çağlar onları yalnız bırakıp pencere kenarına ilerledi.

“Çok tatlısın,” diyen Göksel gülüyordu. Ona uzanıp onun yanağını öptü. “Sakın ağlayayım deme, ben de ağlarım. Bak zaten canım yandı, ağlamaya çok yatkın bir durumdayım.”

“Hayır hayır, sen ağlama. Çok duygulandım ama hemen kendime geleceğim, söz.”

Gökhan yeniden onun dövmesine baktığında geniş bir gülümseme yüzünü süsledi. Sol anahtarının tasarımı kendi dövmesiyle birebir aynıydı, tek fark Göksel’in dövmesi daha yukarıda kalıyordu ve boyutu da daha küçüktü.

“Senin solunda, benimki de sağda olsun istedim,” dedi Göksel. “Karşı karşıya durduğumuzda da aynı tarafta olacaklar.”

“Neleri düşünmüşsün,” dedi Gökhan gülerek. “Solundaydım, artık sağında da ben varım ha?”

“Aynen öyle.”

“Ruh meselesini de şimdi anlıyorum: Müzik ruhun gıdasıdır.

“Aslında anlayacağını düşünmüştüm ama beni şaşırttın.”

“Aklıma bile gelmedi. Direkt seninle ilgili şeyleri düşündüm, müzik aklımın ucundan bile geçmedi. Oysaki ne kadar büyük bir müziksever olduğunu da biliyorum.”

“Fotoğraf makinesinden sonra yine onun gibi bir şey yaptıracağımı düşündün, sen de haklısın.”

“Nasıl da yakıştı ama,” diyen Gökhan parmağının ucuyla onun dövmesine belli belirsiz dokundu. “Seni artık hep burandan öpeceğim biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” dedi Göksel başını sallayarak. Ona yaklaşıp dudaklarını Gökhan’ın boynundaki sol anahtarı dövmesine bastırdı. “Benim seni burandan öpmem gibi.”

Gökhan ona uzanıp onu öpmeye başladığında Göksel yan gözle Çağlar’a bakma ihtiyacı hissetti. Camın önünde duran Çağlar sırtı onlara dönük bir şekilde sigara içiyordu. Rahatlayan Göksel erkek arkadaşına karşılık verdi ve genç çift yoğun bir öpüşme yaşadı.

“Ruhumu müzik kadar besliyorsun,” dedi Gökhan. Onun yanağını öptü. “Benim için müzik kadar şifalısın.” Burnunu öptü. “Müziğimin en büyük ilham kaynağısın. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum,” diye fısıldadı Göksel. “Müzik seni tanıdıktan sonra daha anlamlı oldu. Müzik bizi bir araya getiren şeydi, şimdiyse ikimizin vücudunda da izi var.”

“Kulağa abartılı gelecek olabilir ama seni evrendeki son müzik bitene kadar seveceğimden eminim.”

Göksel bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.

“Ben de,” diye fısıldadı genç kadın. “Son müzik bitene kadar.”

Öpüştüler.

“Borcumu ödeyeyim de gidelim,” dedi Göksel. “Sana yemek ısmarlayacağım.”

“Ne ısmarlayacaksın?” diye sordu Gökhan.

“Ne istersen.”

“Hım, o zaman hamburger yiyelim mi?”

“Olur, yiyelim.”

İkisi de ayaklandığında Çağlar dönüp onlara baktı.

“Biz ufaktan kaçalım,” dedi Göksel. “Ödemeyi yapacağım.”

“Hayhay,” diyen Çağlar sigarasını söndürdü ve onların yanına ilerledi. “Nasıl ödeyeceksin?”

“Karttan geçelim.”

“Tamamdır.”

Çağlar pos cihazına dövmenin ücretini girdi.

“Bu fotoğraf makinesi için söylediğin fiyat,” dedi Göksel. “Sol anahtarı?”

“Benden sana küçük bir doğum günü hediyesi olsun,” dedi Çağlar gülümseyerek. “Güle güle kullan.”

“Çok düşüncelisin, çok teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Umarım sevdiklerinle geçireceğin nice güzel senelerin olur. Mutlu yıllar.”

“Çok teşekkür ederim.”

Göksel çok mutlu olmuştu. Çağlar büyük bir centilmenlik yapmıştı.

Göksel dövmenin ücretini ödedi.

“Dövme yaptırmak bir tür bağımlılıktır,” dedi Çağlar. “Aklında başka şeyler olursa numaram sende var.”

“Tamam,” dedi Göksel gülerek. “İyileşme sürecinde de gerekirse iletişime geçebilirim değil mi?”

“Elbette. Herhangi bir konuda yazabilirsin, arayabilirsin.”

“Çok teşekkür ederim. Yeniden ellerine, emeğine sağlık.”

“Asıl ben teşekkür ederim.”

Çağlar’la Göksel tokalaştıktan sonra Gökhan da arkadaşıyla tokalaştı.

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan. “Kendine çok iyi bak, görüşmek üzere.”

“Görüşürüz gençler, siz de kendinize iyi bakın.”

Gökhan’la Göksel, Çağlar’ın stüdyosundan ayrıldı ve arabaya binip yakınlardaki meşhur bir hamburgerciye gitti. İçerisi yine kalabalıktı ama genç çift duvar kenarında iki kişilik boş bir masa buldu ve masaya kuruldu.

“Kolun ne durumda?” diye sordu Gökhan. “Araba sürerken sıkıntı çıkardı mı?”

“Hayır, iyiyim,” dedi Göksel. “Ufaktan bir sızı var ama dayanılmayacak bir şey değil, hallediyorum.”

“Öpeyim de geçsin.”

Montunu çıkarıp sandalyenin arkasına asan Göksel ona kolunu uzattığında Gökhan onun dövmesinin üstüne pamuk gibi yumuşacık ve narin bir buse kondurdu.

“Geçti mi?” diye sordu Gökhan küçük bir oğlan çocuğu gibi.

“Geçti,” dedi Göksel gülümseyerek. “Geçmemesi mümkün mü?”

“Değil.”

Hangi hamburgeri yiyeceklerini kararlaştıran ikili siparişlerini verdi.

“Karnım kazınıyor resmen,” dedi Göksel. “Öğle yemeğinde sadece bir kase çorba içtim, bunca saattir onunla duruyorum.”

“Neden başka şey yemedin?” diye sordu Gökhan. “Karnını güzelce doyursaydın ya bal peteğim.”

“Canım istemedi. Dövmenin heyecanı iştahımı kapattı.”

“Sen de haklısın. Birazdan karnını güzelce doyurursun.”

“Aynen, beraber yeriz.”

“Yemekten önce fotoğraf çekelim,” dedi Gökhan. “Bugünden mutlaka hatıra kalmalı.”

“Çekelim,” diyen Göksel telefonunu çıkardı. “Ben mi çekeyim yoksa sen mi çekersin?”

“Ben çekeyim.”

Gökhan telefonu eline aldı ve uzun kolunu ileri uzatıp ikisini birden kadraja aldı. İkili birkaç fotoğraf çekildi.

“Buranın ışığı da güzel bak,” dedi Gökhan. Fotoğrafları açınca gülümsedi. “Çok iyi çıkmışız.”

Genç çift fotoğrafları inceledi.

“Ben de çok beğendim,” dedi Göksel. “Bugünden güzel hatıralar olarak kalacaklar.”

“Kesinlikle. Peki boynundaki dövmeyi yakından çekebilir miyim?”

“Çek bakalım, maharetlerini göster.”

Göksel saçlarını çekip dövmesini açıkta bıraktığında Gökhan dövmenin birkaç fotoğrafını çekti. Genç adam kız arkadaşından fotoğraf çekmeye dair çok şey öğrenmişti ve şu an aylar öncesine göre çok daha iyi fotoğraflar çekiyordu.

“Belki hesabıma atarım,” dedi Gökhan. “Atmamdan rahatsız olur musun?”

“Aksine çok mutlu olurum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğraflara bakabilir miyim?”

“Tabii ki.”

Göksel fotoğraflara bakınca memnun bir ifadeyle başını salladı.

“Birkaç minik dokunuş bırakayım,” dedi genç kadın. “Ondan sonra çok daha iyi olurlar, sen de istediğini hikayene atarsın.”

“Olur,” dedi Gökhan. “İşi ustasına bırakıyorum.”

Dakikalar sonra hamburgerleri geldi ve karnı aç olan ikili tüm dikkatini hamburger yemeye verdi. İkisi de buranın hamburgerlerini seviyordu. Gökhan buraya düzenli aralıklarla geliyordu, Göksel de birkaç kez gelmişti.

“Doydun mu?” diye sordu Gökhan, ikisi de yemeğini bitirdiğinde.

“Hem de tıka basa,” dedi Göksel peçeteyle ağzını sildikten sonra. “Peki ya sen?”

“Ben de doydum. Her zamanki gibi çok lezzetliydi, buraya bayılıyorum.”

“Gerçekten çok lezzetli. Arada gelelim yine.”

“Gelelim güzelim, sen yeter ki iste.”

“İstemem yeter mi?”

“Yeter, her şeye yeter.”

Göksel onun elini tutup hafifçe sıktığında ikisi de gülümsedi.

“21’inci yaşımın son gününü seninle geçirdiğim için çok mutluyum,” dedi Göksel. “Asla unutamayacağım bir gün oldu.”

“Benim de öyle,” dedi Gökhan. “Bana yaşattığın bu şoku hiç unutmayacağım. Ailen biliyor değil mi?”

“Biliyorlar. Dövmeleri pek sevmezler ama fotoğraf makinesinin benim için ne anlama geldiğini biliyorlar, tasarımı gösterdiğimde de çok beğendiler.”

“Sol anahtarı?”

“Onu da söyledim. Müzikle ilgili bir işareti kulağımın arkasına yaptırma fikrini yaratıcı buldular.”

“Ne aileler var be!” dedi Gökhan. “Çok anlayışlılar. Benimkiler şu anki tarzımı görse annem fenalık, babam da kalp krizi geçirirdi.”

Göksel kıkırdadı. “Bu konuda çok şanslı olduğumu biliyorum ve bunun için şükrediyorum.”

“Gerçekten şanslısın ama şeyi merak ediyorum: Dövme yaptıracağını duyunca Engin amca biraz da olsa fenalaşmadı mı?”

Göksel bir kahkaha attıktan sonra, “Deli,” dedi. “Dövme yaptırmayı düşündüğümü söylediğimde, ‘Ne dövmesi?’ diye yükseldi, neye uğradığını şaşırdı ama fotoğraf makinesi yaptırmak istediğimden bahsedince ve tasarımı da gösterince daha ılımlı yaklaştı. Annem de çok onaylamadı, bir ömür vücudumda taşıyacağımı ve kararımı iyi vermem gerektiğini söyledi. Ben de bunun üzerinde uzun zamandır düşündüğümü ve bunu gerçekten istediğimi söylediğimde ikisi de kararıma saygı duydu.”

“Keşke dövmeleri gördüklerinde verecekleri tepkiyi görebilseydim. Bunu kaçıracağım için çok üzgünüm.”

“İstiyorsan benimle eve gel, hem tepkilerini görürsün hem de onlara tanışmış olursun.”

“Yok canım, ben almayayım,” dedi Gökhan gözlerini büyüterek. Göksel’in ebeveynleriyle tanışmaya hâlâ hazır değildi. “Sen anlatırsın.”

“Nasıl istersen.”

Gökhan ona uzanıp onun yanağını öptü.

“Yarın işte misin şimdi?” diye sordu Göksel gözlerini biraz açarak. “Sabahtan akşama kadar?”

“Bilmem, işte miyim?” dedi Gökhan gülerek.

“Bir de bana fena dersin.”

“İki fena birbirimizi bulmuşuz.”

“Gerçekten işte olacaksan Ahsen’le beraber yemek yemeye gideceğim.”

“Gidin.”

“Aklımda bir şeyler var ama yarın olunca göreceğim artık.”

“Ne var?”

“Söylemem.”

“İyi bakalım.”

“Kalkalım mı?” diye sordu Göksel. “Çok geçe kalmadan eve gitsem iyi olacak. Yarın için biraz hazırlık yapacağım. Duş, bakım, kıyafet seçimi vesaire.”

“Ne giyeceksin?”

“Söylemem, gelirsen görürsün.”

“İpucu?”

“Elbise giyeceğim.”

“Şık bir elbise mi?”

“Evet.”

“Kırmızı ruj?”

“Hayır,” dedi Göksel gülerek. “Pembe sürmeyi düşünüyorum.”

“Bence kırmızı sür. Canlı bir kırmızı.”

“Öyle mi dersin?”

“Evet. Elbisen hangi renk?”

“Siyah.”

“Çok güzel olur.”

“Ama göremeyeceksin.”

“Belki de görürüm, belli olmaz.”

“Bu konuyu sabaha kadar konuşabiliriz, bu yüzden daha da uzatmadan kalkalım bence.”

İkili masadan kalktı. Göksel hesabı ödedikten sonra işletmeden ayrıldılar.

“Beni durağa bıraksan yeter,” dedi Gökhan arabaya bindiklerinde. “Ben oradan geçerim, sen de evine devam edersin.”

“Olur,” diyen Göksel arabayı çalıştırdı ve gaza bastı. “Seni bıraktıktan sonra köprüye sürerim.”

“Sana o trafikte şimdiden bolca sabır dilerim.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel caddeye çıkıp durağa doğru sürdü ve durağın biraz ilerisinde durdu.

“Yirmi bir yaşındaki sana şöyle son bir kez bakayım,” diyen Gökhan ona yaklaştı. Genç kadının omuzlarına düşen saçlarını eliyle geriye attı ve Göksel’in dakikalar önce yaptırdığı dövmeyi ortaya çıkardı. “Müzik ruhun gıdasıdır ve ruh da göğsümüzün solundaki kalbin içinde saklıdır. Sen de artık benim gibi müziğin sembolü olan sol anahtarını solunda, ruhuna giden ana yolun üzerinde taşıyorsun. O yolun sonundaysa ben varım, tıpkı benimkinin sonunda senin olduğun gibi.”

“Sen ne güzel konuşuyorsun böyle,” dedi Göksel gülümseyerek. “Dövmeyi daha da anlamlı kıldın.”

“Bir sürü anlam çıkarılacak bir dövme.”

Gökhan onun boynuna doğru eğildi ve dudaklarını Göksel’in dövmesinin üzerine bastırdı. Dövmenin üstüne tüy gibi yumuşacık bir öpücük kondurduktan sonra onun çene kemiğini, yanağını ve son olarak da dudaklarını öptü. Saniyelerce süren öpüşmeleri yavaş ve tutkuluydu.

“Bu da yirmi birin son öpüşmesiydi,” dedi Göksel, birbirlerinden uzaklaştıklarında. “Çok güzeldi.”

“Son olduğunu düşünerek öpmemiştim,” dedi Gökhan. “Bu yüzden bir daha öpüşmemiz gerekecek. Gel buraya.”

“Böyle giderse sen bu arabadan hiç inemezsin.”

“Aslında inmeyi de istemiyorum hatta bana sür dememek için kendimi zor tutuyorum. Zaten Yağız evde.”

“Bu bir teklif mi?”

“Eğer öyleyse kabul edecek misin?”

“Ne münasebet.”

“Ben de öyle düşünmüştüm. Gel buraya.”

Yeniden öpüştüklerinde bu bir öncekinden daha uzun sürdü. Gökhan, Göksel’i hemen bırakmak istemedi; Göksel de ondan ayrılmadı.

“Seni çok seviyorum,” diye fısıldadı Gökhan, ayrıldıklarında. “Dönüş yolunda arabayı dikkatli kullan, olur mu? Varınca da yazarsın. Hep söylediğim şeyler zaten.”

“Tamam bir tanem,” dedi Göksel gülümseyerek. “Ben de seni çok seviyorum.”

“Görüşürüz bal peteğim.”

“Görüşürüz sevgilim.”

Gökhan arabadan indi ve hemen arkadaki otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Bir süre dikiz aynasından onu izleyen Göksel, erkek arkadaşı durağa vardığında gaza bastı ve yola koyuldu.

Bu bir düşünce ya da his değildi, Gökhan’ın yarın için bir şeyler karıştırdığını ve erkek arkadaşının yarın ortaya çıkacağını biliyordu.

Onu çok iyi tanıyordu ve yarın için çok heyecanlıydı.

]]>
Sun, 09 Apr 2023 13:10:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 25. Kare: Prova Gösterisi https://edebiyatblog.com/kd-25kare-prova-gosterisi https://edebiyatblog.com/kd-25kare-prova-gosterisi Bölüm Fotoğrafı: Wendy Wei

Göksel ve Gökhan zihnime düştüğünde tarihler 14 Mart 2021'i gösteriyordu, kitabı yazmaya başladığım tarihse 19 Mart 2021'di. Bugün Kadrajdaki Dünyalar'ın ikinci yıl dönümü. Son senelerdeki en büyük iyi ki'lerimden biri Kadrajdaki Dünyalar'ı yazmak, yayımlamak ve kahramanlarının öyküsünü paylaşmaktı. İki sene önce bugün ilk satırlarını yazıyordum, bugünse son bölümlerini yazıyorum. Benim için muhteşem bir yolculuk oldu/oluyor, eşlik eden herkese teşekkürler. Tepki vermeyi lütfen unutmayın, keyifli okumalar! -EÖÖ

Göksel ve sınıf arkadaşları Akın’la Sinem yoğun bir vize haftası geçirdi. Günlerden cumaydı, bugün son vizelerine gireceklerdi ve ocak ayında olacak finallerine kadar bir daha sınav dertleri olmayacaktı.

Göksel öğlenki sınav için erkenden yola çıktı. Diğer dört gün gibi bugün de arabayla gidiyordu. Genç kadın Dervişali’deki evinden Davutpaşa’ya doğru yol alırken Akın da Halkalı’dan geliyordu. Akın’ın üniversitenin metro istasyonunda inmesinden birkaç dakika sonra Göksel de kampüse ulaştı ve arkadaşını metro istasyonundan aldı.

“Selam,” dedi arabaya binen Akın. “Zamanlamamız harika, aynı anda geldik.”

“Selam,” dedi Göksel. “İstanbul’da nereden nereye ne kadar sürede gidilir, çözmüşüz.”

“Kesinlikle. Nasılsın? İyi çalıştın mı diye sorardım ama cevabını zaten biliyorum.”

“Çalıştım,” dedi Göksel gülerek. Kampüsün girişine doğru sürdü. “Sen dün akşam dediğin son tekrarı yaptın mı?”

“Yaptım,” diye onayladı Akın. “Konuları yalayıp yuttum, 100 bile alabilirim.”

“Hadi bakalım.”

“Sinem’le konuştun mu? Gelmiş mi?”

“Yirmi dakika önce okula vardığını yazdı, fakültedeymiş.”

“Yola bayağı erken çıkmış desene. Ataşehir’den gelince normal.”

“Aynen. Geç kalma lüksü yok.”

Göksel girişten geçip kampüse girdi ve fakülteye doğru sürmeye devam etti. Kampüsün içinde tüm sınav haftalarında olan yoğunluk vardı. Her yer öğrencilerle doluydu.

“Ortalık yine ana baba günü,” dedi çevreye bakan Akın. “Neyse ki bugün bitiyor da rahatlıyoruz. Çıkışta ne yapıyoruz? Kutlamaya gidelim.”

“Olabilir,” dedi ona kısa bir bakış atan Göksel. “Bir şeyler içebiliriz.”

“Senin bir şeylerden kastın kahve falan ama biraya ne dersin? Bu vizelerin üstüne ilaç gibi gider.”

“Fena olmazdı. Sinem’e de soralım, öyle kararlaştırırız.”

“Umarım Berat’la bir program yapmamıştır.”

“Berat’ın sınavının öğleden sonra olduğunu söylemişti diye hatırlıyorum, buluşamazlar.”

“Çok iyi o zaman.”

Fakülteye varan Göksel arabayı boş bulduğu bir yere park etti. Genç kadın arka koltuktan çantasını aldıktan sonra aynı anda araçtan indiler. Soğuk hava Göksel’i ürpertti. Kasımın son günleri kışı aratmıyordu.

“Son güz dönemi vizemiz,” dedi Akın. Göksel ona döndü. “2022’ninse son sınavı. Vay be! Bugünler de gelecekmiş.”

“Gelecekti tabii ya,” dedi Göksel. “Şu vizeyi de halledelim de finallere kadar rahat bir nefes alalım.”

İkili birlikte fakülteye girdiler. Sinem kantindeydi, onun yanına gittiler.

“Selam gençler,” dedi onları fark edince önündeki notları okumayı bırakan Sinem. “Hoş geldiniz.”

Göksel’le Akın da masaya oturdu. Boş iki sandalyeyi almak isteyen birkaç kişi olmuştu fakat Sinem arkadaşları için o iki sandalyeyi tutmayı başarmıştı.

“Sınav sonrası bir planın var mı?” diye sordu Akın.

“Yok,” dedi Sinem. “Ama sanırım artık var.”

“Zeki kızsın, seviyorum seni. Bira içmeye gitmeye ne dersin?”

“Allah derim. Çıkışta bir şeyler yapmayı ben de istiyordum. Vizelerimizin bitişini kutlamalıyız.”

“Kutlayacağız.”

“Nereye gidelim?” diye sordu Göksel.

“Çok uzak olmasın,” dedi Sinem. “Cuma trafiğine minimum düzeyde maruz kalmak istiyorum.”

“Beyoğlu’na ne dersiniz?” diye bir öneride bulundu Akın. “Daha önce de gittiğimiz mekâna gideriz. Sessiz, sakin bir yer zaten.”

“Bana uyar,” dedi Göksel. “Beyoğlu’na gitmeyeli de biraz oldu, özledim.”

“Bana da uyar,” dedi arkasına yaslanan Sinem. “Birkaç şişe birayı devirir, birkaç lafın da belini kırarız.”

“O zaman anlaştık?” dedi Göksel arkadaşlarına bakarak

“Anlaştık,” dedi ikisi de. Böylece mekân seçilmiş oldu.

“Hangi notlar onlar?” dedi Akın çenesiyle Sinem’in önündeki kâğıtları işaret ederek. “Ne çalışıyorsun?”

“Al bak,” diyen Sinem ona notları uzattı. “Önemli şeyleri not ettim, iyice aklıma girsin diye de bol bol okudum.”

Akın, Sinem’in notlarına göz gezdirirken, Göksel de telefonunu çıkarıp internete bağlandı. Gökhan ona sekiz dakika önce okuldan bir fotoğraf atmıştı. Arkasında enstrümanlar olan genç adam gülümseyerek poz verdiği ve başparmağını da havaya kaldırdığı bir özçekimi kız arkadaşına göndermişti. Fotoğrafın altında da işimizin başındayız yazıyordu.

Kendi kendine gülen Göksel de kamerasını açtı ve bir özçekim de o yaptı. Arkada çıkan masalar genç kadının kantinde olduğunu belli ediyordu. Fotoğrafın altına ben de işimin başındayım, kantinde sınav saatini bekliyoruz yazdıktan sonra fotoğrafı Gökhan’a gönderdi.

“Güzel not çıkarmışsın,” dedi Akın. “Sınavı halledersin.”

“Umarım,” diyen Sinem karton bardaktaki çayından bir yudum aldı. “Bu sınavı da sağ salim atlatalım da başka bir şey istemiyorum.”

“Berat’ın sınavı kaçtaydı?” diye sordu Göksel, arkadaşına bakarak.

“15.00’te,” diye yanıtladı Sinem. “Onunla da yarın buluşup vizelerin bitişini kutlayacağız.”

“Ne yapacaksınız?”

“Noodle yemeye gideceğiz. Güzel bir Çin restoranı biliyormuş, beni oraya götürecek.”

“Seversen söyle, belki biz de Gökhan’la gideriz.”

“Tamam, haber veririm.”

“Benim takıldığım tek nokta fiyatı,” diye bir yorumda bulundu Akın. “Yabancı ülke restoranlarının fiyatları kol gibi.”

“Türk restoranları çok farklı sanki,” dedi Sinem göz devirerek. “Vizelerin bitişi şerefine biraz masraf edebiliriz, sıkıntı yok.”

“Ayda yılda bir yapılabilir tabii. Yemeklerin tadını ben de merak ederim, gruba yazarsın. Belki bir gün hep beraber gideriz.”

“Kendimi gurme gibi hissettim. Engin yemek bilgilerimle yaptığım restoran incelememi çok yakında WhatsApp grubumuzda okuyabilirsiniz.”

Gülüştüler.

Biraz daha sohbet eden üç arkadaş sınav saati yaklaşınca kantinden ayrılıp sınıfa gitti. Bu sırada Gökhan da dersteydi. Cuma, son sınıf müzik öğrencilerinin en yoğun günüydü, bir sürü dersleri vardı ve bir dersten öbürüne girmek Gökhan’ı gün sonunda yorgunluktan içi geçmiş bir hâle getiriyordu. Yine de bu yoğunluğu, kafasını okulla doldurmayı ve müzikle bu kadar iç içe olmayı seviyordu. İstanbul’a taşındığından beri günleri sürekli bir yoğunluk ve koşuşturmayla geçtiği için bu tempoya alışmıştı.

Ders bitince Gökhan telefonuna baktı. Göksel’in dakikalar önce gönderdiği fotoğrafı görünce gülümsedi. Kafa yorucu bir dersin ardından bu güzel yüzü görmek genç adama iyi gelmişti.

“Caz dersine girmeden önce bu yüzü gördüğüm iyi oldu,” dedi Gökhan, Yağız’a dönerek. “Enerji depoladım.”

“Bu gariban ne yapsın?” dedi Yağız kendini işaret ederek. “Neyden güç alsın, nasıl enerji depolasın?”

“Sana çikolata alayım mı?”

“Olur.”

İkili sıradan kalkarken Gökhan güldü.

“Şarkının türü caz değil ama ne zaman caz dense aklıma şu şarkı geliyor,” dedi Yağız ve George Micheal’in meşhur Careless Whisper’ının girişteki müziğini ağzıyla söylemeye başladı. Bir yandan da yumuşak hareketlerle dans ediyordu.

Gökhan bir kahkaha patlatırken sınıftaki birkaç kişi de Yağız’a güldü.

Yağız ağzıyla giriş müziğini çaldıktan sonra Gökhan da şarkıyı söylemeye başladı.

“Yerli George mübarek,” dedi Yağız. “Onların George’u varsa bizim de Gökhan’ımız var.”

“Yeni yıl programında bunu da mı söylesek?” diye sordu Gökhan şakayla karışık. “Saksafon işini birinin halletmesi gerekecek.”

“Bu şarkının müziğini duyduğumda ciddi kalamıyorum, tüm programı mahvederim.”

“Normalde çok ciddi kalıyorsun ya.”

“Doğru bir noktaya parmak bastın,” dedi Yağız başını sallayarak. “İşler daha da kötü olur işte, gerisini sen düşün.”

“Bence hiç kimse ciddi kalamaz,” dedi onların arkasında yürüyen ve konuştuklarına kulak misafiri olan İpek. İki delikanlı da ona döndü. “Bizi de seyircileri de bir gülme alır.”

“Kesinlikle,” dedi Yağız. “Ama Sevgililer Günü programı yapacak olsaydık bu şarkıyı düşünebilirdik. Gökhan’a beyaz bir takım elbise giydirip göğüs cebine de kırmızı gül koyarak şarkıyı söyletirdik.”

“Tabii efendim,” dedi Gökhan. “Hatta gülü dişlerimin arasında tutayım, şarkıyla uyumlu olur.”

Yağız ve İpek gülüştü.

“Hayali bile komik,” dedi Yağız. “Bir de gerçeğini görsem gülmekten kırılırdım herhâlde.”

“Gerçekten de komik olurdu,” diye ona katıldı İpek. “Ama şarkı listemizi çoktan hazırladık, provalara da tam gaz devam ediyoruz.”

“Bir ay kaldı,” dedi Gökhan. “Heyecanlıyım.”

“Ben de öyle. Provalar harika ilerliyor, sahnede muhteşem iş çıkaracağımıza eminim.”

“Kesinlikle çıkaracağız. Biz kantine ineceğiz, görüşürüz İpek.”

“Görüşürüz gençler.”

Gökhan’la Yağız kantine indi. Gökhan, Yağız’a söylediği gibi çikolata alırken kendisine de su aldı.

“Caz dersi öncesi buna ihtiyacım vardı,” dedi çikolatadan ilk ısırığını alan Yağız. “Eyvallah Gök.”

“Afiyet olsun,” dedi Gökhan ve suyundan büyük bir yudum içti. “Bu da bana iyi geldi.”

İki arkadaş dersin olacağı sınıfa çıktı. Onlar dersteyken Göksellerin de sınavı bitti ve üç arkadaş sınıftan ayrıldı.

“Nasıldı?” diye sordu Akın.

“Çok iyi geçti,” dedi Göksel. “Epey yüksek alırım.”

“Benim de iyi geçti,” dedi Sinem. “Senin nasıldı?”

“Evelallah hakkından geldim,” dedi Akın göğsünü kabartarak. “Ben de çok yüksek bekliyorum. Son vizeyi de verdiğimize göre artık rahatız. Hepimize geçmiş olsun.”

Akın ve Sinem önden yürürken arkadan ilerleyen Göksel de erkek arkadaşına mesaj attı.

Biz sınavdan çıktık. Çok iyi geçti, sonucumu epey yüksek bekliyorum. Şimdi bizimkilerle Beyoğlu’na geçiyoruz, minik bir kutlama yapacağız

Göksel mesajı sevgilisine gönderdikten sonra arkadaşlarına yetişti.

“Hemen Beyoğlu’na geçelim mi?” diye sordu Göksel. “İşiniz var mı?”

İkisi de olmadığını söyledi.

“O zaman istikamet Beyoğlu,” dedi Göksel. “Gündüz içmeyeli bayağı olmuştu.”

“Ne içeceğiz sanki?” dedi ona bakan Akın. “Bira ama biz ona su da diyebiliriz.”

“Rakı masasına oturacak hâlimiz yok ya,” dedi Sinem. “Efendi gibi birkaç şişe biramızı içeriz, sohbet muhabbet ederiz.”

Gülüştüler.

“Okulu bitirince rakı masasına oturalım mı?” dedi Akın. “Şöyle kalabalık bir masa ve bembeyaz rakıyla mezuniyetimizi kutlarız.”

“Oturalım,” dedi Göksel. “Ailem hariç kimseyle rakı masasına oturmadım, yakın arkadaşlarımla bunu tecrübe etmeyi isterim.”

“Ben de babam hariç kimseyle oturmadım,” dedi Sinem. “Çok güzel bir mekân biliyorum, oraya gidelim.”

“Asıl ben çok güzel bir mekân biliyorum,” dedi Akın. “Oraya gidelim.”

“Niye senin dediğin mekâna gidiyormuşuz?”

“Niye seninkine gidecekmişiz?”

“Çünkü güzel.”

“Benimki de güzel.”

“Hop hop!” diye araya girdi Göksel. “Sakin olun gençler. Gideceğimiz yere hep beraber karar vereceğiz. Hem daha yaza çok var, şimdiden mekân kavgasına tutuşursanız işimiz var.”

“Göksel hangisine gidelim?” diye sordu Sinem. “Akın’ın dediği yere mi yoksa benimkine mi?”

“Pardon da henüz dediğiniz mekânların adını, yerini bile söylemediniz. Bu şekilde sağlıklı bir iletişim kurmamız mümkün değil.”

“Ben sana benim mekânı anlatırım,” diyen Akın onun omzuna kolunu attı. “Mekân Bakırköy’de, nezih ve sakin bir işletme. Fiyatları biraz tuzlu ama mezuniyetimiz için değer. İnternetten fotoğraflarını gösteririm.”

“Gök’ün aklını çelmeye çalışma!” dedi Sinem ve Göksel’i kendine çekti. “Sen bunu bırak, biricik arkadaşına kulak ver. İkimiz beraber daha çok yere gittik, zevklerimiz uyuyor.”

“İkinizden de ellerinizi üstümden çekmenizi istiyorum,” deyip onlardan uzaklaştı Göksel. “Sizin hemfikir olamayacağınız ortada, bu yüzden mekânı ben seçeceğim.”

Akın ve Sinem aynı anda bağırdı: “Ne?”

“Duydunuz,” dedi Göksel. “Mekânı ben seçeceğim, itiraz kabul etmiyorum.”

“Senin yüzünden!” dedi Sinem, Akın’a bakarak. “Arıza çıkarmasan olmaz.”

“Ben mi arıza çıkardım?” dedi Akın. “Sen arızanın ta kendisisin be kızım.”

Onlar arkada atışmaya devam ederken önden yürüyen Göksel başını iki yana sallıyordu. Bazen iki çocukla uğraşıyormuş gibi hissediyordu.

“Gideceğimiz yerde de sakın kavga etmeye çalışmayın,” dedi Göksel, üç arkadaş arabanın yanına geldiğinde. “Bu olayı burada bırakın ve hep birlikte keyifli vakit geçirelim.”

Akın ve Sinem arasında bir bakışma yaşandı.

“Tamam,” dedi Akın.

“Kabul,” dedi Sinem de. “Hadi vizelerin bitişini kutlayalım.”

Göksel şoför koltuğuna otururken Sinem ön koltuğa, Akın da arka koltuğa oturdu. Kampüsten ayrılan gençler Beyoğlu’na doğru yola çıktı. Sinem de Akın da Göksel’in müzik zevkini beğeniyordu, bu yüzden Göksel bir çalma listesini fonda kısık seste çalması için gönül rahatlığıyla açtı.

“Sinem’inkinin sınavı var,” dedi üst gövdesini iki koltuğun arasından öne uzatan Akın. “Seninki ne yapıyor?”

“Okulda,” diye yanıtladı Göksel. “Bugün ders programı çok yoğun, dersten derse giriyor. Akşama kadar dersi var.”

“Yazık,” dedi Akın ikinci heceyi biraz uzatarak. “Konservatuvar dersleri de ne zordur var ya. Müzik terminolojisi tek başına aşırı zor.”

“Öyle,” diye onayladı Göksel. “Ama Gökhan’ın dersleri çok iyi, bölüm ikincisi.”

“Enişteme bak be,” diyen Akın bir ıslık çaldı. “Yakışır. Peki bölüm birinciliğini kime kaptırmış?”

“Bir kıza. Gökhan’ın anlattığına göre kız çok küçük yaşlardan beri dersler alıyormuş: Piyano, keman, gitar, şan vesaire. Kız resmen müzisyen olmak için yetiştirilmiş, ailesinin durumu iyiymiş ve bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Kızın şanslı olduğu çok açık ama Gökhan aşırı çalışkan ve hırslı biri olduğunu da söyledi, birinci sınıftan beri yüksek onur öğrencisiymiş.”

“Vay anasını, ne hayatlar var. Ben ilk kameramı aldırana kadar akla karayı seçmiştim, üstelik ilk birkaç sene kendi öz ailem bile boş işlerle uğraştığımı düşünmüştü.”

“O kızın sıralamaya dahil edilmemesi gerekir,” dedi Sinem. “Kızın önüne tüm imkânlar serilmiş, pek çoğumuzun asla sahip olmadığı imkânlar. Biz Gökhan’ı bölüm birincisi olarak düşünebiliriz.”

“Aynı fikirdeyim,” dedi ona kısa bir bakış atan Göksel. “O kadar imkân Gökhan’a verilmiş olsaydı şu an bulunacağı konumu hayal bile edemiyorum. Erkek arkadaşım diye demiyorum fakat gerçek bir müzik dehası.”

“Bizzat izlemiş biri olarak hemfikirim, hem yetenekli hem de çok donanımlı biri.”

“Ben izlemedim,” dedi Akın. “Konuya Fransız kaldım.”

“Bir gün izlersin, illa denk gelirsin.”

“Çok merak ettim, denk gelmek farz oldu.”

Üç arkadaş Beyoğlu’na gidene kadar pek çok konu hakkında sohbet etti. Oturacakları mekâna ulaştıklarında Göksel arabayı işletmenin biraz ilerisine park etti.

Mekâna giren üçlü duvar kenarındaki bir masaya ilerledi. Vakit öğleden sonra olduğu için içerisi kalabalık değildi, sadece birkaç masa doluydu ve fonda yerli grupların şarkıları çalıyordu.

“Şansımıza sakin,” dedi yumuşak koltuğa oturan Akın. “Tam içip sohbet etmelik ortam.”

“Güzel bir zamanda geldik,” dedi onun yanında oturan Göksel. “Bu tarz yerlerin kalabalığı ruhumu daraltıyor, böyle iyi.”

“Hepimiz bira mı içiyoruz?” diye soran Sinem menüyü karıştırmaya başlamıştı bile. “Ortaya da bir şeyler isteyelim.”

“İsteyelim tabii,” dedi Akın. “Tek başına gitmez. Bu arada karnınız aç mı?”

İkisi de tok olduğunu söyleyince üç şişe bira, kuruyemiş ve patlamış mısır sipariş ettiler.

“Berat’tan ses seda yok,” dedi telefonunu kontrol eden Sinem. “Hâlâ sınavda olmalı.”

“Yüksek ihtimalle,” dedi Göksel. “Gökhan’dan da ses seda yok. Her cuma aynı olduğu için alıştım artık, ancak akşama konuşabiliriz.”

“Benim olmayan sevgilimden de ses seda yok,” diye onların konuşmasına katıldı Akın. “Ne kendisi var ne de sesi sedası. İdeal sevgili dediğin budur işte.”

Kızlar gülüştü.

“Sen birine âşık olduğun zaman göreceğim seni de,” dedi Sinem. “Bize dert yanacaksın.”

“Şubatta yirmi üç olacağım ama henüz hiç âşık olmadım,” dedi Akın. “Bu yaştan sonra birini sevsem de o aptal aşık rollerine gireceğimi hiç sanmıyorum çünkü artık olgunlaştım. Aşkın çocuksu heyecanları için fazla büyüğüm gibi geliyor.”

“Sen öyle san,” dedi Göksel mavi gözlerini biraz açarak. “Adı üstünde, aşkın çocuksu heyecanları. Kaç yaşında olursan ol sana bir çocuk gibi hissettirebiliyor, karnında kelebekler uçuşturuyor. Gökhan’la tanışmadan önce ben de seninkine benzer düşüncelere sahiptim ama ilişkimizin üçüncü ayında bile hâlâ o kelebekler karnımda dans etmeye devam ediyor ve sanırım çok uzun bir süre daha buna devam edecekler.”

“Aynen öyle,” diye ona arka çıktı Sinem. “Berat’ı düşünmek bile beni mutlu ediyor, içimi sıcacık yapıyor. Muhteşem bir his.”

“Ne güzel,” dedi Akın gülümseyerek. “Eğer ben de şanslıysam bana böyle hissettiren biriyle tanışabilirim. O kelebekleri merak ettim.”

“Karnının içinde durmadan uçarlar. Sevdiğin kişinin gülümsemesini görmek, dokunuşunu hissetmek, onu öpmek ve onun tarafından öpülmek kelebekleri daha da hareketlendiren şeylerden birkaçı.”

“İkinizin de bu kadar romantik olduğunu bilmezdim. Aşk insanı cidden çok değiştiriyor.”

“Ya da insanın içinde kendisinin bile bilmediği tarafları ortaya çıkarıyor,” dedi Göksel. “Kendini tanımak adına da çok faydalı.”

“O kadar övdünüz ki aşk bir ürün olsa parasını verip satın alacağım, o derece.”

Hep beraber gülüştüler. Sınavlardan sonra gündelik şeylerden konuşmak hepsine iyi geldi. Kafa dağıtmaya ihtiyaçları vardı ve bu ortam kafa dağıtmak için birebirdi.

Biraz sonra siparişleri geldi.

“Vizelerin bitişine,” dedi kendi şişesini kaldıran Akın.

Kızlar da kendi şişelerini kaldırınca hep birlikte şişeleri tokuşturdular, ardından biralarından içtiler.

“İşte bu iyi geldi,” dedi Akın büyük bir yudum içtikten sonra. “Keyiflendim.”

“Ben de öyle,” dedi Sinem. “Finallerden sonra da yine bir kutlama yaparız.”

“Kutlamalar bitmiyor,” diyen Akın yanında oturan Göksel’e baktı. “Sonraki hafta da Gök’ün doğum günü var. Ben yirmi üç olacağım ama sen daha yeni yirmi iki oluyorsun.”

“Aralıkta doğunca böyle oluyor işte,” dedi Göksel. “2000 doğumluyum ama 2001’li sayılırım, onlarla aramda daha az ay farkı var.”

“Mesela ikimiz de 2000 doğumluyuz ama senden 10 ay büyüğüm.”

“Demek istediğim şey tam olarak bu ama bu durumu seviyorum, kendimi bir yaş daha genç hissediyorum.”

“Öylesin de.”

Akın ve Sinem’in Gökhan’la birlikte hazırladıkları bir sürpriz kutlama partisi vardı. Gökhan günler öncesinden Sinem’e ulaşmış ve ona Göksel’in yakın arkadaşlarıyla beraber bir kutlama hazırlamak istediğinden bahsetmişti. Sinem plandan çok hoşlanmış, bunu Akın’a da söylemişti ve Akın da memnuniyetle kabul edince üçü beraber Göksel’in yakın arkadaşları ve Gökhan’ın olduğu küçük bir kutlama planlamaya başlamıştı.

“Yeni yıl için planlarınız var mı?” diye sordu Sinem. “Hiç konuşmadık.”

“Henüz kesinleşmedi ama arkadaşlarımla dışarıda kutlayacağız gibi duruyor,” dedi Akın. “Siz ne yapacaksınız? Sevgililerinizle olursunuz herhâlde.”

“Tabii canım, babam kesin izin verir. Yeni yıla Berat’la girmeyi çok istesem de evde babamla oturuyor olacağım. Gök sen ne yapacaksın?”

“Henüz bir planım yok,” diye cevapladı Göksel. “Gökhan’la hiç konuşmadık.”

“Siz beraber girersiniz,” deyip omzuyla onu dürttü Akın. “Seninkiler izin verir.”

“Ben dışarıda kutlamayı sevmiyorum ama Gökhan teklif ederse kabul ederim. Şu an sınıfça düzenledikleri yeni yıl programı nedeniyle çok yoğun ama ilerleyen günlerde bu konunun bahsi açılır, biz de konuşuruz.”

“Konuşun konuşun,” dedi Akın ona anlamlı bir bakış atarak. “İlk yılbaşınız sonuçta, plan yaparsınız.”

“Beraber kutlasak ya,” diye konuşmaya dahil oldu Sinem. “Berat, ben, sen ve Gökhan. Babama seninle olacağımı söylediğimde izin verir, yalan da söylememiş olurum.”

“Mantıklı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bizimkilere soralım, eğer onlar da olur derse dördümüz birlikte kutlarız.”

“Anlaştık.”

Yılbaşına Berat’la beraber girme ihtimali olan Sinem’in neşesi arttı. Bu yılbaşı onların da ilk yılbaşı olacaktı ve genç kadın yeni yıla erkek arkadaşıyla beraber girmek, o gün onunla zaman geçirmek istiyordu.

Göksel’in telefonuna yeni bir bildirim gelince genç kadın mavi kılıf takılı sarı telefonunu eline aldı. Bu kılıfı geçenlerde almıştı ve renk tercihindeki en önemli faktör mavinin Gökhan’ın en sevdiği renk olmasıydı. Açık mavi renkli kılıfı gördükçe Gökhan aklına geliyordu ve bu onu mutlu ediyordu.

Ekranı açtığında Gökhan’ın mesaj attığını gördü.

Çok sevindim, hadi geçmiş olsun balım. Benim de dersim şimdi bitti, siz ne yapıyorsunuz? Beyoğlu’na gittiniz mi?

Onunla olan konuşmasını açıp genç adama cevap verdi.

Teşekkür ederim sevgilim *sarı kalp emojisi*

Evet, Beyoğlu’na geldik, bir mekânda oturuyoruz şimdi

Gökhan onun mesajını hemen gördü ve çabucak cevap yazdı.

İyi yapmışsınız, vizelerin bitişini mi kutluyorsunuz?

Yüzüne bir gülümseme yayılan Göksel parmaklarını hızlıca ekranda gezdirip mesaj yazdı.

Evet, bira içerek ve biraz da atıştırmalık yiyerek küçük bir kutlama yapıyoruz. Vize haftası ve öncesi çok yorucuydu, bunu hak ettik

Gökhan onun bu mesajlarını yürürken okudu. Bir sonraki ders için farklı bir sınıfa gidiyorlardı.

“Önüne bak önüne,” dedi onun yanında yürüyen Yağız. “Sınıfa geçince yazarsın.”

“Yazmıyorum ki, okuyorum,” dedi Gökhan. Başını telefondan kaldırdı. “Sınavı iyi geçmiş, çıkışta arkadaşlarıyla beraber Beyoğlu’na bira içmeye gitmişler.”

“Ne hayatlar var be! Biz burada dersten derse koşalım, millet bira içip keyfine baksın.”

“Vizeler bitince biz de kutlamaya gittik, unuttun sanırım.”

“Yo, unutmadım ama dram yaratmak hoşuma gidiyor. Şu an biz de bira içip keyfimize bakıyor olabilirdik ama okulda ders bombardımanı altındayız.”

“Bugün ders programı cidden çok yoğun. Bugünkü derslerin bir kısmını bir ders koydukları günlere dağıtsalar ne olurdu sanki?”

“Mesela canımız çıkmamış olurdu ya da, ‘Konservatuvarı kazandığım güne lanet olsun!’ dememiş olurduk. Yüksek dozda müziğe maruz kalmaktan hastaneye kaldırılmama şu kadarcık kaldı.”

Yağız işaret ve başparmağını iyice birbirine yaklaştırıp aralarında minicik bir boşluk bırakınca Gökhan güldü.

“Al benden de o kadar,” dedi Gökhan. “Ama daha gün devam ediyor, bu yüzden derin bir nefes alıp güç topluyoruz.”

“Dünyadaki tüm havayı ciğerlerime doldursam bile güç toplayamam şu an Gök.”

Sınıfa girdiklerinde bir sıraya oturdular. Telefonunun ekranını açan Gökhan, kız arkadaşına cevap verdi.

Kutlayın tabii, yarasın

Seninkilere selam söyle, hepinize geçmiş olsun

Bu sırada arkadaşlarıyla sohbet eden Göksel, yeni bildirim gelince telefonuna baktı. Gökhan’ın mesajlarını okudu.

“Gökhan’ın selamı var,” dedi. “Sınavlar için geçmiş olsun diyor.”

“Aleykümselam,” dedi Sinem. “Sen de selam söyle, teşekkür ediyoruz.”

“Aynen sen de selam söyle,” dedi Akın. Sinem’e anlamlı bir bakış attı. “Sağ olsun eniştemiz.”

Göksel erkek arkadaşına cevap yazdı.

Onların da selamı var, teşekkür ediyorlar

Sen ne yapıyorsun?

Gökhan onun mesajlarını hemen gördü. Sınıfta hareketlilik devam ediyordu ama genç adamın tek odak noktası Göksel’le olan konuşmasıydı.

Aleykümselam. Ben de Yağız’la beraber sonraki ders için başka sınıfa geçtim, dersin başlamasını bekliyorum

Sesini özledim, akşama konuşalım

Onun ikinci mesajını okuyan Göksel güldü. Genç kadın sevimli bir ifadeyle birkaç saniye ekrana baktıktan sonra ona cevap yazdı.

Konuşalım, ben de senin sesini özledim

Pazartesi günü kesin olarak Fatih’teki kampüse geliyorsunuz değil mi? Planda bir değişiklik yok diye umuyorum

Gökhan gülümseyerek onu yanıtladı.

Planda bir değişiklik yok, pazartesi öğleden sonra prova için ana kampüste olacağız. Geliyorsun değil mi?

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı son sınıf öğrencilerinin yeni yıl programı ana kampüste olacaktı, Gökhanlar da sahne alacakları yerdeki ilk provalarını önümüzdeki pazartesi yapacaklardı. Organizasyonun başı Melek hocayla görüşen Gökhan, Göksel’in gelmesi için izin almıştı ve Göksel pazartesi günü onları izlemeye gidecekti.

Planda değişiklik olmadığını öğrenen Göksel sevinerek ona cevap yazdı.

Elbette geliyorum, orada olacağım. Yine konuşuruz zaten

Gökhan sırıtarak ona cevap yazdı.

Güzel bir gün olacak, sabırsızlıkla bekliyorum. Sen arkadaşlarınla takıl, benim de daha derslerim var zaten. Akşama görüşürüz balım

Göksel ona çabucak mesaj attı.

Sana iyi dersler sevgilim, görüşürüz

Uygulamadan çıkıp ekranı kapatan Göksel arkadaşlarının arasına geri döndü.

“Yüzünde güller açıyordu,” dedi Akın. “Ne oldu?”

“Gökhanlar pazartesi günü ana kampüste yeni yıl programı için prova yapacak,” diye yanıtladı Göksel. “Gökhan hocasından benim için izin almıştı, onları izlemeye gideceğim. Henüz iki gün var ama şimdiden heyecanlandım, sabırsızlıkla bekliyorum.”

“İyiymiş. Sınıftan arkadaşlarıyla, hocalarıyla da tanışmış olursun.”

“Evet, bir de bu konu var. Gökhan’ın okul ortamını epeydir merak ediyordum, gidip görmeme çok az kaldı.”

“Ay çok heyecanlı,” dedi Sinem. “Ben de Berat’ın ders çıkışına gittiğimde epey arkadaşını görmüştüm, hâliyle çok gerilmiştim ama sıcak bir ortamla karşılaşınca hoşuma gitmişti.”

“Gökhan sınıf arkadaşlarını seviyor. Zaten az kişi oldukları için hepsinin birbirini yakından tanıdığından ve beraber takıldıklarından bahsetmişti. Sıcak bir ortamları var gibi görünüyor, umarım öyledir ve ben de hemen alışırım.”

“Alışırsın,” diyen Akın destek olmak adına onun koluna dokundu. “Bize de olanları anlatırsın.”

Üç arkadaş akşama kadar oturup sohbet ettiler, bol bol güldüler. Akın’ın fotoğraf makinesi yanındaydı, hem mekânın içinde hem de mekândan çıktıklarında sokakta fotoğraf çektiler. Akın poz verme konusunda en istekli olandı, Sinem’le Göksel onu bol bol çekti. Göksel fotoğrafının çekilmesi konusunda elbette ki en isteksiz olandı fakat arkadaşları ısrar edince o da birkaç poz verdi.

“Bana da hafta sonu üzerinde çalışacak fotoğraflar çıkmış oldu,” dedi makinesini Göksel’den alan Akın. Genç kadın sokağın birkaç fotoğrafını çekmişti. “Düzenledikten sonra fotoğrafları size de atarım. Beyoğlu âşığı olan Gök epey fotoğraf çekti, belki aralarında çok sevdiğin olur ve hesabına atarsın.”

“Çok iyi olur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Uzun zamandır Beyoğlu’na gelmeyince biraz fazla fotoğraf çektim, mazur gör.”

“Yok canım, olur mu öyle şey? İstiyorsan çekmeye devam edebilirsin. Çektiğin fotoğrafların büyük hayranı olduğumu biliyorsun.”

“Çok tatlısın, teşekkür ederim.”

“Ben yalnızca gerçekleri söylüyorum Gök.”

Akın ona göz kırptı.

“Yavaştan arabaya gidelim mi artık?” dedi Sinem. “Yolum biraz uzun da.”

“Gidelim,” dedi ona bakan Göksel. “Akşam trafiği de var zaten, hepimizin yolu uzun.”

Üç arkadaş Göksellerin beyaz arabasına yürüdü ve arabaya bindi.

“Güneşin batmasıyla hava bir anda buz gibi soğuyor,” dedi ellerini ovuşturan Sinem. “Size de bir üşüme geldi mi?”

“Ben de biraz ürperdim,” dedi Akın. “Hava çok soğuk değil ama rüzgâr buz gibi esiyor.”

Göksel onları binecekleri toplu taşıma araçlarının duraklarında bıraktıktan sonra Dervişali’deki evine tek başına devam etti. Yoldayken Batuhan Mutlugil’in Yadigar isimli solo albümünü dinledi. Bu albümü Gökhan’dan duymuştu, dinlediği Sürgün ve Yor Beni parçalarını sevince tüm albüme bir şans vermişti ve o zamandan beri albümü severek dinliyordu. Genç kadın Gökhan’ın müzik zevkini beğeniyordu, erkek arkadaşı birlikte oldukları bu üç ayda onu pek çok sanatçı ve şarkıyla tanıştırmıştı.

Göksel evine girdiğinde saatler 19.17’ydi. Annesiyle babasını salonda otururken buldu.

“Hoş geldin güzelim,” dedi babası. “Seni daha erken bekliyorduk.”

“Hoş buldum,” diyen Göksel diğer koltuğa oturdu. “Bizimkilerle sohbete fena daldık, zaman nasıl geçmiş anlamadık bile. Üstüne akşam trafiği de eklenince ancak gelebildim. Yemek yediniz mi?”

“Hayır, seni bekledik,” dedi Güzin. “Şimdi hep beraber yeriz. Sınavın nasıl geçti?”

“Çok iyi geçti, yüksek bekliyorum.”

“Hiç şaşırmadım,” dedi Engin gülümseyerek. “Vizeleri bitirdin. Geçmiş olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Ne yaptınız?” diye sordu annesi.

“Beyoğlu’ndaydık,” dedi Göksel. “Bir yerde oturup ikişer şişe bira içtik, sohbet ettik. Kendi aramızda mini bir kutlama yaptık.”

“İyi yapmışsınız. Karnın aç değil mi?”

“Açım. Yemek yemedik zaten, bira yanında birkaç şey atıştırdık sadece.”

“İyi bakalım. Sen elini yüzünü yıka, istersen üstünü değiştir; biz de babanla sofrayı hazırlayalım.”

“Olur sultanım.”

Aile üyeleri dakikalar içinde mutfaktaki yemek masasında toplandı. Yemekte Göksel’in çok sevdiği brokoli yemeği vardı.

“Hafta sonu için planların var mı?” diye sordu Engin.

“Evde oturup sevdiğim şeyleri yapmak haricinde mi? Hayır yok,” dedi Göksel. “İzlemek için üç film seçtim, okumak için de bir şiir kitabım var.”

“Son dönemde şiir kitaplarına pek ilgilisin,” dedi Güzin kızına bakarak. “Kitapları okuduğunu görüyorum ama kitaplığında göremedim.”

“Çünkü kitapları ödünç alıyorum,” dedi Göksel lokmasını yuttuktan sonra. “Kitaplar Gökhan’ın, okuduktan sonra ona geri veriyorum.”

“Epey bir kitap gördüm. Anlaşılan Gökhan şiirleri çok seviyor.”

“Evet, şiir okumayı çok seviyor. Şiirler şarkı yazarken ona ilham da oluyormuş.”

“Kimleri okuyor mesela?” diye sordu Engin. “Ben pek odana girmediğim için kitaplara denk gelmedim.”

“Çoğu Türk şairi severek okuyor,” dedi Göksel. “Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Ahmed Arif, Ümit Yaşar vesaire.”

“Hepsi de aşk şiirleriyle ünlü isimler.”

“Evet, Gökhan aşk şiirleri okumaktan hoşlanıyor. Romantizmi seviyor.”

“Belli oluyor. Anlaşılan artık sen de seviyorsun.”

“Kurgu okumayı daha çok sevsem de arada şiir de okurdum ama Gökhan’dan sonra şiirlere olan ilgim ve sevgim arttı, bu bir gerçek. Beni çok güzel şairlerle, şiirlerle tanıştırdı.”

“Ne hoş,” dedi Güzin gülümseyerek. “Şiirler romantik eserler. Gökhan’ın sana kitaplarını ödünç vermesi de ayrıca çok hoş.”

“Romantik bir ilişkimiz olduğu doğru, bu durumdan çok da memnunum. Hafta sonu okumayı planladığım şiir kitabını kendim aldım. Gökhan’ın kütüphaneden ödünç aldığı bir kitap olduğu için kendisinde yokmuş ama önermişti, ben de ikimize birden aldım. Pazartesi günü vereceğim.”

“Çok iyi düşünmüşsün. Çok sevinecektir.”

“Pazartesi demişken,” dedi Engin. “Provaları kaçta başlıyor?”

“Ders çıkışı gelecekleri için vakitte biraz dalgalanma olabilir ama dört civarı başlayacaklar. Gökhan çok uzun sürmeyeceğini söyledi ama birkaç saat sürer tabii.”

“Tabii ki sürer, hemen olup bitecek bir şey değil. Akşam döndüğümüzde evde olmazsın o zaman?”

“Kesin bir şey diyemem ama muhtemelen olmam.”

“Fotoğraf çekmeyi düşünüyor musun?” diye sordu Güzin. “Kameranı götürecek misin?”

“Aslında çekmek isterim,” dedi Göksel annesine bakarak. “Kameramı yanımda götürürüm, eğer oradakiler de müsaade ederse çekerim. Hep beraber olacakları için Gökhan’ı çeksem bile kareye dahil olurlar, öncesinde sormam gerekir.”

“Haklısın ama dert edeceklerini sanmam, sen de ortaya muhteşem fotoğraflar çıkarırsın.”

“Umarım. Teşekkür ederim canım benim.”

Göksel ailesiyle beraber akşam yemeğini yedikten sonra onlarla salona geçti. Saat yeni sekiz olmuştu. Genç kadın, Gökhan’ın son dersinin sekize doğru bittiğini ve erkek arkadaşının dokuz gibi evine gittiğini bildiği için o evine dönene kadar ailesiyle birlikte oturmaya karar verdi.

“Sizin gününüz nasıldı?” diye sordu Göksel.

“Yıl sonu yaklaştığı için yoğunluğumuz arttı,” dedi Güzin. “Sene boyunca neler yaptığımıza bakıyor, önümüzdeki sene neler yapabileceğimizi düşünüyoruz. Günlerimiz koşuşturmacayla geçiyor.”

“Bizim de aynı,” dedi Engin. “Müdür olarak her şeye yetişmeye çalışıyorum, sağlam bir tempo içindeyim.”

“İkinize de kolay gelsin,” dedi Göksel.

“Teşekkür ederiz güzelim benim.”

Engin onun saçlarını öpünce Göksel bir anlığına gözlerini huzurla kapattı. Koltukta annesiyle babasının ortasında oturuyordu. Çocukluğundan beri onların arasında oturmayı çok seviyordu.

Aile üyeleri bir saat kadar oturup dizi izlediler. Saat 21.08’ken Göksel’in telefonu çalmaya başladı. Arayan Gökhan’dı.

“Bana ayrılan sürenin sonuna geldik,” diyen Göksel ayağa kalktı. “Görüşürüz.”

“Yüzünde gül tarlaları açtı yine,” dedi Engin. Güldü. “Görüşürüz küçük hanım.”

Salondan çıkan Göksel telefonu açtı.

“Alo?” dedi neşeli bir sesle. “Göksel Dinçer’in cep telefonu, size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Şu an yanımda olsaydın ve ben de seni rahatça kollarımın arasına alsaydım çok yardımcı olurdun aslında,” dedi Gökhan. Onun da sesi yorgun olmasına rağmen neşeliydi. “Nasılsın bal peteğim?”

“Sesini duydum çok daha iyi oldum,” derken odasına girdi Göksel ve kapısını kapattı. “Sen nasılsın?”

“Çok yorgunum ama sesini duymak ilaç gibi geldi. Ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle dizi izliyordum, şimdi odama geçtim. Sen ne yaptın? Eve varmışsındır muhtemelen.”

“Evet, eve döneli biraz oldu. Elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirdikten sonra seni aradım. Kafam kazan gibi, biraz sesini duyup yatacağım.”

“Yemek yedin mi?”

“Yedim, merak etme. Çıkışta Yağız’la birlikte ayaküstü döner yedik. İkimiz de çok acıkmıştık.”

“Hâliyle. Dur tahmin edeyim, şu an yatakta iki seksen yatıyorsun.”

“Nokta atışı,” dedi Gökhan gülerek. “Üzerimde yorgan bile var. Tüm gün okulda olacağımız için evden çıkarken kaloriferi iyice kısmıştık, şu an ev çok soğuk ve ben de kendimi yorganın altına attım.”

“Kaloriferi biraz açsaydınız, valla donarsınız.”

“Açtık canım, açmaz olur muyuz? Ama evin ısınması biraz zaman alacak, ben de çareyi yorgan altında buldum.”

“İyi yapmışsın,” diyen Göksel güldü. “Zaten telefonu kapatınca yüksek ihtimalle uyuyakalırsın.”

“Aynen öyle. Yattıktan sonra ayağa kalkamam diye ışık bile kapalı, karanlıkta uzanıyor ve seninle konuşuyorum. Hâlim olsa ortam loş, içim bir hoş deyip konuyu ilgi çekici noktalara çekerdim ama hiç havamda değilim.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan genişçe gülümsedi. Onun bu tatlı kıkırdamalarını duymaya âşıktı.

“Havanda değilken bile bunun hakkında düşünebiliyorsan gerçekten de için bir hoş olmalı,” dedi Göksel.

“Benim içim senin için her zaman hoş,” derken esnedi Gökhan. “Seni çok özledim. Pazartesiyi iple çekiyorum.”

“Pazartesi için ben de sabırsızım. Sana ufak bir sürprizim de var.”

“Hım?” dedi Gökhan kalın bir sesle. “Ne sürprizi? Gerçi söyleyecek olsan sürpriz demezsin, benimki de soru işte. Nasıl bir sürpriz peki? Biraz ipucu ver.”

“Gerçekten ufak bir sürpriz,” derken masasında duran kitaba baktı Göksel. “Pazartesi görürsün.”

“Meraklandım ama mecburen bekleyeceğim. Sinemlerle ne yaptınız?”

“İçtik, sohbet ettik, bol bol güldük. Her sınav haftasında olduğu gibi yorucu ve stresli günler geçirmiştik, kafa dağıttık.”

“İyi yapmışsınız. Finallere kadar rahatsınız artık. En azından sınav stresi olmayacak.”

“Aynen. Artık finalleri de ocak geldiğinde düşünürüz, daha vakit var.”

“Senin düşünmene gerek bile yok aslında. Notların muhteşem.”

“Düşündüğüm için muhteşem. İyi çalışıyorum.”

“Aferin benim güzel sevgilime,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Mezuniyetini dört gözle bekliyorum. Ne giyeceğimi şimdiden düşünmeye başladım. Gururlu bir erkek arkadaşa yaraşır bir kombin yapmalıyım.”

“O nasıl oluyormuş?”

“Ben de bilmiyorum ki, düşünüyorum dedim ya. O gün gelince göreceğiz.”

“Çok uzakların hayalini kuruyor, planını yapıyorsun.”

“Böyle bir huyum var hatta daha uzak zamanların bile hayalini kurduğum oluyor.”

“Mesela?”

“Seneler sonrası. Nasıl bir konumda olacağım, nasıl işler yapacağım diye sık sık düşünüyorum.”

“Kafanda canlanan sahneler var mı?”

“Var tabii,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Profesyonel olarak müzik yaptığımı, albümlerim olduğunu ve çoğu akşam sahnede olduğumu hayal ediyorum.”

“Başka? Özel hayatında neler düşünüyorsun mesela?”

“Daha çok gencim ama bundan yıllar sonra evlenmiş olurum diye düşünüyorum. Bir köpek ya da duruma göre iki köpek babasıyım, çok daha ilerisini düşündüğümde çocuk sahibi olduğumu da görür gibiyim. Mutlu bir ailede büyümemiş olsam da ileride kendi ailemi kurmayı istiyorum, hep hayalini kurduğum o mutlu aileye kavuşmayı istiyorum. Toparlamak gerekirse ailemle ve müzikle geçen bir hayatım olacağına inanıyorum.”

Göksel onu gülümseyerek dinledi. Gökhan’ın hayallerini zihninde canlandırabilmişti. Kendini o hayallere dahil etti, Gökhan’ın bahsettiği o mutlu ailenin bir ferdi olduğunu düşündü.

“Ne güzel hayaller,” dedi genç kadın. “Biraz sıradan ama huzurlu, mutluluk dolu.”

“Hayır, bu konuda sana katılmıyorum çünkü huzur ve mutluluk sıradan değildir, aksine onlara günümüz dünyasında pek nadir rastlanır.”

Onun bu cümlesi Göksel’i irkiltti. “Haklısın. Gerçekten haklısın. Huzurlu ve mutlu bir ailede büyüdüğüm için bu kavramlar bana çok tanıdık ama dünya geneline baktığımızda dediğin gibi onlara epey nadir rastlanıyor.”

“Mutsuz ailelerin çoğunlukta olduğu bir dünyada mutlu bir ailenin hayalini kurmak belki de çok aptalca, çocukça bir hareket ama insan neyden yoksun kalmışsa onu ister ya, benimki de o hesap işte. Neyse canım, bu derin konulara dalmak için fazla yorgunum.”

“Bence ne aptalca ne de çocukça bir istek. Mutlu olmayı istemek her insanın en doğal hakkı. Bir kere geldiğimiz ve ne zaman gideceğimizi bilmediğimiz bu dünyada mutlu olmayı hepimiz istiyoruz.”

“Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, seninle olmaktan ve şu an bulunduğum konumdan mutluyum. Ben gelecek hakkında konuşuyorum, bir aileye sahip olmak ve beni mutlu eden müziği işim olarak yapmak hakkında.”

“Biliyorum sevgilim, biliyorum.”

“Göksel?”

“Efendim?”

“Bahsettiğim hayallerde yerin olduğunu da biliyorsun değil mi? Yani bunu dillendirip aceleci görünmek, seni korkutmak istemedim ama haberin olsun.”

“Biliyorum,” dedi Göksel sırıtarak. “Haberim var.”

“Tamam o zaman,” diyen Gökhan da sırıtıyordu. “Rahatladım.”

“Ben de öyle.”

Gülüştüler.

“Şu iki gün çabucak geçsin istiyorum,” diyen Gökhan konuyu değiştirdi. “Pazartesi bir an önce gelsin.”

“Sınıf arkadaşlarını, hocalarını merak ediyordum; hepsini görmek için sabırsızlanıyorum,” dedi Göksel. “Fotoğraf makinemi de yanımda getireyim diyorum, sınıftakiler sorun eder mi?”

“Bizimkiler mi? Fotoğraflarının çekilmesi hoşlarına bile gider hatta özel olarak fotoğrafının çekilmesini isteyenler bile olur. Uğraşmak istemezsen bence makineni hiç getirme. Gösterinin olacağı gün getirip çekersin.”

“Uğraşmak istemezsem mi? Fotoğraflar uğraşmayı en sevdiğim şeyler, arkadaşlarını da büyük bir keyifle çekerim.”

“Sen nasıl istersen balım. Bizim işimize gelir.”

“O zaman karar verildi. Makinemi pazartesiye hazırlarım, küçük bir bakım yapayım.”

“Heyt be! Göksel Usta’ma bak sen. Beni çırak olarak yanına almaya ne dersin ustam?”

Göksel gülerek, “Çırağım değil misin zaten?” diye sordu. “Fotoğraf makinesi kullanmayı epey epey öğrendikten sonra bakım kısmına da geçeriz.”

“İşte bu be! Yeni bir fotoğrafçı yetişiyor. Şu an çok yorgunum ama sonra buna sevinirim.”

“Yorgunluk sesinden akıyor zaten. İstersen kapatalım, sonra yine konuşuruz.”

“Olur,” diyen Gökhan esnedi. “Sesini duymak ninni gibi geldi zaten, bebek gibi uyurum.”

“Tamam sevgilim. O zaman sana iyi geceler.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Muhtemelen bir şeyler izlerim. Ben o kadar yorgun sayılmam, biraz daha takılırım.”

“Tamam bal peteğim. Sana iyi akşamlar, öpüyorum.”

“Ben de öpüyorum. Tatlı rüyalar.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi. Gökhan’sa ağzını kocaman açarak ve ses çıkararak esnedi. Göksel’in sesini duymak ona gerçekten de ninni gibi gelmiş, onu iyice mayıştırmıştı.

Odasının kapısı tıklatıldı.

“Gel,” diye seslendi Gökhan.

Kapıyı açıp başını içeri uzatan Yağız, “Konuşmanız bitti mi?” diye sordu.

“Bitti, ne oldu?”

“Ev epey ısındı,” dedi kapıyı biraz daha açan Yağız. Gökhan onun üst tarafının çıplak olduğunu gördü. “Duşa gireceğim. Sen ne yapacaksın, uyuyacak mısın?”

“Hem de horul horul. Dehşet yoruldum, başımı kaldıracak hâlim yok.”

“Ben de duş aldıktan sonra bayılırım gibime geliyor. Yarın da erken kalkacağız zaten, dinlenelim.”

“Aynen, akşama da sahnede olacağım için şöyle uzun ve deliksiz bir uykuya ihtiyacım var.”

“Tamam kardeşim. İyi geceler, sabah görüşürüz.”

“İyi geceler.”

“Kapıyı kapatıyorum?”

“Çok iyi olur.”

Yağız kapıyı kapatınca arkadaşını görmek için başını yastıktan kaldıran Gökhan, başını yeniden yastığa koydu. Oldukça yorgun olan genç adamın uykuya dalması çok kısa sürdü.

***

Hafta sonu çabuk geçti. Tüm hafta sonu evde olan Göksel cumartesi gününü bir şeyler izlemeye ve okumaya ayırdı, pazar günüyse çoğunlukla ebeveynleriyle vakit geçirdi ve akşam geç saatlerden sonrasını kendine ayırdı. Gökhan’a da bir tane aldığı Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Şiir Denizi 1 kitabını bitirdi. Kitabı oldukça beğenen genç kadın erkek arkadaşının şiir zevkine bir kez daha hayran kaldı.

Hafta sonu Gökhan içinse daha yoğundu. Genç adam cumartesi günü önce okula gitti, akşama da Parça’da sahne aldı. Parça’da ona Yağız eşlik etti. Gökhan’ın performansı bittikten sonra ikili Caferağa’da biraz daha vakit geçirdi ve eve biraz geç döndü. Pazarsa Gökhan işteydi. Sabah 10’dan öğleden sonra 15’e kadar çalışan genç adam çıkışta da öğrencisi Aras’ın evine geçip ona bir saat ders verdi.

Bugün günlerden pazartesiydi. Gökhan’la Yağız’ın derse gitmek için erkenden kalkıp yola çıktıkları haftanın ilk gününde Göksel 11’e kadar uyudu. Evde tek başına olan genç kadın kendisine güzel bir kahvaltı hazırladı ve video izleyerek kahvaltısını etti.

Gökhan’ın derste olduğu vakitlerde Göksel de hazırlandı. Genç kadın ne giyeceğine hafta sonu karar vermişti ve kararında değişiklik yapmadan boğazlı sarı kazağıyla düz paça açık mavi kotunu giydi. Dalgalı saçlarını salık bırakmayı tercih eden genç kadın makyajını da sade tuttu.

Göksel’in telefonu çaldığında saatler üçü geçiyordu. Arayan Gökhan’dı.

“Alo balım,” dedi Gökhan’ın enerjik sesi. “Ne yapıyorsun?”

“Hazırlanıyordum,” diye cevapladı Göksel. “Sen ne yapıyorsun? Anlaşılan dersiniz bitmiş.”

“Aynen öyle. Şimdi Fatih’e geçeceğiz, geliyoruz.”

“Çok iyi. Benim yolum daha kısa, yaklaştığınızda haber ver de ben de yola çıkayım.”

“Arabayla mı geleceksin?”

“Evet, araba bugün de bende.”

“Tamam balım, ben yaklaştığımızda sana söylerim.”

Dakikalar sonra Gökhan’dan haber geldi, Göksel de evinden ayrılıp İstanbul Üniversitesine doğru yola çıktı. Genç kadın lisedeyken İstanbul Üniversitesini gezmişti, bu yüzden kampüse çok yabancı değildi. Kampüse giren Göksel, Gökhan’ın söylediği binaya ilerledi. Gökhan onu dışarıda bekliyordu, dostunu yalnız bırakmayan Yağız da onun yanındaydı.

“İşte geldi,” dedi beyaz Hyundai’yi fark eden Gökhan. Araba yaklaşınca içindeki Göksel’i de gördü. “Yine sarı sarı giyinmiş. Boşuna bal peteği demiyorum.”

“Ve Romeo sahneye giriş yapar,” dedi Yağız yavaşça. “Biricik Juliet’i de sahneye girmek üzeredir.”

“Senin Juliet’in yok diye kıskanma.”

“Ne demezsin canım, kıskançlıktan yataklara düştüm.”

“Belli oluyor.”

İki dost atışırken Göksel arabayı binanın önüne park etti. Gökhan hemen arabaya doğru ilerledi. Çantasını alan Göksel’in kapı koluna uzandığı sırada Gökhan kapıyı dışarıdan açtı.

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz güzel bayan,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gözüm yollarda kaldı.”

Göksel gülerek arabadan inerken, “Hoş buldum bayım,” dedi. “Çok bekletmedim değil mi?”

“Hayır, biz de az önce geldik.”

“İyi o zaman.”

Öpüştüler.

“N’aber?” diye fısıldadı alnını onun alnına yaslayan Gökhan.

“İyiyim,” dedi Göksel de fısıldayarak. “Senden n’aber?”

“Bu güzel yüzü görünce nasıl olunuyorsa öyleyim, yani çok iyiyim. Seni çok özledim.”

“Ben de seni özledim ama bir şeyi merak ediyorum.”

“Neyi?”

“Neden fısır fısır konuşuyoruz?”

Gökhan güldüğünde sıcak nefesi Göksel’in yüzüne çarptı.

“Seninle fısır fısır konuşmayı seviyorum,” dedi Gökhan. “Birbirimizi daha iyi duyabilmek için aramızdaki mesafeyi minimuma indiriyoruz. Bana sokulup bir şeyler anlatman hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Göksel gülümseyerek. “O zaman sana daha sık sokulayım.”

“Canıma minnet.”

Yeniden öpüştüler.

Gökhan’dan uzaklaşan Göksel, arkada duran Yağız’a döndü.

“Merhaba Yağız,” dedi genç kadın. Gülümsedi. “Nasılsın?”

“Merhaba, hoş geldin,” diye karşılık verdi Yağız. “İyiyim, sen nasılsın?”

“Hoş buldum. Ben de iyiyim, prova için heyecanlıyım.”

“O tatlı heyecan hepimizde var. Hadi içeri geçelim, bizimkiler hazırlığa başlamıştır bile.”

“Aynen,” diyen Gökhan kolunu Göksel’in omzuna attı. “Hadi gidelim.”

Üçü birlikte binanın içine girip performans sergileyecekleri salona ilerledi. Diğer öğrenciler sahneye çıkmış, hazırlıklara başlamıştı bile.

Gökhanları fark eden Melek hoca, “Hoş geldiniz gençler,” dedi. Göksel’e baktı. Genç kadın Gökhan’ın hesabında gördüğünden daha da güzeldi. “Sen de aramıza hoş geldin Göksel.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel. “Aranıza seyirci olarak katılmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.”

“Ne demek, biz seyircileri çok severiz.”

“Doğru,” dedi hocasına arka çıkan Gökhan. “Bir müzisyenin sahip olduğu en kıymetli şeylerden biri seyircileridir.”

“Aynen öyle,” dedi Melek hoca gülümseyerek. Melek ellilerin başında, kırlaşmış saçları kumral boyalı, ela gözlü hoş bir kadındı. Uzun senelerdir konservatuvarda akademisyenlik yapan kadın sayısız müzisyen yetiştirmişti. Gökhan da en sevdiği öğrencilerinden biriydi. “Keyfine bak lütfen.”

“Teşekkür ederim. Bu kadar eğitimli bir grubu izlemek benim için eşsiz bir tecrübe olacak.”

“Öğrencilerim diye demiyorum ama hepsi gerçekten de çok eğitimli ve şahane sanatçılardır.”

“Göğsümüzü kabartıyorsunuz hocam,” dedi Yağız. “Siz hocalarımız sayesinde bu seviyeye ulaşabildik.”

“Günün yağcısı da belli olduğuna göre artık yavaştan provaya başlayabiliriz.”

“Aşk olsun hocam. Gerçekleri söylemek ne zamandan beri yağcılık oldu?”

Melek hoca gülerek onun koluna dokunduktan sonra sahneye ilerledi.

“Tatlı kadınmış,” dedi Göksel, erkek arkadaşına. “Bahsettiğin kadar var.”

“Melek hoca bir tanedir,” dedi Gökhan. “Hem müzik hem de hayat hakkında kendisinden sayısız şey öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum. Şimdiye kadar her konuda bana çok destek oldu.”

“İyi bir hoca gerçekten büyük şans.”

“Kesinlikle öyle. Hadi gel seni bizimkilerle tanıştırayım.”

“Olur.”

Üçü de sahneye çıktığında diğerlerinin bakışları onlara döndü. Ellerini önünde birleştiren Göksel onları inceledi. Kızların çoğunlukta olması ilgisini çekse de buna şaşırmadı.

“Millet sizi bugünkü izleyicimizle tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel bugünkü provamızda bizi seyredecek.”

Gökhan önce yakın arkadaşlarını gösterip adlarını söyledi, ardından geri kalanları da tanıttı.

Gökhan, “İpek,” dediğinde Göksel bakışlarını ona çevirdi. İpek de iri kahverengi gözleriyle ona bakıyordu. Göz göze geldiklerinde İpek gülümsedi ve ona bir baş selamı verdi. Göksel de gülümsedi ve onu başıyla selamladı.

“Hoş geldin,” dedi İpek.

“Hoş buldum,” diye karşılık verdi Göksel. Onu hızlıca baştan aşağı süzdü. İpek güzel, alımlı bir kızdı ve tatlı birine benziyordu. Gökhan’ın onun hakkında iyi konuşmasının nedenini anlıyordu.

Gökhan herkesin adını saymayı bitirdiğinde kız arkadaşına döndü.

“Biz sahne hazırlıklarını yapacağız,” dedi. “Sen de oturup keyfine bakabilirsin. Bugün bize Kerem de eşlik edecek, az sonra gelir.”

“Kerem mi?” diyen Göksel şaşırmıştı. “Onun da geleceğinden hiç bahsetmemiştin.”

“Minik bir sürpriz yapmak istedim.”

“Benim de sana küçük bir sürprizim var,” dedi Göksel gülümseyerek. Çantasını eline aldı ve içinden şiir kitabını çıkardı. “Okuduğum en iyi şiir kitaplarından biri oldu. Bana bu güzel kitabı önerdiğin için küçük bir teşekkür olarak düşün.”

Kitabı gören Gökhan’ın gözlerine duygu dolu bir ifade yayılırken dudakları da yukarı kıvrıldı. “Kitabı beğendiğini duyduğuma çok sevindim,” dedi onun gök mavisi gözlerinin içine bakarak. “Çok ince düşüncelisin, asıl ben teşekkür ederim. Kütüphaneme eklemek istediğim kitaplardan biriydi ama temel ihtiyaçlardan kitap almaya sıra gelmemişti. Kitaplığımın ilk rafına koyacağım hatta öncesinde bir kere daha okuyacağım.”

“Tekrar tekrar okunmayı hak edecek şiirler. Al bakalım.”

Kitabı eline alan Gökhan kitabın ilk sayfasını açtığında Göksel’in el yazısıyla yazılmış bir şiir olduğunu gördü. Kitabın içinde yer alan şiirlerden bir tanesiydi, Adak adlı şiirin bir kıtasıydı.

Sana avuç avuç yıldız getireceğim

Güneşimden başka

Sana engin denizlerin maviliğini getireceğim

Köpük köpük, dalga dalga

“Şiiri hatırlayamadım ama ne güzel satırlarmış,” dedi Gökhan ona bakarak. “Kitabı yeniden okuyunca unuttuğum kaç güzel şiiri hatırlayacağım ve seni düşüneceğim kim bilir.”

“Tıpkı benim yaptığım gibi,” diyen Göksel ona yaklaştı ve onun yanağını öptü. “Kitabı bitirdiğinde şiirler üzerine konuşuruz.”

“Büyük bir memnuniyetle.”

Bu esnada salonun kapısı açıldı ve Kerem içeri girdi. Genç adam kahverengi gözlerini sahnede gezdirince kalabalığın içindeki Gökhan’la Yağız’ı gördü ve sırt çantasını düzelttikten sonra sahneye doğru yürümeye başladı.

“Gök,” diye seslendi Kerem’i fark eden Yağız. “Kerem geldi.”

Gökhan’la Göksel aynı anda salonun ortasındaki koridora baktı ve sahneye doğru yürüyen Kerem’i fark etti. Kerem onlara gülümsedi.

“Hoş geldin kardeşim,” dedi Gökhan.

“Hoş buldum,” diyen Kerem sahneye çıktı ve onların yanına ilerledi. “Merhaba gençler.”

Kerem, Gökhan ve Yağız’la tokalaştı.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel, Kerem; Kerem, Göksel.”

“Merhaba,” dedi Göksel kibar bir gülümsemeyle. Elini ona uzattı. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Kerem onunla tokalaştı. “Ben de tanıştığıma memnun oldum Göksel.”

“Biraz geciktin,” dedi Gökhan. “Dersin yeni bitti sanırım.”

“Evet, hoca bugün uzun tuttu,” dedi Kerem. “Sınıfın dikkatinin iyiden iyiye dağıldığını fark edince anca bıraktı. Çıkar çıkmaz buraya geldim, geciktiğimi düşünüyordum ama daha başlamamışsınız bile.”

“Biz de anca geldik. Birazdan başlayacağız.”

“Çok iyi. Upuzun bir dersin ardından müzik dinlemek ilaç gibi gelecek.”

“Arkana yaslan ve keyfine bak yavrum,” dedi Yağız. “Müziğin ruhunu beslemesine izin ver.’

“Planlarım o yönde yavrum.”

Gülüştüler.

“Göksel de bizi izleyecek,” dedi Gökhan kız arkadaşının beline dokunarak. “Biz sahnedeyken siz de beraber takılırsınız, sohbet muhabbet edip tanışırsınız.”

“Olur,” dedi Kerem gülümseyerek. Göksel’e baktı. “Gökhan senden çok bahsetti, aslında sana hiç de yabancı değilim ama seni bir de kendi ağzından duymak isterim tabii.”

“Gökhan senden de çok bahsetti,” diyen Göksel gülerek erkek arkadaşına baktı. Gökhan’ın çevresinden Gökhan’ın kendisi hakkında çok konuştuğunu duymayı seviyordu. “Tanışmak bugüne kısmetmiş.”

“Gençler,” diye seslendi Melek hoca. “Sohbetinizi bölüyorum ama yapmamız gereken bir prova var.”

“Geliyoruz hocam,” dedi Gökhan. “Hemen başlarız.” Göksel’le Kerem’e döndü. “Siz keyfinize bakın lütfen.”

“Tamam kardeşim,” dedi Kerem. “Size kolay gelsin.”

“Eyvallah kardeşim.”

“Kolay gelsin,” dedi Göksel. “İyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederiz bal peteğim,” diyen Gökhan onun yanağına hızlı bir buse kondurdu. “Umarım keyifli vakit geçirirsin.”

“Bundan hiç şüphem yok.”

Kerem’le Göksel sahneden inerken Gökhan’la Yağız da arkadaşlarının yanına ilerledi.

“Bugün iyi günündesin,” dedi omzuyla Gökhan’ı dürten Yağız. “En yakın arkadaşların ve sevgilin burada.”

“Kesinlikle öyleyim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bugünden en büyük keyfi ben alacağım.”

“Hadi bakalım.”

Gökhanlar Melek hocayla konuşurken Göksel’le Kerem de en öndeki koltuklardan ikisine yan yana oturdu.

“Provalarına ilk kez mi geliyorsun?” diye sordu Kerem.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Fatih’te oturduğum için konservatuvar bana çok uzak kalıyor, okuldan fırsat da bulamamıştım ama bugün iyi denk geldi. Sen daha önce geldin mi?”

“Geldim. Ben de Maltepe’de oturuyorum, bundan önce bir kere izlemeye gittim.”

“Orası da sana yakınmış.”

“Aynen. Fatih’in neresinde oturuyorsun peki?”

“Dervişali’de. Buraya uzak kalıyor.”

“Balat’a yakın mı?”

“Evet, hemen yan mahallesi.”

“Anladım, o civarları biliyorum. Birkaç kere gittim.”

“Doğma büyüme İstanbullu musun?”

“Evet, ya sen?”

“Ben de öyleyim.”

“Aslen nerelisin peki? Biraz göçmenlik varmış gibi hissediyorum.”

“Haklısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hem annemin hem de babamın ataları Balkan göçmeni. Bulgaristan’dan gelmişler, babamın dedesiyse Selanik’te doğup büyümüş.”

“Sarışın mavi gözlü olmandan göçmen olduğun anlaşılıyor. Bizde de biraz göçmenlik var.”

“Sen de biraz benziyorsun aslında.”

“Evet, andırıyorum.”

Sahneyi hazırlayan Gökhan sohbet eden Göksel’le Kerem’e baktığında gülümsedi.

“Seninkiler kaynaşıyor,” dedi Yağız. “Bugün itibarıyla Göksel’in tanışmadığı yakın arkadaşın kalmadı.”

“En yakın arkadaşlarımla tanıştı sahiden,” dedi Gökhan ona dönerek. “Ben de haftaya doğum günü kutlamasında onunkilerle tanışacağım.”

“Heyecan var mı?”

“Olmaz mı? Hepsini öyle ya da böyle tanıyorum ama hiç uzun süre aynı ortamda bulunmadık, doğum günü kutlaması bu anlamda bir ilk olacak ve çok heyecanlıyım.”

“Bunlar tatlı heyecanlar.”

“Öyle.”

Onlar sahneyi hazırlarken Göksel birkaç fotoğraf çekti.

“Ne zamandır fotoğrafçılıkla uğraşıyorsun?” diye sordu Kerem.

“Çocukluğumdan beri,” dedi Göksel. “Ortaokulda başladım.”

“Uzun bir geçmişin varmış.”

“Evet. Kendimi bildim bileli fotoğraf çekiyorum desem abartmış sayılmam, başlarda sadece hobiydi ama kısa sürede en büyük tutkuma dönüştü.”

“Fotoğrafçılık çok güzel bir sanat dalı, bir o kadar da zor çünkü hem teknik bilgi hem de anı yakalama becerisi istiyor.”

“Kesinlikle. Gelişmek için de çok sabır isteyen bir dal çünkü kimse eline bir kamera alır almaz kusursuz fotoğraflar çekmeye başlamıyor.”

“Tabii ki. Herkes seneler içinde gelişiyor, üzerine koyarak ilerliyor. Fotoğraf ve Video mu okuyordun? Gökhan bahsetmişti.”

“Evet. Fotoğraf kadar eski olmasa da bir video geçmişim de vardı ama tamamen amatör çekimler yapıyordum, üniversiteye başladıktan sonra bu alanda çok geliştim.”

“Ne güzel. Bu alanlarda ne kadar tutkulu olduğun konuşmandan belli, çok büyük bir hevesle konuşuyorsun.”

“Genelde böyle söylerler,” dedi Göksel gülümseyerek. “Senin de Sanat Tarihi öğrencisi olduğunu biliyorum, Gökhanlar fotoğraf alanında da bilgili olduğunu söylemişti hatta Yağız bana bir sürü fotoğrafçı sayabileceğini bile söylemişti.”

“Doğru,” dedi Kerem gülerek. “Sanat Tarihi öğrencisi olmamdan daha önemlisi çok büyük bir sanatseverim, sanatın bütün dallarına ilgiliyim ve bir şeyler öğrenmeye çok hevesliyim.”

“Gitar çaldığını da biliyorum. Başka enstrümanlar çalıyor musun ya da başka alanlarda kendin bir şeyler yapıyor musun?”

“Hayır, şu anlık sadece gitar çalıyorum ama ileride başka enstrümanlar çalmayı isterim. Bölümden arkadaşlarımın kurduğu bir site var, çok sık değil ama bazen site için sanat tarihi hakkında bilgilendirici içerik hazırlıyorum. Resimlerin ilgilisi çok, çoğunlukla meşhur resimler ama bazen de pek bilinmese de benim çok sevdiğim resimler hakkında yazılar yazıyorum. Sanatçının hayatı, sanatçı kişiliği, parçası olduğu akım ve eğer bunun hakkında bilgiler varsa resmin yapılış süreci hakkında şeyler yazıyorum. Güzel geri dönüşler alıyorum, hobi olarak yaptığım keyifli bir iş.”

“Çok iyiymiş,” dedi onu ilgiyle dinleyen Göksel. “Siteyi merak ettim, ismini söylersen bir girip bakmak isterim.”

“Tabii,” diyen Kerem ona sitenin adını söylediğinde Göksel telefonuna not aldı. “Fotoğraf sanatına çok ilgili bir arkadaşımız var, onun yazılarına da göz atabilirsin. Gerçekten güzel şeyler paylaşıyor.”

“Öyle mi? Mutlaka bakacağım. Teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

İkisi sohbet ederken konservatuvar öğrencileri de sahnedeki hazırlıklarını tamamladı. Sahnenin solunda kuyruklu bir siyah piyano vardı, koronun duracağı yer de piyanonun hemen yan tarafında ama biraz daha arkada kalıyordu; bateri ve mikrofon ayakları sahnenin tam ortasındaydı, enstrüman çalacakların oturacakları sandalyeler de sahnenin sağına yerleştirilmişti.

“Sahne hazır olduğuna göre Gökhan açılış konuşmasını yaptıktan sonra herkes yerine geçebilir,” dedi Melek hoca. “Unutmayın, sahne alacağınız yerde prova yapacaksınız. Sanki sahne alacağınız gündeymişsiniz gibi davranmanızı istiyorum. Aksaklıklar olabilir ama hepsini bu süreçte düzelteceğiz. Gökhan sen açılışı yapabilirsin.”

Gökhan açılış için kısa bir konuşma hazırlamıştı ve konuşmayı yazdığı kâğıdı elinde tutuyordu. Yazdığı satırlara bir kere daha göz gezdirdi.

“Hazırım hocam,” dedi genç adam. “Arkadaşlar siz de hazırsanız başlayalım mı?”

Diğerleri de hazır olduğunu söyleyince sahne boşaltıldı. Gökhan da dahil olmak üzere hepsi sahnenin arkasına geçti. Onların başladığını anlayan Göksel’le Kerem de dikkatini sahneye verdi.

“İşte başlıyorlar,” dedi Göksel. “Açılışı Gökhan yapacak.”

“Açılış konuşmasını ilk kez duyacağım,” dedi Kerem. “Gökhan kısacık bir konuşma olduğundan bahsetmişti ama merak ediyorum.”

Derin bir nefes alan Gökhan sahne arkasından çıktı ve ortadaki mikrofona doğru yürüdü. Bu esnada en ön koltukta oturan Göksel’le göz göze geldi. Göksel ona göz kırptığında Gökhan da gülümsedi. Kız arkadaşının bugün ve gösterinin yapılacağı gün tam karşısında olacağını bilmek ona çok iyi hissettiriyordu.

Mikrofonun önünde duran Gökhan, “Pek kıymetli iki konuğumuz da yerlerini aldığına göre provamıza başlayabiliriz,” dedi. Boğazını temizledi ve sırtını dikleştirdi. “Son iki üç dört.”

]]>
Sun, 19 Mar 2023 11:35:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 24. Kare: Portredeki Notalar https://edebiyatblog.com/kd-24kare-portredeki-notalar https://edebiyatblog.com/kd-24kare-portredeki-notalar Bölüm Fotoğrafı: Pixabay

Kasımın üçüncü haftası

“Bugün burada bırakalım,” dedi masasında oturan öğretim görevlisi. “Yeni konuya geçmeyeceğim. Vizede anlattığım bu kısma kadar sorumlusunuz. Sorusu olan var mı?”

Akın elini kaldırdı.

“Söyle Akın,” dedi akademisyen.

“Ekim başından bu yana epey konu işledik,” dedi Akın. “Hepsinden soracak mısınız?”

“Üzerinde durduğum konuları takip ettiğini düşünüyorum, onlara iyi çalışın.”

“Peki kaç soru soracaksınız?” diye sordu Akın’ın yanında oturan Göksel.

“Sınav sorularını hazırlamayı henüz bitirmedim ama ya yirmi ya da yirmi beş soru soracağım, belki otuza çıkabilirim ama bu düşük bir ihtimal. Akın’ın da söylediği gibi epey konu işledik, müfredatımız kalabalık; dengeli bir konu dağılımı yapmaya çalışıyorum.”

“Çıkmış sorma ihtimaliniz yoktur değil mi hocam?” dedi Akın.

“Ben ne zaman çıkmış sordum Akın?” dedi kadın akademisyen gülümseyerek. “İyi çalışın. Sadece bu derse değil, tüm derslerinize. Son senenizde sıkıntı çıkmasın.”

“Ben de öyle düşünmüştüm,” diye mırıldandı Akın.

Onun söylediğini duyan Göksel güldü. Akın ona göz kırptı.

“Başka sorusu olan var mı?” diye sordu akademisyen. Sınıfa baktı ama kimseden ses çıkmadı. “O hâlde dersimiz bitmiştir. Vizelerinizde başarılar.”

“Sağ olun hocam,” dedi Akın. “İyi günler.”

“İyi günler gençler.”

“Nihayet bitti,” dedi Sinem. Eşyalarını çantasına koymaya başladı. “Berat gelmiş olmalı, umarım çok beklememiştir.”

“Gökhan ne yaptı acaba?” diyen Göksel telefonunu eline aldı. “Bir arayıp sorayım.”

“Hainler sizi,” dedi onlara bakan Akın. “Aynı dönemde sevgili yapıp beni sap bıraktınız. Sizin yaptığınızı düşman yapmaz.”

Kızlar gülüştü.

“Sen de bize bir yenge getir,” dedi Sinem. “Kızlarla biraz flört ettikten sonra iletişimi kesiyorsun, kimseyi beğenmiyorsun.”

“Biraz yüksek kriterlerim olduğunu kabul ediyorum,” dedi Akın. “Ama bir gün ben de kriterlerimi karşılayan bir kadın bulacağım, görürsünüz.”

“Umarım bulursun,” deyip onun koluna dokundu Göksel. “Seni çekiştirmek için yeni bir arkadaş çıkar bize de.”

“Demek öyle. Gökhan’la Berat gelince sizin hakkınızda atıp tutayım da görün siz.”

“Yapacağın son şey olur,” dedi Sinem sevimli bir gülümsemeyle. “Aklından bile geçirme.”

“Korkmadım desem de inanmayın. Size bulaşmam ben. Hem dalga geçiyordum, ikiniz de gayet tatlı kızlarsınız.”

“Ha şöyle.”

“Sen de çok tatlısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu arada ben de dalga geçiyordum.”

“Biliyorum,” diyen Akın da gülümsedi. “Sağ ol Gök.”

Eşyalarını toplayan gençler sıradan kalktılar. Sinem Berat’ı ararken Göksel de Gökhan’ı aradı. Genç adam birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Sevgilim?” dedi Göksel. “Ne yapıyorsun? Geldin mi?”

“Güvenlikler beni içeri almadı,” dedi Gökhan. “Dışarıda kaldım.”

“Nasıl almadılar? Kimliğini verdiğinde ziyaretçi kartı veriyorlar, sen de giriş yapabiliyorsun.”

“Ben de böyle söyledim ama tipimi beğenmediler sanırım, öğrenciler ve personel harici kimseyi almadıklarını söylediler.”

“Öyle bir şey yok. Neredesin şu an? Oraya geleceğim.”

“A girişinin oradayım. On dakikadır falan buradayım.”

“Tamam, birazdan orada olurum. Oraya geldiğimde yine ararım. Sen oradan ayrılma.”

“Tamam güzelim. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattı.

“Ne oldu?” diye sordu Akın.

“Gökhan’ı kampüse almamışlar,” dedi Göksel. “A girişinin orada kalmış.”

“Nasıl almamışlar? Ziyaretçi olarak giriş yapabiliyor. Üstelik başka üniversitede öğrenci, her türlü alırlardı.”

“Ben de anlamadım ki. Güvenliklere ağzının payını veririm birazdan.”

“Berat binadaymış,” dedi Sinem. “Gökhan nasıl girememiş? Şaka yapıyor olmasın.”

Bu sırada sınıftan çıkıyorlardı.

“Bilmem,” diyen Göksel koridorun az ilerisinde tanıdık bir sima görünce adımlarını durdurdu. Sinem haklıydı, Gökhan ona şaka yapmıştı. Genç adam güvenlikten sorunsuz geçmiş ve kampüse girmiş, Göksellerin fakültesine gelmiş ve derslerinin olduğu sınıfın önünde durarak onları beklemişti.

Göksel’le göz göze gelen Gökhan sırıtmaya ve aynı zamanda onlara doğru yürümeye başladı. Genç adam Akın’la Sinem’in de ilgisini çekti. Gökhan’ın fotoğraflarını gördükleri için onu hemen tanıdılar.

“Sürpriz,” dedi Gökhan, Göksel’in önünde durduğunda. Elindeki ziyaretçi kartını salladı. “Güvenlikler tipimi beğendiler hatta gitar çantamı görünce birkaç soru bile sordular. Konservatuvar öğrencisi olmam hoşlarına gitti sanırım.”

“Çok fenasın,” diyen Göksel gülüyordu. “Hoş geldin. Arkadaşlarımla tanıştırayım. Akın, Sinem; erkek arkadaşım Gökhan.”

“Merhaba,” dedi Gökhan. Önce Akın’la, sonra da Sinem’le tokalaştı. “Göksel sizden çok bahsetti. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Biz de öyle,” dedi Akın. “Göksel senden de çok bahsetti.”

“Aynen,” diye onayladı Sinem. “Nihayet tanışabildik.”

Yan koridordan onların olduğu koridora dönen Berat ileride duran grubu fark etti. Berat bu üniversitenin öğrencisi olduğu için okul açıldıktan sonraki bir buçuk aylık süreçte buraya birkaç kez gelmiş, Sinem’in yakın arkadaşları Göksel ve Akın’la tanışmıştı hatta onlarla birlikte oturup bir şeyler yiyip içmişti.

“Berat da geldi,” dedi onu gören Sinem.

“Merhaba gençler,” dedi onların yanına giden Berat. “Umarım bekletmedim.”

“Biz de sınıftan şimdi çıktık,” dedi Sinem. Onunla yanaktan öpüştüler. “Nasılsın?”

“İyiyim güzelim, sen nasılsın?”

“Seni görünce daha iyi oldum. Ders fazlasıyla uzun ve sıkıcıydı. Seni Göksel’in erkek arkadaşı Gökhan’la tanıştıralım.”

Sinem’le Berat, Gökhan’a bakınca Gökhan da onlara döndü.

“Merhaba,” diyen Berat elini ona uzattı. “Ben Berat.”

“Merhaba,” deyip onunla tokalaştı Gökhan. “Ben de Gökhan. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Ben de memnun oldum. Bahsin geçmişti. Gitar çantanı görünce konservatuvar okuduğunu anımsadım.”

“Doğru hatırlıyorsun,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında son sınıf öğrencisiyim. Sen ne okuyorsun?”

“Ne güzel. Ben de Mekatronik Mühendisliği okuyorum, benim de son senem. Yani öyle umuyorum.”

Gülüştüler.

“Bu üniversitedesin değil mi?” dedi Gökhan.

“Aynen,” diye onayladı Berat. “Yıldız Kampüsü’ndeyim ama buraya da sık geliyorum.”

Berat bunu derken Sinem’e kısa bir bakış attı, Sinem gülümsedi.

“Yıldız Kampüsü’nün büyük olduğunu biliyorum ama burası da çok büyükmüş. Bu fakülteyi bulana kadar epey zaman harcadım, fakülte benim girdiğim girişe çok uzakmış.”

“B girişi daha yakın,” dedi Göksel. “Ama metroyla geldin değil mi?”

“Evet, bu tarafları hiç bilmediğim için güvenli liman metroda kaldım. Kampüse girince biraz yürüdüm ama iyi geldi, açıldım.”

“İyi o zaman ama bir sonraki sefer B’den girersin, aklında bulunsun. Ben sana buraya gelen otobüsleri söylerim.”

“Çok iyi olur.” Gökhan diğerlerine baktı. “Kadıköy’de yaşadığım ve Maltepe’de okuduğum için Avrupa’yı pek bilmem, bu tarafları ise hiç bilmiyorum. İlk kez geldim.”

“Bilinecek yerler de sayılmaz,” dedi Akın. “Buraları burada oturanlar ve YTÜ öğrencileri hariç kimse bilmiyordur. Turistik bir yer değil sonuçta, dışarıdan en çok insan çeken şey Teknokent. O da YTÜ’nün zaten.”

Gülüştüler.

“Kampüsü niye burada yaptılarsa?” dedi Sinem. “Bir Yıldız Kampüsü’ne bak, bir de buraya bak. Adamların okulu deniz kenarında, Boğaz manzaralı. Biz de burada üvey evlat muamelesi görüyoruz.”

“Haklısın,” dedi Göksel. “Yıldız Kampüsü gerçekten çok güzel. Bu kampüs de hoş, büyük falan ama bir Yıldız da etmez.”

“Yıldız’ın da bir olayı yok demek isterdim,” dedi Berat. Herkes ona baktı. “Ama yalan söylemiş olurum. Gerçekten çok güzel bir kampüs. Vizelerden sonra bir gün gelin, takılırız. Sinem düzenli olarak geliyor zaten, siz de gelebilirsiniz.”

“Olur, vizelerden sonra bakalım.”

“Bana da uyar,” dedi Akın. “Biraz yeşilin tadını çıkaralım.”

“En azından kampüsünüz var,” dedi Gökhan. Bu sefer herkes ona baktı. “Bizim konservatuvar binası mahalle arasında tek başına duruyor. Önünde de güya bir bahçesi var, ilkokulların bahçeleri daha büyük.”

“Hadi ya,” dedi Sinem. “Koskoca İstanbul Üniversitesinin konservatuvarı lise gibi mi?”

“Ne yazık ki. Muhteşem bir eğitimi var ama bina konusunda çok sıkıntı yaşıyoruz.”

“Üniversitesinde hiç sorun yaşamayan kimse yoktur bence,” dedi Göksel. “İlla bir şeyler yolunda gitmiyor.”

“Orası öyle,” dedi Gökhan. “Biz de olumlu taraflarına odaklanıyoruz.”

“En iyisi. O zaman yavaştan dağılalım mı?”

“Olur,” dedi Sinem. “Biz daha Beşiktaş’a geçeceğiz, Gökhan’la sizin yolunuz da uzun.”

Sinem’le Berat Beşiktaş’ta zaman geçirecekti, Gökhan’la Göksel de Gökhan’ın müzisyen arkadaşlarıyla buluşacaktı, Akın’ın planıysa evine gitmekti.

Grup üyeleri vedalaştı.

“Sizlere iyi eğlenceler,” dedi Akın. “Kendinize dikkat edin. Yarın görüşürüz.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel. “Sen de kendine dikkat et.”

Sinem, Berat ve Akın giderken Göksel’le Gökhan koridorda durmaya devam etti.

“Küçük bir okul turuna ne dersin?” dedi Gökhan. “Müzik bölümlerinin de olduğunu öğrendikten sonra bu fakülteyi merak ettim.”

“Olur,” dedi Göksel. “Hadi sana etrafı gezdireyim.”

“Öncesinde öpücüğümü alayım,” diyen Gökhan onu dudaklarından öptü. “İşte şimdi gezmeye hazırım.”

“Ben de gezdirmeye,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun elini tuttu. “Hadi başlayalım.”

Göksel, Gökhan’ı fakültede gezdirmeye başladı, bir yandan da fakülte hakkında bilgiler veriyordu. Gökhan’sa onu dikkatle dinliyor, bir yandan da etrafı inceliyordu. Fakülte oldukça büyüktü, konservatuvardan sonra bu büyüklük Gökhan’ın resmen başını döndürdü.

“Şu grup Ses Sanatları Tasarımı okuyor,” dedi Göksel ileride duran birkaç kişilik grubu çenesiyle işaret ederek. “Derslerine denk gelmiştik.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan. “Sen deyince bölümü biraz araştırmıştım da güzel bir bölüme benziyordu. Biraz sohbet etsem mi?”

“İstersen et. Aynı dilden konuşacağınıza eminim.”

Çift gruba yaklaşırken grup da onları fark etti. Gökhan’ın sırtındaki gitar çantası grubun dikkatini çekti.

“Merhaba,” dedi Gökhan.

Neredeyse üç aydır sevgiliydiler ama Göksel, Gökhan’ın bu girişkenliğine henüz alışmış sayılmazdı. Göksel’in bu gençlerle bir kez konuşmuşluğu yoktu fakat onları ilk kez gören Gökhan hemen bir konuşma başlatabiliyordu.

“Merhaba,” dedi gençlerden biri. “Tanışıyor muyuz? Çıkaramadım.”

“Kendimi tanıtayım, ben Gökhan. Burada okumuyorum ama kız arkadaşım okuyor, sizin Ses Sanatları Tasarımı okuduğunuzu söyleyince biraz sohbet etmek istedim. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında son sınıf öğrencisiyim.”

“Öyle mi? Ne güzel, elbette sohbet edebiliriz. Ben Burak, arkadaşlarım da Latif ve Eda.”

Gökhan hepsiyle tokalaştı.

“Sen ne okuyorsun?” diye sordu Eda. Göksel’e bakıyordu. “Seni arada görüyorum.”

“Fotoğraf ve Video okuyorum,” diye cevapladı Göksel.

“Ben de öyle düşünmüştüm.”

“Gitar çalıyorsun demek,” dedi Burak. “Kaç sene oldu?”

“On bir oldu,” dedi Gökhan. “On yaşımdan beri çalıyorum.”

“Bayağı olmuş. Hobi olarak başlayıp en büyük tutkuna dönüşmüş olmalı.”

“Aynen öyle oldu. Dinlediğim müzisyenlerden çok etkilendim ve ben de çalmak istedim, biraz zaman geçince baktım ki içimde alev alev yanan bir ateş var.”

“Genelde böyle söylerler. Okul ne durumda?”

“Çok iyi. Vizelerimiz önceki hafta bitti, hepsi iyi geçti. Çocukluğumdan beri hedefim olduğu için büyük bir aşkla okuyorum, oldukça hevesli bir öğrenciyim.”

“Ne güzel. Başka neler çalıyorsun?”

“Piyano ve org, son zamanlarda bateri öğrenmeye de başladım. Ev arkadaşım yeni bir bateri aldı, onunla bol bol pratik yapma şansım oluyor.”

“Çok iyi. Şarkı da söylüyor musun?”

“Evet, söylüyorum. Her cumartesi Kadıköy’de bir kafede çıkıyorum hatta, iki sene oldu.”

“Hangisi?”

“Parça Kafe. Caferağa’da.”

“Hiç duymadım ama orada milyon tane kafe var zaten, hepsini bilmek mümkün değil.”

“Orası öyle. Siz neler yapıyorsunuz? Enstrüman çalıyor musunuz ya da şarkı söylüyor musunuz?”

“Evet,” diye onayladı Burak. “Ben de gitarla piyano çalıyorum, bir şeyler söylüyorum.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Çok iyi. Ne zamandır?”

“Dört beş sene kadar oldu. Ben şarkı söyleyerek başladım, gitarla piyano çalmayı sonradan öğrendim. Sadece şarkı söylemek değil, enstrüman çalmak istediğime de kanaat getirdim.”

Ortak noktaları çıkan Burak’la Gökhan koyu bir sohbete dalarken Eda da Göksel’le konuşmaya girişti.

“Kaçıncı sınıfsın?” diye sordu Eda.

“Son sınıfım,” dedi Göksel. “Sen?”

“Üçüncü sınıfım, hepimiz üçüncü sınıfız. Bölümle aran nasıl?”

“Çok iyi. Çok isteyerek yazmıştım, çok da severek okuyorum. Sen?”

“Bölüm çok zor, en azından beni çok zorluyor. Keyif alıyorum ama sürekli değil.”

“Sanat alanındaki her bölüm zor. Bir de sizin teknik bilgi kısmı aşırı ağır diye biliyorum, zorlaması çok normal.”

“Mühendisler kadar teknik bilgi görüyoruz resmen,” diyen Eda güldü. “YTÜ sanat bölümlerinde bile adının hakkını vererek teknik bilgiyi es geçmiyor.”

“Haklı bir bakış açısı,” dedi Göksel de gülerek. “Kolay gelsin.”

“Sağ ol, sana da,” dedi Eda. “Bu arada ismin neydi?”

“Göksel.”

“Gökhan’la Göksel, ha? Çok uyumluymuş. Memnun oldum Göksel. Ben de Eda. Burak söyledi ama ben de bir daha söyleyeyim.”

“Uyumluyuzdur. Ben de memnun oldum Eda.”

“Ne zamandır birliktesiniz?”

Onun bu sorusu Göksel’i şaşırttı. Bu kadar çabuk kişisel sorular sorulmasından hoşlanmazdı ama Eda kötü niyetli birine benzemediği için aldırış etmedi.

“Birkaç gün sonra üç ay olacak,” diye cevapladı Göksel.

“Çiçeği burnundaymışsınız.”

“Öyle.”

Göksel’le Eda sohbet ederken Gökhan’la Burak ayaküstü arkadaş oldular.

“Okul dışında etkinlik yapıyor musunuz?” diye sordu Gökhan. “Fırsat bulursam katılmayı çok isterim.”

“Arada yapıyoruz,” dedi Burak. “Sınıftan birkaç arkadaşımız oluyor, diğer yerlerden de birileri var. İstiyorsan katılabilirsin. Anladığım kadarıyla epey donanımlı birisin, seninle vakit geçirmekten hoşlanacaklardır.”

“O zaman bir yerden iletişim sağlayalım. Numaramı verebilirim ya da Instagram kullanıyorsan oradan takipleşiriz.”

“Numaranı verebilirsin,” diyen Burak cebinden telefonunu çıkardı. “Buradan daha kolay iletişim sağlarız.”

Gökhan ona cep numarasını söyleyince Burak numarayı yazdı ve Gökhan İÜDK diye rehberine kaydetti.

“Sana mesaj atayım,” dedi Burak. “Sen de beni kaydedersin. Bizimkilere söylerim, onlar da tamam deyince sonraki görüşme için yazarım.”

“Çok iyi olur, teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

“Biz ufaktan kaçalım,” dedi Gökhan. “Tanıştığıma çok memnun oldum gençler. Vizelerde şimdiden başarılar dilerim.”

“Biz de memnun olduk,” dedi Burak. “Teşekkür ederiz. Kendinize dikkat edin.”

“Siz de.”

Göksel’le Gökhan grubun yanından ayrılıp çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Benim kaç senedir tanışmadığım insanlarla tanıştın,” dedi Göksel ona bakarak. “Girişkenliğine hayranım.”

“Müzikle iç içe olan yeni birilerini tanıdım, fena mı?” deyip ona göz kırptı Gökhan. “Şimdi de müzisyenlerin yanına gidiyoruz. Bu ne kadar güzel bir gün böyle.”

Fakülteden çıkan genç çift Göksellerin beyaz arabasına doğru ilerledi. İstanbul trafiğine iyiden iyiye alışan ve eviyle okulu arasındaki yolları iyice öğrenen genç kadın okul başladığından beri çoğu zaman arabayla gidip geliyordu.

“Bugün hava da serin,” dedi Gökhan. “Akşama iyice soğuyor. Neyse ki kalın giyinmişsin. Ayrıca sen bugün ne güzel olmuşsun böyle. Sarı mont çok yakışmış. Gerçek bir civcivsin.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Montu yeni aldım, beğendin mi?”

“Beğendim, çok hoş. Güzel günlerde giy balım.”

“Teşekkür ederim sevgilim,” diyen Göksel ona uzanıp yanağına bir öpücük kondurdu. “Sen de çok yakışıklı olmuşsun. Deri ceket çok yakışıyor, kazağını da çok beğendim. Açık renkler seni açıyor.”

“Evet, mesela bana en çok yakışan renk sarıdır.”

“Bak sen,” dedi Göksel ona anlamlı bir bakış atarak. “Kahverengi de bana çok yakışır.”

“Bilmez miyim canım?”

Arabanın yanına vardıklarında Gökhan onun saçlarına bir öpücük kondurup kokusunu içine çekti.

“Atla bakalım,” dedi anahtarla kapıları açan Göksel. “Şişli’ye kadar daha çok yolumuz var.”

Beraber arabaya bindiler. Göksel içeride terlememek için montunu çıkarıp arka koltuğa bırakırken Gökhan da içinde elektro gitarının olduğu gitar çantasını arka koltuğa koydu.

Gökhan, Göksel’e bakınca onu uzun uzadıya inceledi. Genç kadının üstünde beyaz triko bir kazak vardı, altın renkli iki kolyeyi kazağın üstüne takmıştı; altında da düz paça mavi bir kot vardı. Genç kadın son derece günlük giyinmişti ama Gökhan’ın gözlerinden olağanüstü görünüyordu.

Gökhan’ın kendisine yaklaştığını fark eden Göksel başını ona doğru çevirmişti ki Gökhan yüzünü onun boynuna gömünce kıkırdadı.

“Beyaz da ne kadar yakışıyor,” diye mırıldandı Gökhan. “Çok hoş olmuşsun.”

Gökhan onun boynunu öpünce Göksel gözlerini kapattı. Genç adamın, boynuna bıraktığı bu öpücükler huzur veren ama bir o kadar da tutkulu öpücüklerdi.

“Hâlâ kampüsteyiz,” dedi Göksel. “Üniversitedekilerin gözünde arabada yiyişen insanlardan biri olmak istemem.”

Gökhan onun tenine öpücükler bırakmaya devam ederek yavaşça yukarı çıktı ve yüzünü onun yüzüyle aynı hizaya getirdi.

“Nerede yiyişen insanlardan birisi olmak istersin?” diye sordu Gökhan. “Orada yiyişelim.”

“Deli.”

“Sadece sana deliyim. Hem araban duvara bakıyor kızım, bizi kim görecek? Kolonlar mı?”

Göksel karşıya kısa bir bakış attıktan sonra, “Olsun,” dedi. “Her an bir yerlerden insanlar çıkabilir. Öğrenciler umurumda değil de hocalara yakalanmak istemem.”

“Onların kendi otoparkı vardır, merak etme.”

“Niye bu kadar mantıklı konuşuyorsun sen?”

“Seni öpmeye zemin hazırlıyorum da ondan,” diyen Gökhan ona yaklaştı. “Vizelerden çıkmış bana moral öpücüğü vermeye ne dersin?”

Göksel onun dolgun pembe dudaklarına bakıp, “Lip balm mı sürdün sen?” diye sordu. “Evet evet, sürmüşsün.”

“Havalar soğudu, dudaklarım çatlamasın. Senin için de sürüyorum.”

“O niyeymiş?”

“Çatlamış dudakları öpmek zorunda kalmıyorsun, aksine dudaklarım pamuk gibi yumuşacık oluyor.”

“Öyle mi?” diyen Göksel de ona yaklaştı ve burnunu onun burnunun yanına bastırdı. “O hâlde bir kontrol etmem gerekir.”

Öpüşmeye başladılar. Gökhan onun bacağını okşamaya başladığında Göksel de onun ensesindeki saçları avuçladı. Elleri de dudakları kadar hareketli olan çift, uzun saniyeler boyunca öpüştükten sonra nefesleri biraz bozulmuş şekilde ayrıldılar.

“Haklıymışsın,” dedi Göksel. “Pamuk gibiler.”

“Sana söylemiştim,” dedi Gökhan. Onunla daha iyi öpüşebilmek için poposunu koltuktan biraz kaldırdığını o an fark etti. “İkinci bir kalite kontrolden önce yola çıksak iyi olacak. Makinen yanında mı? Biraz kurcalayayım.”

“Çantamın içinde,” dedi Göksel arabayı çalıştırırken. “Kurcala bakalım.”

Şişli’ye gidene kadar sohbet ettiler. Gökhan oradaki stüdyoların birinde Barışlarla buluşacaktı. Barış’ın bir arkadaşına ait olan stüdyoya Barışlar bir süredir gidiyordu. Stüdyo büyük bir yerdi, içeride pek çok enstrüman vardı ve delikanlılar yalnızca kayıt almak için değil, şarkıları üzerinde çalışmak için hatta bazen prova yapmak için bile oraya gidiyordu. Bugün de Barış, Elçin ve Kuzey oradaydı. Sarp hasta olduğu için evinde dinleniyordu, Lale de işteydi.

“Şu bina,” dedi Gökhan stüdyonun olduğu yere geldiklerinde. “Uygun bir yere park et de inelim.”

“Park yapılmaz tabelası görmüyorsun değil mi?” dedi etrafına bakan Göksel.

“Görünmüyor,” dedi onunla beraber dışarı bakan Gökhan. “Şu araçlar da park ettiğine göre sıkıntı çıkmaz herhâlde.”

Göksel yavaşça kırmızı arabanın arkasına ilerlerken etrafa bakmayı sürdürüyordu. “Bunlar da buraya bıraktığına göre park ediliyordur sanırım,” dedi. “Tabela da yok. Ben burada duruyorum.”

“Dur gitsin.”

Göksel arabayı park ettiğinde araçtan indiler. El ele tutuşan çift giriş katında bir müzik mağazasının olduğu, içinde de birkaç stüdyonun yer aldığı iş hanına ilerledi.

“Müzik mağazası da varmış,” dedi orayı fark eden Göksel. “Sanırım genelde müzik amacıyla kullanılan bir han.”

“İçinde birkaç stüdyonun olduğunu biliyorum,” dedi Gökhan. “Muhtemelen öyledir. Ben de ilk kez geliyorum.”

“Hayatımda ilk kez bir müzik stüdyosunda bulunacağım. Heyecanlandım.”

“Benim kız arkadaşım olduğuna göre bundan sonra sık sık bulunacaksın demektir. Siftahı bugünle yapıyoruz.”

Hanın içine giren çift, asansörle üçüncü kata çıktı. Sağdaki çelik kapıya ilerleyip zile bastıklarında saniyeler içinde kapı açıldı. Kapıyı açan kişi Elçin’di.

“Hoş geldiniz gençler,” dedi Elçin neşeli bir sesle. Onların iç içe geçmiş ellerine bakıp gülümsedi. “Buyurun gelin içeri.”

“Hoş bulduk,” dedi Gökhan, Göksel’in peşinden içeri girerken. “N’aber?”

İkisi de Elçin’le yanaktan öpüşüp ayaküstü birbirlerinin hâlini hatırını sordu.

“İkinizi sevgili olduktan sonra ilk kez görüyorum,” dedi Elçin. “Tebrik ederim. Çok tatlı bir çift oldunuz, Gökhan’ın hikayelerinden görüyorum.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Aşk böcekleri de geldi,” diye seslendi Barış. Gitarını çıkarıp yere koyduktan sonra ikisine doğru yürümeye başladı. “Hoş geldiniz gençler.”

Gökhan onunla kafa tokuştururken Göksel de tokalaştı.

“Kadro tamamlandı,” dedi Kuzey. “Biraz geciktiniz.”

“Göksel bana fakülteyi gezdirdi,” diye açıkladı Gökhan. “Ses Sanatları Tasarımı okuyan birkaç kişiyle tanıştım, ayaküstü sohbet ettik.”

“Yine müzikle ilgilenen birilerini buldun demek,” diyen Barış güldü. “İyi yapmışsın.”

“Bulurum.”

“Göksel sen nasılsın?” diye sordu Barış. “Neler yapıyorsun?”

“İyiyim,” dedi Göksel. “Okul koşturması içindeyim. Haftaya vizelerim başlayacak, onlara çalışıyorum. Tabii bugün kısa bir mola verdim, burada olmanın eğlenceli olacağını düşündüm.”

“Kesinlikle olacak. Size stüdyoyu gezdirelim.”

Stüdyoda iki delikanlı daha vardı. Stüdyonun sahibinin yeğeni ve yeğeninin arkadaşı olan gençler elektro gitar çalıyordu. Barış onların kim olduğunu çifte söyleyip stüdyoyu gezdirmeye öyle başladı. Stüdyonun en sonunda küçük bir kayıt odası vardı, Barışlar bugün kayıt için değil de çalışmak için burada olduğu için şu an kullanılmıyordu. Stüdyonun içinde gitardan orga, kemandan piyanoya kadar pek çok enstrüman vardı. Gökhan köşedeki duvar piyanosunu görünce gülümsedi ve Göksel’e kısa bir bakış attı. Bugün beraber piyano çalabilirlerdi.

“Dolapta içecekler var,” diyen Barış köşedeki mini buzdolabını işaret etti. “Su, kola, bira vesaire. İstediğinizi içebilirsiniz. Acıkırsanız söyleyin, sipariş veririz. Keyfinize bakın gençler.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan. “Burası epey güzel bir yermiş, sevdim.”

“Kapısı sana her zaman açık, sevdiysen istediğin her zaman gelebilirsin. Arkadaşım bugün burada değil ama bir gün sizi tanıştırırım.”

“Olur, çok iyi olur. O zaman ben şu çantayı çıkarayım.”

“Fender’ı getirdin değil mi?”

“Evet, canavar aramızda.”

“İşte buna çok sevindim.”

Gökhan önce gitar çantasını, sonra da deri ceketini çıkarırken Göksel de montunu çıkardı. Kıyafetlerini girişin yanındaki vestiyere astılar.

“Bugün bana güzel fotoğraf ve video malzemesi çıkacak,” dedi Göksel gülümseyerek. “Burası çekim yapmak için güzel bir yer.”

“Canın ne isterse onu yap balım,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “Canın sıkılırsa erkenden gidebilirsin, darılmam.”

“Sıkılacağımı hiç sanmıyorum. Zaten Elçin de burada, onunla takılırım.”

“Yine de aklında bulunsun.”

“Tamam bir tanem.”

Gökhan tanıdık bir melodi duyunca gitar çalan iki delikanlıya baktı. Esmer olan genç Metallica grubunun meşhur Enter Sandman şarkısını çalıyordu. En azından çalmaya çalışıyordu. Gitarın akordu iyi değildi, ses ayarlarında da Gökhan gibi donanımlı bir müzisyenin duyar duymaz fark ettiği terslikler vardı. Gökhan yanlarına gitmeye karar verdi.

“Şu çocuklara bakacağım,” dedi genç adam Göksel’e. “Sen bizimkilerin yanına gidebilirsin.”

“Tamam,” dedi Göksel ama Gökhan delikanlıların yanına ilerlerken onları izlemeyi tercih etti. Ne olacağını merak etmişti.

“Selam beyler,” dedi Gökhan.

“Selam,” dedi esmer olan. “Barış ağabeyin arkadaşı olmalısın.”

“Evet, sen de stüdyonun sahibinin yeğeni misin?”

“Aynen.”

Metallica ha,” dedi Gökhan sadede gelerek. “Enter Sandman efsane bir parçadır.”

Metallica sever misin?” diye sordu diğer genç.

“Tabii ki. Muhteşem bir gruptur.”

“Biz de çok seviyoruz. Çalması çok keyifli bir grup.”

“Bilirim.” Gökhan esmer olana döndü. “Ne zamandır çalıyorsun?”

“Bir buçuk sene kadar oldu,” dedi delikanlı. Gökhan onun yirmi yaşında bile olmadığını düşündü. “Senin de gitar çantan vardı, ne zamandır çalıyorsun?”

“Biraz oldu,” dedi Gökhan zaman belirtmekten kaçınarak. “Çal bakalım, dinleyelim.”

“Henüz öğrenme aşamasındayım, daha çok yolum var.”

“Hepimiz o yollardan geçiyoruz,” dedi Gökhan anlayışlı bir sesle. “İnsan zamanla gelişiyor.”

“Orası öyle.”

Delikanlı şarkının 55. Saniyesinde başlayan efsanevi girişi çalmaya başladığında Gökhan kaşlarını biraz kaldırdı. Bir şeyler kesinlikle yolunda değildi ve bunu uygun bir dille gence söyleyip işleri düzeltmesi gerektiğini düşünüyordu. Genç, gitarda çok yeniydi, yanlışının farkına ne kadar erken varırsa onun için o kadar iyiydi.

“Solosu üzerinde de çalışmaya başladım,” dedi şarkının başını çalmayı bitiren genç. “Adım adım ilerliyorum.”

“Bu akortla mı?” diye düşündü Gökhan.

“Bence soloya geçmeden önce üzerinde durman gereken başka noktalar var,” dedi Gökhan yumuşak bir sesle. “Gitarla amfinin ses ayarlarında güncelleme yapmak iyi bir fikir olabilir.”

“Ne gibi? Ses ayarları zaten yapılı.”

“Yapılı, evet ama geliştirilmeleri gerekiyor.”

“İnternetten de kontrol etmiştim aslında,” diyen gencin alındığı belli oluyordu. “Neyin ters olduğunu anlayamadım. Ne zamandır gitar çaldığını söylemiştin?”

Gökhan’ın yüzünde bir tebessüm oluştu. “Bir süredir,” diye tekrar etti Gökhan. “İstersen gitarla amfiye bir de ben bakayım.”

“Bak bakalım,” diyen genç gitarı çıkarıp ona uzattı. “Bir de senin ayarlarını görelim.”

Gökhan arkasını dönüp Göksel’e baktığında genç kadına göz kırptı. Az sonra olacakları tahmin eden Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Şov başlamak üzereydi.

Gökhan gitarı akort ederken Barışlar da ona bakıyordu. İçerideki herkes Gökhan’ın önce gitarı akort etmesini, sonra amfinin ses ayarlarını değiştirmesini izledi. Küçük bir ses kontrolü yapan genç müzisyen her şeyin yolunda olduğuna emin olduktan sonra pedalları da açtı. Gökhan’ın ne yaptığını çok iyi bilen hareketleri hızlıydı. Uğraştığı şey onun uzmanlık alanıydı.

“Sanıyorum ki her şey hazır,” dedi Gökhan. “Çalabilir miyim?”

“Tabii,” dedi delikanlı. “Seni dinliyoruz.”

Gitarı omzuna asan Gökhan şarkının girişini çalmaya başladı. Aceleci davranmayan genç müzisyen şarkının yumuşak girişini tıpkı orijinalindeki gibi sakin bir tempoda çaldı.

“Çocukların yüzüne iyi bakın,” dedi Barış. “Az sonra moraracaklar.”

“İsabet olur,” dedi Kuzey. “James Hetfield az önceki faciayı duysaydı kalp krizi geçirirdi. Tamam bilmiyor olabilirsin ama kulağın duyuyor sonuçta, sence şarkının orijinali öyle mi be kardeşim?”

Gökhan soloyu çalmaya başladığında stüdyo bir anda konser alanına dönüştü. Gökhan’ın zevki yüzünden okunurken onu izleyen delikanlılarsa neye uğradığını şaşırmıştı. Esmer olan irileşmiş gözlerle Gökhan’a bakarken diğeri de şaşkın bir şekilde gülüyordu. Böyle bir performansı ikisi de beklemiyordu.

Gökhan solonun can alıcı kısmına geldiğinde arka tarafta onu dinleyen Göksel’in gülümsemesi gülüşe dönüştü. Metal sevdiği bir tür değildi ama gitarı çalan kişi Gökhan olunca oldukça gürültülü bulduğu bu tür bile kulağına çok güzel geliyordu.

“İşte bu be!” dedi kafasını sallayan Barış. “Pas çözücü gibi adam mübarek.”

Gökhan soloyu müziğin sonunu uzatarak ve sesi oldukça kirleterek bitirdiğinde içeridekiler onu alkışladı.

“Böyle nasıl?” diye sordu Gökhan, esmer gence bakarak. “Daha iyi sanki.”

“Dürüst olmam gerekirse böyle bir performans beklemiyordum,” diye itiraf etti genç. “Bir süredir derken tam olarak kaç seneyi kastettin?”

“On bir senedir çalıyorum.”

Delikanlı bir ıslık çaldı. “Bu, durumu açıklıyor. Çok iyiydin, ellerine sağlık.”

“Teşekkür ederim.”

“Kaç yaşındasın?” diye sordu diğer genç.

“Yirmi bir yaşındayım.”

“Yirmi bir senenin on biri gitar çalarak geçti yani? Resmen ana karnında başlamışsın be ağabey.”

Gökhan gülerek, “Doğru sayılır,” dedi. “Bundan sonra ses ayarlarına dikkat edeceğinizi varsayıyorum?”

“Senin yaptığın şey bir profesyonelin sihirli dokunuşuydu,” dedi esmer delikanlı. “Bana da öğretir misin?”

“Bu hemen öğretilecek bir şey değil ama dikkat etmen gereken noktaları açıklayabilirim.”

Gökhan gençlere gitar hakkında bir şeyler anlatmaya başladığında Göksel de diğerlerinin yanına ilerledi.

“Seninki yine fırtına kopardı,” dedi Elçin.

“Esti gürledi,” diye ona katıldı Kuzey. “Önümüzden yürüsün kral.”

Gülüştüler.

“Söz konusu müzik olduğunda dahil olmadan duramıyor,” dedi Göksel. “Şimdi de çocuklara bir şeyler anlatıyor. Bir süre aranızda olmayacak gibi.”

“Sıkıntı değil,” dedi Barış. “Deminden beri onların şarkıyı katletmesini dinliyorduk, doğrusunu öğrensinler de bir daha kimsenin kulağını kanatmasınlar. Birisi onlara doğrusunu göstermeden yanlış olduğunu fark edemeyecek kadar toylar.”

“Siz neden uyarmadınız?”

“Onlara laf anlatmakla uğraşasımız gelmedi. Laf anlatmak Gökhan’ın işidir, şu anda da tam olarak onu yapıyor.”

“Gitar çalmayı öğretme konusunda çok hevesli.”

“Sana da öğretiyor mu?” diye sordu Elçin.

“Bazen çalıyoruz,” diye cevapladı Göksel. “Bir şeyler öğrendim. Gökhan öğretme konusunda çok hevesli, ben de öğrenmekten hoşlanıyorum. Gitar çok güzel bir enstrüman, öğrenirken eğlenceli vakit geçiriyorum.”

“Gökhan gibi olağanüstü bir gitaristten özel gitar dersi almak ha?” dedi Kuzey. “Üstelik bedava. İşte bu herkesin başına gelmez.”

“Farkındayım,” diyen Göksel erkek arkadaşına kısa bir bakış attı. “Bu konuda çok iyi.”

“Elçin de başlarda hevesliydi ama işin zorluğunu görünce tüm hevesi geçti,” dedi Barış sevgilisine bakarak. “Birkaç gün dayanabildi.”

“Hukuk okumak tek başına limitlerimi zorluyor,” dedi Elçin kaşlarını kaldırıp gözlerini de biraz açarak. “İkincisine gerek yok. Üstelik gitar fiyatlarını benden iyi biliyorsun, ne kadar zaman ayırabileceğimi bilmediğim ve öğrenme konusunda ciddi şüphelerim olan bir şeye o kadar para verecek hâlim yok. Şu üniversite bir bitsin, belki hobi olarak başlarım.”

“Heves ve tutku olmadan sanat olmaz,” dedi Barış. Kolunu onun omzuna atıp kız arkadaşını kendine çekti ve kumral saçlarına bir öpücük kondurdu. “Ama ne zaman istersen sana öğretmeye hazırım, aklında bulunsun.”

“Biliyorum bebeğim ama daha önce de dediğim gibi yazılım öğrenme konusunda daha hevesliyim. Devre ayak uydurmak lazım, bu devirde bunlar önem arz ediyor.”

“Daha önce de dediğim gibi yazılım benim sana anlatmamla öğrenebileceğin bir şey değil, hele de Hukuk okurken. Anayasayı yedin yuttun, yazılım kaldı.”

“Niye kalmasın? Belki şu an vakit ayıramam ama üniversiteden sonra öğrenebilirim. Ne o, yoksa senden iyi olmamdan mı korkuyorsun?”

Elçin dirseğiyle onu dürttüğünde Barış güldü.

“Benden iyi olman beni sadece gururlandırır,” dedi Barış. “Ama bu çok da mümkün değil. Dört sene bunun eğitimini aldım, iki buçuk senedir de bu alanda çalışıyorum. Övünmek gibi olmasın ama gerçek bir profesyonelim.”

“Böyle söyleyince kulağa çok havalı geliyor,” diyen Elçin ona sırnaştı. “Biraz da seksi. Hem mühendis hem de müzisyensin.”

“Etkileyici unvanlar değil mi?”

Kuzey öksürünce çiftle beraber Göksel de ona baktı.

“Yüzlerinizdeki bakışlardan hiç hoşlanmadım,” dedi Kuzey. “Hem olan var olmayan var kardeşim, biraz anlayış göstermenizi rica ediyorum.”

“Çalış senin de olur,” dedi Barış. “Kıskançlık yapma.”

“Sınıfta metre kare başına elli erkek düşüyor lan, ne anlatıyorsun sen? Fakülteye hiç girmiyorum bile. Okulun duvarları bile erkekten yapılmış, o derece.”

Gruptan kahkaha sesleri yükselince Gökhan onlara kısa bir bakış attı. Neye güldüklerini merak etmişti.

“Ben sana fakülteden bul demiyorum ki oğlum,” dedi Barış. “Kampüs kız kaynıyor, etrafına bak.”

“Tabii,” dedi Kuzey. “Kızlar da beni bekliyordu zaten. Olanları çok çabuk unutmuşsun.”

“Doğru ama reddedilmek herkesin başına bir kez de olsa geliyor. Eyvallah deyip önüne bakacaksın, dünyada başkaları da var.”

“Biraz içime oturdu. Lisede popüler bir çocuktum ben, üniversiteye başladıktan sonra her şey değişti. Mühendislik bana hiç yaramadı dostlarım, hem de hiç.”

Barış onun omzunu sıkarken, “Saçmalama be oğlum,” dedi. “Sevgili aramakla bulunan bir şey değil. Ha birini elbette bulursun ama sevgili kelimesinin karşılığı olmaz. Doğru kişinin ne zaman, nerede karşına çıkacağı hiç belli olmaz. Mesela ben Elçin’le üniversite bittikten sonra tanıştım. Bir baktım grubun içinde yeni bir sima var ve üstelik bizim üniversiteden.  Konuşmamız bu ortak noktayla başlamıştı, bak konu ta nerelere geldi? Bir buçuk senedir birlikteyiz.”

“Ne güzel zamanlardı,” dedi o günleri hatırlayan Elçin. “İlk kez baş başa oturup saatlerce sohbet ettiğimiz o günü dün gibi hatırlıyorum. O gün sana âşık olmuştum. Hukuk kazanınca fakülteden birini bulacağımı düşünmüştüm ama gönlümü bizim üniversiteden mezun bir mühendise kaptırdım. Barış haklı Kuzey, bu işlerin nasıl olacağı hiç belli olmuyor.”

“Aynı arkadaş grubunda mıydınız?” diye sordu sessizce onları dinleyen Göksel.

“Evet. Sınıftan bir arkadaşım Barış’ın müzisyen arkadaşlarıyla tanışıyormuş, bir gün onları dinlemeye gitmiştik ve orada tanışıp takılmaya başlamıştık. O zamanlar Barış’ın tam zamanlı bir işi vardı, sadece hafta sonları sahneye çıkabiliyordu ve biz de ancak zaman buldukça gidiyorduk. Bir gün sürekli gittiğimiz kafede denk geldik, ikimiz de yalnızdık ve oturup epey bir sohbet ettik. O gün aramızdaki ilişki için bir kilometre taşı oldu, sonrasında bir baktık ki sürekli buluşuyoruz ve beraber zaman geçiriyoruz. Çok geçmeden de sevgili olduk zaten.”

“En güzel zamanlar,” dedi Göksel. “İlk buluşmalar, ilk heyecanlar. İnsanın ayaklarını yerden kesiyor.”

“Kesinlikle öyle. Bir buçuk seneyi devirdik, ikinci yılımıza doğru ilerliyoruz.”

“Epey de olmuş. Birlikte nice güzel seneler geçirirsiniz umarım.”

İkisi de gülümseyerek Göksel’e teşekkür etti.

“Hadi çalışmaya geri dönelim,” dedi Kuzey. “Bu kadar mola yeter.”

“Dönelim,” diye onayladı Barış. Göksel’e baktı. “Bir şarkı üzerinde çalışıyoruz da onun bestesini yapıyoruz.”

“Ne güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. Onların grup olarak kendi şarkıları olduğunu biliyordu. “Ben de piyanoya bakabilir miyim? Lisede kısa bir dönem çalmıştım, burada görünce yeniden bakmak istedim.”

“Elbette, istediğin her enstrümana bakabilirsin. Keyfine bak.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel siyah piyanoya ilerleyip taburesine oturdu. Tuşların üzerindeki kapağı kaldırdı. Elini siyah beyaz tuşların üstünde yavaşça gezdirirken gülümsedi. Zihni onu birkaç sene öncesine, lise yıllarına götürmüştü. Genç kadın okulundaki müzik sınıfındaydı, Yamaha marka duvar piyanosunun taburesinde oturuyordu; önünde notaların yazdığı defter vardı ve yanlış yapmaktan korkarak fakat piyanonun sesine de hayran kalarak parmaklarını tuşlarda gezdiriyor, parçayı çalıyordu. Lisedeki piyanonun tuşlarının üzerine notaların adlarının yazdığı kâğıtlar yapıştırılmıştı, bu yüzden hangi tuşun hangi nota olduğunu biliyordu fakat bu piyanoda öyle bir durum söz konusu değildi. Ortadaki do notasını bulmak için notaları piyanonun en başından saymaya başladı.

Göksel parmaklarıyla tuşları sayarken arkasından ona yaklaşan Gökhan onu bileğinden kavradı ve genç kadının sol elinin orta parmağını do notasının üzerine getirdi.

“Do mu?” diye sordu başını çevirip ona bakan Göksel. Gökhan’ın kafası hemen onun kafasının yanındaydı.

“Do,” diye onayladı Gökhan. “Onu aradığını anladım.”

Göksel tuşa bastı, ardından sırasıyla diğer tuşlara da basıp bir oktavdaki tüm notaları çaldı.

“Şu an yeniden on altı yaşındayım,” dedi Göksel gülümseyerek. “Lisedeki müzik sınıfındayım. Çok gerginim ama içimde tatlı bir heyecan da var, piyanonun büyüsü altındayım.”

“Bugün beraber çalalım mı?” diye sordu Gökhan.

“Çalmayı bilmiyorum ki. Bildiğim birkaç şeyi de aradan geçen bunca senede unuttum.”

“Ben sana hatırlatırım. Bugün benimle birlikte piyano çal.”

“Çok isterim.”

Yüzlerini birbirine yaklaştıran çift dudaktan öpüştü.

“Biraz yana kaymanı rica edeceğim,” dedi Gökhan.

“Gel böyle,” diyen Göksel taburede yana kayıp ona yer açtı. “Neyse ki geniş bir tabure.”

Gökhan onun soluna oturdu. Parmaklarını tuşların üzerine koyan genç adam yanında oturan kız arkadaşına baktı.

“Açılışı güzel bir parçayla yapmak istiyorum,” dedi Gökhan.

“Seni dinliyorum,” dedi Göksel. “Bu işin ehli sensin.”

Gökhan, Ay Işığı Sonatı’nı çalmaya başladı. Genç müzisyenin ince uzun parmakları piyanonun tuşları üzerinde zarafetle hareket ediyor, bu ünlü eserin büyüsünü başarıyla yansıtıyordu. Gökhan yanında oturan kız arkadaşına baktığında gülümsedi. Bu eseri Maltepe Sahili’nde ona gitarla çaldığı günü hatırlıyordu. Bir gün piyanoda da çalmayı çok istemişti ve bugün o gündü.

Gökhan bir piyanoya doğru eğiliyor, bir arkaya çekiliyordu; bir tuşlara bakıyor, bir gözlerini kapatıyor, bir gülümsüyordu. Vücudu bu büyülü müziğin etkisiyle oturduğu yerde adeta dans ediyordu. Göksel’se yüzünde hayran bir gülümsemeyle onu seyrediyordu. Müzik muhteşem bir sanattı ve Gökhan da bu sanat dalını başarıyla icra eden muhteşem bir sanatçıydı. Genç kadının buna dair hiç şüphesi yoktu.

“Seninle beraber basit bir şeyler çalalım,” dedi Gökhan. Eserin kısa bir kısmını çalmakla yetindi.

“Olur,” dedi Göksel. “Ama bana başka eserler de çalmanı istiyorum. Seni dinlemeyi çok isterim.”

“Çalarım. Öncesinde seninle bir şeyler çalalım, ben de ısınmış olurum.”

Gökhan internetten Göksel’le birlikte çalmak için basit parçalar buldu. Genç kadın piyanonun sağında oturduğu için tiz notaları onun çalmasını istedi, kendisi de soldaki pes notaları çalacaktı.

“Birbirimizi tamamlarız,” dedi Gökhan. “Hata yapmaktan korkma, keyif almaya bak.”

“Çok keyif alacağımdan eminim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Başlayalım mı?”

“Başlayalım balım.”

Çift birlikte piyano çalmaya başladı. Göksel bazen yanlış notalara bassa da umursamadı, şu an o kadar iyi vakit geçiriyordu ki umursadığı tek şey buydu. Genç kadının eksiklerini yıllardır piyano çalan Gökhan kapattı, onu destekledi. İçeridekiler ikisini dinliyordu, onların birlikte piyano çalmasından ilham alan Barış’sa aklına gelen cümleleri telefonuna not ediyordu. Daha sonra bu sözler üzerinde çalışmak için sabırsızlanıyordu.

Göksel’le Gökhan dakikalar boyunca piyano çaldılar. Bir ara Gökhan piyanoyu sadece Göksel’in çalması için genç kadına bıraktı, Göksel de hangi nota olduklarını bile bilmediği tuşlara basarak ortaya hoş melodiler çıkardı. Bunu yaparken yüzünde o kadar içten bir gülümseme vardı ki Gökhan gözlerini onun gülümsemesinden ayıramadı. Onun yüzündeki bu çocuksu mutluluğu seyretmek genç adamın yapmayı en sevdiği şeylerden biriydi.

“Hadi şimdi sen çal,” dedi Göksel ikili bir parçayı çalmayı bitirdiğinde. “Ünlü eserleri çal. Mozart, Beethoven gibi isimleri.”

 “Nasıl istersen,” dedi Gökhan. “Für Elise ve Türk Marşı’nı çalayım. İkisi de çok sevdiğim eserlerdir, iyi de çalarım.”

 “Ben de çok severim,” dedi gözleri parlayan Göksel. “Can kulağıyla dinliyorum.”

 Gökhan ilk olarak Beethoven’a ait Für Elise adlı eseri çalmaya başladı. Genç adam bu eseri çocukluk yıllarından beri biliyor, severek dinliyordu. Eseri ilk nerede dinlediğini anımsamıyordu ama bilgisayardan açıp dinlediği anlar zihninde çok netti.

 Eseri çalarken adeta kendinden geçti, kendini dış dünyadan soyutlayıp müziğin büyülü dünyasında kayboldu. Onun için sadece notalar vardı, nota portresinin üzerinde dans eden ve attıkları her adımda büyüleyici sesler çıkaran notalar. Çizgilerin üzerine sıralanan notalar sanki vücudunu sarmalamış gibi hissediyordu, onların sıcaklığını ve verdikleri huzur duygusunu hissediyordu.

 Müzik onun için gerçekten de ruhun gıdasıydı.

 Gökhan eseri bitince Göksel onu alkışladı.

 “Yüzündeki adanmışlık ifadesi öyle güzel ki,” dedi çenesini onun omzuna yaslayan genç kadın. Onun şakağını öptü. “Hayatımın sonuna kadar senin enstrüman çalmanı seyredebilirim.”

 “Müzik benim için etkisinden asla çıkamayacağım bir sihir, bir büyü,” dedi Gökhan. Başını ona çevirdiğinde yanağı Göksel’in burnuna değdi. “Bana böyle sokulup müziği benim için daha da güzelleştiriyorsun.”

 “Ne güzel işte.”

 “Sen dikkatimi dağıtmadan Türk Marşı’nı da çalayım,” diyen Gökhan önüne döndü. Tuşlara şöyle bir dokundu. “Epey bir süredir çalmadım. Notalarını açıp önüme koyayım, yanlışlık olmasın.”

 Gökhan telefonundan parçanın notalarını açıp telefonu piyanonun nota sehpasına yerleştirdi. Genç müzisyen notalara göz gezdirdikten sonra parmaklarını tuşlara yerleştirdi ve eseri çalmaya başladı.

 Onun hızlıca hareket eden parmaklarına bakan Göksel gülümsüyordu. Bu yetenekli parmakların piyanonun üzerinde zarifçe hareket edişini izlemek, ortaya çıkardığı zarif sesleri dinlemek onun için büyüleyiciydi.

 Gökhan ona kısa bir bakış attığında genç kadın başparmağını havaya kaldırdı. Gülen Gökhan bakışlarını yeniden klavyeye çevirdi. Göksel’in tüm bu piyano çalma süreci boyunca sessizliğini koruyup onu saygıyla dinlemesi çok hoşuna gitmişti.

 “Adam canavar çıktı,” dedi esmer olan delikanlı. “Gitardan sonra piyanoyu da ağlatıyor, bakalım sonraki enstrüman hangisi olacak? Moralimi bozdu.”

 “Konservatuvar okuyormuş, bir zahmet,” dedi diğer genç. “Bizim çok ama çok üstümüzde.”

 “Yanında sevgilisi var ya şov yapıyor herif.”

 “Yine de etkileyici.”

Gökhan bu parçayı da çalmayı bitirdiğinde Göksel onu yine alkışladı.

“Ellerine, yüreğine sağlık,” dedi Göksel. “Söz konusu müzik olduğunda muhteşem olmadığın hiçbir şey yok.”

“Teşekkür ederim bal peteğim,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “Müzik ruhun gıdasıdır, ruhunu besleyebildiysem ne mutlu bana.”

“Beslemez olur musun? Hem besledin hem de şifa oldun. Hazır profesyonel kameram buradayken minik bir çekim yapalım mı? Seni piyano çalarken çekmeyi çok isterim.”

“Onur duyarım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Senin kadrajına girmek benim için her zaman büyük bir zevk ve ayrıcalık.”

“Seni yerim.”

Göksel bir koşu çantasından profesyonel fotoğraf makinesini aldı ve Gökhan’ın yanına geri döndü.

“Bileğindeki dövmenin görünmesini istiyorum,” dedi Göksel. “Kazağının kollarını biraz sıyırır mısın? Doğal fotoğraflar olmasını istiyorum, piyanoyu gerçekten çal.”

“Sen nasıl istersen,” diyen Gökhan kazağını dövmesini kapatmayacak kadar sıyırdı. Göksel onun saçlarını, yakasını düzeltirken Gökhan da parmağındaki yüzükleri düzeltti.

“Çekime hazırız,” dedi biraz geri çekilen Göksel. “Sen müziğine odaklan, gerisini bana bırak.”

Gökhan piyanoyu çalarken Göksel onu farklı açılardan çekmeye başladı. Genç adamın etrafında gezinen fotoğrafçı onu hem sağla soldan, arkadan ve iki çaprazdan çekti. Gökhan’ın klavye üzerinde gezinen uzun ince parmaklarını da çekti. Göksel, Gökhan’ın ellerini seviyordu. 

“Fotoğraflardan birini ya da birkaçını mutlaka hesabımda paylaşacağım,” dedi Göksel. “Ortaya enfes fotoğraflar çıktı. Birkaç ufak dokunuştan sonra daha da güzelleşecekler.”

“Bakabilir miyim?” diye sordu Gökhan. “Her zamanki gibi muhteşem bir iş çıkardığından eminim.”

“Elbette bakabilirsin,” diyen Göksel onun yanına oturup kamerayı ona verdi. “İncele bakalım.”

Gökhan kız arkadaşının çektiği fotoğraflara bakarken hem yüz ifadesiyle hem de verdiği sesli tepkilerle fotoğrafları ne kadar beğendiğini açıkça belli etti. Göksel onu çok farklı ama hepsi birbirinden iyi açılardan çekmişti.

“Gerçekte bu kadar iyi görünmüyorum,” dedi Gökhan. “Ama senin kadrajına girince bir anda her şey daha iyi bir hâle geliyor. Bunu nasıl başarıyorsun bilmiyorum ama muhteşemsin.”

“Yılların getirdiği deneyim diyelim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğrafını çektiğim kişinin önemi de büyük tabii. Emin ol gerçekte de bu kadar iyi görünüyorsun.”

“Bence olay fotoğrafı çeken kişinin sen olmasından kaynaklanıyor ama teşekkür ederim. Düzenlemeden sonraki hâllerini dört gözle bekliyorum.”

“Gönderirim.”

Piyano başından kalkan çift diğerlerinin yanına ilerledi. Barış’la Kuzey gitar çalarken Elçin de onları dinliyordu.

“Yeni beste mi?” diye sordu diğer koltuğa oturan Gökhan.

“Evet,” diye onayladı Barış. “Birkaç gündür üzerinde çalışıyoruz.”

“Notaları varsa inceleyebilir miyim?”

“Tabii,” diyen Barış ona önündeki kâğıdı uzattı. “Taslak hâli bu şekilde. Son hâlini almasına henüz var.”

Kâğıdı alan Gökhan notaları incelemeye başladı. Fotoğraf makinesini çantasına koyan Göksel onun yanına oturduğunda bir kolunu genç kadının omzuna atıp onu kendine çekti. Gökhan dikkatle notalara bakıp, kafasında bir melodi oluştururken Göksel de kâğıda kısa bir bakış attı. Gördüğü şeyler genç kadın için en az bir matematik denklemi kadar karmaşıktı.

“Çalabilir miyim?” diye sordu Gökhan. “Duymak istedim.”

“Benim gitarı al,” diyen Barış ona siyah akustik gitarını verdi. “Yorumlarını duymak isterim.”

Gökhan notalara bakarak besteyi çalmaya başladı. Genç adam duyduğu şeyden hoşlanmıştı. Barış’ın müzisyenliğini, yaratıcılığını zaten seviyordu ve bu beste de güzel bir besteydi. Sakindi, yumuşaktı, dinlendiriciydi.

“Bir aşk şarkısı mı?” dedi başını kaldırıp Barış’a bakan Gökhan. “Bana o hissi verdi.”

“Doğru hissetmişsin,” dedi Barış gülümseyerek. “Bir aşk şarkısı. Sözlerini Sarp’la birlikte aylar önce yazdık, bestesi üzerinde de Kuzey’le beraber çalışıyoruz. Elektro gitar kullanmayı düşünmüyoruz, tamamen akustik gitardan oluşan yavaş, romantik bir aşk şarkısı olmasına karar verdik.”

“Aslında bir solo fena olmazdı. Sadece Senin Olmak’taki gibi. Siz şarkının sadece solosunda elektro gitar kullanabilirsiniz ama ritimde yine akustik gitar olur, bateriyle bas da şarkıyı besler.”

“İlginç bir fikir,” dedi Kuzey. “Hoşuma gitti. Denemeye değer. Sen ne dersin Barış?”

“Benim de hoşuma gitti,” diye onunla hemfikir oldu Barış. “Ben akustik gitarı çalarken sen de elektroyu çalmak ister misin Gök?”

“Çok isterim,” dedi Gökhan gülümseyerek. Onlarla beraber çalmayı seviyordu. “Aynı notaları mı çalacağız?”

“Evet, eğer duyduğumuz şey hoşumuza giderse solo için güzel bir beste yaparız.”

Gökhan elektro gitarını amfiye bağladı, Barış akustik gitarını aldı ve Kuzey de bas gitarını omzuna asınca şarkıyı çalmak için hepsi hazırdı.

“Hazırsanız başlıyoruz beyler,” dedi Barış. “Son iki üç dört.”

Hep beraber şarkının nakarat kısmındaki müziğini çalmaya başladılar. Bateri olmadığı için enstrümanın boşluğu çok net hissediliyordu fakat gitarların sesi de tek başına iyi iş çıkarıyordu.

“Bir daha,” dedi Barış nakarat bitince. “Devam.”

Grup nakaratı bir kere daha çaldı.

“Gök kesinlikle haklı,” dedi Barış. “Elektro gitarla bir solo yazmalıyız.”

“Bence de,” diye ona arka çıktı Kuzey. “Ortaya olağanüstü bir iş çıkar. Gök sen bu müzik işinin ustasısın be kardeşim.”

“Estağfurullah,” dedi Gökhan. “Ben yalnızca bir fikir verdim, beğenmeniz çok sevindirdi.”

“Sen de sevdin mi?”

“Sevdim. Bir şans vermeye kesinlikle değer.”

“Bunun üzerinde çalışacağız,” diyen Barış onun omzuna vurdu. “Eyvallah kardeşim.”

“Lafı bile olmaz.”

Barış kendi şarkılarından birini çalmak için Gökhan’ın elektro gitarını aldı. Barış şarkıyı çalıp söylerken diğerleri de onu dinledi.

“Sarp iyileşip aramıza döndüğünde bu şarkıyı kaydetmeye başlayacağız,” dedi Barış. “Ne düşünüyorsun?”

“Çok iyi,” dedi Gökhan samimiyetle. “Bestesi özgün, sözleri de sade ama vurucu olmuş.”

“Sen ne düşünüyorsun Göksel?”

Barış’ın kendisine fikrini sorması Göksel’i şaşırttı.

“Ben de beğendim,” dedi Göksel. “2000’ler rock havası var. O zamanlardan mı ilham aldınız?”

“Evet, 2000’lerin Türkçe rock müziğinden ilham aldık. Beğenmenize sevindim, sağ olun gençler.”

“Stüdyo versiyonunu dinlemek için sabırsızlanıyorum,” dedi Gökhan. “Kaydedince hemen bana gönderin.”

“Oldu bil,” dedi Barış. “Senin şarkı çalışmaları ne alemde?”

“İyi gidiyor. Konsept bir albüm üzerinde çalışıyorum, yedi şarkıdan oluşmasını düşünüyorum ve dört tanesinin tüm işleri bitti; kalan üçünün de sözleri ve bestesi üzerinde çalışmayı sürdürüyorum.”

“Konsept bir albüm mü?” diye sordu Kuzey şaşırarak. “Konusu ne?”

“Ev,” diye cevapladı Gökhan. “Aynı çatı altında yaşayan insanlar, yaşanmışlıklar.”

“Güzel düşünmüşsün,” dedi Barış. “İstesek de ayrıntı vermeyeceğini biliyoruz ama umarım çok kısa bir zamanda bir şeyler dinleriz.”

“İlginiz için teşekkür ederim. Hazır hissettiğimde sizlerle paylaşmayı ben de çok istiyorum.”

Barışlar Gökhan’ın ailesinin genç adamın konservatuvar okumasını istemediğini ama Gökhan’ın onları dinlemeyip hayallerinin peşinden gitmeyi tercih ettiğini, bu yüzden genç adamın ailesiyle görüşmediğini biliyorlardı. Gökhan onlara yaşananları anlatmamıştı ama gençler çok tatsız şeyler yaşandığını tahmin ediyordu ama ona saygı duyarak bu konuyu hiç sormamışlardı. Aile kavramının ne kadar özel ve ince bir mesele olduğunu biliyor, ona empatiyle yaklaşıyorlardı.

“Ortaya muhteşem işler çıkardığından eminim,” dedi Kuzey. “Dinlemek için sabırsızlanıyorum hatta sahnede seninle beraber çalmayı da çok isterim.”

“Ben de öyle,” dedi Barış. “Senin imzanı taşıyan şarkıları çalmak harika bir deneyim olur.”

“Seviyorum lan sizi,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sizlerle beraber şarkılarımı çalmayı ben de çok isterim. Sahnede ikincilik koltuğunda Yağız oturuyor ama kalan pozisyonlar için bir karar veririz.”

“Biz onu gerektiği takdirde saf dışı bırakırız, sen orasını düşünme. Sıra çok kalabalık, görevini yerine getirdikten sonra aradan çıkmayı bilmeli.”

“İşte bu konuda ciddi şüphelerim var ama bir şekilde hallederiz. Biraz laf eder ama anlayış da gösterir.”

“Ne lafı edecek daha?” dedi Kuzey. “Aynı evde yaşadığınız için senin şarkılarını duyuyordur zaten. Bu kadar ayrıcalık da fazla olmaya başladı. Onu ayağımın altına alırım bak.”

Gülüştüler.

“Yağız senden biraz kısa ama seni evire çevire dövecek potansiyeli var,” dedi Elçin yanında oturan Kuzey’e bakarak. “Hiç bulaşma derim.”

“Teessüf ederim,” dedi Kuzey elini gerdanına koyarak. “Bir baba ve ağabeyle büyüdüm ben. Dayak nedir, nasıl atılır konusunda tez yazacak donanıma sahibim, duymamış olayım.”

Bu sefer gruptan daha yüksek sesli kahkahalar yükseldi.

“Bak işte bu işlerin rengini değiştirir,” diye konuşmaya dahil oldu Göksel. “Benim de bir ağabeyim var, hiç dayak yemedim ama kavga ederken birbirimize vurmuşluğumuz çoktur; ağabey eli ne demektir ben de iyi bilirim.”

“Sadece dokunduğunu iddia eder ama beş parmağının izi çıkmıştır,” dedi Kuzey. “Benimki bir keresinde koluma öyle bir vurdu ki kolum bir hafta ağrıdı. Neyse ki babam onu dövmüştü de ödeşmiştik. Sen kız çocuğu olduğun için şanslıymışsın.”

“Evet, öyleydi. Babam beni çok korur kollardı, onun da etkisi çok.”

“Hem kız hem de küçük çocuk olunca normal tabii. Yüksek ihtimalle bir de uslu, sakin bir çocuktun.”

“Çoğunlukla öyleydim ama bazen ben de fena oluyordum, hâlâ oluyorum.”

“Ben çok yaramazdım işte,” dedi Kuzey. Arkasına yaslandı. “Yapma dedikleri her şeyi yapardım, her defasında da dayağı yiyip aşağı otururdum ama yapmaktan da asla vazgeçmezdim.”

“Sen de fena kaşınmışsın be oğlum,” dedi Gökhan gülerek. “Biraz akıllı dursaydın ya.”

“Yok, duramazdım. Çok yaramaz, iflah olmaz bir çocuktum. İleride çocuğum olursa umarım benim gibi olmaz diye dua ediyorum.”

“Paşama bak,” dedi Elçin. “Sen seninkileri bezdirmişsin ama kendine gelince uslu çocuk istiyorsun. Öyle bir dünya yok.”

“Niye olmasın? Belki annesine çeker. Ağırbaşlı bir kadınla evlenmem lazım yoksa işim iş.”

“Çocukluğunda uslu mu yaramaz mı olduğunu sorman farz oldu.”

“Tanışır tanışmaz sorarım diyorum.”

Elçin güldü.

“Ben de uslu bir çocuktum,” dedi kız arkadaşına dönen Gökhan. Göksel de ona baktı. “Bir şey ima etmiyorum ama aklında bulunsun diye söyleyeyim dedim.”

“Ne anlamam gerekiyor ki?” diye sordu Göksel anlamazlıktan gelerek. “Ne ima ediyormuşsun?”

“Ben de onu diyorum ya, bir şey ima etmiyorum. Sadece aklında bulunsun. Belki bir gün lazım olur.”

“Hafızam pek güçlü değildir,” diyen Göksel omzunu silkti. “Hatırlatman gerekecek.”

“Bak ya,” dedi Gökhan gülerek. “İstediğinde gerçekten de çok fena oluyorsun.”

“Bunu sen mi diyorsun Bay İma?”

“Evet Bayan Fena.”

“Öyleyimdir Bay İma.”

“Ben de öyleyimdir Bayan Fena.”

Onların konuşmasına kulak misafiri olan Barış kendi kendine gülümsedi. Gökhan değer verdiği arkadaşlarından biriydi ve Gökhan adına çok mutluydu. Göksel’le birbirlerini ne kadar sevdikleri ve birlikteyken ne kadar mutlu oldukları belli oluyordu.

Kuzey ve Barış şarkıları üzerinde çalışmaya devam ederken Gökhan da onlara katıldı. Üç genç müzisyen fikir alışverişinde bulunurken Göksel’le Elçin de sohbet etti.

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu Elçin.

“İyi,” diye cevapladı Göksel. “Önümüzdeki hafta vizelerimiz başlıyor, ben de sınavlara çalışıyordum fakat bugün çalışmaya kısa bir ara verip okul çıkışı buraya geldim.”

“İyi yapmışsın, arada kafa da dağıtmak lazım.”

“Kesinlikle. Senin okul ne alemde?”

“Fena değil. Bu sene iyice zorlamaya başladı ama düzenli olarak çalışmaya gayret ediyorum. Bizim vizelerimize henüz var, akademik takvimimiz biraz farklı ama son dakikaya bırakmadan dersleri güncel olarak takip ediyorum.”

“En mantıklısı. Hukuk zor bir bölüm, ipin ucu kaçtı mı toparlaması çok zahmetli olur.”

“Evet, birinci sınıfta bu hatayı yaptığım için dersimi aldım. İkinci sınıfta da çok düzenli çalıştığım söylenemez, çevresel faktörler izin vermemişti ama bu sene görmezden gelme konusunda kendimi geliştirdiğimi görüyorum. Umuyorum ki sınav sonuçlarım da iyi gelecek.”

“Başka hiçbir şeyi düşünmeden sadece ders çalışmak bence imkânsız, özellikle de günümüz şartlarında ama en azından bir kısmını göz ardı etmek gerekiyor. Umarım emeklerinin karşılığını alırsın.”

“Teşekkür ederim Gök. Sana böyle seslenebilirim değil mi?”

“Elbette seslenebilirsin. Arkadaşlarım hep böyle seslenir zaten, biz de arkadaşız.”

“Arkadaşız,” diye onayladı Elçin gülümseyerek. “Sana da vizelerinde başarılar dilerim. Gökhan’dan duyduğum ve hesabındaki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla çok başarılısın; önümüzdeki yaz başarıyla mezun olacağına inanıyorum.”

“Çok teşekkür ederim. Bu sene de elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Saatler 19.30’u gösterirken delikanlılar yaptıkları işe bir son verdi. Stüdyonun sahibinin yeğeni ve onun arkadaşı bir saat kadar önce gitmişti, stüdyoda yalnızca beşi kalmıştı.

“Ben çok acıktım,” dedi Barış. “Siz ne durumdasınız?”

Diğerleri de acıktığını söyleyince yakınlardaki bir dürümcüden beş tavuk dürüm ve içecek sipariş ettiler.

“Ben ısmarlamış olayım,” dedi Barış. “Gökhan’la Göksel siz zaten misafirsiniz, Kuzey bu sefer sen de bendensin hadi.”

“Lütfettin paşam ya,” dedi Kuzey. “Elçin’i niye saymadın?”

“Bilmem, sevgilim olduğu için olabilir mi acaba?”

“Vay arkadaş. Elçin sevgilin, Gökhan’la Göksel misafir diye ısmarlıyorsun; banaysa ayıp olmasın diye. Çok ayıp oldu ama haberin olsun.”

“Özel gününde misin diyeceğim ama biyolojik olarak böyle bir şey mümkün değil. Niye bu kadar alıngansın lan sen bu sıralar?”

“Bilmem, sadece günler önce reddedildiğim için olabilir mi acaba?” dedi Kuzey onu taklit ederek. “Bir süre kimse bana şaka falan yapmasın, valla kaldıracak hâlde değilim.”

“Reddedilmek cidden çok kötü bir şey,” dedi Elçin destek olurcasına onun omzuna dokunarak. “Ama şu da var ki sen çok iyi birisin, o kız neyi elinin tersiyle ittiğini bile hiç bilemeyecek.”

Onun bu cümlesi Barış’ı şaşırttı.

“Sen de mi reddedildin?” diye sordu genç adam.

“Evet,” diye onayladı Elçin. “Lisedeyken hoşlandığım çocuğa açılmıştım, o da beni reddetmişti. Bunu o dönemki arkadaşlarım hariç kimse bilmez, ilk kez dile getiriyorum ama o zamanlar cidden acıtmıştı.”

“Seni mi reddetti?” dedi kulaklarına inanamayan Barış. “Dünyanın en güzel, en tatlı, en eğlenceli, en hoşsohbet, en anlayışlı, en mükemmel kızını mı reddetti? Böyle bir aptallık dünya tarihinde görülmemiştir. Sığır.”

“Başınızı çevirin,” dedi Elçin diğerlerine dönerek. “Sakın bize bakmayın.”

Diğerleri bakışlarını kaçırdığında Elçin erkek arkadaşına uzandı. Onu saçlarını severek, yanaklarını okşayarak uzunca öptü. Hâlinden oldukça memnun olan Barış’sa ona büyük bir aşkla karşılık verdi.

“Eee daha daha nasılsın?” dedi Göksel’e bakan Gökhan. “Annenler babanlar nasıllar? Afiyettelerdir inşallah.”

Göksel kahkaha attığında Gökhan da güldü.

“İyiler çok şükür,” dedi Göksel. “Ne yapsınlar? İş güç uğraşıp duruyorlar.”

“Ne güzel. İkisinin de ellerinden öpüyorum.”

“Onlara yaşlı muamelesi mi yapıyorsun? Ağabeyimle bana henüz bir kere bile el öptürmediler.”

“Yok efendim, ne münasebet? Yanaklarından öpüyorum demek istedim de dilim sürçtü.”

“Tamam, şimdi oldu.”

“Artık bakabilirsiniz,” dedi Barış’tan ayrılan Elçin. Genç kadın fısıldayarak devam etti: “Sana çok âşığım biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” diye fısıldadı Barış da. “Ben de sana çok âşığım ve dediğim her şeyde son derece ciddiydim.”

“Dünyanın da dünyamın da en harika erkeğisin.”

“Seni seviyorum,” derken gülümsedi Barış. Genç adamın iri kahverengi gözleri kısıldı ama parıltısından hiçbir şey kaybetmedi. “Bugün bende kalsana.”

“Bu saatten sonra bizimkilere bir şeyler uyduramam.”

“Uydurursun. Kızların birinin evinde ders çalışmaya karar verdiniz, geceyi de orada geçireceksin.”

“Annemle konuşurum,” diyen Elçin ona çekici bir gülümseme gönderdi. “Duruma göre bakarız.”

“Lütfen bakalım.”

Siparişleri gelince hepsinin odak noktası karnını doyurmak oldu. Stüdyoda geçirdikleri uzun saatlerde hepsinin karnı çok acıkmıştı ve lezzetli tavuk dürümleri afiyetle yediler.

“Kesene bereket kardeşim,” dedi Gökhan. “Eyvallah.”

“Kesene bereket,” dedi Göksel de. “Teşekkür ederiz.”

“Afiyet olsun gençler,” dedi Barış. “Doydunuz mu?”

İkisi de doyduğunu söyledi. Kuzey ve Elçin de doymuştu.

“Güzel bir gün oldu,” dedi Kuzey. “Verimli vakit geçirdim ama yarın yine okul var. Evime gidip dinlenmek istiyorum.”

“Çok geçe kalmayız,” dedi Barış. “Yarın meslektaşlarımla görüşeceğim malum.”

“Biz birazdan kalkarız,” dedi Gökhan. “Yarın ikimizin de okulu var, yolumuz da uzun.”

“Olur. Bugün bize eşlik etmenize çok sevindik, mutlaka yine gelin.”

“Kesinlikle,” diye erkek arkadaşına arka çıktı Elçin. “Ortama renk kattınız.”

“Hepimizin programının uyuştuğu bir gün gelmeyi biz de isteriz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğraf stüdyoları favorim fakat müzik stüdyolarını da çok sevdim.”

“Bundan sonra ikisi arasında mekik dokursun,” dedi Gökhan ona bakıp. “Özellikle ikimiz de mezun olduktan sonra.”

“Zaman geçirmek için harika iki yer.”

Eşyalarını toparlayan Göksel’le Gökhan gitmek için hazırlandı. Çift, arkadaşlarıyla vedalaştı. Elçin bu sefer Göksel’e sarıldı, bundan çok hoşlanan genç kadın da gülümseyerek ona sarıldı. Elçin iyi bir kızdı ve aralarında oluşan bu arkadaşlığı seviyordu.

“Kendine iyi bak Gök,” dedi Elçin. “Vizelerinde yeniden başarılar dilerim. Görüşmek üzere.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Görüşürüz. Sen de kendine iyi bak.”

Stüdyodan ayrılan çift el ele asansöre ilerleyip düğmesine bastı.

“Elçin’le gittikçe yakınlaşıyorsunuz,” diyen Gökhan bu durumdan çok memnundu. Elçin sevdiği bir arkadaşıydı. “Bugün epey sohbet ettiniz.”

“Evet,” dedi Göksel. “Çok tatlı ve iyi bir kız. Anlaşıyoruz da.”

“Çok sevindim. Elçin cidden iyi kızdır, iyi arkadaştır. Anlaştığınızı görmek güzel.”

“Ben de senin arkadaşlarınla anlaştığım için çok seviniyorum.”

Gökhan onun yanağını öperken asansör bulundukları kata geldi. Asansöre binen çift zemin katın düğmesine bastı.

“Stüdyoyu sevdin mi?” diye sordu Göksel.

“Çok güzel yermiş,” dedi Gökhan. “Özellikle piyanosuna vuruldum.”

“Piyanosu gerçekten çok güzeldi. Bize asla unutmayacağım eşsiz dakikalar yaşattı.”

“Ben de asla unutmayacağım. Bir müzisyen olarak kız arkadaşımla birlikte piyano çalmak benim için tahmin bile edemeyeceğin kadar muhteşem bir olaydı.”

“Müzisyen değilim ama benim için de öyleydi.”

Asansör zemin kata geldiğinde indiler. Güneşin batmasıyla beraber iyice kendini belli eden soğuk havayı daha koridordayken hissettiler. İkisi de üstündekinin fermuarını çekti.

“Seni iskeleye bırakayım değil mi?” diye sordu Göksel. “Bugün Eminönü’nden bin.”

“Olur,” dedi Gökhan. “Beşiktaş uzak kalıyor zaten, buradan direkt Fatih’e geçeriz. Hem biraz daha vakit geçirmiş oluruz.”

Kapıya ulaştıklarında sensörlü kapı iki yana açıldı. Soğuk hava ikisinin de yüzüne çarptı.

“Bayağı soğumuş,” dedi büzüşen Göksel. “Arabayla gideceğiz ama montumu giymekle akıllılık etmişim. Sen üşümüyorsun değil mi?”

“Hayır, kazağım kalın,” dedi Gökhan. “Ceketim de öyle.”

“İyi o zaman.”

Handan çıktıklarında birkaç saat uzak kaldıkları şehir karmaşasına geri döndüler. Arabalar caddeyi doldururken yayalar da kaldırımda ilerliyordu. İstanbul’un tipik bir akşamıydı.

Göksel’in arabayı nereye park ettiğini hatırlamayan Gökhan önce soluna baktı, ardından başını sağa çevirdi fakat yeniden soluna dönmesi bir saniye bile sürmedi. İleride tanıdık bir sima görür gibi olan Gökhan sol tarafa baktığında yayaların arasında bu tarafa doğru yürüyen gerçekten de tanıdık bir sima gördü.

Uzun boylu zayıf genç adamın sırtında gitar çantası takılıydı. Üzerinde dizlerine kadar uzanan krem rengi bir palto vardı, içine kahverengi boğazlı bir kazak giymişti ve siyah bir kot pantolon da uzun ince bacaklarını sarıyordu. Kumral saçlarının önleri biraz dağınıktı, zeytin yeşili gözleri kaldırıma sabitlenmişti. Adımları her zamanki gibi uzun ama sakindi. Düşünceli görünüyordu, ince seyrek kaşlarını biraz çatmıştı ama onu düşündüren şeyin kötü bir şey olmadığı da anlaşılıyordu.

Gökhan hareket etmeyince Göksel ona baktı, erkek arkadaşının bakışlarının bir yere sabitlendiğini görünce onun baktığı tarafa baktı. Kendilerine yaklaşan genç adamı fark etti. Aynı saniyelerde o genç adam da bakışlarını yerden kaldırdı ve yalnızca birkaç metre uzağında duran çifti fark etti. Genç adamın gözleri Gökhan’ın yüzünde durunca çatık kaşları havaya kalktı, hemen ardından bir gülümseme yüzünü süsledi.

“Merhaba ağabey,” dedi Gökhan.

“Merhaba Gökhan,” dedi genç adam onların yanında durduğunda. Bir anlığına arkadaki hana baktı. “Bu ne güzel bir tesadüf böyle.”

“Güzel ve şaşırtıcı bir tesadüf,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu. Sen stüdyodan ayrıldıktan sonra bir daha denk gelmedik.”

“Öyle oldu,” dedi genç adam başını sallayarak. “Yeni bir stüdyoya geçtim, şimdi de oradan geliyorum. Üçüncü albümün kayıtlarını burada yapıyorum, bir sene olacak.”

“Üçüncü albüm de yolda demek. Çok sevindim. İlk iki albümünü severek dinlemeye devam ediyorum.”

“Bunu duyduğuma çok sevindim,” dedi genç adam gülümseyerek. Sağ yanağında ona sevimli bir hava katan bir gamzesi vardı.

“Bu arada sizi tanıştırayım,” diyen Gökhan kız arkadaşına döndü. “Göksel kız arkadaşım, Poyraz ağabey de birinci sınıfta arkadaşlarımla gittiğim bir stüdyoda tanıştığım muhteşem bir müzisyen.”

“Merhaba,” dedi Göksel başıyla onu selamlayarak. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Poyraz isimli genç adam ona elini uzattı. “Ben de memnun oldum.”

Göksel’le tokalaştılar.

“Sanırım arkadaki handan çıktınız,” dedi Poyraz. “Stüdyodan mı? İçeride birkaç tane olduğunu biliyorum.”

“Evet, bir grup arkadaşımla stüdyodaydık,” diye onayladı Gökhan. “Bir şeyler çalıp söyledik, sohbet ettik. Senin geldiğin stüdyo nerede?”

“Birkaç bina geride,” diyen Poyraz başparmağıyla arkasını işaret etti. “Çok yakın.”

“Yakınmış sahiden. Benim arkadaşlarım da bir süredir buraya geliyor, onlar da stüdyo değiştirdiler.”

“Grup mu?”

“Evet, grup ama henüz çıkardıkları bir çalışma yok. Mekânlarda sahne alıyorlar, bir yandan da kendi şarkıları üzerinde çalışmaya devam ediyorlar.”

“Ne güzel. Sen neler yapıyorsun? Bu sene son senen değil mi?”

“Evet, son senem. Zamanım okul koşturmasıyla geçiyor; dersler, müzik kulübü, etkinlikler derken başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum desem yeridir. Bir yandan da bildiğin gibi müzik mağazasında yarı zamanlı olarak çalışıyorum, onun dışında haftada bir gün Parça’da çıkmaya devam ediyorum. Bir tane de gitar öğrencim var, ona özel ders veriyorum.”

“İşte bu yeni bir şey.”

“Aslında bir sene olacak ama o kadar uzun zamandır görüşmüyoruz ki senin için yeni tabii. Sen neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?”

“Zamanımın çoğu şu an çıktığım stüdyoda geçiyor,” diye cevapladı Poyraz. “Günlerim söz yazmakla, beste yapmakla, enstrüman çalmakla ve kayıt almakla geçiyor. Üçüncü albümüm için yeni bir prodüktörle beraber çalışıyorum. Bu albümde yönümü biraz daha alternatife döndüm, rock vazgeçilmezim ama yeni bir şeyler denemek de çok iyi geliyor.”

“Farklılık iyidir. Senin gibi çok yönlü birinden de bunu beklerim.”

“Teşekkür ederim Gök. Senin de kendi eserlerin olduğunu biliyorum, ne durumdasın?”

“Ben de yazıyorum, besteliyorum, çalıyorum, kaydediyorum. Yakın zamanda çıkacağından değil ama ilk albümüm üzerinde çalışmaya devam ediyorum.”

“O zaman daha çok işin var?”

“İş her zaman var. Yaşım henüz çok genç olduğu için bir şeyler paylaşma konusunda aceleci davranmıyorum. Sen de kendi şarkılarını yazdığın için biliyorsundur, deneyimlerinden yola çıkarak yazdığın şeyler özel oluyor ve ben henüz paylaşma taraftarı değilim. Şimdilik kendime saklıyorum ama zamanı geldiğinde ilgilisine elbette sunacağım.”

Onu dikkatle dinleyen Poyraz, Gökhan konuşmasını bitirdiğinde gülümseyerek başını salladı.

“Çok haklısın,” diye ona hak verdi. “Ben de ilk şarkılarımı paylaşırken çok gergindim, benim de uzun bir zamana ihtiyacım olmuştu ama şu an kariyerimin altıncı senesindeyim, üçüncü albümüm üzerinde çalışıyorum. İlk adımı attıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor.”

“Öyledir tabii. Önemli olan ve zor olan da o ilk adımı atmak değil mi zaten?”

“Kesinlikle öyle. Albüm üzerinde çalıştığını duyunca meraklandım bak. Takipleşiyoruz, gelişmelerden haberim olur diye düşünüyorum ama sana geri dönüş yapmazsam anla ki görmedim, bana mutlaka ulaş.”

“Sağ ol ağabey, aklıma not ettim.”

“Ne demek Gök. O zaman ben sizi daha fazla tutmayayım, zaten arkadaşım da beni almaya gelecekti. Az sonra burada olur.”

“Beraber bekleyelim,” dedi Gökhan. “Kız arkadaşımın arabası da hemen ileride zaten, biz de senden sonra binip gideriz.”

“Kız arkadaşın için sorun olmayacaksa neden olmasın?”

“Beraber bekleyebiliriz,” dedi Göksel. “Bir acelemiz yok zaten.”

“Tamam o zaman. Bu arada ne zamandır birliktesiniz?”

“Birkaç gün sonra üç ay olacak,” dedi Gökhan. “Daha çiçeği burnunda bir çiftiz.”

“İlk ayların güzelliği bir başka. Göksel sen ne yapıyorsun?”

“Ben de öğrenciyim,” dedi Göksel. “Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde dördüncü sınıfım. Uzun senelerdir fotoğraf ve video çekimleri yapıyorum.”

“Ne güzel. Mesleğim gereği fotoğraflara, videolara çok aşinayım. Fotoğrafçılar ve video grafikerler olarak muhteşem işler yapıyorsunuz.”

“İşimi ben de çok seviyorum.”

Bu sırada beyaz bir BMW onların hemen yan tarafında durdu. Poyraz başını çevirip arabaya baktığında arabayı hemen tanıdı.

“Koray da geldi,” dedi genç adam. “Beni alacağını söylediğim arkadaşım.”

Arabanın şoför kapısı açıldığında içinden uzun boylu, gürbüz bir genç adam indi. Başını çevirip arabanın üstünden kaldırıma bakan sarışın genç adamın mavi gözleri üçünün üzerinde sabitlendi.

“Şimdi geliyorum,” dedi Poyraz ona. “Sen inme.”

“İndim bile,” dedi Koray. Gökhan’la Göksel’e baktı. Gökhan’ı bir kere daha görmüştü, genç adamın yüzü ona tanıdık geldi. “İyi akşamlar gençler. Poyraz’la işiniz bittiyse ben alabilir miyim?”

“İyi akşamlar,” dedi Gökhan. O da Koray’ı tanıdı. Yine bir gün stüdyo çıkışı Koray, Poyraz’ı almaya gelmişti. Poyraz’ın Koray’ın bilgisayar mühendisi olduğunu ve bir şirkette iyi bir pozisyonda çalıştığını söylediğini hatırlıyordu. “Biz de seni bekliyorduk zaten, alabilirsin.”

“Eyvallah,” dedi Koray gülerek. Genç adamın düzgün beyaz dişleri ve etkileyici bir gülüşü vardı. “Siz vedalaşın, ben bekliyorum.”

Poyraz yeniden çifte döndü.

“Bir gün görüşelim Gökhan,” dedi Poyraz. “Benim stüdyomu da ziyaret etmeni çok isterim.”

“Asıl ben çok isterim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İletişimde olalım ağabey.”

“Olalım. Kendine iyi bak, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak ağabey, görüşürüz.”

Gökhan’la Poyraz tokalaştıktan sonra Poyraz, Göksel’e baktı.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Göksel,” dedi Poyraz. Ona elini uzattı. “Kendine iyi bak.”

“Ben de öyle,” diyen Göksel onunla tokalaştı. “Hoşça kal.”

Poyraz BMW’ye ilerlerken çift onun arkasından baktı.

“Görüşürüz gençler,” dedi Koray. “Kendinize dikkat edin.”

“İyi akşamlar ağabey,” dedi Gökhan elini kaldırarak.

Koray da arabaya bindi ve gaza bastı. Beyaz BMW caddede gözden kaybolurken Göksel’le Gökhan bir süre aracın arkasından baktı.

“Ne kibar bir adamdı,” dedi Göksel. Erkek arkadaşına baktı. “Kaç yaşında da ağabey diyorsun? Bizimle yaşıt gibi duruyor.”

“94 doğumlu diye hatırlıyorum,” dedi Gökhan. “Yirmi sekiz yaşında.”

“Yirmi sekiz mi? Taş çatlasa yirmi iki yirmi üç derim. Hiç göstermiyor.”

“Öyle. Çok çocuksu, şirin bir suratı var.”

“Arkadaşı da tam tersine çok olgun duruyor. Yaşıtlar mı?”

“Üniversiteden tanıştıklarını biliyorum, muhtemelen yaşıtlardır.”

“Çevrenin genişliği beni her defasında şaşkına uğratıyor. Şişli’de, ikimizin de ilk defa geldiği bir caddede bir arkadaşınla karşılaştık resmen.”

“Gökhan Uygur çevresi yavrum,” diyen Gökhan onun yanağından makas aldı. “Asla hafife alınmayacak bir çevre.”

“Yavrum mu?” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Senin ağzından duyana kadar hoşlanmadığımı düşündüğüm bir hitap şekliydi ama şu an dibim düştü. Bir daha söylesene.”

“Söylerim yavrum. Hoşuna gittiyse her zaman söylerim.”

Göksel onu ceketinden tutup kendine çekti ve dudaklarına bir öpücük kondurdu.

“Gidelim mi yavrum?” dedi Göksel onu taklit ederek. “Daha yolumuz uzun.”

“Kampüste yaptığımız araba içi etkinliğe devam etmek istiyorsun anlaşılan,” dedi ona bir adım yaklaşan Gökhan.

“Etkinlik mi? Kelime seçimlerin bir anda ilginçleşmeye başladı.”

“Açık açık söylememi istiyorsan söyleyebilirim de.”

“Yok, kalsın. Biz uslu uslu oturup Fatih’e gidelim en iyisi, etkinlik için çok geç oldu.”

“Asıl etkinlikler gece geç saatlerde oluyor zaten.”

“Tabii sen de haklısın, rüyayı gece görüyoruz nasıl olsa.”

Gökhan’ın yüzü düşerken Göksel ona göz kırptı ve arabaya doğru yürümeye başladı. Gökhan onu baştan aşağı süzdükten sonra peşine takıldı.

“Bu gece rüyamda çok güzel şeyler göreceğim,” dedi genç adam. “Birbirinden eğlenceli etkinlikler olacak.”

“Anca rüyanda görürsün dedikleri bu olsa gerek,” diye karşılık verdi Göksel. Kendi kendine güldü. “Ben gece mışıl mışıl uyuyor olacağım, sana da tavsiye ederim. Yarın senin de dersin var.”

“Elbette uyuyacağım. Seni rüyamda göreceğimi falan düşünmedin herhâlde?”

“Çevir çevir yanmasın,” dedi Göksel arabanın kapısını açarken. “Atla hadi, yolumuz cidden uzun.”

“Yandı, bitti, kül oldu Göksel Hanım. Sana darıldım, bilesin.”

“Gönlünü alırım.”

“Etkinlik?”

“Tabii ki hayır,” dedi Göksel hemen. “Ama daha küçük çaplı bir şey olabilir.”

“İnan hiç fark etmez,” diyen Gökhan adımlarını hızlandırdı. “Bu dediğinden sonra yolumuz çok ama çok uzun olacak.”

Gökhan ona göz kırpıp, arabanın sağ tarafına ilerlerken Göksel de gülerek şoför koltuğuna oturdu. Araba hareket ederken genç çift atışmaya devam ediyordu.

***

Dipnot: Poyraz ve Koray karakterleri henüz yayımlamadığım ama arka planda yazımına devam ettiğim bir diğer kurgumda yer alan yardımcı karakterler. Gökhan gerek kişiliği gerekse müziğe olan ilgisiyle Poyraz'a benzeyen bir karakter olduğu için (Poyraz geçmişi çok daha eskiye dayanan, kurguladığım ilk romanların birinde yer alan bir karakter) ikisinin arkadaş olabileceğini düşündüm ve iki kurgunun evrenlerini bu noktada denk getirdim. Eserlerde bu tarz evren birleşmelerini seviyorum, umarım sizlerin de hoşuna gitmiştir. Tepki vermeyi lütfen unutmayın. Yeni bölümde görüşmek üzere! -EÖÖ

]]>
Sun, 05 Mar 2023 12:02:44 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 23. Kare: Aile Üyeleri https://edebiyatblog.com/kd-23kare-aile-uyeleri https://edebiyatblog.com/kd-23kare-aile-uyeleri Bölüm fotoğrafı: Anete Lusina

Moda’da pazar yoğunluğu hâkimdi. İşletmeler müşterilerle, sokaklar da yayalarla doluydu. Gökhan ve Yağız’la buluşmak için buraya gelen Göksel, arabasını onlarla buluşacağı kafenin bir üst sokağına park edip araçtan indi. Krem rengi baget çantasını omzuna aşan genç kadın mavi elbisesinin eteğini de düzelttikten sonra yürümeye başladı. Bir alt sokağa vardığında haritadan kafenin yerine baktı, ardından sağa doğru yürüdü ve aradığı tabela karşısına çıktı. Derin bir nefes aldı.

İşte, gelmişti.

“Sakin ol,” diye düşündü. “Doğal davran, kendin ol, hiç kasma.”

Göksel kafeye ilerledi. Kafenin önünde küçük bir bahçesi vardı ve tanıdık iki sima kafe binasının önündeki masada oturuyordu. Onlar Gökhan’la Yağız’dan başkası değildi. Yağız, Gökhan’ın iş çıkışına gitmişti ve iki arkadaş buraya beraber gelmişti.

“Moda’ya vardığını yazmıştı,” dedi Yağız karşısında oturan Gökhan’a bakarak. “Şimdiye kadar gelmiş olması gerekmiyor mu?”

“Gelmek üzeredir,” diyen Gökhan çevresine bakındığında kafeye giren Göksel’i gördü. “Geldi bile.”

Yağız başını çevirip kafenin girişine baktığında Göksel’i gördü. Onları gören genç kadının yüzünde hoş bir gülümseme vardı. Gökhan ayağa kalkarken Yağız da ayaklandı.

“Merhaba,” dedi onların yanına giden Göksel. “Çok bekletmedim umarım.”

“Hoş geldin,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ve bekletmedin.”

Çift yanaktan öpüştü.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Yağız, Göksel; Göksel, Yağız.”

“Merhaba,” diyen Göksel ona elini uzattı. Bu esnada onu inceledi. Yağız hafif dalgalı, koyu kestane rengi gür saçları omuzlarına gelen, ufak kahverengi gözlü; kemerli bir burnu, orta dolgunlukta pembe dudakları ve köşeli bir çenesi olan yakışıklı bir gençti. Tüm yazı denizde geçirdiği için ten rengi oldukça bronzdu, üzerine giydiği krem rengi tişörtü bronz teninde çok hoş duruyordu. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Yağız onunla tokalaştı. “Ben de tanıştığıma memnun oldum Göksel. Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Gökhan yanındaki sandalyeyi çekince Göksel oraya oturdu ve erkek arkadaşına bir gülümseme gönderdi.

“Nasılsın?” diye sordu Gökhan.

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Seni gördüm, daha iyi oldum. Arabayı yakınlarda bir yere park edebildin mi bari?”

“Evet, üst sokağa park ettim. Bu arada sipariş verdiniz mi?”

“Hayır, seni bekledik. Şimdi beraber veririz.”

“Tamam,” diyen Göksel gülümsedi ve Yağız’a döndü. “Sen nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim,” dedi Yağız gülümseyerek. “Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Buluşmaya zaman ayırdığın için teşekkür ederim. Gökhan senden çok bahsediyor, nihayet tanışabildiğimiz için mutluyum.”

“Gökhan senden de çok bahsediyor,” diyen Yağız arkadaşına kısa ve anlamlı bir bakış attı. “Zaman ayırdığın için ben de teşekkür ederim. Çok naziksin.”

“Sevdiğim insanlardan sevdiğim insanlara bahsederim,” dedi Gökhan. Göksel’in beline dokundu. “Hepimiz burada olduğumuza göre hadi siparişlerimizi verelim.”

Menü için masadaki karekodu okutan gençler menüyü inceledi. Kafenin geniş bir menüsü vardı ama hepsi güvenli limanda kalıp kahve sipariş etmeye karar verdiler. Göksel’le Gökhan kapuçinoda karar kılarken Yağız da Americano’yu tercih etti. Bir garsona siparişlerini verdiler.

“Gökhan bahsetti ama bir de senden duymak isterim,” dedi Yağız dirseklerini masaya yaslayıp. “Neler yapıyorsun, nelerle ilgileniyorsun?”

“Öğrenciyim,” diye başladı Göksel. “Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde son seneme başlayacağım. Ortaokuldan beri fotoğraf çekiyorum; lisede videoya da merak saldım ve zamanla ikisinde de kendimi geliştirdim, geliştirmeye de devam ediyorum. @kadrajdakidunyalar isminde bir sosyal medya hesabım var, çektiğim fotoğrafları orada paylaşıyorum. Gökhan’ın fotoğrafını da orada paylaşmıştım ve bu şekilde tanışmıştık. Mezun olduktan sonra profesyonel olarak fotoğraf ve video çekimleri yapmak, bu sektörde bir kariyer inşa etmek istiyorum.”

“Çocukluğundan beri bu alanla ilgileniyorsun yani, ne güzel. Bu alanda lisans eğitimi aldığına göre bu sektörde çalışmak ergenliğinden beri hayalindi.”

“Evet, öyleydi. Liseye giderken bu alanda çalışmak istediğimden emindim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm okumak hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri.”

“Senin adına çok sevindim. Son senende başarılar dilerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sen de kendinden bahsetmek ister misin?”

“Olur,” dedi Yağız. Arkasına yaslandı. “Ben de küçük yaşlarımdan beri müziğe ilgili biriyim. 13 yaşındayken ilk gitarımı aldım ve müziğin ilgim olmaktan çıkıp tutkuma dönüştüğü süreç başladı. Lisede gelecekte ne yapmak istediğimi, hangi meslek dalında çalışmak istediğimi çok düşündüm ve her zaman aynı sonuca ulaştım: Müzisyen olmak istiyordum. Yıllarca süren çalışmalar sonucu İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarını kazandım, ben de son sınıfım ve umuyorum ki önümüzdeki yaz sağ salim mezun olup yoluma bakabileceğim. Bu arada gitarın yanında piyano, bateri ve org da çalıyorum; şarkılar yazıyorum, besteliyorum, söylüyorum.”

“Çok hoş,” dedi başını sallayan Göksel. “Şarkılarını paylaşıyor musun yoksa Gökhan gibi sen de bu konuda çok ketum musun?”

“Gökhan gibiyim. Bu konuda ikimiz de hiç paylaşımcı değiliz. Öyle ki çoğu zaman birbirimizin eserlerini aynı evde yaşadığımız için duyuyoruz ve bir araya gelince, ‘Güzel şarkı/beste,’ diyoruz.”

“Hadi canım,” dedi Göksel gülerek. Gökhan’a baktı. “Bu kadar mı ketumsunuz?”

“Bu kadar,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Bir şarkı ya da beste son hâlini almaya yaklaşmadıysa birbirimize hiç çalmayız. Bir şeyler oluşunca çalıp fikir alışverişinde bulunuyoruz.”

“Senin kadar açık birinin müziği konusunda bu kadar gizemli olduğunu görmek çok ilginç.”

“Kendi tecrübelerimden yola çıkarak şarkı yazdığım için bunu başkalarıyla paylaşmak benim için ekstra zor, paylaşmaya değer şeyler ortaya koymaya çalışıyorum ve bu fikre ulaşana kadar da süreci gizli tutuyorum. Yağız’ın da dediği gibi aynı evde yaşadığımız için birbirimizin çaldığı şeyleri duyuyoruz, birkaç kelimelik yorumlarda bulunup karşı taraf fikrimizi sorana kadar da susuyoruz.”

“Bu çok güzel ve kıymetli bir şey aslında,” dedi Göksel. Yağız’a döndü. “Birbirinize saygı duyuyorsunuz.”

“Kesinlikle çok kıymetli,” diye onayladı Yağız. “Hem ikimiz de çok genciz, hiçbir acelemiz yok. Hâlâ daha kendimizi tanıyor ve gerçekten ne yapmak istediğimizi anlamaya çalışıyoruz.”

“Aynen öyle,” dedi Gökhan. “Sürecin tadını çıkarıyoruz.”

“Takdir ettim,” dedi Göksel ona yaklaşarak. “Yine güzel düşüncelerini konuşturuyorsun.”

“Sanırım,” diyen Gökhan ona uzandı ve onun yanağını öptü. “Bugün ne güzel olmuşsun sen böyle.”

“Ben de aynı şeyi senin için düşünüyordum,” deyip onu inceledi Göksel. Gökhan’ın üstünde yabancı bir şehrin fotoğrafının baskısı olan kısa kollu beyaz bir tişört, dizleri yırtık mavi bir kot ve beyaz spor ayakkabılar vardı. İkisi halka ikisinin de ucunda yıldız olan küpeler kulaklarındaydı, üç yüzüğü de uzun parmaklarını süslüyordu. “Çok hoş olmuşsun.”

“Bugün için süslendim.”

Onlar kısık seste flörtleşirken Yağız yüzünde bir gülümsemeyle onları seyrediyordu. İkisinin gözleri de birbirine bakarken aşkla parlıyor, yüzlerinde güller açıyordu. Birbirlerini ne kadar sevdikleri belliydi ve onları ilk kez beraber gören Yağız onların adına çok sevindi. Özellikle de biricik dostu Gökhan adına. Genç adam mutlu olmayı en çok hak eden kişilerden biriydi ve onun mutlu olduğunu görmek Yağız’ı da mutlu ediyordu.

“Okulunuz da başladı,” dedi Göksel. “Durumlar nasıl? Okulu, dersleri, ortamı özlemiş misiniz?”

“Şahsen çok özlemişim,” diye yanıtladı Gökhan. “Müzikle iç içe olmayı, arkadaşlarımla vakit geçirmeyi çok özlemiştim.”

“Ben de öyle,” dedi Yağız. “Aylar sonra arkadaşlarımı görmek çok iyi geldi, bu hafta hepsi gelmemişti ama yarından itibaren hepsi okulda olur. Senin okulun başladı mı?”

“Önümüzdeki hafta başlıyor,” dedi Göksel. “Bu sene biraz geç başlıyor.”

“Bayağı geç başlıyormuş, geç de biter ama en azından yaz tatilin uzun sürdü.”

“Aynen, ben de olumlu tarafından bakıyorum. Dolu dolu bir yaz tatili geçirdim.”

“Ne güzel. Benim için de öyleydi. Balıkesir’de yaşıyorum biliyorsun; tüm yaz deniz, kum ve güneşin tadını çıkardım. Balıkesir’de de çok arkadaşım var, onlarla vakit geçirip eğlendim ve tabii ki bolca oyun oynadım. Bilgisayar oyunlarını çok severim de.”

“Öyle mi? Favorilerin neler?”

“Sen de mi seviyorsun yoksa?”

“Hayır ama bir ağabeyim olduğu için aşinayım. Oyun oynamayı o da sever, evli bir öğretmen olmasına rağmen hâlâ daha oynuyor.”

“Kaç yaşında?”

“Yirmi yedi.”

“Gençmiş daha, şahsen ben yaşlansam da oynarım gibime geliyor.”

“Muhtemelen o da oynayacak.”

“İşte gerçek bir gamer. Oyunlardan tek bir favori seçemem ama aklıma ilk gelenler PES, GTA, Counter Strike, Valorant, Call of Duty. En çok bunları oynarken keyif alıyorum. Gökhan da oyun oynamayı çok sever.”

“Öyle mi?” diyen Göksel, erkek arkadaşına baktı. “Hiç bahsetmedi.”

“İroni yapıyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ben çalışan bir öğrenci olduğum için oyun oynamaya zamanım kalmıyor ama geçmişte GTA oynadım, PES’i hâlâ daha severek oynarım ve iyiyimdir de, CS’yi de bazen Yağız’ın hesabından oynuyorum.”

PES oynamayı ben de biliyorum.”

“Hadi canım.”

“Harbi mi?” diye atıldı Yağız.

“Harbi,” dedi Göksel gülerek. “Ne dediğimi duymadınız mı? Ağabeyim var. Elbette PES oynamayı biliyorum.”

“Bir gün beraber PES atıyoruz o zaman,” dedi Gökhan. “Hünerlerini görelim Göksel Hanım.”

“Manyak oynarım, şimdiden söyleyeyim.”

“Ben de iddialıyımdır.”

“Hadi bakalım.”

“Ben de gelmek istiyorum,” dedi Yağız. “Yarışma yaparız.”

“Çakala bak,” dedi Gökhan gözlerini kısarak. “Kan kokusuna gelen sırtlan gibisin yemin ediyorum.”

“Yenileceğini bildiğin için böyle yapıyorsun, seni de anlıyorum.”

“Belki ben seni yenemem ama Göksel yenebilir. Manyak oynadığını söylüyorsa gerçekten manyak oynuyordur.”

“En son ne zaman oynadın?” diye sordu Yağız Göksel’e bakarak.

“Geçen pazar olması lazım,” dedi Göksel. “Babamla kapıştık. Kazandım.”

“Evinizde var mı?”

“Var.”

“Başım biraz dertte olabilir,” dedi Yağız gözlerini büyüterek. “Bir gün ayarlayalım da oynamaya gidelim.”

“Olur, bana uyar.”

Genç bir kadın garson onların sipariş ettikleri kahveleri getirdi. Americano’nun sahibini öğrendikten sonra kahveyi Yağız’ın önüne koydu, kapuçinoları da çiftin önüne bıraktı.

“Afiyet olsun.”

“Teşekkür ederiz,” dedi hepsi birden.

Garson uzaklaşınca Göksel fincanı kendine yaklaştırdı. Fincan ağzına kadar doluydu ve kahvenin üstünde oldukça kalın bir köpük tabakası vardı. Lezzetli görünüyordu.

“İlk buluşmamızda kapuçinolarının çok güzel olduğunu söylediğim yer burasıydı,” dedi Gökhan kız arkadaşına dönüp. “Seversen dediğim gibi kışın da geliriz.”

“Öyle mi?” diyen Göksel ince kaşlarını havaya kaldırmıştı. “Bunu bilmeden kapuçino sipariş etmem çok tuhaf.”

“Seni biraz etkilemiş olabilirim ama kapuçino söylemen iyi oldu. Bakalım sevecek misin?”

“Sen güzel diyorsan güzeldir.”

“Bana bu kadar güveniyorsun yani?”

“Tabii ki güveniyorum, sen benim zevklerime güvenmiyor musun?”

“Beni erkek arkadaşın olarak seçtiğine göre güvenilecek bir zevkin var demektir.”

Üçü de gülüştü. Gökhan’a yaklaşan Göksel onun yanağını öptü.

“Haklısın,” dedi genç kadın. “Yetenekli sanatçı kişiliğin, beyefendiliğin ve harika kişiliğinle tam da istediğim gibi bir erkek arkadaşsın.”

Gökhan’ın yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Bak sen,” dedi keyifli bir sesle. “Beyefendiyi hanımefendi, erkeği de kız olarak değiştirirsek ben de senin hakkında tıpatıp aynı düşünüyorum.”

Gökhan da Göksel’in yanağını öperken Yağız kahvesinden büyük bir yudum aldı. Karşısında böyle sevgi dolu bir çift otururken genç adam biraz sap hissetmişti.

“Hadi tadına bak,” dedi Gökhan çenesiyle kahveyi göstererek.

“Bakayım,” diyen Göksel, kahveden bir yudum içti. Yüzünde memnun bir ifade beliren genç kadın başını salladı. “Çok güzelmiş gerçekten. Beğendim.”

“Afiyet olsun.”

“Size de.”

Göksel kahvenin köpüğünden de bir kaşık alıp tadına baktı. Kahve de köpüğü de oldukça lezzetliydi, şeker miktarı da yerli yerindeydi. Gökhan’ın övdüğü kadar vardı.

“Yarın dersiniz var değil mi?” diye sordu Göksel.

“Var,” diye onayladı Yağız. “Öğleden sonra orkestra dersimiz var. Bu dönem ders programımız çok yoğun, zorlu geçecek.”

“Orkestra diye bir dersinizin olması aşırı havalı. Müzikle bu kadar iç içe olmak, müziğin her dalında eğitim almak sizin gibi büyük müzikseverler için harika bir his olmalı.”

“Kesinlikle öyle. Müzikte a’dan z’ye her şeyi öğrendik sayılır, kalanları da bu sene tamamlayacağız. Senin bölümünün içeriği nasıl?”

“Adının hakkını veriyor, derslerimiz fotoğraf ve video temelli. Fotoğraf tarihi, fotoğraf ve video bilgisi, çekim teknikleri, görüntü, tasarım, stüdyo dersleri var; uygarlık tarihi ve sanat tarihi dersleri de aldık.”

“Sanat tarihini biz de aldık,” dedi Gökhan. “Bölüm derslerinden daha çok zorladı vicdansız.”

“Beni de öyle ama çok şey kattı.”

“Aynen. Yağız’ın en iyi olduğu derstir, o kadar iyi ki kıl payı geçti.”

“Geçtim mi geçtim,” dedi Yağız. “Ben Hatice’ye değil neticeye bakarım. Hem ben tarihi sevmem ki sanat tarihini seveyim. Tarihin her türlüsü iç şişiriyor. Tarihçiler alınmasın.”

“Kerem duymasın,” dedi Gökhan gülerek. Kız arkadaşına baktı. “Sanat Tarihi öğrencisi ve bölümünü çok seviyor. Sanat hakkında o kadar bilgili ki insanın ağzını açık bırakıyor.”

“Henüz tanışmadım ama Kerem bana aşırı entelektüel bir hava veriyor,” dedi Göksel. “Sanat Tarihi okuyor, gitar çalıyor falan; boş biri olmadığı belli.”

“Öyledir. Tanıdığım en entelektüel kişi olabilir. Çok kitap okur, dizi/film izler; sürekli kendine bir şeyler katıyor.”

“Bu çok güzel bir şey. Helal olsun.”

“Hakkında sohbet edemeyeceği konu yoktur,” dedi Yağız. “Oturup seninle fotoğrafçılık hakkında bile sohbet eder, bir sürü de fotoğrafçı sayar eminim.”

“Merak ettiğim biri. Bir gün onunla tanışmayı da isterim.”

“Tanıştırırım,” dedi Gökhan. “O da seni merak ediyor ve tanışmayı o da ister.”

“Anlaştık.” Göksel yeniden Yağız’a döndü. “Sen ne tür müzikler dinlemekten hoşlanıyorsun? Pek çok türü dinliyorsundur da favorilerin hangileri?”

Yağız düşünmeden, “Rock favorim,” dedi. “Sert riff’ler, uzun ve melodik sololar dinlemekten büyük keyif aldığım şeyler. Yerli yabancı yüzlerce grubu çok severek dinliyorum. Metal müziği de çok severim, insanların birçoğu için şiddeti çağrıştırsa da benim huzur bulduğum bir tür. Müzik dinlediğimde yüzde doksan bu iki türü dinlerim. Üzerinde çalıştığım şarkılarım da rock türündeler bu arada. Bunlar dışında Gökhan kadar olmasa da blues da severim, Yavuz Çetin çok sevdiğim bir müzisyendir ve en çok dinlediğim blues sanatçısıdır.”

“En sevdiğin gruplar hangileri?”

“Of, cevaplaması en zor olan sorulardan bir tanesi. Rock müzikte eski grupları daha çok seviyorum; Led Zeppelin, Pink Floyd, The Beatles, Aerosmith, Queen, The Rolling Stones, Nirvana... Çok var ama aklıma ilk gelenler bunlar, rock müziğin efsanevi isimleri hatta tanrıları.”

“Bunları dinleyerek büyümüş olmalısın.”

“Aynen, beni çok etkileyen gruplar ve müzisyenlerdir. Sen neler dinliyorsun? Biraz da sen bahsetmek ister misin?”

Yağız’ın da ona bu konuda soru sorması, sohbeti devam ettirmesi Göksel’in hoşuna gitti. Bu tanışma buluşması iyi geçiyordu ve zaman ilerledikçe ikili arasındaki iletişim de gelişiyordu. Korktuğu hiçbir şey başına gelmemişti: Ne suspus oturuyordu ne de konuşunca saçmalıyordu.

“Bahsedeyim,” dedi Göksel gülümseyerek. Konuşmadan önce kahvesinden bir yudum içti. “Kafa şişirmeyen tüm şarkıları dinleyebilirim. Alternatif, pop, R&B, hafif rock türleri favorilerim. En sevdiğim müzisyen The Weeknd’dir, bütün şarkılarını çok severek dinliyorum. Grup olarak da Cigarettes After Sex’i çok severim. Yerli olaraksa çoğunlukla rock gruplarını dinliyorum: Duman, mor ve ötesi, maNga, Pinhani; daha yeni olanlardan Yaşlı Amca, Dolu Kadehi Ters Tut, Son Feci Bisiklet gibi.”

“Yerli müzik konusunda çok zevkliymişsin,” dedi Yağız memnun bir surat ifadesiyle. “Eski rock grupları efsane, yenileri de çok güzel ve gelecek vaat eden gruplar. Yabancı olanları dinlemiyorum ama The Weeknd çok popüler olduğu için tarzına aşinayım, farklı ve özgün bir tarzı var.”

“Evet ve onunla ilgili en sevdiğim şey de bu. Sanat insanın kendini hiçbir kalıba sokmadan özgürce ve dilediği şekilde ifade edebileceği bir alan, The Weeknd ya da gerçek adıyla Abel da bunu başarıyla yapan sanatçılardan biri.”

“Böyle düşünüyorsan böyledir tabii. Sonuçta sen de bir sanatçısın ve başka sanatçılara da bir sanatçının gözüyle bakabiliyorsun.”

“Kendime sanatçı diyemem ama kendi de ortaya eser koyan birinin gözünden bakınca dediğin gibi pek çok şeyi görebiliyorum.”

“Gökhan çok mütevazı biri olduğundan da bahsetmişti.”

“Atladığın bir nokta var mı?” dedi Göksel, erkek arkadaşına bakarak. Hep beraber gülüştüler. “İddiasız bir yaşam sürmek hoşuma gidiyor diyeyim.”

“Öyle bir havan da var.”

“Genelde böyle söylerler.”

Gökhan elini Göksel’in beline koyup genç kadının belini okşamaya başladığında Göksel ona kısa bir bakış atıp gülümsedi, sol elini genç adamın dizine koydu ve ardından kahvesinden büyük bir yudum içti.

“Ailen ne yapıyor?” diye sordu Yağız. “Ne işle meşguller?”

“Babam bir mağazada müdür,” diye cevapladı Göksel. “Annem de bir şirketin pazarlama departmanında müdür yardımcısı. İkisi de İşletme mezunu ve uzun yıllardır bu sektörde çalışıyorlar. Ağabeyim coğrafya öğretmeni, geçen sene evlendiği eşiyle birlikte Ankara’da yaşıyor.”

“Ankara mı?” diyen Yağız şaşırarak Gökhan’a baktı. Onun ailesinin de Ankara’ya taşındığını biliyordu. “Merkezindeler mi?”

“Evet, Keçiören’deler.”

“Ziyarete gidiyor musunuz ya da sen tek başına gidiyor musun?”

“Ankara’da evlendikleri için düğün dönemi oradaydık ama sonrasında fırsatımız olmadı.”

“Anladım. Benim annem de Nüfus Müdürlüğü’nde memur, babam da bir fabrikada ustabaşı. 17 yaşında Yiğit adında bir kardeşim var, bu sene üniversite sınavına hazırlanıyor. Hedefi mühendis olmak, hiç bana çekmemiş ama bunun dışında birbirimize benzeriz. İkimiz de şakacı, enerjisi her daim yüksek, eğlenceli, oyun oynamayı çok seven insanlarız.”

“Bir kardeşe sahip olmak çok güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok yakın mısınızdır?”

“Etle tırnak gibiyizdir. Keratayı çok severim, tüm ailem bir yana Yiğit bir yana; o derece.”

“Kardeşin yeri gerçekten çok ayrı oluyor, seni iyi anlıyorum.”

“O zaman senin de ağabeyinle aran iyi?”

“Evet, her kardeş gibi bizim de atışmalarımız, birbirimizi gıcık etmelerimiz oluyor ama bunlar da birbirimizi sevdiğimiz için zaten. Ağabeyim Giray çok esprili, komik, eğlenceli, deli dolu biridir; ailemizin neşesidir.”

“Adı Giray mı? Bizim isimlerimiz gibi sizinkiler de uyumluymuş.”

“Aynen, ebeveynlerim uyumlu olmasını istemiş.”

“Bizimkiler de öyle.”

İkili birbirine gülümsedi.

“Tek çocuk olan ben konuya aşırı Fransız kaldım,” dedi Gökhan. Kahvesinden içti. “Aslında bir kardeşim olmasını isterdim ama annemle babam onun da travması olacağı için tek çocuk olmam en iyisi olmuş. Bir başka çocuğun da travmatize edilmesini istemezdim.”

Göksel destek olurcasına onun kolunu sıvazladığında Gökhan ona gülümsedi ve eliyle genç kadının kolundaki elini okşadı.

“En azından kardeşinin sana destek olacağını, seni anlayacağını düşünüp bir kardeşin olmasını isteyebilirdin,” dedi Göksel. “Ama kalbin öyle büyük ki kendini düşünmektense hiç var olmamış kardeşini düşünüyorsun. Çok tatlısın.”

“Ne kadar zor olduğunu biliyorum ve bunu hiç kimsenin yaşamasını istemem. Ben yaşanılanları göğüsleyebildim, aileme karşı gelip istediğim hayatı kurabildim, kendi ayaklarımın üzerinde durabildim ama kardeşim olsaydı belki de bunu başaramazdı ve onun için çok üzülürdüm. Bazen yalnız yol almak en iyisi.”

“Haklısın,” dedi onu dikkatle dinleyen Yağız. “İki kişilik hüzün yaşamaktansa tek kişilik hüzün yaşamak daha iyi. Despot aileler tüm çocuklarına aynı şeyi yaşatıyor.”

“Aynen öyle. Hem belki öz kardeşim olmayabilir ama öz kardeşim gibi yakın olduğum, değer verdiğim dostlarım var. Sen varsın, Kerem var, Barışlar var, Buğralar var. Sizler bana kardeş olmak için kan bağına gerek olmadığını gösterdiniz.”

“Bak ya, duygulandırmasına pezevenk.” Yağız, Göksel’e döndü. “Pardon, özür dilerim.”

“Sıkıntı değil,” dedi Göksel gülerek. “Pezevenk hariç aynı şeyleri düşünüyorum.” Erkek arkadaşına baktı. “Ortamı duygulandırma.”

“Duygular yasaklandı mı?” dedi Gökhan. “Size de iki güzel laf söylemeye gelmiyor. Tamam, artık güzel söz yok.”

“Güzel söz elbette yasaklanmadı ama sen güzel ve çok duygusal şeyler söylüyorsun; hâliyle biz de çok duygulanıyoruz ama şu an duygulanmasak daha iyi olacak.”

“Öyle olsun. Aile üyelerimle aynı masada oturunca çok duygusallaştım, mazur görün.”

“Aile üyelerin mi?” diyen Göksel’in yüzünde şaşkın bir gülümseme oluştu.

“Evet, aile üyelerim. Biricik sevgilim ve kardeşimle aynı masada oturuyorum.”

Göksel başını onun omzuna yaslayınca, Gökhan gülümseyerek onun yanağını okşadı.

“Göksel’i de kaybettik,” dedi Yağız. “Çabuk kendinize gelin yoksa harbiden bozuşuruz.”

“Tamam tamam,” diyen Göksel başını erkek arkadaşının omzundan kaldırdı. “Çok tatlı ve kıymetli bir cümleydi, bunu söylemeden geçemeyeceğim. Sen de benim ailemin bir üyesisin.”

“Bunu duyduğum iyi oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bak şimdi çok keyiflendim.”

Genç adam kahvesinden bir yudum içti.

“Biraz fotoğrafçılığın hakkında sohbet etmek istiyorum,” dedi Yağız, Göksel’e bakarak. “Ne tarz fotoğraflar çekiyorsun?”

“Konuşmayı sevdiğim bir konu,” dedi Göksel. “Sokak ve mimari fotoğrafçılığı favorilerimdir. Fotoğraf çekmeye de sokakları, binaları çekmekle başladım ve aradan geçen uzun yıllarda bu iki türe olan sevgim hiç azalmadı. Doğma büyüme İstanbullu olarak bu tarihî şehrin eski sokaklarını, görkemli yapılarını çekmekten büyük keyif alıyorum. Gökyüzünü çekmeyi de çok seviyorum, özellikle gün doğumu ve gün batımı vakitleri çoğu kişi gibi benim de favorim. Analog fotoğrafçılığı da çok severim, fotoğraflardaki eski hava aşırı hoşuma gidiyor. Son yıllarda film fiyatları müthiş arttı ama ara sıra çekmeye devam ediyorum. Bir de polaroid kameram var, makine fotoğrafın fiziksel kopyasını çıkardığı için çoğunlukla kendimi ve çevremdekileri çekip anı olarak saklıyorum. Genelde insanları çekmem, birinin fotoğrafını çekmeyi istemem için kişinin o an yaptığı şey ilhamımı uyandırmalı; onun dışında fotoğraf çekesim gelmiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan sırıtarak. “Demek ilhamını uyandıran insanların fotoğraflarını çekiyorsun.”

“Aynen öyle yapıyorum,” dedi Göksel ona yandan bir bakış atarak. “Mesela bir kafede sahne alan olağanüstü bir müzisyen benim ilhamımı uyandırabilir, beni kendine hayran bırakabilir ve ben ölünceye dek onun fotoğraflarını çekmek isteyebilirim.”

“Mesela sen de bir kafede sahne alan bir müzisyenin ilhamını uyandırabilir, onu kendine hayran bıraktırabilir ve müzisyen ölünceye dek senin için şarkılar yazıp çalmasına neden olabilirsin.”

“Mesela siz de bu tatlılığınızla birilerini çok sap hissettirebilirsiniz,” diye araya girdi Yağız. Parmağıyla kendini işaret etti. “Birileri.”

Göksel ve Gökhan gülüştü.

“Maşallah de,” dedi Gökhan. “Nazar değmesin.”

“Maşallah,” dedi Yağız. “Tü tü tü tü. Kıçınızı kaşıyın.”

Gökhan onun dediğini gerçekten de yapınca masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“Sen de kaşı,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Aman diyeyim nazara gelmeyelim.”

“Bir şey olmaz,” dedi Göksel. “Aramızdaki şey kem gözlerin art niyetinin etki edemeyeceği kadar gerçek.”

“Hatırlat da ortam müsait olunca seni öpeyim.”

“Unutabilirsin yani?”

“Yok, unutmam da formaliteden söyledim, sana haber vermek için.”

“Peki.”

Göksel onun gözlerinin içine bakarak kahvesinden bir yudum içti.

“Konu da dağıldı ama fotoğrafçılığım hakkında bunları söyleyebilirim,” dedi Göksel, Yağız’a bakarak. “Kısa ve öz şekilde anlatmaya çalıştım.”

“Sokak ve mimari demek,” dedi Yağız. “Dijital fotoğrafların yanında analog ve polaroid fotoğraflar da çekiyormuşsun. Epey geniş bir fotoğrafçılık alanın varmış, takdire şayan.”

“Teşekkür ederim. Fotoğrafçılığın her türünü, her alanını seviyorum ve farklı fotoğraflar çekmekten hoşlanıyorum.”

“Hesabını takibe alabilirim değil mi? Fotoğraflarını görmeyi çok isterim.”

“Elbette alabilirsin, buna çok da sevinirim.”

“O zaman hemen takip edeyim,” diyen Yağız telefonunu aldı ve hesabına girip Göksel’in hesabını buldu. Hesabın isim ve biyografi kısmında hâlâ aynı şeyler yazıyordu fakat profildeki sayılarda değişiklikler vardı. Hesabın 71 gönderisi, 826 takipçisi ve takip ettiği 227 hesap vardı. Genç fotoğrafçının aktif olarak fotoğraf paylaştığı hesabı gün geçtikçe büyümeye devam ediyordu.

Dünya, kadrajımıza yansıdığı kadardır,” diye dile getirdi Yağız biyografide yazan cümleyi. “Çok güzel bir cümle. Sana mı ait?”

“Evet,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hesabımın adını açıklayan bir cümle. Teşekkür ederim.”

“Epey renkli bir hesaba benziyor.” Yağız hesabı takip etti. “Müsait olduğumda inceleyeceğim.”

“Ben de seni takip ederim. Kişisel bir hesabım yok, bu yüzden tanıdıklarımı buradan takip ediyorum.”

“Kişisel hesabın yok mu?” diyen Yağız çok şaşırdı. “Bu devirde böyle birini bulmak çok zor.”

“Sanırım öyle. Kendimi paylaşmaktansa çektiğim fotoğrafları paylaşmak daha cazip geliyor.”

“Herkesin kendi kararı sonuçta.”

“Aynen.”

Göksel de kendi cep telefonunu çıkardı. Gökhan’la Yağız okul hakkında konuşurken Göksel de sosyal medya hesabına girdi. Yeni takipçisinin bildirimi hemen gelmişti.

Yağız Korkmaz

Balıkesir/İstanbul

İÜ Devlet Konservatuvarı

Genç adamın profil fotoğrafında dışarıda çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Yağız gülümsemeden poz vermiş, yüzünün iki yanından omuzlarına dökülen dağınık saçları ona şirin bir hava katmıştı. Hesabı gizliydi; 25 gönderisi, 957 takipçisi ve takip ettiği 736 hesap vardı. Gökhan gibi Yağız da çevresi çok geniş biriydi ve bu sayılar bunu açıkça gösteriyordu.

Onun hesabını incelemeyi bitiren Göksel genç adama takip isteği gönderdi. İlk görüşmeden birbirlerini takip de ettiklerine göre bu tanışma buluşması gerçekten de iyi geçiyordu.

“Aha ben,” dedi Gökhan, Yağız’ın biyografisinin altındaki hesabını göstererek. Gökhan, Yağız’ı takip ettiği için hesabı orada görünüyordu. “Profil fotoğrafım çok eskidi, değiştirsem mi acaba?”

“Olabilir,” dedi ona bakan Göksel. “Bir sürü güzel fotoğrafın var.”

“Senin çektiklerin favorim. Bir tanesini koyayım.”

“Nasıl istersen.”

Gökhan onun yanağından makas aldıktan sonra Yağız’a döndü. “Senden bir ricam olacak,” dedi. “Fotoğrafımızı çeker misin?”

“Çekerim tabii,” dedi Yağız. “Kimin telefonuyla?”

“Göksel’inkiyle. Malum benimki fosil sayılacağı için fotoğraf çekme konusunda da çağın çok gerisinde.”

“Telefonlar da aşırı pahalandı,” dedi Göksel. Telefonunu Yağız’a uzattı. “İlk fırsatta yenisini alırsın artık.”

“Öyle yapacağım.”

Birbirine iyice yaklaşan çift samimi pozlar verdiğinde Yağız onları çekti.

“Çok tatlı çıktınız,” dedi Yağız. “Alıp inceleyin bakalım.”

Göksel’le Gökhan çekilen birkaç fotoğrafı incelediğinde fotoğraflara bayıldılar. Hepsinde çok hoş çıkmışlardı.

“Bunu hikayeme atacağım,” dedi Gökhan. Ekranda açık olan fotoğrafta Göksel yanağını Gökhan’ın omzuna yaslamıştı, Gökhan da kolunu genç kadının beline sarmıştı. “Çok sevdim. Hemen bana gönderir misin?”

“Ben de çok sevdim,” dedi gülümseyen Göksel. “Göndereyim.”

Göksel fotoğrafların linkini oluşturarak erkek arkadaşına gönderdi. Gökhan fotoğrafları hemen indirdi ve söylediği fotoğrafı hikayesinde paylaşmak üzere seçti. Fotoğrafın altına Gök Yüzlü yazıp sonuna da mavi kalp emojisi ekledi.

Gök Yüzlü,” dedi onun ekranına bakan Göksel. “Bana böyle söylemen aşırı hoşuma gidiyor.”

“Benim de,” dedi gülümseyen Gökhan. “Tam olarak seni yansıtan bir hitap.”

Gökhan hikayeyi paylaştı. Bu fotoğraf Maltepe’de piknik yaparken çekilen fotoğraftan sonra paylaştığı ikinci fotoğraflarıydı.

“Ayda bir bizi paylaşıyorsun,” dedi Göksel. Çenesini onun omzuna yasladı. “Yani henüz ikinci ayımızdayız zaten ama şimdiden iki kere paylaştın. Hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak. “Benim de gidiyor.”

“Ben de buradayım,” dedi Yağız el sallayarak. “Selamlar, merhabalar, iyi günler.” Çift ona döndü. “N’aber?”

“Aa Yağız sen de mi buradaydın?” dedi Gökhan. “Seni unutmuşuz ya kusura bakma.”

“Ulan dua et de Göksel yanımızda yoksa sana verecek çok iyi bir cevabım vardı ama kızın yanında beyefendiliğimi bozmayayım. Eve geçince görüşürüz.”

“Görüyorsun değil mi?” dedi Gökhan kız arkadaşına dönüp. “Herkesin içinde alenen beni tehdit ediyor.”

“Yakın arkadaşınla atışmak çok keyifli,” dedi Göksel gülerek. “Siz de epey komiğe benziyorsunuz.”

“Görüp görebileceğin en komik ikiliyizdir,” dedi Yağız. “Sen bunun âşık tarafını görüyorsun ama bir de benim yanımda gör. Bambaşka birine dönüşüyor. Kötü anlamda demiyorum tabii, çok komik, eğlenceli ve biraz da manyak biri oluyor.”

“En yakın arkadaşımızın yanında hepimizin içinden farklı biri çıkıyor, çok normal.”

“Kesinlikle.”

“Senin hayatında biri var mı?”

“Hayır, yok.”

“O yalnız kurt,” dedi Gökhan. “Ben de öyleydim ama artık değilim tabii.”

“Satıldım,” diyen Yağız gülümsedi. “Şaka yapıyorum elbette, ciddiye alma lütfen Göksel.”

“Farkındayım,” dedi Göksel. Erkek arkadaşına döndü. “Arkadaşını satman hiç hoş bir davranış olmamış Gökhan.”

“Hainin tekiyim,” diye onların şakalaşmasına ortak oldu Gökhan. “Bana yazıklar olsun.”

“Pü!” dedi Yağız ama hemen ardından bir kahkaha patlattı. “Göksel sen de eğlenceli birine benziyorsun, bundan hoşlandım. Kasıntı bir tip olsaydın çoktan surat asmaya başlamıştın ama ne olur ne olmaz diye sorayım: Buradan kalktıktan sonra bu konuşmalar için Gökhan’a dünyayı dar etmeyeceksin değil mi?”

Göksel eliyle ağzını kapatıp gülerken, Gökhan da başını kaldırıp güldü.

“Onu doğduğuna pişman edeceğim,” dedi Göksel gözlerini kısarak. “Bana mesaj attığı o güne lanet okuyacak.”

“Bu bana dünyayı dar etmenden bile daha imkânsız,” dedi Gökhan. “Çünkü hayatımda yaptığım en doğru şeylerden biriydi.”

“Ben bile düştüm,” dedi Yağız. Göksel’e baktı. “Bu olmuş değil mi?”

“Hem de harika olmuş,” dedi Göksel gülümseyerek. “Daha iyi bir oluşum düşünemezdim.”

“Sen varsın ya,” dedi Gökhan. Bir an durdu. “Benden harbiden olmuş lan. Aferin bana.”

Göksel onun diğer yanağından tutarak kendi tarafındaki yanağını öptü.

“Seni çok seviyorum,” diye fısıldadı genç kadın onun kulağına. “Çok.”

“Ben de seni,” diyen Gökhan da fısıldadı. “Çok ama çok.”

Yağız yeniden fincanına uzandı ama kahvesinin bittiğini görünce suratını astı.

“Artık hem sap hem de kahvesizsin oğlum,” diye düşündü. “Yenisini mi söylesem? Söyle tabii canım, nasıl olsa bedava. Hem sap hem kahvesiz hem de çulsuzsun be oğlum. Olsun, hâlâ komik, yakışıklı ve iyi bir müzisyenim.”

Kendi kendine gülümseyen genç adam arkasına yaslandı.

“Yağız kahvesini bitirmiş,” dedi Gökhan onun boş fincanını fark edince. “Biz de bitirince kalkalım mı? Sen ailenle akşam yemeği yiyeceksin, biz de eve dönüp işlerimizi yaparız.”

“Olur, kalkarız,” diye onayladı Göksel. Ailesine akşam yemeğine kadar döneceğini ve yemeği onlarla yiyeceğini söylemişti. Dinçerler özellikle pazar günleri kahvaltı ve akşam yemeğini birlikte yemeye özen gösteriyordu. “Benim kahvem de bitmek üzere zaten.”

“Felaket bir trafik vardır şimdi,” dedi Yağız.

“Yaklaşık yirmi iki senelik bir İstanbullu olarak alışkınım, bir şey olmaz.”

“Yirmi iki sene mi? Yirmi iki yaşına mı gireceksin?”

“Evet, 2000 aralık doğumluyum. Sizden biraz büyüğüm.”

“Anladım. Gökhan aralık doğumlu olduğunu söylemişti diye hatırlıyorum ama 2001 olduğunu sanmıştım. Öğrenmiş oldum.”

“Söylemedim mi?” diye sordu Gökhan. “Hayret, bundan bahsetmemişim. İşte bu şaşırttı.”

Gülüştüler.

“Senin doğum günün ne zaman?” diye sordu Göksel.

“22 Temmuz,” diye yanıtladı Yağız. “Gökhan’dan 13 gün küçüğüm.”

“Benim doğduğumu anlayınca hemen peşimden gelmiş,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçek dost dediğin budur.”

“Tabii ki. Kardeşim doğmuş, ben de durur muyum, attım kendimi dışarı.”

“Çok romantiksiniz,” dedi onlara bakan Göksel. “Sizi yakıştırmamak için kendimi zor tutuyorum.”

Gökhan’la Yağız gür sesle kahkaha attılar.

“Bizi yakıştıran ilk kişi olmazdın,” dedi Yağız. “Muhtemelen sonuncu da olmazsın.”

“Kesinlikle olmaz,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Geçmişte bizi yakıştırdığını söyleyen ya da sevgili olduğumuzu düşünen birkaç kişi oldu. Biriyle aynı sınıftayız. Kızı sevgili olmadığımıza ikna edemedik resmen. Defalarca kez uzaktan bizi izlerken hatta resmen dikizlerken bulduk, olası bir yakınlaşma için tetikte bekliyordu manyak. Neyse ki seninle fotoğrafımı görünce ikna olmuş olmalı ki bu hafta görüştüğümüzde tebrik etti.”

“Hadi canım,” dedi Göksel gülerek. “Biraz manyakmış sahiden. En azından ikna olmuş.”

“Bana pek ikna olmuş gibi gelmedi ama bilemiyorum,” dedi Yağız gözlerini büyüterek. “Bizi dikizlemesin de ne düşünüyorsa düşünsün.”

“İlginç biriymiş.”

“Emin ol en ilginç insanlardan biri. Garip bir havası var zaten, hiç ısınamadım.”

“O konuda haklısın,” diyen Gökhan kahvesinin son yudumunu da içti. “Kızın da arkasından konuşmuş olduk ama yapacak bir şey yok.”

“O da bizim arkamızdan konuşuyordur, boş ver.”

“Yüksek ihtimalle.”

“Bir de kadınlara dedikoducu derler,” dedi Göksel gülerek. “Siz erkekler de hiç geri kalmıyorsunuz.”

“Sen buna dedikodu diyorsan bizi gerçekten dedikodu yaparken görsen şoka girersin.”

“Haklı,” dedi Yağız. “Bu kız hakkında konuşacak çok bir şeyimiz yok, kendisini gerçek anlamda tanımıyoruz bile ama tanıdığımız kişiler hakkında yaptığımız konuşmaları bir duysan şoke olursun.”

“Mesela?” dedi Göksel.

“Şu an örnek veremeyiz,” diye cevapladı Gökhan. “Bir gün denk gelince görürsün.”

“İyi bakalım, öyle olsun.”

Göksel ona yandan bir bakış attıktan sonra kahvesini bitirdi ve peçeteyle ağzını sildi.

“Göksel de kahvesini bitirdi,” dedi Gökhan. “İsterseniz yavaştan kalkalım.”

“Olur,” dedi Göksel. “Sizin evde işleriniz vardır, ben de eve dönüp akşam yemeğine yetişirim.”

“Yemeğimiz yok,” dedi Yağız. Ofladı. “Çamaşırları da toplayıp yerleştirmemiz gerek.”

“Yemek yapmadın mı?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Ne işe yarıyorsun lan sen? Ben çalışıp eve ekmek getiriyorum, sen bir tencere yemek yapamıyor musun? Bari çamaşırları toplasaydın.”

“Ben evden çıkarken daha kurumamışlardı. Yemeğe de vakit bulamadım. Kahvaltı edip duş aldıktan sonra evden çıktım.”

“Sus, tek kelime daha etme.”

“Affet beni evimin direği.”

Göksel kendini tutamayıp bir kahkaha patlattığında delikanlılar da güldü.

“Ciddi değilsiniz değil mi?” dedi Göksel. “Şakalaştığınızı düşünüyorum.”

“Elbette ciddi değiliz,” dedi Gökhan. “Sürekli yaptığımız gibi atışıyoruz.”

“Ama çalışma konusunda haklısın,” dedi Yağız dostuna bakarak. “Sen çalıştın, yemek işini de ben halledeyim. Ne istiyorsan söyle, ısmarlayacağım.”

“Eyvallah kardeşim ama cidden dalga geçiyordum, birlikte bir şeyler pişiririz.”

“Ben de ciddiyim, bugün sana yemek ısmarlamak istiyorum.”

“Hiç zahmet etme, bir makarna pişirip yeriz.”

“Israr ediyorum.”

“Peki o zaman,” dedi Gökhan çok zorlamadan. “Bir hamburgerini yerim.”

“Hayhay, istediğin hamburger olsun. Akşama sipariş ederiz.”

“Adamsın.”

“Sen de.”

“Hadi yine iyisin,” diyen Göksel omzuyla erkek arkadaşının omzuna dokundu. “Oturduğun yerden hamburgeri de kaptın.”

“Şanslı günümdeyim,” dedi Gökhan sırıtarak. “Midem bayram ediyor.”

Üçlü masadan kalktı.

“Bugün ben ısmarlamış olayım,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Ben davet ettim, ben ödeyeyim.”

“Hafta içi görüştüğümüzde de sen ısmarladın,” dedi Göksel. “Üst üste ikinci olacak.”

“Sonrakini sen ısmarlarsın.”

“Ondan sonrakini de.”

“Tamam, ondan sonrakini de.”

“Anlaştık.”

Gökhan hesabı ödediğinde kafeden ayrıldılar.

“Arabam üst sokakta,” dedi Göksel. “Siz hangi tarafa gideceksiniz?”

“Biz de yukarı gideceğiz,” dedi Gökhan. “Caddeden otobüse binip eve geçeriz. Birlikte yürüyelim.”

“Tamam.”

Göksel’le Gökhan el ele tutuştu, Yağız da onların yanında yürümeye başladı.

“Çok güzel bir buluşmaydı,” dedi Gökhan. “Umarım sizler için de keyifli olmuştur.”

“Kesinlikle keyifliydi,” dedi Yağız gülümseyerek. “Bir gün PES oynamak için de buluşalım.”

“Buluşalım,” diyen Göksel başını eğip Gökhan’ın yanındaki Yağız’a baktı. “Ve benim için de çok keyifli bir buluşmaydı. Mutlaka tekrar edelim.”

“Ederiz. Organizatörümüz ayarlar, değil mi?”

“Tabii ki,” dedi Gökhan. “En sevdiğim iki kişiyle vakit geçirmek en çok benim için güzeldi, siz de istediğinize göre bunu vakit buldukça yapmalıyız.”

Göksel yanağını onun omzuna sürttüğünde Gökhan onun sarı saçlarına bir öpücük kondurdu. Saniyeler sonra üst sokağa vardılar. Göksel’in beyaz arabası hemen ileride duruyordu.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Yağız,” dedi Göksel genç adamın karşısında durarak. Ona elini uzattı. “Çok keyifli vakit geçirdim. Zaman ayırdığın için teşekkür ederim.”

“Ben de çok memnun oldum,” diyen Yağız onunla tokalaştı. “Benim için de çok keyifliydi, zaman ayırdığın için ben de teşekkür ederim.”

“Ben Göksel’e aracına kadar eşlik edeyim,” dedi Gökhan. “Onu yolcu ettikten sonra biz de gideriz, olur mu?”

“Olur, ben burada beklerim.” Yağız yeniden Göksel’e döndü. “Kendine iyi bak. Görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak,” dedi Göksel. “Tabii Gökhan’a da. Görüşmek üzere.”

“Hiç merak etme, kerata bana emanet.”

Gülüştüler. Ardından Göksel’le Gökhan beyaz arabaya doğru yan yana yürümeye başladı.

“Bugünün benim için ne kadar anlamlı olduğunu tahmin edemezsin,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Burada olduğun, bize zaman ayırdığın için teşekkür ederim.”

“Sizinle takılmaktan çok hoşlandım,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok eğlencelisiniz. Mutlaka tekrar edelim.”

“Elbette ederiz.”

“Sana söylemek istediğim bir konu var,” dedi Gökhan arabanın yanına vardıklarında. “Geçmişte kalan bir konu ama bilmenin iyi olacağını düşünüyorum.”

“Nedir?” diye sordu Göksel ona doğru dönüp.

“Üniversitenin birinci senesinde sınıftan bir kızla kısa süren bir ilişkim oldu. Adı İpek, o zamanlar aynı arkadaş grubundaydık ve birinci dönemi hep beraber geçirdik; ikinci dönemde de dört ay süren kısa bir ilişki yaşadık. Çok geçmeden ikimiz de birbirimize olan hislerimizin tamamen arkadaşça olduğuna kanaat getirip arkadaş kalmaya karar verdik. Eski yakınlığımız elbette kalmamıştı, artık aynı grupta da takılmıyorduk ve denk geldikçe ayaküstü sohbet edip hâl hatır soruyorduk. Bu hafta okula gelmedi ama yarından itibaren okulda olacaktır, bu yüzden onu görmeden önce durumu sana açıklamak istedim çünkü yine ayaküstü de olsa sohbet ederiz, biliyorum. Şu an onun hayatında da biri var zaten, o da benim gibi ilişkisinde çok mutlu görünüyor ve onun adına seviniyorum. O da benim adıma sevinecek türden bir kız, kötü ayrılmadık ve dediğim gibi arada sohbet ettiğimiz için durumu sana açıklamak istedim. Eski sevgili deyince insanın kafasında direkt potansiyel bir düşman canlanıyor ama lütfen böyle düşünme, şu an ikimiz de kendi yolumuzda gerçekten sevdiğimiz insanlarla yürüyoruz.”

Göksel onu pürdikkat dinledi. Gökhan konuşmasını bitirince onun söylediklerini düşünmek için kendine birkaç saniye tanıdı.

“İlk olarak bunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim,” dedi Göksel onun gözlerinin içine bakarak. Genç adamın ellerini tuttu. “Geçmişine saygı duyuyorsun ve kız arkadaşın olarak benim yapacağım şey de budur. Önemli olan dün değil, bugün ve bugün biz varız, birlikteyiz ve birbirimizi seviyoruz. Anladığım kadarıyla İpek de olgun bir kız, bu durumda ne yapacağını biliyor ve yapıyor da.”

“Seni çok seviyorum biliyorsun değil mi? Harikasın.”

“Biliyorum, bildiğim için sana dair hiçbir şüphem de yok zaten. Peki İpek’in senin hayatında biri olduğundan haberi var mı?”

“Takipleşiyoruz, hikayelerimden görmüştür.”

Göksel ona bir adım yaklaştı. “Birazcık, çok azıcık kıskanmış olabilirim ama o kadar olacak,” deyip gülümsedi. “Geçmiş adı üstünde geçip gitti, önemli olan şimdi.”

“Senin benden önce sevgilin olmamış ama çevrende bir zamanlar görüştüğün birileri varsa sen de söyleyebilirsin,” dedi Gökhan. Omzunu silkti. “Haberim olsun diye yani.”

“Sadece bu yüzden yani?”

“Hı hı.”

“İçin rahat olsun,” dedi Göksel gülerek. “Çevremde öyle biri yok. İkinci sınıfta görüştüğüm biri olmuştu ama o mühendislik öğrencisiydi, bir terslik çıkmadıysa da bu yaz mezun olmuş olmalı.”

“Ne kaybettiğinin hiçbir zaman farkında olmayacak. Üzüldüğümü söyleyemem.”

Göksel kıkırdadıktan sonra ona uzandı ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Genç kadın elini onun ensesine götürürken, Gökhan da onu belinden kavrayıp kendine yasladı. İkilinin dudakları nazikçe birbirine karışmaya başladı.

Biraz ileriden onlara bakan Yağız, ikili öpüşmeye başlayınca bakışlarını kaçırdı. Genç adamın yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı geri çekilen Gökhan. Dudaklarının sonraki durağı genç kadının alnı oldu. “Bunu aklından bir an olsun çıkarma.”

“Beni sevdiğini her an hissederken böyle bir şey mümkün değil,” dedi Göksel. Elleriyle onun yanaklarından tuttu. “Ben de seni seviyorum. Dününle, bugününle ve yarınınla. Sen de bunu aklından bir an olsun çıkarma.”

“Şu an seni arabaya yaslamamak için kendimi o kadar zor tutuyorum ki verdiğim mücadeleyi bilseydin bana ödül verirdin.”

“Bakışlarından anlaşılıyor.”

“Az sonra başka yerlerimden de anlaşılabilir.”

“Yavaş.”

“Asıl sana yavaş. Bu kadar güzel şeyler söyleyen, beni kendine daha çok âşık eden sensin. İçimdeki ateşi harlıyorsun.”

“İçindeki ateş harlanmaya dünden meraklı olmasın sakın?”

“O da var ama senin tahrik gücün en etkili faktör. Bakma öyle, o masmavi iri gözlerini gözlerimin içine dikmen hiç yardımcı olmuyor.”

Göksel gülümsediğinde Gökhan şaşırdı. Genç kadın alt tarafa doğru kısa bir bakış attı.

“Böyle kıvrandığını görmek çok keyifliymiş,” dedi Göksel gülümseyerek. “Gururum okşandı.”

“O kadar fenasın ki,” diyen Gökhan ona doğru iki adım attı ve onu arabaya yaklaştırdı. “Seni kollarımın arasına alıp öyle bir öperdim ki aklın dururdu ama yine kıyamıyorum çünkü domatesten bile daha kırmızı olacağını biliyorum. Tabii biri bizi videoya alır, internette paylaşır ve baban da izler; sonra beni bulup beni kendi çok şefkatli kollarının arasına alır diye korkmuyor da değilim.”

“Allah korusun!” diyen Göksel işaret parmağıyla arabaya vurdu. “Düşüncesi bile korkunç.”

Gökhan bir kahkaha patlattı. “İşte şimdi ben de çok keyiflendim,” dedi. “Yüzündeki dehşet görülmeye değerdi.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” diyen Göksel onu çimdiklediğinde Gökhan inledi. “Babamdan önce benim şefkatli kollarımın tadına bakmak istiyorsun anlaşılan.”

“İşte bunu çok isterim,” dedi Gökhan yüzünü onunkine yaklaştırıp. “Lütfen tadayım.”

“Sen ancak avcunun tadına bakarsın, bir yala bakayım.”

“Yalama demişken—”

“Tek kelime daha etme.”

“N—”

“Sakın!”

“Tamam be. Zaten intikamımı aldım, seni domatese döndürdüm. Görev başarılı. Artık ben gideyim, Yağız daha fazla beklemesin.”

“İntikam mı aldın?”

“Evet. Benim kıvrandığımı görmek çok keyifliymiş ya, asıl senin kıvrandığını görmek çok keyifliydi.”

“Haklısın, ödeşmiş olduk. Eğlenceliydi.”

“Kesinlikle öyleydi. Gel, son kez öpeyim. Yağız’ı bekletmeme konusunda ciddiydim.”

“Öp,” dedi Göksel. “Sonra giderim.”

Gökhan onun dudaklarına uzun bir öpücük bıraktı.

“Dikkatli sür,” dedi. “Eve geçince de haber ver.”

“Sürerim. Siz de kendinize dikkat edin, sen de eve geçince yazarsın.”

“Tamam bebeğim. Kendine iyi bak, görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel kapıyı açıp arabaya bindiğinde Gökhan onun kapısını kapattı. Genç kadın camı indirip başını camdan çıkardı.

“Az kala söylemeyi unutuyordum,” dedi Göksel. “Annemin selamı var.”

“Gerçekten mi?” dedi Gökhan şaşkına dönerek. “Bana selam mı söyledi?”

“Evet, aynen öyle yaptı.”

“En azından annenin kara listesinde değilim. Aleykümselam, sen de ona selam söyle.”

“Aslında babam annemden çok daha yumuşak biridir, onlarla tanıştığında anlarsın ve selamını da anneme iletirim.”

“Tabii canım, eminim daha yumuşaktır.”

“Gerçekten yumuşaktır ama sen biricik kızının, üstelik küçük çocuk olan kızının, erkek arkadaşısın; şansına küs.”

“Sağ ol ya, çok yardımcı oluyorsun.”

Göksel kıkırdadı. “Şaka yapıyorum,” dedi. “Babamın da selamı var. Okuldaki yeni senen için başarılar dileklerini de iletti.”

“Ne?” dedi Gökhan neredeyse bağırarak. “Ciddi misin?”

“Çok ciddiyim.”

Gökhan’ın yüzüne duygulu bir gülümseme yayılırken, “Çok teşekkür ettiğimi iletirsin,” dedi. “Selamımı da söyle.”

“Söylerim. Çok sevinecektir.”

Göksel ona göz kırptığında Gökhan çocuksu bir mutlulukla gülümsedi.

“Görüşürüz sevgilim,” dedi Göksel. “Kendine iyi bak.”

“Görüşürüz güzelim,” diyen Gökhan biraz geriye gitti. “Sen de kendine iyi bak.”

Göksel park yerinden çıktıktan sonra kornoya basıp Gökhan’ı selamladı, ardından gaza basıp yola koyuldu.

“Göksel’in babası bana selam söylemiş!” diye bağıran Gökhan, Yağız’a doğru koşmaya başladı. “Okulda da başarılar dilemiş. İşte bu be, işte bu!”

Gökhan, Yağız’a sarılıp genç adamı havaya kaldırdığında Yağız da can havliyle ona sarıldı.

“Sakin olmazsan en yakın arkadaşını kaybettiğin için taziye dileklerini de iletebilir,” dedi Yağız. “Ya da ölümüme sebep olduğun için sana bela da okuyabilir.”

“Ölecek zaman değil şimdi, iki dakika canlı kal. Göksel’in babası bana selam söyleyip başarılar dilemiş lan! Benden nefret etmiyor hatta ısınmaya başlamış gibi duruyor. Allah be!”

Gökhan, Yağız’ı biraz daha havaya kaldırdı.

“Allah’a kavuşmama azıcık kaldı,” dedi Yağız yukarı bakarak. “Ben de ona selam versem selamımı alacak, o derece.”

“Tamam tamam,” diyen Gökhan onu yere bıraktı. “Ölüm korkun gittiyse dostun için sevinir misin?”

“Gel lan buraya.”

Yağız Gökhan’a sarılıp onun sırtına birkaç kez yavaşça vurdu.

“Seninle tanıştığında seni çok seveceğinden eminim,” diyen Yağız ondan uzaklaştı. “Hem annesi hem de babası. Göksel’in senin gibi efendi biriyle sevgili olduğunu görünce hem çok rahatlayacak hem de çok sevinecekler.”

“Adamsın adam,” dedi Gökhan onun kolunu sıvazlayarak. “Engin amca bana selam söyleyip okulda da başarılar dilediyse bu saatten sonra bana havada, karada ya da suda ölüm yok demektir. Çok keyiflendim, hadi gidelim.”

“Zıplayarak yürüyeceksin diye korkmaya başladım.”

“Şarkı da söyleyeyim mi? Çizgi filmlerdeki gibi.”

“Seni tanımazlıktan gelirim. Yok yok, deli olduğunu söyleyip seni Bakırköy’e kapattırırım.”

“Senin de deli olduğunu söylerim ben de. Bizi aynı hücreye koyarlar mı dersin? Orada da ayrılmayalım.”

“Sülük gibi yapıştın bana. Korkmaya başlamalı mıyım?”

“Ha ha ha! Çok geç kaldın.”

Yağız elini Gökhan’a doğru savururken, Gökhan ondan koşarak birkaç adım uzaklaştı. İki dost atışmaya devam ederek otobüs durağına doğru yürüdü.

***

Eylülün son haftasının ilk günü Yağız ve Gökhan için erken başladı. Bugün okulun ikinci haftasıydı, bu da demek oluyordu ki üniversite gerçek anlamda bugün başlıyordu. Erkenden kalkıp kahvaltı eden gençler Maltepe’deki okullarına gitmek için yola koyuldu. Dersleri öğleden sonraydı, okula vardıklarında güneş tepedeydi ve mevsim her ne kadar sonbahar olsa da hava sıcaklığı yüksekti.

“Ne güzel bir gün,” dedi Yağız. “Ekime girmek üzere olduğumuza inanmak zor, hava hâlâ yazdan kalma.”

“Bir anda soğur,” dedi ona bakan Gökhan. “Hep öyle oluyor.”

İkili okula girdi. Koridorlarda tanıdık simalar vardı. Yakın arkadaşlarını gören gençler onların yanına gidip selam verdi. Gruptan iki kız İstanbul’a bu hafta sonu dönmüştü, onlarla yaz tatili hakkında sohbet ettiler.

“Yeniden burada olmak çok güzel,” dedi kızlardan biri. “Yeniden ve son kez. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.”

“Okul bittiğinde çok özleyeceğiz,” dedi Gökhan. “Ortamı, arkadaşlarımızı, enstrümanları... Her şeyi.”

“Kesinlikle. Bu yüzden tadını çıkarmaya bakalım.”

Biraz daha sohbet ettikten sonra sınıfa gitmeye karar verdiler.

“Ben bir tuvalete gideyim,” dedi Gökhan, Yağız’a. “Peşinizden gelirim.”

“Tamam Gök,” dedi Yağız. “Sınıfta görüşürüz.”

Grup sınıfa ilerlerken Gökhan da tuvalete gitti. Kabinden çıkan genç adam alt dönemden bir delikanlıyla karşılaştı.

“Selam Gökhan,” dedi genç gülümseyerek. Onunla kafa tokuşturdu. “N’aber?”

“Selam,” dedi Gökhan da. “İyiyim, senden n’aber? Geçen hafta göremedim, yoktun sanırım.”

“Evet, bu hafta geldim. Evle ilgili birtakım şeyler vardı, gelemedim ama bugünden itibaren buradayım.”

“Bir sıkıntı yoktur umarım?”

“Hallettik, teşekkür ederim. Sen ilk haftadan gelmişsin, hiç şaşırmadım. Yağız döndü değil mi?”

“Evet, o da burada.”

“Onu da görürüm. Kulüp toplandı mı?”

“Hayır, henüz toplanmadık. Bu hafta içi bir toplantı yapmayı düşünüyoruz, duyurusunu yaparız zaten.”

“Çok iyi, kaçırmadığıma sevindim. Orada olacağım.”

Genç, tuvalete girerken Gökhan da ellerini yıkadı ve tuvaletten çıktı. Ellerini pantolonunun paçalarına şöyle bir silen genç adam başını kaldırdığında bu tarafa doğru yürüyen tanıdık bir sima gördü. Gelen kişi İpek’ti. İpek de onu fark etti ve yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Merhaba,” dedi İpek, Gökhan’ın karşısında durduğunda. Genç kadın kumral saçlarını biraz kestirmiş, önlerine de perçem attırmıştı; teni bronzlaşmıştı ve iri kahverengi gözleri bronz yüzünde ışıl ışıl parlıyordu. İpek güzel bir kızdı, hoş bir havası vardı.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Gökhan. “Nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim; sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Ne yapıyorsun, nasıl gidiyor?”

“Bu hafta sonu geldim,” diye cevapladı İpek. Ellerini önünde birleştirdi. “Cumartesi öğleden sonra İstanbul’daydım. Hafta sonu eve yerleşmekle geçti, bugün de buradayım işte.”

“Yaz tatilin nasıldı?”

“Çok güzeldi. Harika vakit geçirdiğim, pek çok aktivite yaptığım dolu dolu bir yaz tatili oldu. Seninki nasıldı?”

“Benimki de güzeldi. Çoğunluğu çalışmakla geçti ama sosyal hayatım da hareketliydi; arkadaşlarımla vakit geçirip eğlendim, yazın ve İstanbul’un tadını çıkarmaya baktım.”

“Ne güzel,” dedi İpek gülümseyerek. “Senin adına sevindim. Yağız’la Balıkesir’de olduğunu gördüm, kısa ama güzel bir tatil yapmışsın gibi görünüyordu.”

“Göründüğü gibiydi de,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Teşekkür ederim.”

“Şimdi de buradayız,” diyen İpek etrafına baktı. “Okulu özlemişim.”

“Ben de öyle. Artık son senemiz, son aylarımız.”

“Bitiyor olması ne garip değil mi? Seçmelere geldiğim günü dün gibi hatırlıyorum, okulun ilk gününü, birinci sınıfı; bizim grubu, çömezliğimizi, okulu ve şehri keşfetme serüvenimizi... Güzel zamanlardı.”

“Kesinlikle,” diyen Gökhan o günleri hatırlamıştı ve gülümsüyordu. “Her zaman güzel hatırlayacağım. Bu senenin tadını da sonuna kadar çıkaracağım.”

“Ben de. Sınıfa geçelim mi? Ders başlamak üzere.”

“Geçelim.”

Yan yana sınıfa doğru yürümeye başladılar. İpek gözlerini kaldırıp yanında yürüyen Gökhan’a baktı. Gökhan’da onu son gördüğünden bu yana değişen bir şey vardı: Genç adam çok mutlu görünüyordu. Gözlerinde mutlu insanlara özgü o ışıltı, sesinde bariz bir neşe ve hareketlerinde de mutluluğun getirdiği canlılık vardı. İpek bunun sebebini de gayet iyi biliyordu, Göksel’le paylaştığı fotoğrafları görmüştü ve onu bu kadar mutlu eden bir ilişki içinde olduğu için genç adam adına çok sevinmişti. Bunu ona söylemesi uygun olmazdı, nihayetinde geçmişte bir dönem sevgiliydiler ama Gökhan’ı tanıyordu ve bunu ona söylemeyecek olsa da genç adamın bunu bildiğini biliyordu.

İpek gülümsedi.

Sınıfa vardıklarında Gökhan geçmesi için İpek’e öncelik verdi. Sınıfa peş peşe girdiler.

“Görüşürüz,” dedi Gökhan arkadaşlarının yanına gitmeden önce.

“Görüşürüz,” dedi İpek. “Umarım ikimiz için de başarılı bir sene olur.”

“Umarım.”

Gökhan, Yağız’ın yanına ilerledi.

“Ne konuştunuz?” diye sordu Yağız.

“Sohbet ettik öyle,” dedi Gökhan. “Nasılsın, ne yapıyorsun, tatil nasıldı vesaire. Tuvaletten çıktığımda karşılaştık.”

“Dün Göksel’e bu durumdan bahsederek sahiden iyi yapmışsın.”

“Elbette, bilmesi gerekiyordu.”

“Şanslısın ki bu durumu iyi karşıladı, arıza çıkarmadı. Kızın kıymetini bil.”

“Emin ol biliyorum.”

Ders bittikten sonra sınıftan çıktılar. Gökhanlar dersteyken Kerem Gökhan’a mesaj atmıştı ve ikili arasında kısa bir mesajlaşma gerçekleşmişti:

Kerem: Okulda mısınız?

Gökhan: Evet, ne oldu?

Kerem: Çıkışta işiniz yoksa bir yerde oturalım mı?

Gökhan: Olur, dersten çıktığımda ararım

Kerem: Kaç gibi biter?

Gökhan: 15.30 civarı biter

Kerem: Tamam, çıkınca ararsın. İyi dersler

Gökhan: Ararım. Sağ ol

“Ben bir Kerem’i arayayım,” dedi Gökhan, Yağız’a dönerek. “Neredeymiş öğreneyim.”

“Ara bakalım,” dedi Yağız. “Görüşmek istediğine göre dersi bitmiştir onun da. Maltepe’ye dönüyordur.”

Gökhan, Kerem’i aradığında Kerem birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Biz dersten çıktık,” dedi Gökhan. “Sen neredesin?”

“Maltepe’ye vardım ben de,” dedi Kerem. “Bugün arabayı aldım, konservatuvara geliyorum.”

“Bak sen,” dedi Gökhan gülerek. “Ayaklarımız yerden kesilecek desene.”

“Kerem Köse Lojistik hizmetinizde,” diyen Kerem de direksiyon başında gülüyordu. “En fazla on dakikaya orada olurum. Geldiğimde de ararım.”

“Tamam kardeşim. Görüşürüz. Dikkatli sür.”

“Eyvallah Gök, görüşürüz.”

Gökhan aramayı sonlandırdı.

“Anladığım kadarıyla arabayla geliyor,” dedi Yağız. “Neredeymiş?”

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “En fazla on dakikaya burada olacağını söyledi. Biraz daha vaktimiz var. Bu arada Göksel’i de bir arayayım, bugün hiç konuşmadık.”

“Tamam. Ben sohbet edecek birini bulurum, sen Göksel’le konuş. Selam söyle.”

“Söylerim.”

Yağız iki kızın yanına ilerlerken Gökhan da Göksel’i aradı. Bu sırada evde olan genç kadın dizi izliyordu. Gökhan’ın aradığını görünce, diziyi durdurup telefonu açtı.

“Selam,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Selam,” diyen Gökhan da onun sesini duyar duymaz gülümsedi. Hiç şüphesi yoktu, bu kalın sesi duymak onu her zaman mutlu edecekti. “Ne yapıyorsun?”

“Dizi izliyordum, sen ne yapıyorsun? Anlaşılan dersin bitmiş.”

“Evet, bitti ama hâlâ okuldayım. Kerem geliyor, onunla buluşacağız.”

“Yağız, Kerem ve sen mi buluşacaksınız?”

“Aynen. Bu arada Yağız’ın selamı var.”

“Aleykümselam, sen de selam söyle.”

“Söylerim.”

“Ders nasıldı? Bu hafta artık herkes gelmiştir, okul canlanmıştır.”

“Çok doğru bir tespit,” diyen Gökhan sırtını duvara yasladı. “Herkes buradaydı, yoğun bir gündü ama yaz boyunca görüşmediğim arkadaşlarımla görüşmek, sohbet etmek çok iyi geldi.”

“Özlemişsindir tabii. Şimdi de Kerem’le buluşacaksınız demek.”

“Evet, onunla görüşmeyeli de biraz oldu. Fatih’ten geliyor, keşke sen de onunla gelseydin.”

Onun bu cümlesi Göksel’i güldürdü. “Daha dün görüştük, hemen özledin mi?”

“Tabii ki özledim,” dedi Gökhan gözlerini biraz açarak. “Yoksa sen beni özlemedin mi?”

“Bilmem.”

“Ne demek bilmem?”

“Basbayağı.”

“Ne demek basbayağı?”

“Ben mi Türkçe konuşmuyorum yoksa sen mi Türkçeyi unuttun?”

“Konuştuğun dil Türkçe ama benim konuştuğum Türkçe olduğunu hiç düşünmüyorum. Sen şimdi beni özlemedin mi gerçekten?”

“Dalga geçiyorum şapşal,” dedi Göksel gülerek. “Elbette özledim.”

“Dalga mı geçiyorsun?” diyen Gökhan’ın sesi bir anda tizleşti. “Şapşal mı?”

“Tamam en tenor sensin, ikna oldum.”

Gökhan bir kahkaha patlattığında koridorun diğer ucundaki Yağız bir anlığına ona baktı ve kendi kendine güldü.

“Bu en tiz sesim bile değil,” dedi Gökhan. “Eğer o şekilde konuşmaya devam etseydin duymak için çok beklemen gerekmezdi, orası ayrı.”

“O kadar tiz bir ses kulağımda çınlamadığı için şanslıyım o zaman,” dedi Göksel gülerek. “Ses tonun çok komikti, yüz ifadeni de görmek isterdim.”

“Hâlâ eğlenme derdindesin.”

“Biraz öyle ama sen de çok eğlencelisin.”

“Sus kız, ben burada beni özlemediğini düşünüp üzülüyordum.”

“Gerçekten şapşalsın. Seni özlememem mümkün mü?”

“Ha şöyle,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Bana bunlarla gel, canımı ye.”

Göksel kıkırdadı. “Gönlünü almam iki saniye sürüyor.”

“Sana en fazla o kadar dargın kalabiliyorum.”

“Çok tatlısın. Bugün ne yapacaksınız? Bir planınız var mı?”

“Yok, muhtemelen bir yere oturup sohbet muhabbet ederiz.”

“Kadıköy’e mi geçeceksiniz?”

“Hayır, Maltepe’de takılırız. Burada da güzel mekânlar var, batı taraflarına göre daha sakin ve uygun fiyatlılar üstelik.”

“Doğrudur. Merkeze gittikçe her şey pahalanıyor, her yer kalabalıklaşıyor.”

“Aynen öyle. Kerem burada yaşıyor zaten, güzel yerler biliyor; biz de keşfetmiş oluyoruz.”

“Okuluna çok uzakmış,” dedi Göksel kaşlarını kaldırıp. “Haftada birkaç gün Maltepe’den Fatih’e gidip gelmek büyük sabır ister.”

“Kerem de bu durumdan hiç memnun değil ama yapacak bir şey yok, İstanbul’da yaşayan pek çok kişi bu durumdan muzdarip.”

“Orası öyle. YTÜ’yü tercih etmemdeki en büyük sebeplerden biri evime yakın olmasıydı, kolayca gidip geliyorum.”

“Biz de konservatuvar Kadıköy’de diye buradan ev tuttuk ama okulu Maltepe’ye taşıdılar. Konservatuvar okumamı o kadar istemediler ki o tarihî binada okuyamadım resmen.”

“Konuşma böyle,” dedi Göksel. “Önemli olan aldığın eğitimin kalitesi ve sen de ülkenin en iyi sanat okullarından birinde eğitim alıyor, muhteşem hocalar tarafından yetiştiriliyorsun.”

“Haklısın,” diyen Gökhan gülümsedi. “İşte bu konservatuvar okumamı istemeyenlerin ya da asla okuyamayacağımı söyleyenlerin hiçbir zaman başaramayacağı bir şey.”

“Kesinlikle.”

“Sen de beni iyi hissettirme konusunda çok başarılısın, eksik olma güzelim.”

“Her zaman. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Bu sırada Gökhan’a yeni bir çağrı geldi. Arayan kişi Kerem’di. Genç adam konservatuvara varmıştı.

“Kerem arıyor,” dedi Gökhan. “Gelmiş olmalı. Şimdi kapatayım, sonra yine konuşuruz.”

“Tamam,” diye cevapladı Göksel. “Görüşürüz sevgilim. Size iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim bebeğim, görüşürüz.”

Gökhan, Göksel’le olan çağrısını sonlandırdıktan sonra Kerem’in çağrısına döndü.

“Geldin mi?” diye soran Gökhan aynı anda Yağız’a doğru yürümeye başladı.

“Geldim,” dedi Kerem. “Binanın önünde durdum.”

“Biz de şimdi geliyoruz.”

“Tamamdır, görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra Yağız’a Kerem’in geldiğini söyledi ve ikili, arkadaşlarıyla vedalaşıp binanın çıkışına ilerledi. Keremlerin beyaz arabası okul binasının hemen karşısında duruyordu.

“Selam gençler,” dedi Kerem onları gördüğünde.

“Selam,” diye karşılık verdiler.

“Atlayın hadi. Sizi güzel bir mekâna götüreceğim.”

Yağız öne otururken Gökhan da arka koltuğa geçti. Nasıl olduklarına, günlerinin nasıl geçtiğine dair sohbet ettiler. Kerem de okuldan dönüyordu. Babası iş nedeniyle şehir dışına çıktığı için araba birkaç gün ona kalmıştı ve genç adam bu durumdan son derece hoşnuttu.

“Bizi nereye götürüyorsun?” dedi etrafına bakan Yağız. “Bu taraflara geldiğimizi sanmıyorum.”

“Bu yaz keşfettiğim hoş bir kafe,” diye cevapladı Kerem ona kısa bir bakış atarak. “Yeni açılmış bir yer. Tatlıları da içecekleri de oldukça lezzetli ve kısmen uygun fiyatlı.”

“Kulağa hoş geliyor. Gidip görelim bakalım. Zaten biraz acıktım, boğazımdan bir şeyler geçsin.”

“Sıcak bir kahve ve tatlı çok iyi gider şimdi,” dedi Gökhan gövdesini iki koltuğun arasından uzatarak. “En sevdiğim iki dostumla birlikte midemi memnun etme zamanı.”

“Kaptan sağa çek,” dedi Yağız şoför koltuğunda oturan Kerem’e bakarak. “Yağcılar’da inecek var.”

“Sağa çekmene gerek yok, şunun kapısını aç da aşağı tekmeleyeyim lavuğu.”

“İkinizin de arabada kalmasını tercih ederim,” dedi Kerem gülerek. “Ama iki yetişkin erkekle değil de iki yaramaz oğlan çocuğuyla yolculuk ediyormuşum gibi hissettiğimi de söylemeliyim.”

“Şu an ben de bir babayla yolculuk ediyormuş gibi hissediyorum,” dedi Yağız. “Kerem ama babacık olan.”

Arabanın içinden kahkaha sesleri yükseldi.

“21 yaşında babacık da oldum,” dedi Kerem. “Bakalım bu kulaklar daha neler duyacak?”

“Emin ol çok şey duyacak,” dedi Yağız ona anlamlı bir bakış atarak. “Babacık Kerem.”

“Kuş gibi babacık deyip durma lan,” diyen Gökhan onun kafasına vurdu. “Muhabbet kuşu musun oğlum sen?”

“Olabilirim, çok tatlı canlılar. Aynı benim gibi.”

“Tabii efendim.”

“Siz atışırken kafeye geldik bile,” diyen Kerem yan sokağa döndü. “İnsan içinde beni rezil etmeyin sakın, düzgün durun.”

“Yoksa dilimize acı biber mi sürersin babacık?” diye sordu Yağız.

“Çükünü keserim.”

“Ay!” dedi Yağız ürpererek. “Çocukluğumun kâbusu olan o tehdit.”

“Yetişkinliğinin de kâbusu gibi duruyor,” dedi Gökhan gülerek. “Ucundan da olsa kestiler zaten, artık korkmana gerek yok.”

“Bu savunma büyüktür Sokrates’in savunması,” derken arabayı durdurdu Kerem. “Atışmalarınız bittiyse hadi inelim.”

Üç arkadaş arabadan inip kafeye ilerledi. Kafenin girişinde küçük, sevimli bir bahçe vardı, içeri girmek yerine dışarıda oturmayı tercih ettiler ve duvarın önündeki bir masaya oturdular.

“Gerçekten de güzel bir yere benziyor,” dedi içeriyi inceleyen Yağız. “Siparişlerimizi de seversek arada geleceğimiz yeni bir yer bulduk demektir.”

“Seversiniz,” dedi Kerem. “Dört kişi gelmiştik ve hepimiz siparişlerimizi sevmiştik, hepsi çok lezzetliydi.”

“O zaman menüye bakalım,” diyen Gökhan karekodu okuttu. “Yiyince biz de karar veririz.”

Menüyü inceleyen grup siparişlerini verdi. Hepsi birer kahve ve kahvenin yanında yemek için tatlı sipariş ettiler.

“Göksel’le ne konuştunuz?” diye sordu Yağız. “Kahkahan koridoru inletti. O kadar komik olan neydi?”

“Kendi aramızda şakalaşıyorduk,” dedi Gökhan. Konuşmayı hatırladığı için gülüyordu. “Söylediklerinde ciddi olduğunu düşündüğüm için sesim bir anda tizleşti, o da tenor olduğuma ikna olduğunu söyledi; ona güldüm.”

“Şaşırınca tizleşen sesin kulaklarımda çınladı şu an. Cam çatlatırsın.”

“Okulun camlarında bir hasar yoktur umarım.”

Gülüştüler.

“Seni aradığımda Göksel’le konuşuyordun demek,” dedi Kerem. “Ben de öyle düşünmüştüm.”

“Sürekli konuşuyorlar,” dedi Yağız memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle. “Her akşam konuşuyorlar, bazen sabahları da konuşuyorlar. Telefon faturan ne alemde sahi?”

“Sevgilimle tabii ki konuşacağım,” diyen Gökhan’ın sesi yine tizleşti. Genç adam boğazını temizledi. “Ne o, yoksa seninle eskisi kadar ilgilenmiyorum diye kıskandın mı?”

“Ya ne demezsin! Kıskançlıktan çatlıyorum.”

“Kıskanmışsın,” dedi Kerem gülerek. Onun omzuna dokundu. “Zamanla alışırsın.”

Gökhan’la Kerem beşlik çakarken Yağız onlara kaşlarını çatarak baktı.

“Tamam, biraz kıskanmış olabilirim,” diye mırıldandı Yağız. “Ama kim olsa kıskanırdı. 7/24 beraber takılırken bir anda Göksel ortaya çıktı ve Gökhan’ın ilgisi de hâliyle ona kaydı.”

“Saçmalama be oğlum,” diyen Gökhan kolunu onun omzuna atıp arkadaşını kendisine çekti. “Sen benim kardeşimsin, biricik dostumsun; duymamış olayım. Evet, Göksel sevgilim ve onu çok seviyor, onunla vakit geçirmekten büyük keyif alıyorum ama sen de benim kardeşimsin, en yakın arkadaşımsın. İkinizin yeri de çok farklı.”

“Bana bunlarla gel,” dedi Yağız gülümseyerek. Kerem’e baktı. “Gördüğün üzere bana karşı da çok romantik. Seviyorum lan seni.”

“Ben de seni seviyorum. O şekilde değil tabii.”

“Yok bir de o şekilde olsaydı.”

Gökhan onun ensesine yavaşça vurup ondan uzaklaşırken, “Bunun ciddi kalma süresi de işte bu kadar,” diye söylendi. “Sana uzun süre romantiklik yok.”

“Sen öyle san,” dedi Yağız sinsice ona bakarak. “Az önceki gibi bir duygusal konuşmama bakar. Hemen gönlümü almaya çalışırsın.”

“Haklı,” dedi Kerem gülerek. “Kimse sana dargın kalmasın istiyorsun.”

“Dargın kalmak nedir çok iyi bildiğim için,” diyen Gökhan iç çekti. “Karşımdaki kişinin şakalaştığını bilsem de her şakanın içinde biraz gerçeklik olduğuna inanırım ve bu yüzden hemen durumu toparlama ihtiyacı hissederim. Geçmişte çok kişiye dargın kaldım, artık kimseyle dargın kalmak istemiyorum.”

“Şimdi de sen duygusal konuştun,” dedi Yağız. Dostane bir tavırla onun omzuna vurdu. “Çok iyi düşünüyorsun. Seni dargın bırakan herkes de umarım yaşattığını yaşıyordur.”

“Kimse yaşattığını yaşamadan ölmez, ben buna inanıyorum. Karma gerçek.”

“Kesinlikle,” dedi onunla hemfikir olan Kerem. “Karma gerçek, adil ve acımasız.”

“Keşke kahvelerimiz gelmiş olsaydı,” dedi Yağız. “Bu lafın üstüne birer yudum içerdik, güzel olurdu.”

“Gelince içeriz,” dedi Gökhan gülerek. “Kerem senin okuldan ne haber? Özlemiş misin?”

“Özledim,” dedi Kerem. Sırtını sandalyenin arkasından ayırıp kollarını masanın üzerine dayadı. “En çok arkadaşlarımı özlemiştim, ortamımızı. Dersleri de özledim ama sınavlar şimdiden tadımı kaçırıyor. Sınavlar olmasa bölüm muhteşemliğe ulaşacak.”

“Sınavlar olmasa her bölüm çok iyi ama sınavlar olmadan da olmaz. Bir noktada neyi ne kadar öğrendiğimizi ölçmek zorundalar. Fakültelerin sınavları nasıl oluyor, pek hâkim değilim ama bizim sınavlar bu şekilde.”

“Fakültelerde çok değişiyor ya. Çıkmış soran da var, bilgi soran da var, yorum soran da var, anlatmadığı şeyleri soran da var, var oğlu var. Tek avantajım dördüncü sınıf olduğum için artık tüm hocaları tanıyorum ve soru sorma tarzlarını biliyorum; geçen sene buna göre çalışmıştım, bu sene de aynı taktiği uygulayacağım.”

“En mantıklısı.”

“Sizin okul ne alemde?”

“Yeni seneye hızlıca başladık. Programımız çok dolu zaten, bu sene de çok yoğun geçecek.”

“Bir sürü dersimiz var,” diyen Yağız yumruk yaptığı elini yanağına yasladı. “Dördüncü sınıf resmen bölüm sonu canavarıymış.”

“Siz halledersiniz,” dedi Kerem. “Müzik kulübünden ne haber? Ne zaman toplanıyoruz? Ne tür etkinlikler yapacağız?”

Kerem de üniversitenin müzik kulübüne üyeydi. Gökhan kulübün başkanıydı, Yağız yardımcısıydı. Gökhan, Kerem’e de yardımcılık teklif etmişti fakat Kerem böyle bir sorumluluk altına girmek istemediği için teklifi kabul etmemişti.

“Bu hafta içi toplanmayı düşünüyoruz,” diye yanıtladı Gökhan. “Cuma günü olabilir. İlk toplantı zaten yeni üyelerle tanışma, kulübü tanıtma üzerine oluyor; bir de sene içinde neler yapabileceğimize dair konuşuruz. Aslında Yağız’la beraber bir yılbaşı programı yapabileceğimizi konuşmuştuk ama hocalarımız konservatuvar son sınıf öğrencileri olarak bir program yapmayı düşündüklerini söyledi, yüksek ihtimalle sınıftakilerle beraber bir program yapacağız.”

“Nasıl bir program?”

“Hep beraber şarkı çalıp söyleyeceğimiz bir program. Herkesin yer alması için bir koro oluşturma fikirleri varmış, koroda yer almayanlar da enstrüman çalacak. Melek hoca benim organize etmemi istedi, ben de seve seve kabul edeceğimi söyledim. Derste bizimkilere açıklayacak, hep birlikte ortak bir karara varacağız ama bizimkiler net kabul eder.”

“Bu organizasyonda yer alamayacağım için üzüldüm ama en azından izlemeye gelebilirim değil mi?”

“Elbette, çok da mutlu oluruz.”

“Aynen,” diye ona arka çıktı Yağız. “İstersen provalara da gelirsin.”

“Fırsat bulursam çok isterim,” dedi Kerem gülümseyerek. “Bu tarz etkinliklerden çok hoşlanıyorum. Bir de hepiniz konservatuvar öğrencisisiniz, ortaya muhteşem bir sonuç çıkacağından eminim.”

“Orası kesin. Övünmek gibi olmasın ama en iyi konservatuvarlardan biriyiz, öğrenci kadrosu çok başarılı. Şimdi bir de üç senelik lisans eğitimi birikimimiz var, dünden bugüne hepimiz çok geliştik.”

“Tabii ki. Gösteriye kesin gelirim, provalar da müsait olduğum zamanlarda yapılırsa uğrarım.”

“Her zaman bekleriz,” dedi Gökhan. “Kesinleşirse sana da haber veririz.”

“Mutlaka verin. Vay be, şaka maka son senemizdeyiz. Gökhan’la tanıştığımız etkinliği dün gibi hatırlıyorum, sonra beni Yağız’la tanıştırman; ardından müzik kulübüne üye olmam… Hepsi çok net. Büyüdük lan.”

“Valla büyüdük.”

“Hayır büyümedik,” diye karşı çıktı Yağız. “Daha yirmi bir yaşındayız, çok genciz. Döneme yeni başladık, daha önümüzde kocaman bir sene var. Tadını çıkarmaya bakın oğlum, bırakın bu büyüdük edebiyatlarını.”

“Üç senedir düzenli olarak çalışan biriyim, ek iş olarak iki senedir kafede sahne alıyor ve yaklaşık bir senedir de özel ders veriyorum. Çok genç olabilirim ama yetişkinlik hayatının tüm yüzlerini gördüm. Bu edebiyat değil, hayatın ta kendisi.”

“Hayatın ta kendisinin edebiyatı. Ayrıca biz niye bir anda rakı masası muhabbeti yapmaya başladık? Her şey senin başının altından çıktı Köse.”

Yağız parmağıyla Kerem’i işaret ettiğinde Kerem vücudunu biraz geriye çekti ve ellerini yukarı kaldırdı.

“Zamanda geriye gittiğim için özür dilerim,” dedi Kerem. “Suç olduğunu bilmiyordum.”

“Bir daha duymayayım,” dedi Yağız tek kaşını kaldırarak. O sırada garson onların siparişlerinin olduğu tepsiyle bahçeye çıktı. “İşte güzel bir zamanlama, siparişlerimiz geldi.”

Garson onların tatlılarını masaya bıraktıktan sonra, “Kahvelerinizi de şimdi getiriyorum,” dedi. İçeri giren garson sadece saniyeler sonra kahvelerle geri döndü. “Afiyet olsun.”

“Teşekkür ederiz,” dediler.

Çatalını eline alan Gökhan tatlısının tadına baktı. “Hım,” dedi genç adam kelimenin sonunu uzatarak. “Başarılı.”

“Afiyet olsun,” dedi Kerem.

“Eyvallah kardeşim, size de.”

Kerem’le Yağız da siparişlerinin tadına bakarken Gökhan kahvesinden büyük bir yudum içti. Telefonunu eline alan genç adam sosyal medya hesabına girdiğinde Göksel’in iki saat önce yeni bir fotoğraf paylaştığını gördü. Boğaziçi Köprüsü’nün gün batımı zamanı çekilmiş güzel bir fotoğrafıydı. Gülümseyerek fotoğrafı beğenen genç adam açıklamada yazan cümleyi okuduğunda gülümsemesi yerini şaşkınlığa bıraktı.

Henüz batan güneşin özlemi.

Bu cümle Yavuz Çetin’in Sahil şarkısında geçiyordu. İlgi çekici noktaysa Çetin’in Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar etmiş olmasıydı. Gökhan, kız arkadaşının yaptığı göndermeyi anladığında yüzüne bu sefer buruk bir gülümseme yayıldı ve yorum kısmını açarak cümlenin devamında gelen satırı yazdı:

Ve bu yalnızlık çekilmez gibi.” Cümlelerin geçtiği şarkı kadar muazzam bir fotoğraf.

Yorumunun sonuna bir de mavi kalp ekledikten sonra yorumu paylaştı. Gökhan, Göksel’in paylaştığı tüm fotoğrafları çok beğeniyordu ve ağustostan beri paylaştığı fotoğraflara kısa da olsa yorum yaparak ona hem destek oluyor hem de motive olmasını sağlıyordu.

“Pişt!” dedi Kerem. “Ne oluyor? Niye gülümsüyorsun?”

“Bu soruyu gerçekten sordun mu?” dedi Yağız ağzındaki lokma yüzünden boğuk çıkan sesiyle. “Ne olacak? Göksel mesaj falan atmıştır.”

“Fotoğraf atmış,” diyen Gökhan telefonunun ekranını arkadaşına doğru çevirdi. “Açıklamayı oku, tanıdık gelecektir.”

Yağız açıklamayı okuduğunda cümleyi hemen tanıdı.

Sahil,” dedi Gökhan’a bakarak. “Kıza Yavuz’un tüm diskografisini öğrettin, helal olsun.”

“Dinlemesini ben istemedim ama onu Yavuz’la ben tanıştırdım, orası doğru,” dedi Gökhan. “Benim çaldığım şarkıları beğenince geri kalanlara da şans vermişti, o zamanlar hâlâ flört ediyorduk.”

“Bana da göstersene,” dedi Kerem. Gökhan telefonu ona uzatınca telefonu eline alıp fotoğrafa baktı. “Vay,” deyip bir ıslık çaldı. “Çok güzel fotoğrafmış. Açı muhteşem, düzenlemesini de çok güzel yapmış.”

“Sevgilim olağanüstü bir fotoğrafçıdır,” dedi Gökhan göğsünü gererek. “Bütün fotoğrafları muhteşem.”

“İyi bir fotoğrafçı olduğu anlaşılıyor.”

“Gökhan haklı,” dedi Yağız. “Dün Göksel’le takipleştik, akşamına da oturup hesabında gezindim ve çektiği fotoğrafları inceledim. Bu işte gerçekten iyi, yetenekli ve eğitimli biri.”

“Takipleştiniz mi? O zaman birbirinizi sevdiniz.”

“Aynen, yengem diye demiyorum ama Göksel iyi bir kız, sohbeti de keyifliydi.”

“Göksel ona yenge dediğini duysa düşüp bayılır,” dedi Gökhan gülerek. “Yüzüne karşı asla söyleme.”

“Yok be oğlum, söylemem tabii. Dalga geçiyorum.”

“Aslında şaka da olsa söyleme ihtimalin var,” dedi Kerem ona kaşlarını kaldırıp bakarak. “Hatta aranız çok iyi olursa sinir etmek için bile söylersin.”

“O kadar haklısın ki,” dedi Gökhan. Ona elini uzattığında iki dost tokalaştı. “Bu deliden her şeyi beklerim ben.”

“Deli demek,” diyen Yağız başını anlamlı anlamlı salladı. “Bunu bir kenara not ettim Uygur.”

“Bu bir tehdit mi?”

“Nasıl adlandırmak istersen.”

“Evet sayın seyirciler ortalık karışıyor,” dedi Kerem bir spiker edasıyla. “Gökhan ve Yağız’ın ikisi de kalenin önünde, golü kimin atacağı belli olacak.”

Delikanlılar gülüştü.

“O kadar fotoğraf dedik, bir tane de biz çekelim,” dedi Kerem. Gökhan’ın telefonunu sahibine verdikten sonra kendi telefonunu eline aldı. “Hem hatıra kalır hem de paylaşırız.”

Gökhan’la Yağız da hemfikir olduğunu belirtince Kerem’in telefonundan iki tane fotoğraf çektiler. Çekilen iki fotoğrafı inceleyen delikanlılar fotoğrafları beğendi.

“Hikayemde paylaşacağım,” dedi Kerem. “Siz de eklemek isterseniz etiketleyebilirim.”

“Etiketle,” dedi Gökhan. “Ben paylaşırım.”

“Ben de,” dedi Yağız ona katılarak. “Kaç gündür bir şey paylaşmıyordum, ölüm döşeğindeki hesabı canlandırayım.”

Kerem fotoğrafı kendi hikayesinde Gökhan’la Yağız’ı etiketleyerek paylaştı. Kerem de sosyal medyada fazla paylaşım yapan biri sayılmazdı, genç adamın paylaşımlarının çoğu sanat eserlerinden oluşuyordu ve kalanlar da arkadaşlarıyla olan fotoğraflarıydı.

Kerem hikayeyi paylaştıktan sonra Gökhan da paylaşmak için kendi hesabına girdi. İki yeni bildirimi vardı. Göksel onun kendi fotoğrafına yaptığı yorumu beğenmiş ve cevap olarak sarı kalp atmıştı. Gökhan da gülümseyerek onun yorumunu beğendi.

“Sarı kalbini yesinler senin,” diye geçirdi içinden. “Civciv.”

“Gülümsemene bakılırsa Göksel yorumuna cevap vermiş,” dedi ona bakan Yağız. “Ne demiş?”

“Yine dalga geçeceksin ama bir şey dememiş,” dedi Gökhan bakışlarını telefon ekranından ayırıp ona bakarak. “Sarı kalp atmış.”

Dudaklarını birbirine bastıran Yağız yumruğunu da bir saniyeliğine ağzına bastırdı. “Yorum yapmayacağım,” dedi kendi kendine. “Yorum yapmayacağım, yo— Oğlum sen harbiden Leyla’sın lan. Söz konusu Göksel olunca en ufak şeyden bile mutlu oluyorsun, mutlu olman çok güzel ama benim de sevgili istememe neden oluyorsun. Sen benim başıma bela mı açacaksın lan?”

“Niye bela olsun? Doğru kişiyle beraber olduğunda hayatın daha da güzelleşiyor.”

“Şu an çevremde öyle biri yok.”

“Birkaç ay öncesine kadar benim de yoktu. Ne zaman karşına çıkacağı belli olmaz, bu yüzden ön yargılarından kurtul derim.”

“Ön yargı demeyelim de geçmiş kötü tecrübelerin tekrarlanması korkusu diyelim. Göksel’le karşılaştığın o an ne hissetmiştin mesela? O kişi olduğunu anlamış mıydın?”

“Onu ilk gördüğümde ondan etkilendim, benim için sadece o an ayaküstü konuştuğum sıradan biri olmayacağını hissettim ama onun doğru kişi olduğunu anladığım zaman ilk buluşmamızdı. Onunla konuştukça, onu tanıdıkça ondan daha çok etkilendim ve onunla güzel bir ilişki yaşayabileceğimi anladım. Yani kısacası evet, belki ilk görüşte değil ama ilk buluşmamızda o kişi olduğunu anladım.”

Gökhan konuşurken sadece Yağız değil, Kerem de onu pürdikkat dinledi.

“Vay be!” dedi Yağız dudaklarını aşağı kıvırıp. “Muhteşem bir his olmalı.”

“Kesinlikle öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Özellikle günümüzdeki ilişkilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmı çok toksik ama doğru insanla bir araya gelip muhteşem ilişkiler yaşayanlar da var. Bir gün senin de hayatına doğru kişinin gireceğini biliyorum. Çok şanslı bir kadın olacak.”

“Göksel gibi.”

“Aşktan daha güzel bir şey varsa o da dostluktur,” diye araya girdi onları dinleyen Kerem. “Sizin sahip olduğunuz gibi, bizim sahip olduğumuz gibi.”

“Kesinlikle,” dedi Yağız yükselerek. “Ha şöyle ya, bana bunlarla gelin. Kadınlar gelip geçer ama dostların her zaman yanında olur.”

“Aynen öyle.”

Yağız’la Kerem yumruklarını tokuşturdu.

“Saplar Dayanışma Derneği,” diyen Gökhan gülüyordu. “Dostluk elbette çok önemli, doğru kişiyle beraber olduğunda o da en yakın dostlarından biri oluyor zaten.”

“Nihayet mantıklı konuşmaya başladın,” diyen Yağız onun omzuna vurdu. “Böyle devam.”

Gülüştüler.

Bir saat daha kafede oturup sohbet eden delikanlılar vakit akşamüstüne yaklaştığında kalkmaya karar verdi. Gökhan’la Yağız’ın Merdivenköy’e kadar uzun bir yolu vardı, evde yemekleri olmadığı için yemek de yapmak zorundaydılar; Kerem de okulda yorulmuştu ve evine gidip dinlenmek istiyordu.

Hesabı ödedikten sonra kafeden ayrıldılar.

“Eve geçerken sizi de metro durağına bırakayım,” dedi Kerem. “Metroyla da geçebilirsiniz değil mi?”

“Olur,” dedi Gökhan. “Metrodan da otobüse binip eve geçeriz.”

“O zaman atlayın.”

Arabaya binip yola koyuldular. İş çıkış saatinin yaklaşmasıyla beraber yollar yavaştan dolmaya başlamıştı. Bir saat sonra buralar tıklım tıklım olacaktı.

“Kafe güzeldi,” dedi Yağız. “Arada gideriz.”

“Aynen, ben de sevdim,” diye ona katıldı Gökhan. “Ders çıkışlarında gidilecek yerlere yeni bir yer eklendi.”

“Maltepe benden sorulur,” dedi Kerem gülümseyerek. “Arada size yeni yerler keşfettirmeye devam edeyim.”

“Mutlaka et. Eyvallah kardeşim.”

“Her zaman.”

Kerem doğma büyüme Maltepeliydi, bu yüzden ilçede bilmediği yer yoktu. İlçe şehrin batı taraflarına göre kısmen daha sakin olduğu için çoğu zaman burada zaman geçiriyordu. Şehrin korkunç kalabalığına işi olmadıkça girmeyi tercih etmiyordu.

En yakındaki metro istasyonuna vardıklarında Kerem arabayı istasyonun altındaki yolda durdurdu.

“Kerem Köse Lojistik’le yaptığınız yolculuğun sonuna geldiniz,” dedi Kerem. “Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.”

“Bir Yağız Turizm etmez ama fena değildi,” dedi Yağız gülerek. “Eyvallah kardeşim.”

“İlk fırsatta yine görüşelim,” dedi arka koltuktaki Gökhan. “Yılbaşı programının durumunu da kesinleşince söyleriz.”

“Çok iyi olur,” dedi Kerem. “Kendinize dikkat edin beyler, görüşürüz.”

Kerem ikisiyle de tokalaştı.

“Dikkatli sür,” dedi Gökhan. “Yoğunluk başladı.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Kerem gülümseyerek. “Siz de kendinize dikkat edin.”

Gökhan’la Yağız arabadan indi. İki kafadar yan yana metro istasyonuna yürümeye başladığında Kerem bir süre onların arkasından baktı, ardından gaza basıp yola koyuldu. Gökhan’la Yağız’ın istasyona ulaştığı saniyelerde Kerem de alt sokaktan doğuya dönüp evine doğru yol aldı.

]]>
Sun, 26 Feb 2023 11:00:24 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 22. Kare: Kıyıya Vuran Huzur https://edebiyatblog.com/kd-22kare-kiyiya-vuran-huzur https://edebiyatblog.com/kd-22kare-kiyiya-vuran-huzur Bölüm Fotoğrafı: Saeid Anvar

Haftanın ilk gününde dünün yorgunluğu üzerinde olan Gökhan’la Yağız 12’ye kadar uyudu. Sibel’le Atilla işe, Yiğit de okula gittiği için iki delikanlı evde yalnızdı. İlk uyanan Yağız oldu, kaba bir ses çıkararak gerneşen genç adam yatakta sağına döndü ve yan taraftaki koltukta uyuyan Gökhan’a baktı. Gökhan yüzü ona dönük şekilde sol tarafının üzerinde yatıyordu, yanakları biraz kızarmıştı ve yüzüne dökülen saçları neredeyse gözlerini kapatıyordu.

Yağız yatakta oturma pozisyonuna geçtikten sonra esnedi, pikesini üstünden attı ve ayaklarını yere koydu. Komodinindeki telefonun ekranını açıp saati gördüğünde gözleri irice açıldı.

“Yuh!” diye mırıldandı. “Kış uykusuna yatmışız resmen.”

Koltukta uyuyan Gökhan’ın göz kapakları aralandı. Genç adam yatakta oturan Yağız’ı fark ettiğinde gözlerini açıp kapattı ve ona daha dikkatli baktı.

“Günaydın,” dedi onun uyandığını gören Yağız.

“Günaydın,” dedi Gökhan boğuk bir sesle. Sırtüstü uzandı. “Saat kaç?”

“12 olmuş.”

“Ne?” diyen Gökhan ona baktı. “Ciddi misin?”

“Evet.”

“11 saat falan uyumuşum.”

“Dün çok yorulduk, normal. Bir de senin üzerinde ayların yorgunluğu vardı, dün de üstüne tuz biber oldu.”

“Gerçekten öyle ama var ya bebek gibi uyumuşum, çok iyi hissediyorum.”

“Al benden de o kadar. Şimdi de güzel bir kahvaltı hazırlayıp karnımızı doyururuz.”

“Doyuralım. Kurt gibi açım.”

“Ben de.”

Yağız odadan çıkarken Gökhan da yatağından kalktı. Her sabah yaptığı esneme hareketlerini yaptıktan sonra telefonunu eline alıp internete bağlandı. Yeni mesajı yoktu. Göksel’i aramayı sonraya erteleyip banyonun yanındaki tuvalete girdi.

“Kahvaltıya ne yapalım?” diye sordu az sonra banyodan çıkan Yağız. Genç adam elini yüzünü yıkayıp kendine gelmişti. “Ne istersin?”

“Omlet yapalım mı?” dedi üzerini değiştiren Gökhan. Tişörtünü başından geçirmeden önce odanın kapısında duran Yağız’a baktı. “Yanında da klasik kahvaltılıklardan yeriz.”

“Olur. O zaman ben malzemeleri çıkarayım, sen de üstünü değiştirince gelirsin.”

“Tamam kardeşim.”

Gökhan siyah tişörtünü giyip altına da gri şortunu geçirdi. Saçlarını eliyle şöyle bir düzelttikten sonra telefonunu aldı ve Göksel’i görüntülü aradı. Kız arkadaşı saniyeler içinde onun aramasını kabul etti ve yüzü telefonun ekranında belirdi. Genç kadın saçlarını topuz yapmıştı, yüzünde hiç makyaj yoktu fakat sürdüğü nemlendirici ve güneş kreminin etkisiyle cildi sağlıkla ışıldıyordu.

“Günaydın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Yeni mi uyandın?”

“Günaydın,” dedi onun yüzünü incelemeyi bitiren Gökhan. “Aynen, az önce uyandım. Sen ne yapıyorsun?”

“Salonda oturuyordum öyle. Ben uyanalı çok oldu, kahvaltımı edip salona geçtim. Bir şeyler izleyecektim.”

“Biz dün çok yorulunca bugün Yağız’la beraber öğlene kadar uyumuşuz. Evde yalnızız zaten; Yağız’ın ebeveynleri işe, kardeşi de kursa gitti.”

“Kahvaltı mı edeceksiniz?”

“Aynen, çok acıkmışız.”

“Hâliyle. Kendinize güzel bir kahvaltı hazırlayın da karnınızı doyurun.”

“Öyle yapacağız. Sen ne izleyecektin?”

“Bilmem,” dedi Göksel omzunu silkerek. “Henüz karar vermedim.”

“Sen de evde yalnızsın değil mi? Seninkiler işe gitmiştir.”

“Evet, tekim. Sen aramasaydın ben yazacaktım fakat sen önce davrandın.”

“Güne seni görerek başlamak istedim,” diyen Gökhan gülümsedi. “Yüzünü görünce günüm güzelleşiyor.”

“Benim de öyle. Gözlerin şişmiş, çok tatlı görünüyorsun.”

“11 saat uyuyunca şiştiler tabii.” Telefonu yüzüne yaklaştıran Gökhan gözlerini açarak kameraya baktı. “Bu hâlimle tatlı olduğumu düşünüyorsan beni gerçekten seviyorsun demektir çünkü bana kalırsa zombi gibi görünüyorum.”

Göksel küçük bir kahkaha attı. “Hiç de bile,” dedi gülerek. “Çok tatlı görünüyorsun, ayrıca uykulu ses tonun da çok çekici.”

“Hım,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Uyanır uyanmaz senden böyle güzel şeyler duymak iyi geldi, teşekkür ederim bebeğim. Ben de şunu söylemeliyim ki makyajsız çok güzel görünüyorsun. Çok durusun, çok hoşsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel yüzündeki kocaman gülümsemeyle. “Beni makyajsız da gördüğüne göre ilişkimiz bir adım daha ilerledi demektir.”

“Sen de benim yeni uyanmış hâlimi gördün, bu da bir adım dersek toplamda iki adım ilerlemiş oluyoruz.”

“Ne güzel işte.”

“Bence de,” diyen Gökhan odadan çıktı ve mutfağa ilerledi. Tezgâhın başındaki Yağız kâseye kırdığı yumurtayı çırpıyordu. “Yağız omleti hazırlıyor.”

Onun sesini duyan Yağız omzunun üzerinden arkadaşına baktı.

“Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu Yağız.

“Göksel’le,” dedi Gökhan. “Kahvaltı etmeden önce bir sesini duyayım, yüzünü göreyim istedim.”

“Selam söyle.”

“Aleykümselam,” dedi onun sesini duyan Göksel. “Kolay gelsin.”

Göksel’in sesini ilk kez duyan Yağız duyduğu bu kalın ama kadınsı ses karşısında şaşırdı. Göksel’in çok narin bir dış görünüşü olduğu için onun ince bir sese sahip olduğunu düşünmüştü fakat genç kadının sesi hiç de düşündüğü gibi değildi. Göksel’in olgun bir sesi vardı.

“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi Yağız.

“Ben de birazdan gelirim,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak.

“Tamam.”

Gökhan mutfaktan çıkıp salona girdi.

“Bugün ne yapacaksınız?” diye sordu Göksel.

“Gündüz evdeyiz,” diye yanıtladı Gökhan. “Yağız’ın yeni bir baterisi var, bir şeyler çalacağız. Akşama da buradaki birkaç arkadaşımızla buluşacağız, Yağız’ın beni tanıştırdığı kişiler.”

“Çok iyi, biraz da onlarla takılırsınız.”

“Öyle yapacağız. Senin bugün için bir planın var mı?”

“Yok, tüm gün evdeyim. Bir şeyler izler, fotoğraf ve video düzenlemeleriyle uğraşırım. Dün iyi gezdik, bugün dinleneceğim.”

“İyi bakalım.”

“Siz Yağız’la karnınızı doyurmaya ve zaman geçirmeye bakın, biz yine konuşuruz.”

“Tamam güzelim. Görüşürüz, öpüyorum seni.”

“Görüşürüz sevgilim, ben de öpüyorum.”

Göksel ona parmaklarıyla bir öpücük gönderdiğinde Gökhan gülümsedi ve ona öpücük attı.

“Bu dudağınaydı,” dedi genç adam. “O pembe, dolgun, öpülesi kiraz dudaklarına.”

“Yağız duyuyordur!” dedi Göksel utanarak. “Serseri. Hadi kapat.”

“Yabancı değil, bir şey olmaz.”

“Olur. Utanıyorum ben.”

Gökhan gülerek, “Tamam tamam,” dedi. “Kapatıyorum. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan aramayı sonlandırınca kendi kendine güldü.

“Duyuyordum,” dedi Yağız mutfaktan. “Pembe, dolgun, öpülesi kiraz dudaklarmış! Böyle bir betimleme en son divan edebiyatı döneminde Fuzûlî tarafından yapılmıştır.”

Gökhan bir kahkaha patlattıktan sonra, “Yine diline düştüm,” dedi. “Ayrıca sen neden bizi dinliyorsun? Çok ayıp.”

“Hemen yan odada konuşuyorsun, insan ister istemez duyuyor.”

“Duymak istemezsen duymazsın.”

“Fuzûlî’den anlamlı dizeler gelmeye devam ediyor,” diye dalga geçti Yağız. “Çok pis dilime düştün oğlum.”

Mutfağa giren Gökhan yavaşça onun kafasına vurdu. “Çok konuşma da kahvaltıyı hazırla, karnım kazınıyor.”

“Kiraz dudaklardan yemeyi deneyebilirsin.”

Gökhan ona vurmak için elini salladığında Yağız geriye kaçtı ve kahkaha attı.

“Son kiraz bükücü seni,” dedi Yağız. “Dolaptan kahvaltılıkları çıkarıp masaya yerleştir hadi.”

“Senin sevgilin olduğunda seni de göreceğim,” dedi Gökhan buzdolabına ilerlerken. “O zaman sen de benim dilime düşersin.”

“Beni kendinle karıştırma çakma Romeo.”

İki dost birbiriyle atışmaya devam ederek kahvaltıyı hazırladı ve masaya oturdu. Yağız’ın yaptığı omlet leziz olmuştu, omleti masadaki diğer kahvaltılıklarla ve taze demlenmiş çayla birlikte mideye indirdiler.

Yağız’ın odasına geri döndüklerinde saat öğlen 1’i geçiyordu. Gökhan, Yağız’ın Tama marka akustik davul setinin taburesine oturup bateriyi yakından incelemeye başladı. Bateri çok hoş bir kırmızı tonundaydı ve asil görünüyordu.

“Canavar gibi duruyor,” diye bir yorumda bulundu Gökhan. Yan taraftaki bagetleri aldı. “Biraz tıngırdatayım. Test sürüşümüzü yapalım.”

“Canavarla tanışmaya hazır ol,” dedi Yağız sırıtarak. “Bir baterim olduğuna hâlâ inanamıyorum. Hayatım boyunca aldığım en iyi hediye.”

“Maddi değeri de yüksek bir hediye fakat manevi değerinin yanında bir hiç.”

“Kesinlikle öyle.”

Gökhan bateriyi çalmaya başladığında yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bagetleri zillere, davula vurup çıkan hoş sesi dinledi ve bunu hızlıca yapıp ortaya bir melodi çıkardı.

“Heyt be!” dedi Yağız. “Baban da mı bateri çalıyordu?”

“Yok, o enstrümanları çalmak yerine duvara vurup kırmayı tercih eder,” dedi Gökhan şakayla karışık. “Bu canavar bizim evde olacağına göre çalmayı bildiğim enstrümanlar listesine yeni bir üye ekleniyor demektir.”

“Şaka amaçlı söylenmesi bile çok kötü lan,” diyen Yağız kaşlarını çattı. “Her ayrıntısıyla korkunç bir şey.”

“Biliyorum, bizzat oradaydım ama üç sene sonra neden düşünüp ilk günkü gibi acıtmasına izin vereyim ki? Dalgasını geçmek daha kolay geliyor.”

“Elbette düşünüp acı çekme. Hepsi geride kaldı, çok eskide.”

“Çok şükür ki,” diyen Gökhan tebessüm etti. “Neyse ne canım, müziğe odaklanalım. Bana bateri çalmayı öğretmeye ne dersin? Oldukça hevesli olduğumu söylemeliyim.”

“Temel olarak biliyorsun.”

“Biliyorum ama en baştan senden dinlemek isterim.”

“Konservatuvar öğrencisinden müzik öğretmenliğine terfi ettim demek, bana hava hoş.”

Yağız ona bateri çalmayı bateri üzerinden uygulamalı olarak anlatırken Gökhan onu can kulağıyla dinledi. Yağız’ın da söylediği gibi Gökhan temel olarak bateri çalmayı, enstrümanın çalışma mekanizmasını biliyordu ­—tıpkı pek çok enstrüman gibi­— ama pek pratik yapma fırsatı olmamıştı ve bir parçayı baştan sona çalacak birikime sahip değildi. Yağız ona bateri hakkında öğrendiği her şeyi tıpkı bir öğretmen gibi aktardı.

“Burada işin sırrı pratik yapmak,” diye bitirdi sözlerini Yağız. “Yoksa John Bonham da gelip sana bateriyi anlatsa sen kendin çalmadığın sürece bir adım ilerleyemezsin. Senin de çok iyi bildiğin üzere enstrüman çalmaktaki asıl sihir yetenek değil, pratiktir. Çalmayı öğrenirken onlarca videosunu izlediğim kanallar var, istersen sen de onları izler ve onlarla pratik yaparsın.”

“Çok iyi olur,” dedi Gökhan. “Zaman buldukça düzenli bir şekilde çalmak isterim.”

“Ne zaman istersen.”

“Eyvallah kardeşim. O zaman ben bateriyi ustasına teslim edeyim ve bir gitar kapayım. Jackson Bey beni bekler.”

“Ne çalalım? Şaka şaka, tabii ki Yavuz Baba’yı çalacağız. Bir Yaşamak İstemem patlatır mıyız? Girişini.”

“Anasını bile satarız!”

Yağız bir kahkaha patlatırken, Gökhan da gülerek Yağız’ın Jackson marka elektro gitarını aldı ve amfiye bağladı. Genç adam ses ayarlarını yaparken baterinin taburesinde oturan Yağız onu izledi.

“Benim gitarımı benden iyi çalmak üzeresin,” dedi Yağız. “Biraz kıskanıyor olabilirim ama çok az.”

“Sen de çok iyi bir gitaristsin,” dedi Gökhan gitarı omzuna asarken. “Kendine haksızlık etme.” Pena kutusundan rastgele bir pena aldı ve gitarın sesini kontrol etti. “Pedalları açayım ve başlayalım, olur mu?”

“Olur.”

Gökhan gereken tüm hazırlıkları yaptığında artık şarkıyı çalmak için hazırdılar.

“Başlıyoruz,” dedi Gökhan. “Son iki üç dört.”

Gökhan şarkının başındaki bol efektli girişi çaldıktan sonra Yağız da bateriyi çalmaya başladı ve beraber şarkıya girdiler. Gökhan kafasını baterinin ritmine uygun olarak sallarken yüzünde zevk dolu bir ifade vardı. Bu şarkı en sevdiği Çetin parçalarından biriydi ve hem dinlemeyi hem de çalmayı çok istiyordu. Yağız’ın yüzünde de bir gülümseme vardı. Gökhan gibi olağanüstü bir gitaristle birlikte çalmak onun için her zaman büyük bir zevkti.

“Ne şarkı be!” dedi Yağız girişi çalmayı bitirdiklerinde. “Efsane.”

“Solosunu da çalalım mı?” dedi Gökhan. “Biraz daha ısınmış oluruz.”

“Çalmaz mıyız yahu? Ama önce soloyu duymam lazım, bir hatırlatma yapalım.”

“Çalayım, ayıpsın.”

Gökhan şarkının solosunu çalmaya başladığında Yağız notaları hemen hatırladı.

“Tamam, hatırladım.”

Bu sefer de şarkının efsanevi solosunu çalmaya başladılar. Bateriyi çalan Yağız’ın yüzü gülüyordu, Gökhan’sa usta parmaklarıyla gitarda harikalar yaratırken çoğu zaman gitara bakmıyor ve duyduğu şeyin tadını çıkarıyordu. Çetin’in şarkıları çalması zor parçalardı fakat yıllardır onun parçalarını çalan Gökhan’ın çoğu zaman gitara bakmasına gerek bile yoktu. Genç müzisyen ne çaldığını çok iyi biliyordu.

“Sen bu sporu yapıyorsun,” dedi Yağız soloyu da bitirdiklerinde. “Seni dinlemeyi özlemişim, seninle çalmayı ise daha çok özlemişim.”

“Ben de öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sen de bateride epey gelişmişsin, hazirandan bu yana çok yol kat etmişsin.”

“Teşekkür ederim Gök, bunu duymak sevindirdi. Hadi bir şeyler daha çalalım.”

İki arkadaş Yiğit okuldan dönene kadar enstrümanlarla vakit geçirdi. Yiğit okuldan dört sularında döndü ve ağabeyiyle Gökhan’ı ağabeyinin odasında otururken buldu.

“Hoş geldin,” dedi Yağız’la Gökhan.

“Hoş buldum,” diyen Yiğit sandalyeye oturdu.

“Okulun ilk günü nasıldı?” diye sordu Gökhan.

“Fena değildi. Çok boş vaktimiz oldu, ödevlerimi yaptım.”

“Aferin.”

“Siz neler yaptınız?”

“Ayıptır söylemesi 12’de uyandık,” diye cevapladı Yağız. “Kahvaltı ettikten sonra soluğu burada aldık, o zamandan beri de çalıyoruz.”

“Hani bensiz çalmayacaktınız?”

“Bu akşam olmaz ama yarın akşam size küçük bir konser veririz, onun için prova yaptık diyelim.”

“Biraz erken bir prova olmuş ama öyle olsun bakalım. Yemek ne durumda? Yapmadın sanırım.”

“Seninle yaparız,” diyen Yağız kardeşine gülümsedi. “Yardım edersin.”

“Ben okuldan geldim ya, yemekle falan uğraştırma.”

“Okulda taş taşıdın sanki, zırlama.”

“Ders çalıştım, fiziksel olarak pek bir şey yapmamış olsam da zihinsel olarak epey yoruldum.”

“Ağza bak ağza, başıma Einstein kesildi lavuk.”

“Şşh,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak. “Çocuk okulda yorulmuştur, yemeği biz yaparız. Hem buranın benim de evim olduğunu sen söylüyorsun ve ben evimde yemek yaparım.”

“Bak bak,” dedi Yağız, Gökhan’ı göstererek. “Gökhan adamlığın kitabını yazmış, oku da örnek al.”

“Eyvallah ama uğraşma çocukla. Mantarlı tavuk soteyle pilav yapalım mı?”

“Güzel seçim. Çorba olarak da hazır Ezogelin çorbası var, onu pişiririz. Sen ne dersin Yiğit?”

“Allah derim,” dedi Yiğit. “Mantarla tavuğu almaya giderim, siz de yemeği hazırlarsınız.”

“Olur. Sana para vereyim de marketten bir koşu gidip al.”

Yiğit markete gidip malzemeleri aldıktan sonra Gökhan’la Yağız yemeği hazırladı. Ebeveynlerinin ikisi de çalıştığı için tatil günlerinde yemek işini Yağız’la Yiğit hallediyordu. Sibel oğullarına yemek, temizlik, bulaşık, çamaşır gibi tüm ev işlerini öğretmiş ve onları tek başlarına hayatta kalacak donanıma sahip hâle getirmişti. Yağız da üç senedir İstanbul’da okuduğu ve evde yaşadığı için tüm ev işlerinde kendisini çok geliştirmişti.

Saatler altıyı geçerken Sibel’le Atilla eve birkaç dakika arayla döndü. Atilla çalıştığı fabrikanın servisiyle işe gidip geliyordu; Sibel de genelde arabayı kullanıyor, bazen de evlerine yakın olan iş yerine yürüyerek gidip geliyordu. Bugün Gökhan’la Yağız’ın evde olacağını bildiği için arabayı almıştı.

“Ne güzel kokutmuşsunuz,” dedi mutfağa giren Sibel. “Mantar ve tavuk kokusu alıyorum, sote mi yaptınız?”

“Evet,” dedi Yağız. “Yiğit malzemeleri aldı, Gökhan’la ben de yemeği yaptık.”

Tencerenin kapağını kaldıran Sibel yemeğe baktı. “Leziz görünüyor, ellerinize sağlık. Üstümüzü değiştirip elimizi yüzümüzü yıkayalım da yiyelim.”

Dakikalar içinde yemek masasında toplandılar.

“Bugün neler yaptınız?” diye sordu Atilla.

“Öğlene kadar uyuduk,” dedi Yağız. “Kahvaltı ettik, Yiğit dönene kadar bir şeyler çaldık; sonra akşam yemeğini hazırladık ve şimdi de yiyoruz.”

“Yağız’ın baterisini beğendin mi Gökhan?”

“Çok beğendim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçek bir canavar. Çok iyi bir bateri tercihi yapmışsınız.”

“Gönül isterdi ki daha iyisi olsun ama gücümüzün yettiğini aldık.”

“O nasıl laf öyle?” dedi Yağız babasına bakarak. “Sahip olduğum en iyi şeylerden biri, duymamış olayım. Daha iyi bir bateri düşünemezdim.”

“Harika bir evlatsın.”

“Harika ebeveynlersiniz,” dedi Yağız sevgiyle onlara bakarak. “Harika bir aileyiz. Beşimizin bir arada olmasını özlemişim.” Gökhan’ın omzuna dokunup gülümsedi. “Bu ortamı özlemişim.”

Gökhan güldü ama dolan gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Bu aile onun için çok kıymetliydi, bu aileyle geçirdiği anlar onun için çok şey ifade ediyordu. Hiçbir kelimeyle anlatılamayacak, sadece kalbin derinliklerinde hissedilebilecek bir şey.

“Duygulandırmasına yahu,” dedi Sibel duygulu bir sesle. “Hadi yemeklerinizi yiyin. Arkadaşlarınızla ne zaman buluşacaksınız?”

“Yediden sonra,” dedi Yağız. “Yemeğimizi yedikten sonra hazırlanıp çıkarız.”

Aile üyeleri sohbet ederek akşam yemeğini yediler. Diğerleri mutfağı toparlarken Yağız’la Gökhan da buluşma için hazırlandı. Yağız’ın liseden yakın arkadaşları İlke, Efe, Meriç ve Ebrar’la buluşacaklardı. Yağız onlarla Gökhan’ı birinci sınıfın yaz tatilinde tanıştırmıştı ve o zamandan beri Gökhan Balıkesir’e geldiğinde görüşüyorlardı. Onlar Gökhan’ı sevmişti, Gökhan da onları sevmişti.

“Yürüyen karizma be!” dedi Gökhan’ı süzen Yağız. Gökhan üstüne beyaz bir gömlek, mavi kot pantolon giymiş; her zamanki takılarını takmış, uzamış saçlarını da ön tutamları alnına gelecek şekilde şekillendirmişti. “Kızların senden uzak durması için alnına sevgilim var yaz da Göksel’le sıkıntı çıkmasın.”

“Kızlar da beni bekliyordu zaten,” dedi Gökhan. “Ben hayatımın aşkını bulup piyasadan çekildim. Öncesinde de piyasada olduğum söylenemezdi gerçi, kendi hâlimde takılıyordum.”

“Göksel şu an seni duyamaz.”

“Hadi canım, ben de Fatih’teki evinde oturmuş beni dinliyor zannediyordum.”

“Saçını yapmamış olsan ensene şaplağı yerdin ama dokunmayayım hadi. Hazırsan çıkalım, bizimkiler çıkmış.”

“Gördüğün üzere hazırım.”

Yağız arabanın anahtarını aldıktan sonra evden ayrıldılar. Balıkesir’in ana caddelerinin birindeki kafede buluşacaklardı, kafe evlerine uzak sayılmazdı ama yürümek istemedikleri için ulaşımı arabayla yaptılar.

“Sen ehliyeti ne zaman alacaksın?” diye sordu Yağız yolda giderlerken. “İlk fırsatta al da arabayı hep ben sürmek zorunda kalmayayım.”

“Daha çok var,” dedi Gökhan. “Okul bitmeden alamam. Okul başlıyor, yarı zamanlı çalışmaya geçeceğim ve zaten üç kuruş para kazanırken bir de ehliyet masrafını karşılayamam.”

“Sen de haklısın. Neyse, önümüzdeki yazdan sonra şoför koltuğunda seni görürüz artık.”

“Hayırlısı.”

Kafeye vardılar. Diğerleri gelmiş, köşedeki bir masaya oturmuştu bile. Kafeye girince onları fark eden ikili, arkadaşlarının oturduğu masaya ilerledi. Kısa bir selamlaşma merasimi yaşandı, ardından hepsi masaya oturdu. Kış tatilinden bu yana görüşmeyen Gökhan ve diğerleri nasıl olduklarına, neler yaptıklarına dair sohbet etti.

“Okullar başlamadan görüşmemiz iyi oldu,” dedi Meriç. “Bu hafta hepimizin Balıkesir’de olduğu son hafta. Ben ve Ebrar hafta sonu gidiyoruz, Yağız zaten hafta içi seninle dönecek diye biliyorum.”

“Aynen, çarşamba İstanbul’a döneceğiz,” diye onayladı Gökhan. “Gitmeden sizi yakaladığıma sevindim.”

“Biz de öyle,” dedi İlke. “Yaz nasıldı diyeceğim ama çalıştığını biliyorum, iş güç uğraşıp durmuşsundur.”

“Evet, zamanımın çoğu işte geçti fakat işten artakalan zamanlarda da arkadaşlarımla görüşme, eğlenme, müzikle ilgilenme fırsatım oldu. Yoğundu, dolu dolu geçti.”

“Ne güzel. Kız arkadaşınla olan hikayeyi de gördüm, hayırlı olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Çok güzel bir kızmış,” diye konuşmaya katıldı Ebrar. “Biraz bahsetmek ister misin? Ama bundan önce sormak istediğim bir soru var: Saçları boya mı?”

Gülümseyen Gökhan, “Doğal rengi,” dedi. “İsmi Göksel, fotoğrafçı ve bu alanda eğitim alıyor. Sahne aldığım kafeye geldiğinde tanıştık, konu buraya kadar geldi.”

“Göksel mi? Senin isminle ne kadar uyumlu.”

“Gerçekten,” dedi İlke. “Ona da kısaca Gök diyorlar mıymış? Diyorlardır.”

“Evet,” dedi Gökhan. “Bazen birbirimize de böyle sesleniyoruz.”

“Çok tatlı. Tekrardan hayırlı olsun, umarım çok mutlu olursunuz.”

Diğerleri de benzer şeyler söyleyince Gökhan hepsine teşekkür etti. Siparişlerini veren gençler iki saat boyunca sohbet etti. Yağız bulunduğu her ortamın olduğu gibi bu ortamın da neşesi oldu, esprileriyle masayı pek çok kez kahkahalara boğdu. Gökhan da bu eğlenceli ortamın tadını çıkardı, başka hiçbir şeyi düşünmeden arkadaşlarıyla sohbet edip vakit geçirdi. Yarın erkenden kalkıp işe gitme düşüncesi olmadan bir yerde oturup arkadaşlarıyla vakit geçirmek, anın tadını çıkarmak onun için muhteşem bir histi.

“Yarın ne yapacaksınız?” diye sordu Efe.

“Ayvalık’a gideceğiz,” dedi Yağız. “Pazar günkü gibi sabahtan akşama kadar denizde olacağız, serin suların sefasını süreceğiz.”

“Sürün tabii. Sen tüm yaz denizdeydin zaten ama Gökhan bu sene ilk kez tatil yapıyor, çocuk biraz tadını çıkarsın.”

“Hiç merak etme,” dedi Gökhan. “O iş bende. Pazar günü inanılmaz iyi vakit geçirdim, bir günde bile bronzlaştım resmen; yarın da yine bol yüzmeli ve güneşlenmeli bir gün olacak.”

“Benim yerime de yüzüp güneşlenin.”

“Sen de Yağız gibi denize doymadın,” dedi İlke ona bakarak. “Bu yaz o kadar denize gittin ki kararmaktan ırk değiştirdin resmen.”

“Yani? Ne olmuş? Yaz tatilleri denize girmek ve bronzlaşmak için vardır.”

“Haklı,” diye ona arka çıktı Yağız. “Yazın denize girmeyip de ne yapacağız? Hele de Balıkesir gibi bir şehirde yaşarken.”

Yağız ve Efe yumruk tokuştururken İlke onlara yandan bir bakış attı, Gökhan’sa genç kadına bakarak gülümsedi.

“Fotoğraf çekilelim,” dedi Ebrar. “Hem hatıra kalır hem de hesaplarımızda paylaşırız. Meriç sen başta oturuyorsun zaten, kolların da uzun; sen çeker misin?”

“Çekerim,” diyen Meriç telefonunu çıkardı ve kamerasını açtı. “Gülümseyin beyler ve bayanlar.”

Hepsi poz verdiğinde Meriç deklanşöre bastı.

“Bir tane daha,” dedi İlke. “Hiç bozmayın.”

Meriç bir fotoğraf daha çekti. Hepsi fotoğrafları beğenince Meriç fotoğrafları onlara gönderdi.

“Güzel çıkmışız,” dedi gülümseyerek fotoğrafa bakan Gökhan. “Hikayemde paylaşacağım.”

“Ben de atarım,” dedi Yağız. “Kankalarımla İstanbul’a dönmeden son bir kez buluşmuşum, bunu atmayacağım da neyi atacağım?”

Gökhan fotoğrafı hikayesinde paylaşmak üzere seçti, Balıkesir’i konum olarak ekledi ve fotoğrafın altına da bir mavi kalp koyduktan sonra fotoğrafı paylaştı.

“Kalabalık olduğumuz için bizi etiketlemeye üşendin değil mi?” diye sordu Yağız.

“Tanıyorsun malını,” dedi Gökhan gülerek. “Sen etiketlersin, almak isteyen senden alsın.”

Gençler sohbet etmeye devam ederken İstanbul’daki evinde odasına çekilen ve sosyal medya hesabına giren Göksel, erkek arkadaşının yeni bir hikaye paylaştığını görerek hikayesini açtı. Fotoğrafta ikisi tanıdık —Yağız’ı Gökhan’ın hesabındaki birkaç fotoğrafta görmüştü—, dördü yabancı altı yüz vardı; hepsini inceledi ama bakışları Gökhan’ın yüzünde daha uzun süre gezindi. Erkek arkadaşının bronzlaşmış yüzünü süsleyen tatlı gülümsemesini, alnına doğru şekillendirdiği düz saçlarını, beyaz gömleğini ve gömleğin açık yakasından görünen gerdanını uzunca inceledi.

Genç adam kesinlikle baş döndürücü görünüyordu.

Göksel onun hikayesini beğendikten sonra hikayesine yanıt olarak üç tane sarı kalp gönderdi.

Bildirim seslerini duyan Gökhan telefonunu eline aldı. Göksel’in hikayesini beğendiğini ve hikayesine sarı kalp attığını görünce gülümseyerek mesaj bildiriminin üstüne dokundu.

“Göksel mi?” diye sordu onun telefonuna bakan Yağız. “Kalp atmış.”

“Aynen,” dedi Gökhan bakışlarını ekrandan ayırmadan. “Ben de cevap vereyim.”

Gökhan da cevap olarak üç tane mavi kalp gönderdi.

“Fenerbahçeli sevgililer gibisiniz,” dedi Yağız. “Sarı, lacivert; en büyük Fener.”

“Ha ha ha!” dedi gözlerini kısan Gökhan. “Sarı Göksel’in en sevdiği renk olduğu için genelde sarı kalp atıyor, ben de maviyi çok sevdiğim için mavi atıyorum.”

“Olsun, yine de Fenerbahçeli sevgililere benziyorsunuz. Sen takım tutmuyorsun, Göksel tutuyor muymuş?”

“Hiç konusu geçmedi ama sanmıyorum, Göksel futbolla ilgilenecek biri değil.”

“Tam kafana göre birini bulmuşsun.”

“Ne sandın? Biz sanatla ilgileniyoruz, spor ilgimizi çekmiyor.”

“Tamam Mozart.”

Gökhan dirseğiyle yavaşça ona vurduğunda Yağız sırıttı. Gökhan’la uğraşmak, onu sinir etmek yapmayı en çok sevdiği şeylerden biriydi.

Saatler 10’a yaklaşırken grup üyeleri ayaklandı.

“Bugün bendensin,” dedi Yağız, Gökhan’a dönerek. “Hesabı ben öderim.”

“İyi bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Eyvallah kardeşim benim.”

Diğerleri kendi siparişlerini ödedikten sonra Yağız da Gökhan’la kendisinin siparişlerini ödedi.

“Çok güzel bir akşamdı,” dedi İlke dışarı çıktıklarında. “Size şimdiden iyi yolculuklar dilerim beyler. Okulda da bol şans.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Yağız onun koluna dokunup gülümseyerek. “Hepimiz için başarılı bir okul yılı olur umarım.”

Vedalaşan grup üyeleri dağıldı. Diğerleri yakınlardaki evlerine yürürken, Gökhan’la Yağız da arabaya binip kendi evlerine doğru yola koyuldu. Saat geç olduğu için etraf çok tenhalaşmıştı.

“Güzel vakit geçirdin mi?” diye sordu Yağız. “Özlemiş misin bizimkileri?”

“Özlemiştim tabii,” dedi Gökhan. “Harika vakit geçirdim. Arkadaşlarımla zaman geçirmek benim için her daim çok keyifli bir aktivite.”

“Benim için de öyle. İstanbul’a dönmeden bizimkileri de son bir kez görmüş oldum, iyi oldu.”

“Evet, bir daha kış tatiline kadar görüşemezsiniz.”

“Aynen.”

“İstanbul’a döndüğümüzde,” dedi Gökhan konuyu istediği meseleye getirerek. “Seni Göksel’le tanıştırmak istiyorum. Sen de ister misin?”

“Harbi mi?” diye sordu ona dönen Yağız.

“Harbi. İlişkimizin çok başındayız ama Göksel gerçekten sevdiğim ve değer verdiğim biri; en yakın arkadaşımla tanışmasını çok isterim.”

“Ben de çok isterim,” dedi Yağız gülümseyerek. “Kardeşimi bu kadar mutlu eden, ona iyi gelen kişiyle tanışmak isterim.”

“O zaman İstanbul’a döndüğümüzde bir buluşma ayarlarız.”

“Olur.”

İkili eve geri döndüğünde Sibel’le Atilla’yı salonda dizi izleyip meyve yerken buldular, Yiğit’se odasındaydı.

“Hoş geldiniz çocuklar,” dedi Sibel. “Buluşmanız nasıl geçti?”

“Hoş bulduk,” diyen Yağız kendini koltuğa attı. “Güzeldi, epey sohbet ettik.”

“İyi yapmışsınız. Gökhan özlemiş misin buradakileri?”

“Özlemişim elbette,” diye yanıtladı Gökhan. “Aylar sonra görüşmek, sohbet etmek çok iyi geldi.”

“İyi bakalım. Meyve ister misiniz? İçerseniz çay da var.”

“Ben bir şey yiyip içmeyeceğim.”

“Ben de öyle,” dedi Yağız. “Yiğit odasında mı?”

“Evet,” dedi Atilla. “Çayını ve meyvesini alıp odasına çekildi. Oyun oynuyor sanırım.”

“Bak sen, gidip bir kontrol edeyim.”

“Ben de geleyim,” dedi Gökhan onun peşinden ayağa kalkarak.

Yağız’la Gökhan Yiğit’in odasına girince delikanlıyı bilgisayarda oyun oynarken buldular.

“Siz mi geldiniz?” dedi Yiğit kulaklıklarını çıkararak. “Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk,” diyen Yağız kardeşinin yanına ilerleyip bilgisayar ekranına baktı. “CS ha? Üstelik bensiz? Yazıklar olsun.”

“Sen dışarıda arkadaşlarınla takılıyorsun diye oynamasa mıydım? Çok da eğlenceli vakit geçirdim.”

“Benim de canım çekti bak.”

“Oynayalım mı?” diye sordu Gökhan. “Benim de oynayasım geldi şu an.”

“Gel oyna ağabey,” diyen Yiğit sandalyesinden kalktı. “Sana müsaade ediyorum.”

“Valla oynarım,” diyen Gökhan sandalyeye oturdu. “Sizin kadar iyi değilim ama benim de birkaç numaram var.”

“Ve Gökhan Uygur CS’de,” dedi Yağız bir sunucu edasıyla. “Burası karışacak, vaziyet alın.”

“Bu parmaklar sadece enstrüman çalmıyor,” dedi Gökhan parmaklarını çıtlatarak. “Hadi ava çıkalım beyler. Yüksek ihtimalle ava giderken avlanacağım ama biz eğlenmemize bakalım.”

***

Kalabalık olmayan sahil sakindi. Bir grup kumsalda güneşlenirken bir grup da denizde yüzüyordu. Gökhan ve Yağız da denizdeydi, denizin üstünde yatan delikanlılar elleriyle ayaklarını hafifçe sallayarak hem denizin hem de tepede parıl parıl parlayan güneşin tadını çıkarıyordu.

Saat 12 olmak üzereydi, buraya vardıklarında saat 9’u biraz geçiyordu ve o zamandan beri denizin içindeydiler. Derinlerde beraber uzun uzun yüzdükten sonra kıyıya yaklaşmış ve suya uzanmışlardı.

“Şu an kafamda Bikinisinde Astronomi çalıyor,” dedi Yağız. “Huzuruma huzur katıyor.”

“Güzel şarkı,” diyen Gökhan gülümsedi. Onun da gözleri arkadaşı gibi kapalıydı. “Söylesene.”

Yağız şarkıyı söylemeye başladığında Gökhan’ın gülümsemesi genişledi. Yüksek bariton olan Yağız’ın sesinin rahatlatıcı bir tonu vardı, özellikle de pes sesleri bir ninni gibi yatıştırıcıydı. Gökhan onu dinlemeyi çok seviyordu, onun ses tonunu çok beğeniyordu ve böyle güzel bir ses tonu bir de eğitimli olunca insanda hayranlık uyandırıyordu.

“Sıkılırsan güneşten,” diye başlayan kısımda Gökhan ona eşlik etmeye başladı ve şarkıya beraber devam ettiler. “Gece oluruz erkenden / Sen istersen.”

Gökhan’ın tiz sesiyle Yağız’ın pes sesi karışınca ortaya büyülü bir ses çıkıyordu. Suyun üstünde usulca hareket eden iki dost düet yaptı, onları şarkının onun ağzından yazıldığı deniz dinledi.*

(*: Bu şarkının denizde boğulan bir kadın hakkında denizin ağzından yazıldığı biliniyor.)

“Ağzımıza, yüreğimize sağlık,” dedi Yağız şarkı bitince. “Güzel söyledik.”

“Bence de,” diye ona katıldı Gökhan. “Seninle şarkı söylemeyi özlemişim.”

“Ben de öyle. Karnım acıktı, kıyıya çıkıp bir şeyler yiyelim mi?”

“Olur, ben de acıktım.”

Denizden çıkan iki arkadaş kumsalın ilerisine park ettikleri arabaya ilerledi. Yemek için yanlarında poğaça, gazoz ve atıştırmalık olarak bisküvi getirmişlerdi. Poğaçalarla gazozları, oturmak için plaj havlusunu ve telefonlarını alıp kumsala geri döndüler.

“Deniz insanı ne kadar acıktırıyor,” diyen Gökhan poğaçadan büyük bir ısırık aldı. “Şunları yiyeyim de kendime geleyim.”

“Ayvalık’a gelmişken Ayvalık tostu yemeden olmaz,” dedi Yağız. “Dönüşte tost yiyelim.”

“Ben de aynısını düşünüyordum. Buraya kadar gelmişken Ayvalık tostu yemeden dönmem.”

Sohbet ederek karınlarını doyurdular.

“Ben bir Göksel’i arayayım,” dedi Gökhan. “Çoktan uyanmıştır, bir sesini duyayım.”

“Ara bakalım Romeo,” dedi Yağız ona yandan bir bakış atarak. “Ben de sap hâlimle Instagram’da gezinirim.”

“Kimseyi istemeyen sensin.”

“Evet ama sap muhabbeti yapmak hoşuma gidiyor.”

“Manyak. Görüşmeyi kısa tutarım, merak etme.”

Ayağa kalkan Gökhan uzaklaşırken Yağız onun arkasından baktı.

“Sırıtmasına saniyeler kaldı,” diye düşündü genç adam. Gökhan yan dönünce onun güldüğünü gördü. “İşte. Göksel telefonu açmış bile.”

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Gökhan.

“Video düzenliyordum,” diye cevapladı Göksel. “Sen ne yapıyorsun?”

“Bugün çalışma günü anlaşılan. Biz de dediğim gibi Ayvalık’a geldik, kumsaldayız şimdi; bir şeyler yedikten sonra seni aradım.”

“Ne yediniz?”

“Poğaçayla gazoz getirmiştik, onları yedik.”

“Afiyet olsun ama Ayvalık tostundan da yiyin.”

“Yiyeceğiz tabii ki,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Dönüşte yeriz.”

“İyi bakalım. Tatil nasıl gidiyor?”

“Harika. Sabah epey yüzdük, birazdan yine denize girer ve yüzmeye devam ederiz. Hava çok güzel, su da öyle.”

“Sadece Yağız’la sen varsın değil mi?”

“Aynen, ikimiziz. Sibel ablayla Atilla ağabey çalışıyorlar, Yiğit de okulda.”

“İki kafadar beraber takılıyorsunuz desene. Ayvalık güzel bir yer, tadını çıkar.”

“Hiç geldin mi?”

“Birkaç kez gittik,” dedi Göksel. “En son üniversitenin birinci sınıfının yaz tatilinde gitmiştik, ondan önce de lisede ve ortaokulda gittik.”

“Bak sen, o zaman buraları da biliyorsun.”

“Evet, gelip gördüm. Ayvalık, Edremit, Gömeç gezdiğim yerlerden.”

“Bir gün beraber gezelim,” dedi Gökhan. Yüzünde şirin bir gülümseme vardı. “Mesela önümüzdeki yaz olabilir.”

“Hım,” diyen Göksel’in sesi oldukça keyifli çıktı. “Çok güzel olur. Benden daha iyi biliyorsundur, beni gezdirirsin.”

“Benim de çok bildiğim söylenemez ama tanıdığım yerler, beraber keşfederiz.”

“O zaman anlaştık?”

“Anlaştık. Dün Yağız’a da sizi tanıştırmak istediğimi söyledim, o da memnuniyetle kabul etti. Bu cumartesi buluşabiliriz, Parça’ya gelirsen orada hep beraber vakit geçiririz. Ne dersin?”

“Bu cumartesi olmaz,” dedi Göksel. “Kızlarla buluşacağım. Akşamı onlarla geçireceğim.”

“Öyle mi? Planınız ne?”

“Beşiktaş’ta bir yere oturup zaman geçireceğiz. Okullarımız başlamadan önce son bir kez buluşup eğlenmek istedik. Ahsen, Şevval ve Sinem olacak, seninle tanıştığım akşam yanımda olan arkadaşlarım. Aslında Ahsen’le Şevval’in dönemi başladı bile ama daha ilk hafta olduğu için henüz tam anlamıyla başlamış sayılmaz. Geçen hafta hepimiz müsait olamadık ama bu hafta programlarımızı buna göre ayarladık, sizinle görüşmeyi de çok isterim ama kızları ekmem mümkün değil.”

“Yok canım, elbette ekme,” dedi Gökhan hemen. “Böyle bir şeyi asla istemem, düşünmem bile. Hem zaten acelesi yok. Biz de önümüzdeki hafta görüşürüz.”

“Tamam ama Parça’da buluşmasak olur mu? Sen sahnedeyken Yağız’la yalnız kalırım, gerilirim ve muhtemelen çok fena saçmalarım. Senin her zaman yanımızda olduğun bir yerde buluşsak çok daha iyi olur.”

Gökhan gülerek, “Tamam o zaman,” dedi. “Pazar iş çıkışımdan sonra görüşebiliriz. Bu hafta Aras’la dersim var, okulum da başlayacağı için işlerim olur fakat önümüzdeki pazar gününe ayarlamalarımı yaparım. Uygun mudur güzelim?”

“Hem de çok uygundur,” dedi Göksel rahat bir nefes alarak. Yağız, Gökhan’ın en yakın arkadaşı ve aynı zamanda ev arkadaşı olduğu için ondan çekineceğini biliyordu ve onun yanında ne suspus oturmak ne de konuşunca saçmalamak istiyordu; bu yüzden Gökhan’ın sürekli masada olacağı ve ortama canlılık katacağı bir tanışma olması onlar için en iyisiydi. “Ayrıntıları yine konuşuruz. Önümüzde bir haftadan uzun bir süre var nasıl olsa.”

“Aynen, tabii ki konuşuruz. Hepimize uyacak şekilde bir görüşme ayarlarız. O günü sabırsızlıkla bekliyorum.”

“Bir de bana sor,” diye mırıldandı Göksel. Bu tanışma için gergindi. “Yarın dönüyorsunuz değil mi?”

“Evet, yarın akşam İstanbul’da olacağız.”

“Bilet aldınız mı?”

“Henüz almadık, ya bu akşam ya da yarın sabah alırız. Yine otobüsle geliriz zaten, çok fazla sefer oluyor.”

“Bileti alınca bana haber ver lütfen.”

“Veririm güzelim. O zaman ben şimdi kapatayım, sana video düzenlemede kolay gelsin.”

“Teşekkür ederim. Size de iyi eğlenceler.”

Vedalaşan çift konuşmayı sonlandırdı. Gökhan, Yağız’ın yanına döndüğünde genç adamı söylediği gibi sosyal medyada gezinirken buldu.

“Görüşmeniz bitti demek çifte kumrular,” dedi onu fark eden Yağız. “Denize geri dönelim mi?”

“Dönelim.”

Eşyalarını yeniden arabaya koyduktan sonra denize koştular ve kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar. İki dost saat 5’e kadar denizde vakit geçirdi. Açılıp derinlerde yüzdüler, Gökhan’ın hepsini kaybettiği yüzme yarışları yaptılar, suyun üzerine uzanıp bedenlerini gevşettiler. Pazar günü gibi bugün de Gökhan için muhteşem bir gün oldu. Denizden çıktıklarında saatler beşi birkaç dakika geçiyordu ve iki dostun da karnı kazınıyordu.

“Öldüm,” diyen Gökhan kendini kumlara atıp yere uzandı. “Çok eğlendim ama öldüm.”

“Hayatın özetini yaptın şu an,” diyen Yağız da onun yanına uzandı. “Ne yüzdük be! Kardiyo yapmış kadar olduk.”

“Sadece kardiyo mu? Ben tüm sporları yapmış kadar oldum.”

Gülüştüler.

“Biraz dinlenelim,” dedi Gökhan. “Güneşlenmiş de oluruz, sonra gideriz.”

“Olur,” diye onayladı Yağız. “Yemek yeriz, sonra da Balıkesir’e döneriz. Bizimkiler aradı mı acaba? Aradılarsa da aradılar, şu an kalkıp arabaya gidemem.”

“Gidince bakarsın.”

15 dakika boyunca kumsalda yatıp hem dinlenip hem de güneşlendikten sonra ayaklandılar. Arabadan kıyafetlerinin olduğu çantayı alıp ilerideki duşlara ilerlediler. Her yerleri kum olmuştu, sahilden ayrılmadan önce duş alıp temizlenmeleri gerekiyordu.

“Saçlarımda milyarlarca kum tanesi var,” dedi Yağız ellerini uzun saçlarının arasına sokarak. “Bunun olacağını bildiğim için yanımda şampuan getirmiştim.”

“Ben de istiyorum,” dedi Gökhan. “İnsan içine çıkmadan önce saçlarımı bir temizleyeyim.”

İki arkadaş duş alıp temizlendikten sonra temiz havlularla da kurulandılar ve kıyafetlerini giydiler. Gökhan kısa kollu beyaz bir tişörtle gri şortunu getirmişti, Yağız da mor tişörtüyle siyah keten şortunu giydi.

“Balık formumdan insan formuma geçiş yaptım,” dedi çantayı omzuna asan Yağız. “Hadi gidelim.”

Yağız onları çok meşhur bir tostçuya götürdü. Genç adamın yazları tatil beldelerinde geçtiği için buraları çok iyi bilirdi. Tostçuya oturan iki arkadaş Ayvalık tostuyla yayık ayran sipariş ettiler. Siparişlerini beklerken Yağız da annesiyle konuştu ve ona sahilden ayrıldıklarını, tost yiyip karınlarını doyurduktan sonra Balıkesir’e döneceklerini söyledi.

“Tosttan sonra dondurma da yiyelim,” dedi Gökhan. “Canım Maraş çekti.”

“Yeriz,” dedi Yağız. “Her zaman gittiğimiz dondurmacıya gideriz.”

“Anlaştık.”

Karınlarını doyurup dondurmalarını da yedikten sonra yola koyulan ikili eve döndüğünde saat yediyi çeyrek geçiyordu. Tüm aile halkı evdeydi.

“Hoş geldiniz,” dedi kapıda onları karşılayan Sibel. İkilinin kızarmış yanaklarına bakıp gülümsedi. “Yanmışsınız.”

“Tüm gün güneşin altında durunca normal,” dedi plaj çantasını yere koyan Yağız. Annesinin yanağını öptü. “Hoş bulduk sultanım, nasılsın?”

“İyiyim. Siz nasılsınız, neler yaptınız?”

“Yüzdük, yüzdük, sonra yine yüzdük; yarış yaptık, hepsinde Gökhan’ı yendim.”

“Yağız su altında nefes alacak kadar suya alışmış,” dedi Gökhan. “İstanbul’a dön de kara hayatına adapte ol yoksa cidden balığa dönüşebilirsin.”

“Düşünsene bir sabah uyanıyormuşum ve belden aşağım balığa dönüşmüş, deniz adamı olmuşum. İlginç olurdu.”

“Deli deli konuşma,” dedi Sibel. “Başına güneş geçmiş anlaşılan.”

“Yo, bu benim normal hâlim.”

Sibel onun ensesine yavaşça vururken yüzünde şefkat dolu bir gülümseme vardı.

“Hoş geldiniz beyler,” dedi odasından çıkan Yiğit. “Tiplere bak, kızarmış tavuğa dönmüşsünüz.”

“Kıskanma,” dedi Yağız. “Deniz de güneş de harikaydı, tabii sen gelemediğin için bize laf atıyorsun.”

“Yani biraz kıskanmış olabilirim ama yüzünüz cidden yanmış. Ilık suyla duş alın da güneş sonrası kremden sürün.”

“Aynen, iyi dedin,” dedi Sibel. “Girip güzelce temizlenin, sonra da güneş sonrası kremden sürün. Karnınız aç mı?”

“Benim değil,” dedi Yağız. “Duş aldıktan sonra kendimi yatağa atacağım, çok yoruldum.”

“Ben de tokum,” dedi Gökhan. “Temizlenip uzanmak istiyorum ben de.”

“Tamam o zaman,” dedi Sibel. “Yağız sen bizim odadaki banyoda yıkan, Gökhan da asıl banyoyu kullansın. Birbirinizi beklemeyin. Baban tatlı almış, duştan sonra getiririm.”

“Tamam sultanım,” dedi Yağız. “Biz bir soyunup dökülelim, yıkanalım, sonra tatlıdan da yeriz.”

Yağız ebeveyn banyosuna, Gökhan da asıl banyoya ilerledi.

***

Gökhan’la Yağız Balıkesir’deki son günlerini dışarıda geçirmeyi tercih edip kahvaltı etmeye gittiler. Hoş bir işletmede içeriği kalabalık iki kişilik serpme kahvaltıyı yedikten sonra Atatürk Parkı’na geçtiler. Şehrin içinde yer alan park büyük, yeşil ve huzurlu bir yerdi. Çimlere oturup bir kahve zincirinden aldıkları buzlu kahvelerini de çimlere koydular.

“Maviliğe doyduk, biraz da yeşillik,” dedi Yağız derin bir nefes alarak. “Huzurlu bir tatil oldu, ha?”

“Kesinlikle,” diyen Gökhan kahvesinden bir yudum içti. “İstanbul’dan birkaç günlük kaçış çok iyi geldi.”

“Geri dönmeye hazır mısın?”

“Göksel’e ve okula evet, işe hayır. Neyse ki sadece dört gün daha tam zamanlı çalışacağım, önümüzdeki haftadan sonra yarı zamanlıyım. Evet, maaşım büyük oranda azalacak ama yazın biraz birikim yaptım; bir şekilde idare ederim.”

“Ederiz,” dedi Yağız onun omzuna dokunarak. “Üç seneyi öyle böyle bitirdik, bu seneyi de bitiririz. Konservatuvarda son senemiz olduğuna hâlâ inanamıyorum. Sınavlara geldiğim gün daha dün gibi, zamanın bu kadar hızlı geçmesi hiç adil değil.”

“Biliyorum. İnsanların konservatuvar okumak hakkında söylediği onca şeyi dinlemek zorunda kaldığım zamanlar dün gibi, üzerinden üç sene geçtiğine ve şu an konservatuvarda dördüncü sınıf olduğuma inanmak çok zor.”

“Ay onlar çok biliyor zaten. Beyinleri yok, fikirleri var.”

Gökhan gülerek, “Gerçekten öyle,” dedi. “Konservatuvar okumak hayatımda verdiğim en iyi karardı, gelecek için çok heyecanlıyım.”

“Ben de öyle. İkimiz için de parlak bir gelecek görüyorum, bizi güzel günler bekliyor.”

“Hayatın karşımıza neler çıkaracağı hiç belli olmaz ama ben istediğim o başarılı kariyeri elde etmek için çok çalışacağım. Şimdiye kadar çok çalıştım, bundan sonra daha çok çalışacağım.”

“Yürü be! Geleceğin gitar virtüözü Gökhan Uygur’a yol açın.”

Gökhan gülerek dirseğiyle onu dürttüğünde Yağız da sırıttı.

“İstanbul’a dönmeden önce yüzlerce insanın olmadığı bir parkta zaman geçirmek iyi bir fikirdi,” dedi Gökhan konuyu değiştirerek. “İnsan burada yeşilin tadını çıkarıp huzur bulabiliyor.”

“Değil mi?” diye ona katıldı Yağız. “İstanbul’da parka gidince kalabalıktan yoruluyorsun zaten.”

“Aynen öyle. Burada biraz doğanın tadını çıkarabiliriz. Nasıl olsa otobüsümüze daha var.”

İki delikanlı sabah uyandıklarında 17.00 seferi için bilet almıştı. Aşağı yukarı gece yarısına doğru evde olurlardı, yarın işbaşı yapacak olan Gökhan da bir duş alıp yol yorgunluğuyla da güzel bir uyku çekebilir ve yarın sabah kalkıp işe gidebilirdi. İstanbul’a erkenden gitmeyi ikisi de istememişti. Sibel ve Atilla bugün işten biraz erken çıkacak ve onları uğurlayacaktı, Yiğit zaten okuldan dönmüş olacaktı ve iki dost onlarla vedalaşma şansı yakalayacaktı.

“İstanbul’u özledim,” dedi Yağız kahvesinden bir yudum aldıktan sonra. “Okulu, arkadaşlarımı, takıldığımız mekânları. Geri dönmek için sabırsızlanıyorum. Bu haftanın kalanında eve yerleşmekle uğraşırım zaten, pazartesiden sonra da okul maratonu başlar. Son kez.”

“Deli dolu bir dört sene oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Teknik olarak henüz olmadı ama olmak üzere. İyisiyle kötüsüyle yüzlerce anı biriktirdik, harika ve korkunç insanlar tanıdık; yeri geldi çok güldük, yeri geldi çok üzüldük ama her bir anı bize çok şey öğreten, bizi büyüten ve yetişkinlik hayatına hazırlayan anlardı.”

“Kesinlikle öyleydi,” diyen Yağız kahve bardağını kaldırdı. “Geride kalan üç senemize ve önümüzdeki dördüncü ve son senemize.”

Bardaklarını tokuşturan gençler kahvelerinden birer yudum içtiler. Parkta oturup sohbet etmeye devam eden iki arkadaş saat üçte eve geri döndü. Yağız valizini kontrol edip, kalan eşyalarını da yerleştirirken Gökhan da kendi küçük valizini topladı.

“Valizim de hazır olduğuna göre ciddi ciddi İstanbul’a geri dönüyorum demektir,” dedi valizin fermuarını çeken Yağız. “İstanbul bekle beni bebeğim, efsane geri dönüyor.”

“Bekleyenin gerçekten de çok,” dedi Gökhan. “Görüştüğüm herkes seni soruyor, ne zaman geleceğini merak ediyor.”

“Sevenim çok, benim gibi sempatik birini kim sevmez ki zaten? Döndüğümde hepsiyle ama hepsiyle görüşeceğim. Göksel’le sonraki hafta görüşebilecekmişiz zaten, bu haftayı bizimkilerle görüşerek geçirelim diyorum.”

“Sempatik ama hiç de mütevazı olmayan biri,” dedi Gökhan gülerek. “Görüşürüz. Barışlarla buluşuruz, Kerem de gelir belki; o gün müsait olmazsa başka bir gün de onunla görüşürsün. Konuşup ayarlarız.”

“Mütevazı benim sözlüğümde yer almayan bir kelime canım. Hayırlısıyla bir gidelim de konuşuruz.”

Eve ilk dönen Yiğit oldu. Okuldan çıkan delikanlı hiç oyalanmadan eve döndü.

“Toplanmışsınız,” dedi kapı yanında duran valizlere ve gitar çantalarına bakarak. “Tamamen hazır mısınız?”

“Hazırız,” diye onayladı Yağız. “Babamlar da döndüğünde hemen terminale geçeceğiz. İstersen üstünü değiştir.”

“Değiştireceğim zaten.”

Saat dördü geçerken Atilla ve Sibel de eve döndü. Sibel işten çıktıktan sonra Atilla’yı da çalıştığı fabrikadan almıştı ve karı koca beraber eve gelmişti.

“Karnınız tok mu?” diye sordu Sibel.

“Şu an tokuz,” dedi Yağız. “Otobüs Bursa’da illa durur, acıkırsak oradan yiyecek bir şeyler alırız.”

“Beş saat kadar yolunuz var, acıkırsınız; dediğin gibi Bursa’dan bir şeyler alın da yolda yersiniz.”

“Biz başımızın çaresine bakarız güzelim, çocuk değiliz ya.”

“Sus, çocuksunuz işte. Daha yirmi bir yaşındasınız, küçücüksünüz.”

“Kazık kadar oldular,” dedi Atilla. “Kocaman delikanlılar, hallederler.”

“Anne yüreği bu, siz ne anlarsınız? Hazırsanız çıkalım hadi, otobüsü kaçırmayalım.” Saatini kontrol etti. “Çok az kalmış, hadi herkes bir şey alsın ve evi terk etsin.”

Yağız kendi valizini alırken Yiğit de Gökhan’ın valiziyle Yağız’ın elektro gitarını aldı, Gökhan da arkadaşının akustik gitarını omzuna takıp evden çıktı.

“Bir şey unutmadınız değil mi?” diye sordu Sibel arabaya vardıklarında. “Cüzdan, telefon, şarj aleti, kulaklık gibi önemli şeylerinizi aldınız mı?”

“Hepsini aldık,” dedi Yağız. “Banyodaki eşyalarımızı da aldık. Yeni aldığın şampuan, duş jeli, diş macunu ve diş fırçalarını da unutmadık.”

“Parfümün, deodorantın?”

“Kendimi unuturum ama onları unutmam.”

“İyi bakalım. O zaman istikamet terminal.”

Arabaya binen aile üyeleri terminale doğru yola çıktı. Şoför koltuğunda Yağız vardı, genç adam arabayı son bir kez sürmek istedi. Terminale varan grup yazıhaneden otobüsün peronunu öğrendikten sonra perona ilerledi. Otobüs peronda duruyordu.

“Eşyalarınızı verin de öyle vedalaşırız,” dedi Atilla. “Muavin şu sanırım.”

Gökhan’la Yağız eşyalarını bagaja koyması içim muavine verdiler.

“Gitarlar sağlam bir yerde durursa çok makbule geçer,” dedi Yağız. “Sağa sola çarpmasınlar, düşmesinler.”

“Bu arada bir şey olmaz,” dedi muavin. “Çantaları da kalına benziyor, sıkıntı çıkmaz.”

“Eyvallah.”

İki dost aile üyelerinin yanına döndü. Otobüs on dakika içinde kalkacaktı.

“Her şey için teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Sayenizde çok iyi vakit geçirdim.”

“Ne demek oğlum, burası senin de evin,” dedi Sibel gülümseyerek. “Kış tatilinde de mutlaka bekleriz.”

“Gelmeye çalışacağım. Belki bu sefer Yağız’la beraber gelirim, birkaç gün de o zaman kalırım.”

“Mutlaka gel,” dedi Atilla. “Kapımız sana her daim açık.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Gökhan duygulanmıştı. “Gelin bir sarılayım size.”

Gökhan hepsine teker teker ve sıkı sıkıya sarıldı. Korkmazlar onun ailesi gibiydi, öz ailesinin aksine sıcak, sevgi dolu ve her zaman onun yanında olan bir aile. Bir insanın isteyeceği türden bir aile. İhtiyacı olan türden bir aile.

“Sınav çalışmalarını aksatma,” dedi Gökhan, Yiğit’e. “Yüksek bir hedefin var ve ben sıkı bir çalışmayla başaracağına inanıyorum.”

“O iş bende Gökhan ağabey,” dedi Yiğit. “Umuyorum ki önümüzdeki yaz siz istediğiniz bölümden mezun olurken ben de istediğim bölümü kazanmış olacağım.”

“İnşallah. Çalışmalarda kolaylıklar dilerim.”

“Teşekkür ederim.”

Yağız da ailesiyle vedalaştıktan sonra ikili otobüse binip dördüncü sıradaki koltuklarına oturdular. Yağız cam kenarına geçerken Gökhan da koridor tarafına oturdu.

“Ve Balıkesir bölümü biter,” dedi Yağız. “İstanbul bölümü başlar.”

“Benim Balıkesir maceram bölüm denmeyecek kadar kısaydı,” dedi Gökhan. “Balıkesir paragrafı bitti diyeyim ben de. İstanbul romanına kaldığım yerden devam ediyorum.”

Yağız gülerek, “Haklılık payın var,” dedi. “Ama olsun, bazen bir paragraf bir romandan daha çok şey anlatır.”

“Haklısın. Göksel’e yola çıktığımızı söyleyeyim, haber vermemi istemişti.”

“Ver ver, kızın aklı kalmasın.”

Gökhan, Göksel’e mesaj yazarken otobüs hareket etti ve perondan çıkmaya başladı.

Güzelim biz otobüse bindik ve an itibarıyla yola çıktık, haberin olsun

Gökhan mesajı ona gönderdikten sonra vücudunu koltuğun arkasından çıkarıp peronda duran ve onlara el sallayan üçlüye el salladı.

Onları özleyecekti.

Terminalden ayrılan otobüs otoyola çıktı ve İstanbul’a doğru yola koyuldu.

***

Cumartesi

Beşiktaş’ın cumartesileri bu akşam da aynıydı: Kalabalık, gürültülü, eğlenceli. Şehrin dört bir yanından insanlar eğlenmek için ilçeye akın etmişti; Göksel, Ahsen, Sinem ve Şevval de onlardan dördüydü. İçkili bir mekâna gelen kızlar bahçedeki masaların birinde oturuyor, sipariş ettikleri içkileri içerek sohbet ediyordu. Haziranda Parça Kafe’de yaptıkları buluşmadan sonra ilk buluşmalarıydı. Sinem’in temmuz ayını Ankara’da annesinin yanında geçirmesi, Göksel’in ağustosun yarısından çoğunu Muğla’da geçirmesi ve başka şeyler derken ancak bu hafta buluşabilmişlerdi. Haziranda üçüncü sınıfın bitmesini kutlamışlardı, bugünse dördüncü sınıfın başlamasını kutluyorlardı. Hepsi şık elbiseler giymiş, saçıyla makyajını yapmış ve bu buluşma için özenle hazırlanmıştı. Buraya geldikleri bir saati geçmişti, içtikleri içkiler yavaştan etkisini göstermeye başlamıştı.

“Fotoğraf çekelim,” dedi Göksel. “Bu gidişle bazılarımız, belki de hepimiz, sarhoş olacak ve düzgün fotoğraf çekmemiz mümkün olmayacak.”

“Ben asla sarhoş olmam, demek isterdim,” dedi Şevval. “Ama akşamın ilerleyen dakikalarında muhtemelen deli gibi gülüp saçma sapan konuşacak ve dans edeceğim. Bu yüzden evet, şimdi fotoğraf çekmek en mantıklısı.”

“Kıçı başı dağıtmaya kararlısın yani,” dedi Ahsen yanında oturan arkadaşına bakarak.

“Önümüzdeki aylar benim için çok yoğun, yorucu ve stres dolu aylar olacak; yani evet, bu akşam içip kıçı başı dağıtacak ve kafamı sıfırlayacağım.”

“Böyle söyleyince hak verdim.”

“İyi ya, beraber dans ederiz.”

“Anlaşılan bize de arkanızı toplamak kalıyor,” dedi masanın karşısında oturan Sinem. “Ne yapalım? Başa gelen çekilir.”

“Sizin okulunuzun başlamasına daha iki hafta var,” dedi Şevval. “Yani daha eğlenerek geçireceğiniz on beş gününüz var, bu da yetmezmiş gibi çok mutlu olduğunuz tatlı birer ilişki içindesiniz. Tanrım, bu akşam kesinlikle kıçı başı dağıtacağım.”

“Berat’la henüz iki haftadır sevgiliyiz,” dedi Sinem kaşlarını kaldırarak. “Ayrıca maşallah de.”

Bütün yazı konuşarak ve birkaç kez buluşarak geçiren Sinem’le Berat bu ayın ilk haftasında birbirlerine olan hislerini itiraf ederek sevgili olmuşlardı. Berat kibar ve tatlı bir delikanlıydı, Sinem’e de gerçekten değer veriyordu ve ikilinin hoş bir ilişkisi vardı.

“Bizim de daha yeni bir ay oldu,” dedi Göksel. “Sahi bir ay oldu ya. Zaman ne çabuk geçiyor.”

“Canım cicim zamanları,” dedi Ahsen yumruğunu çenesine yaslayarak. “Aşkımlar, hayatımlar, bebeğimler havada uçuşur; ilk öpücükler insanın aklını başından alır, durmadan güzel şeyler söylenir ve çoğunlukla küçük hediyeler verilir. Ay böyle söyleyince insanın canı çekiyor fakat sonra insanları görünce tiksinme geliyor. Bu devirde böyle ilişkiler artık çok ama çok nadir yaşanıyor, herkes çok garip.”

“Daha da sarhoş olmamı mı istiyorsun?” dedi Şevval sesini biraz yükselterek. “Üzerinden biraz zaman geçse de hâlâ adiliğini atlatamadığım bir eski flörtüm var, bana insanlardan bahsetme. Hadi fotoğraf çekilelim.”

Kızlar gülüştü. Telefonunu çıkaran Göksel oldu. Kamerasını açan genç kadın telefonu herkesi kadraja alacak şekilde tuttu. Grup birkaç fotoğraf çekildi.

“Fotoğraf işi de halledildiğine göre kokteylimi içiyorum,” dedi Şevval. “Hadi kadeh tokuşturalım.”

“Ne için kadeh kaldırıyoruz peki?” diye sordu kendi kokteyl kadehini alan Göksel.

“Çiçeği burnunda çiftlerimiz için kaldıralım. Sinem’le Berat, Göksel’le Gökhan için.”

“Kulağa hoş geliyor. Ayrıca çok tatlısın.”

“Kesinlikle,” diye ona arka çıktı Sinem. “O zaman bize.”

Kadehlerini tokuşturan dört arkadaş içkilerinden birer yudum içtiler. İlişkileri için kadeh kaldırmaları Göksel’le Sinem’in çok hoşuna gitmişti.

“Kızlar gecesi yapmayı özlemişim,” dedi Ahsen. “En yakın arkadaşlarımla kızlar gecesi yapmayı ise çok daha fazla özlemişim. Gönül isterdi ki bu yaz daha sık görüşelim ama planlar uymadı. Sinem Hanım’ı Ankara’dan, Göksel Hanım’ı da Muğla’dan zorla döndürdük resmen.”

“Muğla’da bir üç hafta daha kalabilirdim,” dedi Göksel. “Gerçi o zaman da Gökhan’ı aşırı özlerdim ama onun dışında gerçekten kalabilirdim. Muhteşem bir tatildi.”

“Ben de Ankara’da harika vakit geçirdim,” dedi Sinem. “Tabii bir de tatil için gittiğimiz Mersin’de. Annemi ancak tatillerde görebiliyorum ve hâliyle özlüyorum, onunla zaman geçirmeyi çok seviyorum.”

“Ben de ağabeyimi, anneannemle dedemi ve Banu ablayı çok özlemiştim.”

“Aile üyelerinin uzakta olması berbat,” dedi Şevval kaşlarını çatarak. “Annemle babam ve kardeşlerimle bir arada olduğum için şanslıyım.”

“Ben de öyle,” dedi Ahsen. “Tatilde ailenizle görüştüğünüz için uzun süre şehir dışında olmanız affedildi.”

“İşte bu!” dedi Göksel yumruğunu sıkarak. “Önümüzdeki yaza kadar İstanbul’dayım, sizler de öyle. Bu da demek oluyor ki okuldan vakit buldukça görüşebiliriz.”

“Okuldan ve sevgililerinizden.”

“Yani, insan sevgilisini sık sık görmek istiyor tabii. Mesela Gökhan döneli üç gün oldu fakat henüz görüşemedik, çok özledim. Hafta içi buluşacağız, pazar da ev arkadaşı ve en yakın arkadaşıyla tanışacağım.”

“Bundan bahsetmemiştin,” dedi Sinem. “Birkaç arkadaşıyla tanıştığını söylemiştin ama bu yeni bir haber.”

“Ev arkadaşı Yağız Balıkesir’de yaşadığı için tüm yaz oradaydı, Gökhan birkaç günlüğüne onun yanına gitti ve dönüşte beraber geldiler. Gökhan buluşma için bugünü teklif etti ama sizinle buluşacağımı söyledim, biz de önümüzdeki haftada karar kıldık. Tanıştığım ilk arkadaşı olmayacak ama Yağız’la gerçekten çok yakınlar, aynı evde yaşıyorlar ve bu yakınlık ödümü kopartıyor.”

“Gerilmekte haklısın ama gerilmemen gerekiyor, gerginlik her şeyi batırmasıyla ünlüdür.”

“Sinem haklı,” dedi Ahsen. Onun bu buluşmadan haberi vardı. “Doğal davran, kendin ol; zaten Gökhan da sizinle olacağı için o kadar da sıkıntı olmaz.”

“Bir de bana sor,” dedi elini yanağına yaslayan Göksel. “Elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

“Abartma be kızım,” dedi Şevval. “Ailesiyle tanışmıyorsun ya, alt tarafı bir arkadaş.”

“Yağız Gökhan’ın kardeşi gibi; bu yüzden evet, bir nevi ailesiyle tanışıyorum.”

“Ailesiyle tanıştığında kalp krizi geçirmesen bari.”

Göksel’in gözleri daldı. Onun ailesiyle tanışması bu şartlarda hiç yaşanmayacak bir şeydi ve bunu fark etmek onu durgunlaştırdı. Gökhan da bunun farkında olmalıydı ve her ne kadar belli etmese de bu durum genç adamı üzüyor olmalıydı. Böyle önemli ve güzel şeyleri paylaşacak bir ailenin olmaması insanı derinden yaralayacak bir şeydi.

“Sen Berat’ın arkadaşlarıyla tanıştın mı?” diye sordu Ahsen.

“Henüz değil,” dedi Sinem. “Ama okul başladıktan sonra tanışırım, illa denk geliriz.”

“Aynen, farklı kampüslerde olsanız da aynı üniversitedesiniz sonuçta. O da seninkilerle tanışır.”

“Evet, Göksel ve Akın’la tanışmalarını çok istiyorum zaten. Bu konuda Gökhan’la tamamen aynı fikirdeyim.”

“Biri bitmeden diğeri başlıyor,” diyen Göksel içkisinden bir yudum aldı. “Hepinize yetişemem, bir taneyim.”

“Gerçekten de öylesin,” dedi Sinem gülümseyerek ve başını onun omzuna yasladı. “Sen Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışıyorsun, Gökhan da senin arkadaşlarınla tanışır, değil mi?”

“Tanışmak ister misin?”

“Elbette,” dedi Sinem başını kaldırarak. “Çok isterim. Kızlar siz de istemez misiniz? Ahsen tanışıyormuş ama çok ayaküstü olmuştur, onu gerçekten tanımalı.”

“Tabii ki,” diye ona katıldı Ahsen. “Berat’la da Gökhan’la da tanışmayı isteriz. Oturup kalkmaları, konuşmaları, hâl ve hareketleri, size davranışları nasıl, görmüş oluruz.”

“Aynen öyle,” dedi Şevval. “Siz ne zaman isterseniz biz de o zaman hazırız.”

“Aklıma not ettim,” dedi Göksel kadehiyle onları selamlayarak. “Ama biraz zaman geçince bakarız. Ben bu konuda Gökhan kadar aceleci olamam.”

“Berat gibi düşünüyorsun,” dedi Sinem. “Henüz hiç konusunu açmadı, sanırım okulun başlamasını bekliyor.”

Akşamın ilerleyen dakikalarında masadan yükselen konuşma sesleri ve kahkahalar gittikçe arttı. Şevval inkâr etse de çoktan sarhoş olmuştu, Ahsen de sarhoştu ve arkadaşının aksine bunu kabul ediyordu; Göksel ve Sinem sarhoş sayılmazdı ama çakırkeyif durumdaydılar.

“Hadi dans edelim,” dedi cin toniğini bitiren Şevval. “Oturmaya mı geldik? Kıymetlilerinizi kaldırın hanımlar.”

Şevval ayaklanınca kızların hepsi onu durdurmaya çalıştı fakat genç kadın hiçbirini dinlemeyip ayağa kalktı. Üstündeki siyah elbiseyi düzelttikten sonra çalan şarkıyla uyumlu olarak yavaşça salınmaya başladı.

“Gerçekten oturmaya ve bana bakmaya mı geldiniz?” dedi Şevval. “Çok sıkıcısınız. Ahsen bari sen yapma. Okul başlamadan önce eğlenmeyi hak etmiyor muyuz?”

“Biliyor musun? Haklısın,” dedi Ahsen. Sandalyesinden kalktı. “Sikerler. Hadi biraz dans edelim.”

“İşte benim kızım!”

Ahsen’le Şevval dans etmeye başladığında Sinem telefonunu eline aldı.

“Bunu kesinlikle kaydedeceğim,” dedi genç kadın.

“Çok fenasın,” dedi Göksel. “Bana göndermezsen bozuşuruz.”

“Oldu bil.”

Ahsen’in önüne geçen Şevval başını onun omzuna yasladı. Ahsen’den uzun olduğu için bunu yaparken dizlerini kırıp biraz eğildi ve bir kolunu kaldırıp dans etmeye devam etti.

“Dansözmüşsün gibi hissediyorum,” dedi Ahsen. “Parayı alnına mı yapıştırayım yoksa elbisenin askısına mı sıkıştırayım?”

“Paraları üstüme fırlat,” dedi Şevval. “Şöyle şişkin bir deste olursa çok sevinirim.”

“Tabii ki. Kızlar, dansözümüzü parayla donatalım.”

Göksel sanki para fırlatıyormuş gibi sağ elini sol elinin üzerinde hızlıca kaydırırken hepsi gülüştü.

“Alevli meyve tabağı da gelecek mi?” diye sordu Sinem. “Fena olmazdı.”

“O tarz bir mekânda olduğumuzu sanmıyorum,” dedi Göksel. “Ama meyve tabağı, tercihen alevsiz, gerçekten güzel olurdu.”

“Alev olmasın,” dedi Şevval onlara bakarak. “Bu kadar içki içtikten sonra ateşin yanında hepimiz alev topuna döneriz valla.”

 “En başta da sen dönersin,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Sünger gibi içtin.”

“İçtiklerimden pişman değilim, aklım hâlâ içemediklerimde.”

“Ailem düzgün arkadaşlar edinmemi söylerken kesinlikle bunu kastetmiyordu.”

Şevval onu duymadan dans etmeye devam etti. Çalan şarkıyı bilmiyordu ama uydurma sözlerle şarkıya eşlik ediyordu. Göksel’le Sinem bir süre daha onları izlemeye devam ettikten sonra Sinem de onlara katılmaya karar verdi.

“Bana da yer açın,” dedi ayaklanan Sinem.

“İşte bu be!” dedi Şevval. “Gök hadi sen de gel.”

“Ben böyle iyiyim,” dedi Göksel elini kaldırarak. “Biramdan içip sizi izleyeceğim.”

“Tamam babaanne.”

Göksel ona dil çıkardığında Şevval de aynı şekilde karşılık verdi. Üç genç kadın dans ederken, Göksel de gülerek onları seyretti. Sarhoş olmak başta mantıklı gelmese de şu an çok eğleniyordu, öyle ki arkadaşlarının sarhoş olmasına sevinmişti bile. Üstelik dans eden sadece onlar değildi, ilerideki masaların birinde oturan bir grup genç de onların dans etmesinden cesaret alarak dans etmeye başlamıştı. Onların da sarhoş olduğu belliydi ve onlar da tıpkı kızlar gibi yaptıkları şeyden çok zevk alıyordu.

“Sende ne numaralar varmış,” dedi Ahsen, Sinem’e bakarak. “Yılan gibi kıvrılıyorsun.”

“Göstermeyi pek tercih etmem ama gerçekten de numaralarım vardır,” diyen Sinem sırtını onun omzuna yasladı. “Alkol utangaçlığımın önüne geçti, iyi ki de geçti çünkü şu an çok eğleniyorum.”

“Bir de bana sor,” dedi uzun kollarını iki yana savuran Şevval. “İnsanlar engelli olduğumu düşünüyor olmalı ama ne düşündükleri o kadar umurumda değil ki.”

Göksel gülerek başını iki yana salladıktan sonra telefonunun ekranını açıp saate baktı. Saat 23.12’ydi. Genç kadın internete bağlanıp mesajlarını kontrol edecekti fakat Ahsen kolundan tutunca bunu yapmak yerine arkadaşına baktı.

“Kalk hadi,” dedi Ahsen. “Sadece sen oturuyorsun ve şu andan itibaren oturmanı yasaklıyorum.”

“Ben böyle iyiyim,” diye karşı çıktı Göksel. “Sizin kadar sarhoş sayılmam, yani hâlâ utanıyorum.”

“Muhtemelen bir daha asla görmeyeceğin insanlardan mı utanıyorsun? Hadi ama, boş ver onları.”

“Orası öyle ama—”

“Aması maması yok, kalk hadi.”

“İyi, peki.”

Göksel ayağa kalktığında Şevval’le Sinem sevinç belirten bir ses çıkardılar.

“Assolist sahnede,” dedi Şevval. “Nihayet aramıza katıldınız hanımefendi.”

“Burada kendi kendime salınsam olur mu?” diye sordu Göksel.

“Hayır çünkü o zaman tadı çıkmaz. Gel böyle, çok eğleneceğiz.”

Göksel diğerleriyle beraber dans etmeye başladığında başlarda utansa da birkaç dakika içinde utangaçlığı gitti ve genç kadın dans etmenin tadını gerçek anlamda çıkarmaya başladı. Sürekli eş değiştirerek dans eden genç kadınlar uzun dakikalar boyunca buna devam etti. Dans ederken hepsinin yüzü gülüyor, gözleri sevinçle ışıldıyordu. Bu akşam hepsi için harika geçiyordu.

Kadıköy’deki evindeki Gökhan içinse durum tam tersiydi. Göksel’e ulaşamayan genç adam evin içinde endişeli bir şekilde dolaşıyordu.

“Sakin ol be oğlum,” dedi koltukta oturan Yağız. “Dışarıda olduğu için telefona bakmıyordur.”

“İnterneti kapalı,” dedi Gökhan ona dönerek. “Aramalarıma da cevap vermedi. Hiç böyle yapmazdı. Bir şey mi oldu acaba? Saat de geç oldu.”

“Arkadaşlarıyla beraber, telefonuna bakmıyordur.”

“Üç kez aradım, üçüne de cevap vermedi. Telefonu çantasında olsa bile illa duyardı.”

“Belki sessizde kalmıştır, belki de gürültülü bir ortamda olduğu için duymuyordur. Aklına kötü şeyler getirme, her şeyin yolunda olduğuna eminim.”

“Öyle mi dersin?”

“Dedim bile. Birazdan aradığını görüp geri döner, rahatla.”

“Umarım döner,” diyen Gökhan diğer koltuğa oturdu ve WhatsApp’a girdi. “Mesajlarım hâlâ tek tik. Sekizden beri haber alamıyorum, dört saat oldu. Ben sahneye çıktım, iki buçuk saat performans sergiledim, eve geri döndüm ve Göksel’den hâlâ ses seda yok. Beni bu kadar merakta bırakmamalıydı.”

“Gerçekten sakinleşmen gerek,” dedi Yağız sırtını koltuğun arkasından ayırarak. “Dışarıda olduğu için aklına en kötü senaryolar geliyor, anlıyorum ama çok yüksek ihtimalle arkadaşlarıyla sohbet etmeye daldı ve bu yüzden de aradığını duymadı.”

“İlk aramamın üzerinden yarım saat geçti, yarım saatte bir kere telefona bakabilirdi. Neyse ya, biraz daha bekleyeyim; zaten beklemekten başka yapacak hiçbir şey de yok.”

Kızlar dakikalarca dans etti. Ahsen’le Sinem masaya otururken, Şevval’le Göksel de lavaboya giderken saatler gece yarısını biraz geçiyordu. Lavaboda işlerini gören ikili masaya döndü.

“Kalkıyor muyuz?” diye sordu Sinem. “Saat gece yarısını geçmiş, hepimizin de uzun bir yolu var.”

“Kalkalım,” dedi Şevval. “Biraz yürüyüp hava da almış oluruz. Eve dönmeden önce kendime gelmem gerek.”

Sandalyesine oturan Göksel telefonunu eline aldığında Gökhan’dan gelen üç cevapsız arama olduğunu gördü.

“Of!” dedi Göksel kendi kendine.

“Ne oldu?” diye sordu Ahsen.

“Gökhan biz dans ederken üç kere aramış. Çok merak etmiş olmalı. Kartımı sana versem ve benim hesabımı da ödesen olur mu? Ben Gökhan’ı arayayım.”

“Olur tabii. Sen Gökhan’ı daha fazla merakta bırakmadan konuş.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Göksel kartını çıkardı. “Temassızla ödersin, biliyorsun zaten. Ben çıkışta olacağım.”

“Tamam bebeğim.”

Çantasını alan Göksel masadan kalktı. Genç kadın mekândan çıktığında Gökhan’ı aradı. Erkek arkadaşı telefonu saniyesinde açtı.

“Göksel?” dedi Gökhan telaşlı bir sesle. “Seni ne kadar merak ettiğime dair en ufak bir fikrin var mı?”

“Özür dilerim,” dedi Göksel mahcup bir sesle. “Kızlarla dans ediyorduk, telefonum da masadaydı. Kafamız iyiydi, telefona bakmak aklıma bile gelmedi. Çok özür dilerim.”

“Sarhoş musun? Lütfen bana araba sürmeyeceğini söyle.”

“Elbette sürmeyeceğim. Zaten arabayla gelmedik, otobüsle döneriz.”

“Ödümü kopardın be kızım. Dışarıdasın, alkollü mekândasın; aklımdan binbir türlü kötü senaryo geçti.”

“Çok haklısın ama işte kızlarla o kadar eğlenceli vakit geçiriyorduk ki telefonun varlığını unuttum. Aslında mesajları kontrol etmek için internete bağlanacaktım ama Ahsen dansa kaldırınca yapamadım. İçin rahat olsun, ben iyiyim.”

“Sarhoşluk durumun?”

“Kendime geleli çok oldu. Ben iyiyim, gerçekten. Artık telaş etmene gerek yok.”

“Bir saatte beş sene yaşlandım ama evet, artık telaş etmeyeyim.”

“Haklısın, çok haklısın ama beni affetsen ve bu hiç yaşanmamış gibi davransak olur mu?”

“Hiç yaşanmamış gibi davranamam ama bir daha hiç yaşanmayacağına dair söz verirsen affedebilirim.”

“Söz veriyorum, böyle bir şey bir daha asla yaşanmayacak.”

“Tamam,” dedi Gökhan. İç çekti. “Şimdi neredesin, ne yapıyorsun?”

“Mekânın dışında kızların hesap ödemesini bekliyorum. Kalktık, eve döneceğiz.”

“Kızlar nerede yaşıyor? Sana yakın yaşayan, yolda yanında olacak biri var mı?”

“Ahsen’le beraber döneceğiz,” diye cevapladı Göksel. Kasada duran arkadaşlarına göz attı. “O da Fatih’te oturuyor, evi bize yakın.”

“Oh iyi bari, yol arkadaşın varmış.”

“Var var, merak etme.”

“Eve varınca haber et,” dedi Gökhan net bir dille. “Bu gece senden bir daha haber alamamak istemiyorum.”

“Apartmana adımımı atar atmaz haber vereceğim, söz. Sen ne yapıyorsun?”

“Evdeyim, senden haber bekliyordum.”

“İyi olduğumu duyduğuna göre sen de iyisin değil mi?”

“İyiyim, sana kızgınım ama iyiyim.”

“Gönlünü almamın bir yolu var mı?”

“Buluştuğumuzda bana sıkı sıkıya sarılsan yeter. Seni özledim.”

“Büyük bir memnuniyetle,” dedi Göksel gülümseyerek. Hesabı ödeyen kızların çıkışa yöneldiğini gördü. “Sana sımsıkı sarılacağım. Ha unutmadan, ben de seni özledim.”

“O zaman anlaştık.”

“Anlaştık. Kızlar geldi, ben artık kapatsam iyi olacak. Eve vardığımda sana haber veririm, sen de rahat bir uyku çekersin.”

“Tamam güzelim. Kendine dikkat et.”

“Ederim. Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapatıp yanına gelen arkadaşlarına döndü.

“Telefonlarını açmayınca Gökhan çok endişelenmiş,” diye açıkladı. “İlk gerginliğimizi de bu olay sayesinde yaşamış olduk.”

“Endişelenir tabii,” dedi Ahsen. Onun koluna girdi. “Gönlünü alabildin mi bari?”

“Hı hı, aldım.”

“İyi o zaman. Hadi gidelim.”

“Şevval sen iyi misin?” diye sordu Göksel arkasını dönüp arkadaşına bakarak. Şevval de Sinem’in koluna girmişti. “Sarhoşluğun geçti değil mi?”

“İyiyim bebeğim,” dedi Şevval başını sallayarak. “Kendime epey epey geldim, şimdi yürüyünce de iyice açılırım.”

Şevval’le Sinem vapurla karşıya geçecek, oradan da evlerine gidecekti; Göksel’le Ahsen de ulaşımlarını otobüsle sağlayacaktı. Beşiktaş Meydanı’na kadar kol kola ve sohbet ederek yürüdüler. Saat çok geçti ama cumartesi olduğu için etraf kalabalıktı.

“Siz buradan biniyorsunuz değil mi?” diye sordu Sinem.

“Aynen,” dedi Göksel. “Buradan Fatih’e geçeriz.”

“O hâlde veda vakti geldi.”

Birbirlerine sıkı sıkıya sarılan arkadaşlar vedalaştı.

“Çok dikkatli olun,” dedi Ahsen. “Eve varınca da haber edin.”

“Siz de,” dedi Şevval. “Kendinize iyi bakın.”

Sinem’le Şevval ilerideki iskeleye yürürken Göksel’le Ahsen de onları Fatih’e götürecek otobüse bindiler. Otobüste yan yana oturan iki arkadaş dönüş yolunda müzik dinledi. İkisi de yorulmuştu ve ikisinin üzerinde de alkolün getirdiği bir ağırlık vardı; onlar da konuşmak yerine sessizce müzik dinlemeyi ve yolu izlemeyi tercih etti.

Eminönü’nde inen iki arkadaş buradan evlerine geçmek için taksi çağırdılar.

“Önce seni bırakırız,” dedi Ahsen. “Oradan da ben kendi evime geçerim.”

“Olur,” dedi Göksel. “Taksi gelir umarım. Gelmezse de mecburen babamı ararım, o bizi almaya gelir.”

Yaklaşık on dakikalık beklemenin ardından taksi geldi. Kızlar hemen bildi.

“İyi akşamlar,” dedi Göksel orta yaşlı taksi şoförüne. “Önce Dervişali’ye gideceğiz.”

“Sonra?” diye sordu dikiz aynasından onlara bakan taksi şoförü.

“Silivrikapı,” diye yanıtladı Ahsen. “Ben de oraya gidiyorum.”

“Tamam.”

Taksi dakikalar sonra Göksel’in oturduğu sokağa vardı.

“Burada inebilirim,” dedi Göksel. Arkadaşına döndü ve kısık sesle devam etti: “Taksi ne kadar tutarsa söyle, yarısını hesabına atayım.”

“Bir şey olmaz,” dedi Ahsen elini sallayarak.

“Rica ediyorum.”

“Tamam, söylerim.”

İki arkadaş sıkı sıkıya sarıldı.

“Kendine dikkat et,” diye fısıldadı Göksel onun kulağına. “Eve varınca haber et.”

“Ederim bebeğim,” dedi Ahsen gülümseyerek. “Sizinkilere selamımı söylersin.”

“Başüstüne. Görüşürüz.”

“Görüşürüz güzelim.”

Göksel taksiden inince taksi yoluna devam etti. Taksinin plakasına bir daha bakan genç kadın not aldığı plakada herhangi bir yanlışlık olmadığından emin oldu. Ardından apartman kapısına ilerleyip anahtarıyla kapıyı açtı. O içeri girince sensörlü lamba yandı ve karanlık koridor bir anda aydınlandı. Genç kadın telefonunu çıkardı ve Gökhan’a mesaj yazdı.

Ben eve vardım sevgilim, haberin olsun. Bugün için yeniden özür dilerim, seni seviyorum. Görüşürüz

Mesajı gönderdikten sonra asansöre ilerledi ve evine çıktı.

Sonunda biraz tatsızlık çıkmış olsa da onun için gerçekten de eğlenceli, keyifli ve güzel bir akşam olmuştu.

]]>
Sun, 05 Feb 2023 11:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 21. Kare: Kısa Bir Tatil https://edebiyatblog.com/kd-21kare-kisa-bir-tatil https://edebiyatblog.com/kd-21kare-kisa-bir-tatil Bölüm fotoğrafı: Shravan K. Acharya

Eylülün gelmesiyle beraber şehrin havasına güz kokusu karışmıştı. Güneş gökyüzünde parlamaya ve insanın içini ısıtmaya devam etse de kapıdaki sonbaharın varlığı kendini belli ediyordu. Temmuz ve ağustos sıcakları etkisini yitirmiş, yerini daha normal —ve dayanılabilir— sıcaklıklara bırakmıştı; şehre dönüşler başlamış ve açılmak üzere olan okulların telaşı tüm şehri sarmıştı. Eylülün ikinci haftasında İstanbul’da her zamankinden daha yoğun bir koşuşturma vardı, haftanın altı günü çalışan Gökhan da bu koşuşturmaya bizzat şahit oluyordu. Yeni ayın ilk haftası genç adam için yorucu geçmiş olsa da yıllık iznine ayrılacağı ve birkaç gün bile olsa İstanbul’dan uzakta olup tatil yapacağı için sevinçliydi. Daha uzun bir tatile ihtiyacı vardı fakat hayat ona elindekiyle yetinmeyi öğretmişti.

Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra kupayı yere bıraktı ve gitarını çalmaya devam etti. Saat 21.25’ti, amfiye bağlı elektro gitarı kucağındaydı ve kulaklıkları da kulağındaydı. Bu yaz müzik yapma konusunda umduğu performansı gösterememişti; çalışma hayatı, sosyal hayatı ve aşk hayatı derken müzik önceliği olamamıştı fakat durum o kadar kötü değildi. İçlerinin birinin Yıldızlar Yatağı olduğu üç şarkısını tamamen bitirmişti. Sözleri ve müziği tamamlanan şarkıların kaydını almış, üzerinde çalışmak üzere bilgisayarına kaydetmişti ve son birkaç gününü de şarkılar üzerinde çalışarak geçirmişti. Genç müzisyen ortaya çıkan sonuçlardan son derece memnundu. Kendi adından yola çıkarak gökyüzü temalı bir albüm yapma fikri aklına geldiğinde bu fikri çok beğenmiş, adı ve sözleri gökle ilgili şarkılar yapmak için kolları sıvamıştı. Şu an elinde hazır durumda üç şarkı vardı, pek çoğunun da sözleri ve bestesi üzerinde çalışmaya devam ediyordu. Çalışmalar böyle devam ederse bir sonraki yaza kadar bir albüme sığacak kadar şarkısı olabilirdi ve bu düşünce Gökhan’ı inanılmaz heyecanlandıran, aynı zamanda motive eden bir düşünceydi.

Bir şarkısında kullanmayı düşündüğü  soloyu çalarken kaşları çatıktı. Duyduğu şeyden nefret etmemişti fakat hayran da kalmamıştı. Birkaç dakikalık ses denemelerinden sonra solo için daha tiz ve kirli bir ses istediğini anlayıp gitarla amfinin ses ayarlarında değişikliğe gitti. Soloyu yeniden çalmaya başladığında yüzünde keyifli bir gülümseme belirdi. İşte şimdi duyduğu şey çok hoşuna gitmişti.

Defterine gerekli notları aldıktan sonra soloyu baştan sona bir kez çaldı ve ses ayarlarının kesinlikle böyle olmasına karar verdi. Birkaç efekt, bas ve bateriyle beraber istediği soloyu elde edecekti.

Saat 10’a kadar gitar çalmaya devam etti. Bugün uzun ve yorucu bir gün olmuştu, böyle günlerin sonunda müzik onun için her zamankinden daha güvenli ve huzurlu bir limandı.

Kulaklıklarını çıkarıp amfinin üzerine bıraktıktan sonra kucağındaki gitarı da amfiye yasladı ve ayağa kalktı. Bacakları için birkaç esneme hareketi yaptı. Artık iyiden iyiye yorulduğunu hissediyordu ama dinlenmeyi daha sonraya erteleyerek masa başına oturdu. Gitar çalarken ses kaydı almıştı. Dosyayı tatil dönüşü üzerinde çalışmak için bilgisayarına kaydetti.

Bakışlarını bilgisayar ekranından alıp masaya çevirdiğinde geçen sene defterine yazdığı satırlara gözü ilişti.

Senin evinde çok kimsesiz hissettim

Hiçbir değerim ve önemim yokmuş gibi

Bu odada duran bir gölgeden fazlası değilim

Sanırım hiçbir zaman da olmadım

Duvara vurup kırdığın tüm hayatım gibi

Sanırım artık sen de paramparça bir geçmişten fazlası değilsin

Kalbinde o tanıdık burukluğu hissettiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı duydu. Bu satırları bir anlık iç dökme sonunda kaleme almıştı, o an ne hissediyorsa hiçbir filtreden geçirmeden yazmıştı. Bir süre bu satırları besteleyip şarkıya dönüştürmeyi düşünse de bu fikirden vazgeçmesi uzun sürmemişti. Bu satırlar çok kişiseldi ve kendisine saklaması en iyisiydi.

Defterin kapağını kapattı. Keşke geçmişin de bir kapağı olsaydı ve o kapağı kapattığında geçmiş tamamen geride kalsaydı, ona hiçbir şey hissettirmeseydi. Kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı şarkıları yüzünden son günlerde oldukça duygusal bir ruh hâlindeydi, hatırlamak ona buruk hissettiriyor ve gözlerini uzaklara daldırıyordu; yine de acı ona ilham veren şeydi ve acıyı hissetmek onun sanatçı kişiliğini besliyordu. Yazdığı her bir satırda, her bir bestede geçmişin parmak izleri vardı ve bu onun eserlerine anlam kazandıran şeydi.

Telefonu çalmaya başlayınca irkildi. Bakışlarını salonun içinde gezdirince telefonunun koltuğun üzerinde olduğunu gördü. Sandalyeden kalkıp koltuğa ilerledi ve telefonunu eline aldı. Arayan kişi Göksel’di.

“Efendim?” diye açtı telefonu.

“Gökhan?” diyen Göksel’in sesi biraz endişeli geliyordu. “Ne yapıyorsun? Yediden beri yazmayınca merak ettim, iyi misin?”

“Evdeyim,” derken koltuğa oturdu. “İyiyim. Gitar çalıyordum, telefona bakmadım.”

“Her şey yolunda mı?”

“Evet, bir sıkıntı yok. Uzun ve yorucu bir gündü, eve gelip yemek yedikten sonra gitara sarıldım. Sana eve geldiğimi söylemedim değil mi?”

“Hayır, söylemedin. Ben de bu yüzden merak ettim, mesajlara bakmayınca arayayım dedim.”

“Kusura bakma, haber verdiğimi sanıyordum.”

“Sen gerçekten iyi misin? Kafan çok dağınık gibime geldi. İş yerinde bir şey mi oldu?”

“İştekilerle biraz sürtüştüm, birkaç müşteriyle de uzun dakikalar boyunca ilgilendim ve bitmek tükenmek bilmeyen sorularına cevap verdim. Gerçekten yıpratıcı bir gündü, sadece gitarımla vakit geçirmek istedim.”

“İştekilerle ne oldu? Anlatmak ister misin?”

“Saçma sapan işler,” diye söylendi Gökhan. “Eylül başı yoğun olur diye geçen hafta izne çıkamadım; bu ay okulum başlıyor ve artık tam zamanlı çalışamayacağım için en azından ay başındaki yükü hafifleteyim diye ilk hafta çalıştım ama Ayşegül Hanım bu hafta için de izin konusunda mırın kırın etti. ‘Okulum başlayacak Ayşegül Hanım, bu hafta da izne çıkmazsam ne zaman çıkacağım? Tüm yaz çalıştım zaten, bırakın da birkaç gün dinleneyim,’ dedim. Kendisiyle Ufuk yaz ortasında izinlerini sonuna kadar kullandılar ama benim birkaç günlük iznim sorun yaratıyor. Benim izin hakkım var mı? Var. O zaman söke söke kullanırım. Tüm yaz it gibi çalışmışım, birkaç gün tatili kimse bana çok göremez. Ben insanlara karşı kibar oldukça insanlar beni enayi yerine koymaya çalışıyor. Biraz sesimi yükseltince hemen, ‘Ben öyle mi diyorum canım? İzin kullanmak en doğal hakkın, elbette kullanacaksın; dinlenmek senin de hakkın,’ demeye başladı. Yarından itibaren izinliyim, Perşembe günü işbaşı yaparım; o güne kadar ne hâlleri varsa görsünler, bu onların sorunu. Personel yetersiz geliyorsa işe alım yapsınlar. Ben okulum başlayınca okuluma giderim, boş olduğum günlere göre de bir çalışma programı hazırlarım ve yarım maaşımı alıp yoluma bakarım.”

Göksel iç çektikten sonra, “Ne kadar saygısızlar,” dedi. “Dediğin gibi bütün yaz çalıştın, okulun başlamadan önce birkaç gün tatil yapmak en doğal hakkın ama onu bile çok görüyorlar. Sen gereken konuşmayı yapmışsın, hiç kafana takma; birkaç günlük tatilinin tadını çıkarmaya ve dinlenmene bak.”

“Bugün biraz sinirlerim bozuk ama yarın uyanınca hatırlamam bile, hafızamı onlarla dolduramam.”

“Tatlı canını sıkmana değmezler.”

“Haklısın,” diyen Gökhan gülümsedi. “Sesini duymak iyi geldi. Aradığın için teşekkür ederim.”

“Elbette arayacağım,” dedi Göksel hemen. “Mesaj atmayınca merak ettim, insanın aklına her şey geliyor ama neyse ki ciddi bir şey yokmuş.”

“Yok güzelim benim, biraz canım sıkıldı ama iyiyim. Sen ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle salonda oturuyordum, dondurma yiyip bir şeyler izledik. Senden cevap gelmeyince seni aramak için odama geçtim, odamdayım şimdi.”

“Seni de meraklandırdım, kusura bakma. Kendimi kötü hissedince dış dünyadan soyutlanıp kendi içime çekiliyorum ama bundan sonra haber veririm, senin de aklın bende kalmış olmaz.”

“Benimle her şeyi paylaşabilirsin,” dedi Göksel. “Sevgiliyiz ama aynı zamanda arkadaşız da, bu konuda beni Yağız ya da Kerem’den farklı görme lütfen.”

“Görmüyorum tabii ki ama kötü hissettiğimde hep kendi içime çekilen bir insan oldum, huyum böyle.”

“Belki de içini açacağın birileri olmadığı için böyle bir huyun olmuştur, hiç düşündün mü? Şimdi içini açabileceğin insanlar var, onların başında da ben geliyorum ve bir yerlerde tek başına kötü hissettiğin düşüncesi bana da çok kötü hissettirir.”

Gökhan gülümsedi. Göksel bunu nasıl başarıyordu bilmiyordu ama her defasında içini sıcacık yapmanın bir yolunu buluyordu.

“Haklılık payın olabilir,” diyerek ona katıldı. “Bunun üzerinde düşüneceğim.”

“Çok sevinirim,” dedi Göksel. “Gitarda ne çalıyordun? Valiz hazırlıyorsundur diye düşünmüştüm.”

“Kendi şarkılarımdan birinin solosunu besteliyordum. Valizimi hazırladım, zaten çok bir şey götürmeyeceğim için hemencecik hazırladım.”

“Son günlerde çok üretkensin.”

“Evet, bugünlerde ilham perilerimle aram çok iyi.”

“Maşallah diyelim de nazar değmesin. Yarın otobüsün 12’deydi değil mi?”

“Evet. Sen kaçta geleceksin?”

“Kaçta geleyim?”

Gökhan, Balıkesir’e otobüsle gidecekti ve erkek arkadaşını yolcu etmek isteyen Göksel onu terminale bırakmayı teklif etmişti, Gökhan da kabul etmişti.

“Senin için sıkıntı olmayacaksa biraz erken gelebilirsin,” diye cevap verdi Gökhan. “Birlikte kahvaltı ederiz, biraz da zaman geçiririz ve terminale gideriz.”

“Sıkıntı olmaz,” diyen Göksel gülümsedi. Duyduklarından hoşlanmıştı. “O zaman dokuz gibi gelirim, dediğin gibi beraber kahvaltı eder ve biraz zaman geçirmiş oluruz.”

“Sucuk sever misin?”

“Sucuklu yumurta mı yapacaksın bana?” dedi Göksel gülerek. “Severim.”

“Kızarmış ekmek?”

“Bayılırım.”

“O zaman kahvaltı menümüz belli oldu demektir. Başka bir şey ister misin? Ne istiyorsan onu hazırlayayım.”

“Aslında sucuklu yumurta ve kızarmış ekmeğe bile zahmet etmene gerek yok, ne varsa ondan yerim.”

“Olur mu öyle şey?” dedi Gökhan. “İlk kez evime geleceksin, birlikte kahvaltı edeceğiz ve ben sana bir şeyler hazırlamayacağım öyle mi? Sence böyle bir şey mümkün mü? Ben size geliyor olsam sen bana bir şeyler hazırlamaz mısın? Elbette hazırlarsın, ben de hazırlayacağım.”

Göksel onu gülümseyerek dinledi. Gökhan’ın ince ruhunu, kibarlığını, düşünceli oluşunu çok seviyordu.

“Yola çıkacağın için uğraşmanı istemiyorum,” dedi Göksel. “Yoksa yaptığın şeyleri yemekten çok hoşlandım.”

“Alt tarafı kahvaltı hazırlayacağım, bir şey olmaz,” dedi Gökhan. “Hafta sonu kahvaltılarını çok severim, seninle de güzel bir cumartesi kahvaltısı edelim. Hem bak yaptığım şeyleri yemeyi de seviyormuşsun, bu sefer de sucuklu yumurtamın ve kızarmış ekmeklerimin tadına bakarsın.”

“Tamam o zaman, benim ve midemin işine gelir.”

“O zaman anlaştık. Ben şimdi etrafı şöyle bir toplayayım, valizimi kontrol edeyim, üşenmezsem duş alayım; sonra da yatıp uyurum. Yarın sabah yine haberleşiriz, olur mu bir tanem?”

Bir tanem. Bu hitabı duyan Göksel’in yüzünde güller açtı. Gökhan son günlerde ona bu şekilde de hitap etmeye başlamıştı ve onun kendisine böyle seslenmesi çok hoşuna gidiyordu.

“Olur,” dedi biraz sonra. “Sana kolay gelsin. Yarın görüşürüz.”

“Görüşürüz. İyi geceler güzelim benim.”

“İyi geceler sevgilim.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi. Göksel’in sesini duymak gerçekten de iyi gelmişti. Kendisini dakikalar önceye göre çok daha iyi hisseden genç adam koltuktan kalkıp iş olarak bilgisayarını kapattı. Ardından gitar çalıp beste üzerinde çalıştığı için dağılan salonu toparlamaya girişti.

Göksel’se telefonu kapattıktan sonra odasından çıkıp ebeveynlerinin yanına döndü. Göksel salona girince ikisi de ona baktı.

“Ne oldu?” diye sordu Güzin. “Konuştunuz mu?”

“Konuştuk,” diye onayladı Göksel. Tekli koltuğa oturdu. “Onun için biraz zor bir gün olmuş, iş dönüşü gitarına sarılıp müzikle uğraşmış.”

“Neden zor bir gün olmuş?” dedi Engin. “İşle ilgili mi?”

“Evet, patronu izin konusunda biraz laf etmiş. Ay başı yoğun oluyor diye geçen hafta izne çıkmadı, patronu bu hafta da çalışmasını istemiş ama Gökhan’ın okulu başlamak üzere ve o da hâliyle okul başlamadan önce birkaç gün de olsa tatil yapıp dinlenmek istiyor. Biraz atışmışlar, doğal olarak canı sıkılmış; eve dönünce de kafasını dağıtmak için müziğe sarmış ve telefona bakmamış.”

“Ben de bir patronum ama pek çok patron gerçek bir kan emici,” dedi Engin onaylamaz bir sesle. “Çalışanların birkaç günlük yıllık iznine bile göz dikiyorlar. İstiyorlar ki 7/24 köle gibi çalışsın millet. Yahu bu çocuk daha yirmi bir yaşında gencecik bir üniversite öğrencisi, okulu başlamak üzere; bırak da gidip birkaç gün tatil yapsın, kafasını dağıtsın.”

“İşte Gökhan da buna sinirleniyor. Biraz konuştuk, dertleştik; sesi daha iyi geliyordu.”

“İyi yapmışsın. Yalnız olmadığını hissettirmekte fayda var, insan böyle anlarda sevdiklerinden destek görmek istiyor.”

“Gökhan orada geçici olarak çalışıyordur zaten,” dedi Güzin. “Mezun olduktan sonra istifasını basar, severek yapacağı başka işler bulur.”

“Tabii ki,” dedi Göksel. “Elinde konservatuvar diploması olacak, neden satış danışmanlığına devam etsin? Bir yerde iş bulamasa bile özel ders verir, geçimini o şekilde sağlar.”

“Aynen öyle. Bir saatlik özel dersler kaç lira olmuş? Her gün bir öğrencisiyle dersi olsa epey para eder.”

“Gerçekten,” diye eşine arka çıktı Engin. “İş yerinden birkaç arkadaş çocuklarına özel ders aldırıyormuş, fiyatları duyunca dudağım uçukladı. Sanat derslerinde fiyatlar daha da pahalıymış, öyle diyorlardı. Sahi Gökhan neden daha çok kişiye özel ders vermiyor?”

“Kolay iş mi baba?” dedi Göksel. “Daha kendisi öğrenci, başka öğrencilerle nasıl uğraşacak? Her öğrenci için haftalık program, ders içeriği, ödev hazırlamak saatlerini alır; Gökhan’ın öyle bir vakti yok.”

“Doğru, haklısın. Başka bir işe ihtiyaç duymaması için fazla sayıda öğrencisi olmalı, bunun için de yeterli zamanı olmalı ama Gökhan’ın yok.”

“Son senesi,” dedi Güzin. “Biraz daha dişini sıkar, yazdan sonra önüne bakar. Hakkında hayırlısı olsun. Çocuk resmen kendi kendini okuttu, helal olsun.”

“O da böyle düşünüyor,” dedi Göksel. “Üç seneyi bir şekilde halletmiş, bu seneyi de hallettikten sonra kendisine bir yol çizer.”

“Hayırlısı olsun,” dedi Engin. “Yarın otobüsü kaçtaymış?”

“12’de. Biraz erken gelirsen birlikte kahvaltı ederiz, dedi; ben de kabul ettim. Sıkıntı olur mu?”

“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi Engin biraz yüksek sesle. “Çocuğun tekliflerini kabul ettikten sonra gelip sıkıntı olur mu diye soruyorsun ya, deliriyorum. Bunu tekliflerini kabul etmeden önce sorman lazım, sonra değil.”

“Ama sıkıntı etmiyorsunuz ki.”

“Gökhan’ın evinde mi kahvaltı edeceksiniz?” diye sordu Güzin.

“Evet,” dedi Göksel çekinerek.

“Eğer üniversitede biz de birbirimizin evlerinde kahvaltı etmemiş olsaydık buna kızardık ama aynısını yaptığımız için —hem de defalarca— böyle bir hakkımız yok. Biz bir de ailelerimize söylemiyorduk, sen haber de veriyorsun.”

“Bak bak,” dedi Göksel gülerek. “Sizi çifte kumrular, fındıkkıranlar sizi. İyi ki böyle şeyler yapmışsınız yoksa şimdi elimde koz olmazdı. O zaman yarın Gökhan’la kahvaltı ediyoruz, sonra da onu terminale bırakıyorum.”

“Kahvaltı meselesini söylemek zorunda mıydın?” dedi Engin eşine bakarak. “Aklımda çok güzel bir reddetme konuşması vardı.”

“Aklında kalmaya devam edebilir,” diyen Göksel koltuktan kalktı ve onların yanaklarını öptü. “Size iyi geceler, ben biraz odamda takılacağım.”

Göksel salondan çıkarken ebeveynleri onun arkasından baktı.

“Cimcime dedik, cadıya dönüşmeye başladı,” diye söylendi Engin. “Kahvaltı edeceklermiş! Bu Gökhan’la erkek erkeğe bir konuşma yapma vaktim gelmiş de geçiyor.”

“Hayatım,” dedi Güzin uyarı dolu bir sesle. “Aynı yollardan biz de geçtik, üstelik biz gizli saklı yapıyorduk ama Göksel bize her şeyi söylüyor. Aramızda çok güzel bir güven bağı var, bırakalım da o da gençliğinin tadını çıkarsın.”

“Ben kötü niyetli bir delikanlı değildim.”

“Gökhan’ın da olmadığını nereden biliyorsun? Göksel’in ona güvendiği belli ve onunla mutlu olduğu da ortada. Onlara baktığımda bizi görüyorum, bize çok benziyorlar.”

“Mutlu olmasına mutlu da bu devirdeki erkeklere yine de güven olmaz.”

“Hiçbir devirdeki erkeklere güven olmaz hayatım, en azından birçoğuna.”

“Gözüm yine de üstlerinde, haberleri olsun.”

“Emin ol vardır. Rahatla biraz, bırak da gençliklerinin tadını çıkarsınlar.”

“Ben iyi bir babayım, tatlı bir babayım, modern bir babayım. Öyleyim değil mi Güzin?”

“Tabii ki öylesin,” dedi Güzin gülerek. Onun yer yer kırlaşan kumral saçlarını sevdi. “Dünyanın en iyi, en tatlı ve en modern olmaya çalışan babasısın.”

“Güzin!”

Engin bağırırken Güzin kahkaha attı.

***

Göksel ertesi sabah 7.30’ta uyandı. Annesiyle babası daha erkenden işe gittikleri için evde yalnızdı, sessizlik içindeki evde yatağında biraz uzanıp kendine geldikten sonra yataktan kalktı ve banyoya girip hızlı bir duş aldı. Her ne kadar Gökhan’ın evine gidiyor olsa da şık olmak istedi ve beyaz keten şortuyla sarı bluzunu giydi. Saçlarına hiçbir şey sürmedi, eliyle şöyle bir avuçlayıp dalgalarını belirginleştirdikten sonra kendi kendine kurumaya bıraktı. Makyajını da pembe parlatıcı ve sarı kirpiklerini görünür kılmak için sürdüğü kahverengi maskarayla sınırlı tuttu.

Sarı çantasına birkaç kişisel eşyasını attıktan sonra cep telefonunu eline aldı. Saat 07.55 olmuştu. Mesajlaşma uygulamasına girip Gökhan’a mesaj attı.

Günaydın hayatım

Ben şimdi yola çıkıyorum, haberin olsun

Beyaz spor ayakkabılarını giydikten sonra apartmandan çıktı. Gün içinde havalar hâlâ sıcak olsa da sabahları serin olmaya başlamıştı, şimdi de hoş bir serinlik vardı ve Göksel güneş doğar doğmaz başlayan kavurucu sıcaklar bittiği için mutluydu.

Yolda dinlemek için Türkçe şarkıların olduğu çalma listesini açtıktan sonra yola koyuldu. Sabah trafiği olduğunu biliyordu ama Gökhan’la görüşeceği için dert etmiyordu. Erkek arkadaşıyla en son pazar görüşmüştü. Kadıköy’de güzel bir kahvecide buluşan ikili kahve içip sohbet etmiş, birlikte iki saat vakit geçirmişti. Gökhan cumartesi günü erkek arkadaşlarıyla buluştuğu için onların buluşması pazara sarkmıştı, zaten akşam buluştukları için o kadar da vakit geçirememişlerdi. Bugün de çok vakit geçiremeyeceklerdi ama ilk kez iki taraftan birinin evinde vakit geçirecekleri için bu her hâlükârda unutulmaz bir görüşme olacaktı.

Gökhan da sekizi geçe uyandı ve Göksel’e mesaj attı. Göksel onun mesajını yolda giderken okudu.

Günaydın bebeğim

Şimdi sabah trafiği vardır, dikkatli kullan lütfen

Ben de az önce uyandım, kahvaltıyı hazırlayacağım

Direksiyon başında olduğu için ona mesaj yazamayacak olan Göksel ses kaydı gönderdi.

“İstanbul’un sabah trafiği bildiğimiz gibi ama dikkatli sürüyorum, merak etme. Erkenden uyanıp yollara düştüğüm için karnım acıktı, kahvaltıyı iple çekiyorum.”

Trafiği atlatan Göksel, Gökhan’ın oturduğu sokağa vardı. Arabayı apartmanın karşısına park ettikten sonra yolda karşısına çıkan bir fırından aldığı simitlerin olduğu poşetle çantasını alarak arabadan indi. Apartmana ilerleyen genç kadın kapının önünde durup beş numaranın ziline bastı. Apartmanda her katta iki daire vardı ve Gökhan da üçüncü kattaki beş numaralı dairede oturuyordu. Göksel zile bastığında mutfakta masayı hazırlamakta olan Gökhan zil sesini duyunca irkildi.

“Göksel olmalı,” diye düşünen genç adam duvardaki saate baktı. “Çabuk geldi.”

Mutfaktan hole çıkıp daire kapısının yanında duran otomatiğe bastı. Girişteki dolabın aynasına bakarak, üstünü başını düzeltip boğazını temizledi.

“Sakin ol oğlum,” dedi aynadaki yansımasına bakarak. “Evet, önemli ve heyecanlı bir olay ama soğukkanlılığını koru.”

Daire kapısını açıp merdivenlerden çıkan ayak seslerini dinledi. Saniyeler sonra Göksel’in sapsarı saçları görüş alanına girdi, onu yüzü ve gövdesi takip etti. Renk seçimini beyaz ve sarıdan yana kullanan genç kadın çok hoş görünüyordu. Onun bu kombini Gökhan’a tanıştıkları akşamı hatırlattı. Göksel’in kız arkadaşlarıyla Parça’ya gittiği o akşam da üstünde beyaz bir bluzla sarı kotu vardı. O akşamı hatırlayan Gökhan gülümsedi.

“Hoş geldin,” dedi onun mavi gözlerinin içine bakan Gökhan. “Sefalar getirdin.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kokuları apartmana girer girmez aldım, mis gibi kokutmuşsun.”

“Kokuturum. Sen ne aldın?”

“Cadde üstünde bir fırın vardı, oradan bize sıcacık iki simit aldım. Çay ve peynirle güzel olur.”

“İyi yapmışsın, kesene bereket. Hadi gel içeri. Çantanla poşeti alayım istersen.”

“Çok iyi olur, teşekkür ederim.”

Göksel çantasıyla poşeti Gökhan’a verdikten sonra ayakkabılarını çıkardı ve paspasın kenarına koyarak evin içine girdi. İçeriyi şöyle bir inceledi. L şeklinde bir hol vardı, odalar da bu holün çevresinde yer alıyordu. Hol çok geniş değildi ama küçük de sayılmazdı, duvarları krem rengine boyandığı ve odaların pencerelerinden gelen ışığı aldığı için ferah bir havası vardı.

“Çantanı askıya asayım mı?” diye sordu Gökhan.

“Olur,” dedi Göksel. “Sağ ol.”

Gökhan onun çantasını askıya astıktan sonra kız arkadaşına döndü.

“Tekrardan hoş geldin,” dedi gülümseyerek. “Gel bir sarılayım sana.”

“Tekrardan hoş buldum,” diyen Göksel ona uzandı ve sarıldı. “Çok hoş buldum.”

Çift birkaç saniye boyunca sarıldı. İlk geri çekilen Gökhan oldu. Göksel’in saçlarına bir öpücük bıraktıktan sonra bakışlarını onun yüzüne çevirdi. Onun cilt makyajı yapmadığını fark eden genç adam gülümsedi.

“Öyle duru ve doğal bir güzelliğin var ki,” dedi parmaklarının tersiyle onun yanağını okşarken. “Güne bu güzel yüzle başlamak demek o gün harika geçecek demek.”

“Ben de aynısını düşünüyordum,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun nemli saçlarına baktı. “Anlaşılan dün akşam duş almaya üşenmişsin.”

“Dün akşam etrafı da toparladıktan sonra hiçbir şey yapmaya hâlim kalmadı, kendimi yatağa atıp uyudum. Az önce kahvaltıyı hazırlamaya başlamadan önce hızlıca bir duş aldım, açılmam konusunda da epey yardımı oldu.”

“İyi yapmışsın.”

Gökhan nemli saçları ve vücudundan yükselen tertemiz kokuyla her zamankinden daha çekici görünüyordu ama Göksel bunu dillendirmeyi tercih etmedi. Onu ıslak bir şekilde hayal eden genç kadın yutkundu. Nefes kesici bir görüntü olduğuna dair hiç şüphesi yoktu.

“Sana evi gezdireyim,” dedi Gökhan. “Sonra kahvaltı masasına otururuz, olur mu?”

“Hı hı,” dedi Göksel. Aklındaki görüntüleri kovaladı. “Olur.”

“Gördüğün üzere burası hol,” diye anlatmaya başladı Gökhan. Sağ taraftaki salona ilerledi. “Burası salon. Geniş bir oda ama fazla eşyamız olduğu için içerisi doldu bile. Koltuklar, sehpa, çalışma masası ve müzik köşemiz. Ailesi Yağız’a doğum gününde bateri almış, o da buraya gelecek. Nereye koyacağımızı bilmiyoruz ama bir şeyler düşünürüz. Salonun yanındaki oda mutfak. Küçük sayılmaz, Yağız’la beraber rahatça hareket edebileceğimiz kadar geniş ve bu da bizim için yeterli. Tipik bir mutfak: Tezgâh, beyaz eşyalar ve masayla sandalyeler. Mutfağın yanında benim odam var ama burayı en son göstereyim. Ortadaki kapı banyonun, küçücük bir yer olduğu için hiç göstermeyeceğim bile. Soldaki oda da Yağız’ın, orası da onun özel alanı olduğu için göstermesem daha iyi olacak. Okul zamanı Yağız kalıyor, tatillerde de eve gelen arkadaşlarımı orada misafir ediyorum. Arkadaşlarımın hepsini Yağız da tanıdığı için ve kalmalı gelenler gerçekten çok yakın arkadaşlarım olduğu için Yağız onların kendi odasında kalmalarını dert etmiyor.”

“Şirin bir eviniz varmış,” dedi Göksel. “Mütevazı. Sıcak bir havası var, öğrenci evinden çok aile evine benziyor. Ayrıca çok temiz ve düzenli.”

“Seni ağırlayacağım için etrafı pırıl pırıl ettim ama teşekkür ederim. Çalıştığım için sürekli temizlemeye ve düzenlemeye vaktim olmuyor ama çok da boşlamıyorum. Yağız benden daha düzenlidir, benim odamın savaş alanına döndüğü çok olur ama onun odasında böyle bir şey mümkün değil.”

“O zaman senin odanı görme vaktim geldi.”

“Üç yıldır hiç olmadığı kadar temiz ve düzenli,” diyen Gökhan odasının kapısına ilerledi. “Ve muhtemelen bir daha hiç olamayacağı kadar.”

Göksel kıkırdarken Gökhan da odanın aralık kapısını açtı ve içeri girmesi için Göksel’e öncelik verdi. Onun yanından geçen Göksel odanın içine girdi. Küçük bir odaydı. Pencere hemen karşıda, duvarın ortasındaydı. Gökhan’ın tek kişilik bazası sağ taraftaki duvara yaslanmıştı, yatağın yanında da iki çekmeceli bir komodin yer alıyordu. İnce ve uzun bir kitaplık pencerenin soluna koyulmuştu, onun önünde de üzerinde ders kitapları olan bir çalışma masası vardı; üç kapaklı giysi dolabı da kapının yan tarafına, odanın sol köşesine yerleştirilmişti. Duvarlar krem rengine boyalıydı, mobilyalar açık mavi renginde seçilmişti ve yerde de gri tonlarında bir halı vardı.

“Odan çok cici,” dedi Göksel. Odayı incelemeyi bitirdikten sonra dikkatini duvardaki posterlere verdi. Duvarlarda pek çok poster asılıydı. Gökhan’ın başucunda Yavuz Çetin’in iki posteri vardı; mavi kot gömlek giyerken ve onunla bütünleşmiş Fender’ını çalarken çekilmiş meşhur fotoğrafı ve kucağında yavru bir köpek varken çekilen fotoğrafı. Çetin’in posterlerinin yanında da bir Blues müzik posteri vardı. “Posterlerine bayıldım.”

Karşı duvarda da birkaç poster asılıydı. Duman, mor ve ötesi gruplarının posterlerine ek olarak bir gitar, bir piyano ve bir tane de rock müzik posteri vardı. Rock müzik posteri hariç diğerlerinin eski posterler olduğu anlaşılıyordu, özellikle Duman posterinin çok eski olduğu belliydi.

“Odanda idollerine yer vermen çok hoş,” dedi Göksel ona bakarak. “Tam da senden beklediğim gibi bir odan varmış, tam bir müzisyen odası.”

“Posterleri gördükçe mutlu oluyorum,” dedi Gökhan. “Birkaç senede bir şehir değiştirmemize rağmen posterlerim her zaman odamı süslerdi, süslemeye de devam ediyor.”

“Odana hareket katmış, beğendim.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel komodinin üzerinde duran müzik kutusunu fark etti. “Yakından bakabilir miyim?” diye sordu piyano şeklindeki müzik kutusunu işaret ederek.

“Elbette,” dedi Gökhan. “Eline alabilirsin, açabilirsin, dinleyebilirsin; nasıl istersen.”

Göksel müzik kutusunu eline aldığında gülümsedi. Müzik kutusunun kenarındaki düğmeye bastığında hoş bir müzik sesi yükseldi, piyanonun üstündeki balerin de yavaşça dönmeye başladı.

“Barışların doğum günü hediyesi,” diye açıkladı Gökhan. “Çocukken de bir müzik kutum vardı, geceleri onu dinleyerek uyurdum. Barışlara bundan bahsetmiştim, onlar da doğum günüm için kendi evimde de bir tane olsun diye bunu almışlar.”

“Ya,” dedi Göksel ince bir sesle. “Ne tatlılar. Çok ince düşünmüşler.”

“Evet, aldığım en anlamlı hediyelerden biri. Gözüm gibi bakıyorum. Diğer müzik kutusunu o hengamede almayı unutmuştum, Kütahya’da kaldı. Şimdiye çöpü boylamıştır.”

Göksel’in yüzüne buruk bir ifade yayıldı. “Artık kendi evinde de bir müzik kutun var. Dinliyor musun?”

“Bazen,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Yatışmak istediğimde açıyorum, iyi geliyor.”

“Gelir tabii. Anısı olan şeyler çok özel.”

“Kesinlikle öyleler.”

“Kitaplığına da bakabilir miyim?”

“Bakabilirsin.”

Gökhan’ın kitaplığı kitaplardan ve albümlerden oluşuyordu. Kitaplığın ilk sırasında Yavuz Çetin’in iki albümünün CD’leri vardı, Duman ve mor ve ötesi’nin albümleri de onların yanındaydı. Kitap olarak da Babalar ve Oğullar romanı, Nâzım Hikmet’in üç şiir kitabı ve Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri kitabı yer alıyordu. Diğer raflarda da Gökhan’ın severek dinlediği müzisyenlerin albümleri; büyük çoğunluğu şiir, bir kısmı klasik ve birkaç tanesi de bilinen romanlardan oluşan kitaplar vardı.

“Anlaşılan ilk rafa en sevdiklerini koymuşsun,” dedi Göksel. “Yavuz Çetin, Duman, mor ve ötesi; Nâzım Hikmet, Cemal Süreya ve Babalar ve Oğullar. Neden Babalar ve Oğullar?”

“Adından dolayı ilgimi çeken bir kitaptı ama okumaya cesaret edemiyordum,” diye cevap verdi onun biraz arkasında duran Gökhan. “Yağız doğum günümde hediye etti, ben de okudum ve çok sevdim. İçime dokunan bir kitap oldu.”

“İsmini duyduğum bir romandı ama okumadım. Okuma listeme ekleyeceğim, merak ettim.”

“Bak sen. Oku da hakkında sohbet ederiz.”

“Anlaştık. Nâzım Hikmet’in kitapları da var.”

“Sevdiğimi söylemiştim.” Gökhan, şairin Kuvâyi Milliye adlı şiir kitabını aldı. “Bu kitapta yer alan Piraye’ye yazdığı şiirler çok güzel. Okumadıysan sana ödünç vermek istiyorum.”

“Okumadım,” diyen Göksel gülümsedi. “Sen ödünç vermek istiyorsan ben okumayı daha çok isterim.”

“Mutlaka okumalısın. Mesela ben Balıkesir’deyken okuyabilirsin, döndüğümde de şiirler hakkında konuşuruz.”

“Anlaştık. Kitabına gözüm gibi bakacağımdan ve şiirleri dikkatle okuyacağımdan emin olabilirsin.”

“Hiç şüphem yok.”

Gökhan’ın odasından çıkan ikili mutfağa ilerledi. Gökhan sofrayı hazırlamıştı. Kızarmış ekmekler küçük hasır sepette duruyordu, sucuklu yumurta da tavadaydı; birkaç kahvaltılık masaya yerleştirilmişti, çay bardakları da doldurulmak üzere bekliyordu.

“Sen otur,” dedi Gökhan. “Ben çayları doldurayım, sonra yemeye başlarız.”

“Ellerimi yıkasam iyi olacak,” dedi Göksel. “Sonra başlarız.”

“Olur. Banyo ortadaki kapı, havluyu da yeni astım.”

“Tamam.”

Göksel banyoya gittiğinde Gökhan çayları doldurdu, sonra Göksel’in aldığı simitleri dilimleyip büyük bir tabağa koydu ve tabağı masanın ortasına, domatesle salatalığın yanına yerleştirdi.

Göksel, Gökhanların küçücük banyosunda ellerini yıkarken içeriyi inceledi. Lavabo ve çamaşır makinesi yan yanaydı, klozetle duş kabini de karşı tarafta yan yana duruyordu. Genç kadın ellerini yıkadıktan sonra havluyla kuruladı ve aynada üstüne başına çekidüzen verip banyodan çıktı.

“Gel,” dedi o içeri girince Gökhan. “Çayları da doldurdum, her şey hazır.”

Göksel onun karşısına oturup sandalyesini masaya yaklaştırdı. Masanın üstü gayet kalabalıktı. Gökhan genç kadının aldığı simitleri bile kesip masaya koymuştu.

“Ellerine sağlık,” dedi Göksel. “Her şey harika görünüyor.”

“Afiyet olsun,” diyen Gökhan onu kendi mutfağında, masasında otururken gördüğü için gülümsüyordu. Göksel evine ne kadar da yakışmıştı. “İstediğin şeyden istediğin kadar ye lütfen.”

“Sucuklu yumurtadan başlayacağım.”

“Hayhay, nasıl istersen.”

Gökhan onun tabağına biraz sucuklu yumurta koydu, Göksel üç dilim kızarmış ekmekle biraz domatesle salatalık da aldı. Genç kadın sucuklu yumurtadan ilk lokmasını yediğinde yüzünde beğendiğini gösteren bir ifade belirdi.

“Çok lezzetli,” dedi başını sallayarak. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun.”

Kahvaltı ederken havadan sudan konuştular. Bugünkü havadan, Göksel’in Dervişali’den Merdivenköy’e yaptığı araba yolculuğundan, İstanbul’un trafiğinden bahsettiler. Birbirleriyle sıradan şeylerden, günlük şeylerden konuşurken bile sohbetlerinden keyif alıyorlardı. Konu ne olursa olsun ikisi de karşı tarafı can kulağıyla dinliyordu ve bu onların iletişiminin bu kadar sağlıklı olmasının ana nedeniydi.

“Doydum,” dedi peçeteyle ağzını silen Göksel. “Her şey çok güzeldi. Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun bir tanem,” deyip çaydanlığı kontrol etti Gökhan. “Bir bardak daha çay doldurayım mı, içer misin?”

“İki bardak içtim zaten, bu kadar yeter.”

“Tamam o zaman, ben içerim. Masayı toplayayım, bulaşıkları yıkayayım; sonra da salonda vakit geçiririz.”

“Yardım edeyim.”

“Sen misafirsin, ben hallederim.”

“Misafirim ama sevgilin olan misafirim, tüm bu işleri tek başına yapman hiç içime sinmez. Vaktimiz zaten kısıtlı, mutfağı beraber halleder ve salona geçeriz.”

“Seni seviyorum, biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum ama her seferinde söylemen hoşuma gidiyor.”

Sandalyesinden kalkan Gökhan ona yaklaştı ve elini masaya dayayıp kız arkadaşına doğru eğildi.

“Seni evimde görmek öyle güzel ki,” dedi onun gözlerinin içine bakarak. “Buraya çok yakıştın, tıpkı yanıma yakıştığın gibi.”

Göksel onu ensesinden tutup kendine çekti ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Gözlerini kapatmayan Gökhan genç kadının pembe göz kapaklarına bakarken gülümsedi. Ona bu kadar yakından bakınca maskara değmemiş kirpik diplerinin sapsarı olduğunu fark etti.

“Civciv,” diye düşündü. “Gerçek bir civciv.”

Ayrıldıklarında ikisi de dudaklarını yaladı.

“O zaman burayı toparlamaya başlayalım mı?” diye sordu Göksel.

“Başlayalım,” dedi Gökhan. “Ben bulaşıkları yıkarken sen de kahvaltılıkları yerlerine koyarsın. Yerlerini sana söylerim.”

Böyle de yaptılar. Göksel kahvaltılıkları yerlerine koyarken Gökhan bulaşıkları yıkadı, genç kadın sarı bezlerin biriyle masayı da sildi ve sandalyeleri düzeltti. Bu sırada Gökhan birkaç parça bulaşığı yıkamış, durulamaya geçmişti. Genç kadın ona yaklaştı ve ona arkadan sarılıp yanağını da omzuna yasladı.

“Ne kadar hamarat bir sevgilim varmış,” dedi onun yaptığı işi izlerken. “Elinden her iş geliyor. Yemek, temizlik, bulaşık... Maşallahın var.”

“Üç senedir kendi evinde yaşayınca hepsini öğreniyor insan,” diye cevap verdi Gökhan. “Aile evinde yaşarken kendi odamı da temizler, toparlardım ama o kadardı. Çamaşırla bulaşık yıkamayı, yemek yapmayı, temizliğin inceliklerini İstanbul’a taşındıktan sonra öğrendim. Başlarda çok zor geliyordu ama şimdi o kadar alıştım ki hemen hallediyorum.”

“Hayat seni kocaman bir adama dönüştürdü, öyle değil mi? Diğer herkese yaptığı gibi.”

“Aynen öyle yaptı.”

Gökhan uzanıp onun alnına bir öpücük kondurdu. Gökhan, Göksel’i ilk kez alnından öpüyordu ve bunu fark etmek ikisini de gülümsetti.

“Dört gün yoksun,” dedi Göksel. “Burada da çok sık görüşemiyoruz ama aynı şehirde olduğumuzu biliyordum, şimdi aramıza kilometreler girecek.”

“Kızım ben yine Balıkesir’e gidiyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ve sadece dört buçuk günlüğüne. Sen ta Muğla’ya gittin ve üç hafta kaldın. Üç hafta! Yirmi bir gün. Yirmi bir yıllık hayatım kadar uzun bir süreydi. Dört buçuk gün bunun yanında devede kulak kalır.”

“Beni bu kadar çok özledin demek,” diyen Göksel’in sesi keyifli çıktı. “Ben de seni çok özlemiştim, yine özleyeceğim ama nihayet tatil yapabileceğin ve birkaç gün de olsa İstanbul’un yoğunluğundan uzaklaşacağın için senin adına mutluyum.”

“Ben de seni özleyeceğim ama haftaya yine yan yana olacağız. Yağız’la beraber döneceğimizi söylemiştim, sizi tanıştırmak istiyorum.”

“Döndüğünüz zaman mı?”

“Evet, haftaya. Ne dersin?”

“Olur, derim. Yağız’a ne kadar değer verdiğini biliyorum, onunla tanışmayı isterim.”

“Tamam o zaman, ayarlarız.”

Gökhan bulaşıkları hallettikten sonra mutfaktan çıkıp salona girdiler. Salon evdeki en büyük odaydı. İki kanepe birbirine çapraz olacak şekilde yerleştirilmişti, ortada da küçük bir sehpa vardı; müzik köşesi odanın en sağındaydı. Büyük bir çalışma masasının üstünde dizüstü bilgisayar, şarkı defterleri, birkaç kalem; hoparlörler ve mikrofon duruyordu. Masanın çaprazında Gökhan’ın amfisiyle ayaklı orgu ve Göksel’in bilmediği birkaç müzik ekipmanı daha vardı. Duvardaki askılardaysa Gökhan’ın üç gitarı asılıydı: Kahverengi klasik gitarı, beyaz elektro gitarı ve bej akustik gitarı.

O köşeye yaklaşan Göksel masanın önündeki duvarda da bir şey astığını fark etti. Yavuz Çetin’in metalden yapılma bir tablosu.

“Her yerde Yavuz Çetin var,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu adamı neden bu kadar seviyorsun? Tek neden müziği mi yoksa başka sebepler de mi var?”

“Uzun hikâye,” dedi Gökhan bir elini kaldırarak. “Otururken anlatayım.”

“Oturalım.”

Üç kişilik büyük kanepeye yan yana oturdular.

“Yavuz benim için diğer tüm müzisyenlerden daha farklı ve özel bir yere sahip,” diye konuşmaya başladı Gökhan. “Bayburt’ta yaşadığımız dönem —yani daha sekiz dokuz yaşlarımdayken— bir kapı komşumuz vardı: Serdar ağabey. Liseye gidiyordu ve büyük bir rock müzik hayranıydı. Birkaç kez onunla beraber müzik dinlemiştim, kendisi beni Duman, mor ve ötesi gibi gruplarla tanıştıran kişidir. Bir gün bilgisayarda YouTube’dan müzik dinliyorum, Duman çalıyordu sanırım; sağdaki şarkıların arasında da Yavuz’un Yaşamak İstemem şarkısı vardı. Daha küçücüğüm, ismi ilgimi çekince şarkıyı açıp dinlemeye başladım ve şarkıya bayıldım. Müzisyen olacağım o zamanlardan belli, şarkının müziğine tutuldum resmen. Tabii sonra Yavuz’u araştırmaya ve diğer şarkılarını da dinlemeye başladım; kısa sürede hayranı oldum ve her okuldan dönüşümde, hiç abartısız söylüyorum, açıp onu dinliyordum. Zamanla onun şarkılarını söylemeye başladım, bir baktım ki benim de sesim güzelmiş. ‘Ben bu adam gibi müzik yapmak istiyorum,’ dedim. Sonrasında sana anlattığım gitar alma ve çalma serüvenim başladı. Anlayacağın üzere beni müzik yapmaya başlatan kişi Yavuz oldu.”

“Ne güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bir noktada hayatını o şekillendirmiş resmen.”

“Aynen öyle yaptı. Yavuz bana ve pek çok müziksevere göre ülkenin en iyi gitaristiydi. Bir sürü güzel gitarist var ama hiçbiri Yavuz etmez. Onun gitara kattığı ruhu metrelerce öteden tanırsın, duyar duymaz o olduğunu anlarsın; Yavuz işte bu kadar büyük bir adamdı. Bugün insanlar benim gitaristliğimi çok beğeniyor ve takdir ediyorsa bunun sebebi de Yavuz’dur çünkü ben gitar çalmayı ondan öğrendim, onun şarkılarıyla kendimi geliştirdim ve tüm içtenliğimle söylüyorum ki Yavuz’u çalmak her gitar çalan kişinin yapabileceği bir iş değildir.”

“Ona ne şüphe.”

Gökhan onun yanağına bir öpücük kondurdu.

“Müzisyenliğinin yanında kişisel olarak da pek çok ortak noktamız var,” diye devam etti Gökhan. “Yavuz’un babası bir gazeteci ve Yavuz babasının mesleği nedeniyle şehir şehir gezerek büyümüş; tıpkı benim babamın asker olması yüzünden şehir şehir gezerek büyüdüğüm gibi. Enstrüman çalmaya 10 yaşında curayla ­—en küçük bağlama— başlamış, sonrasında bağlama çalmayı öğrenmiş ve devamında gitarla tanışmış; ben de enstrüman çalmaya 10 yaşında gitarla başladım. Bir diğer güzel ayrıntı da gitar ve bağlamanın telli çalgılar sınıfının tezeneli çalgılar grubunda yer alması, yani akraba olan çalgılar olmaları. Bağlama güzel bir enstrüman, biraz tıngırdatırım da ama çalmayı bildiğim asla söylenemez. Çok güzel çalan arkadaşlarım var, onları dinlemeyi tercih ediyorum. Bunların yanında Yavuz’la babasının arasının bozuk olduğu biliniyor, babası sert yapılı bir adammış ve bu huyu Yavuz’un özgür ruhuna ters düştüğü için aralarında gerginlikler yaşanırmış; bu da bana bir yerden çok tanıdık geliyor.” Gökhan’ın yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. “Yavuz, Marmara Üniversitesinin Müzik Bölümünü kazanmıştı fakat müzik çalışmaları nedeniyle okulunu yarıda bırakmak zorunda kalmıştı; çok iyi bildiğin üzere ben de konservatuvar öğrencisiyim ve umuyorum ki bu seneyi de sağ salim bitirip mezun olabileceğim. Bir de aşk meselesi var tabii. Yavuz’un eşi bir gün bir arkadaşını ziyaret etmek için Marmara Üniversitesine gitmiş, orada piyano başındaki Yavuz’u görmüş ve sonrasında tanışmışlar, âşık olmuşlar. Çok tanıdık bir ilk görüş, değil mi?”

Göksel başını yere eğip gülerken, Gökhan da gülümseyerek onu izledi. Gözlerinin içi parlayan genç kadın erkek arkadaşına saf bir sevgiyle baktı, elini yanağına uzatıp onun tıraşlı yanağını sevdi.

“Çok yabancı gelmedi,” derken gülümsüyordu Göksel. “Gerçekten de çok fazla ortak noktanız varmış, şaşırtıcı derecede ortak noktalar. Enstrüman çalmaya başladığınız yaş bile nasıl aynı olabilir? İnanılmaz.”

“İnanılmaz ama gerçek. Yavuz’u dinler dinlemez çok sevmeme şaşmamalı, resmen hissetmişim. Enerjilerimiz uymuş, kan çekmiş; artık ne denilirse.”

“Bu kadar ortak noktanız olması tesadüf değil. Senin içinde de bir cevher yatıyor, onun gibi muhteşem bir müzisyen ve olağanüstü bir gitaristsin.”

“Bu söylediklerin benim için çok kıymetli, teşekkür ederim. Bak şimdi aklıma geldi, Yavuz ve Yağız tamamen aynı anlama gelmese de benzer anlamlara geliyor ve bazen birbirinin yerine kullanıyor.”

“Yok artık,” dedi Göksel. “Kelime olarak çok benziyorlar gerçekten, şu an sen deyince fark ettim. En büyük idolünle en yakın arkadaşının isimleri çok benzer.”

“Bu adamı tanımak benim kaderimdi, bundan eminim.”

“Gerçekten de öyle görünüyor. Tüm bunları göz önüne alınca bu adama bu kadar hayranlık beslemen çok normal.”

“Hâliyle. Tanışmayı, sohbet etmeyi çok isterdim hatta bu mümkün olabilseydi bunun uğruna pek çok şeyden vazgeçebilirdim. Ne yazık ki mümkün değil. Ben de onun mirasını layıkıyla icra etmeye çalışıyorum, yani müziği.”

“Seninle gurur duyardı. Tıpkı benim duyduğum gibi.”

“İyi ki varsın,” diyen Gökhan ona yaklaştı. “Yavuz’un da dediği gibi: Hayatıma girdin sıcaklığınla / Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden. İyi ki hayatımdasın.”

“Bu şarkıda ona Göksel’in eşlik etmesi,” deyip burnunu onun burnuna yasladı Göksel. “Bak, bir ortak nokta daha buldum: En büyük idolün tek bir kadınla düet yapmış, şu an sevgili olduğun kişiyle adaş olan kadınla.”

Gökhan güldüğünde ağzından çıkan sıcak nefesi Göksel’in dudaklarına çarptı.

“Adının kısaltması ve lakabı benimle aynı olan kadınla,” dedi Gökhan. “Üstelik sözlerinde bizi bulduğum şarkıda. Göksel, seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum ve şu an evinde olmaktan, koltuğunda oturmaktan ve az sonra seni öpecek olmaktan çok memnunum.”

“Ben de şu an evimde olmandan, koltuğumda oturmandan ve şimdi seni öpecek olmaktan çok memnunum.”

Dudakları birleşti ve saniyeler boyunca birbirinden ayrılmadı. Elleri birbirlerinin vücutlarına sevgi dolu dokunuşlar bırakırken dudakları tutkuyla hareket etti. Göksel’in karnına bir ağrı saplandı, Gökhan’sa karnının çok daha aşağısında bir karıncalanma hissetti. Genç adam bir anlığına onu koltuğa yatıracağını düşündü, bunu yapmayı gerçekten de istedi ama hormonlarının sesini dinlemektense mantığının sesini dinleyerek ileriye gitmedi. Göksel buraya bunun için gelmemişti, kendisinin de farklı bir amacı olduğunu düşünmesini istemedi; yanlış anlaşılmak istemedi.

Onun dudaklarına son bir öpücük bırakan Gökhan’ın dudaklarının sonraki durağı genç kadının yumuşak yanağı oldu, dudaklarını burnuyla beraber onun yanağına bastırıp kız arkadaşının güzel kokusunu içine çekti. Bu esnada Göksel de derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bu öpüşme onun nefesini kesmiş ve daha önce hissetmediği arsız bir duyguyu tüm hücrelerinde hissetmesine neden olmuştu.

“Şarkıyı çalar mısın?” diye sordu Göksel. “Onun Şarkısı’nı.”

Gökhan dudaklarını onun yanağından ayırdı. “Çalarım,” diye cevap verdi. “Ama bir şartım var: Şarkıyı benimle birlikte söyleyeceksin.”

“Kötü bir sesim olmasına rağmen mi?”

“Şarkı söylemek için güzel bir sese sahip olmaya gerek yok. Bana eşlik edecek misin?”

“Edeceğim,” diyen Göksel gülümseyerek başını salladı. “Birlikte söyleyelim.”

Ayağa kalkan Gökhan duvarda asan akustik gitarını aldıktan sonra koltuğa geri oturdu. Genç müzisyen gitarın gerekli ayarlamalarını yaparken Göksel ilgiyle onu izledi. Onun ne yaptığını bilmiyordu fakat yaparken yüzünde oluşan ciddiyeti izlemek keyifliydi.

“Gitar hazır,” deyip boğazını temizledi Gökhan. “Sözleri biliyor musun?”

“Biliyorum,” diye onayladı Göksel. “Ben de hazırım, sen de hazırsan başlayalım.”

“O zaman son iki üç dört.”

Gökhan gitarı çalmaya başladığında bakışları Göksel’in yüzündeydi, Göksel de ritimle uyumlu olarak yavaşça sağa sola sallanıyordu.

“Seni ilk gördüğümde,” diye şarkıya girdi Gökhan. “Senin olmayı istedim bir an önce.”

“Seni ilk öptüğümde,” diye ona eşlik eden Göksel’in sesi orijinal şarkıyı söyleyen Göksel gibi tiz çıktı. “Eskiler silindi dudaklarımdan.”

Göksel gülmemek için elini ağzına bastırdığında Gökhan başını iki yana salladı.

“Hayatıma girdin sıcaklığınla,” diye başlayan nakaratı beraber söylemeye başladılar. Göksel, Gökhan’ın sesinin kendi sesini bastırmasına sevindi. “Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden / Rüyalarımdaydın derin uykularda / Kalbini verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden.”

“Güzel,” dedi Gökhan nakarat bitince. “Bak, o kadar da zor değilmiş.”

“Tabii canım,” dedi Göksel.

Gökhan kısa gitar kısmını çaldıktan sonra şarkının ikinci kıta kısmına girdi.

“Seni ilk sevdiğimde / Senin kalmayı istedim tüm ömrümce.”

“Beni ilk üzdüğünde,” dedi Göksel yine tiz bir sesle. “Kaçıp gitmeyi istemedim bir an bile.”

Nakaratı yine birlikte söylediler. Gökhan’ın sesi ön plandaydı, Göksel daha kısık bir seste ona eşlik ediyor ve bir arka vokal gibi onu besliyordu. Göksel başta çekinse de şu an yaptıkları şeyden oldukça keyif alıyordu ve onun keyif aldığını görmek Gökhan’ı da sevindirmişti.

“Bir daha,” dedi Gökhan. “Son kez.”

Nakaratı son bir kez daha söylediler.

“Çok keyifliydi,” dedi Göksel şarkı bitince. “Seninle birlikte söyleyince sesimin kötülüğü o kadar da belli olmadı.”

“Çünkü o kadar kötü bir sesin yok,” dedi Gökhan. “Hayatım boyunca gerçekten kötü olan pek çok ses duydum; senin sesin onlardan biri değil, inan bana. Cesaretin için takdir eder, bu güzel şarkıyı benimle beraber söylediğin için de teşekkür ederim.”

“Çok keyif aldım.”

“Ben de öyle. Saat yaklaşıyor, gitarı yerine bırakıp eşyalarımı son bir kez kontrol edeyim ve çıkalım; olur mu?”

“Olur, geç kalmayalım.”

Ayağa kalkan Gökhan akustik gitarını yerine astı. Aklına günler önce Göksel’e söylediği şey gelince bakışlarını genç kadına çevirdi.

“Ebeveynlerimi merak ettiğini söylemiştin,” dedi. “Ben de bir ara fotoğraflarını gösteririm, demiştim. Şimdi göstereyim.”

Göksel’in kalp atışları hızlandı. “Tamam,” dedi. Yutkundu. “Göster.”

“Kitaplarımın birinin arasından üçümüzün bir fotoğrafı çıkmıştı. Lise mezuniyetimin olduğu gün çekilen bir fotoğraf. Hâlâ odamda, aynı kitabın arasında duruyor. Hadi odama geçelim.”

Göksel onunla beraber odasına ilerledi. Gökhan kitaplıktan bir kitabı çıkarıp sayfalarını karıştırdı ve aradığı fotoğrafı bulup çıkardı.

“Sorunsuz bir şekilde geçirdiğimiz son günümüzdü,” dedi fotoğrafa bakarken. Yutkundu. “Bu fotoğrafı ne ara kitabın arasına koyduğumu bile hatırlamıyorum, buraya taşındıktan sonra bir akşam kitaplığı düzenlerken kitabın arasından düşmüştü ve bir tır gibi üzerimden geçmişti. İşte, annemle babam.”

Gökhan fotoğrafı Göksel’e uzattığında Göksel çekingen bir tavırla fotoğrafı aldı ve bakışlarını fotoğraftaki Uygurlara çevirdi. Annesiyle babasının ortasında duran Gökhan’ın üstünde siyah bir cübbe vardı, kıyafet seçimini de siyah keten pantolonla mavi bir tişörtten yana kullanmıştı. Saçları kısa, yüzü sakalsızdı ve hoş bir gülümseme bu masum yüzü süslüyordu. Burun piercing’i yoktu, küpeleri yoktu, dövmeleri yoktu; şimdi olduğundan daha farklı, daha masum ve hâliyle daha çocuksu görünüyordu.

Göksel bakışlarını Gökhan’ın sağında duran annesine çevirdi, Hande Uygur’a. Hande Uygur koyu kumral saçları, iri kahverengi gözleri olan; 1,60 boylarında minyon ve orta kilolu bir kadındı. Bu fotoğrafta yüzünde bir gülümseme vardı, içten bir gülümseme. Bu gülümseme onun kaz ayaklarındaki kırışıklıkları derinleştirmişti ve onun elliye merdiven dayayan yaşını belli etmişti.

Göksel’in bakışlarının son durağı Gökhan’ın babası oldu, Göktuğ Uygur’un ta kendisi. Gökhan’ın solunda duran ve bir eliyle onun sırtına dokunan Göktuğ Uygur, Gökhan’dan daha uzun bir adamdı; düz çenesi, dik duruşu ve gözlerindeki ciddi ifadeyle tam bir askerdi. Üzerindeki lacivert takım elbise geniş omuzlarına tam oturmuş, onu daha da görkemli göstermişti. Gökhan dış görünüş olarak babasına çok benziyordu. Düz kahverengi saçlarını, badem şeklindeki kahverengi gözlerini, dolgun dudaklarını ve köşeli çenesini babasından almıştı; onun gibi uzun boylu, geniş omuzluydu ve şekilli bir vücuda sahipti. Birbirine oldukça benzeyen bu baba oğula bakınca insana geçen enerjilerse bambaşkaydı. Gökhan güler yüzlü, sevecen ve arkadaş canlısı karakterini dış görünüşünde de gösteriyordu; Göktuğ Uygur’un ise insanı delip geçen bakışları, ciddi bir yüzü ve soğuk bir havası vardı. Bu fotoğrafta da yüzünde bir tebessüm olmasına rağmen yüz ifadesi oldukça ciddiydi. Bu sert mizacı askerlik yaparak geçirdiği onlarca senede kazanmıştı.

“Babana ne kadar benziyorsun,” cümlesi Göksel’in dudaklarından dökülen ilk şey oldu. “Dış görünüş olarak tabii.”

“Sadece dış görünüş olarak,” dedi Gökhan. “Çok şükür ki.”

“Ne kadar ciddi ve baskın biri olduğu yüz ifadesinden anlaşılıyor. Tam bir askermiş.”

“Üstlerinin bile onu görünce duruşunu düzeltmesinin sebebi belli. Astlarını söylemiyorum bile, geldiğini gören saygı duruşuna geçerdi. ‘Kolay gelsin asker!’ ‘Sağ olun komutanım!’”

Gökhan esas duruşa geçip, asker selamı verince Göksel kıkırdadı.

“Asker duruşlarını, selamlarını da öğrenmişsin bakıyorum,” dedi Göksel sırıtmaya devam ederken. “Tıpkı askerler gibi yapıyorsun.”

“Çocukluğumla ergenliğim askeriyelerde geçti, bir zahmet,” dedi Gökhan. “Onun oğlu olduğum için bana çok iyi davranırlardı. Emrindeki askerlere birkaç kez gitar çalıp şarkı bile söylemiştim, babamın aksine onlar müzisyenliğimi takdir ediyorlardı.”

“Bu fotoğrafta mezun olduğun için mutlu görünüyor.”

“İkisi de mutluydu,” dedi Gökhan. İç çekti. “Onların istediği mesleklerden birini yapacağımı düşünüyorlardı. Ben de mutluydum çünkü artık istediğim bölümde okumak için somut adımlar atabilecektim. Hepimiz mutluyduk ama bizi mutlu eden şeyler farklıydı, her zamanki gibi. Önümüzdeki sene üniversiteden mezun olacağım ama böyle bir fotoğrafımız olmayacak. İşte bunu o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk. Onlar beni ikna edebileceğini düşünüyordu, ben de onları ikna edebileceğimi düşünüyordum ama kimse kimseyi ikna edemedi ve geride sadece birkaç fotoğraf karesiyle acı tatlı hatıralar kaldı.”

“Bizim olacak,” diyen Göksel ona yaklaştı. “Mezuniyet töreninde cübbeni giyecek, kepini takacaksın; ben de üstüme şık bir elbise giyeceğim ve o çok özel günde senin yanında olup seninle fotoğraf çekileceğim. Sen de benim mezuniyetime gelirsin, o zaman da cübbe giyme ve kep takma sırası bende olur; o şekilde de fotoğraf çekiliriz.”

Gökhan’ın az önce buruk bir ifadeye ev sahipliği yapan yüzünde içten bir gülümseme yuva kurdu. “Çok tatlısın,” dedi genç adam. “Ölene kadar yakandan düşmeyeyim de gör.”

“Düşmeni isteyen mi varmış?” dedi Göksel gülerek. Onun yanağını öptü. “Hadi son hazırlıklarını yap da çıkalım.”

“Nâzım Hikmet’in kitabını vereyim,” diyen Gökhan dediği kitabı raftan alıp Göksel’e uzattı. “Ben yokken sana eşlik etmesi için çok sevdiğim bu şiir kitabını sana ödünç veriyorum.”

“Bana çok iyi arkadaşlık yapacağından şüphem yok,” deyip kitabı aldı Göksel. “Teşekkür ederim.”

Gökhan üstünü değiştirip mavi keten bir şortla beyaz tişört giydi, valize diş fırçasını ve parfümünü de koyup fermuarı kapattı; omuz çantasını kişisel eşyalarıyla doldurdu ve odasından çıktı.

“Ben hazırım,” dedi salonun kapısında durup koltukta oturan Göksel’e bakarak. “Çıkalım.”

“Ne hoş olmuşsun,” dedi onu süzen Göksel. “Şortunu çok beğendim.”

“Teşekkür ederim.”

Daireden çıktılar. Kapıyı üç kere kilitleyen Gökhan, anahtarı çantasının ön gözüne attı. Apartmandan ayrılan çift, Göksel’in arabasına el ele yürüdü.

“Araba yıkatılmış,” dedi Gökhan bembeyaz arabaya bakarak. “Yeni gibi olmuş.”

“Araba dün babamdaydı, o yıkatmış,” dedi Göksel. “O yıkatmasaydı bugün ben yıkatacaktım ama sağ olsun beni bu işten kurtardı.”

Arabaya binip yola koyulan çift Dudullu’ya gidene kadar müzik dinledi, sohbet etti. Gökhan ona Balıkesir planlarını anlattı, orada kısa süre kalacağı için kısıtlı zamanını en verimli şekilde kullanmak için önceden tatil planını hazırlamıştı ve önceki senelerde olduğu gibi bu sene de bu plana uyacaktı. Göksel’e Yağız’ın ailesinden de bahsetti. Bunu yaparken gözleri ışıl ışıl parlıyor, yüzü gülüyordu. Göksel genç adamın onları çok sevdiğini, onların da Gökhan’ı kendi oğulları gibi gördüğünü anladı ve içi sıcacık oldu.

Korkmazlar, Gökhan’a aile olmuştu.

Dudullu’ya vardıklarında otobüsün kalkmasına 10 dakika vardı. Balıkesir otobüsünü bulduktan sonra Gökhan valizini muavine verdi.

“Balıkesir’in tadını çıkar,” dedi Göksel. “Gez, toz, eğlen, dinlen. Bana mesaj atmadın ya da beni aramadın diye darılmam, aksine beni arka plana atıp tatilinin tadını çıkarmanı isterim.”

“Seni arka plana atmak mı?” diyen Gökhan kollarını onun beline sardı. “Sence böyle bir şey mümkün mü? Tatilin tadını da çıkarırım, seninle de konuşurum; ben her şeye yetişirim, sen hiç merak etme.”

“Çok tatlısın. Tatil fotoğraflarını ve videolarını dört gözle bekliyorum.”

“Sana gönderirim, hesabımda da paylaşırım. Bir sen etmez ama Yağız da beni çekme konusunda iyidir.”

“Kankalığın ana maddelerinden biri iyi fotoğraf çekmektir.”

“Kesinlikle öyle ve Yağız bu işi de hallediyor.”

“Aferin ona.”

Otobüsün kalkış saati geldiğinde çift vedalaştı. Birbirlerine sıkı sıkıya sarılan ikili bir süre böyle kaldılar.

“Kendine çok iyi bak,” dedi Göksel. “Vardığında mutlaka haber et ve dediğim gibi her bir anının tadını çıkar.”

“Sen de kendine iyi bak,” dedi Gökhan onun saçlarını okşayarak. “Vardığımda yazarım ve her bir anın da tadını çıkarırım. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Birbirlerinin dudaklarına küçük bir buse kondurdular.

“İyi yolculuklar,” dedi ona otobüsün kapısına kadar eşlik eden Göksel. “Güle güle gidip güle güle gel. Yolun açık olsun.”

“Teşekkür ederim bir tanem. Haftaya görüşmek üzere.”

“Görüşürüz.”

Gökhan otobüse binerken, Göksel de perona geçip onu izledi. Gökhan üçüncü sıradaki tekli koltuğa oturdu. Birkaç saniye sonra şoför de otobüse bindi ve otobüsü çalıştırdı. Geri geri giden otobüs perondan çıkarken Göksel el sallıyordu, üst gövdesini öndeki koltuğun arkasından çıkaran Gökhan da ona el salladı.

“Seni seviyorum,” dedi Göksel dudaklarını oynatarak ama otobüs Gökhan’ın bunu göremeyeceği kadar uzaklaşmıştı.

Perondan çıkan otobüs yola koyulduğunda Göksel otobüs görüş alanından çıkana kadar olduğu yerde durup otobüsün arkasından baktı. Otobüs gidince o da ileriye park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı.

Onunla farklı şehirlerde olacağını bilmek içini burkuyordu fakat Gökhan ona değer veren insanların evine gittiği ve onlarla birlikte zaman geçirip yılın yorgunluğunu atacağı için onun adına mutluydu.

*** 

Büyük yolcu otobüsü Balıkesir otogarındaki peronuna girerken saatler 5 olmak üzereydi. Peronun yakınlarındaki bir bankta oturan Yağız’la Yiğit otobüsü görünce ayaklandılar. Perona giren otobüs durduğunda kapıları açıldı ve yolcular inmeye başladı. Ön kapıdan inen iki kadından sonra Gökhan göründü. Genç adam ayağını yere basar basmaz kendisine yaklaşan tanıdık simayı gördü, en yakın arkadaşı Yağız’ı.

“Gök,” dedi kollarını iki yana açan Yağız. “Hoş geldin kardeşim.”

Gökhan cevap veremeden Yağız ona sıkı sıkıya sarıldı.

“Hoş buldum kardeşim,” diyen Gökhan onun kürek kemiğine vurdu. Bu esnada arkada duran Yiğit’i de fark etti. Sakallarını uzatan liseli genç Gökhan’ın onu son gördüğünden bu yana daha da büyümüştü. “Merhaba Yiğit.”

“Merhaba Gökhan ağabey,” dedi Yiğit. “Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Gökhan, Yağız’dan sonra Yiğit’e de sarıldı.

“Nasılsın?” diye sordu Yağız. “Yolculuk nasıl geçti? Rahat gelebildin mi?”

“Yolculuk güzeldi, çok rahat geldim,” dedi Gökhan. “İyiyim, sizi görünce daha da iyi oldum. Ne kadar bronzlaşmışsınız, Balıkesir’in sahilleri size yaramış.”

“Sana da yarayacak, hiç merak etme.”

“Yarasın, çok ihtiyacım var. Ben valizimi alayım, sonra eve geçelim.”

Gökhan valizini aldı ama Yağızlar onun taşımasına müsaade etmedi ve valizi taşıma işini Yiğit üstlendi. Üç delikanlı Yağızların terminal dışına park ettiği arabalarına doğru yürümeye başladı.

“Siz nasılsınız?” diye sordu Gökhan. “Neler yapıyorsunuz?”

“İyiyiz,” diye cevapladı Yağız. “Ben hâlâ tatil modundayım, Yiğit de kursa gidiyor.”

“Tam gaz sınava hazırlanıyorum,” dedi Yiğit. “Haftanın beş günü kurstayım, hafta sonları da ödevlerimi yapıyor ve robotlaşmamak için sosyalleşmeye çalışıyorum.”

“Sınava elbette hazırlan,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ama dediğin gibi sosyalleşmek de lazım, sürekli ders insanı boğar.”

“Aynen öyle, zaten çalışmaya erkenden başladığım ve epey konu bitirdiğim için kendimi sıkmama gerek de kalmıyor.”

“Ne güzel. Hakkında hayırlısı olsun.”

“Sağ ol ağabey. Sen neler yapıyorsun?”

“Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum, eylülün ikinci haftası geldi ama ben daha yeni tatile çıktım.”

“Geç olsun güç olmasın. Ağabeyimin dediğine göre artık bir kız arkadaşın varmış, güzel haberleri aldık.”

“Hemen yetiştirdin mi?” diye sordu Gökhan, Yağız’a bakarak.

“Görüşmeyi sonlandırır sonlandırmaz hem de,” dedi Yağız sırıtarak. “Bu bomba gibi haberi bizimkilere söylemem gerekiyordu.”

“Dedikoducu mahalle karısı seni.”

Yağız, Gökhan’ın ensesine bir şaplak yapıştırdığında Yiğit bir kahkaha attı.

“Ah!” diyen Gökhan elini ensesine götürdü. “Ulan daha geleli iki dakika olmadı. İnsan misafirine böyle mi davranır?”

“Misafir mi?” dedi Yağız kaşlarını kaldırarak. “Bizim evin beşinci üyesisin lan sen, ne misafirliği?”

“Neyim neyim?”

“Bizim evin beşinci üyesisin.”

“Önce dövdü, şimdi de ağlatacak pezevenk,” diye mırıldandı Gökhan. “Balıkesir’e gelir gelmez bana bu kadar tezat duygular yaşatman hiç adil değil.”

“Gel lan buraya,” diyen Yağız onun omzuna kolunu attı. “Annem evde en sevdiğin yemekleri hazırlıyor, mercimek çorbasıyla köfte patates yaptı; ben de ıslak kek yaptım, biz çıkarken fırında pişiyordu. Akşam babam işten dönünce hep birlikte yeriz.”

“Çok tatlısınız. Hepsini mideme indirmek için sabırsızlanıyorum.”

Terminalden çıkan üçlü Yağızların gri arabasına ilerledi. Gökhan’ın valizini bagaja koyduktan sonra arabaya bindiler. Yağız şoför koltuğuna, Gökhan yolcu koltuğuna ve Yiğit de arka koltuğa oturdu.

“Ben Göksel’i arayıp geldiğimi haber vereyim,” dedi Gökhan. “Kısa tutarım.”

“Selam söyle,” dedi Yağız şakayla karışık.

Gökhan güldükten sonra Göksel’i aradı, kız arkadaşı birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Efendim?”

“Ben Balıkesir’e geldim güzelim,” dedi Gökhan. “Yağız’la kardeşi beni aldı, şimdi onların arabasıyla eve geçiyoruz.”

“İyi iyi, sevindim. Yolculuk nasıldı?”

“Güzeldi. Otobüs yolculuğu yapmayı özlemiştim, iyi geldi. Sen ne yaptın?”

“Seni bıraktıktan sonra eve döndüm. Malum cumartesi İstanbul her zamankinden daha kalabalık oluyor ve o kalabalığı hiç çekmek istemediğim için eve döndüm.”

“Mantıklı bir karar.”

“Öyle,” dedi Göksel. “O zaman ben seni tutmayayım, siz hasret giderin.”

“Yağız’ın selamı var,” derken Yağız’a kısa bir bakış attı Gökhan.

“Aleykümselam, sen de selam söyle.”

“Söylerim. Kendine iyi bak güzelim, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak ve tatilin tadını çıkar. Görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattı.

“Selam söyle derken ciddi değildim,” dedi Yağız ona bakarak.

“Laf ağızdan bir kere çıkar,” dedi Gökhan. “Onun da sana selamı var.”

“Aleykümselam.”

Balıkesir’in terminali şehir merkezinin dışında kalıyordu, bu yüzden yolları uzundu ve onlar da bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Dakikalar sonra Yağızların oturduğu sokağa vardılar. Yağızlar nezih bir mahallede, dört katlı güzel bir apartmanda oturuyordu. Yağız arabayı apartmanın önüne park ederken, Gökhan tanıdık kahverengi apartmana bakıp gülümsüyordu. Burayı özlemişti.

“Yağız Turizm’i tercih ettiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Yağız kontağı kapattığında. “Bir sonraki seferde görüşmek üzere.”

“Bir daha bu firmayı tercih edeceğimi sanmıyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Şoföre uyuz oldum.”

“Şoför de sana bayılmadı.”

“Kalp kalbe karşıdır, derler.”

“Atışmalarınızı özlemişim,” dedi arka koltuktan onları izleyen Yiğit. “Bana birkaç günlük eğlence çıktı.”

“Ağza bak ağza,” dedi Yağız. “Valizi al, arabayı kapat ve eve gel. Biz önden gidiyoruz.”

Yağız’la Gökhan apartmana ilerledi. Yağız kapı şifresini yazıp kapıyı açtı. Yağızlar ikinci katta oturduğu için asansöre binmek yerine direkt merdivenlere yöneldiler ve merdivenlerden bir üst kata çıktılar.

“Annem mutfaktadır,” dedi Yağız cebinden anahtarını çıkarırken. “Anahtarla girelim.”

Mutfakta yemeklerle uğraşan Sibel ev kapısının açıldığını duydu.

“Oğlum?” diye seslendi. “Yağız? Siz misiniz?”

“Evet,” dedi içeri giren Yağız. “Biz geldik.”

Sibel mutfaktan çıktığında kapının önündeki Gökhan’la Yağız’ı gördü.

“Gökhan,” dedi neşeyle. “Hoş geldin oğlum.”

“Merhaba Sibel abla,” dedi Gökhan gülümseyerek ve ona doğru ilerledi. “Hoş buldum.”

Sıkı sıkı sarıldılar. Gökhan, Sibel’in üçüncü oğlu gibiydi; onu Yağız ya da Yiğit’ten farklı görmüyordu. Sibel de Gökhan için bir anne gibiydi.

“Nasılsın? Yolculuk nasıl geçti?”

“Sizleri gördüm daha iyi oldum. Yolculuk da iyi ve rahattı. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim çok şükür.” Sibel onun parmaklarındaki dövmeleri fark etti. “Bak bak, yine mi dövme yaptırdın? Dört tane yaptırmış bir de.”

“Nasıllar? Beğendin mi? Adımla ilgili dövme yaptırmayı ne zaman istiyordum, bu yaza kısmetmiş.”

“Güzel olmuşlar, yakışmış. Tipin çok mülayim ama tarzın hiç de öyle değil.”

“Ben de böyle bir insanım işte.”

Elinde Gökhan’ın valizi olan Yiğit kapıda belirdi.

“Benim odama koy,” dedi Yağız ona bakarak. “Gök üstünü değiştirip rahat bir şeyler giymek istersen benim odamda giyinebilirsin, istersen duş da alabilirsin. Burası senin de evin biliyorsun, nasıl istiyorsan öyle takıl.”

“Biliyorum kardeşim, eyvallah,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim, sonra yanınıza gelirim.”

Dakikalar sonra salonda toplandılar. Yağız’la Gökhan bir koltukta, Sibel’le Yiğit de diğer koltukta oturuyordu.

“Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?” diye sordu Sibel. “Bu sene buraya biraz geç geldin.”

“Öyle oldu,” diye cevapladı Gökhan. “İş yerinde eylül başı yoğunluğu vardı, ben de ancak bu hafta sonu izne ayrılabildim. Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum; işten kalan kısıtlı zamanlarda da müzik yaptım, arkadaşlarımla vakit geçirdim. Önceki iki yazdan bir farkı yoktu.”

“Çalışma hayatı,” dedi Sibel anlayışlı bir sesle. “Yağız’dan güzel haberi aldık, bir kız arkadaşın varmış.”

“Evet, üç hafta oldu. Yağız ne kadar anlattı bilmiyorum ama adı Göksel, Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video son sınıf öğrencisi; çocukluğundan beri fotoğrafçılıkla uğraşıyor, aynı zamanda video grafiker. Sahne aldığım kafeye geldiğinde tanıştık, konu buralara kadar geldi.”

“Evet, Yağız bunlardan bahsetmişti. Senin adına çok sevindim, hayırlı olsun.”

“Sağ ol ablam, teşekkür ederim. Bu yaz yaşadığım en büyük değişiklik bu oldu, onun haricinde tipik bir yazdı.”

“Burada birkaç gün gezip tozar, yazın son günlerinin tadını çıkarırsınız.”

“Öyle yapacağız. Sen neler yapıyorsun?”

“Ben de beş gün işteyim, hafta sonları da genelde evle ilgilenmekle geçiyor.”

“Evin işi de bitmek bilmiyor tabii.”

“Her iş biter ama ev işi bitmez. İş yerimde sekiz saatlik mesaimi yapıyor, işimi bitirip eve geliyorum; evde mesai olmadığı gibi iş de hiç bitmiyor.”

“Of anam of!” dedi Yağız. “Hemen sıkıcı konulardan konuşmaya başlamanız gerçekten takdire şayan ama şimdiden içim şişti. Evi de işi de boş verin, yarın denize gidip sıcak kumlarla serin suların tadını çıkaracağız. Edremit bizi bekliyor.”

“Ben de Edremit’i bekliyorum,” dedi Gökhan. “Ne kadar uzun zamandır denizin, kumun ve güneşin hayalini kurduğumu bilemezsin. Yarın bir balığa dönüşeceğim ve saatlerce yüzeceğim.”

“Beraber yüzeriz. Sen geleceksin diye bu ay hiç denize gitmedik, seni bekledik.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten. Yiğit gitmek istedi ama, ‘Gökhan gelince hep beraber gideriz, otur aşağı,’ dedim.”

“Ben de kabul ettim ve Gökhan ağabeyi bekledim,” diye araya girdi Yiğit. “Açıkçası denizden biraz uzak kalmak iyi de geldi, tuzlu su cildimi ve saçlarımı çok kurutmuştu.”

“Tüm yaz balık gibi sudan çıkmadınız ki,” dedi Sibel. “Tatilin yarısından çoğunda denizdeydiniz.”

“Yaz tatilinde yapılacak en iyi aktivite,” dedi Yağız annesine bakarak. “Denizde geçirdiğim günlerden pişman değilim, aklım hâlâ geçiremediğim günlerde.”

Gülüştüler.

“İstanbul nasıl?” diye sordu Sibel. Muhatabı Gökhan’dı. “Değişiklik var mı?”

“Pek sayılmaz,” diye cevapladı Gökhan. “Her zamanki gibi kalabalık ve yoğun ama gözüme eskisi kadar yorucu gelmiyor.”

“Neden acaba?” dedi Yağız ona anlamlı bir bakış atarak. “Göksel de İstanbul’da olduğu için olabilir mi?”

“Zaten. İçinde sevdiğin insan olunca İstanbul gibi bir şehir bile çekilir oluyor.”

“Ben İstanbul’u çekilir kılmıyorum yani? Peki, öyle olsun.”

“Tabii ki kılıyorsun, seni de seviyorum ama o şekilde değil.”

“Ben anlayacağımı anladım.”

“Kıskanç,” dedi Yiğit, ağabeyine bakarak. “Göksel ablayla sevgili olduğunu öğrendikten sonra pabucunun dama atılacağını düşünüp üzülmüştü.”

“Lan!” diye bağırdı Yağız. “Şerefsiz. Hain.”

“Yağız,” dedi Sibel uyarı dolu bir sesle. “Kardeşinle ne biçim konuşuyorsun? Çok ayıp.”

“Hak ediyor. Hiçbir şeye üzülmedim, yalan söylüyor.”

“Ah be oğlum,” dedi Gökhan onun omzuna dokunarak. “Senin pabucunun dama atılması mümkün mü? Sen benim kardeşimsin. Hangi kardeşin pabucu dama atılabilir?”

“Bak ya, şimdi de sen beni ağlatacaksın. Seviyorum lan seni.”

“Ben de seni.”

İki dost birbirinin omzunu sıkarken Yiğit’le Sibel onlara gülümseyerek baktı. Dörtlü sohbet etmeye devam etti. Saatler 18.30’u gösterirken evin babası Atilla da işten döndü.

“Atilla?” diye seslendi kapı sesini duyan Sibel.

“Benim,” dedi Atilla’nın kalın sesi. İçeri girip kapıyı kapattı. “Çocuklar da geldi mi?”

“Çok oldu. Hepimiz salondayız.”

Atilla salona girince içeride oturan dörtlüyü gördü. Orta yaşlı adamın koyu kahverengi gözleri Gökhan’ın gözleriyle buluştuğunda yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Hoş geldin oğlum,” dedi.

“Hoş buldum ağabey,” derken ayağa kalktı Gökhan ve ona ilerledi. “Sen de hoş geldin.”

Sarıldılar.

“Nasılsın?” diye sordu Atilla. “Yolculuğun nasıl geçti?”

“İyiyim, yolculuğum da iyi geçti. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim ama çok açım, ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim de hep beraber yemek yiyelim.”

“Olur, biz de seni bekliyorduk zaten.”

Dakikalar sonra mutfakta yemek masasında toplandılar. Yemek sohbetli ve keyifli geçti. Gökhan onları, onlar da Gökhan’ı özlemişti ve aylar sonra bir arada olmak, birlikte yemek yemek hepsini sevindirdi.

Ailesiyle yemek masasına oturduğunda çıkan tartışmalar yüzünden tadı kaçan, iştahı kapanan, ilk fırsatta masayı terk eden Gökhan’ın yemek masalarıyla arası bu evde düzelmişti. Bu masaya oturduğunda kimse onu küçük görmüyor, hayallerine laf etmiyor, ona istemediği şeyleri dayatmaya çalışmıyordu. Bu masada yemek yemek onun için çok keyifliydi.

“Son yaz tatiliniz de bitmek üzere,” dedi Atilla. “Öğrenci olarak geçirdiğiniz son yaz tatiliydi.”

“Aslında benim öğrenci olarak geçirdiğim son yaz tatili yıllar önceydi,” dedi Gökhan. “Üç senedir yaz tatili diye bir tatilim yok, haftada altı gün mesaim var.”

“Haklısın, bu durum sadece Yağız için geçerli.”

“Kötü hissettiriyor,” dedi Yağız. “Öğrenci olmaktan çok memnunum, konservatuvar öğrencisi olmaktan daha da memnunum ama sona çok yaklaştım. Bu sene her günün tadını çıkaracak, konservatuvar öğrencisi olmanın sefasını sonuna kadar süreceğim.”

“Bu konuda sana katılıyorum,” dedi Gökhan. “Ben de son senemizin tadını çıkaracağım. Bugünler geri gelmeyecek.”

“Tabii ki çıkarın,” dedi Sibel. “Öğrencilik yılları hayatınızın en güzel yılları, yetişkinlik hayatı ne yazık ki çok zor.”

“Evet, bu yüzden üniversite hayatımı doya doya geçirdim; müzik kulübü, müzik toplulukları, okul içi ve dışı etkinlikler derken hiçbir şeyden eksik kalmadım. Yağız da aynı şekilde.”

“Çok da iyi yaptık,” dedi Yağız onun omzuna dokunarak. “Bu sene daha fazla etkinliğe katılalım.”

“Katılırız, kendimiz de hazırlarız. Mezuniyet için kesin program hazırlarız zaten, yeni yıl ve birinci dönem sonu için de bir şeyler düşünebiliriz.”

“İyi fikir. Okul başlasın da bakarız.”

Yemekten sonra salona geçtiler. Yağız’ın yaptığı ıslak kekin yanında çay da demlediler ve televizyona bakarken onları yediler.

“Ellerine sağlık,” dedi Gökhan. “Kek çok güzel olmuş.”

“Afiyet olsun,” dedi Yağız gülümseyerek. “Siz bugün ne yaptınız? Göksel’in kahvaltıya geleceğini söylemiştin.”

“Kahvaltı ettik.”

“Hadi canım, yemin et.”

“Valla.”

“Dalga geçme de düzgünce cevap ver.”

“Kahvaltı ettik, biraz gitar çalıp şarkı söyledik. Vaktimiz çok kısıtlıydı, pek bir şey yapamadık.”

“Diyorsun?”

“Diyorum.”

“İyi bakalım.”

Yağız ona anlamlı bir bakış attıktan sonra çayını höpürdeterek içti. Gökhan’sa kendi kendine güldü.

Saat 10’u geçerken çok yorgun olduğunu söyleyen Atilla uyumaya gitti, ondan biraz sonra da Sibel yatak odasına çekildi. Yalnız kalan üç delikanlıysa Yağız’ın odasında toplandı.

“Vay vay vay,” dedi Gökhan onun baterisine bakarak. “Gerçekte daha da havalı görünüyor.”

“Saat çok geç olmasaydı size bir konser verirdim,” dedi Yağız. “Yarın da denizde olacağız ama hafta içi bir şov yaparız.”

“Yap tabii, ben de gitar çalarım.”

“İşte bana bunlarla gel.”

“Sakın ben kurstayken çalmayın,” dedi Yiğit. “Bu muhteşem konseri kaçıramam.”

“Çalmayız,” diyen Gökhan onun saçlarını karıştırdı. “Tüm aile üyeleri toplandığında çalarız. Size minik bir konser veririz.”

“Anlaştık.”

Gökhan gece yatağına dönüşecek koltuğa oturdu. Buraya geldiğinde Yağız’ın odasındaki bu koltukta uyuyordu.

“Sen de yorulduysan yatıp uyu,” dedi Yağız, Gökhan’a bakarak. “Yarın erkenden uyanacağız, Edremit buraya uzak malum.”

“Yorgun sayılmam,” dedi Gökhan. “Biraz oturalım.”

“Tamam o zaman. Bizimkiler ne yapıyor? Barışlar, Kerem?”

“Hepsiyle geçen cumartesi buluştum, hepsi çok iyi. Barışlar mekânlarda çıkmaya devam ediyor, bir yandan da müzik çalışmalarına devam ediyorlar; üzerinde çalıştıkları birkaç şarkıyı dinlettiler, bayağı beğendim. Kerem de benim akustik gitarı beğenince çalıştığım mağazadan kendisine bir akustik gitar aldı, günlerinin gitar çalarak geçtiğinden ve bir sürü yeni şarkı öğrendiğinden bahsetti.”

“Barışlarla arası iyi sanırım?”

“Aynen, iyi. Harun’la ikisi onlarla arkadaş oldu, birkaç kez buluşup beraber bir şeyler çaldılar. Cumartesi Harun’u da davet ettik fakat işi olduğu için bize katılamadı.”

“İstanbul’a döndüğümüzde hep beraber buluşalım, bu grupla vakit geçirmeyi çok isterim.”

“Onlar da aynısını dedi, döndüğümüzde hepimizin müsait olduğu bir gün bir buluşma ayarlarız.”

“Biraderlerimi özledim.”

“Onlar da seni özledi.”

“Özlenecek bir insanım. Bir kere komiğim, ortamların neşesiyim; kaliteli esprilerim ve şakalarımla bulunduğum yerlere renk katarım.”

“Çok da mütevazısın.”

“İnsan iyi olduğu konularda kendine hak ettiği değeri vermeli.”

“Yine başladı,” diye söylendi Yiğit. “Tamam ünsüz düşünür Yağız Korkmaz.”

“Kes lan sesini hem ünsüz hem düşünmez Yiğit Korkmaz. Ayağımın altına almayayım.”

Onların bu atışması Gökhan’ı güldürdü.

“Sizi gerçekten özlemişim,” dedi genç adam. “En çok da bu tatlı atışmalarınızı.”

“Önümüzdeki dört gün boyunca fazlasıyla maruz kalacaksın,” dedi Yiğit. Gülümsediğinde ağabeyinin gözleri gibi ufak olan gözleri adeta yok oldu. Bu hâliyle bir kediye benziyordu. “Ağabeyim bana da sana da sarar.”

“Saracağım tabii,” dedi Yağız. “Benden kurtuluşunuz yok.”

Üç delikanlı gece yarısına kadar oturup sohbet etti. Saatler gece yarısını gösterdiğinde Yiğit uyumak için kendi odasına gitti, Yağız’la Gökhan da kendi yataklarına yattı. Karanlık odada birkaç dakika boyunca hiç konuşmadılar.

“Gök,” diye fısıldadı Yağız. “Uyudun mu?”

“Hayır,” diyen Gökhan başını onun yatağının olduğu tarafa çevirdi. “Sen?”

Yağız güldüğünde Gökhan da gülümsedi.

“Aslında uyuyorum ama uykumda konuşuyorum,” dedi Yağız. Camdan içeri giren sokak lambasının ışığında parlayan Gökhan’ın gözlerini seçebiliyordu. “O kadar gevezeyim ki uykumda bile susmuyorum.”

“Yandık desene. Sana bir sessize alma tuşu taktırmak lazım.”

“O tuşun bile işe yarayacağını sanmam.”

“Yüksek ihtimalle. Saat çok geç oldu, yat da uyu.”

“Yarın için heyecanlıyım. Güzel bir gün olacak.”

“Evet, güzel bir gün olacak. Sıcak kumların üzerinde yatıp güneşin tenimi okşamasına izin verecek, sonra kendimi serin sulara atacağım ve bu döngüye akşama kadar devam edeceğim.”

“Ben de öyle. Yaz senin için çok yorucuydu değil mi?”

“Yorucuydu ama aynı zamanda geçirdiğim en güzel yazdı çünkü Göksel vardı.”

“Aşk güzel şey.”

“Öyle. Sende kimse yok değil mi?”

“He var hatta evliyim ben, üç de çocuğum var. Bu ne saçma bir soru oğlum? Biri olsa bilirsin, bilmediğine göre yok.”

“Ha şöyle.”

“Diyene bak. Göksel’le sevgili olduğunuzu bana iki gün sonra söyledin lan!”

“Açıklamasını yaptım ya.”

“Sus, bir de cevap veriyor. Biri olursa sana nikâhımızın olacağı sabah haber vereyim de gör sen.”

“Kesin yaşanır bu.”

“Görürsün bak.”

Gökhan esnedi. “Sonra görürüm, şimdi uyuyacağım. Hadi iyi geceler, sabah görüşürüz.”

“İyi geceler Gök.”

***

Sabah erkenden kalkan aile üyeleri kahvaltı ettikten sonra Edremit’e doğru yola çıktı. Balıkesir şehir merkezinden Edremit 1,5 saat kadar sürüyordu, bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Arabayı Yağız kullandı, Atilla ön koltukta oturdu; Sibel, Yiğit ve Gökhan da arka koltukta konuşarak yolculuk ettiler. Edremit’e vardıklarında eşyalarını kumsala bıraktılar. Diğerleri kumsala yerleşirken Gökhan’la Yağız tişörtlerini ve mayolarının üstüne giydiği şortlarını çıkarıp denize koştu ve kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar. Biraz sonra onlara Yiğit de katıldı ve üç delikanlı biraz açılıp yüzdüler. Onlar denizin tadını çıkarırken, Sibel’le Atilla da sahilde oturup güneşlenmeyi tercih etti.

“Bizim balıklar ikiydi, üç oldular,” dedi Sibel denizde yüzen gençlere bakarak. “Çok da açıldılar.”

“Bir şey olmaz,” dedi Atilla. “Bir aradalar, hem hepsi çok iyi yüzüyor.”

“Gökhan çok mutlu görünüyor. Çocukcağız tüm yaz çalıştı, şimdi tatilin tadını çıkarsın.”

“Çıkarsın tabii. Birkaç gün İstanbul’dan uzak kalmak, çalışmamak ve sadece tatilin tadını çıkarmak onun da hakkı.”

“En çok onun hakkı.”

Gökhanların açıkta bir saat yüzmesinden sonra Sibel ve Atilla da denize girdi. Kıyıya yaklaşan delikanlıların ayakları artık yere değiyordu.

“Topu da getirmişsin,” dedi Yağız. “Voleybol zamanı. Gök geç karşıma.”

“Ben de, ben de,” dedi onlara yaklaşan Yiğit. “Bu eğlenceden mahrum kalamam.”

“Hep beraber oynayacağız,” dedi Atilla. “Bizim başımız kel değil ya. Evet, önlerim biraz açılmış olabilir ama saçlarım hâlâ kafamda.”

Gülüştüler.

“Siz yüzersiniz diye düşünmüştük,” dedi Yağız. “Karı koca beraber denizin tadını çıkarırsınız diyorduk.”

“Çıkarırız,” dedi Sibel. “Deniz bir yere kaçmıyor. Öncesinde biraz top oynayalım.”

“Nasıl isterseniz.”

Bir halka oluşturan beşli yumuşak deniz topuyla voleybol oynamaya başladı. Biraz atışmalı, bolca gülmeli bir oyun oluyordu.

“Gâvura vurur gibi vurmasana,” dedi Gökhan, Yağız’a bakarak. “Tüm hıncını toptan çıkarıyorsun.”

“Eğlencesi böyle çıkıyor,” dedi Yağız. “Zaten yumuşacık top.”

“Gökhan haklı,” dedi Atilla oğluna bakarak. “Yavaş vur şu topa.”

“İyi be.”

Yağız topa daha sakin vurmaya başlayınca topun havada kalma süresi de arttı ve oyun daha eğlenceli bir hâl aldı. Bir saat kadar da topla oynadılar.

“Benden bu kadar,” dedi Atilla. “Yoruldum, kıyıya çıkacağım.”

Sibel ve Yiğit de yorulduğunu söyleyip Atilla’yla beraber kıyıya çıkınca Yağız’la Gökhan denizde yalnız kaldı.

“Biraz açılalım mı?” diye sordu Yağız. “Dubalara kadar yarış yapalım.”

“Kabul,” dedi Gökhan. “Yenilen ne ısmarlıyor?”

“Bir şişe buz gibi bira?”

“Anlaştık.”

“O zaman yarış başlasın. Üç iki bir başla!”

Aynı anda suya dalan ikili dubalara doğru yüzmeye başladı. Başlarda yan yana ilerleseler de Yağız’ın öne geçmesi uzun sürmedi. Yaz tatillerinin çoğunu denizde geçiren genç adam yüzme konusunda çok iyiydi ve gerçekten de bir balık gibi yüzüyordu. Gökhan ona yetişmeye çalıştı fakat aralarındaki mesafe kapanmak yerine daha da açıldı ve Yağız ondan saniyeler önce dubalara vardı.

“Biram Carlsberg olsun,” dedi Yağız, Gökhan yanına gelince. “Kutu.”

“Baba tarafın yunus mu oğlum senin?” dedi nefes nefese kalan Gökhan. “Jet gibi yüzdün.”

“Yunuslar yanımda halt etmiş.” Suyun içindeki omuzlarını gösterdi. “Bu omuzları yüzerek bu hâle getirdim ben. Kıyıya kadar da yarışalım mı?”

“İkinci birayı da beleşe getir diye mi? Tabii efendim.”

“En azından şansımı denedim. O zaman kıyıya doğru sakince yüzelim. Aşırı acıktım, bir şeyler yiyelim.”

“Olur.”

İki arkadaş kıyıya doğru yüzmeye başladı. Dalgaların da yardımıyla kısa sürede kıyıya ulaştılar. Sudan çıkan Gökhan kumsala yürürken alnına yapışan ıslak saçlarını eliyle arkaya doğru yatırdı.

“Yoruldunuz değil mi?” dedi onlara bakan Sibel.

“Hem de nasıl,” diyen Gökhan kendini havlunun üzerine attı. “Acıktık da.”

“Biz de acıktık,” dedi Atilla. “Keklerden getirdik, kola da var; onları atıştıralım.”

Gökhan kekten iki dilim yedikten sonra kola dolu plastik bardağını ve telefonunu alarak ayağa kalktı, gruptan biraz uzaklaştı ve Göksel’i aradı.

“Hayatım?” diye telefonu açtı Göksel.

“Selam,” dedi Gökhan. “N’aber?”

“İyiyim. Bizimkilerle dışarı çıkacağız, hazırlanıyorum. Senden ne haber?”

“Nereye gideceksiniz? Biz de Edremit’teyiz, denize geldik.”

“İyi yapmışsınız. Biz de Beşiktaş tarafına gideceğiz, ailecek pazar gezisi yapacağız.”

“İyi fikir.”

“Yağızlar nasıl?”

“Onlar da iyi,” derken ileride oturan gruba kısa bir bakış attı Gökhan. “Hepsini çok özlemişim, uzun zaman sonra yeniden bir arada olmak iyi hissettiriyor. Bugün soluğu denizde aldık, denizin tadını çıkarıyoruz.”

“Onlar da seni çok özlemiştir. Edremit nasıl?”

“Çok güzel. Hava çok sıcak, temmuzla ağustosu aratmıyor.”

“İyi iyi, yazı sonundan da olsa yakaladın. Tadını çıkarmaya bak.”

“Öyle yapıyorum. Epey yüzdük, hâliyle yorulduk ve acıktık. Şimdi bir şeyler atıştırıyoruz, biraz dinlenip güneşlendikten sonra kendimi yeniden denize atarım.”

“Güneşlenmek çok güzel bir şey ama güneş kremini ihmal etme. Sürdün değil mi?”

“Tabii ki sürdüm yoksa kızarmış tavuktan beter olurum.”

Göksel kıkırdadı. “Olursun valla,” dedi. “Denize girince kremin etkisi azalmıştır, güneşlenmeye başlamadan önce mutlaka tazele.”

“Sen ne kadar düşüncelisin böyle,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Yağız’a sürdürürüm.”

“Biricik sevgilimi düşüneceğim tabii ki. Güneşte yanmanı ve acı çekmeni istemem.”

“Bu uyarılarından sonra güneş kremini aksatmam, için rahat olsun. Biricik sevgilimin aklı bende kalmasın.”

“Çok tatlısın.” Göksel onu şimdiden özlediğini söyleyecekti fakat ortamı duygusallaştırmamak için bunu dile getirmedi. “Fotoğraf çekmeyi unutma bak, merakla bekliyorum.”

“Doğru, fotoğraf,” dedi Gökhan bir aydınlanma yaşayarak. “Çekerim.”

“Çek, sonra da bana gönder.”

“Şu an üstüm çıplak ama,” dedi Gökhan gülerek. “Yine de göndereyim mi?”

“Gönder,” diye cevapladı Göksel. Kesinlikle gönder. “Ne olacak sanki?”

“İyi, gönderirim.” Genç adam sırıttı. “Aklıma senin tatil fotoğrafların geldi.”

“Aklından gittiler mi ki?”

Göksel’in bu sorusu Gökhan’a kahkaha attırdı.

“Bu iyiydi,” dedi gülmeye devam ederken. “Ne yalan söyleyeyim, gitmedi. Hayatımda gördüğüm en iyi tatil fotoğraflarıydı.”

“Serseri,” dedi Göksel keyifli bir sesle. “Ağzını sil, salyaların akmıştır.”

“Sen geç dalganı. Benim tatil fotoğraflarıma bakarken seni de göreceğim.”

“En iyilerini yüz yüze geldiğimizde göstermek için sakla o zaman.”

“Anlaştık. O zaman şimdi kapatayım; sen hazırlanmaya devam et, ben de diğerlerinin yanına döneyim. Size iyi gezmeler.”

“Tamam hayatım. Size de iyi eğlenceler. Kendine dikkat et, görüşürüz.”

“Sen de kendine dikkat et, görüşürüz. Öptüm.”

“Ben de öptüm.”

Göksel’le görüşmeyi sonlandıran Gökhan diğerlerinin yanına döndü.

“Sıfata bak,” dedi Yağız. “Yüzünde güller açıyor.”

“Utandırma çocuğu,” dedi Sibel. “Senin sevgililerin olduğunda seni de gördük.”

“Aman oldu da ne oldu sanki? Hepsinin sonu aynı şeye çıktı: Hayal kırıklığı.” Yağız, Gökhan’a baktı. “Seni ve Göksel’i tenzih ederek söylüyorum tabii, bunlar benim kendi tecrübelerim.”

“Biliyorum kardeşim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Benim tecrübelerim de pek iç açıcı sayılmaz ama şu anki hayatımdan çok memnunum.”

“Maşallah diyeyim nazar değmesin.”

“Maşallah maşallah,” dedi Sibel. “Göksel çok güzel bir kız, çok da tatlı birine benziyor; pek de yakışıyorsunuz.”

Sibel, Göksel’i Gökhan’ın hikayesinde görmüştü ve uzun uzun incelemişti.

“Göründüğünden de tatlı biri. Teşekkür ederiz ablam, sağ olasın.”

Korkmazlar denize girmeden önce Gökhan, Yağız’dan sırtına güneş kremi sürmesini istedi.

“Sabah sürdük ya,” dedi Yağız.

“Denize girip çıkınca etkisi azalmıştır,” dedi Gökhan güneş kremi kutusunu ona uzatarak. “Sana zahmet tazele.”

“Nereden duydun lan bunu?”

“Göksel söyledi, hem bak kutunun üstünde de yazıyor.”

“Tamam prens.”

“Dalga geçme be oğlum, ne kadar beyaz tenli olduğumu biliyorsun; kızarmış tavuğa dönmeyeyim. Sonra yoğurt sürmek zorunda kalırsın bak.”

“Iy, tamam tamam; güneş kremini ver. Kokusu burnuma geldi.”

Gökhan güldü. Yağız’ın süt ürünlerinin kokusunu hiç sevmediğini biliyordu.

Yağız onun sırtına güneş kremini sürdükten sonra denize, ailesinin yanına gitti; vücudunun kalanına güneş kremi süren Gökhan da havlunun üzerine boylu boyunca uzandı ve gözlerini kapattı.

İşte huzur buydu. Yorucu bir okul maratonu ve hemen ardından başlayan yoğun bir iş maratonundan sonra ihtiyacı olan şey de buydu. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyi düşünmeden uzanmak; yatıp dinlenmek. Yetişkinlik hayatının sorunlarından, endişelerinden uzakta olmak. Birkaç günlüğüne olsa bile.

Gökyüzünde parlayan güneş tenini okşarken havlunun üzerinde dakikalarca uzandı. Dalgaların sesini, çevredeki insanların sesini, uzaktan gelen araba seslerini dinledi. Yetişkinler sohbet etti, çocuklar bağırıştı; bazen sinirler gerildi, bazen kahkahalar yükseldi. Tüm bu sesleri dinleyen Gökhan’ın yüzünde şirin bir gülümseme vardı. İstanbul’un ruhsuz kalabalığından sonra böyle canlı ve enerjisi yüksek bir kalabalığın arasında olmak iyi gelmişti. Deniz kenarı herkesin kendini iyi hissettiği bir yerdi.

Genç adam bir süre sonra yüzüstü yatıp yanağını başının altında birleştirdiği kollarına yasladı. Gözlerini açmıştı, kumsaldaki ve denizdeki insanları izlemeye başladı. Güneşlenen yetişkinler, kumla oynayan çocuklar; yaşı fark etmeksizin denizin tadını çıkaranlarla plaj oldukça hareketliydi.

Uzun bir süre de yüzüstü güneşlendikten sonra oturma pozisyonuna geçen Gökhan telefonunu aldı. Kamerayı açan genç adam eliyle saçlarını düzelttikten sonra bir özçekim yaptı. Fotoğrafta göğsünden yukarısı görünüyordu ve yüzünde ciddi bir ifade vardı. Fotoğrafı beğenince mesajlaşma uygulamasına girerek Göksel’e gönderdi. Bu sırada arabalarının arka koltuğunda oturan Göksel fotoğrafı saniyeler içinde gördü. Yüzüne bir gülümseme yayılan genç kadın fotoğrafı uzun uzun inceledi, bakışlarını Gökhan’ın uzun boynunda ve geniş omuzlarında acele etmeden gezdirdi.

Nefes kesici bir fotoğraftı.

Bu kareyle günümü güzelleştirdin

Ona bu mesajı gönderdikten sonra kamerasını açtı ve o da bir özçekim yaptı. Gökhan’ın aksine gülümseyerek poz veren Göksel bu fotoğrafı ona gönderdi. Gökhan mesajları saniyesinde gördü ve bir yanı yukarı kıvrılan dudağıyla fotoğrafı inceledi. Göksel şekillendirdiği dalgalı saçları, yüzündeki günlük makyajı ve askılı beyaz elbisesiyle çok güzel görünüyordu.

Sen bu kareyle hayatımı güzelleştirdin. Güzele her şey yakışır ama sana beyaz ayrı bir yakışıyor

Gökhan’ın bu mesajını okuyan Göksel sırıtmaya başladı.

Üstündekilere ben de iltifat etmek isterdim ama görünüşe göre böyle bir şansım yok. Omuzların ne kadar genişmiş diyeyim bari, yapılılar da

Gökhan da sırıtmaya başladı. Omuzlarına kısa bir bakış atan genç adam göğsünü kabarttıktan sonra kız arkadaşına cevap verdi.

Babamdan aldığım geniş omuz genine, bu sene boşlamış olsam da basit ama etkili omuz ve kol rutinime ve gitara teşekkürler. İstanbul’a dönünce yakından bakmak istersen hiç çekinme

Göksel gülünce önde oturan annesiyle babasının bakışları bir anlığına ona döndü. Göz göze gelen karı koca birbirine gülümsedikten sonra bakışlarını yeniden yola odakladı.

Aklıma not ettim. Biz gideceğimiz yere varmak üzereyiz, sonra konuşuruz. Sana tekrardan iyi eğlenceler

Gökhan onun mesajını okurken, Yağız’ın denizden çıkıp kendisine yaklaştığını fark etti. Arkadaşı yanına gelene kadar Göksel’e cevap yazdı.

Teşekkür ederim bebeğim, size de iyi gezmeler

“Sırıtışını denizdeki balıklar bile gördü,” dedi onun yanına oturan Yağız. “Ne konuşuyorsunuz da bu kadar sırıtıyorsun?”

“Konunun önemi yok ki,” dedi Gökhan. “Göksel’in kendisi beni mutlu ediyor.”

“Dedi, Gökhan Mecnun Uygur. Romeo, Ferhat, Kerem ve Mecnun’dan sonra bir de Gökhan’ımız var artık.”

“Neyse ki ben sevdiğim kadına kavuştum. Başka neye kavuştum biliyor musun? Tüm sene boyunca hayal ettiğim tatile. Dubalara kadar yarışalım mı?”

“Dinlendiğin için bu sefer beni yenebileceğini düşünüyorsun değil mi? Gel de sana ikinci bir ders vereyim, sen de bana ikinci birayı alırsın.”

“Rüyanda görürsün canım.”

Ayağa kalkan Yağız denize doğru koşmaya başladı. “Dubalara ilk varan kazanır.”

“Lan şerefsiz!” diye bağıran Gökhan da ayağa kalktı ve onun peşinden denize koştu. “Şimdi yaktım çıranı.”

Peş peşe suya atlayan iki dost dubalara doğru yüzmeye başladı.

]]>
Sun, 29 Jan 2023 11:15:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 20. Kare: Yıldızlar Yatağı https://edebiyatblog.com/kd-20kare-yildizlar-yatagi https://edebiyatblog.com/kd-20kare-yildizlar-yatagi Bölüm fotoğrafı: Vlada Karpovich

Bir iş gününü daha bitiren Gökhan eve döneli kırk dakika olmuştu. Sipariş ettiği mercimek çorbasıyla peynirli makarnayı yiyen genç adam salona geçmiş, masaya oturmuş ve bilgisayarını açmıştı. Biraz önce mesajlaştığı Yağız onun dediğini yaparak görüntülü konuşacakları uygulamada çevrim içiydi. Gökhan onu aradığında Yağız birkaç saniye içinde onun aramasını kabul etti ve Gökhan’ın bilgisayarının ekranında göründü. Saçlarını aylardır kestirmeyen Yağız’ın saçları omuzlarına gelmişti, daha kısa olan ön tutamları perçem gibi alnının iki yanından aşağı sarkıyordu; uzamış koyu kestane rengi saçlarına bronzlaşmış yüzü, yüzünde zekâyla parlayan koyu kahverengi ufak gözleri ve Gökhan’ı görünce yukarı kıvrılan dudakları eşlik ediyordu. Yağız yakışıklı bir gençti ama uzun saç ve bronz ten ona daha çekici bir hava katıyordu.

“Selam,” dedi Gökhan. O da gülümsüyordu. “Sen gittikçe yakışıklı oluyorsun, sinirimi bozuyorsun bak.”

“Biz de kendi çapımızda değerleniyoruz,” dedi Yağız sırıtarak. Kafasını sallayarak saçlarını arkaya attı. “Merhaba kardeşim benim, yüzünü gören cennetlik. Nasılsın, ne yapıyorsun?”

“Yüzümü gören cennetlik mi? Son görüntülü konuşmamızın üzerinden sadece bir hafta geçti.”

“O kadar kısa mı? Bana bir ay gibi geldi.”

“Özlenecek bir insan olduğumu kabul ediyorum,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Çok iyiyim hatta harikayım, hayatımın en güzel dönemini yaşıyorum.”

“Ne oluyor lan? Piyango falan mı çıktı? Eğer çıktıysa beni unutmamışsın, adamsın adam. En sevdiğim arkadaşım olduğunu biliyorsun değil mi? Ne kadar kazandın?”

Gökhan bir kahkaha patlattıktan sonra, “Piyango da denebilir,” dedi. “Aşkta kazandım.”

“Aşkta mı kazandın?” diyen Yağız’ın kaşları havaya kalktı. “Aşkta kazanılıyor muymuş ya? Bu bir şehir efsanesi değil miydi?”

“Değilmiş,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Müjdemi isterim, Göksel’le sevgili olduk.”

Yağız’ın gözleri fal taşı gibi açıldığında ve bir şok ifadesi yüzüne yayıldığında Gökhan onun duyduklarını sindirmesi için ona zaman tanıdı. Yağız şoke olmuş bir şekilde ekrana bakarken Gökhan masanın üstündeki bardağa uzanıp bir yudum kola içti.

“Hassiktir,” dedi Yağız biraz sonra. “Ciddi misin? Benimle kafa bulmuyorsun değil mi lan?”

“Hayatımda bu kadar ciddi olmamıştım,” dedi Gökhan kendinden emin bir sesle. “Muğla’dan pazar döneceklerini söylemişti ya hani, aslında cuma dönmüşler. Cumartesi günü bana sürpriz yaparak kafeye geldi, onu karşımda gördüğümde neye uğradığımı şaşırdım. Sıkı sıkı sarıldık, öyle sıkı sarıldık ki ince kollarını hâlâ sırtımda hissedebiliyorum. Sahneye çıkmadan önce ve sahne alırken verdiğim kısa aralarda oturup sohbet ettik, hasret giderdik. Bana Muğla’dan hediyeler getirmişti, iki magnetle sapında adımın yazdığı gitar şeklinde bir anahtarlık almış. Çıkışta Moda’ya indik, orada olanlar oldu.”

“Neler oldu?” diye yükseldi Yağız. “Bu olaylar cumartesi oldu ve sen bana anca salı mı haber veriyorsun pezevenk? Seni gördüğüm yerde evire çevire döveceğim.”

“Terbiyesiz.”

“Ben sana göstereceğim terbiyeyi! Ama ondan önce olanları anlat.”

“Ona dövmecide hoşuma gittiğini söylemiştim,” diye anlatmaya devam etti Gökhan. “Kafedeyken de ondan hoşlandığımı söyledim, laf arasındaydı ama nihayetinde söyledim. Kafedeyken birbirimizi birkaç kez yanaktan da öptük, anlayacağın aramızdaki gerilim zaten en yüksek noktadaydı. Sahilde kayalıklara oturup dondurma yedik, ben ona kafede bir şeyler ısmarlayınca Göksel de bana dondurma ısmarladı. Bu ısmarlama konusunda çok hassas, asla geri kalmıyor. Neyse, dondurmalar bittikten sonra konuya girdi.” Göksel’in ona söylediği cümleleri tekrar etti. Hayatında duyduğu en güzel cümleleri hatırlamakta zorluk çekmiyordu. “Onu sevdiğimi söyledim, o da beni sevdiğini söyledi ve öpüştük.”

“Oh,” diyen Yağız arkasına yaslandı. “Öpüşme gelmiş, bir an gelmeyecek diye korkmuştum. Öpüştünüz demek? Nasıldı? Dilini kullandın mı?”

“O akşam kullanmadım. Dün de akşam yemeğine çıktık, dilimin öpüşme oyununda küçücük bir rolü oldu.”

“Güzel,” dedi Yağız ikinci heceyi uzatarak. “Yakında figürandan başrol aşamasına geçer.”

“Daha dur be oğlum, dün bir bugün iki.”

“Hep böyle söylerler. Şaka bir yana çok sevindim, tebrik ederim.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Cumartesi kendimden haberim yoktu zaten, keza pazar da; pazartesi akşamı da Göksel’le beraberdim ve eve dönünce biraz onu düşünüp uyudum, bugün eve gelip karnımı doyurduktan sonra seni aradım. Mesajda söylemek istemedim.”

“Yüz yüze gelince bir tane yapıştırırım ama şimdi laf etmeyeceğim. Kardeşim sevdiği kıza kavuşmuş, bunu kutlayalım. Dün neler yaptınız?”

“Beşiktaş’ta Boğaz manzaralı bir restoranda akşam yemeği yedik. Hesap biraz girdi ama sıkıntı değil, çok güzel bir akşamdı. Şarap içtik, kırmızı şarap. Şarap beni biraz çarpınca restoran çıkışı yakınlardaki bir sahil parkına gidip bankta oturduk, biraz oynaştık. Öpmelere doyamıyorum, dokunmalara doyamıyorum, bakmalara doyamıyorum. Çok güzel, gerçekten çok güzel ama hissettirdiği her şey kendinden bile güzel. Ben bu kızı çok seviyorum lan.”

Yağız ona gülümseyerek baktı. “Seni çok mutlu ediyor bu kız ve benim için önemli olan da bu. Mutlu olmayı en çok hak eden kişisin ve gerçekten mutlu olduğunu görmek beni çok sevindiriyor.”

“Dünyanın en mutlu insanıyım,” dedi Gökhan bu dediğine tüm kalbiyle inanarak. “Yuva gibi hissettiriyor; sıcak, sevgi dolu ve güvenli bir yuva gibi. İstediğim şey gibi, ihtiyacım olan şey gibi.”

“Hepimizin o yuvaya ihtiyacı var ve sen kendininkini bulmuşsun.”

“Buldum ve asla bırakmayacağım. Onun gök mavisi gözlerine bakarken evimde olduğumu biliyorum, onunla bu evin ev sahipleri olduğumuzu da biliyorum.”

“Laflara bak laflara,” dedi Yağız gülerek. “Zaten romantik ve ince ruhlu biriydin, Göksel’den sonra bu özelliklerin tepe noktasına ulaştı.”

Gülümseyen Gökhan başını sağ omzuna doğru eğdi. Cumartesinden beri kalbinde daha önce hiç hissetmediği bir sıcaklık, içinde daha önce bu kadar yoğun hissetmediği bir mutluluk duygusu vardı. Göksel ona gerçekten de yuvasındaymış gibi hissettiriyordu. Bu zamana kadar yaşadığı bir sürü evde hissedemediği o yuva duygusunu bir insanda bulmuştu. Şu an yaşadığı dairede huzurlu olmasına huzurluydu ama yalnızlık da çekiyordu, özellikle evde tek başına yaşadığı yaz ve kış tatillerinde fakat Göksel’le beraberken yalnız hissetmiyordu, eksiksiz bir huzur ve mutluluk hissediyordu.

“Beni dönüştürdüğü bu versiyonumu çok sevdim,” dedi Gökhan biraz sonra. “Beni daha iyi biri yapıyor.”

“Aşk gerçekten sihirli bir şey,” dedi Yağız. “Senin adına çok ama çok sevindim kardeşim, umarım hep böyle mutlu olursun.”

“Teşekkür ederim kardeşim, eksik olma. İstanbul’a dönünce sizi tanıştırmayı çok istiyorum. Şimdiden birçok arkadaşımla tanıştı; Barışları, Çağlar’ı, Doğuş’u tanıyor ve seni de tanımasını istiyorum.”

“Tanışırız tabii, zaten tanışmayı istiyorum; Göksel’i merak ediyorum.”

“O kadar anlattım ki merak etmen normal.”

“Aynen. Sevgili olduğunuzu benden önce başkalarına söylemedin umarım? Eğer söylediysen şimdi yola çıkıp İstanbul’a gelirim ve seni eşek sudan gelinceye kadar döverim.”

Gökhan bir kahkaha attıktan sonra, “Elbette ilk sana söyledim,” dedi. “Yoğun bir çalışma hayatım var, ancak vakit buldum.”

“Göksel’le akşam yemeğine çıkmaya vaktin var ama benimle birkaç dakika konuşup haber vermeye vaktin yok. Ben seni kara listeye yazdım oğlum.”

“Hadi ama, birkaç dakika konuşmayacağımızı çok iyi biliyorsun. Şu an bile dakikalardır konuşuyoruz.”

“Sus, tek kelime daha etme.”

“İyi be. İşte böyle, artık biliyorsun.”

“Biraz daha bekleseydin seneye söylerdin, acele etmeseydin.”

“Balıkesir’e geldiğimde de söyleyebilirdim.”

“Balıkesir’in ortasında meydan dayağını da yerdin.”

“Hâlâ daha yiyeceğime dair ciddi şüphelerim var.”

Bu sefer kahkaha atma sırası Yağız’daydı. Genç adam gür bir kahkaha patlattı. “Artık Balıkesir’e gelince görürsün,” dedi. “Zaten şunun şurasında kaç gün kaldı? Hemencecik geçer.”

“Şaka bir yana Balıkesir’e geleceğim için çok heyecanlıyım. Sadece birkaç gün kalacağım ama harika ve dolu dolu geçeceğinden eminim. Seni özledim, sizinkileri özledim, birkaç gün de olsa hayatın telaşından uzaklaşıp kafa dinlemeyi özledim.”

“Biz de seni özledik. Buraya geldiğinde hem hasret giderir hem de birkaç günün tadını çıkarırız. Sahilde sıcacık kumlara yatıp güneşleniriz, kendimizi Ege’nin serin sularına atıp yüzeriz.”

“Hayali bile o kadar güzel ki,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İple çekiyorum. Gönül isterdi ki en azından bir hafta kalayım ama elimdekiyle yetineceğim.”

“Seneye mezun olduktan sonra şöyle upuzun bir tatil yaparız. Olmadı evden çıkarız, birkaç hafta Balıkesir’de kalırız; dört senenin yorgunluğunu gideren güzel bir tatil yaptıktan sonra İstanbul’a geri dönüp başka bir ev bakarız, yeni bir başlangıç yaparız.”

“Yeni bir ev, yeni bir iş,” diyen Gökhan’ın gözleri daldı. “Yeni bir başlangıç. Düşüncesi bile çok huzur verici, sevindirici. Mekânlarda sahneye çıkmaya başlarız; her akşam olmasa da haftada birkaç akşam farklı yerlerde çalar, ortalığı kasıp kavururuz.”

“Gökhan ve Yağız fırtınası İstanbul’un eğlence mekânlarını etkisi altına alır,” dedi Yağız gülümseyerek. “Bütün kalbimle inanıyorum ki her şey çok güzel olacak.”

“Ben de inanıyorum. Uğruna tüm hayatımı geride bıraktığım konservatuvarda son senemi okuyacağım, yazın onur öğrencisi olarak mezun olacağım; işimden istifa edip severek yaptığım başka bir iş bulacağım, müzik yapacağım; dostlarım yanımda olacak, sevgilim yanımda olacak.”

“Elbette olacağız. Dostların olarak şimdiye kadar yanındaydık, bundan sonra da olmaya devam edeceğiz; şimdi Göksel de var ve o da senin yanında.”

“İyi ki var. Sadece varlığı bile iyi gelirken bir de beni böylesine desteklemesi çok kıymetli. Aynı şey sizin için de geçerli tabii.”

“Ve senin için de geçerli. Bana şu anahtarlığı göstersene, Göksel’in hediye ettiğini.”

“Getireyim,” dedi Gökhan. “Kapıda takılı.”

Ayağa kalkan Gökhan salondan çıktı ve ev kapısında takılı duran anahtarlığı alıp salona geri döndü. Sandalyesine oturduktan sonra elindeki anahtarlığı kameraya yaklaştırarak Yağız’a gösterdi.

“Vay vay vay!” diyen Yağız bir ıslık çaldı. “Çok güzelmiş. Nereden bulmuş acaba?”

“Bilmem, sormadım ama çok havalı değil mi?”

“Havalı. Hem elektro gitar hem mavi hem de sapında adın yazıyor. Bu özellikleri taşıyan gerçek bir mavi elektro gitarın olmalı.”

“Ben de aynısını düşündüm. Bir gün sahip olabilirim umarım.”

“Olursun, beraber sahnede fırtınalar estirirsiniz.”

“Estiririz tabii,” dedi Gökhan gülerek. “Sen nasılsın, neler yapıyorsun?”

“Çok iyiyim,” dedi Yağız hemen. “Bu yaz tatili bana mental olarak çok iyi geldi, ailemle ve arkadaşlarımla vakit geçirmek harika hissettiriyor. Son günlerde çoğu vaktim benimkilerin doğum günümde aldığı bateriyi çalmakla geçiyor, bu yaz bateride çok geliştiğimi hissediyorum ve bunun için çok mutluyum.”

Onu gülümseyerek dinleyen Gökhan, “Ben de dinlemek için sabırsızlanıyorum,” dedi. “Bateriyi de aldığına göre artık bizi apartmandan kovarlar.”

Yağız bir kahkaha patlattı. “Ses yalıtımı yaptırma vakti gelmiştir,” dedi. “Bu ekonomik krizde İstanbul’da bir başka daire tutmamız mümkün değil. Ben zaten çalışmıyorum, sen de okul dönemi yarı zamanlı çalışıyorsun ve bu durumda köpek kulübesi bile kiralayamayız.”

“Haklısın, doğru söze ne hacet. Artık müzik çalışmalarını gündüz yapar ve çok uzun tutmayız. Zaten genelde okulda çalıyoruz, bateri evde kalacak ama dışarıda bateri mi yok? Bizimkilerle beraber çalarsın.”

“Ses yalıtımı konusunu ciddi ciddi düşünüyorum, ev sahibini ikna edebilir miyiz sence?”

“Konuşuruz. Tatlı bir adam, bence ikna edebiliriz.”

“Salona yapsak yeter, zaten çoğu zaman orada çalıyoruz. Baterimi salona koymak istiyorum ama onun için yer açmamız gerekecek. Bunları İstanbul’a döndüğümde ayrıntılı olarak konuşuruz.”

“Keşke bir odamız daha olsa da orayı direkt mini bir stüdyoya çevirsek.”

“Çok istediğim bir şey, umarım bir gün kendi evimde mini bir stüdyom olur.”

“Ben de çok istiyorum. Manifest mi diyorlar, ondan yapalım.”

Yağız güldü. “Aldım, kabul ettim, öyle de oldu.”

“Bir de bu vardı,” diyen Gökhan gülüyordu. “Ben de aldım, kabul ettim, hadi bakalım.”

“Evrene enerji bombardımanı da yaptığımıza göre bu iş tamamdır. Senin müzik çalışmaları ne alemde? Yaz bitmek üzere ama bana hiçbir şey göndermedin.”

“Birkaç şarkı var ama hâlâ üzerinde çalıştığım için henüz göndermek istemedim.”

“Olsun be oğlum, şu anki hâllerini de dinlerim.”

“İki tanesinin nakaratını çalayım o zaman. Bir tanesi çok kişisel bir şarkı, bu yüzden yapım aşaması çok uzun sürüyor ama ortaya çıkan şeyi sevdim.”

“İsmi ne?”

Gökhan ona nakaratlarını çalacağı şarkıların isimlerini söyledi.

“Gökhan isimli bir müzisyene yakışan şarkı isimleri,” dedi Yağız gülümseyerek. “Can kulağıyla dinleyeceğim.”

Akustik gitarını alan Gökhan önce çok kişisel olan şarkının nakaratını, sonra da sözlerini yakın zamanda yazmaya başladığı ve kısa sürede bestesini de sözlerini de tamamladığı aşk temalı şarkısının nakaratını çalıp söyledi.

“Çok iyiler,” dedi Yağız samimiyetle. “Besteleri senin gibi bir gitaristin elinden çıktığı için beklediğim gibi olağanüstü fakat sözleri de çok güzel, içten olmuş. İnsan ilkinde hüznü, ikincide aşkı hissedebiliyor. İkinci şarkıyı Göksel’e yazdın değil mi?”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Evet, ona yazdım. Bir akşam göğü izleyerek onu düşünüyordum, sözleri aklıma bir anda geldi ve ben de hemen not ettim.”

“Ona şarkı yazdığını öğrenince hem şaşıracak hem de çok sevinecektir. Dinletmeyi düşünüyor musun?”

“Evet, o da eserlerim konusunda çok ilgili ve yakın zamanda bir şeyler dinletmeyi düşünüyorum. Muhtemelen bu şarkıyı çalarım, ona yazdığımı söylemeyeceğim fakat anlayacaktır. Tepkisini görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Duygulanacaktır, kim olsa duygulanır. Ev temalı albümünde ev arkadaşın ve aynı zamanda en yakın arkadaşın olan benim için bir şarkı var mı peki?”

“Bilmem,” dedi Gökhan sırıtarak. “Var mı?”

“Ben de sana onu soruyorum.”

“Albümü tamamlayınca görürsün.”

“Sen bu hızla albümü on seneye tamamlayamazsın.”

“Ne zaman tamamlarsam sen de o zaman öğrenirsin o zaman, söylemeyeceğim.”

“Şerefsiz herif.”

“Terbiyesiz.”

“Asıl terbiyesiz sensin, insan en yakın arkadaşının sorusunu cevapsız bırakır mı? Yazıklar olsun.”

“Bir de bayıl istiyorsan Feriha.”

“Yok yok, sen şöyle iyi bir dayağı hak ediyorsun. Balıkesir’e gel de sana dayak atmak adına bestelediğim şarkıyı dinleteyim.”

“Söylemeyeyim diyorum ama sen beni hayatta dövemezsin. Böyle efendi durduğuma bakma, tersim çok pistir; elim de ağırdır.”

“Tersini yesinler,” dedi Yağız alaylı bir sesle. “Dayak atmayı dayak yiyerek öğrendim oğlum ben, seni çiğ çiğ yerim.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Bu artık bir şeref meselesidir, seni teke tek dövüşe davet ediyorum.”

Yağız gülmeye başladığında Gökhan’ın yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yayıldı.

“Biz daha kavgaya başlamadan babam ikimizi de yere serer,” dedi Yağız. “Tek yumrukta indirir valla.”

Gökhan da gülmeye başladığında iki arkadaş bir süre gülüştüler.

“Atilla amcanın varlığını unutmuşum,” dedi Gökhan. “Adam senelerin ustabaşı, vurdu mu ağlatır.”

“Ağlatır,” diye onayladı Yağız. “Nereden bildiğimi sormayın.”

Gökhan gülerek gitarını duvara yasladı. “Hepsine selamımı söyle,” dedi. “İki haftaya oradayım.”

“Söylerim. Seni sabırsızlıkla bekliyorlar, çok özlediler.”

“Ben de onları çok özledim,” dedi Gökhan duygu dolu bir sesle. Yağızların evi ona huzurlu hissettiren ilk aile eviydi, yemek masasına oturduğunda yemeğini afiyetle yediği ilk aile eviydi, ona her daim sevgiyle ve severek yaptığı işte destekleyici bir tavırla yaklaşılan ilk aile eviydi; o ailenin de evin de yeri onda çok özeldi. “Sizinle beraber zaman geçirmek için sabırsızlanıyorum.”

Biraz Yağız’ın ailesinden, onların neler yaptıklarından konuştular. Yağız’ın ebeveynleri çalışmaya devam ediyordu, kardeşi Yiğit de üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak için bir eğitim kurumuna yazılmıştı ve haftanın beş günü oraya gidiyordu.

“Sizin sonraki planınız ne?” diye sordu Yağız. “Göksel’le ne yapacaksınız?”

“Cumartesi günü Maltepe Sahili’nde piknik yapacağız,” diye cevapladı Gökhan. “Göksel de oranın sahilini seviyormuş, biz de neden orada vakit geçirmeyelim dedik ve piknik yapmaya karar verdik.”

“Vay anasını, plana bak! Çok iyi plan. Maltepe Sahili gerçekten çok güzel, Adalar manzarası eşliğinde keyifli vakit geçirirsiniz.”

“Muhteşem bir gün olacağına dair hiç şüphem yok. Sadece onunla olmak bile tek başına harika bir olayken bir de böyle güzel etkinlikler yapmak işi daha da güzelleştiriyor. Akşama sahne alacağım için gitarımı da götürürüm, ona bir şeyler çalmayı düşünüyorum.”

“Sen bu işin ustasısın. Göksel şanslı kız.”

“Birbirimizi bulduğumuz için ikimiz de şanslıyız. Bak yine manyak gibi sırıtıyorum, cumartesinden beri o kadar sırıtıyorum ki yanaklarım ağrıyor.”

“Sen bu kızı sevmiyorsun, sen bu kıza deli divane âşıksın.”

“Ben sevginin en yüce duygu olduğuna inanıyorum ve ona bu en yüce duygunun en yoğun hâlini besliyorum. Sevgi; merhameti, şefkati, anlayışı, huzuru içinde barındırıyor ve ben tüm bu duygularla donatılmış durumdayım.”

“Göksel gerçekten çok şanslı bir kız, böylesine yüce ve bilge bir yüreği senden başka hiç kimsede bulamaz.”

“Eyvallah kardeşim. Çok romantik konuştum, bu kadar yeter.”

“Bu yeteneğini şarkı yazarken kullanmaya devam edersen ortaya başka enfes şarkılar da çıkacak. Göreyim seni aslan parçası.”

“Görürsün koçum benim.”

Gülüştüler. Biraz daha sohbet ettikten sonra aramayı sonlandırdılar. Gökhan bir süre bilgisayar ekranına baktıktan sonra yan taraftaki şarkı defterine uzandı ve Yağız'la konuşurken aklına gelen cümleleri not etti.

Göksel artık onun en büyük ilham kaynağıydı. Göksel liseden sonra, aradan geçen birkaç yılın ardından ona yeniden aşk şarkıları yazdıran kadındı. 

***

Cumartesi

Bugün Gökhan’la yapacakları piknik için erkenden uyanan Göksel ilk iş olarak poğaça yaptı. Poğaçalar pişerken o da hızlı bir duş aldı. Duştan çıktıktan sonra fırındaki poğaçaları da çıkarıp soğumaları için masanın üzerinde bıraktı. Dün akşam yaptığı tiramisu da masada duruyordu, onun yanında kiraz, karadut, ahududu ve yaban mersini vardı. Gökhan’ın da kırmızı meyveleri sevdiğini öğrendikten sonra bugün için bunları almıştı. Çay işini Gökhan halledecekti, o da sonrasında içmek için mango suyu almıştı.

Her ne kadar örtü serecek olsalar da çimlerde oturacaklarından bugün için mavi bir kot giydi, üstüne kolsuz beyaz bir crop uydurdu ve bu sade kombinini kolyeler ve bileziklerle süsledi. Saçlarına biraz köpük sürüp kuruttuktan sonra ön tutamlarını beyaz bir tokayla topladı, makyajını da her zamanki gibi sade tuttu. Bez çantasına birkaç eşyasını ve hem polaroid hem de dijital kamerasını koydu. Bugünden hatıra olarak bir sürü fotoğraf kalsın istiyordu.

Hazırlandıktan sonra mutfağa geri dönüp eşyaları küçük piknik sepetine doldurmaya başladı. Gökhan onun pişirdiği yemekleri yiyeceği için çok heyecanlıydı, aynı şekilde o da Gökhan’ın pişireceğini söylediği pankek ve kurabiyeleri yiyecekti ve bunun için de heyecanlıydı.

Kaşık, çatal, bıçak ve bardak da koyduktan sonra sepetin kapağını kapattı. Etrafa bakıp bir şey unutmadığından emin oldu, ardından pantolonunun arka cebinden telefonunu çıkarıp Gökhan’ı aradı.

“Efendim?” dedi Gökhan’ın neşeli sesi.

“Ben tüm hazırlıklarımı bitirdim,” dedi Göksel. “Çantamı da piknik sepetini de hazırladım, sen ne yapıyorsun?”

“Ben hazırlamaya devam ediyorum. Kurabiyeler pişti, pankekler soğumasın diye onları sonra pişireceğim; kahvaltılıkları da saklama kaplarına koyup çantaya yerleştirdim.”

“Pankeklerle kurabiyeleri merakla bekliyorum.”

“Ben de poğaçalarla tiramisuyu, özellikle tiramisuyu.”

“İkisinin de tadına bakman için çok beklemen gerekmeyecek. Şimdi evden çıkıyorum, sen de istersen pankekleri pişirmeye başla.”

“Tamamdır, o iş bende. Yaklaşınca ara, ben de aşağı inerim.”

“Sokağa gelince ararım.”

“Yolu hatırlıyorsun değil mi? Hatırlamıyorsan konum atabilirim.”

“Hatırlıyorum.”

“Ezberlemişsin.”

“Öyle de denebilir. O zaman ben şimdi kapatıyorum, görüşürüz sevgilim.”

“Görüşürüz güzelim. Dikkatli kullan.”

“Kullanırım. Öptüm.”

“Ben de.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra çantasıyla piknik sepetini alıp daireden ayrıldı. Annesiyle babası işte olduğu için evde kimse yoktu, kapıyı üç kere kilitleyip asansöre ilerledi. Asansör beşinci kattaydı, düğmesine basıp beklemeye başladı. Asansör saniyeler sonra onun beklediği dördüncü kata indi, kapıları açıldı ve Göksel asansörün içindeki Emrah’la göz göze geldi.

“Merhaba,” dedi Göksel asansöre binerken.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Emrah. Onu süzüp genç kadının elindeki piknik sepetine baktı. “Nasılsın?”

“İyiyim,” dedi Göksel. Düğmelere kısa bir bakış attığında Emrah’ın da zemin kata indiğini gördü. “Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Yolculuk nereye?”

“Maltepe Sahili’ne.” Göksel, Emrah’ı süzdüğünde genç adamın kısa kollu beyaz bir tişört, düz paça siyah bir kot; beyaz spor ayakkabılar ve üç renkli omuz çantasından oluşan gayet günlük bir kombin yaptığını gördü. Genç adamla ilgili gözüne çarpan farklılık onun irileşmesi oldu. Emrah kilo almış, aldığı bu kiloları da hemen kasa çevirmişti. “Sen nereye?”

“Beşiktaş’a gidiyorum, okuldan arkadaş grubumuzla takılacağız.”

“Tipik bir cumartesi desene.”

“Öyle,” diye onayladı Emrah. Gülümsedi. “Güzin teyze anneme son durumları anlatmış, o da bana söyledi. Gökhan’la sevgili olmuşsunuz, hayırlı olsun.”

“Annem hemen yetiştirmiş demek,” diyen Göksel güldü. “Evet, artık beraberiz. Teşekkür ederim.”

“Kaç gün oldu?”

“Bugün tam bir hafta oldu. Bugün de onunla buluşuyorum, beraber piknik yapacağız.”

“Orasını anladım. Harika bir cumartesi günü aktivitesi, iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederiz,” deyip gülümsedi Göksel. “Senin hayatında ne var ne yok?”

“Aynı,” dedi Emrah omuz silkerek. “Ev, spor salonu ve arkadaşlarla takılma üçgeninde devam ediyorum.”

“Büyümüşsün, cüsse olarak yani.”

“Evet, iki kilo kadar aldım ve onları da kas kütleme kattım.”

“Çok istikrarlısın, bu özelliğini gerçekten takdir ediyorum.”

“Teşekkür ederim. Spor en büyük tutkum, kendimi tamamen ona adadım diyebilirim.”

“Sonuçlarını da alıyorsun.”

“Eee ne demişler: Ne kadar ekmek, o kadar köfte.”

“Orası öyle.”

Asansör zemin kata inince beraber asansörden çıktılar.

“Hesabını ilgiyle takip ediyorum,” dedi Emrah, ikili kapıya yürürken. “Çok aktifsin ve muhteşem fotoğraflar paylaşıyorsun. Dikkatimi çeken en önemli noktaysa bu işte giderek gelişmen, paylaştığın her yeni fotoğrafta ortaya daha iyi bir eser koyman. Fotoğrafçılığın gerçekten takdir edilesi.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bunları duymak çok kıymetli, sağ olasın.”

“Her zaman,” dedi Emrah da gülümseyerek. “Bu arada güzel bronzlaşmışsın, yakışmış. Tatiliniz nasıldı?”

“Teşekkürler. Tatil çok keyifliydi, harika zaman geçirdim. İstanbul’dan uzakta ailemle üç hafta geçirmek fiziksel ve ruhsal olarak çok iyi geldi, beni dinlendirdi.”

“İstanbul iyi hoş ama arada uzaklaşıp kafa dinlemek gerekiyor gerçekten. Senin adına sevindim.”

“Kesinlikle uzaklaşmak gerekiyor.”

İki genç apartmandan çıktığında Göksel vücudunu Emrah’a döndürdü.

“Beşiktaş’a neyle geçeceksin?” diye sordu.

“Arabayla,” dedi Emrah. “Bugün arabayı kaptım. Sen de arabayla gideceksindir. Maltepe çok uzak, üstelik yükün de var.”

“Aynen, ben de arabayla gideceğim. Gökhan’ı evinden alacağım, sonra beraber Maltepe’ye geçeceğiz.”

“Gökhan nerede oturuyor?”

“Kadıköy’de, Merdivenköy Mahallesi’nde.”

“Hadi canım,” dedi Emrah kaşlarını kaldırarak. “Bizim üniversitenin ana kampüsünün orası.”

“Evet, Gökhan’ın evi de oraya yakın. Birkaç kilometre.”

“Çok yakınmış. Sahne aldığı kafe Kadıköy’deydi, evi de oradaymış; Kadıköy’ü seviyor olmalı.”

“Evet, çok seviyor. Çalıştığı müzik mağazası da Caferağa’da, zamanının çoğu Kadıköy’de geçiyor anlayacağın.”

“Kadıköy çok güzel, hele bir de alışınca başka yer kolay kolay sarmaz.”

“Kadıköy’ü ben de seviyorum ama o kadar da bir numarası yok bence. Mekânlara akayım, içeyim, eğleneyim kafasında biri olmamamın da büyük bir etkisi var tabii.”

“Gökhan öyle biri mi? Pek sanmıyorum.”

“Mekân bilir, insan tanır ama o mekândan bu mekâna akan biri de değil. Zaten yazın haftanın altı günü çalışıyor, okul dönemi yarı zamanlı çalışsa da okula da gidiyor ve böyle şeylere vakti kalmıyor. Çok yoğun bir hayatı var.”

“Mekândan mekâna akan insandan uzak duracaksın zaten, ben bunu çok iyi öğrendim,” dedi Emrah kendinden emin bir sesle. “Bugün buluştuğunuza göre izin günü o zaman?”

“Evet, biraz deniz havası alıp sakince vakit geçirelim istedik.”

“Tabii ki geçirin, keyfinize bakın. Tekrardan iyi eğlenceler. Görüşürüz Gök.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Görüşürüz. Kendine iyi bak.”

“Sen de.”

Emrah’la ayrılan Göksel arabaya bindi. Piknik sepetiyle çantasını yolcu koltuğuna koyduktan sonra beyaz şapkasının torpidoda olduğuna emin oldu ve yola koyuldu. Merdivenköy’e kadar yapacağı bu uzun yolculukta ona eşlik etmesi için çalma listesini açtı. Köprü trafiği her zamanki gibiydi, yollarda cumartesi trafiği hüküm sürüyordu ama genç kadın en nihayetinde Gökhan’ın oturduğu sokağa varmayı başardı.

“Kapıdayım,” diyen Göksel kornoya bastı. “İnebilirsin.”

“Geldin mi?” dedi Gökhan şaşırarak. Bir eliyle telefonu tutan genç adam diğer eliyle de perdeyi aralayıp camdan aşağı baktı. Beyaz Hyundai apartman kapısının önünde duruyordu. “Eşyalarımı alıp iniyorum.”

“Tamamdır, görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan iki dakika sonra apartmandan çıktı. Elinde bir alışveriş çantası vardı, gitar çantasını da sırtına takmıştı. Genç adam arabaya doğru yürürken şoför koltuğundaki Göksel dikkatli bakışlarla onu süzdü. Onunla ilgili dikkatini çeken ilk şey ortadan ikiye ayırdığı ve uzun ön tutamlarını alnına doğru şekillendirdiği saçları oldu. Onda ilk kez gördüğü bu saç stili genç adama çok yakışmış, ona apayrı bir hava katmıştı. Dikkatini çeken ikinci şeyse yüzündeki kirli sakal oldu. Her zaman sinekkaydı tıraşlı gezen Gökhan’ın bugün tıraşsız olmasının en büyük sebebi Göksel’in ona sakalı yakıştırmasıydı. Bunun farkında olan Göksel gülümsedi ve bakışlarını onun yüzünden vücuduna indirdi. Gökhan üstüne 90’lara damga vurmuş rock grubu Nirvana baskılı siyah bir tişört giymişti, pantolon tercihini diz ve üst bacak kısmında birkaç yırtığı olan açık mavi kottan yana kullanmıştı, ayağında da siyah spor ayakkabıları vardı; bu Grunge giyim tarzını gümüş küpeleri, tişörtün üstünden sarkan iki gümüş kolyesi ve her zamanki gibi parmaklarını süsleyen marjinal yüzükleriyle destekliyordu. Bu tarz kesinlikle Göksel’e hitap eden bir tarz değildi ama Gökhan bu tarzı o kadar iyi taşıyordu ki onu başka bir tarzla düşünemiyordu.

Genç adam çok havalı görünüyordu.

“Selam,” dedi şoför kapısının yanında duran Gökhan. “Beni öyle bir inceledin ki podyumda yürüyormuş gibi hissettim.”

“Bu görüntünle orada sırıtmayacağın ortada,” dedi Göksel. Ona göz kırptı. “Muhteşem görünüyorsun.”

“Sen de öyle,” diyen Gökhan gülümsedi. “Şunları arkaya atayım da gidelim.”

Gökhan gitar çantasıyla alışveriş çantasını arka koltuğa koyduktan sonra Göksel de yolcu koltuğundaki sepetle çantasını oraya koydu ve Gökhan’ın yerini boşalttı. Ön kapıyı açan Gökhan yolcu koltuğuna yerleşti.

“Yeniden selam,” deyip Göksel’e uzandı ve onun yanağını öptü. “Nasılsın?”

“Selam, hoş geldin,” dedi Göksel. Gaza basıp yola koyuldu. “Seni gördüm çok daha iyi oldum, sen?”

“Ben de aynı şekilde. Çok hoş görünüyorsun, saçlarını beğendim.”

“Asıl ben senin saçlarını beğendim, çok yakışmış. Hep arkaya doğru taradığın için bu kadar uzadığını fark etmemiştim.”

“Kestirmeyeli üç ay oldu, uzadı tabii. İltifatların için de teşekkür ederim, bir süre böyle kullanmayı düşünüyorum.”

“Kullanmalısın da.”

Göksel mahalle arasından güneye doğru inen caddeye çıktı.

“Buradan gidelim, aynen,” dedi Gökhan. “Sahil yoluna iniyor, oradan da Maltepe’ye devam ederiz.”

“Ben de öyle düşündüm,” dedi Göksel. Navigasyondan Maltepe Sahili’ne bir yol tarifi aldı. “Bu güzergâhı takip ederim.”

“Et bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. Ona uzanıp onun yanağını öptü. “Seni özledim.”

Gökhan burnunu onun boynuna bastırdığında Göksel, “Hey!” diye seslendi. “Araba kullanıyorum, dikkatimi dağıtma.”

“Ama sen de benim dikkatimi dağıtıyorsun,” diye mırıldandı Gökhan. Onun boynunu öptükten sonra geri çekildi. “Şanslıyız ki bugün muhteşem bir hava var.”

Onun boynuna bıraktığı öpücük Göksel’in tüylerini diken diken etmişti. Genç kadın yutkunduktan sonra, “Hı hı,” dedi. O öpücük de neyin nesiydi böyle? “Güzel havanın tadını çıkarırız.”

Çift, Anadolu Yakası hakkında konuşarak Maltepe Sahili’ne vardı. Göksel aracı boş bir park yerine park ederken Gökhan da sahili inceledi. Sahil çok kalabalık olmamakla beraber cumartesi gününü onlar gibi sahilde geçirmeye gelen insanlar görünüyordu.

“Hadi inelim,” dedi Göksel. “Pek kimse yok, kendimize güzel bir yer bulalım.”

Göksel şapkasını, piknik sepetini, çantasını alırken Gökhan da gitar çantasıyla alışveriş çantasını aldı.

“Gitar da çalarım,” dedi Gökhan.

“Olur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Güzel bir fikir.”

“Sepet çok ağırsa ben taşıyayım.”

“Ben hallederim.”

“Peki.”

Sahil parkında yürüyen ikili denize yaklaştı ve bir ağacın gölgesinde kalan çim alana oturmaya karar verdi. Göksel sepetin üstüne koyduğu kareli piknik örtüsünü çıkardı ve Gökhan’ın yardımıyla örtüyü yere serdi.

“Arabada yastıklar da vardı,” dedi Göksel. “Getireyim.”

“İyi olur aslında,” dedi Gökhan. “Ben de sepeti boşaltayım mı?”

“Boşalt. Hemen dönerim.”

Göksel yastıkları almak için arabaya yürürken Gökhan da Göksel’in sepetindeki ve kendi alışveriş çantasındaki eşyaları çıkarıp örtünün üzerine yerleştirdi. Göksel’in pişirdiği poğaça ve tiramisuya ağzı sulanarak baktı. İkisi de çok güzel kokuyor ve çok lezzetli görünüyordu. Genç kadının getirdiği kırmızı meyveleri görünce kendi kendine güldü. Ona kırmızı meyveleri sevdiğini söylemişti ve Göksel de bugün için birkaç çeşit meyve getirmişti.

Göksel elinde iki küçük yastıkla geri döndüğünde Gökhan’ın her şeyi çıkarıp örtünün üzerine yerleştirdiğini gördü.

“Elin çok hızlıymış,” dedi gülümseyerek. “Bana yapacak iş bırakmamışsın.”

“Yapacağın bir iş var,” dedi Gökhan. “Yanıma oturup bana sokulabilirsin.”

“Memnuniyetle.”

Örtünün üzerine yan yana oturdular.

“Bir sürü kırmızı meyve almışsın,” dedi Gökhan.

“İkimiz de seviyormuşuz,” diye cevap verdi Göksel. “Beraber yeriz dedim.”

Gökhan ağzına bir tane ahududu attı. “Güzelmiş.”

“Afiyet olsun.” Göksel pankeklerle kurabiyeleri fark etti. “Yemek işinde gerçekten iyi gibisin. Pankeklerle kurabiyeler lezzetli görünüyor.”

“O zaman yemeye başlayalım. Zaten çok açım.”

“Ben de açım ama başlamadan önce birkaç fotoğraf çekeyim.”

Göksel çantasından dijital kamerasını çıkarırken Gökhan onu izledi.

“Bana fotoğraf makinesi kullanmayı öğretir misin?” diye sordu Gökhan.

Göksel ona döndüğünde yüzünde bir gülümseme vardı. “Öğretirim elbette,” dedi. “Hadi gel, birkaç şey göstereyim.”

Göksel ona fotoğraf makinesini açmayı, fotoğraf çekmeyi, zoom yapmayı, flaş ayarlamasını nereden ve nasıl yapacağını gösterdi.

“Fotoğraf çekerken temel olarak bunlara dikkat ederiz,” diye açıkladı. “Odak noktasını seçmek de çok önemli fakat bu makine o kadar gelişmiş değil, bir gün profesyonel makinemde gösteririm.”

“Olur,” dedi Gökhan. “Galeriyi bu tuşa basarak açıyorduk değil mi? Şu tuşlarla da diğer fotoğrafları görebiliyoruz.”

“Aynen öyle. Unutmamışsın, aferin. Video çekmeyi de göstereyim.”

“Video da mı çekiyor?”

“Tabii ki. Dijital kamera bu, hem fotoğraf hem de video çekebilirsin.”

“Cahilliğime ver, yeni öğreniyorum ben de.”

“Ben sana çoğu şeyi öğretirim, merak etme. Şu şekilde video modunu açabilir ve yine deklanşör düğmesine basarak kayıt alabilirsin.”

“Deneyebilir miyim?”

“Elbette.”

Gökhan video modunu açtıktan sonra kayda başladı ve Göksel’i kadraja aldı.

“Dünyalar sahiden de kadrajdaymış,” dedi Gökhan. “Şu an kadrajın içinde benim dünyam var.”

Göksel güldüğünde Gökhan ona çapkın bir bakış attı.

“Benim lafımın bir üst modelini bana sattın,” dedi Göksel gülümsemeye devam ederken. “Çok tatlısın.”

Göksel ona uzanıp erkek arkadaşının yanağını öptü.

“Oh, öpücüğü de kaptık,” dedi Gökhan keyifle. “Dudak olsaydı daha iyi olurdu ama yanak da iş görür.”

“Bulmuş da bunuyor,” diye söylendi Göksel. “Hadi videoyu bitir de birkaç fotoğraf çekeyim, sonra da kahvaltımızı edelim.”

Gökhan lensin olduğu tarafı kendisine doğru çevirdikten sonra Göksel’e yaklaştı ve genç kadının yanağına büyük bir öpücük kondurdu.

“Seni seviyorum,” dedi onun kulağına. “Günlerden 27 Ağustos 2022, güneşli ve sıcak bir yaz günü, yer Maltepe Sahili; kayıtlara geçmesi için söylüyorum, seni seviyorum.”

Göksel ona döndüğünde burunları birbirine değdi. “Benim de kayıtlara geçmesini istediğim bir şey var,” dedi onun kahverengi gözlerine bakarak. “Ben de seni seviyorum.”

Gökhan gülümsediğinde Göksel de gülümsedi ve ona uzanan genç kadın dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Kısa ama tutkulu bir öpücükten sonra ayrıldılar.

“Üç etti,” diye fısıldadı Gökhan. Göksel’den uzaklaşıp kameraya baktı. “Nereden kapatacağım bunu?”

“Deklanşör düğmesine basınca video kaydı biter,” dedi Göksel. “Tüm çekim işlemleri için o düğmeyi kullanabilirsin.”

Gökhan video kaydını bitirdikten sonra kamerayı Göksel’e uzattı. Fotoğraf modunu açan Göksel dizlerinin üstüne oturup yukarı doğru biraz uzandı ve piknik örtüsünün birkaç fotoğrafını çekti.

“Artık yiyebiliriz,” dedi. “Karnım kazınıyor. Pankekten başlayacağım.”

“Ben de poğaçadan,” dedi Gökhan. “Tiramisu bana göz kırpıyor fakat tatlıyı sona saklayacağım.”

Göksel, Gökhan’ın pişirdiği pankekin tadına bakarken Gökhan da Göksel’in pişirdiği poğaçanın tadına baktı.

“Bak sen,” dedi Göksel yüzünde memnun bir ifadeyle. “Pankek çok lezzetli olmuş. Ellerine sağlık.”

“Poğaça da çok güzel,” dedi Gökhan ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra. “Hamarat bir sevgilim varmış.”

“Ne tesadüf, ben de aynı şeyi düşünüyordum. Afiyet olsun.”

“Sana da afiyet olsun güzelim.”

Hazırladıkları kahvaltılıkları Gökhan’ın bardaklara doldurduğu sıcak çaylardan yudumlar alarak yediler. Pek konuşmadılar, aç olan karınlarını doyurmakla ilgilendiler. Gökhan kahvaltılık olarak beyaz peynir, siyah zeytin, yeşilzeytin, bal, vişne reçeli, çikolata, domates, salatalık gibi pek çok şey getirmişti; pankek ve poğaçaları bu kahvaltılıklarla birlikte mideye indirdiler.

“Tatilde verdiğim kiloları bugün alacağım sanırım,” dedi Göksel. Karnına baktı. “Hatta almış bile olabilirim.”

“Her hâlinle fıstık gibisin,” dedi Gökhan. Kutudan çıkardığı bir kurabiyeyi ona uzattı. “Aç bakalım ağzını, daha yiyecek çok şey var.”

“Her cümlenle beni mutlu ediyorsun.”

“Sadece varlığıyla beni dünyanın en mutlu insanı yapan kadına az bile.”

Göksel ağzını açınca Gökhan kurabiyeyi onun dişlerinin arasına soktu ve genç kadın kurabiyenin yarısını ısırıp çiğnemeye başladı. Gökhan onun yüz ifadesini inceledi.

“Resmen insanın ağzında dağılıyor,” dedi Göksel şaşırarak. “Bunun tarifini ve eğer varsa sırrını öğrenmek istiyorum.”

“İnternette ne yazıyorsa onu yapıyorum,” dedi Gökhan. Kurabiyenin kalan yarısını ağzına attı. “Linkini atarım ve afiyet bal şeker olsun.”

Göksel kurabiyeden bir tane daha yiyip memnun bir ifadeyle başını salladı. Bu kurabiyenin tarifini kesinlikle öğrenmeli ve kendisi de pişirmeliydi.

“Meyvelerden de ye,” dedi Göksel. “Hepsi bitecek.”

“Ayıpsın, arkamda adam bırakmam ben,” diyen Gökhan birkaç yaban mersinini ağzına attı. “Yok ya, şu yaban mersinini sevemedim gitti. O kadar da pahalıya satıyorlar ki asla değmez bence.”

“Zevk meselesi,” dedi Göksel. O da birkaç yaban mersinini ağzına attı. “Ben seviyorum. Sen hangilerini seviyorsan onlardan ye.”

“Ahududu candır, kirazı da çok severim.”

“İkisinden de istediğin kadar ye.”

“Peki ya bu kirazlar?” dedi Gökhan işaret parmağıyla Göksel’in dudaklarına dokunarak. “Bunlardan da istediğim kadar yiyebilir miyim?”

“Ağzın çok iyi laf yapıyor, biliyorsun değil mi? Tabii ki biliyorsun.”

“Sadece laf yapmıyor, başka yetenekleri de var. Mesela kiraz yemek gibi.”

Göksel onun koluna vurduğunda Gökhan bir kahkaha attı.

“Yürü git be!” diye söylendi Göksel. “İnsanı utandırma.”

“Ama nasıl hoşuma gidiyor,” dedi Gökhan ona yaklaşarak. “Öpeyim mi? Önceki soruma da cevap vermedin bak.”

“Cevabını bildiğini düşündüm.”

“Senden duymak istedim.”

“Evet,” diye fısıldadı Göksel. “İki soruna da evet.”

Öpüşmeye başladıklarında Gökhan’ın kolları Göksel’in ince gövdesini sarıp genç kadını kendine çekti. Genç adam sol kolunu onun çıplak beline sararken sağ eliyle de ensesinden tuttu, Göksel de bir elini onun saçlarına götürürken diğer eliyle de sol pazısını kavradı. Aralarından su bile sızamayacak kadar yakındılar. Dudakları gerçekte olduğundan daha uzun hissettiren birkaç saniye boyunca birbirine karıştı. Göksel onun pazısını sıktığında Gökhan gülümsedi, Göksel onun gülümsemesini de öptü.

“Bunun bu kadar iyi hissettirmesi normal mi?” diye sordu Göksel. “Daha iyi hissettiren başka bir şey yaptığımı sanmıyorum.”

“Hem de dünyanın en normal şeyi,” diye cevapladı Gökhan. Onu bir daha öptü. “İşte en sevdiğim kirazlar.”

Göksel kollarını onun boynuna sararken, “Çok mu tatlılar?” diye sordu.

“Bakıyorum da utangaçlığın geçti,” dedi başını geriye atıp ona bakan Gökhan.

“Öyle oldu, şımarmak hoşuma gitti. Şimdi soruma cevap ver bakayım.”

“Çok tatlılar,” derken onun dudaklarına baktı Gökhan. “Tadına doyum olmayacak kadar tatlılar.”

Göksel onu öptü. “Seninkiler kadar tatlılar mıdır?” diye sordu. “Sanmam.”

“Benden numaralar kapıyorsun bakıyorum,” dedi Gökhan son derece keyifli bir sesle. Elleriyle onun belini okşuyordu. “Dişi Gökhan Uygur’u yetiştiriyorum.”

“Tek romantik sen değilsin ya, benim de birkaç numaram var.”

“Hepsini görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de göstermek için,” dedi Göksel. Gözleri arkadaki gitara takıldı. “Gitar çalsana.”

“Çalayım,” dedi Gökhan. Başını çevirip arkasında duran gitar çantasına baktı. “Sana çalmak istediğim bir şarkı vardı zaten.”

“Öyle mi? Meraklandım bak. Hangi şarkı?”

“Daha önce dinlediğini düşünmediğim bir şarkı. Aslında şarkının sahibinin en yakın arkadaşı hariç kimsenin dinlemediği bir şarkı.”

Göksel önce kaşlarını kaldırdı, sonra çattı. “Senin şarkılarından biri mi?” diye sordu.

“Hı hı,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Dinlemek ister misin?”

“Bir de soruyor musun? Hem de çok isterim.”

“O zaman çalıp söyleyeyim.”

Onun yanağını öpüp ondan uzaklaştı ve akustik gitarını siyah çantasından çıkarıp kucağına aldı.

“Adı ne?” diye sordu Göksel. “Bir isim buldun mu?”

“Buldum,” dedi Gökhan ona bakarak. “İsmi Yıldızlar Yatağı.”

Yıldızlar Yatağı mı?” diyen Göksel çok şaşırmıştı. “Ne kadar güzel bir isim.”

“Teşekkür ederim. Şarkının sadece nakaratını söyleyeceğim, kalanı için çalışmaya hâlâ devam ediyorum.”

“Nasıl istersen.”

Gökhan şarkının ana riff’ini çalmaya başladığında Göksel ona dikkat kesildi. Gökhan büyük bir Blues müzik hayranıydı, bu şarkısı da birçok şarkısı gibi Blues ve rock türlerini birleştirerek kullandığı bir parçaydı —tıpkı en büyük idolü Yavuz Çetin gibi. Bakışlarını klavyeye odaklayan genç müzisyen şarkının girişinde kullandığı ana riff’i çaldıktan sonra şarkının nakaratına girdi ve Göksel’in gözlerinin içine bakarak nakaratı söylemeye başladı.

“Yıldızlar yatağına uzanalım / Gök yastığımız olsun / Evren örtülsün üzerimize / Buluş benimle / Gök Tanrısının ve Tanrıçasının evinde.”*

(*Hatırlatma: Gökhan, eski Türklerde gök Tanrısına verilen isimdi. Yıldızlar Yatağı şarkısının adı da sözleri de orijinal olup tarafıma aittir.)

Gökhan şarkıyı bitirdiğinde Göksel ona uzanıp kollarını onun boynuna sardı. Gitarını yere bırakan Gökhan da kollarını onun ince beline doladı. Bir süre sessizce sarıldılar. Göksel onun saçlarını sevdi, Gökhan da onun kokusunu içine çekti.

Göksel kendini biraz geri çekip onun yüzüne baktı.

“Anladığını düşünüyorum,” dedi Gökhan. “Ama yine de söyleyeyim: Şarkıyı sana yazdım.”

“Anladım,” dedi Göksel başını sallayarak. Mavi gözleri dolmuştu. “Anladım bir tanem.”

“Biliyorsun değil mi? Benim Tanrıçam sensin.”

Göksel onu öptü. “Biliyorum,” diye fısıldadı. Bir öpücük daha. “Şarkıya bayıldım. Müziğiyle, sözleriyle, hissettirdikleriyle gerçekten çok güzel bir parça olmuş. Tamamını duymak için sabırsızlanıyorum.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan gülümsedi ve onu öptü. “Şarkının en güzel yanı ilham kaynağı. Gözlerinin ışıltısı yıldızları, rengi göğü kıskandıran o kadın. Gök Tanrıçası.”

“Seni seviyorum.”

“Seni seviyorum.”

Göksel yeniden ona sarıldığında bu ani sarılma karşısında Gökhan dengesini koruyamadı ve yere düştü. Her ne kadar zemin çim olsa da Göksel ellerini onun kafasının arkasına koyarak genç adamın başının yere çarpmasını engelledi. Burun buruna gelen ikili gülmeye başladı.

“Özür dilerim,” dedi Göksel. “Biraz sert sarıldım sanırım.”

“Sıkıntı değil,” dedi Gökhan içtenlikle. “Pozisyonumuzdan oldukça memnunum.”

Göksel kendini Gökhan’ın yanına attı ve vücudunun soluna yatıp Gökhan’ı da gövdesi kendi gövdesinin karşısına gelecek şekilde yan çevirdi. Yan yana yatan çift uzun bir süre hiç konuşmadan bakıştılar, birbirlerini yüzlerini ezberleyecek ve suratlarındaki en ufak ayrıntıyı hiç zorlanmadan hatırlayacak kadar dikkatli incelediler. Göksel ona yaklaşıp yanağını onun boynuna yasladı ve kolunu onun kolunun altından geçirip ona sarıldı; Gökhan da kolunu onun beline sarıp onun gövdesini kendi gövdesiyle birleştirdi. Gözlerini kapatan genç kadın burnunu onun omzuna yaslayıp genç adamın ferah kokusunu içine çekti. Gökhan’ın teninden yükselen koku duş jeliyle parfümün birleşimi olan bir kokuydu ve genç adam o kadar güzel kokuyordu ki Göksel ömrünün sonuna kadar ciğerlerini bu kokuyla doldurabilirdi.

“Kokun huzur veriyor,” dedi Göksel. “Güven veriyor. Yuvamdaymış gibi hissediyorum.”

“Yuvandasın,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. “Şu an ben de yuvamdayım. Dört duvarın arasında bulamadığım yuvayı kaburgalarının arasındaki kalbinde buldum.”

“Kaburgalarımın arasındaki kalbimde ev sahibisin.”

Gülümseyen Gökhan, “Senden duyduğum iyi oldu,” dedi. “Göksel?”

“Efendim?”

“Seni seviyorum. Belki de çok sık söylüyorum ama söylemek hoşuma gidiyor.”

“Ben de seni seviyorum,” dedi Göksel ve onun omzunu öptü. “Seni sevdiğimi söylemek, senin tarafından sevildiğimi duymak benim de çok hoşuma gidiyor ve hayır, hiç de sık söylemiyorsun. Sevgiyi dile getirmenin sıklığı olmaz.”

“Haklısın, olmaz.”

Birkaç dakika boyunca bu pozisyonda uzanmaya devam ettiler. İkisinin gözleri de kapalıydı ve birbirine yaslanan göğüs kafeslerindeki kalplerinin atışı sakin, birbiriyle uyumluydu. Çok huzurluydular; daha önce hiç adım atılmamış sessiz bir orman, usulca akıp giden bir nehir, yuvasında annesini emen yavru bir hayvan gibi huzurluydular.

“Şu an neyi hatırladım biliyor musun?” diye sordu Gökhan.

“Neyi hatırladın?” dedi Göksel.

“Tiramisuyu yemediğimi.”

Göksel güldüğünde Gökhan da gülümsedi.

“Yiyelim mi?” dedi Göksel.

“Yiyelim,” diye onayladı Gökhan. “Ne zamandır o tiramisunun hayalini kuruyorum.”

“Bundan sonra ne zaman istersen yaparım.”

“Yaşadım desene.”

Ayrılan ikili yeniden oturma pozisyonuna geçti. Göksel bir tiramisu dilimini Gökhan’ın tabağına koyup ona uzattı.

“Muhteşem görünüyor,” diyen Gökhan dudaklarını yaladı. “Hemen gömeceğim.”

Gökhan tiramisudan ilk lokmasını yerken Göksel onu seyretti. Gökhan tatlıyı beğendiğini belli eden bir ses çıkardı.

“Bu nedir kızım?” dedi Gökhan ona bakarak. “Efsane olmuş. Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun,” diyen Göksel kocaman gülümsedi. “Ben de yiyeyim. Sonra yine gitar çalarsın, olur mu?”

“Beraber çalalım. Bugün ilk gitar dersimizi yapalım mı?”

“Ben sana fotoğraf makinesi kullanmayı öğreteceğim, sen de bana gitar çalmayı mı öğreteceksin?”

“Bence harika bir fikir.”

“Bence de.”

Beraber tiramisu yediler. Tatlıyı yerken sohbetlerinin konusu Maltepe oldu. İstanbul Üniversitesinin konservatuvar binası Maltepe’ye taşınmıştı, bu yüzden genç adam ilçeye hâkimdi. Okul çıkışı pek çok kez arkadaşlarıyla bu sahile gelip onlarla vakit geçirdiğinden, burada yürüyüş yapmaktan ve bisiklet sürmekten çok hoşlandığından bahsetti. Sonra konu sahilin karşısındaki Adalar’a geldi.

“Bir gün Adalar’a da gidelim mi?” diye sordu Gökhan. “Yazın aşırı kalabalık oluyor ama sonbahar dönemi daha sakin.”

“Her yeri mültecilerin doldurduğunu ve eski tadının kalmadığını söylüyorlar,” dedi Göksel ona bakarak. “Epeydir gitmedim, beraber gidip görebiliriz.”

“Doldurmadıkları yer kaldı mı ki?” diye söylendi Gökhan. “Havalar biraz soğuyunca gidelim.”

“Haklısın, her yerdeler. O zaman sonbahar gelince bakarız.”

“Anlaştık.”

Tatlıları bitirdikten sonra Gökhan yeniden gitarına uzandı. “İyice sağıma gel,” dedi Göksel’e bakarak. “İlk dersimiz gitarı tanımak üzerine olsun. Gitarın anatomisi, çalışma mekanizması, doğru gitar tutuşu ve teller hakkında konuşalım.”

“Senin gibi profesyonel bir gitaristten bedava gitar dersi alacağım demek,” diyen Göksel sırıttı. “Kendimi çok ayrıcalıklı hissettim.”

“Tabii ki ayrıcalıklısın. Başlamadan önce iltifatı da kaptığıma göre şimdi sana gitarın anatomisini anlatmaya başlıyorum.”

“Bir dakika,” dedi Göksel. “Bu dersimizi videoya almak istiyorum. Hatıra kalsın."

Göksel piknik sepetinin üstünde küçük bir düzenek hazırladı ve telefonunu düzeneğe yaslayıp video kaydına başladı.

“Selam,” dedi kameraya bakarak. “27 Ağustos 2022 günündeyiz, Maltepe Sahili’ndeyiz ve Gökhan’la ilk gitar dersimizi yapacağız. Söyleyeceği her şeyi ilk seferden anlamayacağımı biliyorum ama zamanla öğreneceğimden eminim.”

Göksel yeniden Gökhan’ın yanına döndü.

“Bu videoyu bana kesinlikle göndermelisin,” dedi Gökhan. “Şimdi derse başlıyorum. Gitar temel olarak üç bölümden oluşur; baş, klavye ve gövde. Baş bölgesinde akort burguları yer alır, bu burgular adından da anlaşılacağı üzere gitarı akort etmeye yarar. Bir enstrümanın sesinin kaliteli ve düzgün çıkmasının yolu onu akort etmekten geçer, gitarı da bu burgular aracılığıyla akort ederiz. Klavye bölgesinde perdeler yer alır; gitarın toplamda altı teli vardır ve teller perdelerle birleşerek gitarın en ince notasından en kalın notasına kadar olan tüm seslerini elde etmemize olanak sağlar. Gövde kısmının başrol oyuncusu ses deliğidir, tellerin titreşimiyle yaratılan sesler bu delik sayesinde bir varlık kazanır ve severek dinlediğimiz gitar sesini oluşturur.” Telleri boş çalıp hoş bir ses çıkardı. “İşte aynen böyle.”

“Sadece gitarı çalmakta iyi değilmişsin,” dedi Göksel. “Gitarı anlatmakta da oldukça iyisin. Sayende bu işi kapacağım gibi.”

“Bildiğin bir şeyi o şeyi hiç bilmeyen birine güzelce anlatamıyorsan o şeyi o kadar da bilmiyorsun demektir. Birinin bir şeyi ne kadar bildiğini ölçmek mi istiyorsun? Ondan o şeyi sana anlatmasını iste. Hayat dersimi de verdiğime göre gitar dersine devam ediyorum.”

“Çok haklısınız hocam.”

“Hemen de havaya girdin bakıyorum.”

“Girerim.”

Gökhan ona gitar tellerini ve perdelerini anlatmaya başladı. Genç müzisyen bunu yaparken o kadar tutkuluydu ki Göksel onu pürdikkat dinledi, gösterdiği her şeyi ilgiyle izledi. Gökhan muhteşem bir gitaristti, buna hiç şüphe yoktu ve buna ek olarak gitarı anlatma, gitar hakkında bildiği tüm her şeyi karşı tarafa aktarma şekli de oldukça etkileyiciydi.

“Anlamadığın bir nokta var mı?” diye sordu Gökhan.

“Hayır,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Çok güzel anlatıyorsun, hepsini anladım.”

“O zaman şu ana kadar anlattığım şeyleri özetle bakalım.”

Göksel, Gökhan’ın kendisine anlattığı şeyleri tekrar etti.

“Aferin,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçekten de anlamışsın. O zaman doğru gitar tutuşu üzerinde çalışabiliriz. Bu zamanla oturacak bir şey ama ben sana doğrusunu göstereyim, pratik yaptıkça elin iyice alışır.”

Gökhan gitarı ikisinin ortasına kaydırırken, sol eliyle Göksel’in sol elini tutup klavyenin üzerine getirdi. “Başparmağınla klavyeyi destekle,” dedi başparmağını klavyenin arkasına bastırırken. “Kalan dört parmağın da klavyenin üzerinde dursun. Parmaklarını rahat bırakman önemli, kendini sıkmana hiç gerek yok. Belki fark etmişsindir, gitarı düz tutmak yerine sap kısmı daha yukarıda olacak şekilde eğimli tutarız. Dik değil ama düz hiç değil.” Gitarı biraz yukarı kaldırıp doğru çalış pozisyonuna getirdi. “Aynen böyle. Sağ elin de parmakların tellerin hizasına gelecek şekilde eğimli durmalı. Gitar çalarken tüm parmaklarını kullanman önemli, başta zor gelir ama alıştıktan sonra bunun işi ne kadar kolaylaştırdığına şaşıracaksın. Şimdi tüm telleri boş çal bakalım.”

Göksel onun söylediğini yaparak altı telin hepsini boş çaldı, her bir tele dokunduğunda Gökhan da bilgilerin iyice hafızasına yerleşmesi için notaların adını söyledi.

“Şimdi de aşağıdan yukarı,” dedi Gökhan. “Bu sefer notaları sen söyle.”

Göksel onun bu dediğini de yaptı.

“Çok iyi,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Şimdi bunu birkaç kez tekrar edelim ama gittikçe hızlanalım. Elin ısınsın.”

Göksel telleri boş çaldıktan sonra Gökhan ona perdeleri kullanarak aynı notaların daha tiz ve pes seslerini de çaldırttı. Gitardaki oktav olayını anlamaya başlayan Göksel bir aydınlanma yaşadı.

“Demek böyle,” dedi genç kadın ona bakarak. “Piyanoda tüm notaların ve farklı oktavlarının tuşu var, gitardaysa farklı oktavları perdeler sayesinde çalabiliyoruz.”

“Bir saniye,” dedi Gökhan. “Piyanodaki oktav meselesini nereden biliyorsun?”

“Lisede müzik sınıfında bir piyanomuz vardı, bazı müzik derslerinde çalıyorduk.”

“Ne?” Gökhan’ın sesi yüksek çıktı. “Piyano mu çalıyordun? Neden hiç bahsetmedin?”

“Birincisi piyano çalıyordum diyemem, sadece tuşlara basıp sesler çıkarabiliyordum; ikincisi konusu açılmamış olmalı ve dediğim gibi çalmayı bildiğim kesinlikle söylenemez.”

“Sonuçta pratik yapma şansın olmuş, görünüşe göre aklında birkaç şey de kalmış. Kız arkadaşımın küçük de olsa bir piyano geçmişi varmış ve ben bunu yeni öğreniyorum.”

“Yani, bir şeyler hatırlıyorum. Piyano çok asil bir enstrüman, kısacık bir dönem de olsa onunla zaman geçirmek harika bir deneyimdi.”

“Şu an beni o kadar şaşırttın ve etkiledin ki. İnanılmaz bir kadınsın.”

“Bu kadar etkileneceğini bilsem daha önce söylerdim.”

“Piyano benim için çok özel bir enstrüman, onunla aramda farklı bir bağ var. Bir tanesine sahip olmayı çok istesem de fiyatları yüzünden sahip olamadığımı sana söylemiş olmalıyım ama okulda ya da iş yerinde çalma fırsatı yakalıyorum ve daha koltuğuna oturur oturmaz bambaşka şeyler hissetmeye başlıyorum. Şimdi senin de bir dönem piyano çaldığını öğrendim ve bu çok hoşuma gitti. Neler çalıyordunuz mesela? Hatırlıyorsan anlatır mısın? Dinlemeyi çok isterim.”

Hafızasında lise zamanına giden Göksel neler yaptıklarını hatırlamak için biraz düşünmeye ihtiyaç duydu. Müzik öğretmenlerinin 10. sınıfın ikinci döneminde onları piyanoyla tanıştırdığını, 11. sınıfta da birkaç kez müzik parçalarından kısa yerler çaldırdığını anımsıyordu.

“Klasik batı müziği çalıştığımızı hatırlıyorum,” dedi Göksel biraz sonra. “Mozart, Beethoven, Bach gibi büyük sanatçıları işliyorduk. Aramızda çok yetenekli birkaç kişi vardı, onlar bu isimlerin eserlerini çalar ve bize bir ziyafet yaşatırdı. Hocamız çok hevesli bir kadındı, birkaç sefer bize de eserlerin daha yavaş versiyonlarını çaldırmıştı hatta not da vermişti. Genel olarak daha kolay besteler üzerinde çalışırdık ama hangi dönem olduğunu da kimlerin besteleri olduğunu da hatırlamıyorum.”

“Vay be!” dedi Gökhan duydukları karşısında şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşayarak. “İyi bir müzik öğretmenine benziyor, çoğu hiç umursamaz bile. Hangi eserleri çaldın mesela?”

Ay Işığı Sonatı üzerinde çalışmıştık, yavaş versiyonunda fena iş çıkarmamıştım ama normal hızında ve baştan sona tüm eseri çalabilmem tabii ki mümkün değil. Zaten dediğim gibi kısa kısımları üzerinde çalıştık, hepsini öğrenmemiz imkânsızdı. Sanat lisesi değildi sonuçta, haftada bir saat dersimiz olurdu.”

Ay Işığı Sonatı mı? En sevdiğim eserlerden biridir.”

“Benim de öyle. İnsana eşsiz bir huzur veriyor.”

“Çalayım mı?” diye sordu Gökhan. “Piyanoda dinlemesinin verdiği keyif bambaşka ama gitarda dinlemek de güzeldir.”

“Gitarda Ay Işığı Sonatı mı? Daha önce dinlediğimi sanmıyorum.”

“O zaman dinleme zamanın gelmiş,” diyen Gökhan akustik gitarını aldı. “Çok uzun zamandır çalmadım, hata yaparsam duymazdan gel lütfen.”

Ay Işığı Sonatı’nı çalacaksın, üstelik gitarda ve hata yaparsan bunu garipseme gibi bir lüksüm mü olacak? Hayır, bunun haddim olduğunu hiç sanmıyorum. Sadece büyük bir hayranlıkla seni dinleyeceğim.”

Gökhan, Beethoven’in en meşhur eserini çalmaya başladığında Göksel’in yüzüne hoş bir gülümseme yayıldı. Ona kısa bir bakış atan Gökhan da gülümsedi. Genç müzisyen bu eseri çalarken hata yapmaktan korkuyordu fakat notalar adı soyadı gibi ezberindeydi, usta parmakları da her zamanki gibi harikalar yaratıyordu. Onu dinleyen sadece Göksel değildi, sahilde çevrelerinde olan ve gitarın sesini duyan birkaç kişi de onu dinliyordu. Genç müzisyen ve olağanüstü performansı etraftakilerin dikkatini çekmişti.

Telefonuna kısa bir bakış atan Göksel telefonun hâlâ kayıtta olduğunu görünce sevindi. Bu performans ölümsüzleştirilmeyi kesinlikle hak eden bir performanstı.

Gökhan performansını bitirdiğinde Göksel’le beraber çevredekiler de onu alkışlamaya başladı. Şaşıran çift etraflarına baktığında gülümseyerek kendilerine bakan yabancı yüzler gördü.

“Bravo!” diye bağırdı genç bir kız. “Yüreğine sağlık.”

“Teşekkür ederim,” diye seslendi Gökhan. Elini gerdanına koydu. “Sağ olun. Alkışlayan elleriniz dert görmesin.”

“Harikaydın,” dedi Göksel. “Her seferinde seviyeyi biraz daha yükseltiyorsun. Henüz çok gençsin ama virtüöz denecek kadar ustasın.”

“Estağfurullah,” diye cevap verdi Gökhan. “O kadar gitar virtüözü varken bu unvan bana düşmedi ama çok teşekkür ederim.”

“Bence en çok sana düşüyor, mütevazılığa gerek yok.”

“Bunu sen mi diyorsun?”

“Evet. Gitarlar senin ellerinde normalde olduklarından çok daha sihirli enstrümanlara dönüşüyor. Bunu herkes başaramaz hayatım.”

“Birincisi çok teşekkür ederim, göğsümü kabartıyorsun; ikincisi hayatım diyen dilini yesinler senin. Ağzından bal damlıyor bal.”

Öpüştüler.

“Asıl sen benim göğsümü kabartıyorsun,” dedi Göksel. “Seninle çok gurur duyuyorum.”

“Bu kelimeyle aram pek iyi değildir ama teşekkür ederim, çok şey ifade ediyor.”

“Benim için gurur kaynağısın, hem de çok büyük bir kaynağı.”

“O şarkıyı bitirdim,” dedi Gökhan biraz hüzünlü bir sesle. “Kaydetmeye de başladım. Henüz kimseye baştan sona dinletecek cesaretim yok ama bir gün dinlemeni çok istiyorum.”

“Ne zaman hazır hissedersen,” diyen Göksel destek olmak istercesine onun eline dokundu. “Yıldızlar Yatağı gibi muhteşem bir parça olduğundan eminim, dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.”

“İnancın çok kıymetli, eksik olma güzelim.”

“Hep buradayım.”

“Hep burada ol. Neyse, duygusallaşmayalım. Piyano ha? Bir gün beraber çalmalıyız.”

“Piyano bulunca çalarız. Seni piyano çalarken dinlemeyi çok istiyorum zaten.”

“Denk gelirsin. O zaman bugünlük bu kadar gitar dersi yeter. Sana birkaç şey atarım, onları da okuyup incelersin.”

“Ödev veriyorsun yani?”

“Evet, tam olarak öyle yapıyorum. Şu an amacım sana gitar çalmayı öğretmektense seni gitarla tanıştırmak, onun hakkında bilgi sahibi olmanı sağlamak ve tabii ki ilgini uyandırmak. Eğer gitar gerçekten ilgini çekerse bir tane satın alırsın ve işte o zaman çalmayı öğrenmeye başlayabilirsin.”

“Çok mantıklı. Bir süre kendimi test edeyim, zamanla fikirlerim oluşacaktır.”

“Aynen öyle.”

Telefonuna uzanan Göksel video kaydını durdurdu. “Her anı kaydettim,” dedi Gökhan’a bakarak. “Bugünden güzel bir hatıra olarak kalacak.”

“O kadar büyük bir dosyayı bana nasıl göndereceksin bilmiyorum ama sen muhtemelen biliyorsundur.”

“O işi bana bırak,” dedi Göksel onun söylediğini haklı çıkararak. “Hadi fotoğraf çekelim. Bak yanımda ne getirdim?”

Göksel çantasından polaroid kamerasını çıkardığında Gökhan kaşlarını havaya kaldırdı.

“Polaroid mi deniyordu bunlara?” diye sordu genç adam.

“Evet,” dedi Göksel. “Çektiğimiz fotoğraflar fiziksel olarak elimizde olabilecek. Güzel olur diye düşündüm, saklarız.”

“Çok iyi düşünmüşsün. Hadi çekelim.”

“Bir tane selfie olarak çekeyim, ikincisi için birinden bizi çekmesini rica ederiz. Birini sen saklarsın, diğerini de ben.”

“Güzel fikir.”

Makineyi lensi onlara bakacak şekilde tutan Göksel fotoğraf makinesini biraz havaya kaldırıp uzaklaştırdı ve kamerayı biraz sağda tutarken, kendisi de sola doğru eğilip Gökhan’a yaslandı.

“Kadrajda nasıl göründüğümüze bakmadan çekeceksin,” dedi Gökhan. “Şu an kumar oynuyorsun.”

“Bu kamerayla pek çok selfie çektim,” dedi Göksel kendinden emin bir sesle. “Ne yaptığımı biliyorum, bana güven ve gülümse.”

Şakağını Gökhan’ın yanağına yaslayan Göksel gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi ve genç fotoğrafçı deklanşöre basarak ikisinin fotoğrafını çekti.

“Fotoğrafın kuruyup işlenmesi biraz zaman alıyor,” dedi Göksel. “Bu fotoğraf kururken biz ikinci fotoğrafımızı çekecek birini bulalım.”

Ayağa kalkan Göksel yakınlardaki bir genç grubunun yanına gidip Gökhan’la fotoğraflarını çekmelerini rica ettiğinde içlerinden bir kız kabul etti ve onunla beraber Gökhan’ın yanına ilerledi.

“Güzel kamera,” dedi Göksel’in siyah fotoğraf makinesini eline alan kız. “Nasıl çekmemi istersiniz?”

“Biz oturarak poz vereceğiz,” dedi Göksel. “Rica etsem sen de yere eğilip karşıdan bizi çeker misin?”

“Olur.”

Gökhan’ın biraz önüne oturan Göksel yan durup Gökhan’a yaslanarak poz verdi, Gökhan da bir koluyla onun belini sardı ve ikisi de gülümsediğinde genç kız onların fotoğrafını çekti.

“Teşekkür ederiz,” dedi ayağa kalkıp kızın yanına giden Göksel. “Çok sağ ol.”

“Rica ederim,” dedi genç kız gülümseyerek. “Bu arada çok yakışıyorsunuz. Hep mutlu olursunuz umarım.”

“Çok teşekkür ederiz, çok naziksin.”

“Ne demek. Size iyi eğlenceler.”

“Sağ ol, sana da.”

Kız uzaklaştığında Göksel erkek arkadaşının yanına döndü.

“Ne söyledi kız?” diye sordu Gökhan.

“Çok yakışıyormuşuz,” diye cevap verdi Göksel. “Umarım hep mutlu olurmuşuz.”

“Ne hoş. Kibar kızmış, sağ olsun.”

“Evet, çok tatlıydı.”

Biraz sonra iki fotoğraf da kurudu ve tamamen ortaya çıktı.

“Ay ikisi de çok güzel olmuş,” dedi fotoğraflara bakan Göksel. “Çok tatlı çıkmışız.”

“Ben de bayıldım,” dedi Gökhan. “Güzel çıkmışız.”

“Hangisini istersin? Hangisini istiyorsan onu al lütfen, bana hiç fark etmez.”

“Bunu,” diyen Gökhan kızın çektiği fotoğrafı işaret etti. “Diğeri de çok güzel ama burada piknik yaptığımız belli ve bugünden hatıra olarak kalır.”

“Al bakalım,” deyip fotoğrafı ona uzattı Göksel. “Aa ama önce fotoğrafın altına bugünün tarihini yazalım.”

Göksel iki fotoğrafın altındaki beyaz yere de 27/08/22, Maltepe şeklinde not düştü.

“Şimdi alabilirsin,” dedi fotoğrafı Gökhan’a vererek.

“Bu fotoğrafı hikayeme atmak istiyorum,” dedi Gökhan. “Paylaşayım mı, ne dersin?”

“İnsanlar bu fotoğrafı gördüğünde beraber olduğumuzu anlayacak,” diyen Göksel gülümsedi. “Paylaşmak istiyorsan paylaşabilirsin hatta bu hoşuma gider.”

“O zaman paylaşacağım. Fotoğrafın fotoğrafını çekeceğim, böyle düşününce garip hissettim.”

“Evet, dillendirince garip oluyor cidden.”

Gökhan ikilinin polaroid fotoğrafının fotoğrafını çektikten sonra sosyal medya hesabına girdi ve hikayesinde paylaşmak üzere fotoğrafı seçti. Çok da ilgili görünmemeye çalışan Göksel başını biraz uzatıp onun telefonunun ekranına baktı. Gökhan mavi kalp emojisini seçip fotoğrafın alt kısmına koyduğunda genç kadının yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.

“Paylaşıyorum,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak.

“Paylaş,” diyen Göksel sırıtmamak için kendini tutuyordu. “Güzel oldu.”

Gökhan fotoğrafı paylaştığında ikisi de derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bugün ilişkilerinin birinci haftası dolmuştu ve bu fotoğrafla Gökhan’ın çevresine sevgili olduklarını resmen duyurmuşlardı. Gökhan, Göksel’le sevgili olduklarından Yağız ve Kerem hariç kimseye bahsetmemişti, bu onun arkadaşları için ­—özellikle de Göksel’le tanıştırdığı Barış, Sarp, Kuzey, Elçin, Lale, Çağlar ve Doğuş için— güzel bir haber olacaktı.

“Birer tane de birbirimizi çekelim,” dedi Göksel. “Onları da saklarız.”

“Eski zamanlardaki gibi,” dedi Gökhan. “Çok romantik. Fotoğrafını cüzdanımda taşıyayım da gör sen.”

“Aynısını düşünüyordum,” dedi Göksel gülerek. Ona yaklaştı. “Birlikte olan fotoğrafımızı odama asacağım, senin fotoğrafını da cüzdanımda taşıyacağım.”

“Ben de tam olarak böyle yapacağım.”

“O zaman anlaştık?”

“Anlaştık.”

Göksel’in polaroid kamerasından birbirlerini çektikten sonra telefondan da birkaç fotoğraf çektiler. Fotoğraf işi bittikten sonra gitarını eline alan Gökhan, Göksel’e Dünyadan Uzak, Elleri Ellerime, Onun Şarkısı ve Giderdi Hoşuma şarkılarını çalıp söyledi. Gökhan tüm bu şarkıları onun gözlerinin içine bakarak söyledi, Göksel de büyük bir sevgiyle onu dinledi.

Onu seviyordu.

Onu çok seviyordu.

Gökhan küçük konserini bitirince yere uzandılar. Gökhan başını yastığa koyarken onun hemen yanına yatan Göksel de başını onun göğsüne yasladı ve sağ elini onun kalbinin üzerine yerleştirdi. Beraber göğü izlemeye başladılar. Göksel parmak uçlarıyla onun sol göğsünün üzerine minik daireler çizerken Gökhan da onun saçlarını, sırtını, belini okşuyordu.

“Hiç bulut yok,” dedi Göksel. “Sadece engin mavilik.”

“Gözlerin gibi,” diye cevap verdi Gökhan. “Ucu bucağı olmayan sonsuz bir mavilik. Baktıkça insanı dehşete düşüren ama kendine hayran bırakan bir mavilik.”

Çenesini onun göğsüne yaslayan Göksel bakışlarını erkek arkadaşının yüzüne çevirdi. “Bu laflar için çok düşünüyor musun?” diye sordu. “Yoksa doğaçlama mı gelişiyor?”

“Çoğunlukla doğaçlama gelişiyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Nadiren bu lafları önceden düşünmüş oluyorum ve yeri gelince dillendiriyorum.”

“Bu doğaçlama mıydı peki?”

“Pek sayılmaz. Artık ne zaman göğe baksam seni düşünüyorum, senin gözlerini görüyorum ve aklımda bunun gibi bir sürü cümle oluşuyor.”

“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.”

“Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin,” diye dile getirdi şiirin son dizelerini Gökhan. “Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat / Durma kendini hatırlat / Durma göğe bakalım.” (Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı)

Göksel gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi. Dirseğinden destek alarak doğrulan genç kadın Gökhan’a uzandı ve onun dudaklarına büyük bir öpücük bıraktı.

“Eğer şiir kitapların varsa görmek ve okumak isterim,” dedi Göksel. “Böyle güzel şiirler bilen bir delikanlının okuduğu tüm şairleri görmeliyim.”

“Şiir kitaplarım elbette var,” diyen Gökhan onun perçemini kulağının arkasına sıkıştırdı. “Gururla söyleyebilirim ki oldukça fazlalar da. Bir gün evime geldiğinde sana kitaplığımı gösteririm.”

“Hepsini okumak istediğimi söylesem ne dersin?”

“Bunun beni çok sevindireceğini ve istersen hepsini ödünç alabileceğini söylerim.”

“İşte bu da beni çok sevindirir. Teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

Göksel yeniden onun göğsüne yattı ve çift göğü izlemeye devam etti. Bir süre sonra Göksel gözlerini kapattı, yanağını Gökhan’ın göğsüne sürterek onun kokusunu içine çekti. Şu an burada uyuyabilirdi; dalgaların sesini dinleyerek, yavaşça esen rüzgârı yüzünde hissederken, Gökhan’ın kokusu ciğerlerini doldururken, ağacın dalları yüzüne gölge düşürürken ve Gökhan nazik dokunuşlarla onu okşarken huzurla uyuyabilirdi.

Onun gözlerini kapattığını fark eden Gökhan gülümsedi. Genç kadının ne kadar huzurlu olduğu her hâlinden belli oluyordu ve onun bu kadar huzurlu olmasına neden olmak genç adamı mutlu ediyordu.

“Hey,” diye mırıldandı Gökhan. “Uyuyor musun?”

“Rüya bile görüyorum,” diye cevap verdi Göksel.

“Nasıl bir rüya?”

“Şu an Maltepe’de değil de okyanusun ortasındaki küçük bir adadayız, tepemizde palmiye ağaçları var ve masmavi okyanusun tuzlu kokusu ciğerlerimizi dolduruyor. Hava çok sıcak, dehşet sıcak ama palmiyelerin gölgesi ve okyanus esintisi sıcağın etkisini azaltıyor. Çevremizde tropikal kuşlar var, birbirinden güzel sesleriyle şarkı söylüyorlar.”

“Ne güzel bir rüyaymış,” dedi onu gülümseyerek dinleyen Gökhan. “Orada tatil mi yapıyoruz?”

“Hayır, burada yaşıyoruz. Arkada küçük bir bungalov evimiz var. Kurabiye pişirmişsin, kokusu olduğumuz yere kadar geliyor.”

“Gözlerimi kapatsam ben de bu rüyayı görebilir miyim?”

“Görebilirsin, tek yapman gereken hayal etmek.”

Gökhan gözlerini kapattı ve Göksel’in anlattığı ortamı hayalinde canlandırdı. “Üzerinde beyaz bir elbise var,” dedi. “Eteği fırfırlı, beline tam oturup incecik belini ortaya çıkarmış. Tenin şimdi olduğundan daha da bronz, güneşin altında göz kamaştırarak parlıyor.”

“O hâlde ırk değiştirdim demektir.”

Gökhan gülmeye başladığında Göksel gözlerini açıp ona baktı. Gökhan’ın gözleri açıktı ama güldüğü için kısılmıştı, düzgün beyaz dişleri de yüzünde inci gibi parlıyordu.

“Dişlerin çok düzgün,” dedi Göksel. “Kusursuz bir diş genin mi var yoksa tel tedavisi mi gördün?”

“İki sene tel kullandım,” dedi Gökhan. “Yedinci ve sekizinci sınıfa giderken tedavi gördüm. O günden beri de çok iyi bakmaya özen gösteriyorum. Teşekkür ederim.”

“Tedavi işe yaramış, cidden çok güzel dişlerin var.”

“Tıp bilimine teşekkürler. Şarkı söylerken dişlerim göz önünde oluyor hâliyle, tel tedavisini bunun için de istemiştim ve şimdi özgüvenimi etkileyen herhangi bir etken olmadan rahatça şarkı söyleyebiliyorum.”

“Haklısın, zaten birçok şarkıcının da dişleri yapılmış ve düzgün oluyor.”

“Özellikle günümüz dünyasında evet.”

Göksel doğrulduğunda Gökhan da doğruldu.

“Mango suyu getirmiştim,” dedi genç kadın. “Boğazım kurudu, biraz ondan içeceğim. İster misin?”

“Olur,” dedi Gökhan. “Mango suyunun tadı güzel oluyor.”

Göksel bardaklara mango suyu doldurup birini Gökhan’a uzattı. Genç kadın kendi bardağından büyük bir yudum içtikten sonra ağzına da birkaç meyve attı.

“Meyveler az kalmış,” dedi erkek arkadaşına. “Sen de ye de bitsinler.”

“Kurabiyeler de bitecek,” dedi Gökhan. Bir tane alıp Göksel’e uzattı. “Aç bakalım ağzını.”

“Beni ellerinle besliyorsun resmen.”

“Beslerim.”

Gökhan, Göksel’e bir kurabiye yedirdi.

“Bunun tarifini bana mutlaka atmalısın,” dedi Göksel dolu ağzıyla. “Hemen yapacağım.”

“Atarım,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Çok basit bir tarifi var ama ortaya çıkan sonuç gerçekten leziz oluyor.”

Mango suyundan içen ikili kurabiyelerle meyveleri bitirdi. Göksel fazladan bir dilim daha tiramisu getirmişti, Gökhan onu da yedi. Şişen göbeğini eliyle şöyle bir ovalayan genç adam peçeteyle ağzını ve ellerini sildikten sonra telefonunu eline alıp internetini açtı. Hikayesine verilen bir sürü yanıtın bildirimi peş peşe gelirken Gökhan kaşlarını hayretle havaya kaldırdı.

“Ne oluyor?” dedi bildirimlerin sesini duyan Göksel.

“Arkadaşlarım hikayeme yazmış,” diyen Gökhan hesabına girdi ve mesaj sayfasındaki mesajlara baktı. “Yağız, Kerem, Barış, Sarp, Kuzey, Elçin, Lale, Doğuş, Çağlar ve birkaç kişi daha.”

“Yuh! Benim hayatım boyunca bu kadar arkadaşım olmadı. Neler yazmışlar?”

“Hayırlı olsun, tebrik ederim, çok tatlısınız vesaire.”

Duyduklarından hoşlanan Göksel gülümsedi. “Ne tatlılar,” dedi. “Sağ olsunlar.”

“Tatlıdır arkadaşlarım,” dedi Gökhan ve hesabından çıktı. “Onlara sonra cevap veririm, zaten şimdi cevap vermeye başlasam üç saate ancak biter gibi.”

“Muhtemelen,” dedi Göksel gülerek. “Nasıl bu kadar çok arkadaşın var? Yorucu olmuyor mu?”

“Yo, ben sosyal biriyim ve insanlarla arkadaşlık etmek hoşuma gidiyor,” diye cevap verdi Gökhan. “Çocukluğumdan beri bu böyleydi, üniversiteye başladıktan sonra daha da sosyalleştim. Bunu daha önce kimseye söylemedim ama ailemle iletişimi kestikten sonra korkunç bir yalnızlık hissine kapıldım; daha da kötüsü gerçekten de yalnızdım. Koskoca İstanbul’a tek başıma gelmiştim, evim yoktu, tanıdığım tek bir insan bile yoktu. Bu yalnızlık hissini yok etmek için etrafımın insanlarla çevrili olması gerekiyordu, ben de herkesle tanışıp arkadaş olmaya ve vakit geçirmeye başladım. Arkadaş oldum derken herkese içimi açtığımı, kendimden çok fazla bahsettiğimi düşünme; söylediğim gibi çok kişiyle tanışırım ama beni gerçekten tanıyan insan sayısı çok azdır. İnsanların gözünde gitar çalıp şarkı söyleyen konservatuvar öğrencisi Gökhan’dım; sosyal, arkadaş canlısı, özgüveni yüksek, girişken, güler yüzlü Gökhan. ‘Bizim Gökhan var ya’daki Gökhan. Kötü niyetli insanlarla da tanıştım, muhteşem insanlarla da. Çok geniş bir çevrem var, gerçekten çok geniş. Konservatuvarda beni tanımayan insan yoktur, Kadıköy’de de tatmin edici bir tanınırlığım var. Peki o yalnızlık hissi tamamen gitti mi? Hayır ama çok derinlerde kaldı, artık kendini hissettirmiyor bile. En azından çoğu zaman.”

Göksel onun elini tutup destek olurcasına gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi. Göksel’in elini kaldırıp yüzüne yaklaştıran genç adam onun elini öptü.

“Şimdi hayatımda sen varsın,” dedi Gökhan onun gözlerinin içine bakarak. “Bana bir yuva verdin ve geçtiğimiz bir haftada kendimi hiç yalnız hissetmedim. Bir an bile.”

“Ben her zaman yanındayım,” diyen Göksel ona yaklaştı. “Ellerimiz bir artık. Eğer o yalnızlık hissi gelirse elinden tuttuğumu hatırla, o zaman yalnız olmadığını da hatırlayacaksın ve o sevimsiz his kaybolacak.”

“Sen elimden tutarken o hissin bir daha geleceğini sanmıyorum. Göksel, iyi ki varsın. Bu koskoca şehre her şeyimi kaybetmiş olarak geldim ama burada geleceğimi kazandım, şimdi de sen varsın ve ben her şeye sahip bir adamım.”

“Sen de iyi ki varsın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Nefret ederek baktığım bu şehrin kalabalığında seninle karşılaştım ve bu şehir bir anda gözüme daha güzel gelmeye başladı çünkü içinde sen varsın.”

“Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum.”

Göksel onun yanağını öpüp kollarını onun boynuna doladıktan sonra Gökhan da onun boynuna bir öpücük kondurdu ve kollarını onun beline sardı. Kayalıklardan havalanan bir martı sahil yolundan içeri doğru uçarken Göksel’le Gökhan’ın üstünden geçti. Tiz sesiyle bir çığlık koparan kuş, engin maviliğe doğru süzüldü. Yıldızlar Yatağı’na doğru.

]]>
Sun, 15 Jan 2023 13:30:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 19. Kare: Şarap Kırmızısı https://edebiyatblog.com/kd-19kare-sarap-kirmizisi https://edebiyatblog.com/kd-19kare-sarap-kirmizisi Bölüm fotoğrafı: Andie Venzl

Pazar günü Dinçerlerin evinden 10.30’a kadar hiç ses yükselmedi. İlk uyanan Güzin oldu, orta yaşlı kadın yatakta uzanmaya devam ederken ondan dakikalar sonra Engin de uyandı. Bir süre yatakta sohbet eden karı koca yataktan kalktığında saatler 10.52’ydi. Onlar mutfakta kahvaltıyı hazırlarken Göksel de uyandı. Birkaç saniye uykulu gözlerle odasına bakan genç kadın dün akşamı hatırladığında gülümsedi. Uzun zamandır bu kadar rahat uyumamıştı ve bunun tek sebebi dün olanlardı.

Komodinindeki telefonuna uzanıp ekranı açtığında saatin 11.07 olduğunu gördü. İnternete bağlandı ve hem Gökhan’ın hem de Ahsen’in kendisine gönderdiği mesajların bildirimini aldı. Gökhan ona sabah 7 sularında yazmıştı, Ahsen de 10’da. Önce Gökhan’ın mesajlarını açtı.

Günaydınlar

Hayatımda bu kadar enerji dolu uyandığımı hatırlamıyorum, günlerden pazar ve saatlerden sabahın 7 olmasının hiçbir önemi yok; şu an oldukça enerjik ve iyi hissediyorum

Kahvaltı edip evden çıkacağım. 10-15 arası işteyim, Araslara ne zaman geçersem 1 saat de onunla dersim var. Günlük planım bu şekilde, akşam eve geçince de seni ararım

Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Gökhan’ın hissettiği her şeyi şu an o da hissediyordu. Genç adamın ona günaydın mesajı atıp günlük planlarından bahsetmesi ve akşama da kendisini arayacağını söylemesi çok hoşuna gitti.

Günaydın sevgilim

Ben de bebek gibi uyumuşum, az önce uyandım ve bu mesajlarını okumak bana daha da iyi hissettirdi

İşte ve derste kolaylıklar dilerim

Gökhan’a cevap verdikten sonra Ahsen’le olan konuşmasını açtı.

Ay ne oluyor, ne oluyor?

Saat ve konum bilgisi ver yeter, orada olacağım

Göksel ekrana gülerek baktı. Tam da Ahsen’den beklediği cevabı almıştı.

Ortada buluşalım, 15.00’te bizim mekânda ol

Genç kadının bizim mekân dediği yer ikilinin liseden beri gittiği Fatih’in ortasındaki bir kafeydi. Kafe gerçekten de ikisinin evlerinin ortasındaydı, konumu nedeniyle orayı sık sık tercih ediyorlar ve özellikle son dakika buluşmalarında orada görüşüyorlardı.

Göksel yataktan kalkıp birkaç açılma hareketi yaptı ve telefonunu alarak odasından çıktı. Mutfaktan sesler ve kokular geliyordu, oraya ilerledi. Tezgâhın başındaki ebeveynleri kahvaltıyı hazırlıyordu. Göksel içeri girince ikisi de ona baktı.

“Günaydın bebeğim,” dedi Güzin.

“Günaydın güzelim,” dedi Engin. “Epey uyudun.”

“Size de günaydın,” diyen Göksel onların yanaklarını öptü. “Pazar gününün hakkını verdim. Siz ne yapıyorsunuz? Burnuma güzel kokular geliyor.”

“Menemen ve sucuklu yumurta yaptık,” dedi Engin. “Biz de pazar gününün hakkını verelim istedik. Ailecek mükellef bir kahvaltı edelim.”

“İyi düşünmüşsünüz. Ben bir elimi yüzümü yıkayıp geleyim.”

Dakikalar sonra masada bir araya geldiler. Sofrada menemenle sucuklu yumurtanın yanı sıra domatesle salata, birkaç çeşit peynir ve diğer kahvaltılıklardan vardı; cam kupalara dökülen taze demlenmiş çayın dumanı tütüyordu. Sofra oldukça kalabalıktı.

“Dün neler yaptınız bakalım?” diye sordu Güzin. “Gece baban seni karşılamış ama ben derin bir uykudaydım.”

“Gökhan iki saatten uzun bir süre sahnedeydi,” diye cevapladı Göksel. “Kafeden çıktığımızda saat on buçuk civarıydı, biz de Moda’ya inip biraz sahilde oturduk ve dondurma yiyip sohbet ettik.”

“Baban eve on iki buçuktan sonra döndüğünü söyledi, epey vakit geçirmişsiniz. Birbirinizi çok özlemişsiniz sanırım?”

“Üç hafta sonra görüşünce vakit geçirelim dedik işte. Böyle şeyler söyleyip beni utandırmasanıza.”

“Gökhan’la saatlerce vakit geçirmek utandırmıyor da bizim bunu dememiz mi utandırıyor?” dedi Engin. “Saatlerce hasret giderdiniz işte.”

“Baba!” diye söylendi Göksel. “Ebeveynleriyle bu meseleleri konuşmaya herkes çekinir, sizinle arası çok iyi olan ben bile.”

“Tamam tamam,” dedi Güzin. “Biz anladık. Gökhan’a hediyelerini vermişsindir, sevdi mi?”

“Çok sevdi.”

“Özellikle gitar şeklindeki anahtarlık çok anlamlı bir hediyeydi. Magnetleri de buzdolabına asar ve senden hatıra olarak saklar.”

“Aynen, o da böyle söyledi.”

Kahvaltı esnasında bir daha bu konu açılmadı. Göksel onlara artık Gökhan’la sevgili olduklarını söyleyecekti fakat bunu kahvaltıdan sonraya erteledi. Kahvaltıyı bitiren ve mutfağı toparlayan aile üyeleri salona geçtiğinde Göksel de konuyu açtı.

“Sizinle bir şey paylaşmam gerekiyor,” dedi. “Dünle ilgili.”

Dün kelimesi Engin’in dikkatini çekti. “Neymiş?” diye sordu.

Göksel kendi gözlerine dikkatle bakan mavi gözlere baktıktan sonra destek bulmak istercesine annesine baktı. Annesinin ifadesi de meraklı ve dikkatliydi fakat babası kadar ciddi görünmüyordu.

“Artık Gökhan’la sevgiliyiz,” dedi bir çırpıda. Beklemenin getirdiği gerginlikten kurtulmak istedi. “Dün hislerimizi itiraf ettik. Artık beraberiz.”

Engin öksürdüğünde kızıyla eşi ona baktı. Engin elini göğsüne koyarken, “İyiyim,” dedi. “Bir an tükürüğümü yutamadım.”

“Su getireyim mi?” diye sordu Göksel.

“Gerek yok,” dedi Engin elini sallayarak. Yutkundu. “Gökhan’la sevgili misiniz?”

“Evet,” dedi Göksel çekinerek.

“Hislerinizi itiraf ettiniz demek,” diye araya girdi Güzin. “Senden hoşlandığını mı söyledi?”

“Beni sevdiğini söyledi, ben de onu sevdiğimi söyledim.”

Güzin gülümsedi. “Sevgi güçlü bir duygudur.”

“Benim hislerim de öyle ve Gökhan’ın bana hissettirdikleri de aynı şekilde.”

“Keşke bana da aynı şeyleri hissettirebilse!” dedi Engin. “Bana su getir. Çabuk.”

Göksel babasına bir bardak su getirmek için koşarak mutfağa giderken Güzin de eşine döndü.

“Hayatım?” dedi. “İyi misin? Kıpkırmızı oldun.”

“Sevgili olmuşlar!” dedi Engin sesini yükselterek. “Kızımıza onu sevdiğini söylemiş. Kesin öpüştüler de. Allah’ım sen bana yardım et.”

“Sakin ol, derin nefesler al.”

“Alamam Güzin, alamam. Göksel! Çabuk dedim!”

“Geldim,” diyen Göksel salona geri döndü. Elindeki bardağı babasına uzattı. “Al.”

Engin sudan birkaç yudum içtikten sonra arkasına yaslandı ve derin bir nefes aldı.

“İyi misin?” diye sordu Göksel telaşla.

“İyiyim,” dedi Engin. “İyiyim tabii. Neden iyi olmayacakmışım ki? Küçük kızımın artık bir sevgilisi var, sevdiği ve onun tarafından sevildiği bir sevgilisi var. Harikayım!”

“Bu elbette harika bir şey,” diye araya girdi Güzin. “Sadece ilk kez sevgilin olduğu için afalladık biraz. Gökhan’dan hoşlandığını ve onunla flört ettiğini biliyorduk fakat hemen tatil dönüşü onunla sevgili olacağını beklemiyorduk. Bu ani oldu.”

“Birbirimizden uzak olunca hislerimizden de emin olduk,” dedi Göksel. “Ondan ne kadar hoşlandığımı tatilde onu çok özleyince anladım. Dün de karşı karşıya gelince ikimiz de hislerimizden emin olduk ve bunu dile getirdik.”

Engin sudan biraz daha içti.

“Kendimi çok iyi hissediyorum,” diye devam etti Göksel. “Belki de hiç olmadığım kadar mutluyum. Lisede ve üniversitede birkaç kişiyle tanışmıştım hatta üniversitedekiyle neredeyse sevgili olduğumuzu ama onu tanıdıkça aslında o kadar da uyumlu olmadığımızı fark edip onunla görüşmeyi kestiğimi biliyorsunuz. Gökhan’ı tanıdıkçaysa onunla ne kadar uyumlu olduğumuzu fark ettim. Şimdiye kadar beni rahatsız eden tek bir hareketi ya da sözü olmadı. Tanıştığım en kibar, en saygılı, en terbiyeli, en görgülü erkek; oturmasını kalkmasını bilen, kültürlü, kendine çok şey katmış ve katmaya devam eden biri. Evet, sizin pek hoşlanmadığınız bir giyim tarzına sahip ama bu neyi değiştirir ki? Evet, ailesiyle görüşmüyor ama ne önemi var? Ben onu seviyorum, onunla ilgili olan şeyleri ve bana hissettirdiği bunca güzel duyguyu, yaşattığı bunca güzel şeyi seviyorum. Kendi seçimi olmayan ailesinden ya da birkaç parça kıyafetle aksesuardan çok daha fazlası. Diğer herkes gibi.”

Konuşmasını bitiren Göksel bir cevap bekleyerek karşısında oturan annesiyle babasına baktı. Güzin gülümsediğinde Göksel rahatladı, ondan sonra Engin de gülümsedi.

“Hiçbir şeyi değiştirmez elbette,” dedi Güzin. “Önemli olan aranızdaki bağ, birbirinizle ne paylaşabildiğiniz ve birbirinize neler hissettirdiğiniz.”

“Eğer sen mutluysan biz daha çok mutluyuz,” dedi Engin. “Gözümde hâlâ beş yaşındaki o küçük kız çocuğusun, kucağıma oturup bıcır bıcır konuşuyor ve o kocaman masmavi gözlerinle bana bakıyorsun. Bu yüzden sevgilin olacak kadar büyüdüğünü kabullenmekte zorlanıyorum ama her ne kadar kabullenmek istemesem de artık yetişkin bir genç kadınsın ve böyle şeyler yaşaman hem normal hem de çok güzel. Gel bakalım buraya.”

Babasının yanına oturan Göksel ona sarıldığında Engin de onun saçlarını öptü.

“Güzel kızım benim,” dedi Engin onun saçlarını okşayarak. “Ağzı laf yapan, kendini çok güzel açıklayan güzel kızım benim. Gökhan’ın tarzının da ailesiyle yaşadıklarının da bir önemi yok elbette; önemli olan seni sevmesi, sana saygı duyması ve sana karşı gösterdiği davranışlar. Eğer sen onunla mutluysan biz ikiniz için daha da mutluyuz. Şimdi daha erken ama önümüzdeki günlerde Gökhan’la tanışmak isteriz, biz de bir tanıyalım bakalım bu meşhur Gökhan Bey’i.”

Göksel gülümseyerek başını kaldırdı ve babasının yüzüne baktı. “Tanışırsınız,” dedi. “Tanışmak isteyeceğinizi bildiğim için önden Gökhan’a haber verdim. Biraz zaman geçince ve ilişkimiz rayına oturunca onunla tanışmanızı çok isterim. Tabii onu terletmemen şartıyla.”

Hep beraber gülüştüler.

“Bu konuda söz veremem,” dedi Engin. “Özellikle yapmam fakat onu daha yakından tanımak için bir sürü soru sorarım, kendini hazırlasın.”

“Çocuğu sorguya çekmeyeceksin baba.”

“Sorgu odasında olmayacak sonuçta.”

“Oradaymış gibi de hissettirme.”

“Ona zamanı gelince bakarız küçük hanım. Gökhan’la erkek erkeğe bir konuşma gerçekleştireceğim, seninle ya da diğer aile üyeleriyle konuştuğum gibi konuşmamı bekleme.”

“Buna da zamanı gelince bakarız babacığım.”

“Sarılma sırası bende,” dedi Güzin. Kollarını açtı. “Gel bakalım buraya.”

Göksel başını bu sefer de annesinin gerdanına yaslayıp ona sarıldı.

“Senin adına çok sevindik,” dedi Güzin onun saçlarını okşayarak. “İkiniz için de hayırlısı olsun güzelim benim. Hayatta ne yaşarsan yaşa, karşına nasıl insanlar çıkarsa çıksın bizim her zaman yanında olduğumuzu sakın unutma.”

“Hiç unutmuyorum,” dedi Göksel gözlerini huzurla kapatıp. “Benim için herkesten ve her şeyden önemlisiniz ve sizi çok ama çok seviyorum. Size sahip olduğum için çok şanslıyım ve bunun için her gün şükrediyorum. Siz de bunu unutmayın.”

“Biz de sana sahip olduğumuz için çok şanslıyız ve ağabeyinle seni herkesten çok seviyor, önemsiyoruz.”

Göksel onun yanağını öptü. “Bugün üçte Ahsen’le buluşacağım,” dedi. “Araba size lazım değilse ben alabilir miyim? Üniversitenin yakınındaki kafemize gideceğiz.”

“Market alışverişi yapacağız,” dedi Güzin. “Alışverişi şimdi yaparsak arabayı hepimiz kullanmış oluruz, hem alışveriş de aradan çıkar ve kalan işleri yaparız.”

“Şimdi yapalım,” dedi Engin. “Dediğin gibi aradan çıksın. Daha yemek, ütü, banyo var; günün kalanında da bunları hallederiz.”

Aile üyeleri hep beraber market alışverişine çıktılar. Muğla’ya gitmeden önce evdeki çoğu yiyecekle içeceği —özellikle de hemen bozulacak olanları— bitirdikleri için dolaplar büyük oranda boştu, alınacaklar listesi uzundu ve onlar da bir süpermarkete gidip ihtiyaçlarını aldılar. Alışveriş hepsi için eğlenceli bir aktiviteydi, onlar da markette uzun süre dolaşıp hem ihtiyaçlarını hem de istediklerini aldılar. Eve döndüklerinde saat iki olmuştu bile. Göksel onlara yerleştirme konusunda biraz yardım ettikten sonra üstünü değiştirip Ahsen’le buluşmak için yeniden evden ayrıldı.

“Neredesin?” diye sordu Göksel. Ahsen’i aramıştı.

“Yoldayım,” dedi Ahsen. “Otobüsteyim, geliyorum. Sen neredesin?”

“Ben de arabayla geliyorum, az önce evden çıktım.”

“Çabuk gel bak, meraktan çatlamak üzereyim.”

“Tamam,” diyen Göksel kıkırdadı. “Orada görüşürüz.”

Göksel kafeye vardığında aracı bir yere park etti ama inmeden önce yoldayken Gökhan’ın gönderdiği mesajları açtı. Genç adam sabah ona şöyle cevap vermişti:

Oh, ben pazar pazar erkenden kalkıp yollara düştüm ve işe geldim, sense 11’i geçe uyanmışsın, mis gibi

Şaka bir yana güzel uyuduğunu duyduğuma sevindim ve tatlı dileğin için teşekkür ederim

Göksel’se ona şöyle yazmıştı:

Benim de iş hayatına atılmama çok az kaldı, tadını çıkarmaya bakıyorum

Bizimkilerle güzel bir pazar kahvaltısı ettik, şimdi de markete gidip alışveriş yapacağız

Gökhan onun market alışverişi için evden çıkmadan önce attığı bu mesajlarını işte olduğu için biraz önce görmüş ve ona cevap vermişti:

Elbette tadını çıkar, en güzel zamanlar bunlar

Afiyet olsun. Tatil dönüşü evde bir şey kalmamıştır tabii, alışveriş yapmak şart

Göksel ona cevap yazdı.

Teşekkür ederiz

Aynen, boş dolapları tekrar ağzına kadar doldurduk. Şimdi Ahsen’le buluşmaya geldim, onunla da hasret gidereceğiz. Akşam ben de eve döndüğümde telefonda konuşuruz

Genç kadın arabadan inip kafeye ilerledi. İçeri girdiğinde Ahsen’in köşedeki masaların birinde oturduğunu gördü. Ahsen buraya geleli beş dakika kadar olmuştu.

“Gök!” dedi onu görünce ayağa kalkan Ahsen. “Bu ne güzellik kızım? Harika bronzlaşmışsın.”

“Teşekkür ederim,” dedi gülümseyen Göksel. “Sen de çok güzel bronzlaşmışsın. Gel buraya.”

İki arkadaş sıkı sıkı sarıldı.

“Nasıl özlemişim,” dedi Ahsen. Ondan ayrılıp yüzüne baktı. “Zayıflamışsın, belin incecik kalmış.”

“Evet, biraz kilo verdim,” diye onayladı Göksel. “Belim incecik kalmadı da göbeğim eridi, ondandır.”

“Göbek gidince yanlardan da gitmiş işte, çok da güzel olmuş.”

“Teşekkür ederim bebeğim.”

Masaya oturan iki arkadaş birer soğuk kahve ve tiramisu sipariş ettiler. Bir süre günlük şeylerden, tatilde yaptıklarından ve genel olarak hayatlarının nasıl gittiğinden konuştular. Göksel, Muğla tatilini uzun uzadıya anlattı, Ahsen de ailesiyle yaptığı bir haftalık Ayvalık tatilini anlattı. Aileleriyle beraber İstanbul’un kalabalığından ve yoğunluğundan uzakta yaptıkları bu tatiller ikisine de çok iyi gelmişti.

“Anlatacak bomba gibi olaylar olduğunu söylemiştin,” dedi Ahsen. “Neler oluyor? Dökül bakalım.”

“Müjdemi isterim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Artık Gökhan’la sevgiliyiz.”

“Ne?” Ahsen’in sesi o kadar yüksek çıktı ki birkaç göz onlara döndü. Genç kadın daha normal bir sesle devam etti: “Ne diyorsun? Ne zaman, nerede, nasıl? Ayrıntıları dökül.”

Göksel dün Gökhan’a yaptığı sürprizi ve sonrasında gelişen olayları anlattı.

“Şaka yapıyorsun!” dedi Ahsen. “Öpüştünüz mü? Hem de dört kere? Kahvemden bir yudum almaya ihtiyacım var.”

“Evet,” diyen Göksel utanmıştı. “Üç tanesi ufak buselerdi ama o öpüşme var ya o öpüşme, aklımı başımdan aldı.”

“Güzel miydi? Nasıldı?”

“Güzeldi. Evet, biraz ıslak bir eylem ve rahatsız edici bir tarafı var ama sevdiğin kişiyi öperken bunları düşünmüyorsun; en azından ben düşünmedim. Dudakları yumuşacık, öpücüğü sevgi doluydu. Ben biraz beceriksizdim ama Gökhan iyiydi. Bunu düşünmek içimde garip bir kıskançlığa neden oluyor ama daha önce öpüştüğü belli. Zaten çevresi çok geniş biri, hayatında illa birileri olmuştur.”

“Olmuşsa olmuş,” dedi Ahsen. “Hepsi geçmişte kalmış, şu an hayatında sen varsın ve önemli olan da bu.”

“Haklısın, bunu ben de biliyorum ama biraz kıskandım. Neyse canım, güzel bir andı işte. O an kayalıklarda oturuyorduk ama ayaklarımın yerden kesildiğine yemin edebilirim.”

“Kesilmez mi be kızım! İlk öpücüğünü sevdiğin insanla yaşadın, böyle hissetmen çok normal. Sizin adınıza çok ama çok sevindim, tebrik ederim güzelim. İkiniz için de en hayırlısı olsun.”

“Çok teşekkür ederim bebeğim, eksik olma.”

“Gökhan’ın seni ne kadar mutlu ettiğini en iyi bilen kişiyim, ilk günden beri sana kendini hep iyi hissettirdi ve şimdi karşımda otururken önceden olduğundan daha iyi, daha mutlu görünüyorsun.”

“Evet, onun sayesinde hayatımda hissetmediğim kadar iyi ve mutlu hissediyorum. Annemle babamın aşkı bana aşkın ne kadar güzel bir şey olduğunu göstermişti, Gökhan’sa aşkın gördüğümden çok daha güzel olduğunu gösterdi.”

“Çok tatlısınız, maşallah diyeyim nazar değmesin.”

“Teşekkür ederiz güzelim. Yarın da akşam yemeğine çıkacağız, mekânı ben seçiyorum. Beşiktaş’ta bir restorana gidelim diyorum, sen ne dersin?”

“Muhteşem olur. Deniz kenarında bir restoranda rezervasyon yaptırabilirsin, Boğaz manzarası eşliğinde romantik bir akşam yemeği yersiniz.”

“Ben de böyle düşündüm. Birkaç yer biliyorum, arayıp müsaitlik durumlarını sorar ve bir tanesinde bize masa ayırtırım.”

“Aynen. Ne giyeceksin? Şık bir elbise lazım. V yaka siyah elbiseni giyebilirsin, ayağına da bir topuklu ayakkabı geçirirsin; uzun bir kolye ya da taşlı küpe takabilirsin, küçük bir çantayla da kombini tamamlarsın. Saçlarını açık bırakırsın, belki düzleştirir ve sadece uçlarına hafif dalgalar verirsin. O elbisene yakışır.”

“Makyaj?” diye sordu Göksel. “Söylediğin her şeyi kafamda canlandırdım ve çok beğendim, makyajı da söyle bakalım.”

“Hım,” dedi Ahsen işaret parmağıyla çenesine vurarak. “Eyeliner çekebilirsin, dudaklarına da belki kırmızı bir ruj? İddialı bir makyaj ama mekâna uyar, çok da güzel olur.”

“Kırmızı ruj mu?” dedi Göksel şaşırarak. “Hiç düşünmezdim ama fena bir fikir değil.”

“Yemeğin yanında da şarap söylersiniz. Al sana çift olarak yiyeceğiniz ilk akşam yemeği için harika planlar.”

“Şarabı ben de düşündüm,” deyip gülümsedi Göksel. “Bu harika fikirlerini benimle paylaştığın için teşekkür ederim, dikkate alacağım.”

“Lafı bile olmaz sarı civciv. Keşke yarın yanınızda olsam da sizi izleyebilsem.”

“Bir gün hep beraber buluşuruz. Ben Gökhan’ın arkadaşlarıyla vakit geçiriyorum, artık o da benim arkadaşlarımla vakit geçirebilir.”

“Çok isterim. Ayaküstü sohbet ettik ama eniştemi yakından tanımak isterim.”

“Enişten mi?”

“Evet, eniştem. Asu’nunkini adam yerine koymuyordum ama Gökhan anlattığın ve benim de gördüğüm kadarıyla iyi birine benziyor.”

Koymuyordum mu? Ayrıldılar mı?”

“Evet, tabii ki. Yürümeyeceği çok belliydi. Ayvalık dönüşü buluştuklarında tartışmışlar ve ayrılmışlar. Asu gelip, ‘Haklıydın, ondan bir halt olmaz,’ dedi. Ah be kızım, bir bildiğimiz var da konuşuyoruz değil mi? Neyse ki akıllı kız da gözü hemen açıldı.”

“Neden ayrılmışlar?”

“Ya bu mekânların çocuğu biz Ayvalık’tayken barlardan çıkmadı zaten, Asu’yla buluştuklarında da gece bara gitmeyi teklif etmiş ve Asu da bizim izin vermeyeceğimizi söyleyince bize laf etmiş. Geri kafalı, baskıcı, bağnaz falan demiş. Asu da ağzına sıçmış ve ayrılmış.”

“Şuna bak,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Kıçımın kenarı.”

Ahsen bir kahkaha patlattı. “Kıçının kenarı daha kıymetlidir,” dedi. “Bir yerde karşıma çıksa da bağnaz ne demekmiş göstersem geri zekâlıya.”

“Parçalarsın valla.”

“Evelallah. Zaten orta boylu, zayıf bir şeydi; evire çevire döverim.”

Gülüştüler.

“Bu devirde düzgün birini bulmak gerçekten de zor,” dedi Göksel. “Herkes ayrı kafada.”

“Hay onların kafasına!” diye söylendi Ahsen. “Senin artık bunları düşünmene gerek yok, nasıl olsa şimdi Gökhan var. Ay gerçekten çok sevindim, seni böyle mutlu görmek beni de mutlu ediyor. Her şeyin en iyisini hak ediyorsun canımın içi.”

“Ağlarım bak, sonra dakikalar boyunca beni sakinleştirmekle uğraşırsın.”

“Ağlama ama ben içimden geçenleri söyleyeyim de rahatlayayım.”

“Senin içini de içinden geçenleri de severim. Çok teşekkür ederim bebeğim benim, iyi ki varsın. Seni seviyorum.”

Göksel, Ahsen’in elini tuttu.

“Ben de seni seviyorum,” diye karşılık verdi Ahsen. “Sen de iyi ki varsın Gök, eksik olma.”

İki dost kafede oturup sohbet etmeye devam ettiler. Konuşmalarının devamında aşk hayatından değil de günlük hayatlarından; biraz liseden, biraz da üniversiteden konuştular. Sonra ailelerinden konuştular, ikisi de  birbirinin ailesini tanıyordu ve onların neler yaptığı hakkında sohbet ettiler. Kalkmaya karar verdiklerinde saat altıyı geçiyordu.

“Seni davet eden bendim,” dedi Göksel masadan kalkarken. “Hesabı ben ödeyeceğim. Dan diye çağırdım, tatlıyla kahveyi ısmarlamış olayım.”

“Öyle olsun bakalım,” dedi Ahsen. “İlla ödeşiriz nasıl olsa.”

Göksel hesabı ödediğinde kafeden çıktılar.

“Eve de bırakayım istiyorsan,” dedi Göksel.

“Teşekkür ederim ama yapmam gereken birkaç şey var, hemen eve dönmeyeceğim,” dedi Ahsen. “Otobüse atlayıp giderim.”

“Peki, nasıl istersen. O zaman görüşmek üzere. Bugün geldiğin için teşekkür ederim, olanları en yakın arkadaşımla paylaşmak çok iyi geldi.”

“Elbette geleceğim ve benimle paylaşacaksın, aksi düşünülemez bile. Gel bir sarılayım sana.”

İki arkadaş sarıldı ve kısa bir vedalaşmanın ardından ayrıldı. Arabaya binen Göksel evine doğru yola koyulmadan önce mesajlarını kontrol etti. Gökhan’dan cevap vardı.

İyi yapmışsınız, iyi eğlenceler

Ben de işten çıktım, Araslara gidiyorum

Aradan üç saat geçtiği düşünülürse Gökhan şimdiye kadar Araslara gitmiş, onunla haftalık dersini yapmış ve belki de evine dönmüş olmalıydı.

Ben Ahsen’le ayrıldım, eve geçeceğim. Sen ne yaptın?

Göksel ona mesaj attıktan sonra yola koyuldu. İstanbul Üniversitesinin yanından geçerken yüzünde bir gülümseme vardı. Her ne kadar burası tıp fakültesi olsa da Gökhan bu üniversitenin öğrencisiydi ve onun okulunun tabelasına bakmak genç kadının hoşuna gitti.

Göksel eve döndüğünde saat yedi olmuştu bile. Kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdiğinde burnuna bir et kokusu çarptı. Birkaç saniyelik koku analizinden sonra bunun sebzeli güveç olduğuna kanaat getirdi.

“Kızım?” diye seslendi Güzin. “Sen mi geldin?”

Salona ilerleyen Göksel annesiyle babasını koltukta otururken buldu. “Selam,” dedi. “Döner dönmez burnuma leziz kokular geldi. Siz yediniz mi?”

“Seni bekledik.”

“O zaman ben bir ellerimi yıkayayım, sonra yiyelim, olur mu? Acıktım.”

“Biz de acıktık,” dedi Engin. “Sen ellerini yıkarken biz de sofrayı hazırlarız.”

Göksel ailesiyle akşam yemeğini yedikten sonra odasına çekildi. Gökhan’dan gelen yeni mesajını açtı.

Ben de evdeyim. Aras’la dersim biter bitmez eve döndüm, akşam trafiğine kalmak istemedim

Haklı bir gerekçeydi. Kadıköy, İstanbul’da yaşayanların özellikle hafta sonu gezileri için tercih ettiği ilçelerden biriydi ve ilçeye akın eden insanlar ilçede her yeri dolduruyordu.

Göksel, Gökhan’ı aradığında genç adam birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Alo?” dedi Gökhan’ın sesi.

“Selam,” dedi Göksel. “Müsait misin?”

“Selam, müsaitim. Nasılsın?”

“İyiyim, sen?”

“Sesini duydum daha iyi oldum. Ne yapıyorsun? Arama konusunda benden önce davrandın.”

“Öyle oldu. Akşam yemeğini yedikten sonra odama çekildim, sen ne yapıyorsun?”

“Ben de akşam yemeğini yedim ve şimdi de salonda oturuyorum öyle. Günün nasıldı?”

“Pazara göre yoğun bir gündü ama güzeldi. Bizimkilerle güzel bir kahvaltı ettim, market alışverişi yaptım; Ahsen’le buluştum, birkaç saat onunla zaman geçirip hasret giderdim. Sen ne yaptın?”

“İyi yapmışsın, sevdiklerinle zaman geçirmek gün fark etmeksizin güzel bir şey. Ben de işe gittim, işten sonra Aras’la özel dersim için onların evine gittim ve ders bitince direkt evime döndüm. Annesi akşam yemeği için durmamı istedi —bunu neredeyse her hafta istiyor— ama evde yemeğim olduğu ve bir an önce evime gitmek istediğim için kabul etmedim.”

“Tatlı bir ailesi var gibi.”

“Hem de çok tatlılar.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“Yarın akşam için aklımda birkaç yer var,” dedi Göksel biraz sonra. Bu kısa sessizlikler ona hep garip hissettiriyordu. “Beşiktaş’a gideriz diye düşünüyorum. Güzel bir restoranda sakin bir akşam yemeği yeriz, belki yanında şarap içeriz. Bildiğim güzel restoranlar var ama daha uygun fiyatlı bir yemek istersen başka yerler de bakabilirim.”

“Hayır hayır,” diye karşı çıktı Gökhan. “Restoran olsun, şarap fikrini de çok sevdim. Demek romantik bir akşam yemeği istiyorsun? O hâlde üstüne şık bir şeyler de giyersin. Dolabımı karıştırmam gerekecek.”

Göksel güldü. “Çift olarak ilk akşam yemeğimize özel bir şeyler düşündüm.”

“Çift olarak ilk akşam yemeğimiz gerçekten. Güzel bir akşam olacak.”

“Bundan eminim. Ne giymeyi düşünüyorsun?”

“Bir şeyler ayarlarım, yarın görürsün.”

“Peki, öyle olsun.”

“Şeyi merak ediyorum,” dedi Gökhan. “Seninkilere söyledin mi? Bizi yani.”

“Söyledim,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Nasıl karşıladılar?”

“Genel olarak iyi.”

“Genel olmayan kısmı nasıl?”

“Dürüst olayım,” diyen Göksel derin bir nefes aldı. “İlk kez sevgilim olduğunu duymak onları şaşırttı, özellikle babamı. Biraz hızlı gittiğimizi düşünüyorlar ama benim ne kadar mutlu olduğumu gördükleri için onlar da buna uyum sağlıyor, en azından sağlamaya çalışıyorlar.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“İlk kez sevgilin olduğunu mu duydular?” diye sordu Gökhan. Genç adamın kaşları kalkıktı. “Odaklandığım nokta belki de burası olmamalı ama ilk sevgilin miyim?”

“Hı hı,” diye mırıldandı Göksel. “İlk sevgilimsin.”

“Nasıl ya? Bu kadar güzelken, tatlıyken ve hoşsohbetken nasıl mümkün olabiliyor böyle bir şey?”

“Basbayağı. İnsanlar konusunda çok seçiciyimdir ve karşıma sevgili olmayı isteyeceğim kadar düzgün biri çıkmamıştı. Senden önce yani.”

“İnsanlar konusunda çok seçicisin ve beni seçtin.”

“Öyle oldu.”

“Anlaşıldı, bu gece de uyuyamayacağım.”

Göksel kıkırdadı. “Yarın akşam seni dinç bir şekilde karşımda görmek isterim, bu yüzden lütfen uyu.”

“Ben ne kadar yorgun olursam olayım seni görünce kendime geliyorum zaten,” dedi Gökhan içtenlikle. “Benim gökyüzüm senin yüzün derken ciddiydim. Göğe bakmak bana nefes aldırıyor, senin yüzüne bakmak da öyle.”

Göksel derin bir nefes aldıktan sonra, “Senin cümlelerin de bana nefes aldırıyor,” dedi. “İlişkinin başları gerçekten de canım cicim aylarıymış, şu hâlimize bak.”

“Bu hâlimizden çok memnunum şahsen. Ben sevdiğim insanlara karşı hep canım cicim takılırım, buna alışsan iyi edersin çünkü her zaman böyle olacağım.”

“Alışmakta zorluk çekmeyeceğim kesin.”

“Neden?”

“Çünkü bu tavırların çok hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sen de benim çok hoşuma gidiyorsun. Yarın akşam için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de öyle. Henüz nereye gideceğimiz kesinleşmedi fakat Beşiktaş’a nasıl geleceksin? Feribotla mı?”

“En mantıklısı feribot, iskeleden de otobüsle restorana geçerim.”

“Seni iskeleden alabilirim. Arabayla gelirim.”

“Hayır demem.”

“Tamam, o zaman anlaştık. İşten çıkar çıkmaz Beşiktaş’a geçer misin?”

“Aynen, üstümü değiştirip iskeleye giderim; çok yakın zaten. Vapur çeyrek geçe kalkıyor, kırk geçe gibi Beşiktaş’ta olurum.”

“Ben de o saatlerde iskelenin orada olacağım şekilde evden çıkarım. Yine haberleşiriz zaten.”

“Tamam güzelim.”

Bu kelimeyi yine duyan Göksel gülümsedi.

“O zaman ben şimdi kapatayım,” dedi Göksel biraz sonra. “Restoranlara bakacağım ve gözüme kestirdiklerimi arayıp rezervasyon durumunu soracağım.”

“İlk buluşmamızda benim seçtiğim bir restoranda akşam yemeği yemiştik,” dedi Gökhan. “O zaman ben de rezervasyon yaptırmıştım. Şimdiyse çift olarak ilk akşam yemeğimizi yiyeceğiz ve restoranı sen seçiyor, rezervasyonu da sen yaptırıyorsun. Böyle güzel denk gelişlerin hastasıyım. Senin benim sahne aldığım gün Parça’ya yolunun düşmesi ve sonra arkadaşlarınla oraya geldiğiniz akşam da çıkışta denk gelmemiz gibi.”

“Birbirimize denk gelmemiz gerekiyormuş.”

“İyi ki gelmişiz. Neyse, romantikliği yarına da bırakalım. Sen şimdi restoranlara bak, ben de bulaşık yıkayayım. Yarın görüşmek üzere güzelim.”

“İkimize de kolay gelsin. Görüşürüz sevgilim.”

“İkimize de kolay gelsin,” diye tekrar etti Gökhan. “Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Göksel telefonu kapatınca kendi kendine güldü. Haritaları açan genç kadın yarın akşam için restoran arayışına girdi.

***

Ertesi gün Göksel akşamki yemek randevusu için uzun bir hazırlanma süreci yaşadı. Biraz göğüs dekoltesi olan v yaka siyah elbisesini giydi, aksesuar olarak uzun gümüş bir kolyeyle gümüş bileklik taktı; makyajı için her zamankinden farklı olarak siyah bir eyeliner çekip kırmızı mat bir ruj sürdü ve saçlarını da dalgalı kullanmak yerine bu akşam için düzleştirmeyi tercih etti. Aynadaki görüntü gözüne çok farklı gelse de kendisini beğendi. Hoş görünüyordu.

Siyah baget çantasına cüzdanını, rujunu ve daha ufak olan dijital kamerasını koydu. Bu akşamdan hatıra kalacak fotoğraflar çekmeyi istiyordu.

Hiçbir şey unutmadığından emin olduktan sonra evden çıktı. Akşam için ince tokalı siyah topuklu ayakkabılarını giyecekti fakat topuklu ayakkabılar araba kullanırken —özellikle de sürekli dur kalk yapılan İstanbul trafiğindeyken— hiç rahat olmadığı için sadece arabadayken giymek için ayağında siyah babetleri vardı.

“Çok uyumlu oldular,” diye düşündü. “Moda tasarımcıları beni bu kılıkta görse intihar ederler.”

Arabayı çalıştırmadan önce Gökhan’a yola çıktığına dair mesaj attı, ardından yola koyuldu. Güzergâh olarak çevre yolu daha açık olsa da açık olduğu kadar uzun bir yoldu ve o da kısa ama daha yoğun olan sahil yolunu tercih etti. Trafiği her zamanki gibi müzik dinleyerek atlatıp Beşiktaş İskelesi’ne ulaştığında saat 19.50’ydi. Gökhan’ın vapuru iskeleye ulaşalı biraz olmuştu ve genç adam onu deniz kenarında bekliyordu.

“Ben geldim,” dedi onu arayan Göksel. “Sen neredesin?”

“Kıyıdayım,” diyen Gökhan etrafa baktı. “Kadıköy İskelesi’nin önündeyim.”

Göksel kornaya bastığında Gökhan sesin geldiği yere döndü ve biraz ileride duran beyaz Hyundai’yi fark etti.

“Gördüm seni,” dedi genç adam ona yürümeye başlayarak. “Sağına bak.”

Yolcu koltuğunun olduğu taraftaki camı indirip o tarafa bakan Göksel kendisine yaklaşan Gökhan’ı gördü. Genç kadın gülümseyerek onu süzdü. Gökhan beyaz bir gömlekle gri renkli keten bir pantolon giymişti, ayaklarında beyaz spor ayakkabıları vardı ve gri renkli omuz çantası da sağ omzundan aşağı sarkıyordu. Kahverengi saçları her zamanki gibi özenle şekillendirilmişti, yüzü sağlıkla ve sürdüğü nemlendirici kremin etkisiyle parıldıyordu.

Genç adam baş döndürücü görünüyordu.

Göksel’in daha da hoşuna giden şeyse Gökhan’ın elindeki çiçek buketiydi.

Gökhan arabanın yanına geldiğinde Göksel uzanıp kapıyı içeriden açtı. Gökhan arabaya binmek için eğilmişti ki Göksel’i görünce durdu. Dudakları biraz aralanırken hayran bakışlarla onu inceledi, tepeden tırnağa süzdü. Bakışları yeniden onun yüzüne çıktığında gözlerinin odak noktası kırmızı ruj sürülmüş dolgun dudaklar oldu.

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Asıl ben teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Sayende gözüm gönlüm açıldı, günüm güzelleşti, dünyam aydınlandı.”

Göksel güldü. “Çok tatlısın, teşekkür ederim. Ben de söylemeliyim ki sen de muhteşem görünüyorsun.”

“Sana layık olmaya çalıştım fakat pek başarılı olduğum söylenemez.”

“Duymamış olayım, bana daha layık bir erkek düşünemezdim. Atla hadi, daha yolumuz var.”

Gökhan yolcu koltuğuna oturup emniyet kemerini taktı. “Bunlar senin için,” dedi buketi Göksel’e uzatarak.

“Çok incesin, teşekkür ederim,” diyen Göksel buketi alıp kokladı. “Mis gibi kokuyorlar.”

“Rica ederim.”

Göksel ona uzanıp genç adamın dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu.

“Çok hızlı bir öpücük oldu,” dedi Gökhan. Parmaklarını kendine doğru büküp onu çağırdı. “Tam anlayamadım. Bir daha yaklaşsana.”

“Çok uyanıksın,” dedi Göksel. Gözlerini kıstı. “Ama çok da tatlısın. Yaklaşayım bari.”

“Yaklaş bari.”

Göksel ona yaklaştığında Gökhan da ona uzandı ve ikilinin dudakları yeniden birleşti. Birkaç saniye minik hareketlerle birbirlerini öptükten sonra ayrıldılar.

“Şimdi anladın mı?” diye fısıldadı Göksel.

“Hem de nasıl anladım,” dedi Gökhan. “Öyle iyi anladım ki bunun hakkında kitap bile yazabilirim.”

“Şu an rujumun dudaklarına bulaşıp bulaşmadığını merak etmiyor musun?”

“Şu an düşüneceğim son şey bu olur.”

“Neyse ki sabitlenen bir ruj seçtim, bulaşma yapmıyor.”

“Yapsaydı da önemli olmazdı, silerdim geçerdi. Beni seni öpmekten alıkoyamazdı.”

“Bak sen. Şu buketi arka koltuğa koyayım da restorana geçelim artık.”

“Geçelim. Karnım kazınıyor.”

“Ben de çok acıktım.”

Restorana giderken bugünün nasıl geçtiği hakkında sohbet ettiler. Göksel bu akşam için Boğaz ve köprü manzaralı bir restoranı tercih etmiş, restoranın cam kenarından bir masayı rezerve ettirmişti. Restorana vardıklarında aracı restoranın önündeki park yerlerinden birine park etti.

“Restoranın konumu çok güzelmiş,” dedi etrafı inceleyen Gökhan. “Köprünün ışıl ışıl manzarası yemek boyunca bize eşlik edecek desene.”

“Aynen öyle,” diye onayladı Göksel. “Ayakkabılarımı değiştireyim de içeri geçelim.”

“Ayakkabıların mı?”

“Topuklu ayakkabı araba sürerken çok zor oluyor, ben de bu yüzden babetlerimi giydim.” Arabanın arkasına uzanan Göksel yerdeki topuklu ayakkabılarını aldı. “Babetleri çıkarıp bunları giyeceğim.”

“İnanılmazsın cidden.”

“Sadece canımın kıymetini biliyorum.”

Göksel babetlerini çıkardığında Gökhan onun çıplak ayaklarına bakıp güldü. Göksel ona baktığında gülmeyi bıraktı.

“Ayak fetişim yok,” dedi elini sallayarak. “Aksine ayaklardan pek hoşlanmam.”

“Ben de hoşlanmam,” dedi Göksel. “Seni çıplak ayağa daha fazla maruz bırakmayacağım merak etme, şimdi ayakkabılarımı giyiyorum.”

“Senin ayaklarının rahatsız eden bir tarafı yok, pamuk gibiler. Bir de tırnaklarına siyah oje sürmüşsün, iyice beyaz görünmüşler.”

“İyi ki ayak fetişin yokmuş.”

“Bu laflarım benim genel olarak sana zaafım olmasından kaynaklanıyor. Sevdiğin insanın her şeyi gözüne güzel gelir sonuçta.”

Ayakkabısının tokasını bağlayan Göksel doğruldu. “Bak bu konuda haklısın. Seninle ilgili her şey de benim gözüme güzel geliyor.”

“Biz rujuna bulaşma testi yapmadan içeri girsek iyi olacak.”

Göksel gülerek, “Peki,” dedi. Babetlerini arkaya bıraktı. “Hadi gidelim.”

Arabadan inen çift, restorana el ele yürüdü ve içeri de el ele girdi. Bir garson hemen onları karşıladı.

“Hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek.

“Hoş bulduk,” dedi Göksel. “Dün akşam Göksel Dinçer adına rezervasyon yaptırmıştım. Cam kenarında bir masa ayırtmıştım.”

Genç garson takım elbise giyen bir adama işaret ettiğinde Göksellerle o adam ilgilendi ve ikiliye masalarına kadar eşlik etti. Onları takip eden genç garsonsa elindeki iki menüyü masada karşı karşıya oturan çiftin önüne bıraktı. Göksel çalışanlara teşekkür ettiğinde ikisi de uzaklaştı ve genç çift masada yalnız kaldı.

“Mekâna bayıldım,” dedi Gökhan. “Nezih bir yer olduğu anlaşılıyor. Hadi ne yiyeceğimize karar verelim.”

Bir süre menüye bakan ikili yiyecekleri yemekleri seçti. Göksel bir sebze yemeğinde karar kılarken Gökhan da tercihini et yemeğinden yana kullandı. Göksel elini kaldırınca bir garson masalarına yaklaştı ve onlar da siparişlerini verdiler.

“Küçük şişede kırmızı şarap da alalım,” dedi Göksel.

“Tabii,” dedi garson. “Başka bir isteğiniz var mı?”

“Şimdilik bu kadar, teşekkürler.”

Siparişleri alan garson masadan uzaklaştı. Gökhan camdan dışarısını inceliyordu, Göksel de ona katıldı ve ikili bir süre Boğaz’dan, Anadolu Yakası’ndan ve köprünün ışıklarından oluşan manzarayı izledi. Göksel ailesiyle beraber sık sık Boğaz manzaralı restoranlarda akşam yemeği yiyordu ve bu yapmayı çok sevdiği bir aktiviteydi, Gökhan’sa burada yaşadığı üç senede böyle bir restoranda çok nadir bulunmuştu ama Boğaz manzarası hoşuna gidiyordu. Bu restoranın ve oturdukları masanın manzarası da çok güzeldi.

“İstanbul akşamları daha güzel görünüyor,” dedi Gökhan. Bakışlarını karşısında oturan Göksel’e çevirdi. “Köprü manzarası harika.”

“İstanbul akşamları daha güzel,” diye cevap verdi Göksel ona bakarak. “Ambiyansını seviyorum.”

“İstanbul akşamları seninle daha da güzel,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Şu an gözlerimi kamaştırıyorsun. Düz saç çok yakışmış, göz makyajın da öyle; kırmızı ruj konusuna hiç girmiyorum bile.”

Göksel gülümseyerek onun elini sıktı. “Senin için hazırlandım, çift olarak yiyeceğimiz ilk akşam yemeği için. Bana böyle diyorsun ama sen de muhteşem görünüyorsun, gömlekle keten pantolon çok yakışmış. Daha sık giymelisin.”

“Ben kıyafette rahatına düşkün biriyimdir ama teşekkür ederim, böyle giyinmeyi çoğunlukla özel günlerde tercih ediyorum ve bu da fazlasıyla özel bir gün.”

“Kesinlikle öyle.”

“Burayı nereden biliyorsun? Daha önce gelmiş miydin?”

“Evet, ailemle iki kere gelmiştik. Müşterileri düzgün insanlardır, çalışanları iyidir ve yemekleri de son derece lezzetlidir. İlk çift yemeğimiz için çok uygun bir yer olduğunu düşündüm.”

“Biraz pahalı bir yer olduğu anlaşılıyor ama mekânı ben de sevdim, yemekleri de gelince tadarız.”

“Fiyat konusunu düşünme. Mekânı seçen benim, hesabı da ben halledeceğim.”

“Hayatta olmaz. Hepsini sana ödetmem.”

“İlk tartışmamızı hesap konusunda mı yapacağız? Bence yapmayalım.”

“O zaman Alman usulü yapalım, herkes yediğinin parasını ödesin. Şarabı da yarı yarıya öderiz.”

“Madem böyle istiyorsun, dediğin gibi olsun.”

“Teşekkür ederim.”

Dakikalar sonra ikilinin siparişleri geldi. Garson tabakları ikilinin önüne koyduktan sonra kadehlere de şarap doldurdu ve şişeyi de masaya bıraktı.

“Başka bir arzunuz var mı?” diye sordu kibar bir sesle.

“Şimdilik yok,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederiz.”

“Afiyet olsun.”

Garson boş tepsiyle uzaklaştı.

“Yemekler gerçekten lezzetli görünüyor,” dedi Gökhan. Derin bir nefes aldı. “Ve muhteşem kokuyorlar.”

“Lezzetlilerdir,” dedi Göksel. “Hadi başlayalım.”

İkisi de yemeklerinden biraz yiyip tatlarına baktılar.

“Nasıl?” diye sordu Göksel. “Beğendin mi?”

Gökhan lokmasını yuttuktan sonra, “Beğendim,” dedi. “Et çok lezzetli, sosu da çok güzelmiş.”

“Afiyet olsun.”

Gökhan kadehine uzandığında Göksel de kendi önündekine uzandı.

“Bize,” dedi Gökhan. “Bu akşama ve bundan sonraki tüm akşamlarımıza.”

“Bize,” diye tekrar etti Göksel. “Tüm akşamlarımıza.”

Genç çift kadehlerini tokuşturup birer yudum kırmızı şarap içti. Şarap ekşi bir tat bırakarak boğazlarından aşağı inerken ikisi de gülümsedi.

“Fena değilmiş,” dedi Gökhan. “Şarapla aram çok yoktur ama bunu beğendim.”

“İçki zevki kişiden kişiye çok değişiyor,” dedi Göksel. “Mesela ben şarabı çok severim.”

“Şaşırmadım. Ben tam bir biracıyım, favorim.”

“Ben de buna şaşırmadım nedense.”

“Sen bira sever misin?”

“Severim, yanında kuruyemiş ya da cips gibi atıştırmalıklarla güzel gidiyor.”

“İşte budur ya. O zaman bir gün de bira içmeye gidelim, bu sefer mekânı ben seçiyorum.”

“Bara mı götüreceksin? Sevdiğim yerler değildir.”

“Aklımda bir bar yoktu ama bu bilgiyi bir kenara yazdım. Sakin ve güzel mekânlar biliyorum, onlardan birine gideriz.”

“Tamam o zaman. Birayı pek dışarıda içmem, yani sırf bira içmek için bir yere giden biri değilimdir. Marketten alıp evde içmek daha çok hoşuma gidiyor, dizi ya da film izlerken güzel oluyor.”

“Hım,” dedi Gökhan kelimenin sonunu uzatarak. Gülümsüyordu. “Bir gün de öyle yaparız. Evimde televizyon yok ama dizüstü bilgisayarım da iş görür.”

“Televizyonunuz yok mu?” dedi Göksel şaşırarak.

“Hayır, Yağız da ben de izlemiyoruz; izlemediğimiz bir şeye de o kadar para verip almak akıllıca olmayacağı için almadık. Zaten oturup bir şeyler izlemeye pek vaktim olmuyor, izlemek isteyince de bilgisayarımdan izliyorum.”

“Doğru, haklısın. Boşu boşuna o kadar para vermenin mantığı yok, onun yerine ihtiyaçlarınızı almışsınızdır.”

“Aynen. Bir gün bana gelirsin, ortamı hazırlarız.”

“Olur, ayarlarız.”

Yemeklerinden birkaç çatal daha yerken sessiz kaldılar. İçerisi çok kalabalık değildi, bu yüzden fazla bir konuşma sesi yoktu; hoparlörlerden yükselen şarkıların sesi rahatça duyuluyordu. Fonda genelde yavaş bir tempoda ilerleyen sakin parçalar çalıyordu.

Göksel şarabından büyük bir yudum içtikten sonra dudaklarını yaladı. Bu esnada ona bakan Gökhan yutkundu.

Kırmızı şarap kırmızı dudaklarıyla ne kadar da uyumluydu, üstelik bu dudaklar şaraptan daha sarhoş ediciydi.

Gökhan boğazını temizledikten sonra yemeğinden bir çatal daha yedi.

“Dudaklara bakma,” diye geçirdi içinden. “Dudakları düşünme.”

Masadaki sessizlik bir süre daha devam etti. Gökhan ağzındaki lokmaları çiğnerken hem restorana hem de manzaraya bakıyordu, Göksel’in bakışlarıysa genelde erkek arkadaşının üzerindeydi.

“Hey,” dedi Göksel. “Bana bakmamak için çaba mı sarf ediyorsun yoksa ben mi yanlış anladım?”

“Etrafı inceliyordum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Manzara çok hoş.”

“Yemeğimi yiyorum, senin bu lafını değil.”

“Peki,” dedi Gökhan hemen pes ederek. “Rujun dikkatimi dağıtıyor.”

“Ha?”

“Kırmızı rujun kırmızı şarapla birleşince fazlasıyla dikkat dağıtıcı bir ikili oluşturmuşlar. Ben de dikkatim dağılmasın diye bakmamaya çalışıyorum.”

“Delisin.”

“Delirtiyorsun.”

“Bak ya,” dedi Göksel gülerek. “Şu an sen de benim dikkatimi dağıttın.”

“O hâlde ödeştik.”

“O zaman,” diyen Göksel kadehine uzandı. “Ödeşmemize.”

“O kırmızı dudaklarınla şarabı içince denklik bozulacak,” dedi Gökhan. O da kadehini eline aldı. “Ama ben ödeşmenin yolunu bulurum.”

“Nasıl bulacakmışsın?”

“Seni öperek. Öpüşerek ödeşiriz. Zaten birbirine çok benzeyen kelimeler, bu bir tesadüf olamaz.”

“Sen öyle diyorsan.”

Kadehlerini tokuşturdular ve şaraplarından içtiler. Şarabı biten Göksel şişeye uzandı.

“Sen şarabı içiyorsun da araba kullanacaksın,” dedi Gökhan. “Sarhoş olursan ne yapacaksın?”

“Ayılmayı beklerim,” dedi Göksel omzunu silkerek. “Hem iki kadeh şarapla sarhoş olmam ben.”

“Peki, dediğin gibi olsun. Buna sonra karar veririz.”

“Sana da dökeyim mi?”

“Dök bakalım.”

Göksel ikisinin kadehini de yarıya kadar doldurdu. Kadehlerini tokuşturan çift taze dökülmüş şaraptan birer yudum daha içtiler.

“Tadı artık o kadar ekşi gelmiyor,” dedi Gökhan. “Bu akşamdan sonra şarabı sevecek gibiyim.”

“Sevmeye bakmanı öneririm,” diye cevap verdi Göksel. “Böylece daha sık şarap içtiğimiz akşam yemeklerine çıkabiliriz.”

“O zaman şarabın favori içkim olma vakti gelmiştir.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan da güldü.

“Şu an kafamda hangi şarkı çalıyor biliyor musun?” diye sordu Gökhan.

“Bilmiyorum,” dedi Göksel. “Hangi şarkı çalıyor?”

Renkli Rüyalar Oteli.”

“Sarhoş olsak ya / Kimiz unutsak ya / Bulut olup iç içe / Bardaktan boşalsak ya.”

Yüksek doz aşk alıp / Burada mutlu ölsek ya. Şu an yüksek doz aşk alıyorum ve burada mutlu ölebilirim.”

“Mutlu ölmeden önce mutlu yaşamamız gerekiyor. Her şeyin başındayız sevgilim, yolumuz uzun.”

“Şu an seni öpsem uygunsuz kaçar mı?”

“Sevgi hiçbir zaman uygunsuz kaçmaz.”

Gökhan ona uzandığında Göksel de ona uzandı ve ikilinin dudakları masanın ortasında birleşti. Gökhan onun dudaklarına büyük bir öpücük kondurduğunda Göksel dudaklarından başlayan bir yanma hissinin vücudunu ele geçirdiğini hissetti.

“Bu akşamın en sarhoş edici kırmızısı senin dudakların,” dedi Gökhan sandalyesinin arkasına yaslandığında. “Ve diğer tüm akşamların, sabahların da öyle.”

“Bu akşamın en sarhoş edici şeyi senin cümlelerin,” dedi Göksel. “Ve diğer tüm akşamların, sabahların da öyle olacak. Üstelik bu sarhoşluk geçmiyor ama insana kötü de hissettirmiyor, bilakis muhteşem hissettiriyor.”

“Seni yine öperim ama bu sefer bir buseden fazlası olur ve bunun uygunsuz kaçacağına dair ciddi şüphelerim var.”

Göksel gülerek, “Bu gerçekten uygunsuz olabilir,” dedi. “En iyisi yemeklerimizi bitirelim, şarabımızı içelim.”

“Bence de.”

Tabaklarının dibinde kalan yemekleri yerken ikisi de sessizdi. Yemek Göksel’i tam olarak doyurmuş sayılmazdı, bu yüzden genç kadın tatlı söylemeyi düşünüyordu. Gökhan da tıka basa doymamıştı, o da tatlı yemeyi düşünüyordu.

Yemeğini bitiren Göksel kadehindeki şarabın kalanını da kafasına dikti. Şişede biraz şarap vardı ama onu içmeyi düşünmüyordu, araba kullanacaktı ve içkiyi dozunda bırakması en güvenlisiydi.

“Doydun mu?” diye sordu Gökhan.

“Midemde hâlâ yer var,” dedi Göksel. “Tatlı söylemeyi düşünüyorum.”

“Ben de aynısını düşünüyordum. Yemek kesmedi.”

“Anlaşılan midelerimiz de uyumlu.”

“Öyle görünüyor. Ne söyleyelim?”

“Bilmem, menü söyleyelim de seçeriz.”

Bir garsona seslenen Gökhan menüyü istedi. O garson menü getirmeye giderken bir diğeri de masadaki boşları topladı. Garson Gökhan’ın şişenin dibinde kalan şarabı döktüğü kadeh hariç masadaki her şeyi götürdü.

Saniyeler sonra masaya dönen garson, “Buyurun,” diyerek elindeki menüleri masaya bıraktı. “Yemeklerinizi beğendiniz mi?”

“Beğendik,” dedi Göksel. “Çok lezzetliydiler. Bir de tatlı yiyelim istedik.”

“Magnolia’mızı tavsiye edebilirim. Şefimiz az önce yaptı.”

“İçinde neler var?”

“Kreması muzlu, arasında ve üstünde de çilek var.”

“Sever misin?” diye sordu Göksel, erkek arkadaşına bakarak.

“Severim,” dedi Gökhan.

“O zaman iki tane magnolia alalım.”

“Başka bir isteğiniz?”

“Yok, teşekkür ederiz.”

Garson menüleri aldı ve mutfak tarafına doğru ilerledi.

“Tatlı gelmeden önce şarabı bitireyim,” dedi Gökhan. “Şarap beni biraz çarpar, haberin olsun. Harfleri yuvarlayarak konuşmaya ve olur olmadık yerlerde gülmeye başlarsam anla ki şarap çarpmış.”

“Bunu görmek isterim,” dedi Göksel sırıtarak. “Sarhoş olunca gülenler genelde çok komik tavırlar sergiliyor.”

“Benimle eğlenme derdindesin demek? Çok ayıp.”

“O zaman içme.”

“Buna kim bilir kaç para sayacağız, tek bir damlasını bile israf etmem.”

Göksel gülerken Gökhan şaraptan büyük bir yudum içti.

“İçmeyeceğini düşünüyorum ama yine de sorayım,” dedi Gökhan. “İçer misin?”

“Çok iştahlı içtin,” dedi Göksel. “Bir yudum alayım.”

Gökhan’ın kadehini alan Göksel şaraptan bir yudum içtikten sonra kadehi onun önüne geri koydu.

“Ben de kalanı kafama dikeyim,” dedi Gökhan. “Kesin çarpacak. Çarpsın, çarpmazsa adam değil.” Gökhan şarabı kafasına dikti ve yutkunduktan sonra yüzünü biraz buruşturdu. “Ekşi ama garip bir şekilde insanın hoşuna gidiyor.”

“Çarparsa ayılmanı bekleriz,” dedi Göksel. Kollarını önünde birleştirip dirseklerini de masaya yasladı. “Sana ne zamandır sormak istediğim bir soru var: Müzik çalışmaların nasıl gidiyor?”

Onun bu soruyu sorması Gökhan’ı şaşırttı ama genç adamın hoşuna da gitti.

“Güzel gidiyor,” diye cevap verdi Gökhan. “Birkaç şarkının sözlerini yazmayı bitirdim, bestelerini de tamamladım; sözlerinin ve bestelerinin üzerinde çalışmaya devam ettiğim şarkılar da var. Sözleri ve besteleri biten şarkıları kaydetmeye de ufaktan başladım.”

“Öyle mi? Ne güzel. Ne zaman dinleyebiliriz?”

“Herkesin dinlemesi için daha zaman var fakat kız arkadaşım ve büyük bir destekçim olarak yakın zamanda sana dinletirim; sen de benimle kıymetli fikirlerini paylaşır, kararsız kaldığım birkaç noktada bir karara varmamı sağlarsın.”

“Çok memnun olurum. Senin gibi muhteşem bir gitarist ve vokalistin ortaya nasıl eserler çıkardığını çok merak ediyorum.”

“Fazlasıyla kişisel eserler ortaya çıkarıyorum, kendi hayatım ve tecrübelerim hakkında yazıyorum ve açıkçası bunları insanlarla paylaşabileceğim konusunda emin değilim. Başkalarının şarkılarını söylemek çok kolay ama iş kendi yazdığın şarkıları söylemeye geldiğinde insan kendini çırılçıplak hissediyor.”

“Bu gerçekten cesaret gerektiren bir şey.”

“Öyle. Diğer müzisyenlerin kendi deneyimlerinden cesurca bahsetmelerini takdir ediyorum, benimle benzer tecrübelere sahip olduklarını bilmek iyi hissettiriyor.”

“Senin şarkılarını dinleyen bazı insanlar da böyle hissedecek. Sanatın belki de en yanı insanın onda kendinden parçalar bulabilmesidir. Mesela bir kitabı okurken bize o kitabı sevdiren şey kendimize veya tanıdığımız birine benzettiğimiz bir karakter olur ya da kitapta geçen bir olayı bizzat tecrübe etmemiz olur; bir şarkıyı severek dinlememizin nedeni çoğu zaman hislerimize tercüman olmasıdır, aynı şekilde bir resme bakarken o resimde kendimizi görebiliriz ve bu yüzden o resmi —ya da aynı şekilde o fotoğrafı— çok severiz. İnsanlar senin şarkılarını dinlediğinde de kendinden parçalar bulacak ve onlarla bir bağ kuracak; sence de bu eşsiz bir şey değil mi?”

Göksel konuşmasını bitirdiğinde Gökhan’ın yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Eşsiz bir şey,” diye onayladı Gökhan. “Haklısın ama yine de buna hazır olmak için biraz daha zamana ihtiyacım var.”

“İstediğin kadar bekleyebilirsin, henüz okulunu bile bitirmedin ve önünde uzun bir yol var.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Gerçekten teşekkür ederim, tüm bu söylediklerin benim için çok kıymetli. Eksik olma güzelim.”

“Her zaman,” dedi Göksel onun elini sıkarak.

Garson onların masasına döndüğünde elindeki tepside iki magnolia vardı. Tatlıları ikilinin önüne bıraktı ve onlara, “Afiyet olsun,” diyerek uzaklaştı.

“Zaten tatlı konuşuyorduk ama şimdi tatlılarımız geldiğine göre tatlı yiyip daha tatlı konuşabiliriz,” dedi Gökhan. Kaşığını tatlısına soktu. “Ben de senin hesabını kontrol ediyorum ve gün geçtikçe takipçi sayının arttığını görüyorum.”

“Bir çocuk gibi ellerimde büyüyor,” dedi Göksel duygu dolu bir sesle. “Takipçi sayım artıyor, beğenilerim artıyor, fotoğrafların altına gelen yorumların sayısı artıyor ve tüm bunları görmek çok iyi hissettiriyor. Çok severek ortaya koyduğum sanatımın diğer insanlar tarafından beğenilmesi harika bir his.”

“Elbette öyledir. Muğla’dan paylaştığın fotoğraflar inanılmazdı, zaman geçtikçe çektiğin fotoğrafların kalitesi de artıyor.”

“Çok teşekkür ederim, bunu duymak çok sevindirdi. Gelişmek için gerçekten çabalıyorum ve başarılı olduğumu duymak güzel.”

“Kesinlikle başarılısın. İleride çok iyi yerlere geleceğinden eminim ve o günler geldiğinde seni gururla izleyeceğim.”

Göksel sağ elini gerdanına bastırıp duygulu bir surat ifadesiyle ona baktı. “Çok tatlısın,” dedi gülümseyerek. “İyi ki varsın.”

“Sen de iyi ki varsın.”

Birbirine gülümseyen çift tatlılarının tadına baktı.

“Uf be!” dedi Gökhan. “Çok güzelmiş.”

“Leziz,” diye ona katıldı Göksel. “Çok da hafif.”

Tatlısını ilk bitiren Gökhan oldu. Tatlıyı çok seven genç adam tatlısından büyük kaşıklar alarak tatlıyı kısa sürede bitirdi. O ağzını peçeteyle silerken Göksel’se yarıdan az kalmış tatlısını yemeye devam ediyordu.

“Neyi unuttum?” dedi Göksel ona bakarak. “Fotoğraf makinemi getirmiştim ama tamamen aklımdan çıkmış.”

“Bir şey olmaz,” dedi Gökhan yumuşak bir sesle. “Şimdi çekeriz.”

Göksel çantasından makinesini çıkarıp açtı. “Hadi seni çekeyim, sonra sen de beni çekersin; bir garsondan da bizi çekmesini rica ederiz.”

Gökhan üstünü başını şöyle bir düzelttikten sonra birkaç poz verdi, Göksel de onun fotoğraflarını çekti. Restoranın içi ışıl ışıldı ve Gökhan bu parlak ışıklar altında oldukça iyi çıktı.

“Sıra bende,” dedi Gökhan. “Bu güzelliği ölümsüzleştirmek için sabırsızlanıyorum.”

Göksel kamerasını ona verirken gülümsedi. “Kadrajda nasıl durduğumu söylersen ben de ona göre pozumu ayarlarım.”

“Kadrajda nasıl durduğunu söyleyeyim: Olağanüstü.”

Göksel gülerek yavaşça onun eline vurduğunda Gökhan ona göz kırptı. Genç kadın da üstünü başını şöyle bir düzelttikten sonra birkaç poz verdi ve Gökhan da onun fotoğraflarını çekti.

“Bunları bana kesinlikle at,” dedi Gökhan. “Saklayacağım.”

“Atarım,” dedi Göksel. Bir garson bulmak için etrafına baktı ve ilk gördüğünü çağırdı. “Şimdi sıra birlikte çekileceğimiz fotoğraflarda.”

Garson masalarına yaklaştı. “Buyurun?”

“Fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” diye sordu Göksel.

“Elbette,” dedi genç garson. “Neyle çekeceğim?”

“Kameramla çekebilirsiniz,” diyen Göksel ona deklanşör düğmesini gösterdi. “Buraya basmanız yeterli ama basmadan önce haber verirseniz çok iyi olur.”

“Veririm.”

Genç çift gülümseyerek poz verdiğinde garson ilk fotoğraflarını çekti, ikinci fotoğrafta ikisi de biraz öne eğilip birbirine yaklaştı ve yine gülümseyerek poz verdi. Gökhan Göksel’in elini tuttuğunda genç kadın ona bakıp güldü, Gökhan da gülümsüyordu ve garson bu anı kaçırmaması gerektiğine inanarak deklanşöre bastı. Garsonun üçüncü kez deklanşöre bastığını fark etmeyen çift dördüncü pozlarını el ele tutuşup gülümserken verdi.

“Bu kadar yeterli,” dedi Göksel. “Çok teşekkür ederiz.”

“Rica ederim.”

Garson makinesini sahibine verdikten sonra onların yanından ayrıldı.

“Hadi fotoğraflara bakalım,” dedi Gökhan hevesle. “Ben nereden açıldığını bilmiyorum, sen aç.”

“Öğreteyim,” dedi Göksel ve galeriyi nasıl açacağını Gökhan’a gösterdi. “Bu tuşlara basarak da diğer fotoğrafları açabilirsin. Mantık tüm dijital makinelerde aynıdır.”

Garsonun çektiği son fotoğrafa baktıktan sonra haberleri yokken çekilen fotoğraf açıldı ve ikisi de şaşırdı.

“Bunu ne ara çekmiş?” dedi Gökhan.

“Görünüşe göre biz birbirimize bakmakla meşgulken,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok güzel çıkmışız.”

“Diğer iki fotoğrafı görmedim bile ama şimdiden en sevdiğim fotoğrafımız oldu.”

“Sanırım benim de.”

Gökhan tuşlara basarak fotoğrafları açarken Göksel tatlısını yedi, bir yandan da Gökhan’la beraber fotoğrafları inceledi. Birlikte çekildikleri fotoğrafların hepsi çok hoştu, birbirlerini çektikleri fotoğraflar da güzel olmuştu.

“Hepsi birbirinden güzel,” dedi Gökhan. “Bana da gönderirsin.”

Göksel peçeteyle ağzını sildikten sonra, “Gönderirim,” dedi. “Bugün olmasa da yarın fotoğrafları makineden bilgisayara atar, oradan da sana gönderirim.”

“Senin fotoğraflarını da.”

“Benim fotoğraflarımı da.”

“Biraz başım dönüyor,” dedi Gökhan işaret parmağını çevirerek. “Kalkalım mı? Biraz deniz havası alırız.”

“Olur, kalkalım.”

Hesabı istediler.

“Hesap masaya geldiğine göre içimizden geçecek demektir,” diye düşündü Gökhan. “Ek iş aramaya başlasam iyi olacak. Akşam yemeği mi yedik yoksa başka bir şey mi yedik, görmek üzereyiz.”

Gökhan kendi içinde konuşmalara devam ederken hesap geldi. Hesaba ilk bakan Göksel oldu. Genç kadın kendi yediklerinin fiyatlarına bakıp kafasından ufak bir toplama işlemi yaptı.

“Ben de bir bakayım,” diyen Gökhan hesabı aldı.

“Bakmaz olaydım,” diye düşündü genç adam. “Bayılsam hesabı ödemekten yırtar mıyız acaba? Yok yok, zehirlenmiş numarası yapayım. Bırak bunları be oğlum, aslanlar gibi ödeyeceksin mecburen. Maaşa kadar da aslanlar gibi yatarım evimde.”

Gökhan cüzdanından yediklerinin parasını çıkarıp hesap sümeninin arasına koyduktan sonra Göksel de hesabın kalanını koyup biraz da bahşiş bıraktı ve sümenin kapağını kapattı.

“Kalkalım mı?” dedi Gökhan.

“Kalkalım.”

Çift, restorandan ayrıldı. Dışarı çıktıklarında ılık akşam havası suratlarına çarptı.

“Başın çok mu dönüyor?” diye sordu Göksel, erkek arkadaşına dönerek. “İyi misin?”

“Hayır, çok dönmüyor,” dedi Gökhan. “Biraz çarptı, o kadar. Temiz hava iyi gelir. Yürüyelim mi?”

“Yürüyelim. İleride park var.”

Sahil parkına doğru yürüdüler. Hava karanlık, Beşiktaş hareketliydi. Göksel buraya çok sık olmasa da gelirdi, Gökhan’sa üç senede yalnızca birkaç kez gelmişti. Genç adam Avrupa Yakası’na pek geçmiyordu, zamanının çoğunu Anadolu Yakası’nda, özellikle de Kadıköy’de geçiriyordu. Kadıköy’de de gezecek çok yer, oturacak çok mekân vardı ve istediği her şeyi orada yaparken şehir içi trafiğine girmeyi tercih etmiyordu. Göksel’se doğduğundan beri Avrupa Yakası’nda yaşıyordu, dışarıda zaman geçirmek istediğinde yine Avrupa’da takılıyordu ve şehrin bu yakasına oldukça hâkimdi. Göksel, Gökhan’a Avrupa’yı öğretiyordu; Gökhan’sa Göksel’e Anadolu’yu öğretiyordu.

“Bir Moda, Caddebostan etmez ama burası da fena sayılmazmış,” dedi Gökhan yürüdükleri parkı incelerken. “Sahil parkı deyince Anadolu’yu tek geçerim.”

“Tabii ki,” dedi Göksel. “Anadolu’nun sahil parkları gerçekten çok güzel. Birkaç kez hem ailemle hem de arkadaşlarımla oralarda piknik yapmıştık, yürüyüp bisiklet falan sürmüştük; güzeldi.”

“Biz de piknik yapalım,” dedi Gökhan hevesle. “Tiramisu yaparsın belki, ikinci buluşmamızda bunun hakkında konuşmuştuk.”

“Evet, hatırlıyorum. Tiramisu yaparım, poğaça da pişiririm.”

“Midem bunu beğendi. Ben de pankek yaparım, meyve alırım.”

“Pankek mi?”

“Bakıyorum da çok şaşırdın? Üç senedir kendi evinde kendi yemeğini pişiren biriyim, yemek yapma konusunda çok becerikliyimdir.”

“Bak sen, bu yeteneklerini görmek isterim.”

“Ne zaman istersen. Banka oturalım mı?”

“Şarap seni gerçekten çarptı.”

“Başımı döndürüyor. Biraz otursam iyi olacak.”

Bir banka yan yana oturdular. Gökhan derin bir nefes alırken gözlerini kapattı ve aldığı nefesi yavaşça verdi.

“Gökhan,” dedi Göksel onun gerdanına dokunarak. “İyi misin?”

Gökhan gerdanındaki ele dokunup yavaş hareketlerle Göksel’in elini okşamaya başladı. “İyiyim,” dedi. Gözlerini açarak ona baktı. “Senin yanında her zaman iyiyim. Şarabın biraz çarptığını kabul ediyorum ama beni asıl sarhoş eden şey sen oldun, sen ve şarap kırmızısı dolgun dudakların. Öyle güzelsin ki ölene kadar yüzünü izleyebilirim.”

“Sen ne güzel sarhoş oluyormuşsun böyle.”

“Çok güzel sarhoş ediyorsun da ondan.”

Göksel onu öpmeye başladığında genç adam ona hemen ayak uydurdu. Genç kadın elini onun gerdanından yanağına çıkarıp onun yanağını tuttu, Gökhan da sağ kolunu onun beline sarıp onu iyice yakınına çekti. Dudakları yavaş ama tutkuluydu. Gökhan onun alt dudağını öperken dilinin ucuyla onun dudağına küçük bir darbe bıraktı. Göksel devamının geleceğini sansa da erkek arkadaşı dilini bir daha işin içine katmadı. Bir sahil parkında oldukları düşünülürse böylesi en iyisiydi, bunu ikisi de biliyordu. Yavaş ama tutkulu, biraz da sesli hareketlerle birbirlerini öptüler; Göksel onun yanağını, boynunu, ensesini okşadı, Gökhan da genç kadının belini, sırtını, kürek kemiklerini okşadı.

“Bunun beni ayıltma konusunda işe yaradığını söyleyemem,” diye fısıldadı burnunu onun burnuna yaslayan Gökhan. “Ama kesinlikle muhteşem hissettirdi.”

“Sanırım artık ben de sarhoşum,” diye karşılık verdi Göksel. Genç kadın gözlerini açıp onun yüzüne baktığında Gökhan’ın gözlerinin hâlâ kapalı olduğunu gördü. Bir süre onun kavisli kaşlarını, sık kirpiklerini inceledi. “Başımı döndürdün.”

“Diyene bak,” diyen Gökhan biraz geri çekilip gözlerini açtı. “Sen benim aklımı başımdan aldın.”

Göksel gülmeye başladığında Gökhan kaşlarını kaldırdı.

“Ne oldu?” diye sordu genç adam. “Niye gülüyorsun?”

“Rujum,” dedi Göksel gülmeye devam ederken. “Dudaklarına bulaşmış.”

“Sabitlenen bir ruj olduğunu söylemiştin.”

“Anlaşılan çok da sabitlenmiyormuş. Yemek yiyince biraz çıkmıştır, öpüşünce de bulaşmış. Çantamda ıslak mendil var, vereyim de sil.”

“Önce bunu görmem gerek.”

Gökhan telefonunu çıkarıp ön kamerasını açtı ve kendine baktı. Göksel’in kırmızı ruju alt ve üst dudağının kenarlarına bulaşmış, derisinde de biraz pembelik bırakmıştı. Gülümseyen genç adam deklanşöre bastı ve fotoğrafını çekti.

“Bak ya,” dedi Göksel. “Olur da biri fotoğrafı görürse nasıl açıklayacaksın?”

“Açıklama mı?” diyen Gökhan ona baktı. “Sence açıklama yapmama gerek var mı?”

“Doğru, haklısın.”

Göksel biraz utanmıştı ama belli etmedi.

“Beraber de çekelim,” dedi Gökhan. “Senin dudaklarının kenarı da biraz ruj olmuş.”

“Gerçekten mi?” diyen Göksel telefonu kendine çevirip ön kameradaki görüntüsüne baktı. “Salçalı makarna yemişim gibi duruyor.”

“Tabii canım, kesin salçalı makarnadır. Çok lezzetli bir salçalı makarna.”

Göksel onun omzuna vurduğunda Gökhan sırıttı.

“Hadi fotoğraf çekelim,” dedi Gökhan yine. “Hatıra kalsın.”

İlk fotoğrafta ikisi de gülümsedi, ikincisinde Göksel dudaklarını öpücük atarmış gibi büzdü ve Gökhan’ı da aynısını yapması için dürttü.

“Ben de mi dudak büzeyim?” diye sordu Gökhan. “Hayır.”

“Evet,” dedi Göksel. “Komik olur.”

“İşte bu fotoğrafı erkek arkadaşlarımın görmemesi için kilitli bir klasörde saklayacağım, görürlerse ölene kadar dillerinden düşmem.”

İkinci fotoğrafta ikisi de dudak büzdü. Gökhan deklanşöre bastıktan sonra yanağını onun yanağına yaslayan Göksel uzanıp onun dudaklarını öptü.

“İşte bu kadar,” dedi genç kadın. “Gördün mü, hâlâ erkeksin.”

“Her dudak büzerek poz verdiğimde beni öpeceksen bunu ölene kadar yapabilirim.”

“Kesin yaşanır bu.”

“En azından şansımı denedim.”

Göksel gülerek omzuyla onun omzuna vurdu.

“Tatile gidecek misin?” diye sordu Göksel. “Balıkesir’e Yağız’ın yanına gidebileceğini söylemiştin, son durum ne?”

“Eylül başında gidiyorum,” dedi Gökhan. “Birkaç gün kalmayı planlıyorum, dönüşte Yağız’la beraber geleceğiz ve sonrasında da okul başlayacak zaten.”

“Yaz tatili bitmek üzere gerçekten. Zaman ne çabuk geçti.”

“Bu yaz tatilinde hayatıma sen girdin, bir sürü güzel anımız oldu; bu yüzden hiç unutmayacağım.”

“Ben de öyle. Demek eylülde Balıkesir’e gidiyorsun, yine bir ayrılık yaşayacağız ama öncekinden çok daha kısa olacak.”

“Birkaç gün birkaç dakika gibi geçer,” dedi Gökhan. Onun yanağını okşadı. “Hemen döneceğim.”

“Daha uzun kalamaz mısın? Birkaç gün biraz kısa.”

“Evet, kısa ama yılın büyük çoğunluğunda yarı zamanlı çalıştığım için ancak bu kadar izin alabilirim; anlayacağın izin de yarı zamanlı oluyor.”

“Çalışma hayatı berbat bir şey.”

“Kesinlikle öyle. Neyse canım, mevcut şartlara uyum sağlayacağım mecbur. Islak mendil verir misin? Şu dudaklarımızı bir silelim.”

Göksel iki ıslak mendil çıkarıp birini Gökhan’a verdi. “Biraz zor çıkar,” dedi. “Bu yüzden iyice bastırıp temizlemen gerekecek.”

“Normalde neyle siliyorsun?”

“Yağ bazlı bir temizleyiciyle.”

“O ne be?”

“Boş ver, bilmesen de olur.”

“Bence de.”

Dudaklarındaki rujları temizledikten sonra bankta biraz daha oturdular. Biraz İstanbul’dan, biraz Beşiktaş’tan konuştular. Ardından konu pikniğe geldi, bu cumartesi Gökhan’ın izin gününde Maltepe Sahili’ne gitmeye karar verdiler. İkisi de oranın sahilini seviyordu, sahil Kadıköy’dekiler kadar kalabalık da olmuyordu ve baş başa hoş bir piknik yapmak için ideal bir yerdi. Göksel yine arabayla gelebileceğini, Gökhan’ı evinden aldıktan sonra birlikte Maltepe’ye geçebileceklerini söyledi; Gökhan da bunun iyi bir fikir olduğunu belirtip fikri kabul etti.

“Saat dokuz buçuğu geçiyor,” dedi telefonundan saate bakan Göksel. “Kalkalım mı?”

“Geç dönmemen mi gerekiyor?” diye sordu Gökhan.

“Hayır, senin için dedim. Daha karşıya geçeceksin, otobüse binip eve geçeceksin; yolun çok uzun ve yarın sabah yine erkenden kalkıp işe gideceksin. Evine dön de yatıp uyu.”

“Bu kadar düşünceli olmana bayılıyorum,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Haklısın, çok geçe kalmadan evime dönmem gerek. Senden ayrılmayı hiç sevmiyorum ama cumartesi yine görüşeceğiz, bunu bilmek bu işi biraz daha kolaylaştırıyor.”

“Sık sık görüşüyoruz zaten.”

“Seni her gün görmek isterim ama mevcut şartlar buna imkân vermiyor. Bir yetişkin gibi bunu kabulleniyorum ve soruna cevap olarak, ‘Kalkalım,’ diyorum.”

“Ben de seni her gün görebilmeyi isterdim ama dediğin gibi şartlar buna el vermiyor. En azından her gün konuşabiliriz.”

“Teknoloji sağ olsun.”

Sahil parkından ayrılan çift restoranın olduğu yere geri döndü ve restoranın önündeki küçük park alanında duran beyaz arabaya doğru ilerledi. Göksel şoför koltuğuna, Gökhan da yolcu koltuğuna oturdu.

“Vapura Eminönü’nden bin, derdim fakat ne seni ne de kendimi oranın trafiğine sokmak isterim,” dedi Göksel. “Beşiktaş’tan hemencecik Kadıköy’e geçersin, oradan da evine.”

“Aynen, trafiğe girmeye gerek yok,” dedi Gökhan. “Ben vapura binerim, sen de çevre yolundan Fatih’e geçersin.”

“O zaman anlaştık.”

Beşiktaş İskelesi’ne doğru yola koyulan çift şarkı açtı. Göksel, Gökhan’a ne isterse onu açabileceğini söyleyince Gökhan tercihini Yavuz Çetin’den yana kullandı ve Sadece Senin Olmak şarkısını açtı.

“Bu şarkı çok tatlı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok nahif, çok romantik, çok gerçek.”

“Gerçekten de tatlı bir şarkı,” diye ona katıldı Gökhan. “Dinlerken seni düşünüyorum.”

Göksel ona kısa bir bakış attığında Gökhan genç kadına göz kırptı.

“Başka hangi şarkıları dinlerken beni düşünüyorsun?” diye sordu Göksel.

“Bütün aşk şarkılarını,” dedi Gökhan. “Hepsinde aklıma sen geliyorsun.”

“Ne tesadüf, sen de tüm aşk şarkılarında benim aklıma geliyorsun.”

“Hım,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Sen de bir tanesini aç da onu da dinleyelim.”

“Bu bitince açarım.”

Şarkı çalmaya devam ederken onlar da güneye doğru ilerlemeye devam etti. Göksel pürdikkat yola bakarken Gökhan da etrafı inceliyor, sık sık kız arkadaşına bakıyordu. Genç kadın araç sürerken de çok ciddi görünüyordu ve onun hem ciddi hem de dikkatli yüz ifadesini izlemekten hoşlanmıştı.

Sadece Senin Olmak bitince Göksel yeni bir şarkı açtı: Benimle Uçmak İster Misin?

“Yine Yavuz Çetin,” dedi Gökhan radyoya bakarak. “Senin şarkıyı aç hadi.”

“Benim şarkımı açtım zaten,” dedi Göksel. “Bu şarkıyı ilk dinlediğim andan beri seni düşünüyorum, seni Barışlarla bu şarkıyı çalarken dinlediğim andan beri.”

“Ha?”

Dünya bir yere kaçmaz / Biz yüzerken göklerde satırları benim için çok şey ifade ediyor. İkimizin adı da gök kelimesiyle başlıyor ve sadece ikimizin olduğu bir yerde olma fikri çok hoşuma gitmişti, hâlâ gidiyor. Bu satırları bana bakarak söylediğinde senin de böyle düşündüğünü hissetmiştim. Haksız mıyım?”

“Değilsin,” dedi Gökhan başını iki yana sallayarak. “Bu satırlar benim için de çok şey ifade ediyor.”

“Etmeyecek gibi değil ki. Çok anlamlı.”

“Şu an beni o kadar etkiledin ki neye uğradığımı şaşırmış durumdayım, ne söylesem bilemiyorum.”

“Bir şey söylemene gerek yok. Beraber bu güzel şarkıyı dinleyelim.”

“Dinleyelim.”

İkili iskeleye varana kadar Yavuz Çetin’in şarkılarını dinledi. Göksel, Çetin’i gerçekten çok severek dinliyordu ve bunu fark etmek, onu Çetin’le tanıştıran ve ona Çetin’i sevdiren kişi olmak Gökhan’ı çok sevindirdi. En sevdiği müzisyeni kız arkadaşıyla beraber severek dinlemek onun için muhteşem bir deneyimdi.

Beşiktaş İskelesi’ne vardıklarında Göksel arabayı iskeleye yakın bir yerde durdurdu.

“Kadıköy vapuru birkaç dakika sonra kalkacak,” dedi Gökhan. “Çok keyifli bir akşamdı, mutlaka tekrarlayalım.”

“Tekrarlarız,” dedi Göksel. “O zaman bu akşamlık bu kadar?”

“Bu kadar. İskeleden aldığın ve iskeleye bıraktığın için teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz. Ben de çiçekler için teşekkür ederim, eve gider gitmez vazoya koyacağım.”

“Lafı bile olmaz,” diye onun dediğini tekrar etti Gökhan. “Kendine iyi bak güzelim, cumartesi görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak. Cumartesi görüşürüz.”

Gökhan ona uzanıp küçük bir buseyi kız arkadaşının dudaklarına bıraktı. “Seni seviyorum,” dedi onun mavi gözlerinin içine bakarak.

“Ben de seni seviyorum,” diyen Göksel gülümsedi. “Eve varınca haber et.”

“Sen de ve dikkatli kullan.”

“Kullanırım.”

Gökhan arabadan inip iskeleye doğru yürümeye başladığında Göksel’in gözleri onun üstündeydi. Sevgilisinin iskeleye ilerlemesini seyretti. İskele girişine varan Gökhan arkasını dönüp arabanın olduğu yere baktığında beyaz arabayı tahmin ettiği gibi orada buldu. Gökhan önce ona el salladı, sonra git anlamında bir el hareketi yaptı. Göksel de ona el salladı ve kornoya bastıktan sonra arabayı hareket ettirdi. Onun gittiğini gören Gökhan turnikelere ilerledi, Göksel’in sürdüğü beyaz Hyundai de caddede diğer arabaların arasına karışıp gözden kayboldu.

]]>
Sun, 08 Jan 2023 13:00:34 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 18. Kare: Odak Noktası Aşk https://edebiyatblog.com/kd-18kare-odak-noktasi-ask https://edebiyatblog.com/kd-18kare-odak-noktasi-ask Bölüm Fotoğrafı: Cottonbro Studio

Gökhan kocaman açılmış gözleriyle şok içinde birkaç metre ilerisinde duran Göksel’e bakarken Göksel’in dudakları yukarı kıvrıldı. Genç adam yavaşça soluna dönüp gövdesini ona çevirdi ve şaşkın bakışlarla ona bakmaya devam etti; gördüklerine inanamıyordu ve bu yüz ifadesinden açıkça anlaşılıyordu.

“Selam,” dedi Göksel.

Gökhan ağır ağır ona yürümeye başladığında Göksel de ona doğru ufak adımlar attı. O kadar heyecanlıydı ki bacakları titremediği için bacaklarına teşekkür edebilirdi.

“Selam?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. Onun da yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Beni kandırdın.”

“Kandırmak demeyelim de sürpriz yaptım diyelim,” dedi Göksel gülümsemeye devam ederken. “Sürpriz!”

Gökhan genç kadının karşısında durup onun yüzüne baktı. Bronzlaşmış tenine, güneşte yanmış yanaklarıyla burnuna, rengi iyice açılmış kaşlarına ve bronz yüzünde parıl parıl parlayan masmavi iri gözlerine baktı.

Bu görüntü telefonda gördüğünden çok daha nefes kesiciydi.

“Çok fenasın,” dedi Gökhan. “Gel buraya.”

Gökhan ona uzandığında Göksel de bir adım öne çıktı ve ikisi de kollarını aynı anda birbirinin gövdesine sardı. Gökhan, Göksel’in beline doladığı kollarını sıktığında genç adamın gücünü hissetmek genç kadını gülümsetti.

Bu bedendeki güçte ona güven veren bir duygu vardı, onu korkutan değil.

Gökhan burnunu onun saçlarının arasına sokup, derin bir nefes alarak genç kadının tatlı kokusunu içine çekerken Göksel de bir eliyle onun ensesindeki saçlara dokundu ve genç adamın yumuşak saçlarını yavaş hareketlerle okşadı. Gökhan bir elini genç kadının belinden sırtına çıkardı, onun kürek kemiğine dokundu ve onu içine sokmak istiyormuş gibi kendisine bastırdı.

“Hoş geldin,” dedi Gökhan, onun kulağına doğru. “İyi ki geldin. Seni çok özledim.”

“Ben de seni çok özledim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu yüzden geldim ve hoş buldum, çok hoş buldum.”

Göksel yanağını onun boynuna bastırdı. Gökhan’ın saçlarından şampuanının hafif kokusu geliyor, üstünden de parfümünün ferah kokusu yükseliyordu. Genç adamın her zamanki kokusuydu fakat bu kokuyu üç hafta sonra ve bu kadar yakından almak Göksel’e bu kokunun önceden bu kadar güzel olmadığını düşündürttü.

“Saatlerce böyle durabilirim,” diye mırıldandı Gökhan. “Nasıl bir kadınsın da üç haftada bile kendini bu kadar özletebiliyorsun? İki gün daha dayanabileceğimi düşünüyordum ama şu an seni kollarımın arasına aldım ya, dayanamayacağımı anladım.”

Göksel kendini biraz geri çekip karşısındaki yüze baktı. Gökhan’ın yüzünde bir buçuk günlük çok hafif bir sakal vardı, genç adam henüz tatile gitmemiş olsa da kavurucu yaz güneşi onun yüzünü de biraz bronzlaştırmıştı; sol şakağında yeni çıktığı belli olan bir sivilce vardı, karamel tonundaki gözleri sevinçle ışıl ışıl parlıyordu ve dünyanın en içten gülümsemesi de dudaklarını süslüyordu.

“Artık buradayım,” dedi Göksel. “Yanındayım.”

“Hep yanımda ol,” diye karşılık verdi Gökhan. “Uzandığımda dokunacağım kadar yakınımda ol.”

Göksel ona uzanıp dudaklarını genç adamın sol yanağına bastırdı. Dudaklarını bir saniye onun yanağında bekletip küçük ama yoğun bir öpücüğü Gökhan’ın yumuşak yanağına bıraktı.

“Sadece dokunacak kadar değil,” dedi Göksel genç adamın alev alev yanan gözlerine bakarak. “Uzanınca öpecek kadar da yakınındayım.”

Gökhan da ona uzandı ve dudaklarını Göksel’in güneşten yanmış elmacık kemiğine bastırdı. Öpücüğü öyle yoğundu ki burnu da genç kadının yanağına gömüldü ve aldığı derin nefesle birlikte onun kokusunu da içine çekti. Dudaklarını geri çektiğinde ne zaman kapattığını bilmediği gözlerini açtı ve aynı anda gözlerini açan Göksel’le bakışları birleşti.

“Bu yakınlık çok hoşuma gitti,” dedi Gökhan. Göksel’in belindeki elinin parmaklarını ayırıp onun belini tamamen kavradı. “Bu mesafeden daha güzelsin.”

Göksel gülerek başını yere eğdiğinde Gökhan ona bir kez daha sarıldı. Genç adam kollarıyla onun sırtını tamamen sararken Göksel de kollarını onun boynuna doladı, çenesini omzuna yaslayıp gözlerini huzurla kapattı. Birkaç saniye boyunca bu pozisyonda durdular, kafedeki hareketliliğin ortasında öylece durdular. Meraklı gözler onlara bakıyor, fısıldaşıyor ve gülümsüyordu.

“Sana bir masa bulalım,” dedi Gökhan ondan zor da olsa ayrıldığında. “Sahneye çıkmama daha var, biraz sohbet edelim.”

“Olur,” dedi Göksel başını sallayarak. “Ama içerisi çok kalabalık, sahne önündeyse hiç boş yer yok.”

“Bir şekilde ayarlarız,” diyen Gökhan arkasına döndü ve bakışlarını içeride gezdirip Doğuş’u aradı fakat genç adam etrafta görünmüyordu. “Doğuş birazdan geldiğinde ona söylerim.”

“Doğuş garson olan genç mi?”

“Ta kendisi.” Mutfak kapısı açıldı ve elinde tepsiyle Doğuş çıktı. “Geldi bile.”

Doğuş onlara kısa bir bakış attıktan sonra bir masaya siparişlerini götürdü.

“Doğuş!” diye seslendi Gökhan. “Bir bakar mısın?”

Doğuş siparişleri masaya yerleştirdikten sonra onlara yürüdü. Önce Gökhan’a, ardından Göksel’e baktı.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel, Doğuş; Doğuş, Göksel.”

“Merhaba,” dedi Doğuş. “Tekrar hoş geldin.”

“Hoş buldum,” diye karşılık verdi Göksel. “Beni hatırlıyorsun.”

“Hatırlıyorum hatta fotoğrafçıydın, sohbet etmiştik. Gökhan’la tanıştığınızı bilmiyordum.”

“Aslında biz de buraya geldiğim akşam tanıştık, biraz uzun hikâye.”

“Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz peki?” diye sordu Gökhan. Genç adam şaşkındı.

“Ahsenlerle buraya geldiğimiz akşam Doğuş’tan fotoğrafımızı çekmesini rica etmiştik,” diye cevap verdi Göksel. “Biraz sohbet etmiştik, ona fotoğrafçı olduğumu ve bu alanda lisans eğitimi aldığımı söylemiştim.”

“Hım, anladım. Bakıyorum da ben olmadan da arkadaşlarımla tanışmanın yollarını bulmuşsun.” Gökhan gülümsedi. “Doğuş bize bir masa ayarlayabilir misin? Sahne önleri de hep doldu ama bir çaresine bakamaz mıyız?”

“Bakarız,” diyen Doğuş arkasını dönüp kafeyi inceledi. “Buldum bile.”

Doğuş sahne önündeki bir masaya ilerledi. Masada iki delikanlı karşı karşıya oturuyordu. Doğuş’u fark edince ona baktılar.

“Merhaba,” dedi Doğuş. “Birileri gelmeyecekse bu yan masayı ayırabilir miyim? Müzisyen arkadaşımızın arkadaşı geldi de onlara oturacak bir masa lazım.”

Esmer olan delikanlı Göksel’le Gökhan’a kısa bir bakış attı. “Olur tabii,” dedi. “Arkadaşlar ayakta kalmasın.”

“Çok teşekkür ederiz,” dedi Gökhan onlara yaklaşıp. “Eyvallah beyler.”

“Ne demek,” diyen delikanlı ona anlayışlı ve anlamlı bir bakış attı.

Gökhan ve Doğuş el birliğiyle sağdaki masayı diğer masadan uzaklaştırdılar, sonrasında iki sandalyeyi de kaldırıp masayla aynı hizaya yerleştirdiler.

“İşte bu kadar,” dedi Doğuş. “Oturun bakalım gençler. Size menü getireyim.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan.

Doğuş ona göz kırptıktan sonra uzaklaştı, Göksel ve Gökhan da masaya oturdular. Göksel elbisesinin eteğini düzelttikten sonra çantasını da masanın kenarına koydu.

“Üç hafta sonra nihayet yeniden karşı karşıyayız,” dedi Gökhan ona bakarken. “Bunu da özlemişim.”

“Ben de,” dedi Göksel. “Nasılsın? Hayat nasıl gidiyor?”

“Şu an dünya üzerindeki en mutlu insanım.”

“Öyle mi?” dedi Göksel gülerek.

“Öyle,” dedi Gökhan başını sallayıp. “Senin tatilin nasıldı? Çok güzel bronzlaşmışsın, aşırı yakışmış.”

“Teşekkür ederim. Çok keyifli, eğlenceli ve hem bedenimi hem de ruhumu dinlendiren mükemmel bir tatil yaptım; ailemle beraber İstanbul’un yoğunluğundan uzakta üç hafta geçirmek çok iyi geldi. Yeniden doğmuş gibiyim.”

“Bu tatilin sana yaradığı gerçekten belli oluyor. Senin adına sevindim. Ne zaman döndünüz?”

“Dün gün doğmadan yola çıktık, öğleden sonra buradaydık.”

“Bugün de hemen yanıma geldin.”

“Evet, sana sürpriz yapmak istedim.”

“Çok iyi yaptın.”

“Senin için başka şeylerim de var,” diyen Göksel çantasına uzandı. “Muğla’dan ufak hediyeler getirdim.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Çok incesin, teşekkür ederim.”

Göksel poşeti çıkarıp Gökhan’a uzattı. Poşette iki hediye paketi vardı. Gökhan kırmızı paketi açtığında içinden iki magnet çıktı. Bir magnette Bodrum’un meşhur beyaz evlerinin olduğu bir sokak, sokağın aşağısındaki deniz ve masmavi gökyüzünün bir resmi vardı; göğün olduğu kısımda beyaz boyayla Bodrum yazılıydı. İkinci magnette de Kızılada Deniz Feneri’nin bir görseli vardı, üstünde de Fethiye yazıyordu.

“Çok güzellermiş,” dedi Gökhan gülümseyerek. Başını kaldırıp karşısında oturan Göksel’e baktı. “Hemen buzdolabıma asacağım. Teşekkür ederim.”

“Güle güle kullan,” dedi Göksel. “Benden ve Muğla’dan birer hatıra olarak saklarsın.”

“Kesinlikle saklayacağım.”

Gökhan magnetleri hediye paketine geri koyduktan sonra mavi renkli hediye paketine uzandı. “Renk seçimini bilerek mi yaptın?” diye sordu. “Magnetler de maviydi.”

“Magnetler denizden ötürü mavi ama hoş bir tesadüf oldu,” dedi Göksel. “Hediye paketini ise özellikle mavi seçtim.”

“Çok ince düşüncelisin.”

Gökhan mavi hediye paketini açıp içindekini çıkardığında kaşları havaya kalktı. Göksel’in ona aldığı üçüncü şey bir anahtarlıktı, ucunda mavi bir elektro gitarın olduğu anahtarlık.

“Vay!” deyip bir ıslık çaldı. “Çok havalı.”

Gitarın sapına baktığında gözleri irice açıldı. Gitarın sapında uzunlamasına Gökhan yazıyordu.

“Sen…” dedi fakat devamını getirmedi. Göksel’e baktı. Genç kadın gülümseyerek kendisine bakıyordu. “Sapında adımın yazdığı mavi bir elektro gitar demek. Tam da senin gibi ince düşünceli birinin alacağı hediye. Çok beğendim, çok teşekkür ederim.”

“Güle güle kullan,” dedi Göksel gülümseyerek. Ellerini yanaklarına yasladı. “Beğenmene sevindim. Biraz gecikmiş doğum günü hediyesi olarak da düşünebilirsin.”

“Çok incesin, teşekkür ederim.”

Gökhan sandalyesinden kalkıp Göksel’e uzandı ve genç kadının yanağına bir öpücük kondurdu.

“Rica ederim,” dedi Göksel.

“Anahtarlarımı hemen burada anahtarlığa takarım,” dedi Gökhan sandalyeye geri oturduğunda. “Magnetleri de eve gider gitmez buzdolabına yapıştırırım.”

“Buzdolabını her açtığında beni hatırlarsın artık.”

“Canıma minnet.”

Onun bu hızlı ve dürüst cevabı Göksel’i güldürdü.

“Benim de bir sürprizim var,” dedi Gökhan. “Sahneye bir bak bakalım.”

Göksel başını uzatıp Gökhan’ın arkasındaki sahneye baktı. Mikrofon ayağı, bar taburesi ve sahnenin arkasında duvara yaslanan gitar. Bej renkli bir akustik gitar.

“Yeni gitar mı aldın?” dedi Göksel şaşırarak.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Çalıştığım mağazadan bu çarşamba aldım. Ne zamandır bir akustik gitar istiyordum, şimdiye kısmetmiş.”

“Çok güzel görünüyor. Hayırlı olsun, güzel günlerde çal.”

“Teşekkür ederim. Bugün akustik gitarımla ilk kez sahneye çıkacağım ve şansa bak ki sen de buradasın. Beni ilk dinleyenlerden olacaksın.”

“Zamanlamayı iyi tutturmuşum desene.”

“Nokta atışı yaptın.”

O esnada Doğuş elinde iki menüyle masaya yaklaştı. “Buyurun bakalım gençler,” dedi.

Göksel bir menüyü eline alıp direkt olarak içecek kısmına baktı. Genç kadın içecekleri incelerken Gökhan’la Doğuş da sohbet ettiler.

“Ben bir limonata alayım,” dedi Göksel.

“İki olsun,” dedi Gökhan. “Başka bir şey ister misin?”

“Şimdilik limonata yeterli.”

Siparişleri alan Doğuş masadan uzaklaştı.

 “Henüz vaktimiz var,” dedi Gökhan telefondan saati kontrol ettikten sonra. “Bana tatilini anlatmaya ne dersin? Neler yaptın, nerelere gittin, nasıl geçti?”

“Anlatayım,” dedi Göksel. “Biraz uzun sürer, sahneye geç çıkman sorun yaratmasın.”

“Sıkıntı olmaz, sen anlat.”

Göksel ona üç haftalık Muğla tatilini başından sonuna kadar anlattı. Fethiye’de ailesiyle geçirdiği zamanı, ilçe içinde gezdiği yerleri, gittikleri diğer ilçeleri; Marmaris’i, Dalaman’ı, Datça’yı, Bodrum’u ve orada yaptıklarını anlattı. Bir sürü fotoğraf ve video çektiğinden bahsetti, telefonuna attığı birkaç fotoğrafı Gökhan’a gösterdi. Ailesiyle vakit geçirmenin kendisine ne kadar iyi geldiğini söyledi, onlarla birkaç anısını anlattı ve tüm bunları anlatırken gözlerindeki ışıltı o kadar yoğundu ki Gökhan genç kadının ailesini ne kadar sevdiğini ve onlara ne kadar değer verdiğini somut bir şekilde gördü. Genç adamın ailesiyle artık bir bağı yoktu, onlardan geriye sadece kötü hatıralar kalmıştı fakat Göksel’in sevgi dolu bir aileye sahip olmasına çok sevindi, onu can kulağıyla dinledi.

“İşte böyle,” dedi limonatasından bir yudum içen Göksel. “Deli dolu bir tatildi.”

“Gerçekten öyleymiş,” dedi Gökhan. “Anlattığın yerleri çok merak ettim, bir gün gidip görmek isterim.”

“Kesinlikle gitmelisin. Muğla ve ilçeleri çok güzel, mutlaka görülmesi gereken yerler. Özellikle Ölüdeniz ve Kelebekler Vadisi’ni kesinlikle ama kesinlikle görmelisin, cennetin ön gösterimi gibiler.”

“Oraların methini başka kişilerden de duydum. Umarım bir gün gidip görebilirim. Mezun olduktan sonra güzel ve uzun bir tatil yapmak istiyorum fakat yerine henüz karar veremedim, bakarsın Muğla’ya giderim.”

“Bence çok iyi bir fikir. Asla pişman olmazsın.”

“O zaman yaklaşınca bakarız.”

Gökhan masaya yaklaşan Doğuş’u fark edince dikkatini ona verdi. Doğuş ona yaklaştı ve kulağına doğru eğildi.

“Sohbetinizi balla bölüyorum fakat saat geçiyor,” diye fısıldadı. “Artık sahneye çıkman gerek. Birkaç müşteri sordu bile.”

“Tamam,” diye karşılık verdi Gökhan. “Birazdan kalkarım.”

Doğuş masadan uzaklaştı.

“Ne istiyorsan onu sipariş edebilirsin,” dedi Gökhan genç kadına bakarak. “Bu akşam benim misafirimsin, canın ne isterse onu söyle.”

“Teşekkür ederim.”

“Her zaman. Ben şimdi sahneye çıkıyorum, sen keyfine bak.”

“Bundan emin olabilirsin.”

Gökhan ona göz kırptıktan sonra ayağa kalktı ve mutfak tarafına ilerledi. Genç adam gözden kaybolduğunda Göksel sahnedeki gitarı inceledi, ardından boş sahnenin birkaç fotoğrafını çekti. O esnada Gökhan da tuvalet ihtiyacını giderdi, kısa bir ses açma ve parmak ısıtma egzersizi yaptı ve birkaç dakika sonra geri döndü.

Gökhan mutfak kapısını açıp dışarı çıktığında Göksel onu fark etti. Göz göze gelen ikili birbirine gülümsedi. Gökhan sahneye çıkıp gitarını aldı ve bar taburesine oturdu.

“Ses kontrol, deneme bir iki,” dedi mikrofona yaklaşıp. Göksel başparmağını havaya kaldırdığında Gökhan gülümsedi. “Anlaşılan sesim gayet iyi duyuluyor. O hâlde hepiniz hoş geldiniz ve umarım herkes için çok keyifli bir cumartesi akşamı olur.”

Boğazını temizleyen genç adam ilk şarkısına girdi. Bu akşamın ilk şarkısı olarak Madrigal grubunun Bambaşka şarkısını seçmişti. Bu şarkı çok severek dinlediği ve sözlerinde kendinden büyük parçalar bulduğu şarkılardan biriydi.

Göksel de bu şarkıyı severek dinliyordu ve Gökhan’ın akşamı bu şarkıyla açmasına sevindi. Gökhan ilk kıtayı söylerken sessizce ona eşlik etti, Gökhan nakarata girdiğinde de ona eşlik etmeyi sürdürdü.

“Yoldayım sonunda / Kaçmadım ama zordu yaşamak / Gülmeden nereye kadar / Belki başka yerlerde hayat var / Başka insanlar var.”

Gökhan nakaratı söylerken sık sık Göksel’e baktı, onun oturduğu yerde yavaşça dans ederek kendisine eşlik etmesini gülümseyerek izledi.

Başka yerlerde gerçekten de hayat vardı, başka insanlar vardı. Bambaşka insanlar. Güzel insanlar. İyi hissettiren insanlar. Önceden dinlerken buruk hissettiren şarkıları dinlemeyi keyifli hâle getiren insanlar.

Gökhan bu şarkıyı söylerken Göksel onun bir fotoğrafını çekti, genç adam son kez nakaratı söylerken de videosunu çekti. Onun kendisini çektiğini gören Gökhan nakaratı neredeyse tamamen ona bakarak söyledi. Genç kadına bir öykü anlattı, genç kadın da onu can kulağıyla dinledi.

Gökhan şarkıyı bitirdiğinde Göksel onu alkışladı, o da buna karşılık olarak reverans yaptı.

Genç müzisyen beklemeden akşamın ikinci şarkısına geçti. Duyduğu tanıdık melodi Göksel’in yüzüne hüzünlü bir gülümseme yayılmasına neden oldu.

Bu akşamın ikinci şarkısı Oyuncak Dünya’ydı.

Gökhan şarkının solosuna kadar olan sözlü kısmını her zamanki gibi yumuşacık ve duygu dolu bir sesle söyledi ve kusursuz bir gitar yorumuyla çaldı. Şarkının orijinalinde Çetin de bir akustik gitar çalıyordu, Gökhan’ın klasik gitarla yaptığı yorumlar da çok güzeldi fakat genç adam akustik gitarla bu şarkıyı çalarken sahnede daha da büyüdü.

“Ben de müzisyeni oynarım şimdi.”

Çetin’den daha tiz bir notaya çıkan Gökhan olağanüstü bir kontrolle sesini 11 saniye bu tiz notada tuttu. Genç adamın parıl parıl parlayan tiz sesi kafenin içinde yankılanırken birçok göz ona döndü.

Gökhan, Göksel’e kısa bir bakış attıktan sonra soloyu çalmaya başladı. Genç kadın pürdikkat onu seyrediyordu, onun yüzündeki ciddiyeti ve klavyenin üzerinde harikalar yaratan parmaklarını izliyordu. Müzik sihirli bir sanat dalıydı ve Gökhan’ın parmakları bu sihri en büyülü şekilde yapmak için yaratılmıştı.

 Şarkı bittiğinde Göksel’le beraber birçok kişi de Gökhan’ı alkışladı hatta birkaç tanesi ıslık bile çaldı.

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Duman’la devam ediyoruz.”

Gökhan akşamın üçüncü şarkısı olarak Elimdeki Saz Yeter Canıma’yı seçmişti. Genç adam şarkıya girdiğinde Göksel’in dikkati arttı. Bu şarkıyı daha önce dinlediğini hatırlamıyordu fakat Gökhan’ın yüzündeki yoğun ifade bu şarkının onda özel bir yeri olduğunu anlamasına yetti ve onu can kulağıyla dinlemeye başladı.

“Cebim delik / Başım açık / İçim ferah / Sazım yanık / En güzeli / Senin olsun / En yücesi / Sana kalsın / Aşk olsun / Gözün doysun.”

Şarkının bu kısımları oldukça sakin ilerledi. Ta ki Gökhan tiz bir sesle nakarata girene ve şarkıyı başka bir boyuta taşıyana kadar. Göksel tüylerinin diken diken olduğunu hissetti.

“Haykırmak için kudretin senin olsun / Kudurmak için şöhretin de olsun / Saldırmak için servetin senin olsun / Yalvarmak için Allah’ın senin olsun.”

Nakaratı gözleri kapalı söyleyen Gökhan, nakarat bitince gözlerini açtı. Gözleri Göksel’le buluştu. Genç kadın pürdikkat kendisini dinliyordu ve yüzünde şarkının getirdiği bir durgunluk vardı. Birbirlerine anlayışla baktılar, yüzlerinde hiçbir değişim olmadı fakat bakışları her şeyi anlattı.

Kısa bir gitar kısmından sonra Gökhan yeniden nakaratı söylemeye başladı. Genç müzisyenin gözleri sıkı sıkıya kapalıydı, başı dikti ve şarkıyı o kadar hissederek söylüyordu ki bu tutkulu yorumu müşterilerin büyük kısmının ilgisini çekmişti.

Gökhan gözlerini açtı ve şarkının onun için can alıcı olan yerini söylemeye başladı: Şarkının kapanışını.

“Benim / İçimdeki aşk elimdeki saz,” derken gitara baktı. Elindeki saz aynı zamanda içindeki aşktı. “(Ah) Elimdeki saz içimdeki aşk / (Ah) İçimdeki aşk elimdeki saz…”

Gökhan başını kaldırıp Göksel’e baktığında genç kadını gülümseyerek kendisini izlerken buldu. Bu kısmı dinleyen genç kadın bu şarkının onun için ne anlama geldiğini anlamıştı.

“Ah!” diye son bir kez bağırdı Gökhan. “Elimdeki saz yeter canıma.”

Elindeki sazının tellerine zarif hareketlerle dokunup hoş bir melodi yarattı ve şarkıyı bitirdi.

Göksel ve birkaç kişi onu alkışladığında başını eğerek seyircilerini selamladı. Dördüncü şarkısına geçmeden önce ayak ucunda duran su şişesine uzanıp bir yudum su içti, bu esnada Göksel de limonatasından büyük bir yudum aldı.

Gökhan gitarının kucağında duruşunu düzeltti; sol elini çalacağı şarkının perde aralığına getirdi, sağ eliyle de penasını tellere vurmaya başladı ve aynı anda şarkıya girdi.

“Sen söylediğim en güzel şarkısın,” derken bakışları Göksel’le birleşti. “Çaldığım en güzel gitar / Hevesli esaretim / Cahil cesaretim / Sen söylediğim en güzel…”

Göksel ona gülümsediğinde Gökhan da güldü ve başını eğip birinci kıtadan önceki gitar kısmını çalmaya başladı. Göksel birkaç gözün üzerinde olduğunu hissetse de ne onlara baktı ne de onların kendisine bakmasından utandı, bakışlarını Gökhan’dan ayırmadan genç adamı izlemeye devam etti.

Gökhan şarkının ilk kıtasını söylemeye başladığında bakışlarını yeniden Göksel’e çevirdi. Şarkı sayesinde kafenin içine romantik bir hava yayılmıştı ve ikili arasındaki bu bakışma ortamdaki duyguların zirve noktasına ulaşmasıydı. Gökhan nakarata girdiğinde Göksel ona eşlik etti. Şarkıyı birbirlerinin gözlerinin içine bakarak söylediler.

Şarkının ikinci kıtasında arka masada oturan bir grup üniversiteli telefonlarının flaşını açıp yavaşça sallamaya başladı. Grup Gökhan’ın ilgisini çekti ve genç müzisyen gülümseyerek onlara baktı. Bu simalar ona hiç de yabancı gelmiyordu. Onları burada daha önce görmüştü.

Gökhan nakaratı yine Göksel’e bakarak söyledi, Göksel de ona eşlik etti ve şarkının sonunu birlikte getirdiler.

İçeride bir alkış ve ıslık tufanı koptu.

“Bu şarkının muhteşem bir parça olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz anlaşılan,” dedi Gökhan gülerek. “Kısa bir moladan sonra devam edeceğim. Teşekkürler.”

Gökhan bar taburesinden kalkıp, gitarını duvara yaslarken masada oturan Göksel derin bir nefes aldı. Genç adamın bu parçadan sonra mola verip yanına gelmesini hiç beklemiyordu.

“Selam,” dedi Gökhan onun karşısına oturduğunda.

“Selam,” diye karşılık verdi Göksel. “Şarkı seçimlerin muazzam ve elbette performansın da öyle.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan genişçe gülümsedi. “O zaman keyifli vakit geçiriyorsun?”

“Daha iyi bir cumartesi akşamı düşünemezdim.”

“Ne tesadüf, ben de öyle.” Kollarını masaya yaslayıp öne doğru eğildi ve Göksel’e yaklaştı. “Yeni gitarım hakkında ne düşünüyorsun? Performansını sevdin mi?”

“Gitardan anladığım söylenemez ama duyduğum şeyi çok sevdim. Tabii bunda o gitarı senin gibi bir profesyonelin çalmasının da etkisi çok büyük.”

Gökhan başını yere eğip güldü. “Üç haftalık ayrılıktan sonra bana sürpriz yaparak buraya geldin,” dedi yeniden ona baktığında. “Karşımda çok güzel bir elbiseyle oturup gözlerimi kamaştırırken bir de bana böyle olağanüstü şeyler söylüyorsun ve ben o kırmızı yanaklarını tekrar tekrar öpmek istiyorum.”

“Eğer sen de böyle şeyler söylersen yanaklarımın kırmızı olmasının tek nedeni güneşte yanmış olmaları olmaz.”

“Bu akşam tek nedenin bu olmadığını anlayacak kadar utandığını gördüm Gök.”

“Gözünden hiçbir şey kaçmıyor değil mi?”

“Asla. Öpeyim mi?”

“Cık,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Biraz da senin renk değişimlerini görelim Gök.”

“Bak ya,” dedi Gökhan başını sağa yatırarak. “Öyle olsun. O zaman ben sahneye geri dönüyorum?”

“Bol şans.”

Gökhan sandalyeden kalktı, Göksel onun uzaklaşacağını düşündü fakat genç adam bir elini masaya koyup kendisine doğru eğildi.

“Benim de kızardığımı görmek istiyorsan,” diyen Gökhan işaret parmağıyla yanağına dokundu. “Tam şurayı öpebilirsin. Sahnede biraz allık fena durmaz.”

“Düşüyor mu böyle?” diye sordu Göksel.

“Bilmem, sonucu görmek için denemeye ne dersin?”

“Çok uyanıksın,” dedi Göksel gülerek. “Deneyelim bari.”

Göksel ona uzanıp ufacık bir öpücüğü onun kısa sakallarının üstüne kondurduğunda Gökhan gülümsedi.

“Hiç utanmışa benzemiyorsun,” dedi Göksel ona bakarak. “Aksine çok hoşuna gitmiş gibi.”

“Çünkü çok hoşuma gitti,” dedi Gökhan sırıtarak. “Kızarırsam da bu utandığımdan değil, heyecandan ateş bastığından olur.” Boğazını temizledi. “Görüşürüz.”

Gökhan arkasını dönüp sahneye yürüdüğünde Göksel onun arkasından gözlerini kısarak baktı, ardından gülümsedi.

“Deli bu çocuk,” diye düşündü. “Ve beni de delirtiyor.”

Gökhan sahneye çıkıp taburesine oturdu ve gitarını yeniden kucağına aldı. “Aslında bu parça bu akşamın şarkı listesinde yoktu,” diye konuştu. “Ama beklenmedik bir olay yaşadım ve bu akşam bu şarkıyı çalmak zorundayım. Sıradaki şarkı Yaşlı Amca’dan Giderdi Hoşuma.”

Gökhan karşı masada oturan Göksel’e baktığında onunla göz göze geldi; kendisine gülümseyerek bakan genç kadına göz kırptı ve şarkıya girdi, Göksel de ona eşlik etti. Şarkı popüler bir şarkıydı, bu yüzden şarkıyı diğer müşteriler de söyledi; özellikle nakarat kısmında kafenin içi oldukça gürültülüydü.

“Dalgalarla demlenirdik,” satırıyla başlayan ikinci kıta kısmında Gökhan yeniden Göksel’e baktı. Genç kadının cep telefonu elindeydi ve onu videoya çekiyordu. Gökhan sonraki satırı gülümseyerek söyledi: “Tuz kokardı şarkılar.”

Gökhan, Göksel’e göz kırptığında Göksel güldü.

Göksel’in Gökhan’ı bu şarkıyı çalarken ilk kez dinlediği akşamdan üç ay sonrasındaydılar. Yine Parça Kafe’deydiler; Gökhan yine sahnedeydi, Göksel yine masadaydı ama bunun dışında her şey çok farklıydı. Bu şarkı artık sıradan bir şarkı değildi, ikisi için de büyük bir anlamı vardı; Gökhan bu satırı Göksel’in gözlerine bakarak söylüyordu, Göksel bunun ne anlama geldiğini biliyordu.

Artık birbirini tanımayan iki yabancı değillerdi, şimdi birbirlerinin hoşuna gidiyorlardı.

Gökhan pek çok şarkı çaldı ve sahnede önceki sefere göre çok daha uzun durdu. Kafedeki tüm masalar dolmuştu, bu insanların buraya gelme nedenlerinden en büyüğü de canlı müzik dinlemekti ve işi sahne almak olan Gökhan içerisi bu kadar kalabalıkken her ne kadar Göksel’le vakit geçirmek istese de sahneden inmedi. Göksel hemen önündeki masada oturuyordu ve pürdikkat onu izliyordu, onunla sohbet edemese de onunla şarkı sözleri aracılığıyla konuştu.

Saatler dokuzu geçerken Gökhan yine ara verdi. Sahneden inen genç adam Göksel’in oturduğu masaya yaklaştı ama oturmadı.

“Ben bir lavaboya gidip geleceğim,” dedi. “Sonra yanına gelirim.”

Göksel onu onayladı.

Gökhan lavaboya gittiğinde Göksel de sosyal medya hesabına girdi. Ana sayfasında yeni paylaşımlar vardı, Gökhan dönene kadar onlara baktı. Birkaç dakikayı hesabında geçirdikten sonra omzunda bir el hissetti, hemen ardından Gökhan yanından geçip karşısına oturdu.

“Akşamın nasıl gidiyor?” diye sordu Gökhan. “Sıkılmıyorsundur umarım.”

“Hayır,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Elbette sıkılmıyorum, aksine çok iyi vakit geçiriyorum. Şarkı seçimlerin çok iyi ve bu güzel şarkıları senin gibi iyi bir müzisyenden dinlemek çok keyifli.”

“Teşekkür ederim, bunu duyduğuma sevindim.” Gökhan boş masaya baktı. “Sana frambuazlı pasta ve mocha ısmarlayayım. İkisi de çok güzeldir.”

“Olur.”

Gökhan köşede duran Doğuş’u çağırdı. “Bir frambuazlı pasta ve iki tane de mocha istiyoruz,” dedi. “Pasta var değil mi?”

“Var,” diye onayladı Doğuş.

“Servis iki kişilik olsun,” dedi Göksel. Gökhan’a baktı. “Beraber yeriz.”

“Tamam. Başka bir isteğiniz var mı?”

“Şimdilik bu kadar,” dedi Gökhan. “Biraz hızlı getirirsen çok makbule geçer, malum sahneye çıkacağım.”

“Ne demek efendim, hemen getiriyorum.”

“Eyvallah kardeşim.”

Siparişleri alan Doğuş masadan uzaklaştı.

“Bu akşam da kadrajına giriyorum,” dedi Gökhan. “Neler çektiğine bakabilir miyim?”

“Tabii ki,” diyen Göksel telefonunu eline aldı ve galerisine girdi. “Sola doğru gidersen hepsini görürsün.”

Göksel telefonunu Gökhan’a uzattığında Gökhan telefonu alıp masaya koydu ve Göksel’in çektiği fotoğraflarla videoları incelemeye başladı. Bir süre ikisi de konuşmadı.

“Telefondan bile bu kadar iyi fotoğraf çekmen ne kadar usta bir fotoğrafçı olduğunu kanıtlıyor,” dedi Gökhan başını kaldırıp ona bakarak. “Apple marka telefonların kameraları zaten iyi oluyor ama kamerayı kullanan senin gibi bir profesyonel olunca ortaya enfes sonuçlar çıkıyor. Ellerine sağlık.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Seni çekmeyi seviyorum, bence çok fotojeniksin ve enerjini de kameralara yansıtıyorsun.”

Aldığı bu hoş iltifatlar Gökhan’ı güldürdü. “Teşekkür ederim,” dedi. “Fotojenik olduğumu pek düşünmüyorum, bence tüm olay fotoğraflarımı çeken kişinin sen olmasından kaynaklanıyor.”

“Hayır, bu doğru değil. Fotojeniksin, doğalsın, iyi bir enerjiye sahipsin ve bunlar fotoğrafları başka bir boyuta taşıyor.”

“Gururum okşandı.”

Gökhan bu akşam çekilen ilk fotoğrafa baktığını bilmeden parmağını yeniden kaydırdı ve ekranda Göksel’in dün yoldayken çektiği bir fotoğraf belirdi.

“Hey!” dedi Gökhan. “Burayı biliyorum.”

Gökhan başını kaldırıp Göksel’e baktığında genç kadın yüzündeki utangaç ifadeyi değiştirdi.

“Dün dönerken çektim,” diye cevap verdi Göksel. “Merdivenköy’den geçiyorduk, aklıma geldin.”

“Ben burada oturduğum için fotoğrafını çektin yani?”

“Olabilir,” dedi Göksel. Genç kadının yanakları kızarmıştı. “Sana gösterecektim ama gerek kalmadı.”

“Kendim görmüş oldum ama isteyerek yapmadım, yani galerine bakıyordum biliyorsun ve yine bu akşamki fotoğraflardan birinin çıkacağını düşündüm.”

“Farkındayım, sorun değil.”

“Neden bu yoldan gittiniz ki? Köprüden geçmediniz mi?”

“Hayır, annemler köprü trafiğine girmek istemedi ve biz de Avrasya Tüneli’ni kullandık.”

“Anladım. İyi yapmışsınız, zaten yol yorgunu olmalıydınız ve hemencecik evinize gitmek istemişsinizdir.”

“Evet, aynen böyle oldu.”

“İyi bakalım,” diyen Gökhan telefonu sahibine uzattı. “Fotoğrafları ve videoları bana da gönderir misin?”

“Gönderirim elbette,” dedi Göksel. Galerisinden çıkıp ekranı kilitledi. “Sen sahneye çıktığında link oluştururum, sonra da sana gönderirim.”

“Çok makbule geçer.”

Mutfaktan çıkan Doğuş’un elindeki tepside frambuazlı pasta ve iki mocha vardı. Genç garson ikilinin oturduğu masaya ilerledi.

“Bu pastanız,” deyip tabağı masaya bıraktı. “Bunlar da kahveleriniz ve servisleriniz.”

“Gerçekten hızlı bir teslimat oldu,” dedi Gökhan. Onun kolunu sıvazladı. “Teşekkür ederiz.”

“Lafı bile olmaz. Afiyet olsun gençler.”

“Teşekkürler,” dedi Göksel.

Doğuş onu başıyla selamladıktan sonra uzaklaştı.

“Pasta çok iyi görünüyor,” dedi Göksel. “Hadi tadına bakalım.”

Göksel pastanın kenarından küçük bir parçayı çatalıyla aldı ve yedi. Genç kadın başını olumlu anlamda sallarken Gökhan da ona bakıyordu.

“Çok taze ve lezzetli, beğendim. Teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun,” dedi Gökhan. “Frambuaz seviyorsun sanırım?”

“Evet, genel olarak kırmızı meyveleri severim. Sen?”

“Ben de severim. Biraz yiyeyim.”

“İstediğin kadar ye lütfen, ben zaten hepsini bitiremem.”

Gökhan pastadan yerken Göksel de kahveden içti. Mocha da güzeldi.

“Buranın yiyecek ve içecekleri gerçekten iyi,” dedi Göksel. “Ne yiyip içtiysem hepsini beğendim.”

“Güzeldir,” diye onayladı Gökhan. “Burada çalışıyorum diye demiyorum ama malzemeleri iyi yerlerden alıyorlar ve yiyeceklerle içecekleri de işinin ehli insanlar hazırlıyor. Bu yüzden bu kadar sevilen bir kafe zaten, diğer işletmelere göre biraz daha uygun fiyatlı ve çok daha lezzetli bir menüsü var.”

“Ve muhteşem bir sahne sanatçısı.”

“Bak ya,” dedi Gökhan gülerek. “Beni hazırlıksız yakaladın. Yine.”

“Bir anda iltifat edince yüzünün aldığı şekli görmeyi seviyorum,” diyen Göksel kaşlarını kaldırdı, gözlerini irileştirdi ve başını da dikleştirdi. “Aynı böyle kalıyorsun.”

“Bu kadar muhteşem göründüğümü düşünmüyorum,” dedi Gökhan gülümseyerek onun yüzüne bakarken. Elini uzatıp Göksel’in masadaki elini tuttu. “French mi deniyordu?”

“Evet,” diye onayladı Göksel.

“Çok yakışmış.”

“Bu akşam için yaptım.”

“Yani benim için,” dedi Gökhan. Onun elini kaldırıp dudaklarına götürdü ve genç kadının elinin üzerine bir öpücük kondurdu.

“Vay,” dedi Göksel gözlerini kırpıştırarak. “Çok zarif bir hareket oldu.”

“Senin gibi zarif bir kadına yakışacak türden.”

“Çok tatlısın,” diyen Göksel ona doğru eğildi. “Sen ve bize baktığını bildiğim insanlar bu akşam beni çok utandırıyor ama o kadar mutluyum ki bunu göz ardı edebiliyorum. Evet, utangaç biriyim ama yanındayken öylesine mutlu oluyorum ki utansam da beni mutlu eden bu şeyleri yapmaya devam ediyorum.”

“Boş ver insanları,” dedi ona yaklaşan Gökhan. “İnsan etrafta hiç kimse yokmuş gibi yaşayınca hayatın tadını çıkarabiliyor. Şu an buradayız, yan yanayız, mutluyuz ve diğer insanların bize bakmasının, hakkımızda konuşmasının ya da ne düşündüğünün hiçbir önemi yok.” Göksel’in bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırıp parmaklarının tersiyle onun yanağını okşadı. “Senden ve seninle yaptığım her şeyden çok hoşlanıyorum, beni ilgilendiren tek şey bu.”

“Ha?”

Göksel birkaç saniye şaşkınca ona baktıktan sonra gülümsedi, Gökhan da gülümsedi.

“Benden hoşlandığını söyledin,” dedi Göksel.

“Çok hoşlandığımı söyledim,” diye düzeltti Gökhan. “Dövme yaptırdığım gün de hoşuma gittiğini söylemiştim.”

“Evet ama bu daha farklı, bana itirafta bulundun resmen.”

“Senden çok hoşlanıyor olmamdan çok hoşlanmış gibisin.”

“Bak, yine söyledin.”

“Senden çok hoşlanıyorum,” diye tekrar etti Gökhan. “Üç oldu ve emin ol, bunu söylemeye devam edebilirim.”

Göksel güldüğünde Gökhan elini çenesine yaslayıp karşısındaki güzel yüze baktı. Göksel’in beyaz dişleri yüzünü süslüyordu, kaşlarının ucu güldüğü için biraz aşağı düşmüştü; masmavi gözleri kısılmış ve çevresi kırışmıştı, yanakları da normalden daha kırmızıydı.

“Bana bir sürü güzel şey söyledin,” dedi Göksel. “Ama bu en güzeliydi.”

“En güzel deniz: / henüz gidilmemiş olandır,” dedi Gökhan, Nâzım Hikmet’in şiirini okumaya başlayarak. “En güzel çocuk: / henüz büyümedi. / En güzel günlerimiz: / henüz yaşamadıklarımız. / Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: / henüz söylememiş olduğum sözdür.” (Nâzım Hikmet, 24 Eylül 1945)

“Nâzım Hikmet,” dedi Göksel gülümseyerek. “Güzel bir cevap oldu, biraz da romantik. Şiir sevdiğini bilmezdim.”

“Çok severim,” diye cevap verdi Gökhan. “Özellikle Nâzım’a bayılırım. Bir kadının gözlerinin içine bakarak Nâzım’ın satırlarını okumanın nasıl bir duygu olacağını düşünürdüm, bu akşam sayende cevabımı aldım.”

“Nasıl bir duyguymuş?”

“Eşsiz bir duygu, gerçekten öyle. Hayatımda ilk defa bir kadına şiir söyledim, güzel bir duygu ama bunu bu kadar basit tarif etmek haksızlık olur; bu yüzden eşsiz diyorum.”

“Göründüğünden çok daha romantik ve ince bir delikanlısın Gökhan Uygur.”

“İçimdeki romantik ve ince tarafı ortaya çıkaran bir kadınsın Göksel Dinçer.”

“O zaman bize,” dedi Göksel kupasını kaldırarak. “Şampanya ya da şarap olsa daha uygun olurdu ama elimizdekiyle yetineceğiz.”

Gökhan da gülerek kendi kupasını kaldırdı. “Bize,” dedi. “Pişti Lakaplılar’a.”

“Unutmamışsın.”

“Asla.”

İkisi de gülümseyerek kahvelerinden büyük birer yudum içtiler.

“Seninle oturmayı çok seviyorum ama bu kadar ara yeter,” dedi Gökhan. “Yeniden sahneye çıkmalıyım. Sen keyfine bak, canın bir şeyler isterse sipariş etmekten çekinme lütfen. Seni en iyi şekilde ağırladığımı bilmek istiyorum.”

“Zaten en iyi şekilde ağırlıyorsun, teşekkür ederim.”

“Her zaman.”

Kahvesini bitiren Gökhan yeniden sahneye çıktı. Gitarını kucağına yerleştiren genç adam moladan sonraki ilk şarkısını çalmaya başladı. Hayatta olan müzisyenler arasından favorisi olan Batuhan Mutlugil’in çıkardığı solo albümünden Sürgün adlı şarkıyı söyleyecekti. Gökhan, Batuhan’ın şarkı sözlerini oldum olası çok sevmişti fakat bu şarkının yeri çok ama çok ayrıydı.

Gökhan şarkının ilk kıtasını söylerken Göksel dikkatle onu dinledi. Şarkıyı ilk kez duyuyordu ama şarkıyı sevmişti ve Gökhan’ın duygu dolu yorumundan çok etkilenmişti. Bu şarkının da genç adam için çok şey ifade eden parçalardan biri olduğunu hemen anladı.

“Bir ben sürgün, her nefeste sancı,” diye şarkının nakaratına girdi Gökhan. “Allah’ım yok hâlim yaman, her yer karanlık / Bir ben sürgün, her nefeste sancı.” Derin bir nefes alan genç adam karşı masadaki Göksel’e baktı. “Bağlasan durmam bu yerde, ben bir yabancı.”

Başını eğip şarkının müzikli kısmını çaldı. Şarkı başından sonuna kadar aynı yavaş tempoda ilerliyor, insana huzur veriyordu. Orijinal parçada Mutlugil elektro gitar çalsa da akustik gitar yorumu da şarkının dinlemesi keyifli olan farklı bir versiyondu.

Gökhan ikinci kıtadan sonra yeniden nakarata girdiğinde Göksel onun yine videosunu çekti. Genç adamın olağanüstü gitar performansı, yumuşacık bir sesle yaptığı güzel yorumu ve şarkının ruhuna uygun olarak takındığı hüzünlü yüz ifadesi kesinlikle kaydedilmeye değerdi.

Gökhan parçayı bitirdiğinde Göksel onu alkışladı. Genç müzisyen ona bir reverans yaptıktan sonra diğer şarkıya geçti. Tanıdık müziği duyan Göksel gülümsedi. Sıradaki şarkı Bodrum Gecesi Yüzünden’di.

“Hiç şarkı yazamadım,” diye nakarata giren Gökhan’a Göksel eşlik ediyordu. “Bodrum gecesi yüzünden / Zaman sanki geçmemiş gibi / Neden?”

Gökhan gitarı gülerek çaldı. Bu parça da normalde bu akşamın çalma listesinde yoktu fakat Göksel buraya geldiği için çalmak istemişti. Genç kadının gülümseyerek kendisini izlemesi ve eşlik etmesi bunun ne kadar iyi bir karar olduğunun kanıtıydı.

“Çok yalnızdım / Kimselerle konuşmadım,” derken yeniden Göksel’e baktı ve genç kadını kendisini izlerken buldu. Göksel şarkının devamını onunla beraber söyledi: “Bodrum geceleri / Senden güzel değildi.”

Gökhan şarkının solosunu çalarken durmadan sırıttı, onun sırıttığını gören Göksel de gülümseyip durdu. Gökhan’ın kendisine hissettirdiği her şeyi seviyordu.

22.30’a kadar onlarca şarkı söyleyen Gökhan için bir cumartesi akşamı daha bitmek üzereydi. Şişenin dibindeki suyu kafasına diken genç müzisyen doğruldu, gitarını düzeltti ve mikrofona yaklaştı.

“Artık akşamın sonuna geldik,” dedi. Sesi biraz yorulmuştu ama idare ediyordu. “Bu akşamın son şarkısı Yaşlı Amca’dan Hoş.”

Göksel’le göz göze gelen genç adam ona göz kırptıktan sonra şarkıya girdi. Şarkının giriş müziğini çalarken yerinde yavaşça sallandı, onu dinleyen Göksel de başını yavaşça hareket ettiriyordu. Genç kadın bu grubu severek dinliyordu ve bu şarkıları da sevdiği parçalardan bir tanesiydi.

“Sen ne kadar hoş olduğunun farkında mısın?” diye şarkıya giren Gökhan bu satırı Göksel’e bakarak söyledi. “Işık olsun ya da loş.” Gökhan başını sol omzuna doğru eğip kaşlarını kaldırdığında Göksel gülümsedi. “Ben ne kadar boş konuşsam / Pür dikkat dinliyorsun / Niye böyle oluyor yazdığımda yükseliyor.”

Gökhan nakarata girdiğinde Göksel de ona eşlik etti.

“Bence sen kimseye söyleme, söyleme / Ben söylerim, ben söylerim.”

Gökhan kısa gitar kısmını çalarken sadece dudaklarını oynatarak, “Ben söyledim,” dedi. “Sen?”

Onun ne dediğini anlayan Göksel eliyle ağzına hayali bir fermuar çekti.

“Darmadağınsın beni bu kadar anlayamazsın / Saçma sapan cümlelerin sende bir anlamı var.” Gökhan bu kısmı söyledikten sonra gülümsedi. “Duyuyor musun ne güzel geldiğini / Özgürüz diye / Doğru zamanda / Doğru kişi / Sen misin?”

Orijinal şarkıda vokalist sen ve misin arasında biraz duraklıyor ve misin kelimesini sonunu uzatarak söylüyordu. Gökhan da sen kelimesini Göksel’e bakarak söyledi, ardından kaşlarını kaldırıp misin dedi ve gözlerini kapatarak kelimeyi uzattı. Genç müzisyen nakaratı söylerken Göksel ona yine eşlik etti, oturduğu yerde yavaşça sallanarak dans eden genç kadını Gökhan gülümseyerek izledi.

Bir gün onunla kesinlikle dans etmeliydi.

Gökhan her ne kadar sesi yorulmuş olsa da şarkının sonunda güzel bir performans sergiledi ve şarkıyı boğazını sıkıp sesini kirleterek ve bağırarak kapattı. Göksel ve birkaç müşteri onu alkışladı.

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan öne eğilip onları selamlayarak. “Bugünlük benden bu kadar. Hepinize iyi akşamlar.” Mikrofon ayağını kenara koyup Göksel’e baktı. “İki dakika burayı toparlayayım, yanına geleceğim.”

“Yardım lazım mı?” diye sordu Göksel.

“Teşekkür ederim ama ben hallederim.”

Gökhan gitarını çantasına koydu, tabureyle mikrofon ayağını sahnenin en arka kısmına yerleştirdi; boş su şişesini çöpe attı ve çantasını alarak sahneden indi.

“Mükemmel bir performanstı,” dedi Göksel, genç adam karşısına oturduğunda. “Eline, ağzına, yüreğine sağlık. Çektiğim tüm fotoğraf ve videoların linklerini de gönderdim.”

“Teşekkür ederim, beğenmene çok sevindim.”

“Şimdi ne yapalım? Yorulduysan biraz dinlen istersen.”

“Yo, yorgun değilim ama buradan kalktıktan sonra eve gideceksen kafe kapanana kadar oturabiliriz.”

Göksel güldü. “Hayır, gitmeyeceğim. Daha buradayım.”

“Oh, iyi o zaman. Ne yapmak istersin? Sana uyarım.”

“Biraz deniz havası alabiliriz,” dedi Göksel yumruğunu çenesine yaslayarak. “Mesela Moda’ya inebiliriz, hatırlıyorsan bunun muhabbetini yapmıştık; sana dondurma ısmarlarım.”

“Hatırlıyorum,” dedi Gökhan başını sallayıp. “Güzel bir plan, hadi yapalım.”

“O zaman istikamet Moda Sahili.”

İkili ayaklandı. Gökhan, Göksel’in hediyelerini gitar çantasının ön gözüne koydu ve çantayı sağ omzuna taktı; Göksel de kendi beyaz çantasını omzuna astı. Gökhan kasada hesabı öderken ikilinin yanına Doğuş geldi.

“Gidiyor musunuz?” diye sordu genç adam.

“Aynen,” dedi Gökhan. “Bugünlük bu kadar. Haftaya görüşürüz.”

İki arkadaş tokalaştı.

“Seni de yine bekleriz Göksel,” dedi Doğuş. “Tanıştığıma memnun oldum.”

Doğuş ona elini uzatınca Göksel onunla tokalaştı.

“Ben de memnun oldum,” dedi genç kadın. “Gökhan burada sahne alıyor, yani yine mutlaka uğrarım. Kendine iyi bak.”

“Sen de kendine iyi bak. Görüşmek üzere.”

Göksel ve Gökhan onunla vedalaştıktan sonra kafeden ayrıldılar.

“Yürüyelim mi?” diye sordu Gökhan. “Yakın zaten.”

Göksel araba anahtarını gösterdi. “Daha iyi bir fikrim var.”

“Arabayla mı geldin? Tamam o zaman.”

“Üç haftalık muhteşem Muğla tatilinden sonra İstanbul’un cumartesi toplu taşıma yoğunluğunu çekmeyi hiç istemedim. Araba hemen şurada.”

Beraber biraz ileride duran beyaz arabaya ilerlediler.

“Arabayı çıkarayım,” dedi Göksel. “Sen de ondan sonra binersin.”

Göksel arabaya binip arabayı çalıştırdı ve park ettiği duvar kenarından çıkardı. Biraz ileride bekleyen Gökhan’a doğru sürdü ve genç adamın önünde durup kapıyı içeriden açtı.

“Atla.”

Gökhan yolcu koltuğuna otururken kendi kendine güldü. “Şoför koltuğunda ayrı bir çekici oluyorsun,” dedi ona bakarak. “Atlaymış. Atladım.”

“Bu koltuğun ayrı bir büyüsü var, ondandır. Gitar çantanı arkaya bırakabilirsin, sonra emniyet kemerini takmayı unutma lütfen.”

Gökhan gitar çantasını arka koltuğa uzunlamasına koyduktan ve kemerini taktıktan sonra Göksel gaza bastı. Arabanın içinde Göksel’in parfümünün çiçeksi kokusu geziniyordu. Gökhan bu tatlı kokuyu içine çekip gülümsedi.

“Şarkı açsana,” dedi Gökhan. “Bu akşam biraz da senin sevdiğin parçaları dinleyelim.”

“Olur,” dedi Göksel. Telefonunu araca bağlayıp müzik dinlediği uygulamaya girdi. Bir süredir dinlerken Gökhan’ı düşündüğü bir şarkı vardı, onu açtı. “Dinleyelim.”

Radyonun ekranına bakan Gökhan ekranda Demi Lovato, Nightingale yazdığını gördü.

“Bülbül,” dedi genç adam Göksel’e bakarak. “Bülbül demekti değil mi?”

“Evet,” dedi Göksel ona kısa bir bakış atarak. “Güzel şarkıdır.”

Kısa bir piyano girişinden sonra Demi’nin sesi duyuldu. Şarkıyı dinlerken Gökhan’ın odak noktası şarkının sözleri oldu, şarkının adının bülbül olması genç adamın dikkatini çekmişti ve şarkıcı nakarata girince sözler tam da genç adamın beklediği yöne doğru evrildi.

Can you be my nightingale? (Bülbülüm olur musun?)

Sing to me, I know you’re there (Bana şarkı söyle, orada olduğunu biliyorum)

You could be my sanity (Akıl sağlığım olabilirsin)

Bring me peace (Bana huzur getir)

Sing me to sleep (Uykuya dalmam için bana şarkı söyle)

Say you’ll be my nightingale (Bülbülüm olacağını söyle)

Sözleri anlayan Gökhan gülümseyerek Göksel’e bakınca, genç kadının da gülümseyerek yola baktığını gördü.

“Güzel şarkıymış,” dedi Gökhan. “Sevdim.”

“Öyledir,” dedi Göksel ona kısa bir bakış atarak. “Demi’yi ve şarkılarını genel olarak severim, bu şarkısı da en sevdiklerimden biri.”

Beraber şarkıyı dinlediler. Trafik vardı fakat çok kötü de değildi, birazdan Moda Sahili’ne varmış olurlardı.

Bu şarkı bitince Göksel başka bir şarkı açtı. Ekrana bakan Gökhan Ed Sheeran’ın Photograph şarkısının çaldığını gördü.

“Adı fotoğraf olan bir şarkı dinlemek tam da senden beklenirdi,” dedi genç adam.

“Bu adamın bütün şarkılarını dinliyorum,” diye cevap verdi Göksel. “Çok sevdiğim bir müzisyendir, bu şarkısı da tahmin edeceğin üzere en sevdiğim şarkısıdır. Sözleri çok nahif, çok dokunaklı ve özel. Benim için bir şeyler ifade ediyor.”

“İnternetten sözlerine bakmamda bir sakınca olmaz değil mi?”

“Elbette olmaz.”

Gökhan kendi telefonundan bu şarkının sözlerini arattı, karşısına çıkan sözleri okuyan genç adamın yüzünde bir gülümseme oluştu ve her bir satırla bu gülümseme gittikçe genişleyerek bir gülüşe dönüştü. Ara sıra ona bakan Göksel’se başlarda gergin olsa da genç adamın gülümsediğini görünce rahatlayarak gülümsedi.

“Uzaklarda olduğumda beni nasıl öptüğünü hatırlayacağım,” diye dile getirdi Gökhan şarkının kapanışındaki satırları. “Telefondan şöyle fısıldadığını duyuyorum: ‘Eve dönmemi bekle.’”

Gökhan başını çevirip Göksel’e baktığında Göksel de ona döndü. Trafik tıkandığı için diğer araçlar gibi onların olduğu araç da duruyordu ve öndeki arabanın kırmızı far ışıkları yüzlerine vuruyordu.

“Tanıdık geldi,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Hatırladın mı?”

“Hiç unutmadım,” diye cevap verdi Göksel.

Gökhan gülerek başını koltuğun arkasına yasladı. “Ben de,” diye mırıldandı. Elini kaldırıp Göksel’in yanağında öptüğü yere dokundu ve başparmağıyla okşadı. “Bir an bile.”

Göksel başını onun eline doğru eğip yanağını avcuna bastırdı. Bu dokunuşta saf şefkat vardı, güven vardı, sevgi vardı. Hissedebileceği en güzel hislerin hepsi genç adamın parmaklarının ucundaydı.

Arkadaki aracın korna çalmasıyla bulundukları ana geri döndüler. Bakışlarını yola çeviren Göksel öndeki arabanın hareket ettiğini gördü.

“Zıkkımın kökü,” diye homurdandı Gökhan. “Ne acelen var kava-rdeşim?”

“Neyin neyin?” dedi Göksel gülerek. Aynı anda gaza basıp aracı hareket ettirdi.

“Bir an sinirlendim,” dedi Gökhan. “Biraz beklese ne olacak sanki? Hemen kornaya asılıyor.”

“Hakaret ettiğini duymadım da demem.”

“Benim gibi bir beyefendiyi bile çıldırtıyorlar işte. Yarım bıraktırılan anımıza sahilde devam edelim mi?”

“Bilmem, edelim mi?”

Göksel ona muzip bir bakış attığında Gökhan güldü.

“Sen yok musun sen?” diye mırıldandı. “Bunu sahilde konuşuruz.”

Şarkı bittikten sonra Göksel yeni bir şarkı açtı, bu seferki şarkı Türkçeydi ve Can Koç’un Çak Ateşi adlı parçasıydı.

Gökyüzünü Tutamam’ı söyleyen adam mı?” diye sordu Gökhan.

“Ta kendisi,” dedi Göksel. “O şarkısı çok popüler ama bence bu şarkısı çok daha güzel.”

“Dinleyelim bakalım.”

Şarkının kıta kısmı oldukça sakin olsa da nakaratla beraber şarkı bir anda hareketlendi.

“Seni arıyor bakışlarım,” diye kısık sesle şarkıyı söylemeye başladı Göksel. Onun sesini duyan Gökhan şaşırarak ona baktı. “Sana kaçıyor adımlarım / İçimi sarıyor merakı / Seni tanımanın / Seni tanımanın / Seni tanımalıyım.”

Göksel Gökhan’a baktığında genç adamın gülümseyerek kendisine baktığını gördü.

“İşte merak ettiğin sesim,” dedi. “Benden ancak karga olur fakat araba sürerken şarkı söylemeyi çok seviyorum.”

“Karga mı?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Bence o kadar da kötü bir sesin yok.”

“Sana göre.”

“Kendini bildi bileli şarkı söyleyen, on bir senedir gitar ve yedi senedir piyano çalan, müzik ve ses eğitimi konusunda neredeyse bir uzman kadar bilgili bir son sınıf konservatuvar öğrencisi olan bana göre evet, o kadar da kötü bir sesin yok.”

“Pekâlâ,” dedi gözlerini büyüten Göksel. “Böyle söyleyince hak verdim. Sen daha iyi bilirsin tabii.”

“Ha şöyle yahu.”

Trafiği atlatan ikili şarkının sonlarına doğru Moda Sahili’ne vardılar. Göksel arabayı sokakta boş bulduğu bir yere park ettiğinde araçtan indiler. Ağustosun başındaki gibi kavurucu bir sıcak olmasa da hava sıcak sayılırdı.

“Nasıl dondurma istersin?” diye sordu Göksel. “Dondurmacıdan da marketten de alabiliriz, sonra sahile oturup yeriz, ne dersin?”

“Dondurmacı uzakta kaldı,” dedi Gökhan. “Marketten alalım, sonra dediğin gibi sahile geçeriz.”

Yakınlardaki bir marketten dondurma aldıktan sonra sahile doğru yürümeye başladılar. Göksel, Gökhan’ın koluna girdiğinde genç adam gülümsedi.

“Alışırım bak,” dedi tepeden ona bakarak. “Sonra her yürüdüğümüzde koluma girmeni isterim.”

“Girerim ben de,” dedi Göksel de ona bakarak.

“Söz ağızdan bir kere çıkar, artık her yürüdüğümüzde koluma gireceksin.”

“Tamam, anlaştık.”

Gülüşerek sahile indiler. Sahil çoğu zaman olduğu gibi kalabalıktı.

“Kayalıklara oturalım mı?” diye sordu Göksel. “Manzarayı izleriz.”

“Manzarayı izleriz,” diye onayladı onun yüzüne bakan Gökhan. Gülümsedi. “Oturalım.”

Kayalıklara çıkan ikili ortadaki yüksek bir kayalığa yan yana oturdu. Göksel ayaklarını daha aşağıda olan kayalığa koyup eteğini düzeltti.

“Hadi dondurmaları yiyelim,” dedi Göksel. “Erimesinler.”

Gökhan poşetten iki dondurmayı çıkarıp birini Göksel’e uzattı. “Dondurma için teşekkür ederim,” dedi. “Kesene bereket.”

“Afiyet olsun.” Dondurma paketini açan Göksel dondurmasından ilk ısırığı alırken karşı yakanın ışıl ışıl manzarasına baktı. “Fatih,” dedi çenesiyle karşıyı göstererek. “Buradan güzel görünüyor.”

“İçindeyken güzel gelmiyor mu?”

“Pek sayılmaz.”

“Mezun olduktan sonra taşınmayı düşünür müsün? Başka bir şehre?”

“Taşınmayı isterim,” dedi Göksel ona bakarak. “Ama bunun en azından yakın zamanda olacağını sanmıyorum. İstanbul iş fırsatlarının diğer şehirlere göre çok olduğu bir şehir, en azından birkaç sene burada durup tecrübe edinmeye ve sektörü tanımaya ihtiyacım var.”

“İstanbul’dan taşınacak olsan nereye gitmek isterdin?”

“Küçük bir sahil kasabası olabilir, mesela dedemlerin yaşadığı gibi bir yer. Az insan, çok huzur. Makinelerim bana yeterdi,  düzenlemeler için bir de bilgisayarım tabii.”

“Kulağa çok huzurlu geliyor,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Öyle bir yerde yaşamayı ben de isterdim. Enstrümanlarım, müzik yapmak için gerekli diğer ekipmanlarım ve bir de köpeğim bana yeterdi.”

“Köpek mi?” diyen Göksel şaşırmıştı.

“Bir köpek sahiplenmeyi çok istiyorum. Şartlar el verdiğinde hemen bir tane sahipleneceğim.”

“İşte bu benim için yeni bir bilgi, daha önce hiç bahsetmemiştin.”

“Konusu açılmamıştı ama köpekleri çok severim, çok akıllı ve inanılmaz sevimli canlılar.”

“Hayvanlar genel olarak çok tatlı canlılar.”

“Kesinlikle. Sen hayvan sahiplenmeyi hiç düşündün mü?”

“Açıkçası hayır, çok büyük bir sorumluluk olduğunu biliyorum ve bu sorumluluğu almaya cesaret edemedim. Şu an ailemle yaşıyorum zaten ve şartlar el vermedi diyelim. Annemin kedilere alerjisi var, apartman dairesinde yaşadığımız için ve hiçbirimizin köpekle ilgilenecek kadar vakti olmadığından köpek de bakamayız, kuş da tuvalet meselesi ve ses yüzünden annemin en başından beri karşı çıktığı bir hayvan.”

“Evet, gerçekten çok büyük bir sorumluluk ama ben o sorumluluğu alabileceğimi düşünüyorum. Köpek konusunda da haklısın, kedi gibi evde takılmayı seven hayvanlar olmadığı için dışarı çıkarmak ve ilgilenmek gerek.”

“Öyle. Belki ileride ben de kendi evime çıktığımda bir kedi sahiplenirim.”

“Sarman mı?”

Göksel güldü. “Olabilir, iki sarı evde gezeriz.”

“Güzel olurdu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Adını da Güneş koyardın belki.”

“Hım,” dedi Göksel kelimenin sonunu uzatarak. “İyi fikirmiş, senin deyişinle hem göksel bir isim hem de benim adım gibi g ile başlıyor. Bir sarman sahiplenirsem bunu düşüneceğim.”

“Gelecekteki olası sarman kedinin isim babası olabilirim. Adını lütfen Güneş koy.”

“Tamam, eğer bir gün sarman bir kedim olursa adını Güneş koyacağım.”

“İşte bu be! O zaman isim babası olduğum kedini sevmeye gelebilirim değil mi?”

“Bunu bana değil de gelecekteki olası kedime sorman gerekir,  malum kediler kendilerini herkese sevdirmezler.”

“Bence bana kendini sevdirir, sonuçta isim babası olacağım; sevdirmek zorunda.”

Göksel gülerek onun burnunun ucuna işaret parmağıyla dokundu. “Çok tatlısın,” dedi genç adamın gözlerinin içine bakarak. “Sadece olasılıklar hakkında bile çok heveslisin.”

“Seninle gelecekten bahsetmek çok hoşuma gitti,” dedi Gökhan. Başını kaldırdığında burnu Göksel’in parmağından ayrıldı ve dudaklarını genç kadının havadaki parmağına bastırıp onun parmağını öptü. “Sadece bir his ama bundan uzun yıllar sonra bile yan yana olacağımıza inanıyorum.”

“Bunu ister misin?” diye mırıldandı Göksel.

“Bir de soruyor musun? Elbette isterim, hem de çok isterim.”

Göksel ona uzanıp genç adamın kulağının yanına küçük bir öpücük kondurdu. “Ben de isterim,” diye fısıldadı. “Hem de çok isterim.”

Geri çekildiğinde Gökhan’ın güldüğünü gördü. Ona bir gülümseme gönderdikten sonra dondurmasından bir ısırık daha aldı.

“Sen de seninkini ye,” dedi genç kadın. “Eriyor bak.”

Göksel başını Gökhan’ın omzuna yasladı. Bir süre sessizce dondurmalarını yediler, manzarayı izlediler. Deniz karanlığa gömülmüş olsa da Avrupa Yakası ışıl ışıldı ve şehrin ışıklarını izlemek iki gencin de hoşuna gidiyordu.

“Şu an o kadar huzurluyum ki,” dedi dondurmasını bitiren Gökhan. “Deniz kenarları beni oldum olası yatıştırmıştır; şimdi bir de karşımda ışıl ışıl İstanbul manzarası duruyor, solumda sen varsın.”

“Ben de çok huzurluyum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok da mutluyum.”

Gökhan sol eliyle Göksel’in boşta duran sağ eline dokundu. Bakışlarını bacağının üstündeki ellere çeviren Göksel, genç adamın çekingen parmaklarının kendi parmaklarına dokunmasını seyretti. Gökhan’ın eli kendi elinin üzerine tamamen kapandığında elini avucu yukarı gelecek şekilde çevirdi, parmaklarını genç adamın parmaklarının arasından geçirdiğinde Gökhan da ona uyum sağladı ve ikili el ele tutuştu.

Gökhan bir şey söylemeyince Göksel de konuşmadı ve dondurmasını yemeye devam etti ama artık bakışları şehir manzarasında değil de iç içe geçen ellerindeydi. Gökhan başparmağıyla onun elini okşuyordu. Genç adamın hareketleri sanki çok değerli bir şeye dokunuyormuş gibi tüy gibi hafif ve pamuk gibi yumuşacıktı.

Göksel, Gökhan için çok değerliydi ve genç adam bunu henüz dillendirmemiş olsa da Göksel bunu biliyordu. Bazı şeylerin bilinmesi için illa söylenmesi gerekmezdi, insan bazen hissederdi.

Dondurmasını bitiren Göksel başını Gökhan’ın omzundan kaldırdığında genç adam ona döndü. Yüzlerinin birbirine ne kadar yakın olduğunu fark ettiğinde irkildi ama hemen sonrasında bir gülümseme dudaklarında yuva yaptı.

“Aramızdaki mesafe azaldıkça,” dedi Gökhan. “Güzelliğin artıyor. Yakından çok daha güzelsin.”

Göksel güldüğünde beyaz dişleri ortaya çıktı, elmacık kemikleri belirginleşti ve kısılan gözlerinin etrafı kırıştı.

“Al işte,” dedi bakışları derinleşen Gökhan. “Yüzünde çiçek gibi açan gülüşün benim de kalbimde çiçekler açtırıyor.”

“Bazı şeyler telefonda eksik anlatılır derken bunları mı kastettin?” diye sordu Göksel. “Çünkü şimdi karşındayım ve hiç de eksik anlatmıyorsun, üstelik bunu sadece sözlerinle yapmıyorsun.”

“Başka neyle yapıyorum?”

“Bence cevabını biliyorsun.”

“Sen de cevabını bildiğin bir soru sordun.”

Göksel afalladığında Gökhan ona kaşlarını kaldırıp gözlerini de biraz açarak baktı.

“O hâlde ödeşmiş sayılır mıyız?” diye sordu Göksel az sonra.

“Bence sayılırız,” dedi Gökhan.

“Söylediğin şey çok tatlıydı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Senin bu tatlı sözlerin de benim kalbimde çiçekler açtırıyor, karnımda kelebekler uçuşturuyor.”

Göksel sol elini kaldırıp Gökhan’ın yanağına dokunduğunda genç adam bir anlığına gözlerini kapattı. Parmaklarını onun yanağında kaydıran Göksel parmak uçlarıyla onun çenesine dokunurken avcunu da yanağına yasladı ve başparmağını elmacık kemiğinin üzerine bastırdı. Genç kadın onun yanağını okşamaya başladığında Gökhan benzersiz bir huzur duygusu hissetti. Hayatı boyunca pek çok şehirde bulunup pek çok evde yaşamıştı fakat bir insanın da ev olabileceğini, yuva gibi hissettirebileceğini ona Göksel öğretmişti.

“Hesabımın biyografisinde yazan cümleyi hatırlıyorsundur belki,” dedi Göksel onun gözlerinin içine bakarak. “‘Dünya, kadrajımıza yansıdığı kadardır.’ yazıyor. Bana ait bir cümle, hesabımın adından yola çıkarak yazmıştım ve yaptığım işi çok iyi yansıttığını düşünüyorum.”

“Hatırlıyorum elbette,” dedi Gökhan. “Hoş bir cümle, anlamlı.”

“Bu cümleyi yazarken bir şeyi bilmiyordum,” dedi Göksel. Vücudunu Gökhan’a doğru biraz çevirdi. “Kadrajıma yansıyan bir yabancının benim için dünyalar kadar anlam ifade edeceğini bilmiyordum.”

Gökhan’ın dudakları araladığında Göksel onun bir şey söyleyeceğini sandı ama genç adamın dudakları bir şey söylemek için aralanmamıştı, bunun nedeni duydukları karşısında yaşadığı şaşkınlıktı.

“Gökhan,” diye onun adını zikretti Göksel. “Dünya gerçekten de kadrajıma yansıdığı kadarmış ve sen benim kadrajıma yansıyan en güzel şeysin. Sen benim kadrajımdaki en güzel dünyasın.”

Gökhan’ın gözleri her zamankinden daha çok parlıyordu. Genç adam heyecanlı ve mutluydu, kalbi küt küt atıyordu ve bakışları tüm bu hisleri açıkça gösteriyordu. Duyduğu şeyler bu kahverengi gözlere baharı getirmişti, bu kahverengi gözleri yemyeşil çayırlara çevirmişti.

“Seni seviyorum,” dedi Gökhan. Verecek daha iyi bir cevabı yoktu. “Senin kadrajına yansımak hayatımda yaptığım en güzel şeylerden biri. Seni seviyorum.”

“Ben de,” diye fısıldadı Göksel. Daha yüksek sesle devam etti: “Seni seviyorum.”

Aynı anda birbirlerine uzandılar. Gözleri son bir kez buluştu, hemen ardından dudakları birleşti ve ikisi de gözlerini kapattı. Masum bir ilk öpüşme oldu; ufak bir buse, küçük ve kısa bir temas.

Göksel biraz geri çekildiğinde Gökhan açılan arayı hemen kapattı ve onu yeniden öptü. Gökhan dudaklarını hareket ettirdiğinde Göksel de ona uyum sağladı ve dudakları birbirine karışan ikili öpüşmeye başladı. Gökhan genç kadının elini bırakıp, sol eliyle onun belini kavrarken sağ eliyle de onun elini yeniden tuttu. Göksel’i daha yakınına çekti, onun bedeninin sıcaklığını hissedecek kadar yakınına çekti. Göksel’in dudaklarında şefkatin, sevginin ve heyecanın tadı vardı; Gökhan kendi dudaklarında da bu tadın olduğunu biliyordu.

Birkaç saniye boyunca öpüştükten sonra onları durduran şey Göksel’in Gökhan’ın dudaklarına bıraktığı öpücük oldu. Bu bir öpüşmenin son temas anıydı ve ikisi de bunu biliyordu. Gökhan kendini biraz geri çekip gözlerini açtığında Göksel de ondan birazcık uzaklaşıp gözlerini araladı. Genç kadın karşısındaki ıslak pembe dudaklara baktıktan sonra gözlerini kaldırıp Gökhan’ın kahverengi gözlerini buldu. Göz göze geldiklerinde ikisinin de yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Hafızanın güzel bir galeri olduğunu ve orada hiçbir karenin eskimediğini söylemiştin,” dedi Gökhan. “Şu an benim için hiçbir zaman eskimeyecek, bundan onlarca yıl sonra bile şu anki gibi taze olacak. Benim galerimin en güzel fotoğrafı sensin.”

Göksel’in dudakları araladığında dişleri göründü. Gülerek onun yüzüne bakan genç kadın alnını onun alnına yasladı. “Şu an neyi fark ettim biliyor musun?” diye sordu.

“Neyi fark ettin?”

“Deniz kenarındayız. Dalgalar kayalıklara çarpıyor, tuz kokusu havada geziniyor. Bu sana da tanıdık geldi mi?”

Kendini geri çekip gözlerini açan Göksel, Gökhan’ın gülümsediğini gördü.

“Dalgalarla demlenirdik / Tuz kokardı şarkılar,” diye dile getirdi Gökhan o meşhur şarkının sözlerini. “Bu şarkı gerçek anlamda her şeyin başlangıcı, öyle değil mi?”

“Öyle,” diye onayladı Göksel. “Dalgalarla demlenen ve tuz kokan öykümüzün şarkısı.”

“Öykümüz,” dedi Gökhan aitlik ekine vurgu yaparak. “Bizim öykümüz. Biz olduk değil mi? Sen ve ben değil, biz.”

“Biz olduk,” dedi Göksel başını sallayarak. “Sen ve ben nasıl desem, artık beraberiz. Beraberiz değil mi?”

Gökhan gülerek onun yanağını okşadı. “Beraberiz,” diye onayladı. “Birbirini seven ve şu andan itibaren beraber olan iki insanız.”

Gülümseyen Göksel onun omzuna başını yasladı, Gökhan da sol kolunu onun beline sarıp yumuşak hareketlerle onun belini okşamaya başladı.

“Demek kadrajındaki en güzel dünyayım,” dedi Gökhan biraz sonra. Gülümsedi. “Bu, yirmi bir yıllık hayatımda duyduğum en güzel cümleydi ve daha da iyisi benim için söylendi.”

Göksel gözlerini kaldırıp ona baktığında Gökhan da başını eğerek genç kadına baktı.

“Sahnedeyken gözlerimin içine bakarak En Güzel Şarkım’ı söylerken ben de aynı şeyleri hissettim,” dedi Göksel. “Söylediğin en güzel şarkı, çaldığın en güzel gitar olduğumu söyledin.”

“Çünkü öylesin,” dedi Gökhan. Sağ elini kaldırıp onun yanağına dokundu. “Gök Yüzlü.” Başparmağı genç kadının yanağını okşuyordu. “Benim gökyüzüm senin yüzün.”

“İşte bu da benim yaklaşık yirmi iki yıllık hayatımda duyduğum en güzel cümle.”

Gökhan dudaklarını onun alnına bastırdığında Göksel gözlerini huzurla kapattı.

“Fotoğraf çekelim,” dedi Gökhan. “Bugünden hatıra kalsın.”

“Çekelim,” dedi Göksel. Kucağındaki çantasına ulaşmak için başını Gökhan’ın omzundan kaldırdı. Çantasından telefonunu çıkardı. “Saat on biri çeyrek geçiyor,” dedi şaşırarak. “Zaman ne çabuk geçmiş. Benimkiler birazdan ya mesaj atar ya da ararlar.”

“Birazdan kalkarız biz de,” dedi Gökhan anlayışla. “Daha karşıya geçeceksin zaten, yolun uzun.”

“Bir şey olmaz, yanında biraz daha durmak istiyorum.” Göksel kamerayı açıp telefonunu kaldırdı ve ikisini kadraja aldı. Genç kadın başını yine Gökhan’ın omzuna yasladı. “Çift olarak ilk fotoğrafımız olacak, gülümse.”

“Biraz daha yaklaş,” dedi Gökhan. “Kafan kafama değsin.”

Göksel onun dediğini yapıp genç adama yaklaştı ve sağ şakağını onun sol çenesine yasladı.

“Ben çekeyim,” diyen Gökhan telefona uzandı. “Senden iyi çekeceğimi asla ima etmiyorum ama boyumun ve kolumun uzun olmasının avantajından faydalanayım diyeyim.”

“Faydalan bakalım,” dedi Göksel telefonu ona vererek.

İki fotoğraf çektiler. İlkinde ikisinin de yüzünde sevimli bir gülümseme vardı, ikincisinde Gökhan güldü ve o gülünce Göksel de dişlerini biraz gösterip gülümseyerek poz verdi.

“Çok güzeliz,” dedi çektiği fotoğraflara bakan Gökhan. “Sen zaten çok güzelsin de benim yanımda ayrı bir güzelsin. Çok yakışıyoruz.”

“Diyene bak,” dedi Göksel. “Sen de çok güzelsin ve bence de yakışıyoruz.”

“Tam tipinim değil mi? Benimle sevgili olurdun.”

Göksel gülerek omzuyla onun omzuna vurduğunda Gökhan sırıttı. Bu esnada Göksel’in telefonu çalmaya başladı ve ekranda “Babacığım” yazısı belirdi. Göksel kelimenin sonuna bir de sarı kalp eklemişti.

“Beklenen çağrı geldi,” diyen Gökhan telefonu sahibine uzattı.

“Biraz müsaadeni isteyeceğim,” dedi Göksel telefonu alıp ayağa kalkarak. “Hemen dönerim.”

“Seni merak etmişlerdir, rahatça konuşmana bak.”

Göksel birkaç adım attıktan sonra babasının çağrısını yanıtladı. Bu esnada Gökhan’ın bakışları kendisinden uzaklaşan genç kadındaydı. Onu baştan aşağı süzdü. Üç haftalık tatilde Göksel’in kilo verdiği anlaşılıyordu, genç kadının bacakları biraz incelmiş ve karnı da biraz düzleşmişti; beline tam oturan ve eteği de dizlerinin bir karış üstünde biten elbisesi vücudundaki bu değişimleri belli ediyordu.

“Efendim?” diye açtı telefonu Göksel.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Engin.

“Moda’dayız, Gökhan’la sahilde oturuyoruz.”

“Oraya ne zaman geçtiniz?”

“Gökhan’ın performansı bittikten sonra. Daha yeni geldik sayılır, biraz deniz havası alıp dondurma yiyelim dedik. Siz ne yapıyorsunuz?”

“Biz de annenle oturduk, dizi izledik. Saat geç olunca ne yaptığını merak ettik, ben de arayıp sorayım dedim. Ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?”

“Çok durmam, biraz sonra kalkarız ve ben de yola çıkarım. Her halükarda gece yarısından sonra evde olurum.”

“Uzun zamandır görüşmediğiniz için laf etmeyeceğim ama 1 olmadan evde olmaya çalış, olur mu? Artık İstanbul’dasın, ne zaman isterseniz görüşürsünüz nasıl olsa.”

“Tamam, 1’den önce evde olurum. Siz beni beklemeyin, yatın uyuyun; geldiğimi duyarsınız zaten.”

“Duyarız tabii, daha o kadar yaşlanmadık küçük hanım.”

“O anlamda demedim.”

“Biliyorum ama seninle uğraşmayı seviyorum. Sahilde binbir türlü insan vardır şimdi, dikkatli olun. Buçuktan önce kalkmaya çalış, anca gelirsin zaten.”

“Tamam, birazdan kalkarız. Başka diyeceğin şey var mı?”

“Dediğim gibi kendine dikkat et ve trafikte de dikkatli ol, evde görüşürüz güzelim.”

“Görüşürüz. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum güzel kızım benim.”

“Öptüm.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi, ardından arkasını dönüp Gökhan’a doğru yürüdü. Onun geldiğini fark eden Gökhan bakışlarını manzaradan alıp Göksel’e çevirdi ve kendisine yaklaşan genç kadını seyretti.

“Neden öyle baktın?” diye sordu Göksel, yeniden onun yanına oturduğunda.

“Çok güzelsin de ondan,” diye yanıtladı Gökhan. “Gözlerimi senden alamıyorum.”

“Öyle mi?”

“Öyle.” Gökhan uzanıp onun yanağını öptü. “Baban eve dön mü diyor?”

“Evet, buçuktan önce kalkıp yola çıkmamı ve 1’den önce evde olmamı istedi. Biraz daha vaktimiz var.”

“Babanın sözünü dinleriz, benim yüzümden azar işitmeni istemem.”

“Çok tatlısın ama azar işitmem, beni hiç azarlamazlar. İstediğim şeyleri yapmamı onlar da istiyor, sadece birkaç konuda hassaslar ve ben de onların hassaslıklarına dikkat ediyorum. Dışarıdayken onlara haber vermek, çok dikkatli olmak ve eve çok geç dönmemek bunlardan birkaçı.”

“Ailen olarak seni merak ediyorlardır elbette,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Bu akşam da hassas oldukları konulara dikkat edelim de tatsızlık çıkmasın.”

“Çıkmaz,” dedi Göksel ona yaklaşarak. “Endişelenmene gerek yok. Sahilin tadını çıkaralım.”

“Biraz yürüyelim mi?”

“Olur, yürüyelim.”

Çift ayaklanıp kayalıklardan yürüyüş yoluna indi. Göksel elbisesinin eteğini düzeltip çantasını da omzuna taktı.

“Gidebiliriz,” dedi Gökhan’a bakıp. “Ne tarafa yürüyelim?”

“İleri doğru yürürüz,” dedi Gökhan. Ona elini uzattı. “Dakikalar önce yaptığımız yürürken kol kola girme anlaşmasını el ele tutuşmaya çevirelim mi?”

“Çevirelim,” dedi Göksel gülümseyerek ve onun elini tuttu. “Hadi gidelim.”

El ele tutuşan çift sahil yolunda batıya doğru yürümeye başladı. Göksel iç içe gelen ellerine baktıktan sonra Gökhan’ın sol profiline baktı. Onu ilk kez gördüğü akşam da onun çekici olduğunu düşünmüş, onun müzisyenliğinden etkilenmişti ve o akşamın üzerinden geçen üç ayın ardından şimdi ona bakarken hissettiği her şey daha yoğundu.

Onu seviyordu.

Ve daha güzeli hisleri karşılıklıydı.

“Benimle sevgili olarak iyi bir karar verip vermediğini mi düşünüyorsun?” diye sordu ona yandan bir bakış atan Gökhan. “Yol yakınken vazgeçmeyi düşünmüyorsundur umarım.”

“Hayır,” dedi Göksel hemen. “Elbette hayır. Sadece seni ilk kez gördüğüm akşamı ve bu akşamı düşünüyordum.”

“Biraz açmak ister misin?”

“Seni ilk kez gördüğümde de seni çekici bulmuştum ve müzisyenliğinden çok etkilenmiştim,” diye itiraf etti Göksel. “Şimdiyse senin elini tutuyorum ve seni şarkıları gözlerimin içine bakarak söylerken izliyorum.”

Gökhan güldüğünde düzgün dişleri ortaya çıktı. “Seni görür görmez senden etkilenmiştim,” diye itiraf etti o da. “‘Bu kadını tanımalıyım!’ demiştim. Seni tanımıyordum ama benim için farklı olacağını hissetmiştim. Doğru kişi hayatınıza girince bunu hissedersiniz, derler. Doğruymuş gerçekten, hissediyormuşuz.”

“Doğru kişi olduğumu mu düşünüyorsun?” dedi Göksel sırıtarak.

“Düşünmüyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Doğru kişi olduğunu biliyorum.”

Göksel ona uzanıp genç adamın yanağını öptüğünde Gökhan gülümsedi.

“Buradan yukarı dönelim,” dedi Gökhan. “Arabayı da o tarafa park ettin zaten.”

“Dönelim,” dedi Göksel. “Burası çok kalabalık, yürünmüyor bile.”

“Moda’da tipik bir cumartesi akşamı.”

Sahil yolundan yukarıdaki yola çıktılar. Burada da hareketlilik devam ediyordu ama sahil kadar yoğunluk yoktu. Göksel’in ara sokaklardan birine park ettiği araca yürüdüler.

“Sihirli kelimeyi söyleyeceğim,” dedi Göksel. “Atla.”

Gökhan gülerek başını sağa yatırdı. “Sen atla dediğinde yaptığım eylem atlamak değil de düşmek oluyor,” dedi. “Yere kapaklanıyorum.”

“O zaman bunu daha sık söyleyeceğim.”

“Bak ya, çok fenasın.”

“Öyleyimdir.”

Arabaya bindiler.

“Çevre yolundan gideceğim,” dedi arabayı çalıştıran Göksel. “Merdivenköy yolumun üzerinde, seni de eve bırakayım.”

“Daha içeride kalıyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Yolunu uzatacaksın, eve geç kalırsın; sen beni durakta bırak, ben otobüsle giderim.”

“Duymamış olayım. Çevre yolundan içeri girerim, oradan da mahallene ilerleyip seni evine bırakır ve ben de kendi evime giderim. İtiraz kabul etmiyorum.”

“Peki, öyle olsun. Teşekkür ederim.”

“Hem benimle biraz daha vakit geçirmek istemez misin? Merdivenköy’e kadar çok yolumuz var.”

“İsterim elbette ama-”

“Aması yok, istiyorsan konu kapanmıştır.”

“Peki. Bana hava hoş.”

“Bana da hoş.”

Göksel telefonunu araca bağlayıp şarkı açtı. İkili çevre yoluna doğru yol alırken günlük şeylerden sohbet ettiler. Yarın pazardı ama Gökhan çalışacaktı, üstelik mağazayı açma görevi de ona verilmişti ve genç adam yarın işe biraz daha erken gidip mağazayı açacaktı. Gökhan bugün neler yaptığından da bahsetti. Öğlen olmadan uyandığını, güzel bir kahvaltı ettiğini ve Göksel’i aramak istediğini fakat genç kadının sesi sedası çıkmayınca onun meşgul olduğunu düşünüp aramaktan vazgeçtiğini ve zamanını müzikle uğraşarak geçirdiğini söyledi; Göksel’se evdeki temizlik işinden ve dışarıda annesiyle zaman geçirdiğinden, günün kalanını da akşam için hazırlanarak geçirdiğinden bahsetti.

“Ben senin Muğla’da olduğunu düşünürken sen benden sadece kilometrelerce uzaklıktaymışsın,” diye bir yorumda bulundu Gökhan. “Ve akşam benimle buluşmak için hazırlanıyormuşsun. Neyse ki ben de sahneye çıkacağım günler uzun süre hazırlanmakla uğraşıyorum ve bugün de iyi görünüyordum.”

“Saçların uzamış,” dedi Göksel ona yandan bir bakış atarak. “Yakışmış.”

“Beğendin mi?” diyen Gökhan saçlarına dokunurken gülümsedi. “Sanırım biraz daha uzatacağım, bir süre uzun kullanmak istiyorum.”

“Olabilir, değişiklik iyidir.”

“Senin de saçların biraz uzamış.”

“Evet, benimkiler de uzadı ama uçlarından biraz kestirmeyi düşünüyorum.”

“Bence kalsınlar.”

“Beğendin mi?”

“Evet, hoş görünüyor. Saçlarının rengi ve şekli çok güzel zaten, uzayınca daha da güzel görünmüş. Saçların gerçekten de güneşi andırıyor, sapsarı ve pasparlak.”

“Teşekkür ederim. İsmimin hakkını veriyorum, öyle değil mi?”

“Kesinlikle veriyorsun.”

Göksel aracı çevre yoluna çıkardı ve kuzeye doğru sürmeye devam etti.

“Gireceğimiz dönüşü yaklaşınca söylerim,” dedi Gökhan. “Sonra evi de tarif ederim.”

“Tamamdır,” dedi Göksel. “Fikirtepe’nin oradan gireceğiz değil mi?”

“Aynen, sonra benim mahalleme doğru düz devam edeceğiz.”

Göksel sol şeride geçip hızını artırdığında Gökhan gülümsedi.

“Gerçekten çok iyi araba kullanıyorsun,” dedi Gökhan. “Senin kadar genç olan pek çok kişinin sürdüğü arabalara bindim ama hiçbirinde bu kadar rahat bir yolculuk yapmamıştım.”

“Bu çok güzel bir iltifat ama maşallah de,” dedi Göksel gözlerini büyütüp ona bakarak. “Allah korusun şimdi kaza falan yaparız, bu güzel akşamı sağ salim bitirmek istiyorum.”

“Hiç kem gözlü biri değilimdir, rahat olabilirsin ama için rahat edecekse söyleyeyim: Maşallah.”

“Teşekkür ederim. Senin ehliyetin var mı?”

“Maalesef henüz yok ama araba kullanmayı biraz bilirim. Lisedeyken babam öğretmişti, askeriyede sürüşler de yapıyordum ama üstünden çok zaman geçtiği için hâliyle bildiklerimin çoğunu unuttum, paslandım. Mezun olduktan sonra kursa yazılmayı istiyorum. Mevcut araba fiyatları yüzünden araba almak hayal olsa da ehliyetim olsun, lazım olur.”

“Kesinlikle lazım. Kazancın arttığında dediğin gibi bir kursa yazılırsın ve ehliyetini alırsın.”

“Planlarım o yönde. Sen ehliyetini ne zaman aldın?”

“18 yaşımda. Ben de araba sürmeyi ebeveynlerimden öğrendim, test sürüşleri de yaptım. 18’ime girdikten sonra benimkiler beni bir kursa yazdırdı ve birkaç ay içinde ehliyetimi aldım.”

“En iyisini yapmışsınız. Ben evi terk etmeseydim babam da beni kursa yazdıracaktı ama işte, hayat.”

“Geleceğin hakkında pek çok planı varmış.”

“Evet, vardı ama hayat benim hayatım, gelecek benim geleceğim ve kendi planlarımı yapıyorum.”

“Onları merak ediyorum, ebeveynlerini yani.”

“Merak edilecek bir yanları yok, inan bana ama seni anlıyorum. Bir ara fotoğraflarını gösteririm.”

“Görmeyi isterim.”

“Ben de seninkileri görmek isterim.”

“Bir gün tanışırsınız.”

“Tanışmak mı?” dedi Gökhan şaşırarak. “Biz telefonda konuşurken odanı basan babanla tanışmaya hazır olmak için uzun bir süreye ihtiyacım olacak gibi.”

“Senden haberleri var.”

“Ne?” dedi Gökhan daha şaşkın ve yüksek bir sesle. Hemen ardından gülümsedi. “Yani adımı biliyorlardır elbette, kaç kez görüştük sonuçta ama benden ne diye bahsettin?”

“Arkadaşça bir başlangıç yaptığımızı ama sonrasında flört etmeye geçtiğimizi biliyorlar.”

“Bir erkek olarak babanın beni hiç hazzetmediğine eminim. Beni kızını elinden alacak olan aklı beş karış havadaki fırlama genç olarak görüyor. Adım babanın kara listesinin ilk sırasında altın harflerle yazıyor.”

“Saçmalama,” dedi Göksel onun omzuna dokunarak. “Elbette böyle bir durum yok.” Altın harflerle yazma kısmı biraz abartılı olabilir ama o listede yer aldığına dair ciddi şüphelerim var. “Şu an bunları konuşmak için çok erken ama babamın seninle tanışınca seni seveceğinden eminim.”

“Öyle mi dersin?”

“Hı hı, sonuçta benim sevgilimsin ve beni mutlu ediyorsun; onlar da seni sevecek.”

“Umarım. Neyse, dediğin gibi bunlardan konuşmak için çok erken ve boşuna stres yapmama gerek yok.”

“Elbette.”

“İleriden döneceğiz,” dedi etrafa bakan Gökhan. “İlk dönüşten sağa gireceksin, sonra düz ilerleyeceksin.”

“Tamam.”

Çevre yolundan ayrılıp mahalle arasına girdiler.

“Buradan hastaneye kadar dümdüz gidebilirsin,” dedi Gökhan. “Yol dümdüz ilerliyor. Hastaneye gelince yine yönlendiririm.”

“Hangi hastane var?” diye sordu Göksel.

“Göztepe.”

“Evin oraya yakın mı?”

“Evet.”

Gökhan’ın dediği gibi aracı dümdüz süren Göksel, biraz sonra hastane binasını gördü. Yolun sonunu inceleyen genç kadın kaşlarını kaldırdı.

“Marmara Üniversitesinin Göztepe Kampüsü de aşağıda değil mi?” diye sordu.

“Hemen şurası,” dedi Gökhan bir yeri göstererek. “Sen nereden biliyorsun?”

“Doğma büyüme İstanbullu olarak şehrin önde gelen üniversitelerinden birini de bileyim bir zahmet.”

“Doğru, haklısın.”

“Buralar çok merkezi yerler, bu civarda mı oturuyorsun?”

“Biraz daha ilerideyim ama evet, merkezi. Şimdi öğrenci hâlimle burada nasıl oturabildiğimi sorabilirsin, sormakta haklısın da ama biz evi üç sene önce tuttuğumuzda kiralar bu kadar uçmamıştı. Şu an asla gücümüz yetmez.”

“Evet, birkaç sene önce kiralar karşılanacak fiyat aralığındaydı ama şu an piyasa korkunç durumda. İstanbul zaten çok pahalı, Kadıköy de pahalı ilçelerden biri.”

“Eski bir ilçe, nezih, gelişmiş; çok normal.” Gökhan yola baktı. “Daha gideceğiz. Düz devam. İçeride oturduğumu söylemiştim.”

“Sorun değil, gidiyoruz işte.”

Mahallenin içine giren Göksel, Gökhan’ın tarifleriyle genç adamın oturduğu sokağa ilerledi. Hava karanlık olsa da genç kadın geçtikleri sokakları o kadar dikkatli inceliyordu ki buraları hatırlamakta zorluk çekmeyecekti.

“Sağ,” dedi Gökhan. “Geldik.”

Göksel sağ sokağa döndüğünde hızını iyiden iyiye yavaşlattı. Kat sayıları değişen ama geneli yüksek sayılacak katlara sahip olan apartmanların olduğu güzel bir sokağa gelmişlerdi. Etraf ıssızdı.

“Şu apartman,” dedi Gökhan dış cephesi toprak tonlarına boyanan altı katlı bir apartmanı göstererek.

“Kaçıncı kat?” diye sordu apartmanı inceleyen Göksel.

“Üç.”

“Cici bir yerde oturuyormuşsun.”

“Burayı ben de seviyorum.” Gökhan emniyet kemerini açtı. “Bıraktığın için teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

“Ben ineyim, sen de evine geç. Dikkatli sür lütfen ve eve geçince haber vermeyi unutma.”

“Dikkatli sürerim ve eve varınca da haber veririm.”

“O zaman bugünlük bu kadar,” dedi Gökhan. “Burada oturmaya devam ettikçe kalkmam çok zor olacak, bu yüzden oyalanmadan ineyim.”

“Nasıl istersen,” dedi Göksel gülümseyerek. “İnmek istiyorsan in.”

“İnmeyi istemiyorum.”

“Ben de inmeni istemiyorum.”

“Ama inmem lazım,” dedi Gökhan. Başını ona yaklaştırdı. “Öpeyim mi?”

“Bir de soruyor musun?” diye mırıldandı Göksel ve o da Gökhan’a yaklaştı. “Gel buraya.”

Dudaklarını birleştirdiler ve küçük bir veda busesini birbirlerinin dudaklarına kondurdular.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı burnunu onun yanağına yaslayan Gökhan. Genç kadının yanağını öptü. “Kendine dikkat et.”

“Ben de seni seviyorum,” dedi Göksel. “Sen de kendine dikkat et. Yatıp dinlenmene bak, yarın hem çalışacak hem de özel derse gideceksin.”

“Hatırlıyorsun,” dedi Gökhan gülümseyerek.

“Elbette hatırlıyorum.”

Gökhan onun dudaklarını son bir kez öptükten sonra araçtan indi. Arka kapıyı açan genç adam gitar çantasını aldı.

“Köprü trafiği çok yoğundur yine,” dedi Gökhan. “Çok dikkatli ol lütfen.”

“Alışkınım, sıkıntı olmaz,” dedi Göksel. “Görüşürüz.”

“Görüşürüz,” diye karşılık veren Gökhan devam etti: “Güzelim.”

Göksel gülümsediğinde Gökhan ona göz kırptı ve gövdesini arabadan çıkarıp arka kapıyı kapattı. Genç kadın gaza basıp yola koyulduğunda kornoya bastı, Gökhan da elini kaldırıp onu uğurladı ve genç kadın gözden kayboluncaya kadar olduğu yerde durup arkasından baktı. Beyaz araba caddeye çıkıp uzaklaştığında genç adam parmaklarını dudaklarına götürüp gülümsedi.

20 Ağustos artık sıradan bir gün değildi.

***

Göksel yoğun bir trafiği atlatıp oturdukları sokağa vardığında saat daha 1 olmamıştı. Babasının söylediği zamana uymanın getirdiği rahatlıkla arabayı apartmanın birkaç metre ilerisine park edip araçtan indi. Eve yürürken Gökhan’a mesaj yazdı.

Ben eve vardım, haberin olsun

Apartman kapısını anahtarıyla açıp dördüncü kattaki dairelerine de asansörle çıktı. Evin kapısını açtığında içerisinin karanlık olduğunu gördü. Ses çıkarmamaya özen göstererek eve girdi ama kapıyı kapattığı an ebeveynlerinin yatak odasından ses geldi.

“Göksel?” dedi odadan çıkan Engin. “Hoş geldin kızım.”

“Hoş buldum,” diye cevap verdi Göksel. “Ben mi uyandırdım?”

“Hayır, ben uyumuyordum zaten. Seni bekledim.”

“Sağ salim döndüm,” diyen genç kadın, babasının yanağını öptü. “Elimi yüzümü yıkayıp yatacağım, sen de gidip uyu hadi.”

“Neler yaptınız?”

“Akşamın çoğunda Gökhan sahnedeydi zaten, ben de oturup onu izledim. Gökhan’ın performansı 11’e doğru bitti, biz de Moda’ya inip sahilde oturduk ve sohbet muhabbet ettik.”

Tabii canım, diye düşündü Göksel. Sadece sohbet muhabbet ettik, asla öpüşüp koklaşmadık.

“Bunca saat beraber olduğunuza göre birbirinizi çok özlemişsiniz.”

“Saat ne kadar geç olursa olsun benimle uğraşmak için hâlin var değil mi? Konuşup vakit geçirdik işte, keyifli bir akşamdı. Şimdi izninle gece bakımımı yapıp kendimi yatağa atacağım. Felaket bir trafikten yeni çıktım.”

“İyi bakalım, ayrıntıları yarın konuşuruz.” Engin onun saçlarını öptü. “İyi geceler bebeğim benim.”

“İyi geceler babacığım.”

Banyoda gece bakımını yapan Göksel odasına girdi. Elbisesini çıkarıp pijamalarını giydi ve telefonuyla kulaklığını alarak yatağına oturdu. Gökhan ona cevap vermişti.

Tamamdır

Yarın erken kalkmam gerektiğini biliyorum ama bir gram uykum yok. Bu akşamı aklımdan çıkaramıyorum. Yaşananların rüya olup olmadığını anlamak için kolumu çimdikledim, her şey gerçekmiş ve bu beni daha da heyecanlandırdı

Onun ikinci mesajını okuyan Göksel güldü.

Bu akşam güzel şeylerin yalnızca rüyalarda olmadığını gördük

Ben de yol boyunca bizi düşündüm, bir müddet daha düşünür gibiyim ama yarın işe gitmesi gereken senin yatıp dinlenmen gerekiyor

Mesajları ona gönderdikten sadece saniyeler sonra Gökhan çevrim içi oldu ve onun mesajlarını okudu.

Bu kadar güzelini rüyamda bile göremezdim ama bizzat yaşıyorum, bunu kabullenmem zaman alacak gibi görünüyor

Kendimi yorgun hissetmiyorum ki, aksine şu an dünyanın en huzurlu ve en dingin insanıyım. Bana ne yaptın böyle?

Göksel içinin sıcacık olduğunu hissetti. Bir insanı sevmek ve sevdiğin insan tarafından sevilmek gerçekten de büyülü bir şeydi, genç kadın bunu şimdi daha iyi anlıyordu. Annesiyle babasına baktığında gördüğü her şeyi şu an kendisi hissediyordu, çocukluğundan beri merak ettiği bu güzel duyguları tecrübe ediyordu ve tüm bunlar onun gördüğünden de tahmin ettiğinden de çok daha güzel şeylerdi.

Sana seni sevdiğimi söyledim. Sevgi böyle bir duygu işte, insana başka hiçbir duygunun hissettiremeyeceği şeyleri hissettiriyor

Gökhan bu mesajı da anında gördü ve ona cevap yazdı.

Bana başka hiçbir insanın, hiçbir olayın ve hiçbir duygunun hissettiremeyeceği şeyleri hissettiren sensin. Çenem çok düştü, heyecandan yüzüne söyleyemediklerimi gecenin 1’inde mesaj olarak atıyorum

Göksel kıkırdadı ve sırıtmaya devam ederken ona mesaj attı.

Bir şeyleri dile getirmek her zaman daha zordur, şu an bunları yazman da çok hoşuma gidiyor ama gerçekten yatıp uyuman gerekiyor

Uzandığı yataktan doğrulan Gökhan komodinin üzerindeki şişeye uzandı ve suyundan büyük bir yudum içti.

Tamam, yatacağım ama ondan önce bir şey diyeceğim. Pazartesi gününe planladığımız bir buluşmamız vardı, o buluşmayı gerçekleştirebilir miyiz? Karşıya geçerim, senin seçtiğin bir restoranda akşam yemeği yeriz. Ne dersin?

Gökhan’ın gönderdiği bu mesajı okuyan Göksel ona onaylayıcı bir mesaj gönderdi.

Elbette gerçekleştirebiliriz. Bildiğim güzel restoranlar var, yarın aralarından bir tanesini seçerim ve pazartesi orada buluşuruz

Gökhan yumruk yaptığı elini karnına doğru indirdi.

Pazartesiyi iple çekiyorum. Seni ertesi gün göreceğimi bilmenin getirdiği mutlulukla uyuyabilirim. İyi geceler güzelim, görüşürüz

Gökhan ikinci kez ona güzelim diye hitap edince Göksel sırıttı. Bu kelime sevdiği hitaplardan biriydi ve şimdi Gökhan’ın da kendisine böyle seslenmesi bu kelimeyi daha çok sevmesine neden olmuştu.

İyi geceler canım, görüşürüz

Göksel bu mesajı ona gönderdikten sonra Gökhan’ın çevrim dışı olmasını bekledi fakat genç adam kendisine cevap yazdı.

Canın mıyım sahiden?

Tamam, susuyorum ve gidiyorum

Öptüm

Gökhan’ın peş peşe gönderdiği bu mesajları okuyan Göksel kahkaha atmamak için elini ağzına bastırdı. Babasının yine odasını basmasını istemiyordu, üstelik bu sefer uydurabileceği bir yalan da yoktu; bu yüzden sessiz olmak zorundaydı.

Aferin, gidip uyu artık

Ve evet, sahiden canımsın. Ben de öptüm

Gökhan Göksel’in bu mesajlarını okuduktan sonra uygulamadan çıktı. Yeniden yatağına uzanan genç adam sırıtarak tavanı izlemeye başladı. Göksel’se sohbetler arasından Ahsen’i buldu ve arkadaşına mesaj attı.

Yarın için ne planın varsa iptal et, benimle buluşuyorsun. Sana anlatacağım bomba gibi olaylar var

Ahsen şu an uyuyordu, bu mesajları yarın sabah kalkınca görecekti; yarın için herhangi bir planı yoktu, olsaydı da kesinlikle iptal ederdi ve bu mesajdan sonra Göksel’le buluşmaya resmen uçarak giderdi.

Telefonunu komodine bırakan Göksel yastığını düzeltip yatağına uzandı. Hissettiği yoğun duygularla ışıl ışıl parlayan mavi gözlerini tavana dikti ve parmak uçlarıyla dudaklarına dokundu. İlk öpücüğünü sevdiği biriyle tecrübe etmek isteyen genç kadın bu akşam bunu yapmıştı, ilk sevgilisiyle ilk öpücüğünü -ve ikinciyle üçüncüyü ve dördüncüyü- paylaşmıştı.

Az önce komodine bıraktığı telefonunu eline alıp bu akşam Gökhan’la çekildiği fotoğrafları açtı. Birbirine yaslanan başlarına, yüzlerindeki gülümsemelere, gözlerindeki mutluluğa baktı. Bunlar bir çift olarak çekildikleri ilk fotoğraflardı ve fotoğraf çekilmeden önce yaşadıklarının heyecanı yüzlerinden okunuyordu. İtirafların, ilk öpücüklerin, söylenen romantik cümlelerin heyecanı bu iki çift gözdeydi.

Aşk bu fotoğraflardaydı.

Artık Göksel’in kadrajının odak noktası aşktı.

Fotoğraf: Katie Salerno

2022'de Kadrajdaki Dünyalar'ı okuyan, tepki veren, kıymetli yorumlarını benimle paylaşan ve destek veren tüm okurlara teşekkür ederim. Yeni bir yıl, Kadrajdaki Dünyalar'da başlayan yeni bir dönem ve yeni bölümler bizi bekliyor. İlk fırsatta 19. Kare'yi yazmaya başlayacağım, haftaya pazar yetişip yetişmeyeceğini bilmiyorum fakat yetişmesi için çabalayacağım, yetişmezse de sonraki hafta gelir diye düşünüyorum. Bölümler bu sene de düzenli bir şekilde gelecek. Bölümlere tepki vermeyi lütfen unutmayın, tepkiler motive olmam konusunda epey yardımcı oluyor. Destekleriniz için teşekkür eder, mutlu yıllar dilerim! - EÖÖ

]]>
Sun, 01 Jan 2023 13:20:10 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 17. Kare: Sürpriz Konuk https://edebiyatblog.com/kd-17kare-surpriz-konuk https://edebiyatblog.com/kd-17kare-surpriz-konuk Bölüm fotoğrafı: Amina Filkins

Cuma akşamı trafiğini atlatan Gökhan evine döndüğünde hava kararmıştı. Genç adam evin kapısını kapatıp holün lambasını yaktı ve etrafı aydınlattı. Ev sabah çıkarken bıraktığı gibi duruyordu.

Salona girip kendini koltuğa attığı sırada telefonu çalmaya başladı. Arayan kişi Kerem’di.

“Efendim?”

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Kerem.

“Şimdi eve girdim, sen ne yapıyorsun?”

“Ben de otobüsten indim, evine yürüyorum.”

“Neredesin?”

“Yolu yarıladım sayılır, az kaldı.”

“Gelmişsin, birkaç dakikaya burada olursun.”

“Aynen. Yemek yedin mi?”

“Hayır, sen?”

“Ben de yemedim.”

“Gel de bir şeyler sipariş eder, beraber yeriz.”

“Tamam. Görüşürüz.”

“Görüşürüz kardeşim.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra salonu inceledi. Kerem’i misafir edeceği için dün akşam evi temizlemiş ve ortalığı düzenlemişti, evi Kerem’i ağırlamak için hazırdı.

Dakikalar sonra kapı çaldığında Gökhan bunun Kerem olduğunu biliyordu. Otomatiğe basıp apartman kapısını açtı ve daire kapısının önünde durup arkadaşını beklemeye başladı. Kerem’in ayak sesleri gittikçe yaklaştı ve sadece saniyeler sonra genç adamın açık kumral saçları Gökhan’ın görüş alanına girdi.

“Selam,” dedi Kerem gülümseyerek. Açık kahverengi gözleri tıraşlı beyaz yüzünde parlıyordu. “Bakıyorum da kapılarda karşılanıyorum.”

“Elbette,” dedi Gökhan. “Aksi söz konusu bile olamaz. Hoş geldin kardeşim.”

“Hoş buldum Gök.”

İki dost sarıldı.

“Bize yemek de aldım,” diyen Kerem elindeki beyaz poşeti salladı. “Tavuk dürüm yaptırdım.”

“İnternetten sipariş verirdim oğlum ya,” dedi Gökhan mahcup olarak. “Misafirime yemek de ısmarlayamayacaksam vay benim hâlime!”

“Arkadaşımın evine elim boş gideceksem asıl vay benim hâlime. Ben yemeği aldım, sen de bize kahve yaparsın.”

“İyi bakalım, öyle olsun. Hadi içeri gel.”

Gökhan onun elindeki poşeti aldı, Kerem de ayakkabılarını çıkarıp eve girdi.

“Çantayı nereye bırakayım?” diye sordu Kerem sırtındaki gitar çantasını işaret ederek.

“Salona bırak,” dedi Gökhan. “Ben de masayı hazırlayayım.”

Kerem gitar çantasını salona bıraktıktan sonra banyoda ellerini yıkadı, bu esnada Gökhan da tavuk dürümleri ve kola şişesini poşetin içinden çıkarıp masaya yerleştirdi.

“Midem kazınıyor ve dürümler de çok güzel kokuyor,” dedi mutfağa giren Kerem. “Hadi yiyelim.”

“Ben de kurt gibi açım,” dedi Gökhan. İkinci bardağı da kolayla doldurdu. “Hadi otur, her şey hazır.”

Beraber masaya oturdular.

“Nasılsın?” diye sordu Kerem. “Nasıl gidiyor?”

“Tipik ve yorucu bir iş günüydü ama seni görünce daha iyi oldum,” diye cevap verdi Gökhan içtenlikle. “İş güç uğraşıyorum, farklı bir şey yok. Sen nasılsın?”

“İyiyim, bu sıralar hayatım çok dingin ve bu bana huzur veriyor.”

“Dinginliğe benim de çok ihtiyacım var ama nerede? Haftanın altı günü dokuz saat mesai yaparken mümkün değil. Neyse, yetişkinlik hayatının zorluklarından neden bahsediyorsam? Hadi yemek yiyelim.”

“Tabii ki bahset ama önce yemek yiyelim bence de.”

İki dost gülüştükten sonra yemeklerini yemeye giriştiler. Yemek genel olarak sessiz geçti. İkisi de çok aç olduğu için karınlarını doyurmakla ilgilendiler. Kerem bu gece burada kalacaktı, yarını da birlikte geçireceklerdi; yani konuşmak için fazlasıyla vakitleri olacaktı.

“Kesene bereket,” dedi dürümünü bitiren Gökhan. Peçeteyle ağzını sildi. “Teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun,” dedi Kerem. Onun dürümü de bitmek üzereydi. “Doydun mu?”

“Doydum. Dün kurabiye almıştım, kahve de yaparım ve sonra da onları yeriz.”

“Tatlı da var yani? Çok iyi.”

“İstersen meyve de var.”

“Kurabiyeyi tercih ederim.”

“Nasıl istersen.”

Kerem de dürümü bitirince sofrayı el birliğiyle topladılar. Gökhan bulaşıkları lavabonun içine koydu. Tatlıları da yiyip kahveleri içtikten sonra hepsini beraber yıkardı.

Salona girdiklerinde Kerem’in dikkatini duvardaki askıya asılan Gökhan’ın yeni bej rengi akustik gitarı çekti. Gökhan bu gitarı çalıştığı mağazadan çarşamba günü satın almıştı.

“Vay vay vay!” dedi Kerem gitara ilerlerken. “Gerçekte fotoğraftakinden daha havalı görünüyor. İnceleyebilir miyim?”

“Bir de soruyor musun?”

Kerem gitarı askısından indirip eline aldı. Genç adam meraklı gözlerle gitarın kasasını, tellerini, klavyesini incelerken Gökhan da koltuğa oturdu. Kerem gördüklerinden memnun olduğunu belli eden bir baş sallama hareketi yaptı.

“Canavar gibi duruyor,” diye bir yorumda bulundu Kerem. “Biraz çalayım bakalım.”

Kerem severek dinlediği birkaç şarkıyı kısaca çalıp gitarın performansını test etti, sesini dinledi.

“Canavar gibiymiş gerçekten,” dedi Gökhan’a bakarak. “Güzel günlerde çalman dileğiyle, hayırlı olsun kardeşim.”

“Teşekkür ederim,” diye karşılık verdi Gökhan. “Gitardan biraz anlarım.”

“Tabii canım, biraz,” diyen Kerem başparmağını ve işaret parmağını birbirine iyice yaklaştırdı. “Şu kadarcık falan, çok az.”

“Hah işte, ancak o kadar.”

İki arkadaş gülüştü.

“Şimdi saat geç oldu ama yarın çalalım,” dedi Kerem gitarı yerine astıktan sonra. Gökhan’ın yanına oturdu. “Komşularla papaz olmayalım.”

“Kapıya dayanmaları beş dakika sürmez,” dedi Gökhan. “İşten ve okuldan döndükten sonra kimsenin gitar sesi duymaya tahammülü olmuyor hâliyle, bugün benim bile yok.”

“Çok mu yorucu bir gündü?”

“Yoğundu, bir sürü müşteriyle ilgilendim. Neyse ki yarın izin günüm de dinlenebileceğim.”

“O zaman bu akşam film izlemek iyi bir aktivite olacak.”

“Aynen, birazdan açarız ama öncesinde kahveleri yapayım. Az şekerli değil mi?”

“Kendine nasıl yapıyorsan bana da öyle yap, fark etmez.”

“İki az şekerli Türk kahvesi yapıyorum o zaman. Sen rahatına bak, ben birazdan gelirim.”

“Ben de bilgisayarını açayım bari.”

“Olur, şifresini biliyorsun.”

Gökhan kahveleri pişirmek için mutfağa giderken, Kerem de ayağa kalkıp köşedeki masada duran bilgisayara ilerledi.

***

“Göksel!” diye seslendi Güzin. “Nerede kaldın kızım?”

“Geliyorum,” diye bağırdı mutfaktaki Göksel. Çay bardaklarının hepsini tepsiye koymuştu. “Patlamayın.”

“Rize’den getiriyorsun galiba,” dedi Engin. “Hadi güzelim.”

Sadece saniyeler sonra Göksel elinde tepsiyle bahçeye açılan arka kapıda belirdi. “Geldim işte,” dedi. “Bulaşık makinesi boşaltılmamıştı, bardakları oradan çıkardığım için uzun sürdü.”

“Tabii ya,” dedi Güzin kafasına vurarak. “Makineyi boşaltmayı unuttum. Ben de aklımda bir şey var diyordum.”

Göksel tepsiyi masaya bıraktı. “Çaydanlıkları da alıp geliyorum, başka bir şey gelecek mi?”

“Yok kuzum,” dedi Meryem. “Her şeyi getirdik.”

Göksel eve girip, yeniden mutfağa ilerlerken şortunun arka cebinden cep telefonunu çıkardı. Saat 21.30’du, daha fazla geçe kalmak istemeyerek mesajlaşma uygulamasına girdi ve Gökhan’la olan konuşmasını açtı.

Merhaba, yarın gün içinde müsait olduğun bir vakit varsa görüntülü konuşalım mı?

Mesajı ona gönderdikten sonra telefonunu yeniden cebine koydu. Ocağı kapattıktan sonra çelik çaydanlığı aldı ve bahçeye geri döndü. Giray ve Banu hariç herkes masadaydı, genç çift bu sabah erkenden Kuşadası’na doğru yola çıkmıştı. Hafta sonunu Banu’nun orada yaşayan arkadaşı ve eşiyle geçireceklerdi.

Göksel çaydanlığı masanın kenarındaki hasır altlığın üzerine bıraktı ve anneannesinin yanındaki sandalyeye oturdu.

“Al bakalım güzel kızım,” diyen Meryem çay dolu bir kupayı Göksel’in önüne koydu. “Atıştırmalıklardan da ye. Taze meyveler var, sen seviyorsun diye deden kiraz da aldı bak.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Yerim tabii. Dedeciğim senin de kesene bereket.”

“Afiyet olsun sarı civcivim benim,” dedi masanın başında oturan Tahsin. “Kirazlar bal gibi.”

“Çok lezzetli görünüyorlar zaten, hemen tadına bakayım.” Göksel iri bir kirazı yedikten sonra başını salladı. “Gerçekten çok tatlıymış.”

“İstediğin kadar ye.”

Göksel kupasına uzandı ve sıcak çayından bir yudum içti. Anneannesi çayı birkaç farklı çayı karıştırarak hazırlıyordu ve bu da çayının kendine özgü muhteşem bir tadı olmasını sağlıyordu. Göksel normalde çay yerine kahveyi tercih ederdi fakat anneannesinin çayı bir istisnaydı.

“Bugün etraf ne kadar sakin,” dedi Engin. “Yarın hafta sonu olduğu için herkes akşamı dışarıda geçiriyor sanırım.”

“Öyle,” dedi Tahsin. “Yarın akşam buralar daha da sakin oluyor, herkes ilçe merkezinde takılıyor.”

“Ne güzel,” dedi Güzin çayından bir yudum içtikten sonra. “Tam kafa dinlemelik. Bugün deniz beni çok yordu, çayımı içip biraz da atıştırmalık yedikten sonra yatmak istiyorum.”

“Çok yüzdük,” dedi onun karşısında oturan Göksel. “Yüzmek iyi geldi ama dediğin gibi yordu.”

“Ben elli dört yaşında orta yaşlı bir kadınım ve bugün deniz benim pilimi tamamen bitirdi.”

“Dinlenince hiçbir şeyin kalmaz,” dedi Engin eşinin beline dokunarak. “Benim de omuzlarım çok ağrıdı. Göksel Hanım’la yüzeyim dedim ama ondan otuz iki sene yaşlı olduğum için benim pestilim çıktı.”

“Yorulduysan kıyıya çık, demiştim,” dedi Göksel. “Yorulmadığını söyleyip benimle yüzmeye devam ettin.”

“Suyun içindeyken anlamıyorsun ki, insan ne kadar yorulduğunu sonradan fark ediyor.”

“Davul bile dengi dengine,” diye araya girdi Meryem. “Göksel gencecik bir kız, siz ikiniz ona çok yaşlı kalıyorsunuz artık.”

“Bugün fark ettik anne,” dedi Engin. “Artık tek başına uzun uzun yüzer cimcime.”

“Yüzerim canım, ne olacak?” dedi Göksel. “Zaten bir daha benimle bu kadar yüzmenize izin vermem, kendinizi bu kadar yormayın.”

“Bir daha asla zaten,” dedi Güzin elini sallayarak. “Bu akşam erkenden yatar uyurum. Yarın sabah Bodrum’a gidiyoruz, iyice dinleneyim de Bodrum’un tadını çıkarayım.”

“Çok heyecanlıyım, Bodrum’u çok özledim.”

“Aman,” dedi Tahsin ikinci heceyi uzatarak. “O kadar kalabalık ve pahalı bir yer ki hiç de özlenecek bir şeyi yok.”

“Sana göre dedeciğim. Ben seviyorum, çok farklı ve hoş bir ambiyansı var.”

“Bence de güzel bir yer,” dedi Güzin kızına bakarak. “Hafta sonu gezip tozalım, eğlenmemize bakalım.”

Göksel elini kaldırıp annesine uzatınca anne kız beşlik çaktılar.

Ailesiyle sohbet etmeye ara veren Göksel telefonunu kontrol ettiğinde Gökhan’ın kendisine cevap verdiğini gördü.

Merhaba, yarın müsaitim. Öğleden sonra senin de müsait olduğun bir vakitte elbette görüntülü konuşabiliriz

Onun müsait olduğunu öğrenen Göksel sevindi. Görüntülü konuşma fikri onu biraz geriyordu fakat Gökhan’la görüntülü konuşmak, onu kanlı canlı karşısında göremese de ekranın içinden bile olsa görmek istiyordu. Kendisi tatilde olduğu, Gökhan da çalıştığı için Muğla’ya geldiğinden beri çok az konuşmuşlardı ama en azından Gökhan’ın izin günlerinde kısa da olsa onunla görüşmek, sesini duymak istiyordu.

Çok iyi, o zaman seni 1’den sonra arayayım mı? Sana da uyar mı?

Gökhan’a mesajı gönderdikten beş dakika sonra Gökhan ona cevap verdi.

Uyar, kahvaltılarımızı da etmiş oluruz ve rahatça konuşuruz

Aile üyeleri sohbete devam ederken Göksel, genç adamın bu mesajını okuyup onu cevapladı.

Tamamdır, yarın 1’den sonra seni ararım. Çok tutmam, merak etme

Ona mesajı gönderir göndermez Gökhan çevrim içi oldu ve saniyeler içinde ona yazdı.

Aslında biraz tutabilirsin, benim açımdan hiçbir sorun olmaz

Gökhan’ın mesajını okuyan Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve genç kadın onun da gülümsediğini hissetti.

Yarın duruma göre bakarız. Görüşmek üzere

Göksel şu an ailesiyle beraber olduğu için konuşmayı kısa tuttu, Gökhan da Kerem’le beraber film izlediği için uzatmadı.

Bakalım. Görüşürüz Gök

Onun mesajını okuyan Göksel uygulamadan çıkıp telefonunu masanın üstüne bıraktı. Engin ona kısa bir bakış attıktan sonra önüne döndü, Göksel de kupasına uzandı.

*** 

Ertesi gün erkenden yola çıkan Gökseller Bodrum’a vardığında vakit öğle olmak üzereydi. Kalacakları pansiyon biraz içerideydi ama buraya yalnızca uyumak için geleceklerinden bu önemli sayılmazdı. Tuttukları odaya yerleşen aile üyeleri kahvaltı için deniz kenarında bir mekâna gittiler.

“Ne güzel bir yermiş,” dedi etrafı inceleyen Göksel. “Hadi fotoğrafınızı çekeyim.”

“Bizim fotoğrafçı yine başladı,” dedi Engin ama bunu derken gülümsüyordu. “Çek bakalım.”

Masada ebeveynlerinin karşısında oturan Göksel analog kamerasını çıkarıp annesiyle babasını kadraja aldı. Güzin, Engin’e yaslandığında Engin kolunu onun beline sarıp başını da başına yasladı.

“Çifte kumrular,” dedi Göksel gözünü vizörden ayırıp onlara bakarak. “Gülümseyin.”

Ebeveynleri gülümsediğinde Göksel deklanşöre basıp onların fotoğrafını çekti.

“Sıra sende,” dedi Güzin. “Ben de seni çekeyim. İtiraz kabul etmiyorum.”

“Peki,” dedi Göksel zorlamadan. Makinesini annesine uzattı. “Çek bakalım.”

Göksel avcunu çenesine yaslayıp gülümsediğinde annesi de onu çekti.

Sipariş ettikleri kahvaltılar gelince karınlarını doyurmaya odaklandılar. Evden kahvaltı etmeden çıktıkları için hepsi çok açtı ve masadaki çeşit çeşit kahvaltılık iştah açıcı görünüyordu.

“Hemen gezmeye başlarız diyorduk fakat yol beni yordu,” dedi Engin. “Pansiyona dönüp biraz dinlensek mi?”

“Lafı ağzımdan aldın,” dedi Güzin. “Ilık bir duş alıp biraz dinlenmek istiyorum, öğleden sonra çıkarız.” Kızına döndü. “Sen ne dersin bir tanem?”

“Size uyarım,” dedi Göksel. “Biraz dinlenmek iyi bir fikir.”

“O zaman karar verildi.”

Kahvaltılarını bitirdikten sonra hesabı ödeyip mekândan ayrıldılar. Pansiyona dönmek için yola koyulduklarında saat 1’i geçiyordu ve arabanın arka koltuğunda oturan Göksel, Gökhan’a mesaj yazmaya girişmişti.

Merhaba

10-15 dakika içinde seni aramayı düşünüyorum, müsait misin?

Göksel’in iki mesajının bildirimleri Gökhan’ın telefonuna art arda geldiğinde genç adam aynanın karşısında saçlarını tarıyordu. Kerem’le beraber güzel bir kahvaltı ettikten sonra duşa girmişti, üstünü giyip saçlarını kurutmuştu ve şimdi de saçlarını tarayıp şekillendirmekle meşguldü. Telefonu seslide olduğu için bildirimlerin sesini de duydu, yukarıya taradığı saçlarını eliyle şöyle bir düzelttikten sonra yatağının üstünde duran telefonuna uzandı. Göksel’in yazdığını görünce gülümseyerek onunla olan konuşmasını a.

Merhaba

Evet, evdeyim ve müsaitim

Onun mesajlarına cevap verdikten sonra telefonunu alarak odasından çıktı. Kerem salondaydı ve onun akustik gitarını çalıyordu. Gökhan içeri girince dikkatini ona verdi.

“Gitarına bayıldım,” dedi Kerem. “Bayağı kaliteli ve ses ayarları senin gibi bir profesyonelin ellerinde mükemmelliğe ulaşmış.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Biraz uğraştırdı ama ortaya çıkan performanstan ben de memnunum.”

“Sayende artık ben de akustik gitar almayı düşünüyorum, marka ve model araştırmaya başlayacağım.”

Gökhan onun yanına oturdu. “İstersen sana yardım ederim,” dedi. Arkadaşının omzuna dokundu. “Çalıştığım mağazada güzel modeller var, bir gün gelirsen çalıp seslerini dinleyebilirsin.”

“Çok iyi olur,” diyen Kerem gülümsedi. “Ona göre karar veririm.”

“O zaman anlaştık.”

“Göksel’den ne haber?” diye sordu Kerem. Göksel’den Gökhanların Sahne’de çıkacağı zaman haberi olmuştu, dün akşamsa Gökhan ona Göksel’den ve olanlardan ayrıntılarıyla bahsetmişti. Kerem ikilinin bugün görüntülü konuşacağını da biliyordu.

“10-15 dakikaya arayacak,” diye cevap verdi Gökhan. “Az önce yazdı.”

“Hazırlıklarını tam zamanında bitirmişsin desene.”

“Üstüme başıma şöyle bir çekidüzen verdim yahu.”

“Bu yüzden bir buçuk saattir hazırlanıyorsun. Yirmi dakika boyunca dolabının önünde tişörtlerine bakıp hangisini giyeceğine karar vermeye çalıştın.”

Gökhan kıpkırmızı kesilirken, “Bulamadığım bir tişörtümü arıyordum,” dedi. Kerem ona yemediğini belli eden bir bakış attı. “Tamam be! Evet, hangi tişörtü giyeceğime karar veremedim; ne olmuş?”

“Aşk olmuş Gök, aşk olmuş. Adı Kerem olan benim ama asıl Kerem olan sensin. Bu kıza abayı fena yakmışsın.”

“Yakmışım değil mi?”

“Yakmışsın.”

“Çok hoşuma gidiyor.”

“Orası belli oluyor,” diyen Kerem onun dizine dokundu. “Bunlar çok güzel hisler, gerçekten ve böyle davranman da çok normal. Şunu da belirtmem gerekir ki güzel bir tişört tercihi yapmışsın ve çok iyi görünüyorsun.”

“Harbi mi?” diye sordu Gökhan.

Kerem gülerek, “Harbi,” dedi. “Bir buçuk saat süren hazırlanmana değmiş.”

“Dalga geçmesen olmaz.”

“Dalga demişken aklıma ne geldi bak,” dedi Kerem. “Parfüm sıkmamışsın, çabuk sık.”

Gökhan onun omzuna vururken Kerem bir kahkaha patlattı.

“Parfüm de sıkacağım lan,” dedi Gökhan. “Hatta naneli şeker de yiyeceğim. Teknoloji çok gelişti, belki Göksel telefondan kokumu da alır.”

“Almazsa ayıp eder,” dedi Kerem. “Bu hazırlıklar boşa gitmemeli.”

Gökseller kaldıkları pansiyona vardıklarında Güzin ve Engin odaya çıktı, Göksel’se Gökhan’la konuşacağını söyleyip bahçede kaldı. Genç kadın bir çardağa oturduktan sonra telefonunun ön kamerasını kullanarak saçını başını düzeltti, ardından Gökhan’ı aradı. Birkaç saniye ekrandaki kendi görüntüsüyle bakıştıktan sonra Gökhan aramayı yanıtladı ve ekranda onun yüzü belirdi. Göksel’in onunla ilgili fark ettiği ilk şey tıraşlı yüzü oldu.

“Merhaba,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Selam,” diyen Gökhan da gülümsüyordu. Dikkatli gözlerle Göksel’in bronzlaşmış ve güneşte yanlış yüzünü  inceledi. Genç kadının masmavi gözleri bronz teninde bir ayrı parlıyordu. “N’aber?”

“İyiyim, senden n’aber?”

“Ben de iyiyim, çok iyiyim. Ne yapıyorsun? Dışarıda mısın?”

“Evet, pansiyonunun bahçesindeki çardaklardan birinde oturuyorum.”

“Pansiyon mu? Dedenlerin yazlığında değil misin?”

“Hayır,” derken gülümsedi Göksel. “Fethiye’de değiliz.”

“Ya neredesiniz?”

“Gecesi Yavuz Çetin’e şarkı yazdırmayan yerdeyiz.”

Onun bu tanımını duyan Gökhan’ın bakışları derinleşti. “Bodrum,” dedi sakince. “Ne zaman gittiniz?”

“Bu sabah geldik, hafta sonunu burada geçireceğiz.”

“İyi yapmışsınız. Benim yerime de gez.”

“Gezerim. Sen ne yapıyorsun?”

“Evdeyim. Çok yakın bir dostum burada, dün bende kaldı ve bugünü de beraber geçireceğiz.”

“Ne güzel, siz de iyi yapmışsınız.”

“Aynen. Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?”

“Güzel gidiyor, tatilin tadını çıkarıyorum. Sende durumlar nasıl?”

“Senin adına sevindim,” dedi Gökhan samimiyetle. “Benim de bildiğin gibi, iş güç uğraşıyorum öyle. Farklı bir şey yok.”

“Bu akşam da sahneye çıkacaksın değil mi?”

“Evet hatta bugün bir misafirim bile var, Kerem beni izlemeye gelecek.”

“Çok iyi.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“Bronzlaşmışsın,” dedi Gökhan biraz sonra. “Yakışmış.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Güneş burada çok fena.” Telefonu yüzüne yaklaştırdı. “Yanaklarım ve burnum yandı. Artık doğal bir allığım var.”

Onun ekrandaki yüzüne bakan Gökhan gülümsedi. “Çok şirin görünüyorsun,” dedi. “Gözlerinin rengi iyice ortaya çıkmış.”

“Öyle oldu ama bu görüntümden hoşlanıyorum.”

“Hoşlanılacak bir görüntü.”

“Hoşlanılacak bir cümle, teşekkür ederim. Senin dövmelerin nasıl oldu?”

Gökhan sağ elini kaldırıp kameraya yaklaştırdı ve Göksel’e gösterdi. “Tamamen iyileştiler,” dedi. İşaret parmağındaki yıldız ve yüzük parmağındaki bulut dövmeleri çok güzel görünüyordu. “Son hâlleri böyle.”

“Kusursuz görünüyorlar,” dedi Göksel. “Sol elin?”

Gökhan telefonu sağ eline aldı ve sol elini de gösterdi. Parmaklarının kızarıklığı geçince Güneş dövmesinin dalgalarının ince ayrıntıları ortaya çıkmıştı ve Çağlar’ın mükemmel işçiliği gözler önüne serilmişti. Genç dövme sanatçısı dövmeleri Gökhan’ın parmaklarına dantel işlermiş gibi büyük bir incelikle ve ustalıkla işlemişti.

“Muhteşem,” dedi Göksel. “Çağlar olağanüstü bir iş çıkarmış, sana da çok yakışmışlar. Güle güle kullan.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Çağlar genç yaşına rağmen bu işin ustalarından biri, her işinde harikalar yaratıyor.”

“Ona ne şüphe.”

“Sana dövme tasarımı gönderdi mi?”

“Hayır, henüz göndermedi.”

“Unutmamıştır ama çok meşgul, muhtemelen hâlâ üzerinde çalışıyordur.”

“Olabilir. Ne kadar yetenekli olduğunu göz önüne alırsak epey müşterisi olmalı.”

“Öyle, çevresi de çok geniş ve günleri yoğun geçiyor. Önümüzdeki hafta tasarımı sana gönderir gibime geliyor, gönderince bana da gönderir misin? Merak ederim.”

“Et,” dedi Göksel omuz silkerek. “Senin dövmelerin bana sürpriz olmuştu, benim dövme sürecim de sana sürpriz olsun.”

“Bak ya,” dedi Gökhan. “Çağlar’ın stüdyosu benim iş yerime çok yakın, gidip bakarım.”

“Göstermemesini istersem rüyanda bakarsın.”

“Sen öyle san.”

“Asıl sen öyle san.”

Gökhan güldüğünde Göksel kaşlarını kaldırdı.

“Ne oldu?” diye sordu Göksel. “Çok mu komik? Şimdi Çağlar’ı arayıp tasarımı sana asla göstermemesini söyleyeceğim.”

“Komiksin, evet,” diye onayladı Gökhan. “Ve çok tatlısın. Benimle atışman hoşuma gidiyor.”

Böyle bir cevap duymayı hiç beklemeyen Göksel’in gözleri büyüdü. Birkaç saniye şaşkın bakışlarla Gökhan’a baktıktan sonra dudakları yukarı kıvrıldı.

“Benim de hoşuma gidiyor,” dedi. “Ama o tasarımı gerçekten rüyanda görürsün.”

“Peki,” dedi Gökhan. “Senin tatlı canın nasıl isterse öyle olsun. Dövmeyi yaptırmaya karar verirsen stüdyoya beraber gideriz ve yapıldıktan sonra görürüm.”

“Yaptırmaya karar verirsem bana eşlik edeceksin yani?”

“Etmeyeyim mi?”

“Et tabii, bundan çok memnun olurdum.”

“Bu cümlenden sonra edeceğimden şüphen olmasın.”

Aynı anda gülümsediler.

“Sana biraz çevreyi göstereyim mi?” diye sordu Göksel. “Kıyıdan uzaktayız ama bu taraflar da güzel.”

“Göster,” dedi Gökhan. “Merak ettim.”

Çardaktan kalkan Göksel arka kamerayı açtı ve bahçede yavaşça yürürken, Gökhan’a etrafı gösterip konuşmaya başladı: “Burası kaldığımız pansiyonun binası, çok büyük bir yer değil ve bu mütevazı havasını sevdim. Bahçesi de çok büyük sayılmaz fakat çıkıp hava almak ya da şu an yaptığım gibi telefonla konuşmak için ideal bir yer. Ana caddenin bir arka sokağında olduğumuz için burası caddeye göre daha sakin ama tatil yöresi sakinliği, yani öyle fazla bir sakinlik bekleme. Çevrede evler ve yeme içme yerleri var, gördüğün gibi sokak hep hareketli.” Bahçe duvarının yanına yürüyen Göksel ona sokakta yürüyen insanları gösterdi. “Bu gecelik evimiz burası. Annemle babam biraz dinlenmek istediklerini söylediler, onlar biraz dinlenince gezmeye başlayacağız ve buraya muhtemelen çok geç döneceğiz. Yarın sabah pansiyondan çıkış yapacağız, gün boyunca da yine gezeceğiz ve akşam Fethiye’ye döneceğiz.”

Göksel sözünü bitirdikten sonra yeniden ön kamerayı açtı.

“Cici bir yere benziyor,” dedi Gökhan. “Pansiyon da çevresi de hoşmuş. Annenle baban odada mı şimdi?”

“Aynen, odadalar. Duş alıp biraz dinlenecekler, üç buçuk saat yol geldik ve hâliyle yoruldular.”

“Sen de yorgunsan dinlen, biz başka zaman da konuşuruz.”

“Yorgun değilim, aksine Bodrum’u gezeceğim için çok hevesliyim ve enerji doluyum.”

“O zaman lütfen çardağa geri dön, başına güneş geçmesin.”

“Ben de tam olarak çardağa yürüyorum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok düşüncelisin.”

“Öyleyimdir,” diyen Gökhan da gülümsedi. “Bana mini bir Bodrum gezisi yaptırdığın için de teşekkür ederim.”

“Epey minik bir gezi oldu ama rica ederim.”

Göksel çardağa geri dönüp otururken Gökhan da onu inceledi. Genç kadının bronzlaşmış yüzü sağlıkla ışıldıyor, kızarmış yanakları ve burnu ona şirin bir hava katıyordu; rengi açılmış sapsarı kaşlarının masmavi gözlerinin üstünde parlaması da Gökhan’ın çok hoşuna gitti. Şu an bu güzelliği kanlı canlı karşısında görmek için pek çok şeyini feda edebilirdi.

“Sende ne var ne yok?” diye sordu Göksel. “Neler yapıyorsun? Biraz anlatsana.”

Göksel’in gök mavisi gözleri Gökhan’ın karamel tonundaki kahverengi gözleriyle buluşunca Gökhan gülümsedi.

“Kerem bende,” dedi Gökhan. “Bizim üniversitede Sanat Tarihi son sınıf öğrencisi, aynı zamanda gitar çalıyor ve biz de okuldaki bir müzik etkinliğinde tanışmıştık. Çok yakın bir dostumdur ve birlikte zaman geçirmeyi en sevdiğim kişilerden biridir. Dün bana geldi, beraber yemek yedik ve gece de film izledik. Bugün de beraber gitar çalacağız hatta o şu an salonda ve çalıyor bile; ben de odamdayım ve seninle konuşuyorum işte. Akşama Parça’da sahne alacağım biliyorsun, bugün Kerem de gelecek ve beni izleyecek.”

“Ne çok arkadaşın var,” derken gülümsüyordu Göksel. “Her geçen gün yeni isimler duyuyorum.”

“Hayatım boyunca pek çok şehir ve dolayısıyla okul değiştirince bir sürü insanla tanıştım, gittiğim yerlerde çoğunlukla yeni kişi olduğum için de girişken olup kendimi o ortamlara kabul ettirmem gerekti ve bu da beni hem sosyal hem girişken hem de arkadaş canlısı birine dönüştürdü. Yüzlerce arkadaşım vardır ama dostum diyebileceğim kişiler gerçekten azdır, Yağız ve Kerem onların başında geliyor. Mesela ailemle aramda geçenleri sadece onlar biliyor, senin dışında tabii. Gökhan’ı herkes şöyle böyle tanır ama beni gerçekten tanıyan insan sayısı bir elin beş parmağını geçmez.”

Duyduğu bu bilgi Göksel’i şaşırttı. “Ailenle olanları benim dışımda sadece o ikisi mi biliyor?” diye sordu.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. Gülümsedi. “Her ne kadar açık biri olsam da özel hayatım konusunda ketumumdur ve bu çok hassas bir mesele olduğu için şimdiye kadar yalnızca üç kişiye anlattım.”

“Dürüst olmam gerekirse o üç kişiden biri olduğumu duymak beni çok şaşırttı.”

“Geçmişte uğradığın zorbalıkları bana anlattığında çok özel bir şeyi paylaşmıştık, bu da senin için çok hassas bir meseleydi ama bana yakın hissetmiş olmalısın ki bunu benimle cesurca paylaşmıştın. Ben de aynı yakınlığı sana hissediyordum -hâlâ hissediyorum-, beni anlayacağını biliyordum ve sana kendi acı deneyimlerimden cesurca bahsedebildim.”

“Peki seni anladığımı düşünüyor musun?”

“Elbette düşünüyorum,” dedi Gökhan hemen. “Beni anlıyor ve bana saygı duyuyorsun. Müzisyenliğime saygı duyuyorsun, müzisyenliğimi takdir ediyorsun; hayatının büyük bölümünde hor görülen benim için bunun ne kadar önemli ve özel olduğunu tahmin bile edemezsin.”

“Aslında edebilirim,” dedi Göksel. “Dış görünüşüm yüzünden zorbalığa uğrayan bir çocuktum, ortamlarda dışlanırdım ve kimse beni tanımak bile istemezdi. Bu yüzden şimdi insanların beni tanımak için çaba gösterip kişiliğimi sevmesi ve kişiliğim için benimle arkadaş olması da benim için çok önemli ve özel bir şey.”

Gökhan gülümseyerek, “Hem dıştan hem de içten çok güzelsin,” dedi. “Seni tanımak benim için büyük bir ayrıcalık ve seni tanıyan herkesin böyle düşündüğünden eminim.”

“Teşekkür ederim, seni ve çevremdeki diğer insanları tanımak da benim için büyük bir ayrıcalık.”

Göksel’in yanaklarındaki kızarıklık şimdi çok daha belirgindi.

“Ne zaman dönüyorsunuz?” diye sordu Gökhan.

“Haftaya,” dedi Göksel.

“Hangi gün?”

“Hafta sonu diye düşünüyoruz ama hangi gün olacağı kesinleşmedi.”

Aslında cuma sabahı yola çıkacaklardı, cuma akşamı da İstanbul’da olacaklardı ama Göksel bunu ona söylemedi. Aklında ona sürpriz yapmak vardı.

“Daha çok varmış desene,” dedi Gökhan yüzünü asarak.

“Ne oldu, beni çok mu özledin?”

“Özledim tabii.”

Göksel keyifle sırıttı. “İki hafta geçip gitti bile, bir hafta da geçer.”

“Ne zaman döneceğiniz kesinleşince haber ver, hemen ertesi günü görüşelim. Şimdiden söyleyeyim de başka plan yapma.”

“Bak sen,” derken sırıtmaya devam ediyordu Göksel. “Sen beni bayağı özlemişsin.”

“Çok hoşuna gitti bakıyorum. Sen beni özlemedin mi?”

“Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti,” diye onayladı Göksel. “Ben de seni özledim ve söylediğin gibi döndüğümde bir buluşma ayarlarız.”

Sırıtma sırası telefonun ucundaki Gökhan’daydı. Göksel’in de kendisini özlediğini duyan genç adam az önce özenle fırçaladığı beyaz dişlerini göstererek kocaman sırıttı. Onun bu hâli Göksel’i gülümsetti.

“Ayarlayalım tabii,” dedi Gökhan biraz sonra. “Haber verirsin.”

“Veririm,” dedi Göksel başını sallayarak.

Vermeyecekti. Bu ona söylediği ilk yalandı ama ona aklındaki sürprizi yapmak için buna mecburdu. Gökhan onun daha Muğla’da olduğunu sanırken genç adamın karşısına çıkmak ve onu şaşırtmak istiyordu.

“Ailen nasıl?” diye sordu Gökhan. “Hepsi iyidir umarım.”

“İyiler, sorduğun için teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Ağabeyimle eşi hafta sonu için Kuşadası’na gittiler, yengemin bir arkadaşı ve eşiyle zaman geçirecekler; anneannemle dedem Fethiye’deler, ikisi de çok iyi şükür; annemle babam da benimle beraber zaten, yol biraz yordu fakat bir saate kendilerine gelirler ve sonrasında Bodrum gezimize başlayabiliriz. Hepimizin sağlığı da keyfi de oldukça yerinde.”

“Çok sevindim,” dedi Gökhan samimiyetle. “Ağabeyinle eşi çift olarak yalnız da takılıyorlarmış. Sanırım geçen sene evlendiklerini söylemiştin, daha yeni evli sayılırlar ve tadını çıkarıyorlardır.”

“Aynen öyle. Evlilikleri daha çiçeği burnunda, biz de anlayışla yaklaşıyoruz ve illa bizimle takılın demek yerine ne istiyorlarsa onu yapmalarını istiyoruz.”

“En iyisi. İkisi için de yoğun bir eğitim yılı olmuş olmalı ve istedikleri gibi tatil yapmayı hak ediyorlar.”

“Kesinlikle öyle. Yine de son bir haftamız kaldığı için üzülüyorum, çok çabuk geçti.”

“Sevdiğin insanların yanındayken zaman çok çabuk geçer,” dedi Gökhan. “Onlardan uzaktayken ise geçmek bilmez.”

“Haklısın. Kalan son günlerimizin tadını çıkarmaya bakacağız artık. İstanbul ne alemde?”

“Bilmem, hayatım iş ve ev arasında geçtiği için şehirde olan bitene hâkim değilim ama her şey aynı görünüyor.”

“Çok yoğun bir çalışma hayatın var.”

“Çoğu kişi gibi. Dürüst olmam gerekirse çalışmaktan bıktım usandım fakat çalışmak zorunda olduğum için her sabah kalkıp tıpış tıpış mağazaya gidiyorum. İnsanlarla uğraşmaktan yoruldum, karşımdaki kişiler dağdan inmiş olsa da kibar davranmak zorunda olmaktan yoruldum; profesyonel hayattan yoruldum, mağazada her şeye koşturmaktan yoruldum.” Gökhan susup derin bir nefes aldı. “Her neyse, kendi dertlerimle senin de canını sıkmayayım. Bir an içimi dökesim geldi, kusura bakma.”

“Ne kusuru? Duymamış olayım,” dedi Göksel hemen. “Bana her zaman içini dökebilirsin, benimle konuşurken dürüst olabilirsin hatta bundan çok ama çok memnun olurum.”

Gökhan yüzünü kameraya yaklaştırıp, “O zaman sana bir sır vereyim,” diye fısıldadı. “İstifamı basacağım günü iple çekiyorum.”

Göksel gülümseyerek, “Sırrının bende güvende olacağına emin olabilirsin,” dedi. “İstifanı bas, mağazadan koşarak uzaklaş ve bir kutlama yap.”

“Kutlama mı? Bunu hiç düşünmemiştim ama muhteşem bir fikirmiş. O zaman işten çıktığım zaman yakın arkadaşlarımla bir kutlama yapacağım ve onlara ne istiyorlarsa onu ısmarlayacağım. O akşam hesaplar benden.”

“Asıl muhteşem fikir diye buna derim,” dedi Göksel. “Ne zaman istifa edeceksin? Mezun olunca mı?”

“Aynen. Bir terslik çıkmazsa -ki çıkacağını düşünmüyorum- seneye haziranda mezun olacağım, ondan sonra istifa ederim ve sevdiğim işi yapmaya başlayabilirim.”

“Şimdi bakınca çok uzun bir zamanmış gibi geliyor ama göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Mezun olduktan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?”

“Müziğe ağırlık vereceğim,” diye cevapladı Gökhan. “Daha sık sahneye çıkarım, muhtemelen farklı mekânlarda da sahne almaya başlarım; şarkılarımı yayınlarım, sonrasında ilk albümümü çıkarırım; bunlardan kazandığım para yetmezse -ki başlarda yetmeyeceği ortada- müzik okullarının birinde öğretmen olarak işe başlayabilirim. Neticede konservatuvar mezunuyum ve müzikle ilgili her şeyi biliyorum, engin bilgilerimi öğrencilerle paylaşmaya hazırım.”

Onu pürdikkat dinleyen Göksel genç adam konuşmasını bitirince gülümsedi. “Çok ideal ve hoş bir yakın gelecek planı,” dedi. “Müzik öğretmenliği yapmak sana şimdiye göre daha çok boş zaman bırakır ve sen de müziğe zaman ayırabilirsin.”

“Evet, şimdi ulaşımı da ekleyince günümün yarısı işte geçiyor ve çoğu şeye vakit bulamıyorum ama o zaman vaktim daha çok olur. Planlarım bu yönde ama hayatın neler getireceğini ancak yaşayarak göreceğim. Hayırlısı olsun.”

“Hayırlısı olsun,” diye tekrar etti Göksel. “Ama umarım gönlünden geçen neyse onu da elde edebilirsin.”

“Teşekkür ederim Gök,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Eksik olma.”

Göksel de gülümsedi. “Rica ederim,” dedi. “Sen de eksik olma.”

“Bodrum’da neler yapacaksınız?”

“Çekim yapacağım için kültürel bir gezi olmasını istedim, ailem de kabul etti. Bodrum’un kalesini, müzelerini gezeceğiz. Bunun dışında ilçe merkezinde ve sahilde de gezer, yürüyüş yaparız.”

“İyi düşünmüşsün. Çekeceğin fotoğrafları ve videoları dört gözle bekliyorum. Ortaya muhteşem işler çıkaracağından eminim. Her zamanki gibi.”

Göksel gülerek, “Teşekkür ederim,” dedi. “İnancın çok değerli. Bu tatil fotoğraf açısından çok verimli oldu, Bodrum’dan da güzel fotoğraflar paylaşacağımı ve takipçilerimden güzel geri dönüşler alacağımı umuyorum.”

“Bundan hiç şüphem yok. Şimdiye kadar paylaştığın fotoğrafların hepsi mükemmeldi.”

“Fotoğraflara yaptığın yorumlarla beğendiğini açıkça gösterdin.”

“Yine yapacağım. Her zaman tam destek.”

“Teşekkür ederim, çok tatlısın.”

Göksel’den ikinci kez çok tatlı olduğunu duyan Gökhan ilk seferde olduğu gibi kocaman sırıttı. “Sen de çok tatlısın,” diyen genç adamın bakışları yoğunlaştı. “Ve ben seni çok özledim. Biliyorum tanışalı çok olmadı, sadece birkaç kez görüştük ama özledim işte. Kısa sürede çok şey paylaştık, sağlıklı bir iletişimle inşa edilen güzel bir bağ kurduk ve kısa sürede bu kadar şey paylaştıktan sonra araya giren bu üç haftalık ayrılıkta boşluğa düşmüş gibi hissettim.”

“Gerçekten çok tatlısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu kadar dürüst olmanı seviyorum, hiçbir maskenin ardına saklanmadan kendini açıkça ve çok başarılı bir şekilde ifade etmeni de seviyorum. Söylediğin gibi kısa bir sürede çok şey paylaşıp güzel bir bağ kurduk ve tanıştığımızdan bu yana geçen dönemi dolu dolu geçirdik; şimdi ikimizin de birbirini özlemesi çok doğal ama çoğu gitti azı kaldı, bir hafta sonra İstanbul’a dönüyoruz ve yine görüşüp zaman geçirmeye devam edeceğiz.”

“İki hafta geçti gitti, bir hafta da gider değil mi? Gider elbette. Sen tatilinin tadını çıkarmaya bak.”

“Öyle yapıyorum. O zaman yavaştan kapatalım mı? Sen Kerem’i daha fazla bekletme, ben de çıkıp bizimkilere bakayım. Müsait olduğumuzda yine konuşuruz.”

“Kapatalım,” dedi Gökhan. “Dediğin gibi Kerem’i çok bekletmeyeyim, sen de Bodrum’da ailenle geçireceğin zamanın tadını çıkar. Size keyifli gezmeler.”

“Teşekkür ederiz, size de iyi eğlenceler.”

“Sağ ol Gök. Kendine çok iyi bak, görüşürüz.”

“Sen de kendine iyi bak, görüşmek üzere.”

Göksel aramayı sonlandırdığında dudakları yukarı kıvrıldı. Görüşme kısaydı ama çok iyi hissettirmişti ve bu his uzun süre devam edecekti.

Çardaktan kalkan genç kadın pansiyona doğru yürüdü.

Telefonu kapatan Gökhan’sa bir süre daha yatağında oturmaya devam etti. Genç adamın yüzünde bir gülümseme vardı. Göksel’e duyduğu özlem ona kötü hissettirse de genç kadınla konuşmak, onun haftaya İstanbul’a geleceğini duymak ve onun ağzından bu ayrılığın kısa sürede biteceğini duymak ona iyi gelmişti. Göksel’in de dediği gibi çoğu gitmiş azı kalmıştı, iki hafta geçmişti ve bir hafta da geçecekti.

Kapıyı açıp odasından çıkan Gökhan salona ilerledi. Kerem koltuğun üzerinde oturuyordu ve onun akustik gitarını çalıyordu. Gökhan içeri girince Kerem dikkatini arkadaşına verdi.

“Selam,” dedi Kerem gülümseyerek. “Konuşma nasıldı?”

“Selam,” diyen Gökhan onun yanına oturdu. “Çok güzeldi. Şu an ailesiyle beraber Bodrum’daymış, bu hafta sonunu orada geçireceklerini söyledi. Hangi gün olduğu daha kesinleşmemiş ama haftaya dönüyorlarmış.”

“Bayağı geziyorlar desene. Haftaya da geri dönüyormuş demek, hadi gözün aydın.”

“Aynen, epey gezdiler. Anladığım kadarıyla maddi durumları fena değil, annesi de babası da iyi pozisyonlarda çalışan insanlar zaten; senede bir tatil yaptıklarını da düşünürsek masraftan kaçınmıyorlardır. Göksel de çok iyi görünüyordu, bu tatilin ona yaradığı belli ve teşekkür ederim, nihayet kavuşuyoruz.”

“Bu dönemde en mütevazı tatil bile dünyanın parasına mal oluyor, karşılayacak durumları varsa biraz daha iyisini yapmaları çok normal. Göksel’den ne haber? İki haftadır Muğla’da olduğunu düşünürsek epey bronzlaşmıştır.”

“Bronzlaşmış,” diyen Gökhan gülümsedi. “Çok da yakışmış. Olağanüstü görünüyordu.”

Kerem gülerek başını iki yana salladı. “Ağzını sil,” dedi onun çenesine dokunup. “Salyaların akıyor.”

“Valla aktılar,” dedi Gökhan da gülerek. “Masmavi gözleri bronzlaşmış ve güneşte yanmış yüzünde bir başka güzel parlıyordu. Haftaya karşımda gördüğümde ne yapacağım? Bayılırım gibime geliyor.”

Kerem bir kahkaha patlatırken Gökhan da ona katıldı. İki arkadaş bir süre güldü.

“Göksel’in kollarına bayıl da seni tutsun,” dedi Kerem kahkahalarını susturabildiğinde.

“Tabii canım,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Kızdan 13 santimetre uzunum ve nereden baksan 15-20 kilo ağırımdır, o cüsseyle beni kesin tutar hatta kucağına alıp hastaneye bile götürür.”

Bir kahkaha tufanı daha yaşandı.

“Düşününce çok komik,” dedi Kerem. “Ama yaşanma ihtimali çok az tabii.”

“Hâliyle,” dedi Gökhan. “Avcum kadar beli var, ufacık bir şey.”

“Belinin ölçüsünü iyi bilirsin tabii,” dedi Kerem ona hınzır bir bakış atarak. “Elinin sürekli Göksel’in belinde olduğunu fotoğraflardan iyi gördüm.”

“Belini kavramayı seviyorum, genel olarak onunla temas hâlinde olmayı seviyorum. İyi hissettiriyor.”

“Konuştu Mecnun,” diyen Kerem gözlerini biraz büyüttü. “Mecnun olmayı bir kenara bırakıp müzisyenliğe dönmeye ne dersin? Hadi biraz gitar çalalım.”

“Leyla oldum, Kerem oldum, şimdi de Mecnun oldum. Sırada ne var? Ferhat mı?”

“Olabilir. Sende dağları delecek potansiyel görüyorum.”

“İstanbul’da dağ yok.”

“Olsa deleceksin yani?”

“Of,” diye sızlandı Gökhan. “Hadi gitar çalalım.”

Gökhan kendi akustik gitarını alırken Kerem de klasik gitarını çantasından çıkardı. Kerem’in Martinez marka iyi bir klasik gitarı vardı ve üç senedir düzenli olarak çalıp kendisini geliştirmeye devam ediyordu. Özellikle Gökhan’la tanıştıktan sonra gitara olan bağlılığı artmıştı. Gökhan gibi iyi bir gitaristin arkadaşı olmak onu motive ediyordu.

“Senin için küçük bir sürprizim var,” dedi Kerem kahverengi gitarı kucağındayken. “Bir parçanın girişini çalmayı öğrendim.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Hangi parçaymış bu? Çalmak ister misin?”

“Çalacağım,” diyen Kerem penasını eline aldı. “Başlıyorum.”

Kerem şarkıya girer girmez Gökhan bunun hangi şarkı olduğunu anladı: Oyuncak Dünya. Gökhan’ın bu dünya üzerinde en sevdiği şarkı.

Gökhan genişçe gülümserken, Kerem de ona kısa bir bakış atıp gülümsedi. Kerem’in parmakları klavyenin üzerinde zarafetle hareket ederken onun çaprazında oturan Gökhan da dikkatle arkadaşını dinliyordu. Oyuncak Dünya çalması çok zor bir parçaydı ama girişi şarkının kalanına göre daha sakindi ve Kerem de bu kısmı çalmayı çok iyi öğrenmişti.

“Devamı beni aşıyor fakat girişini öğrendim,” dedi Kerem girişini çalmayı bitirdiğinde. “Umarım bir gün şarkının tamamını da çalabilirim.”

“Bolca pratik yaptıktan sonra çalınamayacak şarkı yoktur,” dedi Gökhan kendinden emin bir sesle. “Girişi çok iyi çaldın, beğendim.”

“Sahiden mi? Teşekkür ederim.”

“Sahiden.”

“Sen de solosunu çalmak ister misin? Bu muhteşem soloyu akustik gitarında dinlemek isterim.”

“Büyük bir memnuniyetle.”

Gökhan gitarının duruşunu düzelttikten sonra şarkının solosunu çalmaya başladı. Bu şarkıyı akustik gitarla son çalışının üzerinden uzun zaman geçmişti ve bunu yapmayı ne kadar özlediğini daha solonun başında anladı. Bir gülümseme yüzünü süslerken usta parmaklarıyla bir diğer ustanın parmaklarının yarattığı bu sihirli müziği çaldı. Kerem onu büyük bir hayranlıkla izliyor, genç adamın perdeler arasında ve teller üzerinde gezinen parmaklarını seyrediyordu. Artık bu usta parmakların dördünde dövmeler vardı ve adıyla ilgili bu dövmeler enstrüman çalarken onun çok daha havalı görünmesini sağlıyordu.

Gökhan başını kaldırıp Kerem’e baktığında arkadaşını hayran bakışlarla kendisini izlerken buldu. Ona göz kırptı.

“Adama bak ya,” dedi Kerem. “Böyle bir parçayı klavyeye bakmadan çalıyor. Sen şaka mısın oğlum?”

“Şarkıyı adımdan iyi biliyorum,” dedi Gökhan. “Gözlerim kapalı bile çalabilirim.”

“Yap şovunu.”

“Şu an beni izleyen tek sen varsın, yani bu sana özel bir şov.”

“O hâlde bana özel yapılan en güzel şey olduğunu söylemeliyim.”

Gökhan gülerek bakışlarını yeniden gitara odakladı ve şarkının kalanını gitara bakarak çaldı. Bu şarkı ona buruk hissettirse de aynı zamanda diğer hiçbir şarkının hissettiremediği kadar iyi de hissettiriyordu. Bu yüzden Gökhan bu şarkının büyülü olduğuna inanıyordu. Şarkıyla büyük ve derin bir bağ kurduğunun, şarkıyı diğer tüm şarkılardan çok farklı ve hiçbirinin yanına bile ulaşamayacağı bir yere koyduğunun farkındaydı fakat sözlerinin birebir kendisini anlattığını düşündüğü bir şarkıya bundan daha azını yapamazdı. “Kimisi/Kimileri … oynar” kısımlarının ilkinde “askercilik” olan bir şarkıya bundan daha azını yapamazdı. Yavuz Çetin şarkıda geçen ya da geçmeyen bir başka meslek grubu ya da oyun adını söyleyebilirdi fakat o “askercilik” demeyi tercih etmişti ve bunun Gökhan için anlamı çok büyüktü.

Kimisi askercilik oynamıştı, kimileri evcilik oyunu oynamıştı; Gökhan’sa müzisyeni oynuyordu. Şimdi ve daima.

Gökhan penasını tellere sertçe vurup şarkıyı bitirdiğinde Kerem bağırarak onu alkışladı.

“Makine mübarek,” dedi Kerem. “Ellerine, yüreğine sağlık kardeşim benim. Kulaklarımın pasını sildin attın.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gitar çalmaya bu kadar hızlı başlayacağımı düşünmüyordum ama devam edelim bakalım.”

“Hızımızı kesmeden tam gaz devam.”

İki yakın arkadaş birlikte gitar çalmaya devam ettiler.

***

Perşembe

Fethiye’deki yazlıkta toplanma telaşı vardı. Dinçerler üç haftalık tatillerinin sonuna gelmişti ve artık hem Gökseller hem de Giray ve eşi için evlerine dönme vaktiydi. Tüm aile üyelerinde bir burukluk vardı fakat belli etmemeye çalışıyorlardı.

“Kameralar gitmiş,” dedi Göksel’in kaldığı odadaki boş sehpaya bakan Giray. “Toparlandın mı?”

“Evet,” dedi Göksel. “Toparlandım. Siz ne yaptınız?”

“Biz de her şeyi hallettik. Birazdan valizleri indirip bagaja yerleştiririz.”

“Aynen. Hadi annemlere de bakalım.”

İki kardeş, ebeveynlerinin kaldığı odaya girdiğinde fermuarları kapatılan ve aşağı indirilmek üzere kapının kenarına koyulan valizi ve el çantasını gördü. Güzin’se boşalttıkları dolabı silmekle meşguldü.

“Kolay gelsin sultanım,” dedi Giray. “Siz de toparlanmışsınız.”

“Sağ ol oğlum,” dedi Güzin onlara bakarak. “Toparlandık tabii ya, valizleri arabaya koymak kaldı. Siz de hallettiniz sanırım?”

“Hallettik. Birazdan babamla beraber valizleri de indiririz.”

“Biz de yardım ederiz canım,” dedi Göksel. “Yirmi bir yaşında genç, sağlıklı ve güçlü biriyim; valizlerin de hakkından evelallah gelirim.”

“Bak sen,” diyen Giray onun omzuna kolunu attı ve kız kardeşini kendine çekti. “Soyadımın hakkını veriyorum, diyorsun yani?”

“Tabii ki.”

Duygulanan Güzin bakışlarını çocuklarından alıp dolaba çevirdi ve rafları silmeye kaldığı yerden devam etti.

“Biz de yardım edelim mi?” diye sordu Göksel.

“Ben hallediyorum,” dedi Güzin. “Siz Engin’i bulun da valizleri indirin.”

Göksel ve Giray babalarını bulmak için odadan çıktılar. Engin bahçede iş yerinden biriyle telefonda konuşuyordu. Tatili henüz bitmemişti fakat haftaya pazartesi işbaşı yapacağı için iş hayatına yavaştan geri dönmüştü. O telefonda konuşurken Göksel ve Giray da sandalyeye oturup onu beklemeye başladı.

“Üç hafta çabucak geçti,” dedi Göksel. Elleriyle oynuyordu. “Seni özleyeceğim.”

“Güzel günler göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor,” dedi Giray. “Ben de seni ve diğer herkesi özleyeceğim.”

Göksel onun beline sarılıp başını da omzuna yasladı. “İlk fırsatta İstanbul’a da gelin,” dedi. “Sevmediğinizi biliyorum -biz de âşığı değiliz- ama orada da beraber zaman geçiririz.”

“Yarıyıl tatilinde gelebiliriz, Ankara’nın dondurucu soğuğundan da biraz da olsa uzaklaşmış oluruz.”

“İstanbul daha ılık tabii.”

“Ankara’nın yanında Miami gibi kalıyor be kızım.”

Göksel kıkırdadığında Giray da güldü.

“Senin okulun da bir aya başlar,” dedi Giray. “Tatilinin son haftalarını nasıl geçireceksin?”

“Arkadaşlarımla görüşürüm,” dedi Göksel ona bakarak. “Okul başladıktan sonra görüşmemiz pek mümkün olmuyor malum. Onun dışında da evde dinlenmeye bakarım, okul başladıktan sonra bu da pek mümkün olmuyor malum.”

“Doğru,” dedi Giray gülerek. “Hem gezip tozmana hem de dinlenmene bak o zaman. Biz de Banu’yla gezeceğiz, tatilin son günlerinin tadını çıkaracağız ve yeni bir eğitim yılına bomba gibi gireceğiz.”

“Gezin tabii, sizin için dönem daha erken başlıyor.”

“Aynen, bu yüzden zamanımız daha kısıtlı ama planlarımızı yaptık.”

Telefon görüşmesini bitiren Engin çocuklarının yanına ilerledi.

“Merhaba gençler,” dedi gülümseyerek. “Sizi buraya hangi rüzgâr attı bakalım?”

“Valizleri indirelim diyecektik,” dedi Giray. “Hepimiz toparlandık.”

“Öyle mi? O zaman indirelim. Sonra da yemek yiyip uyuruz zaten. Hepimiz erkenden yola çıkacağız, uyuyup dinlenmemiz gerek.”

Yeniden eve giren aile üyeleri üst kata çıktı. Engin eşiyle kendisinin valizini indirirken Giray da kendi büyük valizlerini indirdi; Göksel kendi valizini aldı, Banu da kendilerinin küçük valizini ve Güzinlerin el çantasını indirdi.

“Resmen evi taşımışız,” dedi Engin bagajdaki iki büyük valize, el çantasına ve birkaç poşete bakarak. “Yetmedi buradan da bir şeyler aldık.”

“Üç koca insan için normal bence,” dedi Göksel. “Sonuçta burada da üç hafta kaldık.”

“Göksel haklı,” dedi Banu. “Bir şey olmaz babacığım.”

“Ah siz kadınlar,” dedi Engin başını iki yana sallayarak. “Başka bir şey kaldı mı?”

“Her şeyi indirdik,” dedi Giray. “Yine bakarız zaten.”

“Tamam o zaman. Hadi yemek yiyelim. Şahsen ben kurt gibi açım.”

“Ben de,” dedi Göksel. “Karnım kazınıyor.”

İçeri giren aile üyeleri el birliğiyle masayı hazırladı ve beraber yiyecekleri son akşam yemekleri için sofraya oturdular.

“Zaman ne çabuk geçti,” dedi Meryem. “Geldiğiniz gün daha dün gibi, yarınsa gidiyorsunuz.”

“Güzel olan her şey kısa sürüyor,” dedi Güzin. “Ama üzülmeyin, yine geliriz. Belki kışın siz gelirsiniz.”

“Artık uzun yolu gözümüz kesmiyor,” dedi Tahsin. “Hele de İstanbul’u. Siz gelirsiniz.”

“Tahsin haklı,” diye eşine arka çıktı Meryem. “Hem o yol hem de İstanbul’un çilesini çekemeyiz artık.”

Akşam yemeği genel olarak sohbetli geçti. Yemekler yendikten sonra sofra toplandı, bulaşıklar makineye yerleştirildi ve Türk kahvesi hazırlandı. Aile üyeleri şimdi de bahçede oturarak kahve içecek ve son akşamlarını beraber geçirecekti. Saatler akşam dokuz olmuştu bile, sabah erkenden yola çıkacakları için çok oturamayacaklardı; biraz sohbet ettikten sonra uyumayı planlıyorlardı.

“Aramızda tatili devam eden bir Göksel var,” dedi Engin bahçede otururken. “Annesiyle ben pazartesinden itibaren işe gitmeye devam edeceğiz, Göksel Hanım’sa yatmaya devam edecek.”

“Öğrenciliğin güzelliği,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hem bu son yaz tatilim, bırakın da tadını çıkarayım. Önümüzdeki hazirandan sonra yüksek ihtimalle ben de iş hayatına atılacağım ve artık üç aylık bir tatil lüksüm olmayacak.”

“Ne ara bu kadar büyüdün?” diye sordu Güzin. “Giray okulu bitirdi, işe başladı, evlendi; sen de son sınıfa geçtin, seneye mezun olacaksın ve çalışma hayatına atılacaksın.”

“Bir de flörtü var tabii,” diye mırıldandı Engin. Sonra yüksek sesle devam etti: “İkinizi de çok güzel yetiştirdik, pırıl pırıl gençlersiniz ve sizinle gurur duyuyoruz. Umarım senin de başarılı kariyerini göreceğiz civcivim benim.”

“Ya baba!” dedi Göksel duygulanarak. “Teşekkür ederiz. Umarım o günler de gelecek.”

“Son akşamımızda duygulanmamalıyız,” diye araya girdi Giray. “Beraber yaptığımız bu tatilin bitmesi zaten üzücü, ateşe barutla yaklaşmayın.”

“Tamam tamam,” dedi Güzin. “Keyifle sohbetimizi edelim ve uyumak için odalarımıza çekilelim.”

Aile üyeleri bir saat kadar sohbet etti. Giray ve Banu yeni dönem başlamadan önce Banu’nun Amasya’da yaşayan ailesini de ziyaret edecek ve birkaç gün onlarda kalacaklardı. Güzin ve Engin çalışma hayatlarına kaldıkları yerden devam edecekti. Göksel’inse yeni dönem başlayana kadar neredeyse bir ay zamanı vardı ve bu vakti hem arkadaşlarıyla görüşerek hem de evde dinlenerek geçirecekti. Meryem ve Tahsin’se buradaydı, yaşlı karı koca sakin hayatlarına devam edecekti.

Saatler onu geçerken hepsi uyumak için odasına çekildi. Odasının kapısını kapatan Göksel yatağına ilerledi, pikeyi kaldırıp altına girdi ve telefonunu eline aldı. Mesajlaşma uygulamasına girip Gökhan’la olan konuşmasını açtığında genç adamın çevrim içi olduğunu gördü. Gülümseyerek ona mesaj attı.

Selam, n’aber?

Gökhan onun bu mesajını saniyeler içinde gördü ve ona cevap verdi.

Selam

İyiyim, senden n’aber?

Göksel onun mesajlarına cevap vermeden önce yastığını düzeltti ve ona öyle cevap yazdı.

Ben de iyiyim, ne yapıyorsun?

Gökhan’ın cevabı yine gecikmedi.

Salonda oturuyorum öyle, sen ne yapıyorsun?

Konuşma sayfasında bekleyen Göksel ona hemen cevap verdi.

Ben de odamda uzanıyorum. Evdekiler odalarına çekildi, ben de benimkine çekildim

Gökhan onun bu mesajını hemen gördü fakat cevap vermek için aceleci davranmadı. On beş saniye kadar bekleyen genç adam ona bir soru sordu.

Müsaitsen arayayım mı?

Onun bu sorusu Göksel’i genişçe gülümsetti.

Müsaitim, ara

Göksel’in bu mesajı göndermesinden sadece birkaç saniye sonra telefonu çalmaya başladı. Genç kadın telefonu açmadan önce boğazını temizledi.

“Selam,” dedi Gökhan’ın neşeli sesli.

“Selam,” diyen Göksel’in sesi kısık çıktı. “Evdekiler uyuma moduna geçtiler, bu yüzden yüksek sesle konuşamayacağım.”

“Sıkıntı değil,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Neden bu kadar erken uyudular?”

“Uzun ve yorucu bir gündü,” diye cevap verdi Göksel. Yalan sayılmazdı. “Onlar da erkenden uyumak istediler.”

“Anladım. Sen yorulmadın mı?”

“Yoruldum ama biraz seninle konuşabilirim, sonra uyurum.”

“Peki o zaman. Nasıl gidiyor?”

“İyi gidiyor, son günlerimizin keyfini çıkarıyoruz.”

“Ne zaman döneceğiniz kesinleşti mi?”

“Pazar gün doğmadan yola çıkıyoruz,” diyen Göksel gülmemek için yanağının içini ısırdı. “Son iki günümüz kaldı yani.”

“Çok az kalmış,” dedi Gökhan neşeyle. “O zaman pazartesi görüşebiliriz değil mi?”

“Görüşebiliriz.”

“Çok iyi. Üç hafta bekledim, dört gün daha bekleyebilirim. Tatiliniz nasıldı peki? Güzel vakit geçirdin mi?”

“Harika zaman geçirdim,” dedi Göksel içtenlikle. “Ailemle hasret giderdim, kızgın kumlarla ve serin sularla hasret giderdim; bolca yüzdüm, bolca güneşlendim, bolca gezdim ve elbette bolca fotoğraf ve video çektim. Benim için dolu dolu bir üç haftaydı, çok keyifliydi.”

“Senin adına çok sevindim. Bu tatil sana çok iyi gelmiştir.”

“Kesinlikle geldi. Bütün negatif yüklerimden kurtuldum, senenin yorgunluğunu vücudumdan söküp attım ve severek okuduğum bölümde son seneme geçmeye fazlasıyla hazırım.”

“Ne güzel. Pazartesi karşımda çok enerjik bir Göksel göreceğim gibime geliyor.”

“Hiç şüphesiz. Senin haftan nasıl gidiyor?”

“Bildiğin gibi,” dedi Gökhan omuz silkerek. “İşe gidip geliyorum, karnımı doyuruyorum; biraz oturuyorum ve yatıp uyuyorum. Bugün bilgisayardan bir şeyler izledim, seninle konuşmadan önce de sessizlikte kafa dinliyordum biraz.”

“Sessizliğini bozmuş mu oldum?”

“Elbette hayır, seni aramak isteyen bendim; unuttun mu? Sesini duymak istedim, sesini duymak bana iyi geliyor ve şimdi de geldi.”

Göksel kıkırdadığında onun tatlı kıkırdamasını duyan Gökhan gülümsedi.

“Çok şirinsin,” dedi Göksel. “Senin sesini duymak da bana iyi geldi.”

“Hım,” dedi Gökhan kelimenin sonunu uzatarak. “Tatil boyunca bana söylediğin tüm bu tatlı cümleleri İstanbul’a döndükten sonra yüzüme de söylersin umarım.”

“Çok hoşuna gidiyor bakıyorum.”

“Sen ve seninle ilgili her şey çok hoşuma gidiyor.”

“Demek öyle.”

“Öyle.”

Göksel güldü. O sırada bir adım sesi duydu ve koridorun ışığı açıldı.

“Birini uyandırdım sanırım,” dedi Göksel. Adım sesleri yaklaşıyordu. “Ve sanırım odama geliyor. Bir dakika.”

Odasının kapısı açıldığında telefonu pikenin altına soktu. Gelen kişi babası Engin’di.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Engin. “Sesin geliyor, biriyle mi konuşuyorsun?”

“Arkadaşıma ses kaydı atıyordum,” diye hızlı bir yalan uydurdu Göksel. “Yatıyorum şimdi.”

“Hadi yat uyu, iyice dinlen.”

“Tamam. İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Engin odadan çıktığında Göksel rahat bir nefes aldı. Babası neyse ki yarın yola çıkacaklarıyla ilgili bir şey söylememişti.

Telefonu yeniden kulağına yaslayan Göksel, “Kusura bakma,” diye fısıldadı. “Babam odayı bastı, kapatmam gerek.”

“Duydum,” dedi Gökhan. Baba kızın konuşmasını rahatça duymuştu. “Baban sana kızmasın, sen yatıp uyu. Biz yine konuşuruz.”

“Tekrardan kusura bakma.”

“Önemli değil, gerçekten. Hem uzun ve yorucu bir gün olduğunu söyledin, babanın da dediği gibi yatıp dinlen.”

“Öyle yapacağım. Sana iyi geceler, görüşmek üzere.”

“Sana da iyi geceler Gök, tatlı rüyalar. Görüşürüz.”

“Hoşça kal.”

Göksel telefonu kapattı.

“Ya babam yarın erkenden yola çıkacağımızı söyleseydi?” diye düşündü. “Ucuz kurtuldum.”

Telefonu komodine bırakan genç kadın sağına döndü ve gözlerini kapattı.

***

Ertesi gün Dinçerler gün doğmadan uyandılar. Etraf karanlık ve sessizdi fakat onların yaşadığı yazlıkta birkaç odanın lambası açıktı ve evden konuşma sesleri yükseliyordu. Göksel yolda rahat etmek için üzerine penye bir şortla bol bir tişört giydi, akşam giydiği kıyafetleri de sırt çantasına koydu. Aynı sırt çantasının içinde yedek kıyafetler ve profesyonel fotoğraf makinesi vardı. Yolculuk yaparken fotoğraf ve video çekimi yapmayı seven genç fotoğrafçı dönüş yolunda gün doğumunu çekmeyi istiyordu.

“Kahvaltı etmeyeceğinizi söylediniz fakat size akşam muz çıkarmıştım,” dedi Meryem. “Ayılmanız için kahve de yaptım. Hadi oturup yiyin.”

“İyi düşünmüşsün anne,” dedi Engin. “Yiyip çıkalım.”

Hepsi uyku sersemi olduğu için masada pek konuşmadılar. Kahve içen aile üyeleri yavaşça kendine geldi.

“Aman dikkatli sürün evladım,” dedi Meryem. “Etraf trafik magandası kaynıyor, kimseyle münakaşaya girmeyin.”

“Merak etme annem,” dedi Güzin onun koluna girerek. “Biz elli dört senedir İstanbul’da yaşayan ve otuz küsur senedir orada araba süren insanlarız, trafiğe ve sürücülere oldukça hâkimiz.”

“Ben yine de söyleyeyim de içim rahat etsin.”

Aile üyeleri yanlarına alacakları çantaları da arabalara koydular ve vedalaşma kısmına geçtiler. Büyükler vedalaşırken Göksel bir kenarda bekledi. Ailenin en küçüğü olduğu için vedalaşmalarda sıra en son ona geliyordu ve o da bu durumu bildiği için sıra kendisine gelene kadar sessizce bekliyordu.

“Öpeyim dedeciğim,” diyen Göksel dedesi Tahsin’in elini öptü ve ona sarıldı. “Her şey için teşekkür ederim, hakkınızı helal edin.”

“Helal olsun civcivim benim,” dedi Tahsin onun sarı saçlarını okşayarak. “Kendine çok iyi bak, derslerine iyi çalış.”

“Çalışacağım. Sen de kendine çok iyi bak.”

Göksel anneannesiyle de vedalaştı ve onunla da benzer bir konuşma gerçekleştirdi. Anneannesinden sonra ağabeyine ilerledi ve ona da sıkı sıkıya sarıldı.

“Güzelim benim,” dedi Giray gülümseyerek. “Kendine ve annemlere iyi bak, üçünüz de birbirinize emanetsiniz. Derslerine çalıştığını biliyorum ama ben yine de derslerine çalış diyeceğim, yazın mezuniyetine gelip seni gururla izlemek için sabırsızlanıyorum.”

“Sen de kendine ve Banu ablaya çok iyi bak,” dedi Göksel. Mavi gözleri dolmuştu. “Biz başımızın çaresine bakarız, aklın sakın bizde kalmasın. Derslerime de çalışacağım ve yazın hepiniz mezuniyet törenimde orada olup beni gururlandıracaksınız.”

“Biz de başımızın çaresine bakarız, senin de aklın bizde kalmasın. Seni çok sevdiğimi ve fiziksel olarak uzakta olsam bile her daim yanında olduğumu sakın unutma.”

“Ben de seni çok seviyorum.”

İki kardeş yeniden sıkı sıkı sarıldılar ve birbirlerini öptüler. Ağabeyiyle vedalaşmayı bitiren Göksel yengesiyle de vedalaştı.

“Kendine çok iyi bak canım,” dedi Banu. “Yeni eğitim döneminde de şimdiden başarılar dilerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sen de kendine iyi bak. Ağabeyim sana, sen de ağabeyime emanetsin.”

Göksel, Engin ve Güzin kendi arabalarına binerken Giray ve Banu da kendi arabalarına bindi. İki araç ana yola çıkana kadar peş peşe ilerledi, ana yola çıktıklarında Giraylar doğuya dönerken Enginler de batıya doğru devam etti.

“Bundan nefret ediyorum,” dedi Güzin’in ağlamaklı sesi. “Kocaman adam oldu, evlenip kendi yuvasını kurdu ama hâlâ benim oğlum ve ondan ayrılmaktan nefret ediyorum.”

Ön koltukta oturan Göksel arkasına dönüp annesinin dizine dokundu. “Ayrılıklar hepimiz için çok zor,” dedi. “Ama sakın ağlayayım deme, kızarım bak. Kış tatilinde yine gelirler, yine görüşürüz.”

“Kış tatiline daha çok var.”

“Haklısın ama zaman çabucak geçiyor, bir bakmışsın kış gelmiş ve ağabeyimler İstanbul’dalar.”

“Zaman çabucak geçecek ve sen de yanımızdan gideceksin. Ne vardı da bu kadar çabuk büyüdünüz sanki?”

“Bak ya,” dedi Göksel. “Kendi kendini boşuna üzüyorsun şu an, anın tadını çıkar sultanım.”

Güzin burnunu çekip işaret parmağının eklem yeriyle gözlerinin altını sildi. “Tamam, bir şey yok,” dedi. “Hazır arka koltuktayım, biraz kestireyim.”

“Çok iyi fikir.”

Göksel önüne döndüğünde babasıyla göz göze geldi ve baba kız birbirine gülümsedi. Onlar da duygusal ve üzgündü fakat bunu belli ederlerse arabanın içi bir anda gözyaşlarıyla dolacağı için hislerini içinde tutmayı tercih ettiler.

Gün ağarırken Göksel kamerasını torpidoya yerleştirdi ve gün doğumunun her anını videoya aldı. Güneşin ilk ışıkları etrafı aydınlatırken de camını açtı ve kendisini dikiz aynasından çekti. Onun fotoğraf çektiğini fark eden Güzin de kendi camını açtı ve kadraja dahil olarak kızıyla beraber poz verdi. Hızlı giden araba yüzünden sarı saçları uçuşan anne kızın yüzlerinde samimi birer gülümseme vardı ve ikisi de çok hoş çıktı.

“Aman dikkat et,” dedi şoför koltuğunda oturan Engin. “Kamerayı açık camdan uzak tutalım lütfen.”

“Askısı var ya,” dedi Göksel askıyı göstererek. “Güvenlik önlemimi aldım elbette, hiç merak etme. Bu makineye bir servet yatırdım, kendimden iyi bakıyorum.”

“Sen en çok kendine iyi bak ama makineye iyi bakmakta da fayda var tabii.”

“O iş bende babacığım.”

Birkaç saat sonra İzmir’e ulaşan aile üyeleri kahvaltı etmek için burada mola verdiler. İzmir’in meşhur boyozunu yiyip yanında da çay içtiler. Göksel, İzmir’de de birkaç fotoğraf çekti ve aile vakit kaybetmeden yola devam etti. Bu sefer şoför koltuğunda Güzin oturuyordu, Engin onun hemen yanındaydı ve Göksel de arka koltuğa geçmişti. İstanbul’a varana kadar iki kez kısa süreli ihtiyaç molası haricinde hiç durmadılar ve öğleden sonra İstanbul’a vardılar. Anadolu Yakası’nda şehir içi trafiğinin içine karıştılar.

“İşte bunu hiç özlememişim,” dedi Güzin. Bursa’da verdikleri son molada yolcu koltuğuna geçmişti. “Hiç köprü trafiğine girmesek mi hayatım? Avrasya’dan geçelim.”

“Aynısını düşünüyordum,” dedi Engin ona bakarak. “E5’ten direkt tünele gidelim.”

Trafik içinde yavaş yavaş ilerleyerek de olsa Göztepe civarına ulaştılar. Göksel, İstanbul Medeniyet Üniversitesini görünce gözleri biraz açıldı.

“Burası Merdivenköy, değil mi?” diye sordu.

“Yolun aşağısı,” dedi Engin. “Üniversitenin arkası Merdivenköy Mahallesi.”

Göksel kendi kendine gülerken Engin dikiz aynasından garipçe ona baktı.

“Sen burayı nereden biliyorsun ki?” diye sordu Engin. Başını eğdi. “Yoksa tahmin ettiğim şey mi? Gökhan burada mı yaşıyor?”

“Evet,” dedi Göksel. “Merdivenköy’de oturduğunu söylemişti. İş yeri ve sahne aldığı kafe Caferağa’da, evinin de o civarda olup olmadığını sorduğumda söylemişti. Laf arasında geçti yani.”

“Açık adresini de verdi mi? Laf arasında yani. Evdeyse uğrayıp selam verelim.”

“Baba!” dedi Göksel sesini yükselterek. “Yaşadığı mahalleyi bilmemde ne sakınca var? Dediğim gibi laf arasında geçti ve gayet normal bir durum.”

“Tabii tabii,” diye mırıldandı Engin. Güzin’le göz göze geldi. “Yine kıskançlık yapıyorum değil mi? Tamam, son birkaç konuşmayı unutalım. Demek Gökhan burada oturuyormuş. İşiyle okulunun arasında bir yer, ulaşımı kolaydır.”

Göksel gülerek, “Yorum yapmak zorunda değilsin,” dedi. “Sadece soru sordum.”

Engin sabır dilenir gibi derin bir nefes alsa da bir şey söylemedi. Arabanın içine bir sessizlik yayıldığında Göksel rahatladı ve bir daha ağzını açmayı kendine yasakladı.

Fatih’e varan Dinçerler bir işletmeden yemek aldıktan sonra eve geçtiler. Daireye çıkarttıkları valizleri koridorda bırakıp yemek yemek için mutfağa geçtiler. Hepsinin karnı kazınıyordu ve düşündükleri tek şey bir an önce karınlarını doyurmaktı.

“Valizleri boşaltalım,” dedi Güzin yemekten sonra. “Bunlar da aradan çıksın da sonra dinleniriz. Yarın sabah temizlikçi kadın gelecek, bu yüzden etrafta kıyafet görmek istemiyorum.”

“Siz nasıl isterseniz kraliçem,” dedi Göksel. “Çok yorgun sayılmam zaten, valizimi boşaltır ve öyle uzanırım.”

“O zaman hadi iş başına.”

***

Ertesi sabah Güzin’in de dediği gibi temizlikçi kadın erkenden geldi, Güzin ona temizlikle ilgili bir şeyler söyledikten sonra Göksel’le beraber evden ayrıldı. Engin’in bir toplantısı olduğu için o işe gitmişti, anne kız da beraber Eminönü’ne gittiler ve kahvaltı ettiler. Kahvaltıdan sonra Göksel’in filmlerini banyoya vermek için genç kadının senelerdir gittiği bir fotoğrafçıya girdiler.

“Merhaba,” dedi Göksel. “Kolay gelsin.”

“Sağ olun,” dedi orada çalışan genç. “Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk,” dedi Göksel gülümseyerek. Gençle tanışıyorlardı. “İki filmimi yıkatacağım.”

“Hayhay,” dedi genç. “Tatil dönüşü mü?”

“Evet.” Göksel çantasından filmleri çıkardı. “Her zamanki gibi yüksek kalitede yıkanıp taranacak.”

“Formu şöyle vereyim,” deyip kâğıdı uzattı genç. “Nereye gittiniz?”

“Muğla’daydık. Fethiye’de dedemlerin yazlığı var.”

“Ne güzel.”

Göksel ona kibar bir gülümseme gönderdikten sonra formu doldurdu ve formla beraber filmleri de uzattı.

“Borcumuz ne kadar?” diye sordu Güzin.

Genç ona fiyatı söyledi.

“Her şey gibi buna da zam gelmiş tabii,” diyen Güzin ödemeyi yaptı.

“İki saate falan yazdığın e-posta adresine gönderilir,” dedi genç. “Yardımcı olabileceğim başka bir şey var mı?”

“Hayır, yok,” dedi Göksel. “Teşekkür ederim. Kolay gelsin.”

“Biz teşekkür ederiz. İyi günler.”

“İyi günler.”

Anne kız fotoğrafçıdan çıktılar.

“Oha!” dedi Güzin. “Bir banyo bu kadar pahalı olur mu yahu? Yazıktır, günahtır.”

“Oluyor maalesef ki,” dedi Göksel. “İşte bu yüzden aylardır analog film almıyordum, bir süre de almam gibi.”

“Fotoğrafçılık bir meslek ama aynı zamanda çok güzel bir hobi fakat bu fiyatlardan sonra zengin hobisine dönüşmüş artık. Neyse, biricik kızımızın en büyük tutkusu ve mecburen karşılayacağız.”

“Seni yerim,” diyen Göksel onun boynuna sarıldı. “Yılbaşından önce birkaç film alıp stok yaparım, dönem sonuna kadar onları kullanırım.”

“Mantıklı. Eylül gelince konuşuruz yine.”

Anne kız Eminönü’nde birkaç saat dolaştıktan sonra eve döndüler. Temizlikçi kadın tüm odaları temizlemişti, sona salonu bırakmıştı ve Gökseller eve döndüğünde de orayı temizliyordu. Göksel hızlı bir duş alıp odasına girdi. Yavaştan hazırlanmaya başlayabilirdi. Akşama Parça Kafe’ye gidip Gökhan’a sürpriz yapacaktı. Onu hâlâ Fethiye’de sanan genç adamın onu karşısında görünce yüzünde oluşacak ifadeyi görmek için sabırsızlanıyordu.

Engin eve döndükten biraz sonra temizlikçi kadın da işini bitirerek evden ayrıldı. Üç haftada tozlanan ev artık pırıl pırıldı fakat temizlik yüzünden yemek yapmaya vakit olmamıştı ve Güzin bu akşamın yemeğini de yine dışarıdan söyledi.

“Etraf tertemiz olmuş,” dedi Engin. “Kadının ellerine sağlık.”

“Çok güzel temizlemiş gerçekten,” diye eşine katıldı Güzin. “Temizlik işi de halloldu. Yarın da dinleniriz ve yeni haftayla beraber iş hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz.”

“Aynen öyle. Göksel ne yapıyor? Odasında mı?”

“Evet, akşam Gökhan’ın yanına gideceği için hazırlanıyor.”

“Hazırlansın bakalım. Gökhan Bey’le hasret gidersinler.”

“Biz de aynı yollardan geçtik hayatım.”

“Biliyorum. Bazen kıskançlık yapsam da anlayışla yaklaşıyorum zaten, hepimizin geçtiği yollardan geçiyor. Gökhan’ı biraz kıskansam da Göksel’i mutlu ettiği bir gerçek ve Göksel mutluysa biz de mutluyuzdur.”

“Kesinlikle.”

Akşam yemeğini hep beraber yediler.

“Kesenize bereket,” dedi ağzını silen Göksel. “Şimdi izninizle hazırlanmaya devam edeceğim.”

“Afiyet olsun güzelim,” dedi Güzin. “Hazırlan tabii. Saat altıyı geçiyor bile, çok geçe kalmadan çık.”

“Farkındayım, hızlıca giyinir ve yüzüme birkaç şey sürerim.”

Göksel bu akşam için beyaz puantiyeli lacivert elbisesini giydi. Saçlarını yine köpükle şekillendirmişti ve dalgası ortaya çıkan sarı saçları çok hoş görünüyordu. Gözlerinde sütlü kahverengi tonunda bir far kullanıp, makyajını siyah maskarayla tamamlarken dudaklarına da pembe parlatıcısını sürdü. Yanakları ve burnu fazlasıyla kızarık olduğu için allık kullanmadı, rengi iyice açılan sarı kaşlarını da yukarı taramakla yetindi. Kaşları artık çok daha az belli oluyordu ama bu görüntü Göksel’in hoşuna gitmişti.

Beyaz çantasına birkaç eşyasını koyduktan sonra odasından çıktı.

“Ben çıkıyorum,” dedi salondaki annesiyle babasına. “Çok geçe kalmam ve sizi güncellemeyi de unutmam. İkinizi de öpüyorum.”

“Kendine dikkat et,” dedi ayağa kalkan Engin. “Söylemeden geçemeyeceğim, çok güzel olmuşsun.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel arabanın anahtarını aldı, beyaz sandaletlerini giydi ve evden ayrıldı. Gökhan’la görüşeceği için çok heyecanlıydı, ona sürpriz yapacağı için ise daha da heyecanlıydı. Yola çıkmadan önce çantasını kontrol etti ve Gökhan’a aldığı hediyelerin içinde olduğuna emin olduktan sonra gaza bastı.

Göksel Parça Kafe’ye ulaştığında saatler 19.50’yi gösteriyordu. Arabayı kafenin biraz gerisine park eden genç kadın dikiz aynasından kendisini kontrol etti, parlatıcısını tazeledi ve çantasını alarak arabadan indi.

En son bu kadar heyecanlandığı zaman Gökhan’ın yanağını öptüğü zamandı.

Derin bir nefes alan genç kadın kafenin kapısına doğru yürüdü. İçeri girmeden önce sırtını dikleştirdi, boğazını temizledi ve yüzüne bir tebessüm kondurdu.

Merhaba Gökhan. Hayır, çok resmî. Sürpriz! Doğum günü kutlamıyorsun Göksel. Ben geldim. Hoş geldin salak. Selam. Evet, en iyisi bu.”

Kendi kendine yaptığı tartışmaları bitiren Göksel kafenin kapısından geçip içeri girdi. Kafe çoğu zaman olduğu gibi doluydu, çoğunluğu gençlerden oluşan müşteriler masaları dolduruyordu. Gözlerini içeride gezdiren Göksel yavaş adımlarla da yürüyordu. Sağ tarafa bakan ve Gökhan’ı göremeyen genç kadın bakışlarını sol tarafa çevirdiğinde aradığı kişiyi buldu.

Masaların arasındaki Gökhan, Doğuş’la sohbet ediyordu. Üstünde bisiklet yaka siyah bir kısa kollu tişörtle mavi kotu vardı, siyah spor ayakkabılarını giymişti ve gümüş renkli küpeleriyle yüzüklerine bu sefer birkaç bileklik eşlik ediyordu. Saçları biraz uzamıştı ama Gökhan onları yine özenle taramış ve şekillendirmişti.

Çok hoş görünüyordu.

Doğuş’un söylediği bir şeye gülerken başını yere eğdi. Bu çekici gülüşü üç hafta sonra kanlı canlı gören Göksel içinin sıcacık olduğunu hissetti. Onu özlediğini biliyordu fakat bu kadar özlediğinin farkında değildi.

“Bakar mısınız?”

Bir müşteri Doğuş’a seslendiğinde Doğuş kafenin içine baktı ve köşedeki masaların birinde oturan genç bir kızın elini kaldırdığını gördü.

Doğuş o masaya gitmek için Gökhan’ın yanından geçti, o esnada Gökhan da soluna dönüp Doğuş’a baktı ve arkadaşının omzuna iki kez vurdu. Doğuş uzaklaştığında koridorun ucunda duran kişiyi fark etti. Gülümsemesi yüzünde asılı kalırken bir şok ifadesi de yüzüne yayıldı.

“Göksel?”

]]>
Sun, 25 Dec 2022 13:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 16. Kare: Güneye Yolculuk https://edebiyatblog.com/kd-16kare-guneye-yolculuk https://edebiyatblog.com/kd-16kare-guneye-yolculuk Bölüm fotoğrafı: Anastasia Shuraeva

Beyaz Hyundai sitenin bahçesine girerken saatler akşam altıyı geçiyordu. Vakit akşamüstü olmasına rağmen Fethiye hâlâ çok sıcaktı, parıl parıl parlayan güneş yakmaya devam ediyordu. Şoför koltuğundaki Engin aracı kayınvalide ve kayınbabasının yazlık evinin arka bahçesine park ederken evin arka kapısında da ev halkı belirdi. Giray ve eşi Banu geleli iki saat olmuştu ve evin büyükleriyle beraber ailesini karşılamaya çıkmışlardı.

Engin arabayı park ettiğinde arka koltukta oturan Göksel araçtan indi.

“Hoş geldiniz,” diye karşıladılar onları.

“Gözümüz yollarda kaldı,” dedi ailenin dedesi Tahsin. “Yolculuğunuz çok uzun sürdü.”

“Yol çok uzun baba,” dedi Güzin. “Üçümüz birden vardiyalı olarak sürdük ama yemek molası, ihtiyaç molası derken ancak şimdi geldik.”

“Sağ salim geldiniz ya, gerisi hiç önemli değil.”

Güzin annesiyle babasının elini öpüp onlara sarıldıktan sonra Göksel de aynılarını yaptı.

“Hoş geldin güzel kızım,” dedi onun yanaklarından tutan dedesi. “Son gördüğümden bu yana daha da büyümüşsün, güzelleşmişsin.”

“Hoş buldum dedeciğim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Ben de sizleri iyi gördüm.”

“İyiyiz iyi, taş gibiyiz.”

Göksel onlarla selamlaştıktan sonra ağabeyine ilerledi.

“Prenses?” dedi kollarını iki yana açan Giray. “Gel bakalım buraya.”

Göksel ağabeyinin kollarının arasına girip ona sımsıkı sarıldı. İki kardeşin gözleri de huzurla kapanırken birbirlerine uzun uzun sarıldılar, hasret giderdiler.

“Nasılsın?” diye sordu onun yüzüne bakan Göksel.

“Sizleri gördüm, çok daha iyi oldum,” dedi Giray gülümseyerek. “Sen nasılsın? Yolculuk nasıldı?”

“Epey yoruldum ama ben de sizleri gördüm ya, iyi geldi.”

“Birazdan yemek yeriz, sonra duş alıp yatar uyursun. Biz de yol yorgunuyuz, bu akşam hepimiz iyice dinlenelim de yarına bomba gibi başlayalım.”

“Öyle yaparız.”

Göksel ağabeyinin kollarının arasından çıkıp yengesine sarıldı.

“Merhaba güzelim,” dedi onun sırtını sıvazlayan Banu. “Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk, siz de hoş geldiniz,” dedi Göksel. “Nasılsın?”

“Yol yorgunluğu hariç iyiyim, sen?”

“Ben de aynı durumdayım.”

Ailenin tüm üyeleri birkaç dakika sonra yazlığın alt katındaki geniş salondaydı. Büyükler kendi arasında sohbet ederken Göksel de ağabeyinin yanında oturuyordu, başını onun gerdanına yaslamış ve beline sarılmıştı.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu Giray onun saçlarını okşarken.

“Güzel gidiyor,” diye cevap verdi Göksel. Gözlerini kaldırıp ağabeyinin yakışıklı yüzüne baktı. “Yaz tatilinin tadını çıkarmaya bakıyorum, önümüzdeki üç haftanın da keyfini çıkaracağım. Sende durumlar nasıl?”

“Bende de aynı. Okullar kapandıktan sonra Banu’yla birlikte tatilin tadını çıkarmaya başladık biz de. Hem dinlenmeye hem de gezip tozmaya, eğlenmeye vakit ayırıyoruz.”

“En iyisini yapıyorsunuz. Okul dönemi hem öğretmenler hem de öğrenciler için fazlasıyla yoğun ve yorucu oluyor.”

“Aynen öyle. İstanbul nasıl? Her geçen gün daha da kötüleşmeye tam gaz devam ediyor mu?”

“Hem de hiç hız kesmeden,” dedi Göksel gözlerini biraz açarak. “Önceden yerli halk ve turist kalabalığı vardı, şimdi sokaklar ne olduğu belirsiz tiplerden geçilmiyor. Fatih’te Türkçe konuşan birine rastlamak mucize sayılacak duruma geldi, şehir geneli de farksız sayılmaz.”

“Güzelim şehir ne hâle geldi? Kış tatilinde geldiğimizde tanıyamadım resmen, bambaşka bir yere dönüşmüş. İstanbul ben çocukken güzeldi, sonradan battı.”

“Ben çocukken de güzeldi ama şimdi ne yazık ki korkunç bir durumda. Neyse, çok tatsız konular. Ankara nasıl?”

“Güzel. Şehre epey alıştık, pek çok kişiyle de tanıştık ve artık gerçek anlamda şehrin tadını çıkarmaya başladığımızı düşünüyorum. Arkadaşlarımıza oturmaya gidiyoruz, onlar bize geliyor; dışarı gidip mekânlarda vakit geçiriyoruz, açık havada bir şeyler yapıyoruz. Ankara tam anlamıyla evimiz oldu artık.”

“Ne güzel. Sizin adınıza sevindim.”

“Teşekkür ederiz güzelim benim.”

Giray onu alnından öptü.

Göksel anneannesi ve dedesiyle de sohbet etti. Güzin’in ebeveynleri Tahsin ve Meryem yetmiş beşine merdiven dayamış yaşlı insanlardı ama tüm işlerini kendileri yapacak kadar sağlıklı ve dinçlerdi. Uzun yıllardır burada yaşayan yaşlı çiftin çok tatlı komşuları vardı; çift onlarla vakit geçiriyor ve bir yandan da bahçe işiyle uğraşıyor, şartların el verdiği meyve ve sebzeleri yetiştiriyorlardı. İkisi de İstanbul’da doğmuş ve hayatlarının neredeyse tamamını şehirde geçirmiş insanlardı; altmışlarında küçük bir tatil beldesine taşınmak ve köy hayatı yaşamak onlara çok iyi gelmişti. Bu sakin hayat karı kocaya yaramıştı. Göksel’e ve diğerlerine de buradaki tatlı hayatlarını anlattılar.

“Hadi yemek yiyelim,” dedi Meryem. “Size lezzetli yemekler pişirdim, Tahsin de bahçemizde yetiştirdiğimiz organik sebzelerimizle muhteşem bir salata hazırladı. Çok aç olmalısınız, hadi sofraya.”

Akşam yemeği için sofrayı el birliğiyle hazırlayıp oturdular. Yoldan gelen Dinçerler gerçekten de çok acıkmıştı ve aile büyüklerinin hazırladığı yemekleri afiyetle yediler. Yemek sohbetli ve keyifliydi. Uzun bir aradan sonra ilk defa bir araya gelen aile üyeleri bolca sohbet etti, hayatlarında olup bitenleri anlattı. Engin, Güzin, Giray ve Banu çalışma hayatlarından bahsederken Göksel de birkaç cümleyle okul hayatını özetledi. Göksel’in dersleri çok iyiydi, ortalaması 3’ten yüksekti ve bu da onu onur öğrencisi yapıyordu; genç kadının geçen dönem de puanları çok yüksek gelmişti ve seneye onur öğrencisi unvanıyla mezun olacağı kesinleşmiş sayılırdı. Aile üyeleri onu tebrik ettiğinde genç kadın gülümseyerek hepsine teşekkür etti.

Yemek bittikten sonra eşyalarını bagajdan çıkarıp kalacakları odalara yerleştirmeye başladılar. Yazlık ev büyüktü ve herkese yetecek kadar oda vardı. Giray ve eşi Banu bir odada, Engin ve Güzin bir odada, Göksel de bir odada kalacaktı. Göksel’in kalacağı oda küçücük bir odaydı. Oda duvar kenarına yaslanan tek kişilik bir yatak, yatağın yanındaki komodin ve kapının kenarındaki iki kapaklı kıyafet dolabından oluşuyordu. Göksel birkaç kişisel eşyasını koymak için salondaki sehpalardan birini odaya çıkarıp dolabın yanına yerleştirdi ve sehpanın üstüne fotoğraf makineleriyle birkaç ekipmanını koydu.

“Ben de valizinin neden bu kadar ağır olduğunu merak ediyordum,” dedi Giray şakayla karışık. Göksel’in odasındaydı ve sehpanın üstündeki fotoğraf ekipmanlarıyla bakışıyordu. “Çünkü bir stüdyo dolusu fotoğraf ekipmanını getirmişsin. Analog kamera mı o?”

Giray analog kamerayı eline alırken Göksel kıkırdadı.

“Makinelerim ve ekipmanlarım olmadan ben bir hiçim,” dedi genç kadın. “Ve evet, şu an analog kameramı tutuyorsun.”

“Bir sürü fotoğraf çekeriz,” deyip kardeşine baktı Giray. “Çekeriz değil mi?”

“Bir servet yatırıp iki tane taptaze Kodak film aldım, bu yüzden her fotoğraf için fotoğraf başına 10 lira civarı bir ücret talep ediyorum.”

“Ne? Bir film kaç lira ki?”

“Çok lira ağabeyciğim, çok lira. Ortalama olarak 400 lira bandında seyrediyor.”

“Yuh!” diye bağıran Giray makineyi sehpanın üstüne koydu. “Bu kadar değerli bir şeye dokunmasam iyi olacak.”

Göksel gülerek, “Dokun canım,” dedi. “Şaka yapıyordum. 72 fotoğraf hakkımız var ve hepsini kullanmayı düşünüyorum. Aslında 71 tane var çünkü yoldayken bir tane çektim. Her neyse işte, iki filmi de bitiririz ve İstanbul’a dönünce filmleri yıkatırım.”

“Çok pahalıymış ama analog fotoğraflara bayılıyorum.”

“Ben de çok seviyorum, bu yüzden sağ böbreğimden vazgeçip iki tane film -hem de taze- aldım. Polaroid için de iki tane film aldım. Bu tatil bana, daha doğrusu annemle babama, epey pahalıya mal oldu.”

“Bu paraya beş yıldızlı otelde bir hafta tatil yapardık be kızım.”

İki kardeş gülüşürken onların sesini duyan Güzin ikisine bakmaya geldi.

“Ne oluyor?” diye sordu Güzin. “Kahkahalarınız koridorun ucundan duyuluyor.”

“Gök’le filmlere verdiği paraları konuşuyorduk,” dedi Giray arkasına dönüp annesine bakarak. “Duydum ki bu filmleri alabilmek için evi satmak zorunda kalmışsınız.”

Odadan yine kahkahalar yükseldi.

“Epey pahalıya mal olduğunu kabul etmek gerekir,” diyen Güzin oğlunun koluna dokundu. “Göksel filmler çok pahalandı diye aylardır almıyordu ama tatil için alabileceğini biz söyledik. Dolu dolu geçecek bir üç hafta olacak, fotoğraflar hepimiz için çok güzel hatıralar olarak kalacak.”

“Haklısın,” dedi Giray. “İyi yapmışsınız.”

“Babam ne yapıyor?” diye sordu Göksel.

“Kıyafetleri dolaba yerleştiriyor,” diye cevap verdi Güzin. “Ben de size bakmaya gelmiştim. Oğlum siz yerleştiniz mi?”

“Yerleştik,” diye onayladı Giray. “Her şeyi hallettik.”

“İyi bakalım. Göksel sen ne durumdasın?”

“Ben de yerleştim sayılır,” dedi Göksel. “Çok kıyafet getirmemiştim zaten, olanları da dolaba yerleştirdim. Sadece ayakkabılarım kaldı.”

“Onları da aşağıdaki ayakkabılığa koyarsın. O zaman ben odamıza dönüp Engin’e bakayım.”

“Ben de bir Banu’ya bakayım,” dedi Giray.

Annesiyle ağabeyi odadan çıkınca Göksel yalnız kaldı. Genç kadın yatağına oturup komodindeki telefonuna uzandı. İnternetini açıp evdeki ağa bağlandı. Sosyal medya hesabından gelen birkaç beğeni ve kullandığı uygulamaların gönderdiği reklam bildirimleri hariç yeni bildirimi yoktu. En son mesajlaşmalarını dün Ahsen ve Gökhan’la gerçekleştirmişti. İkisiyle de kısaca sohbet edip yarın erkenden yola çıkacaklarından bahsetmişti, onlar da ona iyi yolculuklar ve keyifli tatiller dilemişti.

Göksel WhatsApp uygulamasına girip Gökhan’la olan sohbetini açtı. Gökhan’ın onun yanağını öptüğü perşembe günü eve döndükten sonra genç adama eve vardığına dair mesaj atmıştı ama ayaklarını yerden kesen bu öpücükten sonra ona ikinci bir mesajı atması birkaç saati bulmuştu. Genç kadın kendi kendine gülerek ve sık sık Gökhan’ın öptüğü yere dokunarak eşyalarını hazırlamıştı. Gökhan’ın biraz arayla attığı tamam ve ben de vardım şimdi mesajlarına döndüğünde saatler akşam 10’u geçiyordu. Ona hazırlanmakla meşgul olduğunu yazmıştı, Gökhan da kendisinin de biraz ev işi yaptığından bahsetmişti ve kısaca sohbet etmişlerdi. Dün akşam da Gökhan işten döndükten sonra ona yazmıştı ve yine çok farklı olmayan, tipik bir mesajlaşma gerçekleştirmişlerdi. Göksel sabah çok erken vakitte yola çıkacakları için erkenden uyumuştu ve ikili neredeyse 24 saattir tek kelime konuşmamıştı.

Genç kadın parmaklarını ekranda gezdirip genç adama Fethiye’ye sağ salim vardıklarına dair bir mesaj yazdı. Dün akşam Gökhan Gökseller Fethiye’ye vardığında Göksel’in kendisine haber vermesini rica etmişti.

Selam. Biz Fethiye’ye sağ salim vardık hatta karnımızı doyurup eve yerleştik bile, haberin olsun

Mesajı gönderdiğinde mesajın yanında iki tik belirdi. Genç adamın internetinin açık olduğunu anlayan ve muhtemelen kısa sürede mesajı göreceğini bilen Göksel tebessüm etti.

“Göksel!”

Annesi kendisine seslenince telefonu bırakıp odasından çıktı. Güzin elinde içinde ayakkabıların olduğu birkaç poşeti tutuyordu.

“Hadi sen de ayakkabılarını getir,” dedi Güzin. “Beraber aşağı indirip ayakkabılığa yerleştirelim.”

“Tamam,” dedi Göksel. “Hemen getiriyorum.”

Anne kız beraber ayakkabıları aşağı indirip girişteki ayakkabılığa yerleştirdi. Göksel’in anneannesi ve dedesi yılın çok büyük bir kısmında burada yalnız yaşasa da tatillerde çocukları ve torunları ziyarete geldiği için onların eşyalarını rahatça koyabilmeleri için girişe büyük bir portmanto ve ayakkabılık almıştı.

“Ayakkabıları da hallettiniz mi?” diye sordu onların yanına gelen Tahsin.

“Hallettik,” dedi Güzin. “Tamamen yerleştik.”

“İyi bakalım. İsterseniz girip duş alın, sonra da yatar uyursunuz. Saat de geç oldu zaten.”

“Öyle yapacağız.”

“Sen de yerleştin mi civcivim?” diye sordu Tahsin. Muhatabı Göksel’di.

“Yerleştim dedeciğim,” diye onayladı Göksel. “Çok yorucu bir gündü, duş alıp uyuyacağım.”

“Gününüzün yarısı yolda geçti, yorulmuşsunuzdur tabii. Hepiniz güzel bir uykuyu hak ettiniz.”

“İyi geceler dede,” deyip onun yanağını öptü Göksel. “Sabah görüşürüz.”

“Görüşürüz güzel kızım benim. İyi geceler.”

Güzin babasıyla biraz daha sohbet ederken Göksel üst kata çıktı. On dakika bile sürmeyen hızlı bir duş alıp odasına girdi. Temizlenmiş ve rahatlamış hissediyordu. Deliksiz bir uyku çekmesi için bu ikisi yeterliydi.

Üstünü değiştirmeden bornozuyla yatağına oturup telefonunu eline aldı. Gökhan ona cevap vermişti. Saat akşam 10’a yaklaşıyordu, Gökhan şu an sahnede olmalıydı fakat anlaşılan kısa aralarının birinde telefonuna bakmıştı.

Selam. Haber verdiğin için teşekkür ederim, sağ salim vardığınızı duyduğuma sevindim. Uzun ve yorucu bir yolculuk olmuştur, dinlenmeyi ihmal etme lütfen

Göksel kendi kendine gülümseyerek ona cevap verdi.

Düşündüğün için teşekkür ederim, çok incesin. Karnımı doyurdum, duşumu aldım ve birazdan da uyuyacağım. Gerçekten de uzun ve yorucu bir gündü, dinlenip yarına ve tatile bomba gibi başlamak istiyorum

Sen neler yaptın? Şu an sahnede olmalısın, mesai çıkışı hemen Parça’ya geçmişsindir. Senin için de uzun ve yorucu bir gün olmuş olmalı, sen de eve dönünce dinlenmene bak

Göksel ona cevap yazdıktan sonra ayağa kalkıp giyindi. Askılı bir üstten ve şorttan oluşan sarı pijama takımını giyip saçlarını da taradı ve kendi hâlinde kurumaya bıraktı.

Genç kadın yatağına uzanmış sosyal medyada geziniyordu ki odasının kapısı çaldı. Saatler 10’u geçmişti ve gelen kişi babasıydı.

“Ne yapıyorsun?” dedi odaya giren Engin. Nemli saçları onun da duş aldığını gösteriyordu.

“Uzanıyordum öyle,” dedi Göksel. “Birazdan yatacağım. Siz ne yaptınız?”

“Ben duştan çıkınca annen girdi, ben de sana bakmaya geldim. Uyudun sandım.”

“Uyuyacağım. Çok uzun ve yorucu bir gündü hatta haftaydı desem abartmış olmam. İyice dinlenmek istiyorum.”

“Dinlen tabii. Yarın sabah uyanınca denize gidelim mi? Bence hepimiz denizi çok özledik.”

“Olabilir. Sabahları deniz daha güzel oluyor, tadını çıkarırız.”

“Tamam o zaman, anlaştık.”

O esnada odadan içeri giren Giray, “Neyde anlaştınız?” diye sordu. “Neler oluyor?”

Baba kız içeri giren genç adama baktılar.

“Sabah denize gitme fikrini Göksel’e de söyledim,” diye karşılık verdi Engin. “O da kabul etti.”

“Gök sabahları denize girmeyi çok seviyor zaten, yarın da hep beraber girelim.”

“Etrafın dinginliği, suyun serinliği ve havanın da öğlene kıyasla daha ılık olması muhteşem,” dedi Göksel. “Yüzmek için en iyi zaman dilimi.”

“Yarın bol bol yüzeriz. Sen uyuyor musun?”

“Evet, uyuyacağım. Çok yoruldum.”

“Hepimiz yorulduk ve dinlenmeye ihtiyacımız var,” diyen Giray kız kardeşine ilerledi ve onun yanağını öptü. “İyi geceler güzelim. Sabah görüşürüz.”

Engin de Göksel’in alnını öpüp, “İyi geceler cimcime,” dedi. “Sabah görüşürüz.”

“Görüşürüz,” diye cevap verdi Göksel ikisine de. “İyi geceler.”

Babası ve ağabeyi odadan çıkarken gülümseyerek arkalarından baktı. Tüm aile üyelerinin bir arada olmasını özlemişti, bu ortamı özlemişti. Ailesi en değer verdiği şeydi ve üç hafta boyunca onlarla olacağı için çok mutluydu.

Göksel biraz daha sosyal medyaya baktıktan sonra Gökhan’ın gönderdiği mesaj ekranının üstünde belirdi. Saatler 22.23’ü gösteriyordu ve genç adam bir performansın daha sonuna gelmişti.

Aynen, dinlenmene bak. Ben de performansımı az önce bitirdim, son işleri de halledip evime döneceğim ve kendimi yatağa atacağım. Benim için de çok ama çok uzun ve yorucu bir gündü, sabah 7’den beri ayaktayım ve artık tek isteğim yatağıma yatıp deliksiz bir uyku çekmek

Göksel onun gönderdiği bu mesajı okuduğunda yüzünde anlayışlı bir ifade belirdi.

Yorgunluktan ölüyor olmalısın, yatıp dinlen tabii

Gökhan sahneyi toplayıp eşyalarını aldıktan sonra kafeden çıktı ve Göksel’e cevap yazdı.

Çıktım şimdi, otobüse binip eve geçeceğim

Genç adam çantasından kulaklıklarını çıkarıp kulaklarına takana ve bir şarkı açana kadar Göksel ona cevap verdi.

Tamam, iyi yolculuklar ve şimdiden iyi geceler dilerim. Ben artık yatıyorum, sonra görüşürüz Gök. Kendine iyi bak

Kulaklıklarından Yavuz Çetin’in sesi yükselen Gökhan onun bu mesajını kalabalığın arasında caddeye yürürken okudu. Aralarında yüzlerce kilometre olduğu gerçeğiyle de tam şu an yüzleşti.

Teşekkür ederim Gök, sana da iyi geceler. Görüşürüz

Ve sen de kendine iyi bak

Mesajlarının mavi tik olmasını, ardından Göksel’in çevrim dışı olmasını seyretti. İç çekip uygulamadan çıkarken müziğin sesini biraz daha yükseltti.

***

Ertesi sabah Göksel uyandığında saatler sekizi gösteriyordu. Genç kadın denize gitmeden önce ailesiyle beraber birkaç taze meyve yedi. Kahvaltıyı denizden sonra yapacaklardı. Göksel, Engin, Güzin, Giray ve Banu mayolarını giyip yanlarına birkaç eşya aldıktan sonra denize gitmek için evden ayrıldılar. Meryem ve Tahsin denize gitmeyi pek sevmezdi, yaşlı karı koca onları uğurlayıp pazar kahvaltısı için güzel bir şeyler hazırlayacaklarını söylediler.

Yazlık, sahile yürüyerek birkaç dakika uzaklıktaydı. Dinçerler sahile vardığında sahilde yalnızca iki kişi olduğunu gördüler, onlar da ikisi de otuzlarında olan genç bir çiftti ve Dinçerler gibi pazar sabahı denizin tadını çıkarmak için buraya gelmişti.

“Marmara’dan sonra nihayet başka bir deniz görebildim,” diyen Göksel bikinisinin üstüne giydiği elbiseyi çıkardı. “İzninizle kendimi Akdeniz’in sıcak ve tuzlu sularına bırakıyorum.”

“Bırak gitsin,” dedi annesi. “Biz de birazdan geliyoruz.”

Göksel denize ilerlerken Giray da tişörtünü çıkardı ve sadece deniz şortuyla kaldı. Kız kardeşine doğru koşan genç adam onu kucakladığında Göksel bir çığlık kopardı.

“Akdeniz’in sıcak ve tuzlu sularına bensiz giremezsin,” dedi Giray kucağında Göksel’le denize koşarken. “Ben aylardır Ankara’da su birikintisi bile görmedim.”

Göksel ağabeyinin boynuna sarılırken gülüyordu. “Sana gidip Ankara’ya yerleş diye ben mi dedim? Denize kıyısı olan onlarca şehir var.”

“Ankara’yı seviyorum ama her güzelin bir kusuru vardır işte, Ankara’nın kusuru da denizi olmaması.”

Giray beline kadar suya girdiğinde kucağındaki Göksel’in de belinin bir kısmı ve poposu suyun içindeydi.

“Su çok güzel,” dedi Göksel bir eliyle suyla oynarken. “Ilık.”

“Bir de komple gir bakalım,” dedi Giray sırıtarak. “Hop!”

“Ağabey!” diye bağırdı Göksel. “Hayır!”

Giray onu suya attığında Göksel son anda ağzını kapatıp tuzlu suyun ağzına dolmasını engelledi. Göksel suya gömülürken Giray da kahkaha attı.

“İşte bunu yapmayı çok özlemişim be!” dedi genç adam.

Göksel birkaç saniye sonra sudan çıkıp yüzüne yapışan ıslak saçlarını çekti. “Seni var ya!” dedi işaret parmağını sallayarak. “Gel buraya.”

Göksel ağabeyinin üstüne atlayıp onu suya attı ve ikisini de suyun içine batırdı.

“Bunlar yine başladı,” dedi kıyıdan onları izleyen Engin. “Hem de ilk dakikadan.”

“Bu hâllerini izlemeyi özlemişim,” diyen Güzin gülümsüyordu. “İkisi de kocaman oldu ama hâlâ çocuk gibiler. 10 yaşındaki Göksel ve 15 yaşındaki Giray’dan hiçbir farkları yok.”

“Öğrencileri Giray’ın bu hâlini görse gözlerine inanamaz,” dedi Banu. “Okulda çok ciddi biri ama şu an gerçekten de bir oğlan çocuğu gibi davranıyor. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin kardeşinin yanında hep çocuklaşıyor sanırım.”

“Gerçekten öyle,” dedi Güzin. Giray ve Göksel’in bağırış sesleri gelince bakışlarını denize çevirdi. Denizdeki iki kardeş birbirine bağırıyor ve su atıyordu. “Hey!” diye seslendi onlara. “Gözlerinizi yakacaksınız, yapmayın.”

“O başlattı!” dedi Göksel ağabeyini işaret ederek.

“Hayır, sen başlattın,” dedi Giray.

“Sen başlattın.”

“Hayır, sen başlattın.”

“Beni suya atan sendin.”

“Sonra üstüme atlayıp beni denize atan ve denizden çıktıktan sonra yüzüme su atmaya başlayan da sendin küçük hanım.”

“Sonuç olarak sen başlattın.”

İki kardeş atışmalarına devam ederken, sahilde onları izleyen üçlü gülerek başlarını iki yana salladı.

“Asla büyümeyecekler,” dedi Engin.

“Hem de asla,” diye eşine katıldı Güzin. “Biri son sınıf üniversite öğrencisi, biri de evli barklı öğretmen olacak.”

Aile üyeleri denizde iki saat vakit geçirdiler. Giray ve Göksel biraz açılıp bol bol yüzdüler, Engin bir süre onlara eşlik etse de çoğunlukla eşiyle beraber ılık suyun tadını çıkardı; Banu da onların yanında durdu. Genç kadın denizden çok hoşlanmazdı, yüzerken de Göksel ve Giray gibi açılmayı tercih etmezdi.

Denizden son çıkan kişiler Göksel’le Giray oldu.

“Yüzmek çok iyi geldi,” dedi Göksel. “Açıldım resmen ama inanılmaz acıktım.”

“Bana da iyi geldi ama acıktırdı gerçekten,” diye ona katıldı ağabeyi. “Eve gidip karnımı doyurmak istiyorum.”

Kıyıya varıp diğerlerinin yanına oturduklarında Göksel çantasından analog kamerasını çıkardı.

“Biriniz ağabeyimle beni çekebilir mi?” diye sordu genç kadın. “Ben de isteyeni çekerim.”

“Ben çekeyim,” dedi Banu. O da Göksel’in makineyle nasıl fotoğraf çekildiğini öğrettiği kişilerden biriydi.

Kardeşler havlunun üstünde yan yana oturuyordu. Bacaklarını karnına çeken Giray bir koluyla Göksel’in belini kavrarken Göksel de yanağını ağabeyinin omzuna yaslayıp poz verdi. İkisi de gülümsediğinde Banu deklanşöre bastı.

“Vizörde çok tatlı görünüyordunuz,” dedi Banu. “Çok iyi çıktığınıza eminim.”

“İstanbul’a dönünce göreceğiz artık,” dedi Göksel. “Hadi ben de sizi çekeyim.”

Banu, Giray’ın önüne oturup sırtını onun göğsüne yasladı ve bacaklarını da ayak tabanları sağa bakacak şekilde kendine çekti. Giray ellerini eşinin karnında birleştirip başını onun başına yasladı ve gülümsedi; Banu da gülümsediğinde Göksel deklanşöre bastı.

“Sahilde romantik anlar,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok tatlı çıktığınızdan eminim.”

“Keşke hemen görebilsek,” dedi Banu. “Filmin bitmesini ve yıkanıp fotoğrafların bize gönderilmesini beklemek çok uzun bir süreç.”

“Analoğu güzel yapan şey de bu bence. Beklemek işin içine heyecan katıyor.”

“Deli bu kız,” dedi Giray kardeşine bakarak. “Ama haklılık payın var. Şimdi ne çektiğimizi de unuturuz ve fotoğraflar elimize ulaşınca şaşırarak inceleriz.”

“Aynen öyle. Bence bu çok keyifli bir şey, ben seviyorum.” Ebeveynlerine baktı. “Hadi sizi de çekeyim.”

“Çift fotoğrafçılığına mı başladın?” diye sordu babası. “Bize hava hoş.”

Göksel annesi ve babasının da bir fotoğrafını çekti. Yan yana oturan çift birbirine yaslanarak poz verdi. Engin sol koluyla eşinin belini sarmalarken sağ eliyle de Güzin’in elini tuttu ve çift gülümsediğinde Göksel onları çekti.

“Çifte kumrular sizi,” dedi Göksel sırıtarak.

“Şimdi bu fotoğrafı görebilmek için üç hafta bekleyeceğiz,” dedi Güzin. “Bu gerçekten can sıkıcı.”

“Hiç de bile. Analog kameraları güzel yapan şey bu.”

Eşyalarını toplayan aile üyeleri yine hep beraber yazlığa doğru yürümeye başladı. Saat on bire yaklaştığı için hava buraya geldikleri zamana göre daha sıcaktı ve gittikçe ısınmaya devam ediyordu.

Dakikalar içinde eve vardıklarında evin büyüklerini kahvaltı masasını hazırlarken buldular. Yaşlı karı koca ailecek yapacakları pazar kahvaltısı için sucuklu yumurta, patates kızartması ve kızarmış ekmek hazırlamıştı. Bunların yanında bir sürü çeşit kahvaltılık da masada duruyordu.

“Siz ne yaptınız böyle?” dedi masaya bakan Güzin. “Bu kadar yemekle bir ordu doyar.”

“Biz de bir ordu gibiyiz zaten,” dedi Tahsin. “Yedi tane kocaman insanız, anca doyarız.”

“Kurt gibi açım,” dedi Engin. “Vücuduma bir su geçirip geliyorum.”

 “Çabuk olun,” dedi elindeki çaydanlığı masaya bırakan Meryem. “Yemekler soğumadan herkesi sofrada görmek istiyorum.”

Evde biri üst biri de alt katta olmak üzere iki banyo vardı. Denize giden beş aile üyesi bu iki banyoyu kullanarak birkaç dakikalık kısa duş aldılar ve temizlendiler. Hepsi birden yemek masasında toplandığında aradan on beş dakika ancak geçmişti.

“Kim ne istiyorsa tabağına alsın,” dedi Tahsin. Torunu Göksel’e döndü. “Sen ne istiyorsun civcivim?”

“Sanırım kızarmış ekmekle başlayacağım,” dedi Göksel. “Üstüne krem peynir sürüp yemeyi seviyorum.”

“Krem peyniri uzatın bakayım benim civcivime.”

Dedesi Göksel’in tabağına iki tane kızartılmış ekmek dilimi bıraktı, Güzin de ona krem peyniri uzattı.

“Ye bakalım güzel kızım,” dedi Tahsin torununun saçlarını okşayarak. “Herkese afiyet olsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Anlaşılan bu kahvaltının şanslı kişisi benim.”

Masadakiler gülüştü.

“Akşama ilçe merkezine gidip biraz dolaşalım mı?” diye sordu Giray. “Dondurma yeriz ya da bir şeyler içeriz. Fethiye’yle de biraz özlem gidermiş oluruz.”

“Olabilir,” dedi Engin. “Tatil yapmaya geldik sonuçta, gezeriz.”

Aile, tatilin ilk gününün planlamasını yaptı. Üç hafta uzundu ama çabucak geçeceği de bir gerçekti ve onlar da kısıtlı zamanlarını en eğlenceli ve dolu dolu şekilde geçirmek istiyordu. Nerelere gideceklerini, neler yapacaklarını ana hatlarıyla belirlemişler; kendilerine bir tatil planı hazırlamışlardı ama ilk birkaç gün hepsi dinlenmek istiyordu. İlk akşamı Fethiye’nin ilçe merkezinde geçirmek güzel bir başlangıç olacaktı.

***

Altı gün sonra

İstanbul’da sıcak bir ağustos günüydü. Hava öylesine açıktı ki gökte tek bir bulut bile yoktu, gökyüzü alabildiğine maviydi. Öğle vakti olduğu için etraf hareketliydi, Gökhan’ın üçüncü kattaki dairesinin açık camlarından içeri şehrin sesi doluyordu. Koltukta uzanan genç adam sokakta yürüyen insanların konuşma seslerini ve araçların seslerini duyuyordu. Yarım saat önce kahvaltısını edip salona geçtiğinden beri koltukta uzanıyordu, gözleri kapalıydı ve üzerinde çalıştığı şarkılar aklından geçiyordu. İzin günündeydi, hemen yan taraftaki gitarını alıp eserleri üzerinde çalışabilirdi fakat bunu istemiyordu; gözlerini dinlendirirken zihnini müzikle meşgul tutmayı tercih ediyordu.

Bir müzik çalmaya başladığında bunun telefonunun zil sesi olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. Gözlerini açan genç adam kolunu yan taraftaki orta sehpaya uzatıp sehpanın üzerine bıraktığı telefonuna uzandı. Hem çalan hem de titreyen telefonunu eline alıp kendisine yaklaştırdı. Kimin aradığını görmek için ekrana baktığında ekranda gördüğü isimle gözleri kocaman açıldı.

Arayan kişi Göksel’di.

Boğazını temizleyen genç adam telefonu açıp kulağına götürdü. “Efendim?” dedi.

“Merhaba,” dedi Göksel’in neşeli sesi. “Müsait misin?”

“Merhaba,” diye karşılık veren Gökhan gülümsememeye başlamıştı bile. “Müsaitim.”

“Nasılsın?”

“İyiyim,” dedi Gökhan. Dokuz günden sonra sesini duyunca iyi olmamam mümkün mü? “Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Ne yapıyorsun, nasıl gidiyor? Hafta içi yaptığımız kısacık mesajlaşmayı saymazsak geldiğimden beri konuşamadık, arayıp hâlini hatırını sormak istedim.”

“İyi yaptın, sağ ol Gök. Koltukta uzanıyorum öyle, bu izin günümde biraz kafa dinlemek istedim.” Yoksa günlerdir seninle konuşamadığım için kendimi kötü hissetmemle hiç alakası yok. “İş güç uğraşıp duruyorum, bir değişiklik yok. Asıl sen ne yapıyorsun, tatil nasıl gidiyor?”

“Ben de evin bahçesindeyim,” dedi Göksel. Gökhan’la konuşmak için dışarı çıkmıştı. “Tatil de muhteşem geçiyor. Muğla harika, ailemle beraber keyfini çıkarıyorum. Bu hafta yakınlardaki turistik yerleri ziyaret ettik ya da denize gittik; bu yüzden telefona bakacak, hâliyle de seninle ya da başkasıyla konuşacak fırsatım olmadı. Günlerim dolu dolu geçiyor.”

“Tatilinin tadını çıkarmaya bak sen,” dedi Gökhan samimiyetle. Evet, onu çok özlüyordu fakat bunun geçici bir durum olduğunu da biliyordu ve Göksel’in çok güzel bir tatil yapmasını istiyordu. Genç kadın nasıl olsa İstanbul’a dönecekti ve ikili görüşmeye devam edecekti. “Nerelere gittiniz şimdiye kadar?”

“Ölüdeniz’e gittik, orayı çok seviyoruz ve her sene gidiyoruz. Çevredeki koyları gezdik, Kızılada Deniz Feneri’ni ziyaret ettik.  İnanılmaz yerler, sanki bu dünyaya değil de cennete aitler. Önümüzdeki haftadan itibaren de diğer ilçelere gideceğiz. Mesela haftaya Bodrum’a gidiyoruz ve bir akşam pansiyonda kalacağız. Çok heyecanlıyım.”

Son buluştukları zaman Bodrum hakkında sohbet ettiklerini hatırlayan Gökhan gülümsedi. “Programınız çok dolu ama harika görünüyor,” dedi. “Senin adına çok sevindim, muhteşem zaman geçiriyor olmalısın. Fotoğraf çekiyor musun? Henüz hiç paylaşım yapmadın.”

“Teşekkür ederim, gerçekten muhteşem zaman geçiriyorum. Fotoğraf da elbette çekiyorum ama henüz fotoğrafları uzun uzun inceleme fırsatı bulamadığım için hesaba bir şey atamadım. Bugün biraz boşluğum var, muhtemelen bir fotoğraf atarım.”

“Senin kadrajından oraları görmeyi çok isterim, mutlaka atmalısın.”

“Bu tatlı cümlenden sonra kesin atacağım,” diyen Göksel kıkırdadı. “İstanbul ne âlemde?”

“Bildiğin gibi,” dedi Gökhan omuz silkerek. “Anadolu’da hiç değişiklik yok, Avrupa da aynı olsa gerek. Havalar çok sıcak, mağazada klima nimeti var ama işe gidip gelirken sıcaktan buharlaşmaktan korkuyorum.”

Göksel güldüğünde onun tatlı gülüşünü duymak Gökhan’ı gülümsetti. Genç kadının gülüşünü gözlerinin önünde canlandırabiliyordu.

Onu çok özlemişti.

“Burası da dehşet sıcak,” dedi Göksel biraz sonra. “Deniz olmasa hiç çekilmez.”

“Bronzlaştın mı?”

“Evet, bir haftada bile buraya geldiğim zamana göre çok farklı görünüyorum. Tenim karardı, saç rengim açıldı.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan şaşırarak. “Çok merak ettim.”

“Bir gün görüntülü konuşursak görürsün.”

“Tamam.” Kesinlikle konuşmalıyız. “Seninkiler nasıl? Ailen?”

“Onlar da iyi. Şimdi evde kahve içiyorlar. Banu abla -yengem- kahvaltıdan sonra Türk kahvesi yaptı, ben de benimkini alıp bahçeye çıktım.”

“Afiyet olsun. Bugünkü planlarınız neler?”

“Teşekkür ederim. Bugün kültürel bir gezi yapmayı planlıyoruz, hep beraber Fethiye Kalesi’ne ve Amintas Kaya Mezarları’na gideceğiz. Bir kez ziyaret etmiştik ama kısa bir ziyaretti ve bir şey anlamamıştık; bugün birkaç saat ayırıp iyice gezeceğiz. Tabii ben de bol bol fotoğraf çekeceğim.”

“Hiç duymadığım iki yer ama şu kaya mezarlarını merak ettim, nasıl bir yer?”

“Büyülü bir yer. Sütun ve revakları dağdaki kayalıkların içine oyarak mezarlar yapmışlar, epey ilgi çekici bir yer.”

“Bak sen, fotoğraflarını çekip hesabında paylaş da ben de göreyim.”

“Oradan kesinlikle fotoğraf atarım. Tarihî yapıları çekmeyi çok seviyorum, makinemle her köşesini çekeceğim hatta video da çekerim. İstanbul videosundan sonra bir Muğla videosu da gelir belki, kim bilir?”

Gökhan uzandığı yerden kalkıp, sırtını koltuğun arkasına yaslayarak oturma pozisyonuna geçti. Koltukta bağdaş kurarken, “Bu bir spoiler mı?” diye sordu. “Eğer öyleyse senden yeni bir video izlemeyi çok isterim.”

Göksel ayaklarını birbirine sürterken, “Olabilir,” dedi. “Belki de buranın doğasının güzelliği benim ilhamımı uyandırmıştır ve ben de farklı yerlerde videolar çekerek bu anları ölümsüzleştiriyorumdur.”

“Yaptığına eminim. Yeşili, doğayı seviyorsun.”

“Haklısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Özellikle bu tarafların doğası da denizi de çok güzel.”

“Sen videoyu paylaşınca ben de izlerim. Üç yıldır yaşadığım İstanbul’u bile senin gözünden izleyince şehir gözüme çok farklı gelmişti, Muğla’da da harikalar yaratacağına eminim.”

“Teşekkür ederim. İnancın çok değerli.”

“Senin gibi bir yeteneğe inanmamak mümkün değil,” dedi Gökhan. “Neyse, seni daha fazla utandırmayayım.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan da gülümsedi. Şu an onun gülüşünü görebilmeyi öyle isterdi ki…

“Bugün akşama kadar evde mi duracaksın?” diye sordu Göksel.

“Planlarım o yönde,” dedi Gökhan. “Bugün hiçbir şey yapasım yok, dinlenmek istiyorum. Belki biraz gitar çalarım, o kadar.”

“Canın bir şeye mi sıkıldı? Her şey yolunda mı?”

“Her şey yolunda,” diyen Gökhan başını koltuğun arkasına yasladı ve bakışlarını tavana dikti. “Dürüst olayım mı?”

“Lütfen.”

“Seni özledim.”

Telefonun diğer ucundaki Göksel duruldu. Böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu. Birkaç saniye sessizce durduktan sonra dudakları yukarı kıvrıldı. Bunu duymayı beklemiyordu ama bunu duymak çok hoşuna gitmişti.

“Canın bu yüzden mi sıkkın?” diye sordu Göksel.

“Belki,” diye kaçamak bir cevap verdi Gökhan. “İstanbul’da olsaydın bugün buluşabilirdik. Mesela beni yine güzel bir yere götürürdün, akşama da kafeye geçerdik ve ben sahne alırken beni izlerdin.”

“Güzel bir plan,” dedi Göksel gülümsemeye devam ederek. “Döndüğümde yapalım.”

“Yapalım.”

“Gökhan,” diye onun adını zikretti Göksel. “Ben de seni özledim.”

Gökhan başını koltuğun arkasından kaldırırken gülümsedi. Boş olan sol elini ensesine götüren genç adam güldü, onun gülüşünü duyan Göksel de güldü.

“Bir anda çok iyi hissetmeye başladım,” dedi Gökhan. “Şu an enerjiyle dolup taşıyorum, öyle ki çıkıp dakikalarca koşabilirim ve asla yorulmam.”

“Bu sıcakta düşüp bayılırsın,” dedi Göksel ama o da sırıtıyordu. “Bu enerjini gitar çalıp eserlerin üzerinde çalışırken kullan bence.”

“Çok güzel şarkılar yazacağım, söyleyeceğim. Göksel, sana şarkı söyleyeyim mi?”

“Şimdi mi?” dedi Göksel şaşırarak.

“Şimdi,” diye onayladı Gökhan. “Tam şu an.”

“Elbette, memnuniyetle dinlerim.”

“Bir dakika,” diyen Gökhan koltuktan kalktı. “Gitarımı alayım. Kısa bir performans olacak, seni çok tutmayacağım.”

“Hiç sıkıntı değil, hepsini dinleyeceğim.”

Gökhan beyaz Fender’ını alıp yeniden koltuğa oturdu. “Hoparlöre alacağım,” dedi. Boğazını temizledi. “Başlıyorum.”

Gökhan telefonu hoparlöre alıp orta sehpanın üstüne bıraktı. Bir eliyle klavyeyi kavrayan genç adam diğer elini de kasada tellerin üstüne götürdü ve derin bir nefes aldıktan sonra şarkıya girdi. Hangi şarkıyı çaldığını hemen anlayan Göksel telefonun başında donup kaldı.

Gökhan’ın çaldığı şarkı İkiye On Kala grubunun Bazı Şeyler Telefonda Eksik Anlatılır adlı parçasıydı.

Genç adam şarkının giriş müziğini çaldıktan sonra şarkıyı söylemeye başladı.

“Dilimin ucunda bir şeyler var aslında / Söylesem kızar mısın bilemedim,” derken telefonuna kısa bir bakış attı. Telefon ekranı siyahtı ama Göksel’in orada olduğunu ve kendisini dinlediğini biliyordu. “Korkmuyor değilim biraz bira lazım / Bilirsin işte anlatması zor şeylerden / Yine zamanı karıştırdım, doğru yerde olamadım /
Galiba saatimi ileri almamışım.”

Pürdikkat onu dinleyen Göksel, Gökhan nakarata girdiğinde dudaklarını oynatarak sessizce ona eşlik etmeye başladı.

“Otobüsler kaçar yoksa duraklar yalnız kalır / Bazı şeyler vardır telefonda eksik anlatılır / Doğrusu biraz alındım ama sonra konuşalım /
Sen ve ben nasıl desem,” diyen Gökhan yine telefonuna baktı. “Neyse.”

Göksel tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Gökhan bu kısmı şarkının sahibinden bile daha hissederek söylemişti.

Gökhan’ın planı şarkıyı burada bitirmekti fakat devam etmek istedi ve Göksel’in de sessizce kendisini dinlemesinden güç alarak şarkıya devam etti. İlk nakarattan sonraki müzikli kısmı klavyeye bakıp çaldı, bu sırada kalp atışlarını da biraz yatıştırdı ve şarkının ikinci kıtasına daha sakin girdi.

“Nasılsın diye sorduğunda neler anlatasım var / Ama bunlar bilmek isteyeceğin şeyler değil / Yine de sıkılırsan ara, ikincisinde açarım / Belki titrek gelir sesim ama alışırım.”

Onu eli göğsünde dinleyen Göksel göğüs kafesinin içinde, iki akciğerinin ortasında çarpan kalbinin ritmini avcunda hissediyordu. Kalbi küt küt atıyordu ve sanki akciğerleri iki yandan ona baskı yaparak onu sıkıştırıyordu. Derin nefesler alması gerekiyordu fakat nasıl nefes alacağını bile unutmuş durumdaydı.

Gökhan ikinci kez nakaratı söylerken sadece dudaklarını oynatarak olsa bile ona eşlik etmedi, sadece onu dinledi. Dünyanın en önemli şeyini dinliyormuş gibi dinledi. Evrenin tüm gizemleri çözülmüş de onlar açıklanıyormuş gibi dinledi. Yapayalnız olduğu gecelerde yüzleştiği gerçekleri dinliyormuş gibi dinledi.

“Sen ve ben nasıl desem,” diyen Gökhan derin bir nefes aldı. “Neyse.”

Şarkının orijinalinde ikinci nakarattan sonra kısa bir solo geliyordu, ardından solist nakaratı iki kez daha söylüyordu ama Gökhan şarkıyı burada bitirdi.

Onun şarkıyı bitirdiğini fark eden Göksel boğazını temizledi. Bir şey söylemek için ağzını açtı ama kelimelerden yoksundu. Bir şeyler söylemek için kendini zorlamadı, sadece sustu. Telefonun ucundaki Gökhan’sa gitarını kucağından kaldırıp koltuğa yasladı. Göksel’in bir şeyler söylemesini bekledi fakat duyduğu tek şey sessizlik oldu. Sertçe yutkunan genç adam gitarının klavyesini bırakıp sehpadaki telefonuna uzandı.

“Göksel?” dedi Gökhan. “Orada mısın?”

Telefonunun ekranını açan genç adam Göksel’in hâlâ hatta olduğunu görünce rahat bir nefes aldı.

“Buradayım,” dedi Göksel kuru bir sesle. “Güzel bir performanstı.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan telefonunu yeniden kulağına yasladı. “Beğendin mi?”

“Beğendim, çok beğendim.”

“Sevindim.”

Göksel bir adım sesi duyunca, başını arkaya çevirip evin kapısına baktı. Kapıda duran annesi işaret parmağıyla sol bileğine vurduğunda Göksel başparmağını kaldırdı ve yeniden önüne döndü.

“Artık kapatmam lazım,” dedi Göksel. “Hazırlanıp çıkacağız.”

“Tamam,” diyen Gökhan sanki o kendisini görebilirmiş gibi başını salladı. “Size iyi gezmeler.”

“Teşekkürler.”

“O zaman görüşmek üzere. Kendine iyi bak.”

“Görüşürüz,” diye karşılık verdi Göksel. Bir saniye durduktan sonra devam etti: “Gökhan?”

“Efendim?”

“Bilmek isterim ve sıkılmasan da arayabilirsin, birincisinde açarım.”

Gökhan başını yere eğerken güldü. Onun gülüşünü duyan ve bu gülüşteki rahatlamayı hisseden Göksel de gülümsedi.

“Tamam,” dedi Gökhan. “Sen de arayabilirsin, ben de birincisinde açarım.”

“Aklıma not ettim. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapatır kapatmaz çığlığa benzeyen ama daha sessiz olan ince bir ses çıkardı; Gökhan’sa koltuğa yaslanıp başını da koltuğun arkasına koydu ve saçlarını iki eliyle avuçlayıp güldü.

Bahçe sandalyesinden kalkan genç kadın boş fincanını da alarak arka kapıdan eve girdi.

“Sohbet epey keyifliydi anlaşılan,” dedi Engin.

“Öyleydi,” dedi Göksel çekinmeden. “Birkaç dakikaya hazır olurum.”

Fincanı mutfağa bırakan Göksel koşarak merdivenlerden çıkarken Engin onun arkasından baktı.

“Yüzünde güller açıyordu diyeceğim ama bu bile yetersiz kalır,” dedi Engin eşine dönüp. “Yüzünde gül tarlaları açmıştı. Binlerce hektarlık gül tarlaları! O kadar gülmek yanaklarını ağrıtmıyor mu?”

Onun bu cümlesi Güzin’i güldürdü. “Deli gibi hoşlandığı çocukla flört eden ve onunla epey keyifli bir telefon konuşması gerçekleştirmiş genç bir kızın yüz ifadesine sahipti,” dedi. “Ve hayır, yanaklarının ağrıdığını sanmıyorum ama kalbinin küt küt attığından eminim.”

“Bir tanesi evlendi, bir tanesi de sevgili yapmak üzere. Sen şu eşek sıpalarına bak! Daha dün bezlerini değiştiriyorduk, ne ara büyüdü bunlar? Yaşlı ve kıskanç hissediyorum.”

“Hayır, bilakis bir çocuk gibi davranıyorsun. Kabul etmek istemesek de ikisi de kocaman insanlar oldular ve hepimizin geçtiği yollardan geçiyorlar. Göksel de çok mutlu görünüyor, yaşlı ve kıskanç bir baba gibi davranmak yerine kızın için mutlu ol.” Koltuktan kalkan Güzin eşinin yanağını öptü. “Hadi kalkıp hazırlan, az sonra yola çıkacağız.”

“Yirmi iki yıllık babasıyım, bana böyle gülmedi.”

“Engin!” dedi Güzin sesini yükselterek. “Hazırlan.”

“Of be, tamam.”

Göksel üstüne beyaz puantiyeli lacivert elbisesini giyip saçlarını da büyük bir maşa tokayla ensesinde topladı. Beyaz omuz çantasının yanında profesyonel makinesinin çantasını ve analog kamerasının çantasını da alarak odasından çıktı. Koridorda Giray’la karşılaştı.

“Nakliyecileri arayayım mı?” dedi onun elindeki çantalara bakan Giray. “Bu makineleri ancak onlar taşır.”

“Ha ha ha,” dedi Göksel gözlerini kısarak. “Çok komik.”

“Oraya gezmek için gidiyoruz.”

“Siz gezmek için gidiyorsunuz, bense gezmek ve çekim yapmak için gidiyorum.”

“İnsanlar dinlenmek için tatile gidiyor, sen çalışmak için. Hadi bir tanesini ver de ben taşıyayım.”

“Teşekkür ederim,” diyen Göksel ona beyaz baget çantasını verdi. “Çok incesin.”

Giray eline tutuşturulan beyaz çantaya bakarken Göksel çoktan merdivenlerden inmeye başlamıştı.

“Makineleri kastetmiştim!” diye bağırdı Giray onun arkasından.

“O çantada da telefonum var,” diye cevap verdi Göksel. “O da bir teknolojik alet sonuçta.”

“Fotoğraf makineleri!”

“Teknolojinin çok gerisinde kalmışsın ağabeyciğim, telefonlarla da fotoğraf çekiliyor artık.”

“Seni var ya.”

Giray onun peşinden koşmaya başladığında Göksel çığlık atarak kapıya koşturdu.

“Ne oluyor yine?” diye bağırdı Güzin. “Giray merdivenlerde koşma oğlum, düşüp bir yerlerini inciteceksin. Ben az önce yirmi yedi yaşında kocaman bir adama merdivenlerden koşmaması gerektiğini ve düşüp bir yerlerini incitebileceğini mi söyledim gerçekten?”

“Kemik yaşı yirmi yedi,” dedi onun yanına gelen Engin. “Hâl ve hareketlerine bakacak olursak akıl yaşı maksimum yedi.”

“Bir haftadır iki çocukla uğraşıyormuşum gibi hissediyorum. Bana dejavu yaşatıyorlar.”

“Bundan on sene önce oldukları hâllerinden hiçbir farkları yok gerçekten.”

Engin ve Güzin çocuklarının peşinden bahçeye çıktığında onları gülerken buldular. Giray kolunu kardeşinin omzuna atıp onu kendisine çekmişti, Göksel de ağabeyinin kendi omzundan sarkan elini tutuyordu.

“Tam afacansın biliyorsun değil mi?” dedi Giray.

“Biliyorum,” dedi Göksel sırıtarak. “Senin yanında afacanlık yapmak hoşuma gidiyor.”

“Ne tesadüf, benim de.”

“Atışmanız yine kısa sürmüş,” dedi Güzin.

“Öyle oldu,” dedi Giray. Göksel’in beyaz çantasını onlara gösterdi. “Yeni çantam nasıl? Göksel hediye etti.”

“Harika,” dedi Engin. “Tam sana göre.”

“Değil mi? Bence de.”

Giray çantayı omzuna taktığında hepsi kahkahalarla güldü. O esnada evden çıkan Banu da eşinin omzuna taktığı çantayı gördü.

“Hoş geldin hayatım,” dedi Giray. “Çantam nasıl?”

“Muhteşem,” dedi Banu gülerek. “Bu senenin favori parçalarından. Modayı takip ediyorsun anlaşılan.”

“Elbette, moda benden sorulur.”

“Sizin goygoyunuz bitmez,” diye araya girdi Engin. “Ama gitmemiz gereken iki yer var, bu yüzden artık arabaya binip yola çıkabilir miyiz?”

Arabaya en son evin kapısını kilitleyen Güzin bindi, ailenin annesi de araca bindiğinde yola koyuldular. Meryem komşusuna, Tahsin de arkadaşlarıyla kıraathaneye gitmişti; evden son ayrılanlar Dinçerler olduğu için kapıları kapatıp kilitleme görevi de onlara kalmıştı. Bugün çok gezecek, fazlasıyla da yürüyeceklerdi ve Güzin’in ebeveynleri de yaşlı insanlar olduğu için onları hiç yormak istememişlerdi, zaten onlar da gelmeyeceklerini söyleyerek onlara iyi gezmeler dilemişlerdi.

Şoför koltuğunda Giray vardı, Engin de onun hemen yanındaki yolcu koltuğunda oturuyordu ve üç kadın da arka koltuğa geçmişti. Yazlık, Fethiye ilçe merkezinin dışında kalıyordu; bu yüzden biraz uzun bir yolları vardı ve bu yolu sohbet ederek geçirdiler.

Fethiye Kalesi’ne ulaştıklarında arabadan en son Göksel indi. Genç fotoğrafçı profesyonel fotoğraf makinesini çantasından çıkarıp boynuna asmakla uğraştığı için arabanın içinde biraz onaylandı ve araçtan diğerlerinden daha sonra indi.

“Kameramanımız da aramıza katıldı,” dedi Giray. “Fotoğraf makinesi bu şekilde boynundan sarkarken çok havalı görünüyorsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Farkındayım.”

Dinçerler turistik gezilerine başladı. Diğerleri etrafı inceleyip kendi arasında sohbet ederek önden yürürken, Göksel de fotoğraf çekerek onların arkasından ilerliyordu. Arkasına bakan Güzin kızını birkaç adım geride gördüğünde rahatlayarak önüne döndü.

Kalenin kalıntılarına ulaştıklarında Göksel video çekmeye de başladı. Genç kadın büyük bir mimari hayranıydı ve bu tarz kale gibi eski ve büyük yapılar çok ilgisini çekiyordu; bu yerlerde fotoğraf ve video çekmekten de büyük keyif alıyordu.

“Yıkık dökük bir yer,” dedi etrafı inceleyen Banu. “Ama hoş. Manzarası çok güzel.”

“Tüm Fethiye insanın ayakları altında,” diye eşine katıldı Giray. “Çok güzel.” Göksel’e kısa bir bakış attı. “Göksel video çekimini bitirsin de bizi de çeksin. Hatıra kalır.”

“Çalışırken ne kadar ciddi görünüyor.”

“Yaptığı şeyi çok seviyor.”

“Ona hiç şüphe yok.”

Göksel birkaç video çektikten sonra ailesinin yanına ilerledi.

“Ne kadar çok şey çektin,” dedi Engin.

“Öyle oldu,” diye cevap verdi Göksel. “Burayı sevdim, güzel bir yer.”

“Bizi de çek,” diye araya girdi Giray. “Manzara çok güzel.”

Göksel aile üyelerini çekti, rica ettikleri bir kişi de onların hepsini çekti. Ardından geziye devam ettiler, kalenin farklı yerlerini de gördüler. Göksel oralarda da fotoğraflar ve videolar çekti.

Kale gezisini bitiren aile Amintas Kaya Mezarları’na geçti. Göksel buraya gelmeden önce burası hakkında araştırma yapmış, çekilen fotoğrafları incelemiş ve kafasında bir çekim taslağı oluşturmuştu. Mezarların mimarisini hayranlıkla inceleyen genç kadın hem profesyonel kamerasından hem de analog kamerasından fotoğraflar çekti hatta ağabeyinden kendisini çekmesini de rica etti ve Giray analog kameradan onun fotoğrafını da çekti.

Göksel burada da videolar çekti ve bu videoları kalede çektiklerinden daha çok beğendi. Hem kalede hem de burada çektiği görüntülere hazırlayacağı Muğla videosunda yer vermek için sabırsızlanıyordu.

“İnanılmaz bir yer,” dedi Giray. “Mimarisi muhteşem ve nasıl desem, karanlık bir havası var.”

“Kasvetli,” diye ona katıldı Banu. “Değişik hissettiriyor.”

“Ama çok bakımsız,” diye bir yorumda bulundu Güzin. “Oysaki değeri bilinmesi gereken bir yer.”

“Tarihimize sahip çıkmıyoruz ki,” dedi Engin. “Bakım yok, ilgilenen yok, umursayan yok. Turistler bile gelip burayı gezmiyor, varlığından bihaberlerdir.”

“Ne yazık ki. Biz gelip gördük, çok da iyi yaptık. Göksel şurada babanla beni de çeker misin kızım?”

Bir mezarı çeken Göksel onların yanına ilerledi. “Çekerim tabii,” dedi genç kadın. “Geçin bakalım çifte kumrular.”

Göksel bir mezarın önünde poz veren annesiyle babasının birkaç fotoğrafını çekti.

“Sen de gel,” dedi Engin. “Giray üçümüzü çeksin.”

“Ben gelmeyeyim mi?” dedi Giray üzgün bir sesle. “Evlendim diye dışlandım mı?”

“Seninle de çekiliriz oğlum. Göksel’den sonra da sen gelirsin hatta hep beraber de çekiliriz.”

“Peki.”

Göksel kamerayı ağabeyine verirken güldü ve annesiyle babasına ilerleyip onların arasına girdi. Bir dizini kırıp yere eğilen Giray onların birkaç fotoğrafını çekti.

“Sen gel bakayım,” dedi Güzin. “Seninle de birkaç tane çekilelim, sonra Göksel de aramıza katılır.”

“Ben çekerim,” dedi Banu.

Giray kamerayı eşine verirken onun alnına bir öpücük kondurdu ve ebeveynlerinin yanına gitti. Göksel köşede beklerken Banu onları çekti, sonra Göksel de onlara dahil oldu ve Banu hepsini birden çekti.

“Çok fazla poz verdim,” dedi Göksel gergin bir sesle. “Yeterli.”

Buradaki gezisini de bitiren aile üyeleri aşağı indiğinde vakit akşamüstüydü.

“Acıktınız mı?” diye sordu Engin.

Herkes acıktığını söyledi.

“O zaman size akşam yemeği ısmarlayayım,” dedi Engin. “Güzel bir restoran biliyorum. Hadi arabaya.”

Restorana doğru yola çıktıklarında yine arka koltukta oturan Göksel çok beğendiği birkaç fotoğrafı kamerasından telefonuna aktardı. Amintas Kaya Mezarları’nda çektiği bir mezar fotoğrafına bayılmıştı. Bu fotoğrafı hesabında paylaşmaya karar verip fotoğraf üstünde küçük düzenlemeler yaptı.

İşte, fotoğraf paylaşılmaya hazırdı.

Sosyal medya hesabına giren genç fotoğrafçı bu fotoğrafı paylaşılmak üzere seçti. Konum bilgisini fotoğrafa ekledi ve herhangi bir açıklama yazmadan fotoğrafı paylaşarak sayısı 700’ü geçen takipçilerinin beğenisine sundu. Yaz tatili başından beri hesabı aktif olarak kullanması, düzenli olarak fotoğraf atması hesaptaki takipçi sayısını ve dolayısıyla etkileşimi de arttırmıştı. Hesabının ellerinde bir çocuk gibi büyüdüğünü görmek Göksel’in çok hoşuna gidiyordu.

Dakikalar içinde deniz kenarındaki restorana ulaştılar. Giray arabayı restoranın önündeki boş park yerlerinden birine park ettiğinde hepsi araçtan indi.

“Fethiye’deki meşhur restoranlarımızdan birine geldik,” dedi Göksel mekânın tabelasına bakarak. “Burayı seviyorum.”

“Ben de öyle,” diyen Engin kızına kolunu uzattı. “Restorana girerken bana eşlik etmek ister misin cimcime?”

“Memnuniyetle,” deyip onun koluna girdi Göksel. “Hadi gidelim.”

Restorana giren aile üyeleri garsonun yönlendirmesiyle ortadaki bir masaya oturdu. Aslında denize bakan kenardaki masalara oturmak istiyorlardı fakat oradaki bütün masalar dolu olduğu için ortadaki masalardan birine oturmak zorunda kaldılar.

Menüye bakan Göksel balık yemeye karar verdi. Genç kadın balığı pek sevmezdi ve balık konusunda oldukça seçiciydi fakat bu restoranın balıklarının tadını beğeniyordu ve balık kokusunu alınca canı çekmişti.

“Ne yiyorsunuz?” diye sordu Engin.

“Ben balık yiyeceğim,” dedi Göksel. “Canım çekti.”

“Senin canın balık mı çekti?” dedi Güzin şaşırarak. “Kulaklarım bunu da mı duyacaktı?”

“Buranın balıklarını seviyorum ve şu an güzel bir balık kokusu var, canım çekti.”

“Çok faydalı,” dedi Engin. “Keşke hep yesen ama inadım inatsın, bir de hazırlaması çok zahmetli olduğu için hiçbirimiz uğraşmıyoruz.”

“Balık dışarıda yiyince güzel,” dedi Güzin eşine bakarak. “Önüne hazır konulunca yiyiliyor ama dediğin gibi kendin hazırlamak istediğinde çok zahmetli geliyor ve hiç hoşlanmıyorum.”

“Biraz daha balık hazırlama muhabbetine devam ederseniz fikrimi değiştireceğim,” dedi Göksel. “Bu konuyu burada kapatabilir miyiz? Lütfen?”

Masadakiler gülüştü.

“Tamam tamam,” dedi Güzin. “Kırk yılın başı balık yemek istemişsin, seni soğutmayalım.”

Göksel’in fikrinden etkilenen aile üyelerinin hepsi balık siparişi verdiler. Göksel yemekleri beklerken telefonunu çıkardı. Sosyal medya hesabından gelen yeni bildirimleri vardı. Uygulamaya girdiğinde onu yeni beğeniler ve yorumlar karşıladı. Her zamanki gibi beğenileri es geçen genç kadın yorumları açtığında onu şaşırtan bir isimle karşılaştı.

Gökhan fotoğrafına yorum yapmıştı: Olağanüstü.

Genç adam yorumunun sonuna bir tane de mavi kalp emojisi koymuştu.

Onun yorumunu okuyan Göksel genişçe gülümsedi ve içinin sıcacık olduğunu hissetti. Sanatçılığına hayran olduğu ve çok saygı duyduğu Gökhan’dan böyle güzel sözler duymak, iltifatlar almak genç kadın için çok önemliydi; aynı zamanda onu fazlasıyla mutlu ediyor ve motive olmasını sağlıyordu.

Gökhan’ın yorumunu beğenen Göksel ona cevap da verdi: Teşekkür ederim. Yorumunun sonuna da sarı kalp emojisi ekledikten sonra yorumu paylaştı.

“Bizim kızın yüzünde yine gül tarlaları açtı,” dedi Engin eşine. “Kesin Gökhan’la ilgili.”

“Muhtemelen,” dedi Güzin kızına bakarak. Gülümsedi. “Gerçekten çok mutlu görünüyor cimcime. Kokusu çıkar.”

“Merak ettim ama dediğin gibi kokusu çıkar.”

Göksel bir takipçisinin alkış ve kalp emojileri içeren yorumunu da beğendi. Fotoğrafına dakikalar içinde iki yorum ve 37 beğeni gelmesi genç fotoğrafçıyı çok sevindirmişti. Bu kadar kısa süre içinde bu kadar etkileşim alan fotoğrafları genelde ortalamanın üstünde beğeni sayısına ulaşıyordu ve Göksel bu fotoğrafın da onlardan biri olacağını hissetti.

Sadece saniyeler içinde Gökhan’ın yorumunu beğendiğine dair bir bildirim aldı. Birkaç saniye gülümseyerek bildirime baktıktan sonra telefonun ekranını kapatıp masaya koydu ve yumruk yaptığı elini çenesine yaslayıp sağ taraftaki denize baktı.

Göksel tatile geldikten sonra konuşamadıkları bir haftanın acısını bugün fazlasıyla çıkarmışlardı. Kalpleri hâlâ bir atıyordu, aralarında kaç yüz kilometre olduğunun hiçbir önemi yoktu.

]]>
Sun, 18 Dec 2022 13:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 15. Kare: Parmak Dövmeleri https://edebiyatblog.com/kd-15kare-parmak-dovmeleri https://edebiyatblog.com/kd-15kare-parmak-dovmeleri Bölüm fotoğrafı: Anna Tarazevich

Saatler gece üçe gelirken ışığı açık salondaki CD oynatıcıdan kısık seste çalan şarkının sesi yükseliyordu. Barış iki kişilik koltukta sırtını koltuğun koluna yaslamış, bacaklarını da koltuğa boylu boyunca uzatmış oturuyordu; Gökhan da üç kişilik koltuğa bacaklarını açarak yayılmıştı ve başı koltuğun arkasına yaslanmış şekilde, kısılmış gözleriyle tavanı izliyordu. Üzerinde alkolün getirdiği bir ağırlık ve sersemlik vardı.

“Elçin’e âşık olduğunu ne zaman anladın?” diye sordu Gökhan.

Çapraz koltukta oturan Barış başını çevirip arkadaşına bakarken yüzünde şaşkın bir ifade vardı. “Bu da nereden çıktı şimdi?” diye sordu.

“Bir yerden çıktı işte,” diyen Gökhan başını kaldırıp Barış’a baktı. “Sen soruma cevap ver.”

“Düşüneyim,” dedi Barış. Birkaç saniye sessiz kalıp düşündü. “Arkadaş grubunda tanıştığımızı biliyorsun, ilgimi çektiği için onu izlemeye başlamıştım ama başlarda ilgilendiğimi belli etmiyordum. Bir gün sürekli gittiğimiz bir kafede yalnız yakalamıştım, baş başa olduğumuz ilk andı ve birlikte bir şeyler yiyip içmiştik. Çok gevezedir bilirsin, ağzı da iyi laf yapar ve o gün de keyifli bir sohbet etmiştik. Aynı ortamda bulunmaya devam ettik, yakınlaştık ve artık bir noktada gözlerimin hep onu aradığını fark ettim. İki hafta kadar ortalarda görünmemişti, bizim sahne aldığımız bir gün arkadaşlarının arasında onu gördüm ve kalbimin küt küt attığını hissettim. O an anlamıştım.”

“Kalbin küt küt attığında anladın yani?” diye mırıldandı Gökhan. Başını koltuğun arkasına yeniden yasladı. “Onu gördüğünde heyecanlandığında, bir ateş vücudunu bastığında, kalbin dört nala koşmuşsun gibi attığında anladın.”

Barış sırıtarak, “Bu hissi çok iyi biliyor gibisin,” dedi. “Yoksa bu akşam Göksel’in etrafındayken hissettiklerin bunlar mıydı?”

Gökhan sessiz kaldı.

“Hey!” diye seslenen Barış oturduğu koltuktan kalkıp Gökhan’ın yanına oturdu. “Sana diyorum.”

“Beni çektiği fotoğrafın altına yazdığı cümle Giderdi Hoşuma şarkısından bir cümleydi,” diye konuştu Gökhan bakışlarını tavandan ayırmadan. “O şarkının bizim için bir anlamı var, bu yüzden onu şarkı listesine eklettirdim. Sahnede bu şarkıyı çalarken Göksel de bize eşlik ediyordu, bana bakarak bu şarkıyı söylüyordu ve o kadar güzel görünüyordu ki… Onun gözlerine kilitlenip kaldım, notayı da bu yüzden kaçırdım zaten. Senelerdir nota kaçırmayan ben, yaptığı en iyi şey gitar çalmak olan ben Gökhan Uygur bu akşam onun yüzüne bakakaldım ve nota kaçırdım; inanabiliyor musun? Bana söyleseydiler inanmazdım ama bu yaşandı.”

Barış onun omzunu sıkarken gülümsüyordu. “Şu an çok sarhoşsun,” dedi. “Ve bu kıza abayı çok fena yakmışsın.”

Gökhan yanağını koltuğa yaslayıp yanında oturan Barış’a baktı. “Çok sarhoşum değil mi?” dedi yorgun bir sesle. “Çok sarhoşum ve çok saçmalıyorum.”

“Saçmalamıyorsun,” diye ona karşı çıktı Barış. “İnsanlar sarhoş olduğunda daha dürüst olurlar ve düşüncelerini ifade edecek cesarete sahip olurlar. Sen de şu an düşüncelerini dürüstçe ve cesurca ifade ediyorsun.”

Gökhan bir süre konuşmadan öylece tavana baktı. 70’lik votkanın yarısı ve iki kutu bira kanına karışıp onu sarhoş etmiş ve bedenini gevşetmiş olsa da düşünceleri hâlâ dinçti. Zihni biraz bulanmıştı fakat zihninden neler geçtiğini ve dudaklarından neler döküldüğünün gayet farkındaydı.

“Perşembe günü dövme randevum var,” dedi biraz sonra. “Bana eşlik etmesini teklif etsem mi?” Başını çevirip Barış’a baktı. “Ne dersin?”

Barış gülümseyerek, “Sana eşlik etmesini istiyorsan elbette teklif et,” dedi. Alkol toleransı Gökhan’a göre daha yüksek olan genç adam onun kadar sarhoş değildi. “Şansını dene.”

“Değil mi? Bence de denemeliyim. Hem Göksel de bir fotoğraf makinesi dövmesi yaptırmak istediğinden ama hem cesaret edemediğinden hem de dövme sanatçısı bulamadığından bahsetmişti; onu Çağlar’la da tanıştırmış olurum.”

“Bak sen, bir taşla kuş katliamı yapacaksın.”

Gökhan güldü. “Evet, eğer gelirse öyle olacak. Yarın sorarım.”

“Sor bakalım. Umarım müsaittir ve gelir. Bugün de çok güzel bir gündü ama arayı açmadan baş başa da vakit geçirin. Dövme öncesi ya da sonrası bir yere oturup bir şeyler içer, sohbet edersiniz.”

“Ben de böyle düşünüyorum. Bir an önce yarın olsun da sorayım.”

“Teknik olarak yarındayız zaten, saat gecenin üçü.”

Gökhan başını çevirip duvardaki saate baktığında gözleri fal taşı gibi açıldı. “Hassiktir!” dedi yüksek sesle. “Saat ne ara üç oldu? Ben sabahın köründe kalkıp işe gideceğim.”

“Eve geldiğimizde saat birdi, içerken de iki saat geçmiş.”

“Allah da benim belamı versin! Ben yatmaya gidiyorum, sen keyfine bak. Uykun gelince Yağız’ın odasında uyursun.”

Gökhan bir anda ayağa kalktığında ne kadar sarhoş olduğunu daha iyi anladı, genç adamın başı topaç gibi dönüyordu.

“Dikkat et,” dedi onun bileğinden tutan Barış. “Çok sarhoşsun, ani hareketler yapma.”

“Ani bir hareketle kendimi yatağa atmaya gidiyorum,” dedi Gökhan. “Sarhoşum, sadece birkaç saat uyuyup sabahın köründe kalkacağım ve hem geceden kalma hem de uykusuz olduğum için çatlayan başımla birlikte dokuz saatlik mesai yapacağım. Yarın muhteşem bir gün olacak.”

“Sabah kendine sert bir kahve yap, yardımcı olur.”

“Kahve nehrinde yüzsem de sonuç değişmeyecek gibi. Neyse kardeşim, ben yatmaya gidiyorum. Sen istediğin gibi takıl, uykun gelince de Yağız’ın yatağına geçip rahatça uyu.”

“Tamam Gök, eyvallah. İyi geceler.”

“Sana da.”

Yalpalayarak yürüyen Gökhan salondan çıkıp, odasına ilerlerken Barış da orta sehpanın üstündeki dibinde birkaç yudumluk votka kalan şişeye uzandı.

***

“Şimdi bayılacağım!” dedi eli göğsünde duran Ahsen. “Çok tatlısınız.”

“Dün akşam benim de bayılacağımı düşündüğüm pek çok an oldu,” dedi Göksel. “Çok güzel bir akşamdı. Hani tekrar tekrar yaşamak isteyeceğin günler olur ya, benim için dün akşam onlardan biriydi. Gökhan da arkadaşları da çok tatlıydı, çok güzel vakit geçirdim.”

İkili Göksellerin evindeydi, salondaki büyük koltukta yan yana oturuyorlardı ve Göksel ona dün geceyi tüm ayrıntılarıyla anlatmayı henüz bitirmişti.

“Arkadaşları anlattığın kadarıyla cidden çok tatlılar,” dedi Ahsen. “Fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla da iyi enerjiye sahipler, sıcaklıklarını hissettim.”

“Evet, samimi insanlardı,” diye onayladı Göksel. “Tanrı’m, Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanıştığıma hâlâ inanamıyorum.”

“O da benimle tanıştı.”

“Doğru, ikiniz tanışıyorsunuz.”

“En yakın arkadaşımın flörtüyle elbette tanışıyorum hatta o kadar yakın arkadaşız ki onunla ikimiz de aynı akşam tanıştık. Ben Ahsen Akçay asla geriden gelmem kızım.”

Göksel kahkaha attığında Ahsen de ona katıldı.

“Ona ne şüphe,” dedi Göksel. “Bu yüzden senden korkuyorum.”

“Korkmalısın da,” diyen Ahsen ona gözlerini kısarak baktı. “İkinizin aynada çektiği fotoğrafları tekrar göstersene.”

Göksel bilgisayardan kendisinin çektiği fotoğrafı açtığında Ahsen başını ekrana yaklaştırıp fotoğrafa baktı.

“Belini nasıl kavramış!” dedi Ahsen. Fotoğrafı büyüttü. “Sevgili gibi duruyorsunuz. Çok tatlısınız.”

Onun bu cümlesi Göksel’i utandırdı. “Bu kadar samimi poz vermesi bana da sürpriz oldu,” dedi. “Bir baktım bir adım arkamda duruyor ve eliyle belimi kavrayıp poz veriyor. Dün akşam fazlasıyla temas ettik.”

“İşi çok ilerletmişsiniz, özellikle Gökhan resmen uçuyor.”

“Uçarken benim de aklımı yanında götürüyor.”

“Fotoğrafları sizinkilere gösterdin mi?”

“Sence?”

“Göstermedin ve haklısın da. Engin amca Gökhan’ın belini böyle kavradığını görse adamcağızın yüreği ağzına gelir, buna da hiç gerek yok.”

“Kesinlikle. Dün uyumayıp beni bekledikleri için ikisinin de çok uykusu gelmişti, fazla bir şey sormadan yatmaya gittiler. Bu akşam geldiklerinde uzun uzun konuşuruz.”

“Anlatacak epey renkli anın var.”

“Öyle.”

“Bu fotoğrafları Gökhan’a ne zaman atacaksın?”

“Linkleri oluşturdum, akşam gönderirim. Şimdi iştedir, şu an gönderip aklını fotoğraflarla meşgul etmeyeyim; mesai çıkışından sonra gönderirim.”

“Bak bak, neler de düşünürmüş,” dedi Ahsen gülümseyerek. Omzuyla onun omzuna dokundu.

“Yani düşüncelilik ediyorum işte,” diyen Göksel utanmıştı. “Şimdi işine odaklansın, akşam fotoğrafları uzun uzun inceler nasıl olsa. Dondurma getireyim mi?”

“Olur, soğuk soğuk yeriz.”

Göksel dondurmaları getirmek için mutfağa giderken Ahsen de orta sehpada açık duran bilgisayarı kucağına aldı ve dün akşam çekilen fotoğrafları yeniden incelemeye başladı. Göksel’in ustalığının eseri olan fotoğrafların hepsi çok güzeldi. Genç fotoğrafçının anı yakalamadaki becerisi bu karelerde de kendini belli ediyordu. Buna ek olarak fotoğraflar hareketsiz olsa da çekildikleri anın hareketini ve heyecanını yansıtıyordu. Fotoğraflara bakan Ahsen müziğin sesini duyabiliyor, grup üyelerinin hareketlerini görebiliyor ve sanki bir fotoğraf karesine bakmıyor da onların videolarını izliyormuş gibi hissediyordu.

Göksel kısa süre sonra elinde tepsiyle mutfaktan döndüğünde Ahsen, “Gerçek bir fotoğraf dehasısın,” dedi. “Fotoğrafların hepsi muhteşem olmuş. Anı yakalama ve yaşatmaktaki becerin olağanüstü.”

Duydukları karşısında içi sımsıcak olan Göksel, “Seni yerim,” deyip tepsiyi sehpaya bıraktı. “Çok teşekkür ederim. Biricik dostumdan böyle güzel şeyler duymak çok kıymetli.”

“Ben gerçekleri söylüyorum,” dedi Ahsen. Ekranda açık olan grubun fotoğrafını gösterdi. “Kafasını sallayan basçının uçuşan saçları, bateristin zarafetle hareket eden kolları, solistin kapalı gözlerle şarkıyı söylemesi ve Gökhan’ın gülümseyerek gitar çalması... Çok güzel yakalamışsın. Grubun en sevdiğim fotoğrafı oldu.”

“Bu fotoğrafı ben de çok beğendim,” dedi başını yaklaştırıp ekrana bakan Göksel. “Hesabıma atarım belki, ne dersin?”

“Çok iyi fikir, kesinlikle atmalısın.”

“O zaman birkaç minik dokunuş yaptıktan sonra akşama paylaşırım.”

Göksel’in getirdiği Maraş dondurmasından biraz yediler.

“Yola ne zaman çıkıyordunuz?” diye sordu Ahsen.

“Cumartesi gün doğarken,” dedi Göksel. “Akşamüstü Muğla’ya varmış oluruz. Ağabeyim ve eşi de o gün gelecek.”

“Ne güzel, uzun zaman sonra bir araya geliyorsunuz.”

“Evet, bunun için çok mutluyum. Ağabeyimi çok özledim.”

“Özlenmez mi yahu? Bol bol vakit geçirin, hasret giderin.”

“Öyle yapacağız. Siz de ağustosun ikinci haftası mı gidiyorsunuz Ayvalık’a?”

“Evet, haftaya da biz gidiyoruz. Üçüncü sınıfın ve İstanbul’un yorgunluğunu atmak için sabırsızlanıyorum. Sabahtan akşama kadar sahilde olup güneşin, kumun ve denizin tadını çıkarmayı planlıyorum.”

“İşte huzur diye buna derim.”

Rastgele bir Friends bölümü izleyerek dondurmalarını yediler. 90’lara ve 2000’lerin başına damga vuran bu meşhur diziyi iki arkadaş da seviyordu ve birbirlerinin evine gittiklerinde rastgele birkaç bölümünü açıp izlemekten hoşlanıyorlardı.

“Bayılıyorum bu diziye,” dedi Ahsen gülerek. İzledikleri bölüm henüz bitmişti. “Günlük dozumu aldım. Sana da dondurma için teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel. “Ve ben de bayılıyorum.”

Boşları alan iki arkadaş dizinin jenerik şarkısını söyleyerek mutfağa ilerlediler ve el birliğiyle kirli bulaşıkları makineye yerleştirmeye başladılar.

“Birazdan giderim,” dedi Ahsen. “Ahu cadısı gezmeye gitti ve akşam yemeği yükünü bana yıktı. Eve gidip yemek yapmam gerek.”

“Bu sıralar ne kadar çok dışarı çıkıyor o,” dedi doğrulan Göksel. “Yoksa biri mi var?”

“Kişi işi gerçekten de kendinden biliyormuş.”

Göksel onun koluna vurduğunda Ahsen sırıttı.

“Sevgilisi var hanımefendinin,” dedi Ahsen. “Arkadaş ortamında tanıştığı biri, Efe diye bir çocuk. Medipol’de Psikoloji okuyormuş o da, hazırlığı bitirmiş ve bu dönem bölüme başlıyormuş.”

“Bak sen,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “İki Psikoloji öğrencisi birbirlerini bulmuşlar desene.”

“Çocuk biraz fırlama bir şeye benziyor, içim rahat değil ama henüz yüz yüze tanışmadığımız için ön yargıyla da yaklaşmak istemiyorum.”

“Neden böyle bir düşünceye kapıldın?”

“Ahu’nun anlattığına göre ortamlara fazla takılan, aklı beş karış havada bir çocuğa benziyor,” dedi Ahsen yüzünde memnuniyetsiz bir ifadeyle. “Ahu’yu geçen gece bara davet etmiş, neymiş birkaç kadeh bir şeyler içip takılırlarmış. Ahu’ya, ‘Başlatmasın kadehine, kaç yaşındasın sen?’ dedim ve elbette göndermedim. Zaten bizimkilerin haberi yok, bara gitmesine hayatta izin vermezler de. Daha on dokuz yaşında bu kız; ne barı, ne kadehi, ne içkisi? Çocuğun ailesinin maddi durumu iyi ve buna karışmıyorlar, bizim hanımefendi de ona uymaya çalışıyor. Ben onu bir uyduracağım, görecek uydurma neymiş!”

“Seni sinirlendirmiş ve sinirlenmekte de haklısın. Ahu zaten öyle ortamları sevmeyen, gitmeyen biri.”

“İşte, sırf o öyle ortamlara gidiyor diye bizimki de heves etti. Çocuğun arkadaşları da tekin tiplere benzemiyor, gencecik kız kardeşimi kurtların arasına atmayacağım. Neredeyse yirmi iki senedir İstanbul’da yaşayan, üç senedir de üniversitede okuyan biriyim; İstanbul’u da ortamlarını da ortamlarda takılan tipleri de iyi bilirim. Bir yere gideceklerse gündüz gidecekler ve alkollü bir mekân olmayacak, nokta. Zaten ben ilişkilerinin devam edeceğini düşünmüyorum, bu yaz bitmeden ayrılırlar.”

“Ahu akıllı bir kız ama söz konusu gönül işleri olunca insanın aklı yok olabiliyor, umarım Ahu da sonradan üzülecek şeyler yapmaz.” Destek olurcasına arkadaşının omzunu sıvazladı. “Sen de sıkma canını, dediğin gibi sorunlu bir tipse bunu Ahu da fark edecektir ve gerekeni yapacaktır.”

“Umarım Gök, umarım. Bugün de beyefendiyle buluştu hanımefendi işte, ben de eve gidip yemek yapacağım. Annemle babam işten dönmeden evde ol dedim, buradan ayrıldıktan sonra ararım.”

“Ara tabii, kontrol et.”

“Nefesim her daim ensesinde, ayağını denk alsın.”

Göksel güldüğünde Ahsen de gülümsedi.

Bulaşıkları halleden ikili mutfaktan çıktı. Çantasını omzuna asan Ahsen ve Göksel evin kapısına ilerledi.

“İkramlar için teşekkür ederim,” dedi Ahsen. Arkadaşına sarıldı. “Gökhan gelişmelerinden haberdar etmeye de devam et lütfen, merak ediyorum.”

“Merakından çatlarsın değil mi?” dedi Göksel gülerek.

“Çatlarım valla.”

Gülüştüler.

“Eve geçince yaz,” dedi Göksel. “Ahu’ya ve kendine de iyi bak.”

“Hiç şüphen olmasın,” diyen Ahsen başını yavaşça salladı. “Eve geçince de yazarım. Görüşürüz Gök.”

“Görüşürüz bebeğim.”

Ahsen gidince Göksel evde yalnız kaldı. Saatler beşe geliyordu, dünkü yemekler durduğu için yemek yapmasına gerek yoktu ve yapacak başka işi de olmayan genç kadın ebeveynleri işten dönene ve Gökhan’ın da çıkış saati gelene kadar bir şey izlemeye karar verdi. Salona geri dönüp izleme listesinde olan bir filmi açtı.

Göksel’in izlediği film bittiğinde saatler 18.49’u gösteriyordu. Televizyonu kapatan genç kadın bilgisayarını kucağına aldı. WhatsApp uygulamasını bilgisayarından açıp Gökhan’la olan konuşmasına girdi. Genç adamın mesaisinin bitmesine on dakika kalmıştı, artık fotoğrafların ve videoların yer aldığı linkleri ona gönderebilirdi. Bilgisayarının notlar kısmına kaydettiği üç linki sırasıyla Gökhan’a gönderdi. İki linkte grubun fotoğrafları ve videoları vardı, üçüncü linkte Göksel ve Gökhan’ın aynada çektikleri iki fotoğraf yer alıyordu; genç adam sadece ikisinin fotoğraflarını bu linkten indirebilir ve diğer iki linki olduğu gibi arkadaşlarına gönderebilirdi.

Merhaba, fotoğraflara ve videolara bu linklerden ulaşıp indirebilirsiniz

Gökhan çevrim içi olduğunda Göksel’in linkleri göndermesinin üstünden yalnızca iki dakika geçmişti. Onun mesajları bu kadar çabuk görmesini beklemeyen Göksel afalladı.

Merhaba

Çok teşekkür ederim, işten çıkar çıkmaz hepsini tek tek inceleyeceğim

Linkleri bizimkilere de gönderirim. Hepimiz adına bir kez daha teşekkür ederim, emeğine sağlık

Onun peş peşe gönderdiği bu üç mesajı okuyan Göksel’in yüzüne bir gülümseme yayıldı. Genç adam her zamanki gibi çok nazik ve düşünceliydi.

Rica ederim

Fotoğraflaması keyifli bir akşamdı

Çevrim içi olan Gökhan onun bu iki mesajını anında gördü.

Genel olarak çok keyifli bir akşamdı, sen de ortaya muhteşem fotoğraflar çıkardın

Gökhan bu mesajı gönderdikten sonra çevrim dışı oldu. Telefona bakmak için kısa bir an yakalamış olmalıydı, şu an mağazayı kapatma işleriyle meşgul olsa gerekti.

Evet, çok keyifli bir akşamdı ve teşekkür ederim, beğenmenize çok sevindim

Göksel anahtar sesini duyunca, telefonunu bırakıp koltuktan kalktı. Babası eve dönmüştü.

“Hoş geldin,” dedi onu karşılayan Göksel. “Bugün biraz erkencisin.”

“Hoş buldum güzelim,” dedi kapıyı kapatıp eve giren babası. “İşlerim erkenden bitti, ben de kapanışı beklemeden çıktım.”

“İyi yapmışsın.”

“Ben bir üstümü değiştireyim.”

“Tamam.”

Engin yatak odasına ilerlerken Göksel de salona geri döndü. Dakikalar sonra Güzin de eve geldi. Yoğun bir iş gününü ardında bırakan kadın oldukça yorgundu ve bu her hâlinden anlaşılıyordu.

“Kurt gibi açım,” dedi Güzin. “Bebeğim sen yemekleri ısıtır mısın? Ben de üstüme rahat bir şeyler giyeyim de hep beraber yemek yiyelim.”

“Isıtırım tabii,” dedi Göksel. “Çok yorgun görünüyorsun.”

“Çünkü yorgunum. Uzun bir gündü, yemek yiyip uzanacağım.”

Birkaç dakika sonra ailenin üç üyesi de yemek masasındaydı.

“Çok bitkinsin hayatım,” dedi Engin eşinin yanağını okşayarak. “Bugün neler yaptın?”

“Cumadan sonra izne ayrılacağım için ay sonu işlerini yapmaya giriştim,” diye anlatmaya başladı Güzin. “Bu ay yaptıklarımızı inceledim, astlarımla konuştum, müdürle görüştüm; uzun süren bir toplantıya katıldım ve orada da bir beyin fırtınası yaptık. Tükenmiş durumdayım, yemeğimi yiyip duşumu aldıktan sonra direkt uyuyacağım sanırım.”

“Gerçekten de yoğun bir gün olmuş,” dedi Engin anlayışlı bir sesle. “Yat dinlen tabii, yarın yine koşuşturmacayla geçer.”

Göksel gülümseyerek onları izliyordu. Aşk gerçekten de güzel bir şeydi.

Yemekten sonra Güzin duş almaya gitti, Göksel ve babası da sofrayı toplamaya girişti.

“Senin günün nasıl geçti?” diye sordu Engin.

“Güzeldi,” dedi Göksel. Babasının su geçirdiği bulaşıkları makineye yerleştiriyordu. “Ahsen buradaydı, biraz onunla oturup sohbet ettik; o gittikten sonra film izledim, sonra da siz geldiniz.”

“Yine biz gelmeden kaçmış cimcime.”

“Akşam yemeğini yapması gerektiği için erkenden gitti.”

“İş güç beklemiyor tabii,” dedi Engin. Ardından çok ilgili görünmemeye çalışarak sordu: “Gökhan’dan ne haber?”

“Ona da dün çektiğim fotoğraf ve videoları gönderdim,” diye cevap verdi Göksel. “Arkadaşlarıyla sahne alırken biraz çekim yaptım.”

“Öyle mi? İyi yapmışsın.”

“Bir tanesini hesabıma atacağım, sen de bakarsın.”

“Bakarım.”

Mutfaktaki işleri halleden Göksel odasına çekildi. Annesi söylediği gibi uyurken babası da salonda televizyona bakıyordu, Göksel de babasının sorabileceği sorulardan kaçmak için odasına girdi.

Gökhan ona cevap vermişti.

Bir iş gününü daha bitirdim, şimdi otobüste fotoğraflara bakabilirim. Sen ne yapıyorsun?

Genç adam ona bu mesajı yarım saat önce göndermişti. Şu an otobüste olmalıydı ve büyük ihtimalle fotoğrafları incelemiş, videoları da baştan izlemişti.

Ben de akşam yemeği yedim, mutfağı toparladım ve odama çekildim

Göksel ona cevap verdikten sonra mesajlaşma uygulamasından çıkıp sosyal medya hesabına girdi. Dün akşam çektiği fotoğraflar arasından favorisi olan grup fotoğrafını paylaşmak üzere seçti. Konuma Sahne’yi ekledikten sonra fotoğrafa bir açıklama yazdı.

Sing with me, sing for the year / Sing for the laughter and sing for the tear

Bu fotoğrafın altına yazılacak daha iyi bir açıklama düşünemiyordu.

Derin bir nefes alıp fotoğrafı paylaştığında ekranın üstünde bir bildirim belirdi. Gökhan’dan gelen yeni bir mesajı vardı.

Afiyet olsun. Günün nasıl geçti?

Mesajı okudu fakat konuşmaya girmedi. Paylaştığı fotoğrafa baktı, fotoğrafı inceledi. Sahne mavi ve kırmızı ışıkların altında oldukça hoş görünüyordu, arkada sarı ışıklarla Yıldız Sahnesi yazıyor ve çevresinde sarı yıldızlar parlıyordu; sahnedeki delikanlılarsa yüzlerinde yaptıkları işten büyük bir zevk aldıklarını belli eden ifadelerle enstrümanlarını çalıyor, anı yaşıyordu.

Kesinlikle güzel bir fotoğraftı.

Gülümseyen genç kadın Gökhan’la olan konuşmasını açtı.

Teşekkür ederim. Günüm iyiydi, evde takılıp dinlenmeye baktım. Senin nasıldı?

Ahsen’den bahsetmedi, eğer bahsetseydi Gökhan dün olanlardan konuştuklarını anlardı ve Göksel bunu anlamasını istemedi.

Gökhan saniyeler içinde çevrim içi oldu.

İyi yapmışsın, dün çok güzel ama yorucu da bir akşamdı

Ben de işteydim, tipik bir çalışma günüydü

Gökhan dün gece üçte sarhoş bir şekilde uyumasına rağmen sabah alarmın sesine uyanıp işe zamanında yetişmeyi başarmıştı. Uykusuz ve geceden kalma olduğu için üzerinde müthiş bir yorgunluk olsa da dokuz saatlik mesaisini tamamlamıştı ve evine dönüyordu. Evde dinlenebilirdi.

Dün dinlenmeye fırsatın olmamıştır, bu akşam iyice dinlenmene bak

Göksel ona bu mesajı gönderdiğinde genç kadının düşünceli tavrı Gökhan’ı gülümsetti.

Kendimi yatağa atıp bir daha kalkmamayı planlıyorum

Onun bu mesajını okuyan Göksel kıkırdadı.

Muhteşem bir plan

Bugün annem de çok yorulmuş, yemek yedikten sonra duş aldı ve hemen uyudu, sen de uyu istersen

Bacaklarını uzatarak oturan Göksel bundan vazgeçip bağdaş kurdu ve sırtını yeniden baza başlığına yasladı.

Muhtemelen uyuyup kalırım zaten. Bu yüzden sormak istediğim soruyu şimdi soracağım: Bu perşembe saat 15.00’te dövme randevum var, eğer müsaitsen gelmek ister misin?

Onun bu teklifi genç kadını şaşırttı. Daha dün beraberdiler ve Gökhan dört gün sonra yeniden görüşmeyi teklif ediyordu. Buluşma aralıkları giderek daralıyordu ve Göksel bundan hoşnuttu.

Hafta sonu tatil için Muğla’ya gideceğiz, bu hafta da hazırlıklarla geçecek ama perşembe günümün öğleden sonrasını sana ayırabilirim. Bahsettiğin dövme sanatçısı arkadaşına mı gideceksin ve ne dövmesi yaptırıyorsun?

Gökhan da ona biraz uzun bir cevap verdi.

Tatile mi çıkıyorsunuz? Ne güzel. Ne kadar kalacaksınız? Sorularına cevap verecek olursam evet, bahsettiğim o arkadaşıma gideceğim ama ne dövmesi yaptıracağım sürpriz olsun, o gün gelince görürsün

Genç adam yine gizemli takılıyordu.

“Takıl bakalım,” diye düşündü Göksel. “Bu da sürpriz olsun.”

Üç hafta Muğla’da olacağız, anneannem ve dedem Fethiye’de yaşıyor; biz de oraya gideceğiz ve ağabeyimle eşi de Ankara’dan gelecek, ailecek yapacağımız bir tatil olacak yani

Dövme hakkında bir ipucu ver o zaman

Üç haftayı okuyan Gökhan’ın yüzü düştü. Üç hafta çok uzun bir süreydi ve ikilinin iyice yakınlaşmaya başladığı bu dönemde bu üç haftalık ara hiç iyi olmamıştı.

Uzun bir tatil olacakmış, tadını çıkarmaya bakın

Her biri bağlantılı olan anlamları çok büyük ama kendileri küçük dört dövme yaptıracağım

Göksel mesaja kaşlarını çatarak baktı. Birbiriyle uyumlu dört küçük dövme de neyin nesiydi? Neresine yaptıracaktı ve birbiriyle uyumlu olan bu dört şey ne olabilirdi?

Öyle yapacağız

Dövme hakkında epey meraklandım, perşembeyi sabırsızlıkla bekliyorum

“Üç haftalık ayrılıktan önce seni son kez göreceğim perşembe,” diye düşündü Gökhan. “Tam yakınlaştık derken benden uzaklaşacaksın. Döndüğünde ne olacak? Kaldığımız yerden devam edecek miyiz yoksa bedenlerimiz arasına girecek mesafe kalplerimiz arasına da mı girmiş olacak?”

Bu düşüncelerin içine gömülen genç adam bir dakika kadar boş gözlerle ekrana baktı, dokunmadığı için kararan ekranla düşüncelerinden uzaklaşıp bulunduğu ana geri döndü.

Çok beklemene gerek yok, bugünü saymazsak iki gün kaldı

Ona cevap yazan Gökhan mesajlaşma uygulamasından çıkıp sosyal medya hesabına girdi. Ana sayfasının tepesinde Göksel’in paylaştığı fotoğraf duruyordu. Kaşları havaya kalkan genç adam gülümseyerek fotoğrafa baktı. Görünüşe göre bu fotoğrafı seven tek kişi kendisi olmamıştı.

Bakışlarını fotoğrafın açıklama kısmına indirdiğinde açıklamada Dream On şarkısının sözlerinin yazdığını gördü.

“Ah bu kız,” diye geçirdi içinden. “Yine yapmış yapacağını.”

Fotoğrafı beğenen Gökhan yorum kısmını açıp hiç düşünmeden Göksel’in yazdığı kısmın devamındaki satırları yoruma yazdı.

Sing with me, if it's just for today / Maybe tomorrow the good Lord will take you away

İkinci satır şu an ne kadar da anlamlı geliyordu.

Yorumunu paylaşan genç adam birkaç saniye ekrana baktı. Göksel’in açıklama kısmına yazdığı satırlara ve hemen alttaki yorumunda yazan devam satırlarına. Birbirlerini tamamlıyorlardı.

O saniyelerde yorum bildirimini alan Göksel meraklanarak sosyal medya hesabına girmişti. Fotoğrafına yorum yapan kişinin Gökhan olduğunu görünce kalbi hızla atmaya başlayan genç kadın, yorumda yazanı okuduğunda dudakları aralandı.

İşte bunu hiç beklemiyordu.

“Bu çocuk,” diye düşündü. “Beni her seferinde bu kadar şaşırtmayı nasıl başarıyor?”

Göksel onun yorumunu gülümseyerek beğendi. O sırada Gökhan genç kadına ikinci bir mesaj gönderdi.

Çok güzel bir fotoğraf ve açıklama tercihi olmuş, açıklama biraz yarım kalmıştı ama orasını da ben hallettim

Başını yere eğen Göksel güldü.

Oldukça şık bir tamamlama olduğunu söylemeliyim

Gökhan onun bu mesajını hemen gördü ve ona cevap verdi.

O hâlde senin açıklamana yaraşır olmuş

Genç adam bu mesajı gönderdikten sonra yine çevrim dışı oldu. Göksel ona cevap verdi.

Sen öyle diyorsan

Sosyal medya hesabına giren Gökhan telefonuna indirdiği fotoğraflar arasından birkaç tanesini seçti. İlk fotoğraf Göksel’in onu sahnede gitar çalarken çektiği fotoğraftı, ikincisi grupla beraber performans sergilerken çekilmiş bir fotoğraftı, üçüncü ve son fotoğraf olarak da yedisinin birden sahnedeyken çekilmiş fotoğrafını koydu. Barış, Sarp ve Kuzey’i ikinci fotoğrafa etiketledi, Elçin ve Lale’yi son fotoğrafa; Göksel’in hesabını ise ilk fotoğrafın sol üst köşesine etiketledi. Konuma da Sahne’yi ekledikten sonra bir açıklama yazdı.

Güzel insanlarla güzel bir akşam. *mavi kalp emojisi* Fotoğraflar yetenekli @kadrajdakidunyalar’ın eseri.

Yazdığı açıklamaya şöyle bir bakan genç adam fotoğrafları paylaştı. O esnada telefonu elinde olan Göksel’e iki yeni bildirim geldi: Gökhan Uygur bir gönderide ondan bahsetmiş ve bir gönderiye onu etiketlemişti. Meraklanan genç kadın sosyal medya hesabına girdiğinde Gökhan’ın paylaştığı fotoğrafları gördü. Gökhan hepsinin beraber çekildiği fotoğrafı da paylaşmıştı.

Kolunu Göksel’in beline sardığı fotoğrafı.

Genç kadın gönderinin açıklamasını okuduğunda kalbinde can bulan bir sıcaklığın tüm bedenine yayıldığını hissetti. Gökhan’ın profilindeki bir önceki gönderi de Göksel’in çektiği fotoğraftı, genç adam onun altına “fotoğraf: @kadrajdakidunyalar” yazarak fotoğrafçıyı belirtmişti; bu gönderide de ikili aynı fotoğraf karesinde yan yana duruyordu ve açıklama gelişerek “fotoğraflar yetenekli @kadrajdakidunyalar’ın eseri” olmuştu. Resmî bir cümleden samimi bir cümleye evrilen bu açıklama onların iki aylık süreçteki yakınlaşmalarının en azından sosyal medyadaki kanıtıydı.

Perşembe nasıl yapalım? Vaktin olursa bir yere oturup bir şeyler içelim mi?

Gökhan mesaj atınca fotoğrafı beğenmeyi az sonraya erteleyerek onunla olan konuşmasını açtı ve ona cevap verdi.

Stüdyodan çıktıktan sonra içebiliriz, zaman geçirip sohbet de etmiş oluruz

Gökhan’ın cevabı da gecikmedi.

Tamam o zaman, güzel içecekleri olan bir yer biliyorum ama lütfen müsaade et de bu sefer her şeyi ben ısmarlayayım. Kadıköy’e geldiğin üçüncü sefer olacak ve bu sefer de ısmarlayamazsam böylesi de benim içime sinmeyecek

Gökhan’ın bu mesajını okuyan Göksel güldü. Gökhan’ın kendisine bir şeyler ısmarlama isteğinin kibarlığından kaynaklandığını biliyordu, bu sefer onun ricasını kırmayıp teklifini kabul etti.

Bu nazik teklifini teşekkür ederek kabul ediyorum. Güzel içecekleri olan bu yer nerede peki?

Göksel teklifini kabul edince Gökhan rahat bir nefes aldı.

Gökhan: Yeldeğirmeni’nde, arkadaşımın stüdyosundan yürüme mesafesi uzaklığında

Göksel: Yakınmış. Dövme yaptırdıktan sonra mı gideriz?

Gökhan: Aynen, stüdyodan çıkıp oraya geçeriz

Göksel: Anlaştık

Göksel sosyal medya hesabına geri dönüp Gökhan’ın gönderisini beğendi ve gönderiye yorum yaptı. Yaptığı yorumda iki emoji yer alıyordu: Fotoğraf makinesi ve sarı kalp emojileri.

Göksel yorumu gönderdiğinde bildirimi Gökhan’ın telefonuna hemen geldi. Bildirim penceresinden yorumu gören genç adamın gözleri irileşirken hızlı bir hareketle yoruma dokundu ve gönderiye ulaştı.

Evet, Göksel gerçekten de gönderisine yorum yapmıştı.

Evet, yorumunda sadece iki emoji yer alıyordu ve bir tanesi kalp emojisiydi, sarı kalp.

Gökhan ses çıkararak güldüğünde otobüsün içindeki birkaç göz genç adama döndü ama genç adam onları fark etmedi bile. Yüzündeki kocaman sırıtışla telefon ekranına bakıyordu. Bütün otobüs yolculuğunda sırıtmayı sürdüren genç adam otobüsten inip evine vardığında saatler sekizi geçiyordu.

“Hoş geldin,” diye seslendi kapının sesini duyan Barış. Sesi salondan geliyordu ve evin içinde güzel bir yemek kokusu vardı.

“Hoş buldum,” diyen Gökhan ayakkabılarını ayakkabılığa bıraktıktan sonra salona ilerledi. “Eve girdiğimde yeni pişen yemek kokusunun beni karşıladığı son zamanın üzerinden uzun zaman geçmişti.”

Koltukta oturan Barış gülümsedi. Genç adamın kucağında Gökhan’ın klasik gitarı vardı.

“Dolapta tavuk olduğunu görünce bozulmadan pişireyim dedim,” diye cevap verdi Barış. “Markete gidip mantar da aldım ve güzel bir sote yaptım, yanında da pirinç pilavı var ve içecek olarak da kola seçeneğimiz mevcut.”

“Ne diyorsun?” dedi Gökhan dudaklarını yalayarak. “Sen hep bende kalsana ya. Kira, fatura falan istemem, yemek yapsan yeter.”

Barış bir kahkaha attıktan sonra, “Ev arkadaşını doğru seçecektin oğlum,” dedi. “Bak Yağız Balıkesir’de keyfine bakıyor, sense burada bir tencere yemeğin derdine düşmüşsün.”

“Keşke sadece bir tencere yemeğin derdine düşmüş olsaydım ama bu konulara hiç girmeyeceğim,” deyip kendini diğer koltuğun üstüne attı Gökhan. “Güzel haberlerim var: Göksel dövmeciye geliyor.”

“Çok iyi. Öncesi ya da sonrası için bir plan yaptınız mı?”

“Evet, stüdyodan çıktıktan sonra onu güzel bir mekâna götürüp içecek ısmarlayacağım. Kötü bir haberim de var: Hafta sonu ailesiyle beraber Muğla’ya gidiyormuş ve üç hafta orada olacaklarmış.”

“Hadi be! Üç hafta da uzun bir süre.”

“Tam yakınlaştık dediğim anda aramıza bir anda kilometreler, şehirler girecek. Şu an çoğu kişi tatilde zaten ama genelde birkaç gün yapıp geri geliyorlar, Fethiye’de Göksel’in dedesiyle anneannesinin yazlığı varmış ve bu yüzden de uzun duracaklar.”

“Yazlıkları mı varmış? Dua et de tüm yaz orada kalmıyor hatta ben kalmamasına şaşırdım şu an, ben olsam İstanbul’un çilesini çekeceğime gider dedemlerde kalırdım mis gibi.”

“Ağzını hayra aç be oğlum! Kız gider de yaz sonuna kadar orada durur falan, Allah korusun. Annesiyle babası çalışıyor, Göksel onları çok seviyor ve muhtemelen onları bırakıp gitmiyordur. Hem ne yapacak Muğla’da? Muğla’da ben yokum. İstanbul’da takılıyoruz ne güzel.”

Barış gülerek, “Sen harbiden bu kıza abayı yakmışsın,” dedi. “Muğla’ya gidiyor diye ağlayacaksın şimdi.”

“Ben üstümü değiştireyim,” diyen Gökhan ayaklandı. “Sonra da yemek yeriz, olur mu? Bu arada sen yedin mi?”

“Yemedim, seni bekledim.”

“Seviyorum lan seni. Kral çocuksun.”

“Göksel’den önce bana ilan-ı aşk yaptın. Şanslı hissetmeli miyim?”

Gökhan ona hareket çekip salondan çıkarken Barış kahkahalarla gülüyordu.

“Şaka yapıyorum be oğlum!” diye seslendi Barış. “Ben de seni seviyorum, sen de çok kral çocuksun.”

Odasından onun dediklerini duyan Gökhan kendi kendine güldükten sonra telefonunu eline aldı ve Göksel’e mesaj attı.

Ben eve geldim. Barış bugün de bendeydi ve muhteşem yemekler yapmış; şimdi beraber yemek yiyip biraz sohbet ederiz, sonra da yatar uyurum muhtemelen

Gökhan kot pantolonuyla tişörtünü çıkarıp eşofmanıyla kolsuz bir tişört giyene kadar Göksel ona cevap verdi.

Tamam, size afiyet olsun. Barış’a selam söyle

Gülümseyen Gökhan odadan çıkarken ona cevap yazdı.

Teşekkür ederiz, onun da selamı var ve fotoğraflarla videolar için yeniden teşekkür ediyor. Görüşürüz Gök, kendine iyi bak

Gökhan mutfağa girdiğinde Barış’ı tabaklara yemek koyarken buldu.

“Göksel’in selamı var,” dedi arkadaşına.

“Aleykümselam,” dedi ona bakan Barış. “Sen de selam söyle ve dünkü fotoğraflarla videolar için de teşekkürlerimi ilet. Ortaya muhteşem eserler çıkarmış.”

“Söyledim bile.”

Barış ona garipçe baktı.

“Senin de ona selam söyleyeceğini ve fotoğraflarla videolar için teşekkürlerini ileteceğini biliyordum,” diye açıkladı Gökhan. “Bu yüzden sen söylemeden ben söyleyeceğini düşünüp ona yazdım.”

Barış işaret parmağını sallarken, “Sen var ya,” dedi. “Çok fenasın.”

“Öyle miyim? Fena demeyelim de seni çok iyi tanıyorum diyelim.”

İki dost masaya otururken gülüştüler. 

***

Perşembe

Büyük vapur arkasında beyaz köpükler bırakarak Kadıköy İskelesi’ne yanaşıyordu. Güneş göğün tepesinde parlıyor, insanı kavuruyordu fakat havanın sıcaklığına rağmen iskele ve çevresi her zamanki gibi kalabalık ve hareketliydi. Vapurun açık kısmında oturan Göksel peçetesiyle yüzündeki terleri kuruladı.

Bu kadar sıcak onun için yalnızca tatilde deniz kenarındayken çekilir oluyordu.

Vapur durduğunda büyük bir kalabalık vapurdan inmek için vapurun kapısının önüne yığıldı. Göksel her zamanki gibi onların inmesini, etrafın sakinlemesini beklerken kulaklıklarını çıkarıp kutusuna yerleştirdi. Eminönü’nden Kadıköy’e yaptığı bu kısa vapur yolculuğunda ona Yavuz Çetin’in şarkıları eşlik etmişti. Gökhan’ın önerisiyle dinlediği Satılık albümünden sonra müzisyenin İlk adlı birinci albümünü de dinlemiş ve oradaki şarkıları da çok sevmişti.

Göksel’in vapurdan inmek için ayağa kalktığı esnada genç kadının telefonu çalmaya başladı. Arayan kişi Gökhan’dı.

“Efendim?” diye açtı telefonu Göksel.

“İskelenin önündeyim,” dedi Gökhan. “İlk buluşmamızda beklediğim yerde duruyorum.”

O günü hatırlayan Göksel gülümsedi. Bunu söylerken Gökhan da gülümsüyordu.

“Ben de kapıya yürüyorum şimdi,” diye cevap verdi genç kadın. “Birazdan orada olurum.”

“Tamam, bekliyorum ben.”

“Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra ön kamerasını açıp saçlarıyla yüzünü kontrol etti. Hava çok sıcak olduğu için bugün saçlarını at kuyruğu şeklinde toplamıştı, perçemleri yüzünün iki yanından çenesine kadar inerken yüzünde de yine hafif bir makyaj vardı. Üstünde kısa kollu kahverengi crop ve beyaz bir kumaş şort vardı; kahverengi ve beyaz renklerden oluşan spor ayakkabıları ayağındaydı, beyaz baget çantası da sağ omzundan aşağı sarkıyordu.

Vapurdan inip iskele binasının çıkışına yürüyen genç kadın dışarıda bekleyen Gökhan’ı fark etti.  Genç adam tıraş olmamıştı, saçından bir ton açık sakalları hâlâ yüzündeydi ve kesinlikle karizmatik görünüyordu. Kıyafet olaraksa Göksel’in aksine koyu renkleri tercih etmişti. Üstünde kırmızı çizgili siyah bir tişörtle dizleri yırtık siyah kot pantolonu vardı, arkadaşlarının doğum günü hediyesi olan siyah spor ayakkabıları ayaklarındaydı, siyah bir çanta da sol omzundaydı.

İkili göz göze geldiğinde aynı anda gülümsediler. Göksel ona ilerlerken Gökhan da ileri doğru birkaç adım attı.

“Hoş geldin,” dedi Gökhan gülümsemeye devam ederek.

“Hoş buldum,” dedi Göksel.

İki yanaklarını da birbirine değdirerek selamlaştılar.

“Muhteşem görünüyorsun,” dedi Gökhan onun yüzüne bakarak. “Toplu saç çok yakışmış.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Nasılsın?”

“İyiydim, seni görünce daha iyi oldum. Sen nasılsın, yolculuğun nasıldı?”

“Ben de iyiyim ve yolculuğum da güzeldi. Yol boyunca Yavuz Çetin’i dinledim.”

“Gerçekten mi?”

“Evet. Satılık albümünü çok beğendikten sonra İlk albümünü de dinledim ve onu da sevdim.”

“Favorilerin hangileri oldu?” diye sordu Gökhan. Genç adamın gözleri ışıl ışıldı. “Yürürken konuşalım.”

İkili yürümeye başladı.

“Aslında bütün şarkıları çok sevdim,” dedi Göksel. “Gerçekten muhteşem bir müzisyenmiş, gitaristliği bu dünyanın ötesinde fakat sesi de şarkı sözleri de oldukça başarılı. İlk albümünden Gecenin Rengi favorim oldu, enfes bir parça. Satılık albümünü ise daha çok sevdim, tüm parçaları çok güzel ama favorim Oyuncak Dünya oldu. Hayatımda duyduğum en iyi gitar performansına sahip.”

“Değil mi?” dedi Gökhan gülümseyerek. “Çok başka bir şarkı gerçekten, büyülü olduğunu düşünüyorum.”

“Dinlerken insanı alıp götürüyor. Şarkıyı açıp gözlerimi kapattığımda beni bambaşka dünyalara hatta evrenlere götürüyor.”

“Beni de öyle,” diyen Gökhan duyduklarından son derece memnun kalmıştı. “Gecenin Rengi de çok güzel bir parçadır, benim de en sevdiklerimden bir tanesi.”

“Sözlerinin gökyüzüyle ilgili olmasını sevdim.”

“Neden acaba?” dedi Gökhan gülerek. “Göksel sözlere sahip bir parça, bu özelliğini ben de seviyorum.”

“Neden acaba?” dedi Göksel onu taklit ederek.

Gülüştüler.

“Bu arada arkadaşının dövme stüdyosu nerede?” diye sordu Göksel.

“Burada, Caferağa’da,” dedi Gökhan. “Çok yakın, birkaç dakikaya ulaşırız.”

“Ne dövmesi yaptıracağını hâlâ söylemeyecek misin?”

“Gökle ilgili dört dövme yaptıracağım,” diye cevap verdi Gökhan yüzünü tamamen ona çevirerek. “Göksel dövmeler olacak anlayacağın.”

Göksel kaşlarını kaldırırken Gökhan ona göz kırptı.

“Nasıl?” diye sordu Göksel.

Gökhan bir kahkaha attı. “Az sonra görürsün.”

“Ne çeviriyorsun sen?”

“Hiçbir şey?”

“Şu an benimle eğleniyorsun.”

“Kuru iftira.”

“Hiç de bile.”

“Dövmelerim gökle ilgili olacak, bu konuda ciddiyim. Söylediğim gibi birazdan göreceksin, yalan söylemiyorum.”

“Gökle ilgili dövmeler yaptırırken yanında adının anlamı ‘gökle ilgili’ olan Göksel adlı ben olacağım. Bu yüzden mi beni davet ettin?”

“Seninle zaman geçirmeyi sevdiğim için seni bugün de davet ettim ama söylediğin ayrıntıları ben de fark ettim ve bu bugünü daha da özel kılıyor.”

Göksel gülümserken Gökhan’ın da dudakları yukarı kıvrıldı. Göksel onun koluna girdiğinde Gökhan başını eğip kendi kolunu saran ince beyaz kola baktı, gülümsemesi iyice genişledi; dişleri göründü ve bir sırıtış yüzünü sardı.

“Normalde perşembeleri çalışıyorsun,” dedi Göksel ikili Caferağa’nın dar sokaklarına girdiğinde. “Bugün niye işe gitmedin?”

“İş yerindeki bir personelin tanıdığının bu cumartesi düğünü varmış,” dedi Gökhan. “Bugün onun izin günüydü aslında ama cumartesi işe gelemeyeceği için bugün benim yerime o çalışıyor, cumartesi de onun yerine ben çalışacağım. İzin günlerini takas ettik yani.”

“Anladım. Bu cumartesi hem işe gidip hem de iş çıkışı kafede sahne alacaksın o zaman? Yorucu olacaktır.”

“Yapacak bir şey yok, başa gelen çekilir.”

Kısa sürede Gökhan’ın arkadaşı Çağlar’ın dövme stüdyosuna ulaştılar. Stüdyo bir binanın ikinci katında yer alıyordu. Binadan içeri yine kol kola giren ikili merdivenleri çıkarken ayrıldı. Gökhan önden çıkarken Göksel de onu takip etti.

“Burası,” dedi Gökhan siyah çelik kapının önünde durup. “Yakın olduğunu söylemiştim.”

Gökhan kapıyı çaldıktan sadece saniyeler sonra kapı açıldı. Kapıyı simsiyah saçlarının boya olduğu belli olan, kıyafetleri Grunge ve gotik tarzda, kolları dövmelerle kaplı; beyaz tenli, uzun boylu ve yakışıklı bir genç açtı. Bu genç Çağlar’dan başkası değildi.

“Merhaba,” dedi Çağlar. Kalın sayılabilecek ses tonu seksi denecek kadar etkileyiciydi ve Gökhan’ı görünce yüzünde oluşan gülümseme onu daha da çekici gösteriyordu. “Hoş geldin.” Genç adamın bakışları Göksel’i buldu. “Geldiniz.”

“Selam,” dedi Gökhan. “Hoş bulduk.” Göksel’e döndü. “Hanımlar önden.”

Göksel ona bir tebessüm gönderdikten sonra kapıdan geçip stüdyonun içine girdi.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan, hepsi stüdyoya girdiğinde. “Göksel bugün bana eşlik edecek arkadaşım, Çağlar da dövme sanatçısı arkadaşım.”

“Memnun oldum,” dedi Çağlar.

“Ben de öyle,” diye karşılık verdi Göksel. Karşısındaki genç adam tokalaşmak için elini uzatmayınca o da herhangi bir girişimde bulunmadı.

Gökhan ve Çağlar nasıl olduklarına dair kısaca sohbet ederken Göksel de stüdyoyu inceledi. Sol tarafta siyah bir koltuk takımı, sehpa, televizyon ve küçük bir buzdolabı vardı; sağ tarafta da bir perdeyle ayrılmış dövme yapma alanı vardı. Duvarları süsleyen çerçeveler sayılmazsa içerisi çok sade ve boştu.

“Ben ellerimi yıkayayım, hemen başlayalım,” dedi Gökhan. “Olur mu?”

“Olur,” diye onayladı Çağlar. “Ben her şeyi hazırladım, hemen başlarız.”

Gökhan ellerini yıkamak için köşedeki tuvalete girdiğinde Göksel ve Çağlar yalnız kaldı.

“Ayakta kalma,” dedi Çağlar. “İstersen koltuklara geçip oturabilirsin ya da bir sandalye çekip burada oturabilirsin.”

“Yanınızda durmamın bir mahsuru olur mu?” diye sordu Göksel.

“Elbette olmaz, keyfine bak.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel bir sandalyeyi dövme koltuğunun ayak ucuna çekip üstüne oturdu. Tepede beyaz ışık yayan büyük bir lamba yer alıyordu, masanın üzerindeyse dövme malzemeleri vardı. Çağlar söylediği gibi her şeyi hazır etmişti.

“Neler yapıyorsun?” diye sordu Çağlar. “Biraz kendinden bahsetmek ister misin?”

“Öğrenciyim,” diye yanıtladı Göksel.

“Ne okuyorsun?”

“Fotoğraf ve Video bölümünde son sınıf öğrencisiyim. Yıldız Teknik Üniversitesinde bir bölüm.”

“Fotoğrafçısın yani?”

“Evet.”

“Seviyor musun peki?”

“Evet, fotoğrafçılık küçük yaşlarımdan beri en büyük tutkum; video çekip düzenlemeyi de çok seviyorum.”

“Ne güzel. Bölümün adını ilk kez duydum ama senin sektörü de bilirim.”

“Yalnızca iki üniversite bünyesinde yer alan bir bölüm fakat içeriği görsellikle ilgili diğer bölümlerle çok benzer.”

“Yani, öyledir tabii. Ben de Grafik Tasarım mezunuyum, dövmeler de benim en büyük tutkum olunca gördüğün gibi bir stüdyo açtım ve çalışıyorum.”

“Gökhan senden övgüyle bahsetti.”

Çağlar güldüğünde sağ yanağındaki gamze kendini belli etti. “Eksik olmasın. Siz nereden tanışıyorsunuz?”

“Sahne aldığı kafede tanıştık,” dedi Göksel o günü hatırlayarak. “Onun fotoğraflarını çekmiştim.”

“Gökhan da muhteşem bir müzisyen ve olağanüstü bir gitaristtir.”

“Evet, gerçekten öyle.”

Stüdyonun içine bir sessizlik yayıldığında kapının ardından onları dinleyen Gökhan tuvaletten çıktı.

“Gök aramızda,” dedi ona bakan Çağlar. “Otur bakalım şampiyon.”

Gökhan daha önce üç kere oturduğu dövme sandalyesine yürürken Göksel’in yanından geçti ve onun omzuna kısaca dokunup genç kadına gülümsedi. Onun burada duracak olmasına sevinmişti.

“Parmak acır,” dedi Çağlar. “Şimdiden söyleyeyim.”

“Biliyorum,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Dayanırım. Hiç sorun değil.” Göksel’e döndü. “Sen burada oturacaksın ama dövmenin yapılış anını görmek dövme yaptırma isteğini köreltmesin?”

“Sen de mi dövme yaptırmak istiyorsun?” diyen Çağlar, Göksel’e baktı. “Açıkçası hiç öyle bir tipin yok.”

“Abartılı bir şey istemiyorum,” dedi Göksel. “Yaptırırsam küçük ama anlamı büyük bir şey yaptırırım.”

“Mesela?”

“Bir fotoğraf makinesi.”

Çağlar gülümseyerek, “Tabii ya,” dedi. “Nasıl bir şey istiyorsun? Tasarım yapabiliriz.”

“Ben de onu rica edecektim,” diye araya girdi Gökhan. “Göksel’le bu konu hakkında konuşmuştuk, ona seni önermiştim.”

Çağlar malzemeleri hazırlarken, “Nasıl bir şey istiyorsun ve nereye düşünüyorsun?” diye sordu.

“Küçük bir şey istiyorum,” dedi Göksel. “Yer konusunda henüz karar veremedim ama kolum olabilir diye düşünüyorum.”

“Çok klişe,” diyen Çağlar ona kısa bir bakış attı. “Küçük olur ama renkli bir şey yaparız. Boynuna ne dersin? Kulak arkasına doğru yapabilirim. Boyun dövmeleri güzel olur.”

Göksel onun boynundaki kuş tüyü dövmesine baktı. Dövme kulak arkasına uzunlamasına yapılmıştı ve gerçekten güzel görünüyordu.

“Benim için fazla iddialı,” demekle yetindi.

“Peki. Kolunda nereye düşünüyorsun?”

“Arka tarafı olabilir.”

“Dövmede yumuşak renkler kullanırız. Ortaya bir makine çizerim, çevresinden de film şeridi geçiririm. Fotoğraf çekiyormuş havası vermek için makinenin çevresine flaş ışığı da ekleyebilirim.”

“Film şeridi mi? Bunu hiç düşünmemiştim ama çok güzel bir fikirmiş.”

“Tamam, ben bir şeyler hazırlarım. İçeri geçince e-posta adresini söylersin, ben tasarımı sana yollarım. Olur dersen boyutunu, yerini konuşur, bir fiyat çıkarırız.”

“Çok teşekkür ederim, bana uyar.”

Çağlar ona bir gülümseme gönderdikten sonra Gökhan’a yaklaştı. “Sol el buraya,” deyip dövme koltuğunun kenarına vurdu. Elinde tıraş bıçağı vardı. “Önce kıllardan kurtulalım.”

Gökhan sol elini koltuğun kenarına koyduğunda Çağlar onun işaret ve yüzük parmağındaki kılları tıraş etti. Böylece Göksel onun parmaklarına dövme yaptıracağını anladı.

“Parmak dövmeleri mi?” diye sordu Göksel.

“Evet,” dedi Gökhan ona bakarak. “Sol elin yüzük parmağına Güneş, işaret parmağına Ay; sağ elde de işarete yıldız, yüzüğe de bulut.”

(Dövmelerin tasarımları bu şekilde.)

Kaşlarını kaldıran Göksel birkaç saniye boyunca şaşkınca Gökhan’a baktıktan sonra bir gülümseme yüzüne yayıldı.

“Muhteşem bir fikir,” dedi genç kadın samimiyetle. “Özgün, yaratıcı ve ince düşünülmüş.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Çağlar’ın yetenekli parmakları bu fikrimi harika bir şekilde vücuduma kazıyacak.”

“Evelallah,” dedi tıraş bıçağını masasına bırakan Çağlar. Eline bir tükenmez kalem aldı. “Başlıyorum.”

Çağlar onun sol elinin yüzük parmağına Güneş çizdi. Güneş ortadaki bir yuvarlaktan ve çevresinde yaprağa benzeyen dalgalardan oluşuyordu. İşaret parmağına da Ay’ın hilal formunu çizdi. Küçük çizimler yaptığı için hata yapma olasılığı çok yüksekti fakat genç adamın usta elleri bu çizimleri tek seferde kusursuzca çizdi.

“Nasıllar?” diye sordu Çağlar.

Gökhan elini kaldırıp şöyle bir baktı. “Çok güzeller,” dedi. “Tam istediğim şekilde ve boyutta.” Gökhan elini Göksel’e uzattı. “Sence nasıllar Gök?”

Göksel onun parmaklarından tutup elini iyice kendine çekti. Göksel onun parmaklarındaki çizimleri incelerken Gökhan kendi elini saran uzun ve narin parmaklara baktı, genç kadının yüzünü seyretti.

“Muhteşem görünüyorlar,” dedi Göksel biraz sonra. Gökhan’ın elini bırakıp genç adamın yüzüne baktığında onunla göz göze geldi. Gökhan dikkatli bakışlarla kendisine bakıyordu. “Çok yakışacaklarından eminim.”

“Göksel’den de onay aldığımıza göre dövmeye başlıyorum,” dedi Çağlar dövme makinesine uzanarak. “Elini benim yönlendirmelerime göre tut, onun dışında arkana yaslanıp keyfine bakabilirsin.”

Çağlar makineyi çalıştırdığında sesi stüdyonun içini doldurdu. Göksel, Gökhan’ın parmaklarına işlenen siyah mürekkebe bakarken gözlerini kıstı. Düşündüğü kadar rahatsız edici bir görüntü değildi ama yine de garip hissettiriyordu.

“Nasılsın?” diye sordu Çağlar. “Çok acıyor mu?”

“Yani, biraz,” dedi Gökhan. “Boynum daha çok acımıştı.”

İki arkadaş sohbet ederken Göksel de çantasından telefonunu çıkarıp annesine Gökhan’la buluşup stüdyoya geldiklerine dair bir mesaj attı. Ebeveynlerinin ikisi de şu an işteydi ama annesi kendisine haber vermesini ve akşam çok geçe kalmadan dönmesini istemişti. Cumartesi sabaha karşı yola çıkacakları için son hazırlıklarla meşgullerdi.

Dakikalar sonra dövme makinesi sustu. Çağlar elindeki peçeteyle Gökhan’ın yüzük parmağını sildi. Bu parmaktaki dövmeler bitmişti.

“Kısa bir sigara molası vereceğim,” dedi Çağlar. “İkimiz de biraz dinleniriz.”

“Olur,” dedi Gökhan.

Çağlar ayağa kalkıp, pencere kenarına ilerlerken Göksel de sandalyeden kalkıp Gökhan’ın yanına gitti.

“Güneş ve Ay tamam,” dedi Gökhan elini kaldırıp. “Nasıl olmuşlar? Elimi tutarak bakabilirsin.”

“Tutmadan bakamaz mıyım?” dedi Göksel gülerek.

“Tutup baksan daha iyi. Yakından incelersin.”

“Bu yüzden yani?”

“Hı hı.”

Göksel, Gökhan’ın elini tutarken ikisi de gülümsüyordu. Genç kadın kendi parmaklarını Gökhan’ın uzun parmaklarının altından geçirip genç adamın parmaklarındaki dövmelere baktı. Çağlar tertemiz bir işçilik çıkarmıştı. Gökhan’ın parmakları kırmızıydı ama dövmelerin muhteşem olduğu şimdiden belliydi.

“Dövmeler büyük olduğu için parmaklarını daha kısa ve kalın da göstermemiş,” dedi Göksel onun yüzüne bakarak. “Bilakis daha uzun ve ince duruyorlar. Çok yakıştılar.”

“Biz de bu yüzden biraz büyük yaptık,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederim.”

Gökhan parmaklarını büktüğünde parmakları Göksel’in parmakları üstüne kıvrıldı ve genç kadının kendi eline göre daha küçük olan elini kendi elinin arasına aldı.

“Ojelerin güzelmiş,” dedi Gökhan. Bakışları Göksel’in açık pembe renkli oje sürdüğü uzun, ince tırnaklarındaydı. “Yakışmış.”

O an aklında Duman’ın Oje şarkısı çalıyordu: Hangi oje yakışmaz ki kız sana? / Ver elini bana

“Teşekkür ederim,” diyen Göksel’in bakışları kendi parmakları üzerinde yumuşakça gezen Gökhan’ın başparmağındaydı. Genç adam parmaklarını okşuyordu. “Bugün için sürdüm.”

Gökhan başını kaldırıp onun yüzüne baktı. “Bugün için,” diye tekrar etti. Benim için. “İyi yapmışsın.”

“Dövme süreci nasıl gidiyor? Canın çok yandı mı?”

“Başlarda biraz acıdı ama sonrasında alıştım, dediğim gibi boynumun acısından sonra çok gelmedi.”

“Boynun çok mu acımıştı?”

“Hem de nasıl. Kulak arkası olduğu için ekstra hassas bir bölgeydi ve canım epey yandı. Küçük bir dövme olmasına rağmen canım yandığı için Çağlar çok uzun sürede tamamlayabildi. Molalar vermek zorunda kaldık.”

“O zaman sende biraz mazoşistlik varmış.”

Gökhan güldü. “Müzik uğruna canımın yandığı ilk an değildi,” dedi. “Alışkın olduğum için bir şekilde dayandım.”

“Kamyon arkası sözlerini hatırlatmadı değil.”

Gökhan güldüğünde Göksel de kıkırdadı. Genç kadının dişleri inci gibi yüzünü süslerken ve kısılan gözleri de ona sevimli bir hava katarken Gökhan onun yüzünü inceledi. Genç kadın öyle güzel görünüyordu ki ölene kadar bu surata bakabileceğini, onu güldürüp tatlı kıkırdamalarını duyabileceğini ve bunları yapmaktan asla sıkılmayacağını düşündü.

“Böyle güleceksen daha yaratıcı kamyon arkası sözleri söyleyebilirim,” dedi Gökhan hiç çekinmeden.

“Beni güldürmek için bir kamyon şoförüne dönüşmeni istemem,” dedi Göksel onun gözlerinin içine bakarak. “Normal hâlinle de güldürüyorsun zaten.”

“İyi yapıyorum. Karşımda böyle tatlı tatlı güldüğünü görmek hoşuma gidiyor.”

Göksel’in yüzüne utangaç bir gülümseme yayıldı. “Utandığım zaman benimle eğlenmekten de hoşlanıyorsun.” Yavaşça onun omzuna vurdu. “Bakma öyle.”

“Nasıl bakmayayım? Nasıl bakıyorum ki?”

Bu soruyu hiç beklemeyen Göksel soruya hazırlıksız yakalandı. “Demeye çalıştığım şeyi biliyorsun.”

“Yo, bilmiyorum. Açıkla da bileyim: Nasıl bakıyormuşum?”

“Ben yerime otursam iyi olacak.”

Göksel gitmeye yeltendiğinde Gökhan onu bırakmayıp kendine çekti. Göksel’in bacakları dövme koltuğuna yaslanırken vücudu da Gökhan’la karşı karşıya geldi.

“Hoşuma gidiyormuşsun gibi bakıyorum,” dedi Gökhan, genç kadının gök mavisi gözlerinin içine bakarak. “Çünkü hoşuma gidiyorsun.”

Göksel’in dudakları aralandığında genç kadın gözlerini birkaç kez kırpıştırdı.

Az önce duyduğu şey bir itiraf mıydı?

Sigarasını bitiren Çağlar onlara yaklaşırken Gökhan arkadaşını fark etti ve Göksel’in elini bıraktı. Göksel de onun geldiğini anladı ve geri çekilip yerine oturdu.

“Devam edebiliriz,” dedi sandalyesine oturan Çağlar. “Şimdi sıra sağ elde.”

Çağlar, Gökhan’ın sağ eline de dövme öncesi yaptığı aynı işlemleri yaptıktan sonra dövmeleri yapmaya girişti. Göksel bir süre dövmenin yapılışını seyretti, Çağlar’ın usta parmaklarının yavaşça Gökhan’ın parmaklarına genç adamın ölene kadar taşıyacağı dövmeleri kazımasını izledi; ardından bunun ölümsüzleştirilmeyi hak eden güzel bir an olduğunu düşünerek telefonunu çıkardı ve kamerasını açtı. Açıyı iyice yaklaştırıp Gökhan ve Çağlar’ın elini kadraja aldıktan sonra birkaç fotoğraf çekti. Fotoğrafları bugünden bir hatıra olarak saklayacaktı.

Aradan geçen uzun dakikaların sonrasında Çağlar bu eldeki dövmeleri de bitirdi ve makinesini kapattı. Elindeki peçeteyle dövmeleri temizledi, bir süre yaptığı dövmelere baktı ve gördüklerinden memnun bir şekilde gülümsedi.

“Geçmiş olsun,” dedi Gökhan’a. “Güle güle kullan Gök.”

“Ellerine, emeğine sağlık,” dedi Gökhan. “Her zamanki gibi muhteşem iş çıkardın. Benim için çok anlamlı dövmeler, senin usta ellerinde daha da kıymet kazandılar ve ben ölene kadar memnuniyetle taşıyacağım. Çok teşekkür ederim.”

“Benim de yaptığım en anlamlı dövmelerden oldu.”

Çağlar eşyalarını düzeltirken Gökhan da koltuktan kalktı. İki elini de öne uzatan genç adam dört parmağındaki dört dövmeye baktı. Göğün en parlak cismi, dünyadaki yaşamın kaynağı Güneş, gecelerin sahibi ve karanlık gökyüzünün aydınlık başrolü Ay; parlak ışıklarıyla göğün karanlığını delip geçen yıldızlar ve pamuğu andıran görüntüleriyle göğü süsleyen bulutlar. Hepsinin yeri ayrıydı, hepsi onun için büyük anlam ifade ediyordu ve bu dört dövmeyi hayatı boyunca vücudunda taşıyacağı için çok mutluydu.

“Muhteşem görünüyorlar,” dedi ayağa kalkıp onun yanına gelen ve onunla beraber dövmelere bakan Göksel. “Sadece bir şeyi merak ediyorum: Neden bir gezegen -mesela halkalarıyla öne çıkan Satürn- değil de bulut?”

“Güzel bir soru,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Küçükken her çocuk gibi anneme nasıl olduğumu sormuşum, annem de gökten geldiğimi söylemiş. Onların evine gelmeden önce bulutlarda yaşadığımı, bir gün yağmur damlalarıyla beraber yeryüzüne düştüğümü ve onların evine geldiğimi söylemiş. Ben de çocukken kötü geçen her günün gecesinde yatağımda değil de bulutların üstünde yattığımı, dünyadan çok uzakta olduğumu düşünür ve iyi hissederdim. Hayalimde bulutlarda yatar, yıldızları izlerdim. Bu yüzden bulutlar benim için anlamlı şeyler.”

“Ya, çok şirin. Kendini dünyadan soyutlayıp bulutların arasında olduğunu düşünmek çok güzel bir fikirmiş.”

“Bulutların evim olduğunu düşünürdüm, ait olduğum yer olduğunu. Tabii sonra büyüdüm ve bir çocuğun nasıl yapıldığını öğrendim, bulutlardan gelmediğimi anladım fakat bulutlar benim için özel olmayı sürdürdü.”

Göksel başını yere eğip güldü. “Bu gerçeği idrak ettiğinde, yani bir çocuğun bulutlardan gelmediği gerçeğini, epey üzülmüş olmalısın.”

“Evet, üzülmüştüm. Anneme bana yalan söylediği için kızmıştım, o da küçük bir çocuğa ne söylemesini beklediğimi sorup bana kızmıştı. Elbette haklıydı, dört beş yaşındaki bir çocuğa cinsellikten bahsedecek hâli yoktu.”

Gülüştüler.

“Annen en azından seni leyleklerin getirdiğini söylememiş,” diye onların konuşmasına katıldı Çağlar. “Yaratıcı ve daha ikna edici bir cevap vermiş.”

“Öyle,” diye onayladı Gökhan. Annesi aklına geldiğinde içindeki o buruk duyguyu yeniden hissetti. Onu son görüşünden bu yana üç yıl geçmişti, koskoca üç yıl. Onu son gördüğü günü ve kendisine olan inançsızlığını hatırladığında kaşlarını çattı. “Neyse, eyvallah kardeşim. Borcumu ödeyeyim de biz gidelim.”

“Hayhay.”

Gökhan yaptırdığı dövmenin ücretini öderken Çağlar ona parmak dövmelerinin bakımı hakkında birkaç ipucu verdi.

“Bir gün yine gel de oturup sohbet muhabbet edelim,” dedi Çağlar. Bunu söylerken Göksel’e kısa bir bakış attı. “Kahvemi içersin.”

“Olur, haberleşiriz,” dedi Gökhan.

İki arkadaş vedalaştı.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Göksel,” dedi Çağlar. “Bu arada e-posta adresini söylemedin. Önümüzdeki günlerde tasarımı yapıp sana gönderirim.”

“Söyleyeyim,” diyen Göksel kullandığı kişisel e-posta adresini söyledi. “Buraya gönderebilirsin. Üç haftalığına şehir dışına çıkacağım fakat eğer yaptırmaya karar verirsem dönüşte iletişime geçeriz, olur mu?”

“Elbette olur,” deyip kartını uzattı Çağlar. “Bana bu numaradan ulaşabilirsin. Pazar günleri hariç her gün sabah 10 ve akşam 19 arası buradayım. Olmaz da hadi ulaşamadın diyelim, Gökhan’a söylersen o bana ulaşır.”

“Tamam, çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere.”

“Rica ederim, görüşmek üzere.”

Çağlar, Göksel ve Gökhan’a kapıya kadar eşlik edip onları yolcu etti. Göksel önde, Gökhan arkada merdivenlerden peş peşe inip stüdyonun olduğu binadan çıktılar.

“İstikamet Yeldeğirmeni,” dedi Gökhan. “Kısa bir yürüyüşten sonra dediğim kafeye ulaşacağız.” Kolunu Göksel'e uzattı. “Gidelim mi?”

Göksel kendisine uzatılan kola baktı. “Gidelim,” deyip genç adamın koluna girdi. “Kadıköy sokaklarında yürüyüş yapmayı seviyorum.”

Sokağın yukarısına doğru yürümeye başladılar. İkisinin de yüzünde hâlinden memnun olduğunu belli eden bir gülümseme vardı.

“Dövmecide bana eşlik ettiğin için teşekkür ederim,” dedi Gökhan ona bakarak. “Umarım benim için olduğu kadar senin için de güzel bir anı olmuştur.”

“Oldu,” dedi Göksel de ona bakarak. “Birkaç fotoğraf bile çektim, hatıra olarak saklayacağım ve rica ederim, asıl ben teklifin için teşekkür ederim.”

“Aa evet, fotoğraf çektiğini fark etmiştim ve rica etsem bana da gönderir misin? Ben de saklayayım.”

“Gönderirim tabii.”

İkili dakikalar içinde Yeldeğirmeni’ne vardı. Aylar sonra buraya ilk kez gelen Göksel meraklı gözlerle etrafı inceledi. Her şey en son geldiği seferle aynı görünüyordu. Genç kadın Kadıköy’ün bu taraflarını seviyordu.

“Ne kadar inceledin,” dedi onun bakışlarını fark eden Gökhan. “Doğma büyüme İstanbullu olduğunu bilmesem ilk kez geldiğini düşünürdüm.”

“Gelmeyeli uzun zaman oldu,” dedi Göksel. “Bir farklılık var mı diye baktım ama hayır, yokmuş. Hafta içi olduğu için etraf daha sakin sadece.”

“Evet, bu yüzden şanslıyız. Burada hafta sonu iğne atsan yere düşmez.”

Gökhan'ın dediği kafeye vardılar. Kafenin dış cephesini beğenen Göksel, kapıdan içeri girerken yine meraklı gözlerle etrafı inceliyordu. Buraya daha önce gelmediğine emindi.

“Şu masaya oturalım mı?” diyen Gökhan'ın sesiyle dikkatini ona verdi. Genç adam cam kenarındaki iki kişilik küçük bir masayı işaret ediyordu.

“Oturalım,” dedi Göksel. “Bana uyar.”

O masaya ilerleyip karşı karşıya oturdular. Genç bir kadın garson onların önüne iki menü bıraktı. Buraya ilk kez gelen Göksel menüyü daha dikkatli inceledi. İçecek seçeneği çoktu; hem sıcak hem soğuk kahveler, çeşit çeşit milkshake ve smoothie seçenekleri vardı.

“Smoothie’yi çok güzel yapıyorlar,” dedi Gökhan. Menüyü bu kadar inceleyen genç kadının kafasının karıştığını anladı. “Özellikle orman meyvelisi efsane. Sever misin?”

“Severim,” dedi başını kaldıran Göksel. “Dışarıda içmeyi çok sevmiyorum çünkü genelde güzel yapmıyorlar ama sen buranınkileri sevdiğine göre bir şans verebilirim.”

“Haklısın ama burası çok güzel yapıyor, meyveleri taptaze oluyor.”

“Pekâlâ, o zaman karar verdim.”

“Aç mısın ya da canın bir şey çekiyor mu? Yemek de söyleyebilirsin.”

“Hayır, teşekkür ederim. Smoothie yeterli.”

“Emin misin? Çekinme bak.”

“Oldukça eminim, teşekkür ederim.”

“Peki,” diyen Gökhan bir el hareketiyle garsonu çağırdı. “Biz iki tane orman meyveli smoothie istiyoruz.”

Siparişleri ve menüleri alan garson masadan uzaklaştığında ikili yalnız kaldı.

“Parmakların ne durumda?” diye sordu Göksel. “Acıyorlar mı?”

“Minik bir sızı var ama iyiyim,” dedi Gökhan ellerine bakarak. Çevresindeki kırmızı deriye rağmen dövmeleri çok hoş görünüyordu. “Ortaya çıkan sonuca bayıldım, birkaç gün sızısını çekmek hiç sıkıntı değil.”

Göksel onun bileklerinden tutup genç adamın ellerini kendine yaklaştırdı. Göksel onun dövmelerini yakından incelerken Gökhan da hemen karşısında duran güzel yüze baktı.

“Çağlar muhteşem bir işçilik çıkarmış,” dedi Göksel. Gözlerini kaldırıp Gökhan’ın yüzüne baktığında genç adamın gülümseyerek kendisine baktığını gördü. “Çok güzel dövmeler, sana da çok yakıştılar. Fotoğrafını çekebilir miyim?”

“Ben de senin fotoğrafını çekeceksem olur,” dedi Gökhan. “Şu an her zamankinden güzel görünüyorsun ve görüşemeyeceğimiz üç haftalık süreçte bakabileceğim bir fotoğraf olsun isterim.”

“Aslına bakarsan fotoğrafımın çekilmesinden pek hoşlanmam,” diyen Göksel ellerini genç adamın bileklerinden avuç içlerine kaydırdı. “Ama bu cümlenden sonra severek poz vereceğim.”

“Bir cümlem daha vardı ama ona cevap alamadım.”

Göksel hangi cümle olacağını soracaktı ama o cümle aklına hemen geldi: Hoşuma gidiyorsun.

“O an Çağlar’ın gelmesi talihsizlik oldu,” dedi genç kadın. “Çünkü ben de senin de benim hoşuma gittiğini söyleyecektim.”

Gökhan güldüğünde karamel tonundaki kahverengi gözleri kısıldı ve beyaz dişleri ortaya çıktı. Genç adam ellerini çevirip Göksel’in ellerini elleri arasına aldı. Genç kadının elleri narin yapılı olmasına rağmen küçük sayılmazdı fakat Gökhan’ın ellerinin yanında ufak duruyordu. Genç adamın avuçları geniş, parmakları da oldukça uzundu.

“Bu anın da fotoğrafını çekiyorum,” diyen Gökhan bakışlarını iç içe olan ellerinden ayırıp Göksel’in yüzüne çevirdi. “Hepsini zihnime kaydettim.”

“Hafıza güzel bir galeridir,” dedi Göksel. “Orada hiçbir kare eskimez.”

“Özellikle bu kare hiç eskimeyecek. O zaman teknolojinin son ürünü (!) olan telefonumun kamerasıyla seni çekeyim.”

“Çek bakalım.”

Gökhan onun ellerini bırakıp çantasından telefonunu çıkardı. Kamerasını açtı, telefonu kaldırdı ve kadrajına Göksel’i aldı.

“Kadrajdaki Dünyalar hesabının sahibi kadrajda,” dedi Göksel’in ekrandaki görüntüsüne bakıp gülümserken. “Fotoğrafının çekilmesinden neden hoşlanmadığını bilmiyorum -herkes hoşlanmak zorunda da değil zaten- fakat kadrajda da gerçekte olduğun gibi çok iyi görünüyorsun.”

“Mesele iyi çıkıp çıkmamak değil de rahat hissetmek,” dedi Göksel. “Ben rahat hissedemiyorum. Sanırım kamera arkasının konforuna alıştığım için. Neyse, poz vereyim.”

Göksel sağ elini çenesine yaslayıp başını biraz sağa çevirdi, gülümseyerek poz verdi ve Gökhan da deklanşöre basarak onun fotoğrafını çekti.

“Nasıl çıktım?” diye sordu Göksel.

Gökhan çektiği fotoğrafı açarken, “Çok güzel,” dedi. Fotoğraf açıldığında ekrana hayran bir ifadeyle baktı. “Çok çok güzel çıktın.”

Göksel fotoğrafa baktığında rahat bir nefes alarak gülümsedi. “Hoş çıkmışım gerçekten.”

“Çünkü hoşsun.”

“Ben de dövmelerini çekeyim.”

“Çek bakalım.”

Gökhan ellerini yeniden masanın üzerine yerleştirdi ve Göksel’in yönlendirmeleriyle işaret ve başparmaklarını roket şeklini oluşturacak biçimde birleştirdi. Ona ellerini hiç bozmamasını söyleyen Göksel telefonunu çıkarıp kamerasını açtı. Genç fotoğrafçı onun ellerini birkaç farklı açıdan çekti.

“Fotoğraf çekerken gerçekten çok ciddi görünüyorsun,” dedi Gökhan. “İzlemesi keyifli.”

“Çünkü işimi ciddiye alarak yapıyorum,” diye cevap verdi Göksel. “Hadi birlikte de fotoğraf çekilelim.”

“Lafı ağzımdan aldın.”

Göksel ön kamerayı açıp ikisini kadraja aldı. Oturdukları masa yuvarlak ve küçüktü, birbirlerine yaklaşınca ikisi de kolayca kadraja girdi hatta objektifte fazla alan bile kaldı. Ekrandan kendisine bakan Gökhan saçlarının ön tutamlarını düzeltti ve yüzüne samimi bir gülümseme yerleştirdi.

“Ben hazırım.”

Gökhan’ın bir kolu masanın üstünde duruyordu; Göksel de dirseğini masaya, avcunu da yanağına yaslayıp gülümseyerek poz verdi.

“Hiç bozma,” dedi genç kadın. “Çekiyorum.”

Ve deklanşöre bastı.

“Bakayım,” diyen Gökhan, Göksel’e iyice yaklaştı. Genç kadının gerdanından yükselen çiçeksi parfüm kokusunu alabiliyordu. “Nasıl çıktık?”

Göksel fotoğrafı açıp ona gösterdi.

“Güzel çıkmışız,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bunu ve ellerimi çektiğin fotoğrafları da gönderirsin değil mi?”

“Eve geçtikten sonra gönderirim tabii ki,” dedi Göksel. “Ve bence de güzel çıkmışız.”

O sırada masalarına yaklaşan garsonun elindeki tepside içinde mor renkli orman meyveli smoothie’lerin olduğu iki büyük meşrubat bardağı vardı. Garson bardakları ikilinin önüne koydu.

“Afiyet olsun.”

“Lezzetli görünüyor,” dedi Göksel. “Hemen tadına bakayım.”

“Çok soğuktur,” diye onu uyardı Gökhan. “Yavaş iç de dişlerini sızlatmasın.”

Göksel içeceğinden küçük bir yudum aldı. “Soğukmuş gerçekten ama leziz,” diye yorum yaptı. “Teşekkür ederim, kesene bereket.”

“Afiyet olsun.”

Gökhan ilk yudumunu içerken Göksel de ikinci yudumunu içti. Smoothie tatlıydı ama ağızda hafif bir ekşi tat da bırakıyordu. Göksel bunu sevdi.

“Hafta sonu tatile çıkıyorsunuz,” diye o konuyu açtı Gökhan. “Üç hafta şehir dışında olacaksın, Fethiye’de.”

“Evet, cumartesi sabaha karşı yola çıkıyoruz,” dedi Göksel. “Ailecek geçireceğimiz sakin bir tatil olacak.”

“Anneannenle deden oradaydı değil mi?”

“Evet, neredeyse on senedir orada yaşıyorlar. İkisi de emekli olduktan sonra İstanbul’dan kaçıp oradan bir ev satın aldılar ve oraya yerleştiler. Biz de ailecek her yaz gidiyoruz, hem tatil yapıyor hem de onlarla zaman geçiriyoruz. Muğla’yı ve ilçelerini seviyorum, çok güzel yerler.”

“Ben de küçükken ailemle Marmaris’e ve Bodrum’a gitmiştim, gerçekten güzel yerlerdi.”

“Bodrum akıl almaz bir yer, ambiyansı bambaşka. Gece hayatı, eğlence mekânları, otelleri; ilçe mimarisi, denizi ve ziyaretçileriyle çok farklı bir yer.”

“Değil mi? Gece hayatı benim de ağzımı açık bırakmıştı. Bodrum’a gittiğimizde on altı yaşındaydım, bu yüzden çok net hatırlıyorum.”

“Hangi ayda gittiniz?”

“Ağustos. Annemin doğum günüydü, babam ona sürpriz yapmıştı. Güzel bir otelde beş gün kalmıştık, ailecek yaptığımız son keyifli tatildi. Neyse işte, Bodrum güzel bir yer.”

“Güzel tabii, Yavuz Çetin bile onun hakkında bir şarkı yazmış sonuçta.”

Gökhan’ın yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Ona şarkı bile yazdırmayan Bodrum geceleri,” dedi. Şarkıyı söylemeye başladı: “Hiç şarkı yazamadım / Bodrum gecesi yüzünden / Zaman sanki geçmemiş gibi / Neden?”

O şarkıyı söylerken yavaşça yerinde dans eden Göksel, Gökhan şarkıyı bitirdiğinde ellerini hızlıca birbirine vurup kısık seste onu alkışladı. “Kulaklarımın pası silindi,” dedi genç kadın. “Keşke ben de bir şarkıyı hatırlayıp bir anda şarkıya girdiğimde bu kadar güzel söyleyebilsem.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan. Güldü. “Sen de bir şarkıya gir istersen, seni de dinleyelim.”

“Kulaklarının buna hazır olduğunu sanmıyorum.”

Gökhan başını arkasına yaslayıp kahkaha attığında yirmi bir yaşındaki genç bir adamdan çok küçük bir çocuğa benzedi. Göksel de gülerken omuzları sallanıyordu ve onun bu neşeli gülüşünde de çocuksu bir masumluk vardı.

“Konuşma tonun çok hoş aslında,” dedi Gökhan gülmeyi bıraktığında. “Sesinin kalın, rahatlatıcı ve kadınsı bir tonu var. Tabii konu şarkı söylemeye geldiğinde işler çok değişiyor. Ses şarkı söylemeye eğilimli olmalı; sesin bir tınısı olmalı, teknik bilmek de çok önemli.”

“Senin sesinde hepsi birleşmiş,” dedi Göksel. “Gerçekten çok güzel bir sesin var, hayranlıkla dinliyorum.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Gökhan duyduğu iltifat sayesinde kocaman gülümsedi. “Oturduğum yerden iltifatı da kaptım, hadi yine iyiyim.”

Gülüştüler.

“Senin bir tatil planın var mı?” diye sordu Göksel.

“Birkaç günlük bir Balıkesir ziyareti yapacağım,” diye cevapladı Gökhan. “Henüz kesinleşmedi ama eylül başında gitmeyi düşünüyorum. Yağız da orada yaşıyor biliyorsun ve beraber birkaç gün eğlenip birlikte İstanbul’a döneceğiz.”

“Ne güzel. Senin için yoğun bir yaz oluyor, birkaç gün de olsa tatil yapmayı hak ediyorsun.”

“Evet, biraz dinlenip okulda son seneme bomba gibi başlamak istiyorum. Bu yıl son, tadını çıkarmak ve güzel hatıralar biriktirmek istiyorum.”

“Hâliyle. Ben de bu seneyi elimden geldiğince dolu dolu yaşayacağım, geriye dönüp baktığımda çok güzel hatırlayacağım bir son sınıf olsun istiyorum.”

“Umarım ikimiz için de dolu dolu, eğlenceli ve muhteşem bir son sınıf olur.”

“Umarım.”

Bir süre sessiz kalan ikili içeceklerinden içti. Göksel camdan dışarısına baktı. Sokakta insanlar yürüyor, bazıları bir işletmeye girerken bazıları da çıkıyordu. Burası hareketli bir bölgeydi ve hafta içi bu saatte bile canlılığını koruyordu.

“Fethiye’ye ağabeyin ve eşin de geliyordu değil mi?” diye sordu Gökhan.

“Evet, onlar da cumartesi orada olacaklar,” dedi Göksel gülümseyerek. “Onlar da sabahtan yola çıkacak. Ankara Muğla’ya daha yakın malum, onların yolu birkaç saat daha kısa.”

“Merkezde mi oturuyorlar?”

“Keçiören’deler. Çalıştıkları okullar orada, onlar da yakın olsun diye -malum büyükşehir trafiği- oradan ev tuttular. En son kış tatilinde bize gelmişlerdi, görüşmeyeli çok oldu ve hem ağabeyimi hem de Banu ablayı çok özledim.”

“Özlersin tabii. Benim kardeşim yok ama olanlardan hep çok güzel bir his olduğuna dair yorumlar duyuyorum.”

“Öyle. Geçmişe dönüp baktığımda gülümseyerek hatırladığım çok hatıramız var. Annemle babam çalışırdı, çoğu zaman evde yalnız olurduk ve beraber vakit geçirirdik.”

“Ne güzel. Önümüzdeki günler boyunca yine vakit geçirir, beraber güzel hatıralar biriktirirsiniz.”

“Evet, öyle yapacağız.”

“Kameranı götüreceksin değil mi? Bir sürü fotoğraf çekersin şimdi.”

“Kameralarımı,” diye düzeltti Göksel. “Profesyonel makinem, yeni film aldığım analog ve polaroid kameralarımı da götüreceğim. Bizimkileri çekmeyi seviyorum, gezdiğimiz yerleri de çekerim.”

“Valizinin yarısını kameralar kaplayacak desene.”

Göksel kıkırdayarak, “Doğru,” dedi. “Her tatilde aynı şey yaşandığı için alıştım. Tatile kıyafetten çok kamera ve ekipman götürüyorum.”

“Ortaya enfes fotoğraflar çıkacak gibi. Ailenle beraber olanları hesabına atmazsın ama diğerleri paylaşırsın değil mi?”

“Evet, kişisel fotoğrafları paylaşmayı tercih etmiyorum fakat diğer fotoğraflar arasından beğendiklerimi paylaşırım. Görürsün zaten.”

“Görürüm tabii, hesabını ilgiyle takip ediyorum.”

“Çok tatlısın, teşekkür ederim.”

Gökhan gülümsediğinde Göksel de utangaç bir ifadeyle tebessüm etti.

“Çok tatlıyım demek,” diyen Gökhan gülümsemeye devam ediyordu. “Bugün çok şımartılıyorum ve bundan kesinlikle rahatsız değilim; aksine oldukça memnunum.”

“Kim olmaz ki?”

“Orası öyle, özellikle senin tarafından şımartılmak çok hoş.”

Göksel gülerek içeceğinden büyük bir yudum içti. Kavurucu temmuz sıcağında buz gibi bir smoothie içmek iyi hissettiriyordu. Ay sonuna doğru havalar iyiden iyiye ısınmış, sıcaklık 30 dereceyi geçmişti; hissedilen sıcaklıksa bundan çok daha fazlaydı. Dinçerler tatile gitmek için harika bir zaman seçmişlerdi. Temmuz sonu ve ağustos başı sıcakları ancak sahilde çekilir oluyordu ve Göksel de ailesiyle beraber Fethiye’de sahilde bu sıcakların tadını çıkaracaktı.

“Tatil hazırlıklarınız ne alemde?” diye sordu Gökhan.

“Tamamlamak üzereyiz,” diye cevap verdi Göksel. “Kıyafetleri hallettik sayılır, yarın da kişisel bakım ürünlerini valizlere yerleştirip valiz işini tamamlarız.”

“Uzun süreliğine gittiğiniz için eşyanız çok olmalı.”

“Evet, üç valizle gidiyoruz ve bagaj yine dopdolu olacak. Her seneki şeyler. Bugün ve yarın annemle babam klasik fazla eşya kavgalarına tutuşur.”

Gökhan gülerek, “Tüm aileler aynı mı olur ya?” dedi. “Hele o valizler ağzına kadar dolduğunda olacak curcunayı bekle.”

“Of, en fenası. Hiç hazır değilim.”

“Duruma el atarsın.”

“Her seneki gibi. Neyse ki tarafları yatıştırma konusunda üstün becerilerim var.”

“Ona ne şüphe. Yumuşak ve kibar tavırlarınla etrafına da sakin bir enerji saçıyorsun. Mesela seni hiç tartışırken düşünemiyorum.”

“Kavga gürültüden hiç hoşlanmam; olabildiğince de uzak dururum ama karşı taraf çok zorlarsa içimden bambaşka biri çıkar ve o kişi pek de kibar, yumuşak ve ağırbaşlı değildir.”

“O kişiyi merak ettim ama hiç görmem umarım.”

“Bana böyle diyorsun ama sen de aynısın.”

“Özellikle lise dönemim o kadar kavga gürültüyle geçti ki artık istediğim tek şey huzur. Keyifle insanlarla sohbet etmekten hoşlanıyorum, evimde kafa dinlemekten hoşlanıyorum. Bazen herkes gibi ben de geriliyorum ama çok kısa sürüyor, o olay kapanır kapanmaz o anları kafamdan siliyorum.”

Göksel ona anlayışla baktı. “En iyisini yapıyorsun. Hayat gergin yaşamak için çok kısa ve dediğin gibi hayatının uzun bir döneminde bu gerginliğe sürekli maruz kaldın. Şimdi istediğin tek şeyin huzur olması çok normal.”

“O huzura da sahibim ve bunun için şükran doluyum. Mesela şu an burada seninle olmak, bir şeyler içip en sıradan şeylerden keyifle sohbet etmek ve bir şeyler paylaşmak bana inanılmaz iyi hissettiriyor, fazlasıyla huzur veriyor. Yanından ayrıldıktan sonra evime gideceğim, tek başıma olacağım ve hem sessizliğin hem de huzurun tadını çıkaracağım. Bu huzurlu yaşama on sekiz yaşından sonra sahip olduğum için kıymetini daha iyi biliyorum sanırım.”

Göksel onun elini tutup başparmağıyla elinin üstünü okşamaya başladı. “Şu an ben de çok iyi ve huzurlu hissediyorum,” dedi gülümseyerek. “Bu güzel duyguların kalıcı olması da hoş. Mesela ileride bu anı hatırladığımda da yine iyi ve huzurlu hissedeceğim, içim sıcacık olacak.”

“Şu an böyle güzel şeyler söyleyerek önümüzdeki üç haftayı benim için daha da uzatıyorsun,” dedi Gökhan yoğun bir ifadeyle onun gözlerine bakarak. “Seni göremeyecek olmak yeterince kötüyken bir de bu anları hatırlayacağım, seni daha çok özleyeceğim ve günler geçmek bilmeyecek. Özlem acımasız bir duygu.”

“Beni özleyeceksin yani?” diye soran Göksel gülümsüyordu.

“Elbette özleyeceğim. Sen beni özlemeyecek misin?”

“Özlememi ister misin?”

“Bak ya,” dedi Gökhan gözlerini kısarak. “Bir de bana diyordun benimle eğleniyorsun diye. Çok ayıp.”

Göksel kıkırdadı. “Bu işler karşılıklı Gökhan Bey.”

“O zaman sen de beni özleyeceksin.”

Göksel başını yere eğip kahkaha attığında Gökhan da güldü.

“Lafı ne de güzel istediğin gibi anlıyorsun,” dedi Göksel.

“Pardon?” dedi Gökhan diğer elini göğsüne koyarak. “Zaten özlemeyi kastetmiyor muydun? Bunun hakkında konuşuyorduk.”

“Öyle olsun bakalım.”

Gökhan sırıttı.

“Bu arada vaktim kısıtlı,” dedi Göksel. “Bunları içip kalkalım mı? Evde yapacak işler var, dönmem gerek.”

“Olur, kalkarız.”

Gökhan’a kalsaydı onunla saatlerce oturur, sohbet ederdi fakat Göksel zaten hazırlıklara birkaç saat ara verip buraya geldiği için onu daha fazla meşgul etmek istemiyordu. Göksel de onunla uzunca vakit geçirmek isterdi ama genç kadın yapması gereken işler olduğunu biliyordu ve görüşmeyi kısa tutmak zorundaydı.

İçeceklerini bitiren gençler kalktı. Gökhan hesabı ödemek için kasaya yürürken Göksel de onu beklemek için işletmenin kapısının önüne ilerledi. Gökhan hesabı öderken o da telefonunu kontrol etti. Ne annesinden ne de babasından ses vardı, ikisi de işleriyle meşgul olmalıydı. Göksel annesine eve geçtiğinde haber verirdi.

“Gidelim,” dedi hesabı ödeyip Göksel’in yanına gelen Gökhan.

“İçecek için teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Kesene bereket.”

“Afiyet olsun.”

Mekândan ayrılan ikili iskeleye doğru yürümeye başladı. Göksel evine gitmek için yine vapur ve otobüs ikilisini kullanacaktı. Eviyle Kadıköy’ün bu tarafı arasındaki en iyi toplu taşıma seçeneği buydu.

“Parmakların nasıl?” diye sordu Göksel.

“Acısı biraz arttı ama idare ediyorum,” diyen Gökhan parmaklarına kısa bir bakış attı. “Parmaklar hareketli yerler olduğu için biraz sıkıntı çıkaracak ama hallederim. Çağlar’ın söylediği bakım tüyolarını ciddiye alacağım.”

“Mutlaka al, sonuçta uzman olan o ve çalıştığın için de ellerinin bir an önce iyileşmesi lazım. Üstelik cumartesi akşamı sahne alacaksın ve tüm işi parmaklarınla yapıyorsun.”

“Cumartesiye kadar toparlar, yani öyle umuyorum.”

“Toparlar. Sen iyi bak, yeter.”

“Edeceğim, teşekkür ederim.” Gökhan ona kolunu uzattı. “Destek olmak için koluma girmeye ne dersin?”

“Krizi fırsata çevirmek mi oluyor bu?” dedi Göksel gülerek. Onun koluna girdi. “Şimdi ne durumdasın?”

“Kesinlikle çok daha iyiyim.”

Gülüştüler.

Yeldeğirmeni’nden iskeleye varmaları kısa sürdü. Vaktin akşamüstüne yaklaşması sebebiyle iskele ve çevresi Göksel’in geldiği zamana göre daha kalabalıktı.

“Yine bir ayrılık vakti,” diyen Gökhan’ın bu durumdan nefret ettiği belli oluyordu. “Üstelik bu sefer üç hafta sürecek bir ayrılık.”

“Çabucak geçer,” dedi Göksel. Onun kolundan çıkıp karşısına geçti. “Sen çalıştığın için günlerin nasıl geçtiğini anlamazsın, ben de tatil yaptığım için. İletişimde oluruz zaten.”

Gökhan ona doğru bir adım atıp aralarındaki mesafeyi sıfıra indirdi. Genç adam kollarını genç kadının sırtına sarıp onu kendine çektiğinde Göksel onun kendisine sarılacağını düşündü ama Gökhan onu kollarıyla sarmalasa da sarılma eylemini gerçekleştirmedi. Yüzünü Göksel’in yüzünün hemen karşısında tutup karamel tonundaki kahverengi gözleriyle Göksel’in gök mavisi gözlerinin içine baktı.

“Seni ararım,” dedi Gökhan. “Belki görüntülü de konuşuruz. Sadece sesini duymuş olmam, seni görmüş de olurum. Ne dersin?”

“Konuşuruz tabii,” dedi Göksel. Gökhan gibi o da gözlerini karşısındaki kişinin gözlerinde tutmak için çaba sarf ediyordu, yüzleri birbirine bu kadar yakınken gözlerinin duracağı en güvenli durak karşısındaki kişinin gözleriydi. “İkimiz de müsait oldukça konuşuruz.”

“Konuşalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sevdiklerinle beraber yapacağın tatilin tadını çıkar Gök. Şimdiden iyi eğlenceler dilerim, umarım hepiniz için çok keyifli bir tatil olur.”

“Çıkaracağım,” diyen Göksel de gülümsedi. “Çok teşekkür ederiz.”

Gökhan onu kendine çekip sıkıca sarıldığında gözlerini huzurla kapattı. Burnunu genç kadının sarı saçlarının arasına sokup derin bir nefes aldı ve onun tatlı kokusunu içine çekti. Göksel de çenesini onun sert omzuna yaslamıştı, gözleri kapalıydı ve yavaşça onun sırtını sıvazlıyordu.

Vedalar zordu, geçici olsalar bile. Zaman su gibi akıp gitmesiyle meşhurdu fakat normalde bir yarış atı hızında ilerleyen yelkovanla akrep bir şeyleri beklerken bir kaplumbağa hızında ilerlerdi. İnsan takvime bakardı fakat takvimdeki günler hiç değişmezdi sanki, saate bakardı ama o saat durmuş gibi hiç ilerlemezdi. Beklerken bir dakika bir saatten uzun olabilirdi, bir gün bir yıldan daha uzun sürebilirdi.

“Kendine çok iyi bak,” dedi Gökhan. Hâlâ genç kadına sarılıyordu.

“Sen de,” diye cevap verdi Göksel.

Sarılırken ikisi de hâllerinden çok memnun olsalar da yavaşça ayrıldılar. Gökhan’ın elleri genç kadının belindeydi, Göksel de onun kolunu tutuyordu. Birkaç saniye sessizce bakıştılar.

“Eve varınca haber ver,” dedi Gökhan. “Tatil hazırlıklarında kolaylıklar ve yolculuk için de şimdiden iyi yolculuklar dilerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Eve varınca da haber veririm, sen de ver lütfen.”

“Tamam.”

Gökhan yüzünü Göksel’e yaklaştırdığında genç kadın yanağını onun yanağına değdirmek için başını biraz yana çevirdi ama bu sefer Gökhan’ın farklı bir planı vardı. Göksel, Gökhan’ın dudaklarını yanağında hissettiğinde donup kaldı. Genç adam tüy kadar yumuşak bir öpücüğü onun sol elmacık kemiğinin üstüne kondurdu.

Göksel belindeki eller olmasaydı yere yığılacağını düşündü.

“Görüşürüz Gök,” diye fısıldadı Gökhan onun kulağına. “Hoşça kal.”

Gökhan yüzünü genç kadından uzaklaştırdığında Göksel’in gözleri onun gözlerini hemen buldu. Kendi gözlerinde olduğunu bildiği heyecan karşısındaki bu kahverengi gözlerde de vardı. Şu an Gökhan’ın kalbinin de kendi kalbi gibi küt küt çarpıp çarpmadığını merak etti.

“Görüşürüz,” diye mırıldandı ama sonrasında daha güçlü bir sesle devam etti. “Hoşça kal, Gökhan.”

Göksel arkasını dönüp, iskele binasına ilerlerken eliyle Gökhan’ın az önce öptüğü yere dokundu. Yanakları yanıyordu, şu an yüzünü göremese de kızardığını biliyordu. Parmak uçlarını Gökhan’ın yumuşacık dudaklarıyla öptüğü yerde gezdirirken gülümsedi.

İskele binasının dışında duran Gökhan’sa genç kadının arkasından bakarken Göksel’in yumuşak yanağını öpen dudaklarına parmak uçlarıyla dokunuyordu.

Onu gerçekten öpmüştü.

Küçücük, masum bir öpücüktü ama dudaklarını pamuğa benzeyen o beyaz ve yumuşak yanağa bastırmıştı.

Gökhan güldü, ardından başını yere eğip dudaklarını yaladı.

Uzun bir üç hafta olacaktı. Özellikle bu öpücükten sonra çok ama çok uzun bir üç hafta olacaktı.

Göksel ve Gökhan tam buradalar. Bölüme tepki vermeyi lütfen unutmayın. Yeni bölümde görüşmek üzere! - EÖÖ

]]>
Sun, 04 Dec 2022 13:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 14. Kare: Yıldız Sahnesi https://edebiyatblog.com/kd-14kare-yildiz-sahnesi https://edebiyatblog.com/kd-14kare-yildiz-sahnesi Bölüm fotoğrafı: Artem Podrez

Koyu tonların hâkim olduğu mekânın içi loş ışıklarla aydınlatılıyordu. Mekânın tasarımı sade olmaktan çok uzaktı, ağır bir tasarımı vardı fakat bu ağır tasarım göz yormuyordu. İçerisi oldukça genişti, masalar sahneye dik gelecek şekilde konumlandırılıp masada oturan herkesin sahneyi rahatça görebilmesi sağlanmıştı. Duvarlar koyu tonlarda duvar kâğıtlarıyla ve tablolarla süslenmişti. Sahneyse karşı taraftaki duvarın ortasına kurulmuştu. Platformun yüksekliği içerideki herkesin sahnedekileri görebileceği kadar yüksekti. Sahnenin ortasında bir bateri vardı, amfiler sahnenin sağ ve soluna koyulmuştu; üç tane mikrofon ayağından ortadaki -vokalistin kullanacağı- diğer ikisinden bir tık daha öndeydi.

Göksel bakışlarını sahnenin arka kısmına çevirdiğinde kaşları havaya kalktı. Arka duvarın iki yanında yıldız desenleri vardı, orta kısmındaysa Yıldız Sahnesi yazıyordu.

Yıldız Sahnesi mi?” diye sordu Göksel.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Burada sahne alanlar sahnenin ismini belirliyor, biz de Yıldız Sahnesi olarak belirledik.”

“Güzel bir seçim olmuş. Tasarımı da siz mi yaptınız?”

“Hem evet hem de hayır. Biz yıldız desenleri istediğimizi söylediğimizde tasarımla uğraşan kişi bunu yaptı. Fikir bizim, tasarım onların.”

“Anladım. Güzel bir tasarım olmuş.”

“Bence de.”

Göksel ve Gökhan diğerlerine yaklaşırken hepsinin gözü onların üstündeydi. Göksel’i ilk kez gören grup üyeleri genç kadını incelerken Göksel utangaç bir tebessümü yüzüne yerleştirdi.

“Millet sizi Göksel’le tanıştırayım,” dedi Gökhan ikili sahnenin önünde durduğunda. “Göksel bunlar da Elçin, Lale, Barış, Sarp ve Kuzey.”

“Merhaba,” dedi Göksel başını hafifçe eğerek. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” dedi Elçin ona yaklaşarak. “Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Diğerleri de aynı şeyi söylediğinde hepsine topluca, “Hoş buldum,” diye cevap verdi.

“Barış, Sarp ve Kuzey bizim üniversitenin mühendislik fakültesinden,” dedi Gökhan sahnedeki arkadaşlarını göstererek. “Bu akşam dördümüz sahne alacağız. Barış vokalistimiz ve bu akşam ritim gitaristimiz olacak, Sarp bateristimiz, Kuzey bas gitaristimiz ve arka vokalimiz.” Elini göğsüne koydu. “Ben de bu akşam solo gitarist ve arka vokal olacağım.”

Göksel yavaşça başını sallandığında Gökhan, Elçin ve Lale’ye döndü.

“Elçin de bizim üniversitede Hukuk okuyor,” diye devam etti genç adam. “Barış’ın da kız arkadaşı. Lale de bizim üniversiteden mezun olmuş bir iç mimar ve Sarp’ın kız arkadaşı.”

Göksel kızlara gülümsediğinde kızlar da ona gülümsedi.

“Kısa ve açıklayıcı bir tanıştırma oldu,” dedi Elçin. “Sen ne yapıyorsun Göksel?”

“Öğrenciyim ben de,” diye cevap verdi Göksel. “Fotoğraf ve Video bölümünde son seneme geçtim.”

“Aynı zamanda muhteşem bir fotoğrafçı ve video grafiker,” diye araya girdi Gökhan. “Benim gibi tutkusu olan alanda eğitim alıp tutkusunu işine dönüştürmeye hazırlanıyor.”

Göksel ona utangaç bir ifadeyle baktı.

“Öyle mi?” dedi Elçin. “Ne güzel. Ne zamandır bu alanla ilgileniyorsun?”

“Çocukluğumdan beri,” dedi Göksel. “İlk fotoğraflarımı ortaokulda çekmeye başladım.”

“Gökhan gibi,” dedi Barış. “O da çok küçük yaşlardan beri müzikle ilgileniyor.”

“Evet, anlattı.”

“İkimizin de tutkuları köklü geçmişlere sahip,” dedi Gökhan, Göksel’e yandan bakarak. Onunla sahip olduğu bu ortak noktalardan memnundu. “Mekân az sonra açılacak,” dedi konuyu değiştirerek. Üzerinde “rezerve” yazılı kâğıt olan sahnenin hemen önündeki masayı gösterdi. “Biz sahnedeyken siz hanımlar da hemen bu masada oturacaksınız.”

Göksel masaya baktı. Masayla sahne arasında yaklaşık 1,5 metrelik kısa bir mesafe vardı.

“Güzel, sahnenin hemen karşısındaymış,” dedi Göksel bakışlarını Gökhan’a çevirirken. “Kameramı yanımda getirdim. Siz de isterseniz fotoğraflarınızı çekebilirim.”

Gökhan genişçe gülümsediğinde Göksel de tebessüm etti.

“Senin gibi bir profesyonelin kadrajına girmeyi kim istemez ki?” dedi genç adam ve arkadaşlarına döndü. “Beyler şanslı günümüzdeyiz. Göksel yanında fotoğraf makinesini getirmiş ve siz de isterseniz bizi çekeceğini söylüyor.”

“Öyle mi?” dedi Barış. “Elbette isteriz.”

“Teşekkür ederiz,” dedi sahnenin kenarına oturan Kuzey. “Gök’ün muhteşem bir fotoğrafçı dediği kişinin kadrajına girmek bizim için büyük bir ayrıcalık olacaktır.”

“Kesinlikle,” dedi Sarp arkadaşına arka çıkarak. “Teşekkür ederiz.”

Gülümseyen Göksel, “Asıl ben teşekkür ederim,” dedi. “Keyifli bir çekim olacağından eminim.” Gökhan’a döndü. “İki dakika müsaadeni isteyeceğim. Benimkileri arayıp geldiğimi haber vereyim.”

“Müsaade senindir,” dedi Gökhan. “Ver tabii, akılları sende kalmasın.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdikten sonra gruptan uzaklaştı. Hepsi onun arkasından baktı.

Gökhan’ın koluna vuran Elçin, “Çok tatlı kızmış,” dedi. “Hoşlandım.”

“Çok da güzelmiş,” dedi Lale. “Doğal sarışın mı?”

“Gözleri de çok güzel, masmavi. Kimin en sevdiği renk mavi acaba?”

Elçin, Gökhan’a göz kırptığında genç adam utangaç bir tavırla gülümsedi.

“Evet, doğal sarışın.” Ve yine evet, çok güzel.

“Bu kadar açık sarı çok nadir görülüyor, nereliymiş?”

“Soru bombardımanı yapmasanıza,” diye araya girdi Barış. “Çocuğa saniyeler içinde bir sürü soru sordunuz, rahat bırakın Gök’ü. Göksel’le otururken neyi merak ediyorsanız kendisine sorarsınız.”

“Teşekkür ederim kardeşim, hayatımı kurtardın.”

Sahneye çıkan Gökhan, Göksel’in olduğu köşeye baktı. Genç kadın mekânın ortasındaki bir masanın kenarında sırtı onlara dönük telefonla konuşuyordu.

“Ben geldim,” diye haber verdi Göksel annesine. “Gökhan beni karşıladı, sonra da içeri girip arkadaşlarıyla tanıştırdı.”

“Arkadaşları nasıl?” diye sordu babası. Annesi telefonunu hoparlöre almıştı.

“Bir yorum yapmak için çok erken ama iyi insanlara benziyorlar. Beni güler yüzlü ve kibar bir şekilde karşıladılar.”

“İyi, ideal bir başlangıç.”

“Gökhan nasıl?” diye sordu annesi.

“Her zamanki gibi,” diye yanıtladı Göksel. “Güler yüzlü, kibar ve samimi.” Arkasını dönüp sahneye kısa bir bakış attığında Gökhan’ın gülerek Kuzey’le konuştuğunu gördü. “Benim burada olmamdan mutlu görünüyor.”

“Olur tabii beyefendi,” diye mırıldandı babası.

“Arada bize güncelleme vermeyi unutma bebeğim,” dedi Güzin eşinin sesini bastırarak. “İyi eğlenceler.”

“Unutmam ve teşekkür ederim. Sizi seviyorum.”

“Biz de seni seviyoruz.”

Telefonu kapatan Göksel diğerlerinin yanına dönerken Gökhan onun geldiğini fark etti.

“Gelsene,” dedi Göksel’e. “Sahneyi yakından incele.”

Göksel iki basamağı tırmanıp sahneye çıktı. Sahne dört kişinin sığacağı kadar genişti. Kablolar ayak altında karışık bir şekilde durmuyor, düzenli bir şekilde yerde uzanıyordu ve bu şekilde kimsenin ayaklarına dolanmayacaklardı. Mikrofon ayaklarının boyları kişiye özel ayarlanmıştı ve gitar pedalları da mikrofon ayaklarının yanında duruyordu. Göksel duvardaki yıldızlara yakından bakarken Gökhan ona yaklaştı.

“Renk seçimini beğendim,” diye bir yorumda bulundu Göksel.

“Diğer ışıklar kapanınca ve ortam loş olunca daha güzel görünecekler,” dedi Gökhan bakışlarını sarı yıldızlardan alıp Göksel’e çevirirken. “Sahnede sıcak tonları seviyorum.”

“Sahneye yakışıyor.” Göksel arka taraftaki beyaz Fender’a baktı. “Senin gitarın değil mi?”

Gökhan omzunun üstünden Fender’a baktı. “Evet,” diye onayladı. “Yakından bakmak ister misin?”

“Olur.”

İkili gitara ilerlerken diğerleri onlara baktı, sonra birbirlerine bakıp gülümsediler. Gökhan bunu dile getirmese de Göksel’le flört ettiklerini anlamışlardı ve Gökhan’ı ilk kez biriyle takılırken gördükleri için bunu biraz garipsiyor ama onun bir yandan çekingen bir yandan da heyecanlı hareketlerini onun adına sevinerek izliyorlardı.

“Çalmayı bilmiyorsun değil mi?” diye sordu Gökhan.

“En ufak bir fikrim bile yok,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Tek bildiğim parmaklarınızla bir şeyler yapıyorsunuz ve ortaya mucizevi şeyler çıkıyor.”

Genç kadının bu açıklaması Gökhan’ı güldürdü. “Teller notalar,” dedi gitarını eline alırken. “Her tel bir notayı temsil ediyor, perdeleri kullanarak da tüm notaları ve onların kalın ve ince seslerini elde ederiz. Mesela do ve fa notaları tellerde yoktur ama belirli tellerin belirli perdelerine basarak onları çalabiliriz. Bu yüzden gitar çalarken bir elimiz tellerin üstünde, diğer elimiz de perdelerdedir; armoniyi böyle oluştururuz. En basit şekilde böyle anlatabilirim.”

“Anlatması basit olabilir ama anlaması ne yazık ki basit değil. Müzisyenler olarak saygı duyulacak bir iş yapıyorsunuz.”

“Gel böyle,” diyen Gökhan onu yanına çağırdı. “Birlikte çalalım.”

Göksel onun karşısında durmak yerine yanına geçti.

“Beraber klavyeyi tutalım,” dedi Gökhan. “Getir elini.”

Göksel sol elini klavyeye uzatınca Gökhan onun elini tuttu. İkisi de bir anlığına birbirlerine baktıktan sonra bakışlarını kaçırdılar. Gökhan genç kadının elini klavyeye yerleştirdikten sonra parmaklarını da tellerin üstüne yerleştirdi.

“Perdelere basma,” diyen Gökhan birinci teli tıngırdattı. “Mesela bu mi notasıydı,” dedi. Sol elini Göksel’in elinin üzerine koyup kendi parmağıyla onun parmağını üçüncü perdeye bastırdı. “Bu da sol. Aynı tel, farklı notalar.”

“Hım,” dedi Göksel kelimeyi biraz uzatarak. “Ne demeye çalıştığını anladım.”

“Şimdi de bu notaların kalınlarını dinleyelim,” dedi Gökhan. “Bu sefer teli sen tıngırdat. Parmağını altıncı tele getir, evet bu.”

Göksel genç adamın gösterdiği teli boş çaldığında az öncekinden çok daha kalın bir ses çıktı.

“Yine mi ama kalın olan,” dedi Gökhan. Göksel başını kaldırıp onun yüzüne baktığında Gökhan ona kısa bir bakış attı. “Klavye,” diye uyardı onu. Genç kadının yüzük parmağını üçüncü perdeye bastırıp aynı teli tıngırdattı. “Bu da kalın sol.”

“Mantığını anladım sanırım.”

Onlar dip dibe gitar çalarken diğerleri de onlara kaçamak bakışlar atıp gülümsüyordu.

“Bunu her bir perde ve tel için yaparız,” dedi Gökhan. Göksel’in parmaklarını perdelere bastırırken kendisi de telleri tıngırdatıp farklı sesler çıkardı. “İşin aslı bunu ritmik bir şekilde yapmak ve bir bütün oluşturmak. Kulağa hoş gelen bir bütün elbette.”

“İşin en zor kısmı,” dedi Göksel ona bakarak. “Telleri tıngırdatabilir miyim?”

“Tabii ki tıngırdatabilirsin.”

Göksel tecrübesiz parmaklarıyla telleri tıngırdatırken Gökhan da birkaç perdeye dokunup onu destekledi. Elektro gitarın gök gürültüsünü andıran sesi Göksel’in kıkırdamasına sebep oldu.

“İşin zor ama eğlenceli kısmı,” dedi genç kadın gülmeye devam ederken. “Oldukça eğlenceli kısmı.”

Onun yüzündeki neşeyi gülümseyerek izleyen Gökhan, “Sana öğreteyim mi?” diye sordu. “Gitar çalmayı.”

Göksel onun yüzüne baktığında yüzünde şaşkın bir ifade vardı. “Bence çok farklı dünyalara aitiz,” dedi genç kadın. “Dinlemeyi çok seviyorum ama çalmayı hiç düşünmedim, kendimi gitar çalarken hiç hayal etmedim.”

“Bence bir hayal et, bir şans ver. Gitar büyülü bir enstrüman, o herkesin dünyasına ait. Bir gün klasik gitarım üzerinde sana gitarı tanıtayım, seni onunla tanıştırayım.”

“Peki,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sanırım kendime bir şans verebilirim.”

“Kesinlikle vermelisin.”

Göksel elini gitardan çektiğinde Gökhan gitarı klavyesinden tutup yeniden amfiye yasladı.

“Seninki burada,” dedi Göksel beyaz Fender’a bakarak. “Ben de benimkini çıkarayım.”

“Seninki?”

“Fotoğraf makinesi. Gitar seninki, kamera da benimki.”

Göksel çantasından kamerasını çıkarırken Gökhan onu seyretti.

“Çok da büyük değilmiş,” dedi Gökhan onun eline aldığı makineye bakarak. “Kameranı çantana koyduğunu söyleyince koca makinenin bu küçük çantaya nasıl sığdığını düşünmüştüm ama görünüşe göre koca makine falan yokmuş.”

“Bu küçük olan,” dedi Göksel gülümseyerek. “Asıl profesyonel olanı getirmedim.”

“Kaç tane kameran var?”

“Çok tane.”

Onun bu cevabı Gökhan’ı güldürdü. “Çok tane tam olarak kaç tane oluyor peki?”

“Bir tanesi hariç sahip olduğum tüm kameraları saklıyorum, toplamda yanlış hatırlamıyorsam altı tane kameram var.”

“Yuh! Altı mı? O da yanlış hatırlamıyorsan. Bir tanesine ne oldu peki?”

“Üst modelini almak için satmak zorunda kaldım. Kamera fiyatlarının uçmaya başladığı dönemdi, elimdekini satmadan almam mümkün değildi -o kadar büyük bir meblağı ailemden isteyemezdim- ve ben de elimdekini satıp, üstünü tamamlayarak yenisini aldım. Sattığım makine içimde yara olarak kaldı ama yapacak bir şey yok. Sahip olduğum tüm kameraları ömrümün sonuna kadar saklayıp kendi koleksiyonumu oluşturmaya karar verdiğim zaman kameraların bu kadar pahalanacağından haberim yoktu.”

Gökhan ona anlayışla baktı. “Ben de bu gitarı almak için öncekini satarken çok üzülmüştüm,” dedi o günü hatırlayıp hüzünlenerek. “Gitarlar da kameralar kadar pahalı ve ben de senin gibi üst modelini almak için elimdekini satmak zorundaydım. Yılların yaşanmışlığına ve hatırasına veda etmek zordu.”

“Değil mi? Benim için de zor olan hatıralara veda etmekti.” Göksel gülümsedi. “Neyse ki hatıralar birikmeye devam ediyor. Hadi başlamadan bir fotoğrafını çekeyim. Gitarını omzuna asar mısın? Onu çalıyormuş gibi yapmanı istiyorum, ben de gitarın olduğu kısmı çekeceğim. Yüzün görünmeyecek.”

“Nasıl isterseniz hanımefendi.”

Gökhan gitarını omzuna asarken Göksel gülerek onu kadraja aldı. “Ayarlamalarını yapayım,” dedi genç kadın. “Canlı bir fotoğraf olmasını istiyorum.”

Gökhan cebinden sarı bir pena çıkardı. Genç adamın sol eli klavyeyi kavrarken sağ eli de kasanın üstünde tellere dokundu. Penası sağ elinin başparmağı ve işaret parmağı arasındaydı. Göksel onun başından aşağısını kadraja alıp istediği ayarlamaları yaptı.

“Sakın bozma,” dedi ekrandaki görüntüye bakarak. “Çekiyorum.”

Deklanşöre bastı.

“Çabuk oldu,” diyen Gökhan gitarı omzundan çıkardı. “Nasıl çıktığına bakabilir miyim?”

Göksel’in yanına ilerlediğinde genç kadın ona fotoğrafı gösterdi. “Çok beğendim,” dedi Göksel. “Havalı bir fotoğraf olmuş.”

“Bayıldım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bunu da kesinlikle hesabımda paylaşacağım.”

“Akşamın ilk fotoğrafı daha.”

“Olsun, diğerlerini de paylaşırım. Nasıl olsa hepsi mükemmel fotoğraflar olacak.”

Göksel başını yere eğip gülerken Gökhan da ona bakıp gülümsedi. Gülmek bulaşıcı bir eylemdi fakat Göksel’in gülüşünde onun için çok daha fazlası vardı: Gökhan onu gülerken görünce içinin sıcacık olduğunu ve neşeyle dolup taştığını hissediyordu.

“Mekânı açıyoruz gençler,” dedi işletmenin sahibi. “Siz de son hazırlıklarınızı yapın.”

Adam mekânın ana kapısını açmaya ilerlerken Göksel onun peşinden baktı. Giriş kapısı son derece genişti ve girişte birkaç metre uzunluğunda siyah bir halı seriliydi. İyi aydınlatılan giriş koridorunun solunda tuvaletler yer alıyordu, sağda da kasa kısmı vardı.

“Gece başlıyor,” dedi Barış. “Hazır mısınız baylar ve bayanlar?”

“Oldukça hazırım,” dedi Sarp. “Eğlence başlasın.”

Gökhan Göksel’in beline dokunduğunda genç kadın ona döndü.

“Gel,” dedi Gökhan. “Aşağı inelim.”

Belindeki büyük el Göksel’i heyecanlandırsa da genç kadın bir şey çaktırmadan başını salladı. “İnelim,” diye onayladı. “Ayak altında dolaşmayayım zaten.”

“Hayır, elbette ondan değil. Birkaç minik işim var.”

Göksel sahneden indikten birkaç saniye sonra Gökhan da indi. Birlikte kızların oturacağı masaya ilerlediler. Elçin ve Lale hâlâ sahnenin önünde olduğu için masa boştu.

“Ben sahnedeyken çantam seninle kalabilir mi?” diye sordu Gökhan. Elinde siyah bir sırt çantası vardı. “İçinde cep telefonum, cüzdanım gibi önemli şeyler var; göz kulak olur musun?”

“Elbette olurum,” dedi Göksel başını sallayarak. “Hiç merak etme.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. Çantasını masanın üzerine bıraktı. “İçerisi dolmaya başladı. Ben bir lavaboya gidip geleyim.”

“Tamam.”

Gökhan lavaboya ilerlerken Göksel onun arkasından baktı. Genç adamın üzerine giydiği siyah gömlek geniş omuzlarına tam oturuyordu, gömleğin eteklerini pantolonun içine sokup kemer taktığı için de ince beli ortaya çıkmıştı. Boru paça mavi kotu uzun, ince bacaklarını sarıyordu ve biraz yüksek bel olduğu için bacaklarını, dolayısıyla boyunu olduğundan biraz daha uzun gösteriyordu.

Şekilli vücudu bu kıyafetlerin içinde daha çok belli olan Gökhan oldukça iyi görünüyordu.

“Selam.”

Göksel, Elçin’in sesiyle bakışlarını Gökhan’dan alıp ona çevirdi. Masaya gelen Elçin ve Lale hemen yanındaydı.

“Selam,” diye karşılık verdi Göksel.

“Bizimkilerin çantalarını şu sandalyeye koyarız,” diyen Elçin masanın diğer ucundaki sandalyeyi gösterdi. “Lale ile ben yan yana otururuz, sen de burada oturup sahneye yakın olursun.”

“Benim için fark etmez, yan tarafta da oturabilirim.”

“Önde otur,” dedi Lale. “Fotoğrafları da daha rahat çekersin.”

“Teşekkür ederim.”

“Kızlar!” diye seslendi Barış. “Elçin ve Lale bir gelir misiniz?”

Elçin ve Lale gittiğinde Göksel yine yalnız kaldı. Masanın sahneye yakın olan kenarındaki sandalyeyi çekip oturdu. Masa titremeye başladığında irkildi, bir saniye sonra bir zil sesi duydu.

Gökhan’ın telefonu çalıyordu.

Telefon yarım dakika boyunca çaldıktan sonra sustu. Gökhan gelince telefonunun çaldığını haber verirdi.

Birkaç dakika sonra Gökhan lavabodan döndü. Genç adam sahneye çıkmadan önce üstünü başını son kez kontrol etmiş, kılık kıyafetine son hâlini vermişti.

“Telefonun çaldı,” dedi Göksel.

“Öyle mi?” diyen Gökhan çantasının ön gözünü açtı. “Geri döneyim.”

Gökhan onu arayan kişiyi geri aradı fakat Göksel’in beklediği gibi masadan uzaklaşmadı, aksine Göksel’in yanındaki sandalyeyi çekip genç kadının yanına oturdu.

“Beni aramışsın,” dedi Gökhan. “Lavabodaydım, duymadım.”

Göksel telefonun ucundaki kişinin erkek olduğunu anladı fakat ne dediğini anlamadı.

“Mekân açıldı,” diye cevap verdi Gökhan. “İnsanlar geliyor, biz de birazdan sahneye çıkacağız.”

Göksel karşıdaki erkeğin, “Çok heyecanlı mısın?” dediğini duydu. Hattaki kişinin sesi şu an daha net duyuluyordu. Göksel onları dinlemesinin hoş olmadığının farkındaydı fakat merak ediyordu ve Gökhan bu kadar yakınındayken konuşulanları istemese de duyuyordu.

“Heyecanlıyım tabii,” dedi Gökhan. “Böyle bir yerde sahne almayalı çok oldu. Daha sahneye çıkmadık fakat şimdiden bu ortamı deli gibi özlediğimi fark ettim. Bu akşam çok keyifli geçecek.”

“Kızlar bol bol video çeksin, bana da gönderin.”

“Çekerler, merak etme.”

“Göksel de geldi mi?”

Genç kadın kendi adını duyunca az kala dönüp Gökhan’a bakacaktı.

“Geldi,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak. “Herkes burada, eksik yok.”

“İyi bakalım. Bol şans kardeşim, diğerlerine de selamlarımı ve iyi eğlenceler dediğimi ilet. Benim yerime de çalıp eğlenin.”

“Başüstüne. Görüşürüz kardeşim.”

Gökhan telefonu kapattığında Göksel ona döndü ve ekranda Yağız yazdığını gördü. Genç kadın onun kim olduğunu biliyordu ve anlaşılan Yağız da onun kim olduğunu biliyordu.

Gökhan Yağız’a ondan bahsetmişti.

“Yağız’ın selamı var,” dedi Gökhan ona bakıp. “Senden bahsedip bu akşam burada olacağını söylemiştim.”

“Aleykümselam,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Şans mı diledi?”

“Hem şans hem de iyi eğlenceler diledi.” Gökhan onun sandalyesinin sırtını tuttu. “Akşamın tadını çıkar ve eğlenmene bak lütfen. Bu arada sen de farkındasındır tabii ama araç kullanıyorsun, içkiyi fazla kaçırma lütfen, olur mu? Evine sağ salim dönmeni isterim.”

“Düşündüğün için teşekkür ederim,” dedi Göksel genişçe gülümseyerek. Onun kendisini düşünmesinden her seferinde etkileniyordu. “Tercihimi alkolsüz içeceklerden yana kullanacağım. Belki bir bira içerim, o kadar.”

“Elbette düşüneceğim,” diyen Gökhan toparlama ihtiyacı hissetti: “Yani buraya benim davetimle geldin ve akşamı sorunsuz geçirip evine sağ salim dönmeni isterim.”

“Biliyorum ve teşekkür ederim. Sahnede bol şans ve iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim Gök.”

Dakikalar içinde masalar doldu. Bu gece tüm masalar rezerve edilmişti ve tek bir tane boş masa bile yoktu. Elçin ve Lale de Göksel’in olduğu masaya oturdular. Mekânın ışıkları loşlaşırken sahnenin ışıkları parlamaya devam ediyordu. Tepedeki spot lambalardan yükselen sarı ışıklar sahneyi aydınlatırken arkadaki tasarım da sarı sarı parlıyordu.

“Hoş geldiniz,” dedi Barış seyircileri selamlayarak. “Hepinize güzel ve eğlenceli bir akşam dilerim.”

Boğazını temizleyen Barış akşamın ilk şarkısına girdiğinde spotların rengi maviye döndü. Grup bu akşamın ilk şarkısı olarak Daha Mutlu Olamam parçasını seçmişti. Bu akşam onlar için önemli bir akşamdı ve bu şarkı onların hislerine tercüman oluyordu.

“Güne kahveyle başladım,” diye şarkıya giren Barış’a yavaşça tıngırdattığı gitarı eşlik ediyordu. Genç adamın sesi pürüzsüz ve tertemiz çıkıyordu. “Ağzım kuru, zihnim açık / Beyaz camda görüntüler / Hepsi o kadar dürüst ki.”

Bu kısımda sadece Barış’ın yumuşak sesi ve gitarının tıngırtısı duyuldu.

“Hayatımdan çok memnunum,” kısmında diğer enstrümanlar da şarkıya girdi ve Barış’ın sesi daha gür çıkmaya başladı. Tüm grup üyeleri son derece rahattı. Sarp bateriyi ustaca çalıyor, Kuzey yavaşça sallanarak bas gitarı çalıyor; Gökhan da etrafı incelerken elektro gitarını çalıyordu.

Onlar şarkının solosunu çalarken Göksel grubu kadrajına alıp onların ilk fotoğrafını çekti. Mavi ışıklar altındaki sahne ve sahnedeki grup üyeleri çok iyi görünüyordu.

Göksel’in onları çektiğini fark eden Gökhan ona göz kırptı. Göksel açıyı yaklaştırıp genç adamı kadraja aldığında Gökhan ona bakmaya devam ediyordu. Genç adam gülümsediğinde Göksel onu çekti.

“Bir de poz veriyor,” dedi Elçin gülerek. “Deli bu çocuk.”

“Hem gitar çalıyor hem şarkı söylüyor hem de poz kesiyor,” dedi Lale. “Yine her şeye yetişiyor.”

“Her zaman böyle mi?” diye sordu Göksel.

“Hem de her zaman,” diye cevap verdi Elçin. “Her şeye yetişir.”

Göksel gülümseyerek Gökhan’a baktı.

Akşamın ilk şarkısını bitiren grup beklemeden ikinci şarkıya geçti. Hareketli bir şekilde başlayan şarkıyı Göksel başta tanıyamadı ama birkaç saniye sonra hangi şarkı olduğunu çıkardı. Dolu Kadehi Ters Tut grubunun Islansın şarkısı.

Barış olduğu yerde yavaşça sallanarak şarkıyı söylerken kızlar da masalarına gelen garsona siparişlerini verdi.

“Bir bira alayım,” dedi Göksel.

“Üç bira olsun,” dedi Elçin. “Ortaya da kuruyemiş tabağı alalım.”

Siparişleri alan garson uzaklaştı.

“Kız kıza buz gibi birer bira içelim,” dedi Elçin. “İyi gider.”

Barış nakarata girdiğinde bakışlarını Elçin’e çevirdi, kız arkadaşı da ona baktı. Barış nakaratı ona bakarak söylerken Elçin gülümsüyordu. Bu şarkı çiftin severek dinlediği şarkılardan biriydi.

Elçin ona öpücük attığında Barış da ona göz kırptı.

“Her şeye yetişen tek kişi Gökhan değil,” dedi Lale ikiliye bakarak. “Benimki de arkada kendi kendine takılıyor, hiç buralı değil.”

“Bakıyordur ama denk gelmemişsinizdir,” dedi Elçin. “Sana bakmayacak da kime bakacak? Baş döndürücü görünüyorsun bebeğim.”

Göksel Lale’yi incelediğinde Elçin’e hak verdi. Lale tam bir esmer güzeliydi. Upuzun saçları gece kadar siyahtı, açık tonlu kahverengi gözleri iri ve yuvarlaktı; üniversitede okurken yaptırdığı burnu küçük ve kalkıktı, dolgun dudakları vardı ve sürdüğü bordo ruj onları iyice ortaya çıkarmıştı.

Grup ikinci kez nakarata girdiğinde Elçin ve Lale oturdukları yerden dans ediyordu, Göksel’se daha küçük hareketlerle sallanıyordu. Barış’ın yorumu çok güzeldi, Gökhan da gitarı enfes çalıyordu. Onu ilk kez elektro gitar çalarken dinleyen Göksel genç adamın gitaristliğinin zirvesiyle tanışıyordu. Gökhan klasik gitarı da muhteşem çalıyordu fakat amfiye bağlı Fender’ıyla birlikte resmen fırtına estiriyordu.

Şarkının solo kısmı geldiğinde sahne tamamen Gökhan’a aitti. Genç gitaristin usta parmakları gitara zarafetle dokunup, harikalar yaratırken Fender’ın kirli sesi mekânın içini dolduruyordu. Yüzünde ondan etkilendiğini belli eden bir gülümsemeyle genç müzisyeni izleyen Göksel bakışlarını gitardan alıp genç adamın yüzüne çıkardığında onunla göz göze geldi.

Gökhan kendisine bakıyordu.

Gözleri sadece bir anlığına buluştu çünkü Gökhan onunla göz göze gelince bakışlarını kaçırdı. Onu gözlerine dikkatle bakmaktan ve gözlerini ondan alamamaktan korktu.

Barış son kez nakaratı söylerken Gökhan ona eşlik etti. İkilinin sesleri uyumluydu ve birleştiğinde kulağa güzel geliyordu. Sahnede bu uyumu yakalamak zordu, onlarsa zor olanı başarmıştı.

Kamerasını yeniden eline alan Göksel video modunu açıp Gökhan’ı kadraja aldı. Nakarat bittikten sonra şarkının kapanış solosu geliyordu. Gökhan soloyu çalmaya başladığında Göksel de kayda başladı. Bakışları gitarın klavyesine sabitlenen genç müzisyenin ifadesi oldukça ciddiydi. Parmakları klavyenin üstünde kayarken gitarın kirli sesi seksi denecek kadar etkileyici çıkıyordu. Gitarı biraz yukarı kaldıran Gökhan şarkının kapanışını orijinalinde olduğu gibi uzatarak yaparken seyirciler onu çoktan alkışlamaya başlamıştı. Barış elini kaldırıp arkadaşını işaret ederken gülümsüyordu.

“Ve karşınızda Gökhan Uygur,” dedi. “Alkışlar onun için.”

Şarkıyı bitiren Gökhan elini göğsüne koyup, hafifçe öne eğilerek seyircileri selamladı. Bu anı da kaydeden Göksel video kaydını bitirdi.

“Daha iyi bir kısmı çekemezdin,” dedi Elçin. “Gökhan bu anın ölümsüzleştirildiğini görünce çok sevinecektir.”

Göksel de bu anı her istediğinde tekrar tekrar izleyebileceği için çok sevinçliydi.

Grup üçüncü şarkısını çalarken kızların sipariş ettiği biralar ve kuruyemiş tabağı geldi.

“Gökhan’la nasıl tanıştınız?” diye sordu Lale.

Şişedeki biradan büyük bir yudum içmeye hazırlanan Göksel bunu sonraya erteledi. “Bir cumartesi akşamı Kadıköy’de dolaşırken Parça karşıma çıktı ve içeri girdim,” diye anlatmaya başladı. “Gökhan sahnedeydi, ben de onun iki fotoğrafını çektim. Fotoğraflarımı paylaştığım bir Instagram hesabım var, ertesi gün Gökhan’ın bir fotoğrafını da konuma Parça Kafe’yi ekleyerek hesabımda paylaştım. Gökhan o akşam fotoğrafı görüp benimle iletişime geçti, fotoğrafı kaydedip kendi hesabında paylaşmak için izin istedi ve ben de ona fotoğrafı gönderip paylaşabileceğini söyledim.”

“Farklı bir tanışma hikâyesi,” dedi Elçin kaşlarını kaldırarak. “Sonra ne oldu?”

“O akşam kısa bir konuşma gerçekleştirdik ve konu orada kapandı. Birkaç hafta sonra arkadaşlarımla Kadıköy’de oturabileceğimiz bir canlı müzik mekânı ararken konu Parça’dan açıldı ve biz de hep beraber oraya gittik. Çıkışta Gökhan’la karşılaştık ve o şekilde tanışmış olduk.”

“Bir dakika,” dedi Lale. “Gökhan’ın o fotoğrafını çeken kişi sen misin? Mayıs sonuydu sanırım, Parça’da sahne alırken çekilen bir fotoğrafını paylaşmıştı.”

“Evet,” dedi Göksel gülümseyerek. “O fotoğrafı çeken kişi benim.”

“Çok güzel bir fotoğraftı,” dedi fotoğrafı hatırlayan Elçin. “Demek o fotoğrafçı sendin. Sanırım hesabını da etiketlemişti.”

“Teşekkür ederim ve evet, etiketlemişti.”

“Onun sahne aldığı mekânda onun hakkında hiçbir fikri olmayan bir müşteri olduğun akşamdan şimdi yine sahne aldığı bir başka mekânda onun davetiyle burada olduğun akşama. Hayat şaşırtıcı şeylerle dolu gerçekten.”

“Öyle,” diyen Göksel bir anlığına Gökhan’a baktı. Genç adam klavyeye bakarak gitar çalıyordu. “Aradan iki ay kadar bir süre geçti işte.”

Lale şişesini kaldırdı. “O zaman bu akşamın şerefine içelim,” dedi.

“Bu akşamın şerefine,” diyen Elçin de şişesini kaldırdı.

Göksel de hiçbir şey demeden şişesini kaldırdı ve kızların şişeleriyle tokuşturup soğuk birasından büyük bir yudum içti. Elçin ve Lale şişeleriyle sahnedekileri de selamlamıştı fakat Göksel onlara katılmadı. Çantasından cep telefonunu çıkaran genç kadın internete bağlandı. Ahsen’den gelen yeni bir mesajı vardı.

Pişt, nasıl gidiyor?

Uygulamaya girip onunla olan konuşmasını açtı.

İyi gidiyor. Sahneye çıktıkları çok olmadı, daha üçüncü şarkılarını çalıyorlar ama ortam güzel, keyifli vakit geçiriyorum

Göksel arkadaşına cevap yazarken Gökhan’ın bakışları genç kadının üzerindeydi. Loş olan ortamda telefonun ışığı hemen fark ediliyordu ve Gökhan onun ekranında WhatsApp’ın açık olduğunu anlamıştı. Kiminle konuştuğunu merak etse de öğrenmesi mümkün olmadığı için dikkatini yeniden çaldığı şarkıya odakladı.

Göksel telefonunu çantasına koyup şişesine uzandı. Elçin ve Lale kendi arasında sohbet ediyordu, sohbetlerine dahil olmayı tercih etmeden içkisinden bir yudum alıp ağzına birkaç fıstık attı.

Sahnedeki grup üçüncü şarkısını bitirdi. Sadece saniyeler süren arada Barış ve Gökhan birer yudum su içerken Sarp da yanındaki bezle alnındaki terleri sildi.

Grup yeni şarkısına girdiğinde melodinin tanıdıklığıyla irkilen Göksel başını çevirip sahneye baktı. Şarkının girişi hareketli olduğu için bütün grup üyeleri enstrümanlarını çalıyordu fakat Göksel’in ilgilendiği grup üyesi elbette ki Gökhan oldu.

Genç adam gülümseyerek kendisine bakıyordu.

“Simidini fırlatırdı / Kaparlardı martılar,” diye başlayan şarkıya giren Barış’ın sesi orijinal parçayı söyleyen solist gibi biraz pes çıkıyordu. “Dalgalar korkuturdu,” kısmında dalgalar kelimesini Gökhan da söyledi. “Deniz tutardı yengenizi.”

Göksel yüzündeki geniş gülümsemeyle bu performansı izlerken kendisini yine Parça Kafe’de buldu. O sıcak mayıs akşamına geri dönmüştü. Parça’da köşedeki masada tek başına oturuyordu, Gökhan’sa sahnedeki bar taburesinin üstünde kucağında gitarıyla oturuyordu. Göksel bir Churchill siparişi veriyordu, hemen ardından Gökhan Giderdi Hoşuma’yı çalmaya başlıyordu. Onun performansından etkilenen genç fotoğrafçı çantasından kamerasını çıkarıp hayatını değiştirecek o fotoğrafı çekiyordu.

Oradaydı, her şeyin başladığı o anda.

“Ne giyerse giderdi hoşuma,” diye başlayan nakarata Barış ve Gökhan beraber girdi. “Öyle tatlı bela ki başıma / Darlamasa bir de her durumda / Öyle bir seveceğim ki sonra...”

Gökhan Göksel’e baktığında ikili göz göze geldi ve genç adam Barış’la beraber nakaratı ikinci kez söylerken Göksel de onlara eşlik etti. Her şeyi başlatan bu özel şarkıyı birbirlerinin gözlerinin içine bakarak söyleyen iki genç de gülümsüyordu. Kalbin aynası olan gözleri hissettikleri yoğun duyguları hiçbir filtre olmadan, en çıplak hâliyle gösteriyordu ve birbirlerinin gözlerinde gördükleri bu yoğun duygular zaten hızlı atan kalplerini iyice hızlandırıyordu.

Nakarat bittikten sonra grup şarkının müzikli kısmını çalmaya başladı. Gözlerini Göksel’den ayıramayan Gökhan büyülenmiş bir şekilde genç kadına bakmaya devam ediyordu. Spotlardan yükselen sarı ışık yüzüne vururken genç kadın bir peri kızı gibi görünüyordu. Güzelliği bu kadar duru ve etkileyiciyken genç adamın gözlerini ondan alması mümkün değildi.

Gökhan nota kaçırdığında irkildi ve refleks olarak klavyeye baktı. Onun nota kaçırdığını fark eden diğer grup üyeleri bir anlığına Gökhan’a bakarken Gökhan bozuntuya vermeden durumu hemen toparladı ve grubun ritmine yeniden ayak uydurdu. Tüm her şey iki saniye içinde yaşandığı için seyircilerin çoğu hiçbir şey anlamadı fakat şarkıya hâkim olan Göksel onun nota kaçırdığını anladı ve buna kendisinin neden olduğunu bilmek genç kadını utandırdı.

“Gökhan nota mı kaçırdı?” diye sordu Elçin, Lale’ye dönerek. “Bir şey yaşandı az önce.”

“Sanırım,” diye cevap verdi Lale. Arkadaşının kulağına yaklaşıp fısıldadı: “Göksel’e bakarken ritmi kaçırdı.”

Barış’a baktığı için bu olayı fark etmeyen Elçin’in ağzı açıldı. Göksel’e kısa bir bakış attıktan sonra tekrar Lale’ye baktı ve iki arkadaş birbirine gülümsedi.

Biriyle henüz yolun başındayken hissedilen yoğun duyguları çok iyi biliyorlardı.

Barış, “Dalgalarla demlenirdik,” diye başlayan ikinci kıta kısmına girdiğinde Göksel yeniden sahneye baktı. Gözlerinin odağı önceki seferlerde olduğu gibi Gökhan’dı. “Tuz kokardı şarkılar.”

Göz göze gelen ikili aynı anda gülümsedi. Üç kelimelik bir cümle ne kadar çok şey anlatabilirse bu cümle o kadar çok şey anlatıyordu onlar için. Bu cümle onlar için bir filmin ilk repliği gibiydi, bir şiirin ilk dizesi gibi; bir öykünün ilk satırı gibi, bir romanın giriş cümlesi gibi.

Her şey bu cümleyle başlamıştı.

Göksel şarkıya yine eşlik etti ama bu sefer bakışlarını Gökhan’a sabitlemedi, Gökhan da sık sık ona baksa da gözlerini bir kara delik gibi her şeyi içine çeken o mavi gözlere odaklamadı ve bir daha nota kaçırmadığından emin oldu.

Grup Giderdi Hoşuma’yı bitirdiğinde Göksel, kızlar ve müşterilerin bir kısmı onları alkışladı.

“Teşekkür ederiz,” dedi Barış. Mikrofondan uzaklaşıp Gökhan’a yaklaştı. “Az önce ne oldu?”

“Kusura bakmayın,” dedi Gökhan mahcup olarak. “Bir anlık dikkatsizlik ettim.”

“Göksel’e bakıyordun değil mi?” diye sordu Kuzey gülümseyerek. “Onu sana bakarken gördüm.”

Gökhan kıpkırmızı kesildi. “Bir yudum su içeyim de devam edelim,” dedi arkadaşının sorusuna cevap vermekten kaçınarak. “Güzel bir tempo yakaladık.”

Gökhan su içmek için arkasını dönerken üç delikanlı da birbirine bakıp sırıttı.

Grup akşamın beşinci şarkısı olarak Duman’ın Öyle Dertli parçasını seçmişti. Gökhan’ın en büyük idollerinden ve en sevdiği müzisyenlerden biri olan Batuhan Mutlugil’in imzasını taşıyan bu şarkı genç adamın en sevdiği Duman şarkısıydı. Sözleri yüreğine dokunan bu parça onda aynaya bakıyormuş hissiyatı uyandırıyordu. Geçmez sözün bir bana geçmez / Gücün yetmez ve yetmez gücün bir bana yetmez / Sözün geçmez, gücün yetmez satırları ona babasını hatırlatıyordu. Babası yarbay rütbesinde, çevresi tarafından saygı duyulan ve çekinilen bir adamdı ama Göktuğ Uygur’un herkes için emir olan sözleri Gökhan’a işlememişti; her şeye gücü yeten Göktuğ Uygur’un Gökhan’a gücü yetmemişti ve oğluna kendi istediği hayatı dayatamamıştı.

Şarkının nakaratıysa sanki kendisine söyleniyormuş gibi hissettiriyordu. Gökhan ne kadar dertli bakarsa baksın kimse görmemişti, şarkıları kalbinden söylemişti ama duyan olmamıştı; o da kaçmıştı, geriye bakmamıştı ve gözyaşları içine akıp gitmişti.

Bu şarkıyı dinlerken hayat hikâyesini okuyormuş gibi hissediyordu.

Şarkıya girdiklerinde Gökhan gitarı en yoğun duygularla çalmaya başladı. Bu şarkıyı çalıp söylemek kalbinde bir burukluk hissetmesine neden olsa da bir o kadar da iyi hissettiriyordu. Genç adam anlaşıldığını hissediyordu ve bir insanın belki de en çok ihtiyacı olan şey olmasına rağmen en nadir hissettiği bu anlaşılmak denen sihirli şey bir dostun güvenilir eli gibi sırtını sıvazlıyordu.

Orijinal şarkıda Kaan Tangöze nakaratı tek başına söylüyordu fakat Barış’a nakaratta Gökhan eşlik etti. Onun duygu dolu yorumu Göksel’in dikkatini çekti. Gökhan bu parçayı da tıpkı Oyuncak Dünya gibi yoğun duygularla çalıp söylüyordu ve genç kadın bu şarkının da onda özel bir yeri olduğunu anladı. Gökhan’ın geçmişini artık biliyordu, şarkının sözlerinin genç adam için ne anlama geldiğini anlaması da uzun sürmedi. Yüzünde buruk bir tebessümle onu seyretti, grubun ve Gökhan’ın fotoğraflarını çekti.

“Fotoğraflara biz de bakabilir miyiz?” diye sordu Lale.

“Tabii ki,” dedi Göksel. “Henüz birkaç tane çektim ama çektiklerimi göstereyim.”

Göksel çektiği fotoğrafları açıp kızlara göstermeye başladığında kızlar ilgili bir tavırla fotoğrafları inceledi. Göksel’in bu kamerası son model bir makine olmasa da kaliteli bir markanın iyi bir modeliydi ve çözünürlüğü yüksek fotoğraflar çekiyordu.

“Hepsi çok güzel,” dedi Elçin. “Anı yakalama becerin çok iyiymiş Göksel, harika kareler yakalamışsın.”

“Elçin’e katılıyorum,” dedi Lale. “Gökhan’ın da dediği gibi iyi bir fotoğrafçıymışsın.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Bu fotoğrafları bize de gönderir misin?”

“Gönderirim elbette. Fotoğrafları kalitelerinin bozulmaması adına bir internet sitesine yükleyip link oluşturuyorum, o linki sizlere de atarım ve sizler de istediğiniz fotoğrafları indirip cihazlarınıza kaydedebilirsiniz.”

“Çok iyi olur,” diyen Elçin gülümsedi. “Teşekkür ederiz.”

“Rica ederim.”

Şişelerini tokuşturup birer yudum daha içtiler.

“Nerede oturuyorsun?” diye sordu Lale. “Biraz kız kıza sohbet edelim.”

“Fatih’te oturuyorum,” diye cevap verdi Göksel.

“Öyle mi? Bizim üniversitenin kampüsüne yakın mısın?”

“Hayır, evim çok daha batıda kalıyor. Edirnekapı’ya yakın.”

“Anladım, uzaktaymışsın biraz.”

“Öyle ama ilçe merkezine göre sakin olması işime geliyor. Siz de çok iyi biliyorsunuzdur ki Fatih inanılmaz yoğun ve yorucu bir ilçe.”

“Bilmez miyiz? Dört sene o yoğunluğun içinde mücadele verdim resmen.”

“Ben vermeye devam ediyorum,” dedi Elçin. “Bu sene üçüncü senem olacak, önümde daha iki yıl var.”

“Kaç yaşındasın?”

“Yirmi iki yaşındayım. Aslında yaşıtlarım bu sene mezun oldu bile ama benim üniversite dönemim biraz çetrefilli geçiyor.”

“Biraz açmak ister misin?” diye sordu Göksel kibar bir sesle.

“Açayım,” dedi Elçin dirseklerini masaya yaslayarak. “Bir sene mezuna kaldım, ikinci senemde İstanbul Üniversitesini kazandım fakat bazı ekonomik ve ailevi durumlardan ötürü daha okula başlamadan kaydımı dondurmak zorunda kaldım. Ailemle beraber Tekirdağ’da yaşıyorduk, benim üniversiteyi kazanmamdan bir sene sonra oradan buraya taşındık ve ben de nihayet üniversiteye başlayabildim.”

“Anladım. Çok iyi bir üniversitede güzel bir bölümde eğitim alıyorsun, seni çok parlak bir gelecek beklediğinden eminim.”

“Mevcut şartlarda geleceğe umutla bakmak epey zor ama karamsar olmamaya çalışıyorum. Sana da teşekkür ederim. Hepimiz o parlak geleceklere sahip olmayı hak ediyoruz.”

“Kesinlikle ediyoruz,” dedi Göksel başını sallayarak. Lale’ye döndü. “Sen neler yapıyorsun?”

“İç mimarım,” dedi Lale. “Bir seneyi aşkındır bir ofiste çalışıyorum. İş güç uğraşıyorum anlayacağın.”

“İşini seviyor musun?”

“Evet, seviyorum. Evleri gezmekten, tasarımlar yapmaktan ve onları hayata geçirmekten hoşlanıyorum.”

“Ne güzel, öyleyse senin adına sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

Sahnedeki grup yeni şarkısına girdiğinde duyduğu tanıdık melodi Göksel’i yine sahneye döndürdü.

Grubun sıradaki şarkısı Aerosmith’in Dream On şarkısıydı.

Göksel’in favorisi.

Genç kadın Gökhan’la göz göze geldiğinde Gökhan ona göz kırptı. İçinden bir ses bu şarkıyı listeye Gökhan’ın eklettiğini söylüyordu çünkü genç adam bu şarkının onun favorisi olduğunu biliyordu. Göksel ilk buluşmalarında ona söylemişti.

Barış şarkıya girdiğinde onun düzgün aksanı Göksel’in ilgisini çekti. Genç adamın İngilizcesinin iyi olduğu telaffuzundan anlaşılıyordu.

“Of bu şarkı,” dedi Lale. “Efsane.”

“İlk kez bu şarkıyı söylüyorlar,” dedi Elçin. “Listeye eklemek kimin fikriydi acaba?”

Göksel cevabı biliyordu fakat bir şey söylemedi. Kısık sesle Barış’a eşlik etti. Steven Tyler bu şarkıyı bir başka söylüyordu ama Barış’ın yorumunu da beğenmişti. Genç adam şarkıyı hissederek söylüyor ve bunu dinleyiciye geçirmeyi de başarıyordu. Gökhan’ın gitar yorumuysa her zamanki gibi mükemmeldi.

Şarkının ikonik enstrüman kısmından sonra gelen nakarat bölümünde Gökhan da şarkıyı söylemeye başladığında Göksel’in kaşları havaya kalktı. Barış gibi Gökhan’ın da düzgün bir aksanı vardı ve kelimeleri doğru telaffuz ediyordu.

Genç kadın bu akşam daha ne kadar şaşıracağını merak ediyordu.

Gökhan’la göz göze geldiğinde ikisi de şarkıyı söylüyordu. Şu an şarkının sözleriyle ne kadar uyumlu olduklarını düşündü.

Benimle birlikte şarkı söyle / Yıllar için şarkı söyle / Kahkaha için şarkı söyle ve gözyaşı için şarkı söyle / Benimle birlikte söyle

Gökhan bakışlarını gitar klavyesine çevirse de Göksel ona bakmaya devam etti. Genç müzisyenin usta parmakları yine harikalar yaratıyor, şarkının sonuna doğru kusursuzca ilerliyordu. Kuzey ve Sarp kendi enstrümanlarıyla onu desteklerken Barış da şarkıyı yine tek başına söylüyor, arkasındaki bu yetenekli grubun varlığıyla mikrofonun başında daha da büyüyordu sanki.

“Çok iyiler,” diye bir yorumda bulundu Göksel. “Hepsi çok iyi.”

“Kesinlikle öyleler,” dedi Elçin bakışlarını bir anlığına Barış’tan alıp Göksel’e bakarak. “İşte en iyi ve efsanevi kısmı geliyor.”

Şarkının meşhur tiz notasının olduğu kısma geldiler. Barış tiz notalara çıkabilen bir yüksek baritondu fakat Tyler gibi bir tenor da değildi. Tyler kadar tize çıkamasa da kendi ses aralığının en tiz notasına çıkıp bu kısmı da başarıyla ve kendine özgü bir şekilde yorumladı.

Elçin ve Lale’yle beraber birkaç kişi daha bağırıp onu alkışladı. Barış onlara kısa bir bakış atıp gülümsedikten sonra şarkıyı söylemeye devam etti ve şarkının sonunu kusursuzca getirdi. Şarkının sözlü kısmı bittiğinde grup üyeleri şarkının sakin kapanışını da çaldı ve şarkının sonunu orijinal parçada olduğu gibi yumuşakça bitirdiler.

İçeride bir alkış tufanı koptu.

“Teşekkür ederiz,” dedi Barış. “Yabancı başyapıtlardan devam ediyoruz. Sıradaki şarkımız Nirvana grubunun efsanevi şarkısı Smells Like Teen Spirit.”

Mekânın içinden bağırış sesleri yükseldi.

Bir yudum su içen Gökhan parmaklarını iç içe geçirip kollarını öne uzattı. Yüzünü seyircilere geri döndüğünde Barış’a baktı. Arkadaşı ona onaylayıcı bir bakış attığında Gökhan şarkıya girdi. Genç müzisyen şarkının başındaki birkaç saniyelik gitar kısmını çalarken gülümsüyordu. Fender’ın temiz sesi hoparlörlerden tek başına yedi saniye yükseldikten sonra Sarp bateriyi çalmaya başladı ve tüm grup şarkıya girdi. Şarkı oldukça hareketli ve gürültülü bir rock klasiğiydi ve tüm grup üyeleri parçayı dinlemeyi de çalmayı da çok seviyordu.

Barış şarkıya solistin aksine tertemiz bir sesle girdi. Bunun orijinalinden çok farklı bir yorum olacağını daha şarkının başında belli etti.

Göksel kamerasını kaldırıp Barış’ı kadraja aldı, genç adam şarkı söylerken onun birkaç fotoğrafını çekti. Barış onu fark ettiğinde gülümsedi ve Göksel bu anı da yakaladı.

“Kesinlikle her şeye yetişiyor,” dedi Elçin.

“Güzel bir fotoğraf oldu,” dedi Göksel kamerayı Kuzey’e çevirirken. “Hepsini çekeceğim.”

Kuzey mikrofonun yan tarafında duruyordu, üst gövdesini biraz eğmişti ve klavyeye bakarak bas gitarı çalıyordu. Saçlarının uzun ön tutamları alnına dökülmüş ve gözlerini gölgede bırakmıştı. Göksel bu açıdan onun iki fotoğrafını çekmişti ki Kuzey başını kaldırdı, kafasını sallayıp saçlarını yüzünden uzaklaştırdı ve sağ tarafa doğru bir bakış attı. Göksel bilinçsiz verilen bu pozu da elbette kaçırmadı ve deklanşöre basıp ölümsüzleştirdi.

“Evet!” dedi genç fotoğrafçı sevinçle. “Yakaladım.”

“Kuzey’i mi çektin?” diye sordu Lale.

“Evet ve muhteşem bir fotoğraf oldu.”

“Bizi iyice meraklandırıyorsun.”

Göksel ona bakıp gülümsedi. “Size gönderdiğimde uzun uzun incelersiniz.”

Göksel’in bu seferki odağı Sarp oldu. Barış’ın kullandığı mikrofon ayağı biraz solda olduğu için oturduğu yerden Sarp’ı rahatça görebiliyordu. Göksel bateristi kadrajına alıp açıyı ayarladı. Sarp’ın giydiği kolsuz tişört genç adamın terleyen omuzlarını açıkta bırakıyordu ve sahnenin ışıkları altında omuzları parlıyordu. Alnında da ter damlaları vardı ve damlalar şakaklarından kulaklarına doğru ince bir çizgi hâlinde iniyordu. Göksel öndeki Barış yüzünden baterinin tamamını kadraja alamazdı, yalnızca Sarp’ın görünmesini istediği için çekeceği alanı biraz küçülttü ve genç bateristle baterinin bir kısmını kadraja alıp birkaç fotoğraf çekti.

Kamerasını indiren Göksel çektiği fotoğraflara bakacaktı ki kızlar öne doğru eğilip ona yaklaştı.

“Biz de bakabilir miyiz?” diye sordular.

“Tabii,” diyen Göksel kamerayı hepsinin görebileceği şekilde tuttu. “Beraber bakalım.”

Hep birlikte Göksel’in çektiği fotoğrafları incelediler.

“Fotoğraflara bayılacaklar,” dedi Lale. “Hepsi çok güzel olmuş. Ellerine sağlık.”

“Kesinlikle,” diye ona arka çıktı Elçin. “Sarp ve Barış’ın hiç bu kadar havalı fotoğrafları olmamıştı. Tabii Kuzey’in de. Gökhan’ın var ve onu da sen çektin zaten.”

Onun bu cümlesi Göksel’i gülümsetti. “Teşekkür ederim. Sizi de çekeyim mi şimdi?”

“Olur.”

Kızlar birkaç poz verdiğinde Göksel onları çekti. Elçin ve Lale güzel kızlardı, fotoğraflarda da güzel çıktılar.

Grup şarkının solosuna geldiğinde Göksel kamerayı video moduna aldı, kamerayı masada peçeteliğin üzerine sabitledi ve kayda başladı. Grup bu ikonik soloyu muhteşem bir şekilde çalarken onların performansı kamera tarafından anbean kaydediliyordu. Gitarlarını kafa sallayarak çalan Gökhan ve Barış saniyeler sonra sırt sırta verdi ve soloyu o şekilde çalmaya devam ettiler. Göksel yüzünde bir gülümsemeyle onları izlerken bu anı ölümsüzleştirdiği için mutluydu.

Solodan sonra şarkı biraz yavaşlasa da nakaratta ivmesini geri kazandı ve kapanışa kadar da aynı gürültü ve hareketi sürdürdü. Barış şarkının son kısmını boğazını sıkıp kirli bir sesle bağırarak söyledi ve grubun da desteğiyle harika bir kapanış yaptı. Mekânın içinden alkışlar ve ıslıklar yükselirken Göksel kameraya uzandı ve video kaydını durdurdu.

“Sağ olun,” dedi Barış elini göğsüne koyarak. “Hiç hız kesmeden devam ediyoruz.”

Grup 1,5 saat boyunca pek çok farklı şarkıyı çalıp söyledi, kızlar da bir yandan sohbet edip bir yandan da onları izledi. Akşam Göksel için son derece eğlenceli ve keyifli geçiyordu, genç kadın buraya geldiği için mutluydu.

“Kısa bir aradan sonra devam edeceğiz,” dedi Barış.

Grup üyeleri sahneden indiğinde Göksel şaşırdı. Onların tüm gece boyunca sahnede olacaklarını düşünüyordu fakat anlaşılan işler düşündüğü gibi ilerlemeyecekti.

“Selam,” dedi masaya yaklaşan Barış. Elçin’in yanağına küçük bir öpücük kondurdu. “Sen beni hiç öpme, çok terliyim.”

“Al kurulan biraz,” diyen Elçin ona peçete uzattı.

Barış’ın peşinden masaya gelen Sarp da Lale’nin saçlarını öptü.

“Nasıl gidiyor akşamın?” diye sordu.

“Çok güzel,” dedi Lale gülümseyerek. “Sayenizde çok keyifli vakit geçiriyoruz.”

Gökhan masaya yaklaşıp Göksel’in sandalyesinin arkasına dokundu.

“Selam,” dedi genç adam. “N’aber?”

“Selam,” diye karşılık verdi başını kaldırıp ona bakan Göksel. “İyiyim, senden n’aber?”

“Çok iyiyim, benim için harika bir akşam oluyor. Sende durumlar nasıl?”

“Benim için de harika bir akşam oluyor, çok keyifli vakit geçiriyorum.”

Gökhan gülümsedi. “Bunu duyduğuma sevindim.”

“Otursana,” diyen Göksel dördüncü sandalyedeki çantaları kaldırdı. “Biraz dinlenin.”

Diğerleri de sandalye buldular ve kendilerine birer bira sipariş edip masaya oturdular.

“Göksel sizin muhteşem fotoğraflarınızı çekti,” dedi Elçin. “Hiçbirinizin sahne alırken çekilmiş bu kadar güzel fotoğrafları yok.”

“O kadar diyorsun,” dedi Kuzey. “Bakabilir miyiz?”

“Aynen, bir görelim,” dedi Sarp. “Seni fotoğraf çekerken görmüştüm ve açıkçası merak ediyordum.”

“Bakabilirsiniz,” diyen Göksel kamerasını açtı ve akşamın ilk fotoğrafını buldu. “Şu tuşa basıp diğer fotoğrafları ve videoları da görebilirsiniz.”

“Video da mı çektin?” dedi şaşıran Barış. “İzleyelim bakalım.”

“Ben de bakayım,” diyen Gökhan ayaklanıp karşıda oturan Sarp’ın sandalyesinin arkasında durdu.

Erkekler fotoğrafları incelemeye başladığında Göksel gergin bir tavırla ellerini kucağında birleştirdi. Çektiği fotoğraf ve videoların insanlar tarafından incelenmesine alışkındı fakat onlar Gökhan’ın yakın arkadaşlarıydı ve ne düşüneceklerini merak ediyor, önemsiyordu.

“Yuh yuh yuh!” dedi Kuzey, Göksel’in onu sağa bakarken yakaladığı fotoğrafı gördüğünde. “Ben miyim lan bu?”

“İnanması zor ama sensin galiba,” dedi Sarp sırıtarak. “Çok iyi çıkmışsın.”

“Bildiğin ateş ediyorum oğlum,” deyip Göksel’e baktı. “Fotoğraflar aşırı iyi olmuş. Bunları bize atarsın değil mi?”

“Atarım tabii,” dedi Göksel gülümseyerek. “Ve teşekkür ederim.”

“Hobi olarak mı fotoğraf çekiyorsun?” diye sordu Sarp. “Bayağı iyisin gerçekten.”

“Hobi olarak başladı ama mesleğime dönüşmek üzere,” diye cevap verdi Göksel. “Mezun olduktan sonra bu alanda çalışmayı planlıyorum.”

“Ne okuyordun?” dedi Barış.

“Fotoğraf ve Video bölümünde son seneme geçtim. Yıldız Teknik Üniversitesi bünyesinde bir bölüm.”

“YTÜ’den misin?” dedi Kuzey. “Oradan epey arkadaşımız var, tabii onlar da bizim gibi mühendis.”

“Evet,” diye onu onayladı Barış. “Oradan bayağı kişiyi tanıyoruz. Sen hangi fakültedesin?”

“Sanat ve Tasarım Fakültesi,” dedi Göksel. “Davutpaşa Kampüsü’nde, Esenler’de.”

“Müzik bölümleri de var orada.”

Bu cümle Gökhan’ın ilgisini çekti.

“Evet, Dans bölümü de var.”

“Hiç bahsetmemiştin,” dedi Gökhan genç kadına bakarak.

“Hiç konusu açılmadı ki,” dedi Göksel. “Ses Sanatları Tasarımı ve Müzik Toplulukları bölümleri var, bir de Dans bölümü var işte.”

“Doğru, hiç konuşmadık. Konservatuvar olsaydı bilirdim ama bu bölümlerin olduğunu ilk kez duydum. Aynı fakültedesiniz değil mi?”

“Evet hatta arada derslerine denk geliyoruz, gösterileri oluyor, gidip izliyoruz falan.”

“Ne güzel.”

Barış, Sarp ve Kuzey hep beraber Gökhan’a bakınca Gökhan gülümsemeyi bıraktı ve onlara gözlerini belerterek baktı.

“Eğitimli bir fotoğrafçısın o hâlde,” dedi Kuzey. “Sadece fotoğrafçı da değil, videocu. Sanırım az önce yeni bir kelime yarattım.”

Masadakiler gülüştü.

“Video grafiker daha doğru,” dedi Göksel. “Fotoğrafçı ve video grafiker olma yolunda emin adımlarla yürüyen biriyim diyeyim.”

“Geleceği parlak genç bir video grafiker diyelim,” dedi Gökhan araya girerek. “Göksel çok mütevazıdır ama gördüklerinizden sonra onun ne kadar muhteşem işler çıkardığını anlamışsınızdır.”

Şaşıran Göksel’in yanakları da pembeleşti.

“Gerçekten çok iyi,” dedi Sarp. “Eğitimli olduğunu anlayıp sormuştum zaten. Sadece hobi olarak çekim yapan birinin çekemeyeceği kadar üst düzey fotoğraflar.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Beğenmenize çok sevindim. Fotoğraf ve videoları bilgisayarıma attıktan sonra Gökhan’a linkini yollarım, o da size yollar ve istediklerinizi kaydedebilirsiniz.”

“Hesabım şenlenecek,” dedi Barış. “Bir sürü fotoğraf atacağım.”

“Ben o fotoğrafımı kimliğimde kullanmak için başvuru yapmayı düşünüyorum,” dedi Kuzey.

Masadan yine kahkaha sesleri yükseldi.

“Keşke istediğimiz fotoğrafı resmî olarak kullanabilsek gerçekten,” dedi Barış. “Bu ciddiyet beni yoruyor.”

“Katil gibi çıktığım o fotoğraftansa bu fotoğraf çok daha iyi bence,” dedi Kuzey. “Ama bunu gel de resmî kurumlara anlat.”

Delikanlıların sipariş ettikleri biralar geldi.

“Bu gecenin şerefine içelim,” diyen Barış şişesini kaldırdığında diğerleri de şişelerini kaldırdı. İçkisi olmayan tek kişi Göksel’di, o da içi limonata dolu olan bardağını kaldırdı. “Şerefe!”

“Şerefe!”

Gökhan şişesini Göksel’in bardağına vurduktan sonra biradan büyük bir yudum içti, Göksel de tebessüm ederek limonatasından bir yudum içti.

“Hep beraber çekilmiş videomuz var,” dedi Sarp. “Beyler gelin.”

Dört kafa yine kameraya yaklaştığında kızlar onların bu hâline gülerken Sarp videoyu oynattı.

Smells Like Teen Spirit,” dedi Gökhan. Başını kaldırıp Göksel’e baktı. “Muhteşem bir performans sergilediğimizi düşünüyordum, kaydederek ne iyi etmişsin.”

“Ben de öyle düşündüğüm için kayda aldım,” diye cevap verdi Göksel.

Gökhan gülümseyerek videoyu izlemeye girişti. İki dakikalık video, şarkının solosundan kapanışına kadar olan kısmı kapsıyordu. Altı çift meraklı göz videoyu izlerken Göksel de limonatasından minik yudumlar içerek onları bekledi.

“Sahneyi yıkıp geçmişiz resmen,” dedi Kuzey. “Gök videonun yıldızı fakat biz de çok iyi iş çıkarmışız.”

“Eyvallah kardeşim,” diyen Gökhan onun omzunu sıktı. “Hepimiz muhteşem performans sergilemişiz.”

“Ellerine sağlık,” dedi Barış, Göksel’e. “Bizim için bu özel geceyi böylesine güzel bir şekilde ölümsüzleştirdiğin için teşekkür ederiz.”

Diğerleri de teşekkür ettiğinde Göksel gülümseyerek, “Rica ederim,” dedi. “Fotoğraflar ve videolar herkes için güzel birer anı olarak kalacak.”

“Kesinlikle kalacaklar.”

Herkes yerine geçtiğinde Gökhan da Göksel’in yanına oturdu.

“Şarkı listemizi nasıl buldun?” diye sordu Gökhan.

“Çok beğendim,” dedi Göksel. “Özellikle Giderdi Hoşuma ve Dream On muhteşem seçimler olmuş.”

“Bu akşamın şarkı listesinde olmaları gerektiğini düşündüm.”

“İyi düşünmüşsün.”

Gökhan şişesini kaldırdığında Göksel de bardağını kaldırdı ve onunkiyle tokuşturdu.

“Şunlara bakın,” diye fısıldadı Elçin. “Çok tatlı değiller mi?”

“Yakışıyorlar,” dedi Barış. “Göksel iyi bir kıza benziyor.”

“Gökhan’ın aklını başından aldığı da bir gerçek,” dedi Lale kısık sesle. “Yakında güzel haberi alırız millet.”

Gökhan onlara kısa bir bakış attığında birbirlerini duymak için birbirlerine yaklaşan beşli birbirinden uzaklaştı. Gökhan onların kendileri hakkında konuştuğunu anlayarak gülümsedi.

İçkilerini bitiren grup üyeleri yeniden sahneye çıktı. Onlar performanslarına kaldığı yerden devam ederken kızlar da bir yandan onları izlerken bir yandan da sohbet ettiler. Ortak noktaları olan Fatih’ten konuştular, ilçeden ve İstanbul’dan bahsettiler; Göksel onlarla fotoğraf geçmişi hakkında konuştu, onlar da kendi hayatları hakkında bir şeyler anlattılar. Elçin ve Lale, Göksel’i sevmişti, Göksel de onları sevdi hatta Instagram’dan birbirlerini takip ettiler.

Saatler gece yarısı olmak üzereydi. Mekân hâlâ kalabalıktı ve grup da hâlâ sahnedeydi. Çalacakları son iki şarkı kalmıştı, onları da çaldıktan sonra bu gece onlar için bitiyordu.

Grubun sondan bir önceki şarkısı usta gitarist Demir Demirkan’ın solo şarkısı olan Gitti Gider’di. Bu şarkı da Gökhan’ın listeye eklettiği parçalardan biriydi. Çok severek dinlediği bu şarkıda kendinden büyük parçalar buluyor ve yine hayat hikâyesini okuyormuş gibi hissediyordu.

“Zamanla tanırsın insanları,” diye şarkıya giren Barış’ın sesi artık yorgun çıkıyordu. “Yiter hayallerin birer birer / Gerçeği görüp / Nefreti tadarsın zamanla.”

Göksel şarkıyı bildiğini biliyordu ama nakarat kısmı gelene kadar çıkaramadı. Nakaratta şarkıyı ve sözlerini hatırlayan genç kadın şarkıyı mırıldanmaya başlamıştı ki sahnedeki Barış’ın sesine eşlik etmeye başlayan sesi duyunca susup sahneye baktı.

Gökhan da şarkıyı söylüyordu. Yine duygu dolu bir yüz ifadesi ve ses tonuyla. Onun yüzündeki burukluğu görmek göğsünün solunda bir ağrı hissetmesine neden oldu.

Bu adam gitti gider / Yorgun argın / Usulca buradan göçer / Kırgın üzgün

Bu satırlar ne kadar da onu anlatıyordu.

Nakarat bitince Gökhan Göksel’e baktı ve genç kadını kendisine bakarken buldu. Bir gülümseme Göksel’in dudaklarında yuva yaptığında Gökhan’ın dudakları da yukarı kıvrıldı.

Kütahya’dan kırgın ve üzgün bir şekilde göçerek yorgun argın hâlde geldiği İstanbul’da şu an karşısında oturan bu yüze bakarken bunların hiçbirini hissetmiyordu; tek parça, mutlu, hayat dolu ve her şeyi yapacak enerjiye sahip olduğunu hissediyordu.

Göğsünün solundaki o sıcaklık kendisini yeniden belli etti.

Şarkının kalanında yüzündeki burukluk artık yoktu, onun yerine tebessüm ediyordu.

İkinci nakarattan sonra muhteşem bir solo vardı ve sahne yine Gökhan’a aitti. Genç müzisyen gitarıyla sahnede fırtına estirirken Göksel onun iki tane fotoğrafını çekti. İlk fotoğrafta Gökhan’ın yüzü ciddiyken ikincide yaptığı işten zevk aldığını gösteren bir ifade vardı, genç adam burnunu kırıştırırken ağzını da biraz açmıştı. Yüzünde boncuk boncuk terler vardı fakat bu Göksel’i rahatsız etmek yerine aksine ona çekici geldi.

Bu fotoğrafı sevmişti.

Barış ve Gökhan son nakaratı da beraber söyleyip şarkıyı bitirdiğinde mekândan alkış sesleri yükseldi.

“Teşekkür ederiz,” dedi Barış. “Artık gecenin son şarkısına geldik. Bu gece bize eşlik ettiğiniz ve değerli vaktinizi bizi saygıyla dinleyerek geçirdiğiniz için teşekkür ederiz. Gecenin son şarkısı büyük üstat, gitar virtüözü Yavuz Çetin’in Benimle Uçmak İster Misin? adlı muhteşem parçası.”

Şarkının girişi gitarla başlıyor, arkadan da hafif bir davul sesi geliyordu. Giriş sakin ve yumuşaktı, şarkının hoş bir ritmi vardı. Göksel başını yavaşça iki yana sallarken şarkıdan şimdiden hoşlanmıştı.

“Benimle uçmak ister misin bu gece?” diye şarkıyı söylemeye başladı Barış. Şarkının sakinliği hâlâ devam ediyordu. “Yükseklerde olmaktan korkar mısın? / Topraktan ayrılalım bir süre için / Dünya bir yere gitmez / Biz yüzerken göklerde.”

Nakarattan önceki bu son cümlede Göksel ve Gökhan göz göze geldi. Gökhan iki saniye genç kadına baktıktan sonra bakışlarını gitar klavyesine çevirip nakarat kısmını çalmaya başladı.

“Bu şarkı bu akşam ayrı bir güzel,” dedi Elçin. “Çünkü Barış gözlerimin içine bakarak söylüyor. Burası fazla mı sıcak oldu ne?”

Lale gülerken Göksel de gülümsedi.

“Aşkın ateşi bebeğim,” dedi Lale. “Bir yudum bira iç.”

“Biram da kalmadı ki,” dedi Elçin boş şişeye bakarak. “Hafiften başım dönüyor, yenisini istemeyeceğim. Bu akşamlık bu kadar yeter.”

“Hafiften beni de çarptı. Üç buçuk şişe içtik ikimiz de.”

“İçtik mi o kadar ya?”

“İçtik tabii ya.”

“Neden böyle olduğum şimdi anlaşıldı.”

Kızlar gecenin içki analizini yaparken grup ikinci kez nakarata girdi. İkilinin aksine çakırkeyif olmayan Göksel dikkatli gözlerle ikinci kez nakaratı söyleyen grubu izliyordu.

“Gel benimle ol / Unut bütün dertlerini / Rüzgâr bizi bekler / Daha fazla vakit kaybetmeyelim.”

Kelimenin sonunu uzatarak söyleyen Barış’ın sesi yorgun olmasına rağmen kontrollü çıktı. Bir adım geri çıkıp mikrofondan uzaklaşan genç adam tüm odağını gitar çalmaya verdi.

“Yine bir solo çalacaklar,” diye düşündü Göksel. Bakışlarını Gökhan’a çevirdi. Mikrofon ayağının yanında duran genç müzisyenin başı öne eğikti fakat gitar klavyesine bakmak yerine gözlerini kapatmıştı ve başını yavaşça sallıyordu. Dağılan saçlarının uzun ön tutamları özgürce alnına dökülmüş, ona hoş bir hava katmıştı.

Şarkının uzun solosunun başları sakin ilerliyordu. Yavuz Çetin yine ustalığını konuşturuyor, solonun can alıcı kısımlarına geçmeden önce dinleyiciyi en iyi kısım için hazırlıyordu.

Solonun başlarını gözü kapalı çalan Gökhan ritim hızlanmaya başlayınca gözlerini açtı. Başını kaldırıp doğrudan karşısına bakan genç adamın kahverengi gözleri Göksel’in mavi gözlerini buldu. Bu akşam sahne almak hariç en sevdiği şey kendisini izleyen bu bir çift gök mavisi gözü görmek olmuştu. Onu hemen birkaç adım ötesinde yüzünde hayran ve memnun bir ifadeyle gülümseyerek kendisini izlerken görmek bu akşamın en güzel olaylarından biriydi.

Solonun can alıcı kısmı geldiğinde Gökhan yine harikalar yaratıyordu. Usta parmakları bir sihir yapıyormuş gibi gitar klavyesinin üstünde gezinirken içeriden de bağırış sesleri yükseliyordu. Gülümserken aralanan ağzından dişleri görünen Göksel de başını hafifçe sallayarak pürdikkat genç gitaristi izliyordu. Karşısında henüz konservatuvar öğrencisi olan genç bir adam vardı fakat Göksel geleceğin büyük müzisyenlerinden ve gitaristlerinden birini izlediğini biliyordu.

Gökhan’ı parlak bir gelecek bekliyordu.

Solo bittikten sonra şarkının son kez nakaratının söylendiği kısım geldi.

“Gel benimle ol,” diye Barış’a eşlik eden Gökhan, bu kısmı Göksel’e bakarak söyledi. Bakışlarını gitar klavyesine çevirdi. Unut bütün dertlerini / Rüzgâr bizi bekler. Gözleri yeniden o mavi gözleri buldu ve söyledi: “Daha fazla vakit kaybetmeyelim.”

Göksel’in tebessüm ettiğini görünce dudakları yukarı kıvrıldı ve bir adım geri çekilip şarkının kapanış solosunu çalmaya başladı. Genç gitarist kafasını sallayarak, sahnede son kez esip gürlerken mekânın içinden bağırışlar da son kez yükseldi. Grup üyeleri geceyi izleyicilerin bir süre aklında kalacak muhteşem bir kapanışla bitirdi.

“Bravo!” diye bağırdı onları alkışlayan Elçin. “Harikasınız!”

Lale ve Elçin bağırırken Göksel’se onları sakince alkışlamayı tercih etti.

“Teşekkür ederiz,” dedi Barış. Terden ıslanan saçlarını eliyle geriye yatırdı. “Ben Barış, arkadaşlarım Kuzey, Sarp ve Gökhan bu gece için herkese çok teşekkür ederiz. Hepinize iyi geceler. Sağ olun.”

Müşteriler yavaşça ayağa kalkarken kızlar da masadan kalktı.

“Siz bu gece ne yaptınız yahu?” dedi sahneye çıkan Elçin. Barış’ı kendine çekip onu dudaklarından öptü. “Harikaydınız, muhteşemdiniz, olağanüstüydünüz.”

“Mekânı yıkıp geçtiniz,” dedi Lale. O da Sarp’ın yanına gitmişti. “Gururlu bir anne gibiyim şu an.”

Hepsi gülüştü.

“Yüreğinize sağlık,” dedi Göksel. O hâlâ sahnenin önünde, aşağıda duruyordu. “Çok iyiydiniz.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Barış. “Dördümüzü bir de sahnede yan yana çeker misin? Son bir fotoğraf olsun.”

“Çekerim tabii.”

Barış ve Gökhan yere çökerken Sarp ve Kuzey onların arkasında ayakta durdu. Hepsi tipini şöyle bir düzelttikten sonra Göksel onların fotoğrafını çekti.

“Biri de hepimizi çeksin,” dedi Gökhan. “Hatıra kalsın.”

“Tam ben diyecektim,” dedi Elçin. Bir garson buldu. “Bizi çeker misiniz?”

Göksel kamerasını garsona verdikten sonra sahneye çıktı.

“Gel yanıma,” dedi Gökhan.

Göksel onun yanına ilerleyip solunda durdu, genç kadının diğer tarafında da Elçin vardı. Yedi genç yan yana ayakta, sahnenin ortasında durdu. Elçin Barış’a sarılıp elini göğsüne koyarak poz verirken Barış da kolunu onun beline sardı, Sarp kolunu Lale’nin omzuna atıp kız arkadaşını dibine çekerken Kuzey de sağ kolunu Sarp’ın omzuna koyup bir bacağını diğerinin önüne attı. Göksel belinde o tanıdık eli hissettiğinde gülümsedi ve vücudunu Gökhan’a yasladı. Tepeden ona bakan Gökhan da gülümseyerek elini onun ince belinin yan tarafına ilerletip onun belini sarmaladı.

“Hazırsanız çekiyorum,” dedi garson. “Gülümseyin.”

Hepsi birden gülümsediğinde garson deklanşöre bastı ve garanti olsun diye iki fotoğraf çekti.

“Tamamdır.”

Garson kamerayı sahibine uzattığında Göksel öne çıkıp kamerayı aldı.

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel.

“Eyvallah,” dedi onun peşinden giden Gökhan. “Teşekkür ederiz.”

“Rica ederim.”

“Şimdi buraları toplayalım,” dedi Barış. “İşimiz daha bitmedi beyler.”

Diğerleri sahneyi toparlamaya giriştiğinde Gökhan Göksel’e döndü. Elini cebine atıp sarı penasını çıkardı.

“Bu akşamdan bir hatıra olarak sende kalsın,” deyip penayı Göksel’e uzattı.  “Bende bir kutu dolusu var zaten.”

Göksel onun avcunda duran penayı alıp capcanlı bir sarı tonundaki penaya baktı, ortasındaki G harfini inceledi. Bu penanın Gökhan için kişisel bir pena olduğunu anladı, neticede üstünde adının ilk harfi vardı ve bu penayı kendisine vermesi aslında aralarındaki samimiyetin ne denli ilerlediğini gösteriyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi genç kadın başını kaldırıp onun yüzüne bakarak. “Saklayacağım.”

“Memnun olurum.”

Erkekler sahneyi toplayıp, enstrümanlarını alırken kızlar da hesabı ödedi. Göksel kendi içtiklerinin, kızlar da kendilerinin ve erkeklerin içtiklerinin parasını verdi. Hesap biraz kabarık gelse de bu tarz güzel akşamlar sık yaşanmadığı için hiç gocunmadılar.

Delikanlılar sahneden indiğinde Gökhan, Barış ve Kuzey’in sırtlarında gitar çantaları vardı, bateri mekâna ait olduğu için o sahnede durmaya devam ediyordu fakat Sarp’ın elinde de uğurlu olduğunu düşündüğü bateri bagetleri vardı. Bateriyi her zaman bu bagetlerle çalardı.

“Hesabı hallettik,” dedi Elçin. “Artık çıkabiliriz.”

Beraber çıkışa doğru yürüdüler.

“Ben bir lavaboya gideyim,” dedi Göksel. Muhatabı Gökhan’dı.

“Ben de gideceğim,” dedi Gökhan. “Millet biz lavaboya gidiyoruz.”

“Ben de gidiyorum,” diyen Sarp bagetlerini Lale’ye verdi. “Bir saattir tutuyorum resmen. Yarım litre birayı kafaya dikmek iyi bir fikir değildi.”

Diğerleri gülüştü.

Sarp ve Gökhan erkekler tuvaletine girerken Göksel de kadınlar tuvaletine girdi. Ellerini yıkayan genç kadın rujunu da tazeleyip üstünü başını şöyle bir düzeltti. 

Göksel tuvaletten çıktığında Gökhan ya da Sarp’ı göremedi. Sarp çıktıysa bile giderdi fakat Gökhan çıkmış olsa onu beklerdi, burada olmadığına göre henüz çıkmamıştı ve beklemek ona düşmüştü.

Boy aynasında kendine bakarken, burada güzel fotoğraf çekebileceğini düşünüp makinesini çıkardı. Duvar kağıtları ve tepedeki kırmızı ışıklandırma güzel görünüyordu. Genç kadın ilk fotoğrafta kamerayla yüzünü kapattı, ikincide kamerayı biraz yanda tutup yüzünü ortaya çıkardı ve hafifçe tebessüm ederek poz verdi.

Erkekler tuvaletinin kapısı açıldığında Gökhan içeriden çıktı. Aynanın önünde fotoğraf çeken Göksel’i fark ettiği esnada Göksel de onu fark edip kamerasını indirdi.

“Birlikte de çekilelim mi?” diye sordu Gökhan.

“Olur,” dedi Göksel. “Gel.”

Gökhan onun yanına ilerlediğinde ikili aynanın karşısında yan yana durdu. İkisi de yan yana duran bedenlerine baktı.

Güzel görünüyorlardı.

Gökhan bir adım geri çekilip gövdesinin bir kısmını Göksel’in arkasına sakladı. Göksel sol bacağının üstüne hafifçe yaslanıp sağ ayağını da öne koydu. Onun hareketlerini aynadan izleyen Gökhan elini kaldırıp onun belini kavradı.

“Sol ayağın içe baksın,” diye onu yönlendirdi Göksel. “Ağırlığını da sağ bacağına verirsen benim arkamda olduğu için gözükmez.”

“Pekâlâ,” dedi Gökhan onun dediklerini yaparak. “Bu işin uzmanı sensin, sen ne dersen o.”

Kamerayı kaldıran Göksel kamerayı iki eliyle ikisinin arasında tuttu. “Poz ver,” dedi. “Çekiyorum.”

İkisi de gülümsediğinde Göksel deklanşöre bastı.

“Bir tane de ben çekeyim,” dedi Gökhan.

“Olur,” diyen Göksel kamerayı ona verdi. “Çek bakalım. Nasıl kullanacağını biliyor musun?”

“Hayır ama nasıl fotoğraf çekeceğimi biliyorum. Deklanşöre basıyorum ve bu kadar.”

Onun bu cümlesi Göksel’i güldürdü. “Hadi bakalım.”

Gökhan ikinci fotoğraf için ciddi bir ifade takınırken Göksel de biraz tebessüm etti. Kamerayı tutan Gökhan ikisinin kadrajdaki görüntüsüne baktıktan sonra dik tuttuğu kameranın deklanşörüne başparmağıyla basıp fotoğraf çekti.

“Umarım düzgün çekebilmişimdir,” dedi Gökhan. “Bak bakalım görüntüyü kaydırmış mıyım?”

“Çekmişsindir,” dedi Göksel ona destek olurcasına. “Kamera sabitti, görüntü kaymamıştır.”

Çektikleri fotoğraflara baktılar. İki fotoğraf da sorunsuzdu ve ikili gayet güzel çıkmıştı.

“Çok iyi olmuşlar,” dedi Gökhan. “Beğendim.”

“Ben de beğendim.”

Sarp da tuvaletten çıkınca hep birlikte mekândan ayrıldılar. Kuzey’in ağabeyinin arabası girişte duruyordu. Onları almaya gelmişti.

“Merhaba ağabey,” dedi Gökhan.

İkili kafa tokuşturarak selamlaştılar.

“Merhaba,” dedi Kuzey’in ağabeyi Berk. “Duydum ki bu akşam fırtına koparmışsınız. Son dakika işim çıkmasaydı izlemeyi çok isterdim.”

“Belki ileride telafisini yaparız.”

“Olabilir, bakalım,” diyen Berk, Göksel’e döndü. “Bu güzel hanımefendi bahsettiğin arkadaşın mı?”

“Evet,” diyen Gökhan da Göksel’e döndü. “Berk ağabey, Göksel; Göksel, Berk ağabey.”

“Memnun oldum,” diyen Berk elini genç kadına uzattı.

“Ben de öyle,” diyen Göksel onunla tokalaştı.

Berk de Kuzey gibi uzun bir gençti, Kuzey’e benziyordu ama yirmi sekiz yaşında olduğu için yüz ifadesi hâliyle ondan çok daha olgundu. Otuzuna merdiven dayamış bir adam olduğu anlaşılıyordu.

“Siz Barış’la sana geçeceksiniz değil mi?” diye sordu Berk.

“Aynen,” dedi Gökhan. “Otobüse binip benim eve geçeceğiz.”

“Bu akşam Gökhan’ın misafiriyim,” dedi Barış, Gökhan’ın omzuna dokunarak.

“İyi bakalım,” dedi Berk. “O zaman ben bu ekiple beraber Avrupa Yakası’na geçiyorum.”

Gökhan ve Barış arkadaşlarıyla vedalaştı.

“Göksel tanıştığıma çok memnun oldum,” dedi Elçin. Yanaklarını birbirine değdirerek vedalaştılar. “Arada görüşebiliriz umarım.”

“O memnuniyet bana ait,” dedi Göksel gülümseyerek. “Yine bir şeyler ayarlarız belki.”

Göksel, Lale ile de görüştükten sonra Sarp ve Kuzey’in de elini sıktı. Araca binen kalabalık grup yola koyulduğunda Göksel, Gökhan ve Barış yalnız kaldı.

“Herkesi yolcu ettik,” dedi Barış. “Göksel sen arabayla gelmiştin değil mi?”

“Evet,” dedi Göksel.

“Ben seni yolcu edeyim,” dedi Gökhan. “Sonra biz de otobüs durağına yürüyüp eve geçeriz.”

“Tamam.”

Göksel ve Barış tokalaştı.

“Tanıştığıma çok memnun oldum,” dedi Barış. “Umarım bu akşam çok keyifli vakit geçirmişsindir. Fotoğraflar ve videolar için de tekrardan çok teşekkür ederim.”

“Ben de memnun oldum,” dedi Göksel. “Kesinlikle keyifli vakit geçirdim ve rica ederim. Dosyaları muhtemelen yarın gün içinde kameradan bilgisayara atarım, Gökhan’a gönderirim ve siz de ondan alırsınız.”

“Teşekkür ederiz. O zaman iyi akşamlar.”

“İyi akşamlar. Kendine iyi bak.”

“Sen de.”

“Ben Göksel’e aracına kadar eşlik edeyim,” dedi Gökhan. “Hemen dönerim.”

“Tamam,” diyen Barış ona göz kırptı. “Bekliyorum ben.”

Göksel ve Gökhan yavaş adımlarla Göksel’in arabasına yürümeye başladı.

“Bu akşam burada olmandan çok memnun oldum,” diye söze girdi Gökhan. “Bugün bana eşlik etmen benim için önemliydi, teşekkür ederim.”

“Ben de burada olmaktan çok memnun oldum,” dedi Göksel. “Çok keyifli vakit geçirdim. Sen ve arkadaşların sahnede harikalar yarattınız, kızlarla da güzel sohbet ettik.”

“Onlarla anlaşmana sevindim. Hepsi seni sevdi.”

“Ben de onları sevdim.”

Göksel’in arabasına ulaştıklarında yan döndüler, kafasını binanın kenarından çıkarıp onları izleyen Barış onların yan döndüğünü görünce hızlıca binanın arkasına saklandı.

“Kapanış şarkısına bayıldım,” dedi Göksel. “Yolda giderken dinleyeceğim. Bu akşam da sen bana birkaç öneri yaparsın belki.”

Gökhan gülümseyerek, “Seçim yapmak benim için çok zor,” dedi. “Direkt Satılık albümünü dinlemeni tavsiye ederim. Oyuncak Dünya da o albümde.”

“Peki, tüm albümü dinlerim. Nasıl olsa yolum uzun ve bolca vaktim var.”

“Favorilerini söylersin. Hangilerini seveceğini merak ediyorum.”

“Söylerim. O hâlde ben yavaştan kaçayım, daha da geç olmadan eve gitsem iyi olacak.”

“Aynen, vakit yeterince geç oldu zaten,” dedi Gökhan. Onunla sabaha kadar yan yana durabilirdi fakat bunu ona söylemeyi tercih etmedi.  “Aracı dikkatli sür lütfen, eve varınca da haber etmeyi unutma.”

“Düşündüğün için teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Unutmam, sen de unutma. Sokaklar tenhalaştı, kendinize dikkat edin.”

“Ederiz, sen de dikkat et.”

Gökhan yüzünü genç kadına yaklaştırırken, sağ kolunu da onun beline sarıp onu kendisine çekti. Genç adam yanağını Göksel’in yanağına değdirdiğinde Göksel önceki seferlerde hissettiği yumuşak yanak dokusu yerine genç adamın sakallarının sert dokusunu yanağında hissetti. Biraz gıdıklandı ama belli etmedi.

Gökhan yüzünü diğer yanaklarını da birbirine değdirmek için uzaklaştırdığında göz göze geldiler. Yüzleri birbirine böylesine yakınken ilk kez göz göze gelen iki genç de bir saniyeliğine duraksadı.

Yakından daha güzel, diye düşündü ikisi de.

Göksel başını sola çevirip sağ yanağını da Gökhan’ın sağ yanağına değdirdi, bunu yaparken sağ eliyle de onun beline dokundu. Gökhan genç kadının dokunduğu yerden vücuduna bir sıcaklığın yayılmaya başladığını hissetti.

Aralarındaki çekim hiç olmadığı kadar kuvvetliydi ve bunun ikisi de farkındaydı.

“Kendine iyi bak,” dedi geri çekilen Göksel. “Görüşürüz.”

“Sen de kendine iyi bak,” dedi onun yüzüne bakan Gökhan. Kolu hâlâ genç kadının belindeydi ve son ana kadar bırakmayı düşünmüyordu. “Dediğim gibi aracı dikkatli sür ve eve ulaşınca haber ver lütfen. İçkiyi çok içmedin değil mi?”

“Elbette içmedim. Akşamın başında bir şişe bira içtim sadece, o kadar.”

“İyi,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Görüşürüz Gök. İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Gökhan Göksel’in belinden kolunu çekip yana çekildiğinde Göksel araca ilerledi ve kapısını açıp şoför koltuğuna oturdu. Gökhan yavaşça kapısını kapattığında genç kadın ona gülümsedi.

Camı indirip, “Gitmeden son bir centilmenlik,” dedi. “Bu akşam için teşekkür ederim. Uzun zamandan sonra geçirdiğim en güzel akşamdı. Aslına bakarsan bundan önce geçirdiğim en güzel akşam da arkadaşlarımla Parça’ya geldiğimiz akşamdı. Senin performansın sayesinde keyifli vakit geçirdiğim üçüncü akşam oldu.”

“Üçüncüsü hangisi?”

“Parça’ya ilk kez geldiğim akşam. O akşam seni tanımıyordum ama seni dinlerken yine keyif almıştım ve sayende iyi vakit geçirmiştim.”

Gülümseyen Gökhan araca iyice yaklaştı ve başını eğip yüzünü Göksel’le aynı hizaya getirdi.

“Yanında muhteşem zaman geçirdiğim kadının da benim yanımda iyi vakit geçirdiğini duymak çok güzel,” dedi gözlerindeki yoğun bakışla genç kadına bakarken. “Birbirimizi tanımıyorken bile.”

“Görüşürüz Gök,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hoşça kal.”

Gökhan araçtan uzaklaştığında Göksel gaza basıp yola koyuldu. Vücudunu onun gittiği yöne çeviren genç adam uzaklaşan aracın peşinden baktı. Hyundai marka beyaz araba yan sokağa dönüp gözden kaybolduğunda iç çekti.

“Sen hoşça kal dedikten sonra hoşça kalamamak mümkün mü?” diye mırıldandı.

“Gitti gitti!” diye seslendi Barış. “Şimdiye köprüye ulaşmıştır.”

Arkasını dönen Gökhan arkadaşını mekânın ön köşesinde durmuş kendisine bakarken buldu.

“Orada durmuş bizi dikizliyordun değil mi?” dedi Gökhan. “Fotoğrafımızı da çektin mi?”

Barış bir kahkaha patlattığında sesi boş sokakta yankılandı. “Çekmedim ama iyi fikirmiş, keşke çekseydim. Ben senin kadar fotoğraflarla içli dışlı değilim, kusura bakma.’

Gökhan onun yanına yürüyüp omzuyla onun omzuna vurdu. “Kaldık baş başa,” dedi. Kolunu Barış’ın omzuna attı. “Herkesi Avrupa Yakası’na yolcu ettik ve Kadıköy’ün ortasında baş başa kaldık.”

“Harbiden ha, hepsi Avrupa’ya gitti. Kadıköy candır, Avrupa da neymiş?”

“Bence de. Hadi durağa yürüyelim, ayaklarımı uzatıp yatmak istiyorum artık.”

“Al benden de o kadar. Muhteşem bir geceydi ama dehşet yoruldum.”

İki dost sohbet ederek karanlık Kadıköy sokaklarında yürümeye başlayıp gecenin içine karıştı.

]]>
Sun, 27 Nov 2022 13:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 13. Kare: Bir Fotoğraf Karesinde https://edebiyatblog.com/kd-13kare-bir-fotograf-karesinde https://edebiyatblog.com/kd-13kare-bir-fotograf-karesinde Ertesi gün Göksel için temizlik günüydü. Genç kadının kahvaltı ettikten sonraki planı oturup dizi izlemek ve akşama doğru da akşam yemeğini pişirmekti fakat etrafı dağınık ve biraz da tozlu görünce kendisini temizlik yaparken buldu. Temizlik yapmak ona iyi hissettiriyordu, temizlik yaparken müzik dinlemek de ona güç veriyor ve bu işi eğlenceli hâle dönüştürüyordu. O da yüksek sesle çalan şarkıları dinleyerek salonu, mutfağı ve koridoru süpürüp sildi, etrafı tertemiz yaptı.

İşi bittiğinde saat altıyı geçiyordu. Sıcaktan kan ter içinde kalan genç kadın kendisini duşa atıp ılık suyla duş aldıktan sonra bornozuyla birlikte yatağına uzandı.

Yemek yapmaya hâli kalmamıştı.

“Bu akşam dışarıdan söyleyebiliriz,” diye düşündü. “Birazdan annemi arayıp haber veririm.”

Telefonunu eline alıp sosyal medya hesabına girdi ve ana sayfasında gezinmeye başladı. Takip ettiği fotoğrafçılar, video grafikerler ve arkadaşları öğleden bu yana yeni gönderiler ve hikayeler paylaşmıştı; hepsine baktı. Sinem’in attığı hikayeden arkadaşının hâlâ Ankara’da, annesinin yanında olduğunu gördü. Genç kadın temmuz başından beri Ankara’daydı ve anlaşılan bu yaz da uzun bir süre orada annesiyle beraber kalacaktı. Akın’ın attığı hikayeden genç fotoğrafçının önceki hafta sonu gerçekleştirdiği fotoğraf çekiminin düzenlemelerini yaptığını gördü. Bu yaz Akın’ın işlerinin yoğun olduğu ortadaydı, bu da genç adamın çok severek yaptığı bu işten daha çok para kazandığı anlamına geliyordu ve Göksel arkadaşı adına çok mutluydu. Bu cumartesi günü ona eşlik etmek, onunla beraber çalışmak için sabırsızlanıyordu. Akın ona fotoğraf ve video konusunda çok şey öğrettiği için onu hocası olarak görüyor ve ortaya çıkardığı eserlere gıpta ediyordu.

Ana sayfasındaki yeni paylaşımların hepsine bakan Göksel annesini aradı. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından Güzin telefonu açtı.

“Efendim bebeğim?”

“Ne yapıyorsun?”

“Servisteyim, eve geliyorum; sen ne yapıyorsun?”

“Duş aldım, uzanıyorum ben de öyle. Bugün temizlik yaptığım için yemek yapamadım, akşam için dışarıdan bir şeyler söyleyelim mi?”

“Nereleri temizledin? Bu sıcakta yormasaydın kendini.”

“Salonu, mutfağı ve koridoru pırıl pırıl ettim. Planım dizi izlemekti fakat kendimi süpürge yaparken buldum işte.”

Güzin kıkırdayarak, “Deli kız,” dedi. “Peki ne söyleyelim akşam yemeğine?”

“Dürüm olabilir, Urfa kebabı. Canım çekiyor.”

“Senin canın et mi çekiyor? İşte bu epey nadir görülen bir şey.”

“İştahıma geldi.”

“Tamam, sen üçümüze de dürüm söyle o zaman. Anca gelir zaten, yoğun oluyor bu saatlerde.”

“Aynen, o zaman üç dürüm söyleyeceğim. İçecek var mı?”

“Dolapta bir sürü içecek var, baban dün almış.”

“Tamam, o zaman kapatıyorum ben. Evde görüşürüz canım.”

“Görüşürüz bebeğim.”

Göksel aramayı sonlandırdıktan sonra bir uygulamadan üç Urfa dürüm siparişi verdi. Oturdukları semte hizmet veren güzel bir kebapçı vardı ve bunun gibi akşamlarda oradan sipariş verirlerdi.

Siparişi verdikten sonra yataktan kalkıp üstüne kıyafetlerini giydi. Kısa kollu bol bir tişörtle şortunu giyip saçlarını da taradı ve kendi hâlinde kurumaya bıraktı. Sıcak yaz aylarında makineyle saç kurutmak tam bir işkenceye dönüştüğü için genç kadın makine kullanmayı tercih etmiyordu.

Mutfağa girip dürümlerin yanında yemek için salata hazırladı. Genç kadının etle arası çok yoktu fakat meyve ve sebzeleri sever, sık sık tüketirdi. Taze sebzeleri kullanarak bu akşam için güzel bir salata hazırladı.

Saatler yediyi birkaç dakika geçerken evin zili çaldı. Sipariş ettiği dürümler gelmişti. Siparişlerini kapıdan teslim aldıktan sonra eve girdi. Dürümler müthiş kokuyordu. Annesiyle babasının bir an önce işten dönmesini umdu.

Dakikalar sonra evin kapısı açıldığında Göksel bir video izliyordu. Videoyu kapatıp salondan çıktığında annesiyle babasının birlikte geldiğini gördü.

“Hoş geldiniz,” dedi onların yanına ilerleyip. “Sokakta mı karşılaştınız?”

“Hoş bulduk bebeğim,” dedi annesi. “Evet, apartmanın önünde denk geldik.”

“Hoş bulduk güzelim,” diyen Engin onun saçlarını öptü. “Bu kebap kokusu da ne böyle?”

“Urfa dürüm sipariş ettim,” dedi Göksel. “Temizlik yaptığım için yemeğe hâlim kalmadı, ben de dışarıdan söyledim.”

“Urfa dürüm mü? Bayılırım. Karnım da kazınıyor, ellerimi yıkayıp hemen geliyorum.”

İki dakika sonra hep beraber sofrada oturuyorlardı. Göksel soğumaması için havluya sardığı dürümleri çıkarıp herkesin önüne koydu, Güzin de kolaları bardaklara doldurdu.

“Gününüz nasıl geçti?” diye sordu Göksel.

“Çok yoğundum,” diye cevap veren ilk kişi Güzin oldu. “İki toplantıya girdim, işe almayı düşündüğümüz yeni personelle de bir iş görüşmesi gerçekleştirdim.”

“Sonuç?”

“Yüksek ihtimalle işe alacağız. Kriterlerimizi karşılıyor, kendisinden hoşlandım da.” Eşine döndü. “Sen neler yaptın hayatım?”

“Benim için rahat bir gündü,” dedi Engin. “Öğlen patron geldi, onunla öğle yemeği yedik; onun dışında hiçbir değişiklik yoktu hatta bilgisayarda bol bol oyun oynadım.”

Güzin ve Göksel gülüştü.

“Sen neler yaptın bebeğim?” diye sordu Güzin.

“Temizlik,” dedi Göksel. “Etrafı pis görünce temizlemeye giriştim, öğlen başlayıp akşama doğru anca bitirdim.”

“Her yer tertemiz olmuş, ellerine sağlık.”

“Ben de mutfak mermeri ve fayansları neden parlıyor diye düşünüyordum,” dedi Engin. “Oradan bir Göksel geçmiş.”

Göksel kıkırdadı. “İkinize de teşekkür ederim.”

Yemek genel olarak sessiz geçti. Üçünün de karnı çok açtı ve karınlarını doyurmaya odaklandılar. Güzin ve Engin işte öğle yemeği yese de gün içinde yine acıkıyorlardı, Göksel de saatlerce temizlik yaptığı için çok acıkmıştı.

“Salata enfes olmuştu,” dedi Engin ağzını silerken. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel gülümseyerek. “Anneciğim senin de kesene bereket.”

Göksel’in henüz kendisine ait bir banka kartı yoktu, annesinin verdiği kredi kartını kullanıyordu.

“Hepimize afiyet bal şeker olsun.”

Masayı el birliğiyle kaldıran aile üyeleri salona geçti. Engin bir koltuğa uzanırken Güzin de diğer büyük koltuğa ayaklarını uzatarak oturdu, Göksel de tekli koltukların birine oturdu. Genç kadın annesiyle babasının keyfinin yerinde olduğundan emin olunca konuşmak istediği konuyu açmak için boğazını temizledi.

“Cumartesi günü Akın’la fotoğraf çekimine gideceğimi biliyorsunuz,” dedi. Bunu önceki hafta ailesine haber vermişti. “Pazar günü de Gökhan arkadaşlarıyla bir yerde sahne alacakmış, beni de davet etti. Gidebilir miyim?”

Göksel’in bu cümlesi Engin’i uzandığı yerden kaldırdı. Orta yaşlı adam sırtını koltuğun arkasına yaslarken kızına baktı.

“Nerede, saat kaçta sahne alacakmış?” diye sordu.

“Kadıköy’de bir mekânda akşam 9’da sahneye çıkacaklarmış. Üç arkadaşının bir müzik grubu varmış zaten, o da pazar gecesi grubun arka vokali ve gitaristi olacakmış.”

“Hangi mekânmış bu?”

Sahne* diye bir eğlence mekânı. Alkollüymüş ama bugün araştırma yaptığımda çok güzel yorumlar gördüm, herkes temiz bir yer olduğundan bahsetmiş.”

[*Parça Kafe gibi bu mekân da tamamen kurmacadır ve gerçek bir işletmeyle ilgisi yoktur. (Yazar notu)]

Engin bir süre konuşmadığında Göksel destek bulmak istercesine annesine baktı fakat annesi de babası gibi bu konuya biraz mesafeyle yaklaştığını yüz ifadesinden belli ediyordu.

“Tam konumu nerede?” diye sordu Engin saniyeler sonra.

“Fenerbahçe’de,” diye cevapladı Göksel. “Zühtüpaşa’ya yakın.”

“Konumu güzelmiş, nezih yerler oralar. Kaça kadar sahnede olacaklarmış? Geçe kalırlar.”

“Gece yarısına kadar. Evet, geç olduğunu biliyorum ama arabayı alsam sıkıntı çıkmaz değil mi?”

Engin, Güzin’e döndüğünde eşi de ona baktı.

“Sen ne dersin hayatım?” diye sordu Engin.

“Konumu gerçekten iyiymiş,” dedi Güzin. “Alkollü olması da şu yönden sıkıntı,” derken Göksel’e döndü. “Kimse edebiyle içmediği için sarhoş olup tatsızlık çıkarıyor, sorun yaratıyor yoksa senden yana herhangi bir sıkıntı olmadığını biliyoruz. Gençsin, içmek isteyip içersin ama sınırını bilirsin, sarhoş olup kendini de kimseyi de kötü duruma düşürmezsin. Diğerleri böyle değil.”

“Farkındayım,” dedi Göksel başını sallayarak. “Bu yüzden öyle ortamlara girdiğimde ekstra dikkatli davranıyorum. Gökhan sahne aldığı arkadaşlarının kız arkadaşlarının da izlemeye geleceğini söyledi, eğer gidersem masada onlarla beraber olacağım.”

“Gökhan’ın arkadaşları hep erkek mi?” dedi Engin.

“Evet, biri mezun ikisi öğrenci üç mühendis arkadaşıyla sahne alacak. İki tanesinin kız arkadaşı da izlemek için orada olacakmış.”

“Okuldan mı tanışıyorlarmış?” diye sordu Güzin.

“Evet, arkadaşları Cerrahpaşadan.”

“Sen gitmeyi istiyor musun?” diye sordu Engin kızına bakarak. “Sorduğuna göre istiyorsun tabii de çok mu istiyorsun?”

“Gitmek isterim,” dedi Göksel biraz utanarak. “Eğlenceli vakit geçireceğimi düşünüyorum. Gökhan iyi biri, arkadaşlarının da düzgün olduğunu düşünüyorum.”

Engin ve Güzin bir süre bakıştılar. Göksel genç bir kadındı ve onun gençliğini doya doya yaşamasını istiyorlardı fakat bunu yaparken onu dışarıdaki olası tehlikelerden de korumak zorundaydılar.

“Her şeyin farkında olan aklı başında, bilinçli ve olgun bir kız olduğunu biliyoruz,” diye konuştu annesi. “Sana bu konuda güvenimiz sonsuz ama ebeveynlerin olarak seninle konuşmak zorundayız. Gitmek istiyorsan gidebilirsin, dediğin gibi arabayı da alırsın çünkü o saatte karşıya geçmek sıkıntı oluyor biliyorsun; arabaya binip sağ salim eve dönersin.”

“Akşam boyunca telefonun seslide olsun,” diye ekledi babası. “Aradığımız an sana ulaşalım, yine bize ara sıra durum güncellemesi yapıp bizi merakta bırakmazsın. Araba süreceksin, yani alkolü unut küçük hanım. Yavaşça içmek şartıyla bir bira içebilirsin ama fazlası yok, seni çarptığını biliyorsun.”

“Kendime dikkat edeceğim,” dedi Göksel. İzin aldığı için çok mutluydu fakat belli etmedi. “Bir biradan fazlasını içmeyeceğim, sizi de asla merakta bırakmayacağım.”

“Ortamda hoşuna gitmeyen en ufak bir şey bile olursa arabaya atlayıp evine dön,” dedi annesi. “Seni rahatsız eden hiçbir ortamda, hiçbir insanın yanında durmak zorunda değilsin.”

“Biliyorum. Rahatsız hissedersem çantamı alır çıkarım, merak etmeyin.”

“Gel bakalım buraya,” diyen Engin onu yanına çağırdı. Göksel oturduğu koltuktan kalkıp babasının yanına oturdu ve ona sarıldı. “Gezip tozmanı, eğlenmeni, gençliğinin tadını çıkarmanı biz de çok istiyoruz fakat yaşadığımız dönemin ne kadar sıkıntılı olduğunu belki de bizden iyi biliyorsun kızım ve annenle baban olarak sana bunları söylemek zorundayız. Gökhan’a bir güven duyduğun belli, güvenini kazandıysa kötü bir hareketini görmemişsindir ama sen yine de çok dikkatli ol, gardını asla indirme. Bu ailesiyle görüşmeme olayı zaten canımı sıkıyor, konservatuvar okumak istediği için onlarla iletişimi koparıp İstanbul’a gelmesi içime sinmeyen noktalara sahip.”

Göksel başını babasının göğsünden kaldırıp yüzüne baktı. “Yaşadıklarını bilmiyorsun,” dedi genç kadın. “Bu mesele yüzünden ailesiyle çok kötü olaylar yaşamış ve kendi hayatını istediği şekilde yaşayabilmek için İstanbul’a tek başına gelmek zorunda kalmış. Hiç kimse durduk yere ailesiyle bağları koparıp on sekiz yaşında cebinde az bir parayla İstanbul gibi bir şehre gelmez. Gökhan’ın öncesinde yaşadığı olaylar çok kırıcı.”

Duydukları karşısında annesi de babası da şaşırdı.

“Neler yaşamış?” diye sordu Güzin.

“Bunları anlatmak bana kalmadı ama gerçekten üzücü ve bir çocuk için travmatik olaylar olduğunu bilin. Bu konuda içine sinmeyen noktalar olmasın baba, Gökhan bu konuda yalan söylemiyor ya da bir şeyleri gizlemiyor.”

“Bundan emin olamayız,” dedi Engin. “Bizzat şahitlik etmediğin olayları yalnızca sana anlatıldığı kadarıyla bilirsin.”

“Olaylara bizzat şahit olmamış olabilirim ama Gökhan olayları anlatırken ne kadar kötü hissettiğine şahit oldum, yaşadıklarının onu nasıl paramparça ettiğini kendi gözlerimle gördüm.”

“Ailesiyle kavga mı etmiş?”

“Sana fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm okumak ve fotoğrafçı olmak istediğimi söylediğimde fotoğraf makinemi kırdığını düşün. Bu yeterli bir cevap olacaktır.”

Engin kaşlarını çatarken Güzin’se kaşlarını büzdü. Karı koca arasında yine bir bakışma geçti.

“Oldu,” dedi Engin kızının saçlarını okşayarak. Onun başını yeniden göğsüne yasladı. “O hâlde bu hafta sonu senin için dolu dolu geçecek.”

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Öyle olacak.”

Bir süre ailesiyle oturan Göksel saatler sekiz buçuğa yaklaşırken odasına çekildi. Telefonunu eline alıp yatağına oturduktan sonra Gökhan’a mesaj attı.

Selam

Benimkilerle konuştum, pazar günü geliyorum

Güzel haberi genç adama verdiğinde gülümsüyordu. Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışacağı için gergindi ama onları merak da ediyordu ve Gökhan sahne alırken onu seyretmeyi çok istiyordu. Genç müzisyeni elektro gitar çalarken ilk kez görecekti ve performansı için sabırsızlanıyordu.

Gökhan üç dakika sonra çevrim içi olup onun mesajını gördü.

Selam

İzin verdiler mi? İşte bu be! Çok sevindim, çok eğleneceğimizden eminim

Onun bu mesajını okuyan Göksel gülmesini durduramadı.

Evet, verdiler. Pazarı sabırsızlıkla bekliyorum

Mesajı anında görüldü. Gökhan işten dönmüş, akşam yemeği için hızlıca hazır çorba ve makarna pişirmişti; onları yiyip karnını doyurduktan sonra da salondaki koltuğa uzanıp dinlenme moduna geçmişti. Göksel’in bu mesajıyla yorgunluğunu unutan genç adam neşelenmişti.

Ben de iple çekiyorum. Ne yapıyorsun şimdi?

Göksel başını yastığa koyup, telefonunu da yüz hizasında yukarı kaldırarak onun mesajına cevap yazdı.

Odama geldim, uzanıyorum öyle. Sen ne yapıyorsun?

Genç adam kendisine cevap yazarken Gökhan isminin altında beliren “yazıyor...” yazısını seyretti.

Ben de salonda uzanıyorum. Yemek yiyip kendimi koltuğa attım, yorucu bir gündü

Onun bu mesajını okuyunca Göksel’in yüzünde anlayışlı bir ifade belirdi. Genç kadın daha önce hiç çalışmamıştı fakat ebeveynlerinden ötürü iş hayatının ne kadar yorucu olduğunu biliyordu. Babası bir mağazada müdür olduğu için bir mağazada olanlara hâkimdi, Gökhan da çalıştığı müzik mağazasında her şeye koşturuyor olmalıydı.

İstersen kendine bir yorgunluk kahvesi yapıp bir şeyler izle, hem dinlenirsin hem de kafan dağılır

Ona küçük bir öneride bulundu.

Koltuktan kalkmaya üşeniyorum, uzanmaya devam etsem daha iyi

Bugün benim için sıradan bir iş günüydü, sen neler yaptın?

Gökhan’ın gün içinde neler yaptığını merak etmesi, ona sıradan ama kendisini umursadığını belli eden bu tarz sorular sorması Göksel’in çok hoşuna gidiyordu. Güzel olan her şey farklı ve benzersiz olmak zorunda değildi, bazen güzellik sıradan olanda saklıydı.

Aslında güne başlarken aklımda dizi izlemek vardı fakat bir anda temizlik yapmaya giriştim ve salonu, mutfağı, koridoru temizledim. Evin yarısı ama ayrıntılı bir temizlik yaptığım ve hava da çok sıcak olduğu için çok yoruldum. Bir duş alıp kendime geldikten sonra dışarıdan yemek sipariş ettim -doğal olarak yemek yapmaya hâlim kalmadı- ve benimkiler işten dönünce hep birlikte yedik

Gününden uzunca bahsettiği bu mesajı Gökhan’a gönderdi. Gökhan’ın çoğu şeyden ayrıntılarla bahsetmesi Göksel’i de bahsetmeye itmişti. Gökhan’ın olanları ayrıntılarla anlatması Göksel’e duyduğu yakınlığı gösterme şekliydi, Göksel de bu yakınlığı aynı şekilde gösteriyordu.

Sıcak havalarda temizlik yapmak normalden iki üç kat daha zor ama bir noktada yapmak da gerekiyor. Uzanıyormuşsun zaten, sen de dinlenmene bak

Göksel gülümseyerek ekrana baktı.

Öyle yapıyorum, şimdi bir de sakin ve rahatlatıcı şarkılar açıp gevşerim

Seni de Spotify’dan geri takip edeyim, gün yoğun geçince aklımdan çıkmış

Göksel kulaklıklarını takıp Spotify’a girerken telefonun ucundaki Gökhan gülümsüyordu. Dün Göksel’le ayrıldıktan sonra onun profilindeki çalma listelerinin altından girip üstünden çıkmıştı. Göksel’in herkese açık üç çalma listesi vardı. Bir tanesinde sadece yabancı müzisyenler yer alıyordu ve çalma listesinin adında yıldız emojisi vardı. The Weeknd, Cigarettes After Sex, The Neighbourhood, Lana Del Rey, Taylor Swift, Adele, Lorde, Tamino, Meg Myers’ın ağırlıkta olduğu bir çalma listesiydi. Gökhan bu isimlerin çoğuna yabancı olmasa da dinlediği isimler değildi fakat dinlemeye başlayacaktı. İkinci çalma listesinin adında hilal emojisi vardı ve liste tamamen yerli müzisyenlerden oluşuyordu. Bu çalma listesindeki isimlerin büyük çoğunluğunu Gökhan da severek dinliyordu ve bu isimleri görmek genç adamı çok sevindirdi. Duman, mor ve ötesi, maNga, Pinhani, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Yaşlı Amca, Son Feci Bisiklet, Dolu Kadehi Ters Tut; Teoman, Salman Tin, Şebnem Ferah, Sertab Erener, Can Koç ve genç kadının adaşı Göksel bu çalma listesinde ağırlıklı olarak yer alan isimlerdi. Üçüncü ve son çalma listesinin adında Güneş emojisi vardı ve liste tamamen klasik müziklerden, günümüz bestecilerinin bestelerinden oluşuyordu. Listede Mozart, Beethoven, Bach gibi efsane isimlerin yanında Toshifimu Hinata, Evgeny Grinko gibi günümüzün popüler isimleri de vardı. Göksel’in müzik zevkini ayrıntısıyla gören Gökhan ona olan ilgisinin ve hayranlığının zirveye taşındığını hissetti. Genç kadın her seferinde kendisini şaşırtmayı başarıyordu.

Göksel Spotify’daki takipçilerinin arasında Gökhan’ın profilini hemen buldu. Genç adamın profilinde kendi profilinde olduğu gibi Gök yazıyordu –bu ayrıntı genç kadını genişçe gülümsetti–, profil fotoğrafında gitar çalarken çekilmiş başka bir fotoğrafı yer alıyordu ve herkese açık sekiz çalma listesi vardı. Göksel’i asıl şaşırtan şeyse 589 takipçisi olmasıydı. İlk defa bu kadar fazla takipçisi olan bir Spotify profili görüyordu. Gökhan’ın gerçekten de çevresi aşırı geniş biri olduğunu bu vesileyle hatırlamış oldu. Yüksek takipçili bu profil toplamda 472 hesabı da takip ediyordu.

Gökhan’ı takip ettiğinde onun 590’ıncı takipçisi olduktan sonra onunla olan mesajlaşmasına geri döndü. Genç adam kendisine cevap vermişti.

Et bakalım

Sakin ve rahatlatıcı şarkılar dinlemek de muhteşem bir fikir, her zaman işe yarar

Uzun parmaklarını klavyede gezdirip ona cevap verdi.

Ettim. Bayağı popüler bir profilin varmış

Gökhan onun mesajını anında gördü.

Müzisyen olunca ve çevrem de müzisyenlerle çevrili olunca öyle oldu. Diğer müzisyen arkadaşlarımın profilleri de benzer şekilde

Genç adamın söylediğini mantıklı buldu. Müzikle iç içe olan birinin Spotify profilinin bu kadar takipçiye sahip olması normaldi.

Düşününce haklısın. Aktif olarak kullandığın bir uygulama olmalı

Gökhan mesajına cevap yazarken o da şarkının sesini yükseltti. Kulaklıklarından Cigarettes After Sex’in bir şarkısının sesi yükseliyordu. Bu grubun sakin tarzını seviyor ve şimdi olduğu gibi rahatlamak istediğinde açıyordu.

Evet, müzik dinlemeden bir günüm geçmez ve sık sık diğer çalma listelerine bakıp yeni şarkılar, sanatçılar dinleyip keşifler yapıyorum. Günün sonunda dönüp dolaşıp birkaç aynı ismi dinlesem de eser ve sanatçı bilgimi geniş tutmaya çalışıyorum

Sol tarafına dönen genç kadın sağ eliyle tuttuğu telefona bakıp Gökhan’ın mesajını okudu.

İyi yapıyorsun. Genç bir müzisyen olarak keşfetmek ihtiyacın olan temel şeylerden biri

Bu hafta sonu neler çalmayı düşünüyorsunuz?

Gökhan ona cevap yazarken Göksel esnedi. Saat henüz erkendi ama onun için oldukça yorucu bir gün olduğu için uykusu gelmişti.

Arkadaşlarımın üçü de rock dinliyor, kendi yaptıkları şarkılar da bu türde ve sahne alırken de yine bu türde söyleyen çoğunlukla yerli, bazen de yabancı grupların şarkılarını çalıp söylüyorlar. Yarından itibaren provalara başlayacağız, şarkı listesi yarın kesinleşecek

Kısılmış gözleriyle Gökhan’ın bu uzun mesajını okuduğunda şarkı listesinin Gökhan’ın kafede çaldığı şarkılara benzer olacağını düşündü. Birlikte sahne alacak kadar yakın arkadaş olduklarına göre müzik zevkleri de benzer olmalıydı ve bu da Gökhan’ın da çaldığı isimlerden parçalar seslendirecekleri anlamına geliyordu.

Anladım. Şarkı listesi sürpriz olsun o zaman, neler çalacağınızı pazar bizzat dinleyeyim

Pazara henüz beş gün vardı fakat Göksel bu beş günün hemencecik geçeceğini biliyordu. O da yarından itibaren dolabını karıştırmaya başlamalı ve ne giyeceğine karar vermeliydi.

Olur, işin içine biraz da heyecan katılır

Gökhan ona bu mesajı göndermişti ki ekranın üstünde Barış’tan gelen çağrının bildirimi belirdi. Telefonu açmadan önce Göksel’e haber verdi.

Gruptan biri arıyor, sana döneceğim

Bu mesajı da ona gönderdikten sonra Barış’ın aramasını yanıtladı. Gökhan’ın mesajlarını okuyan Göksel ona tek kelimelik bir cevap verdi.

Tamam

Barış, Gökhan’ı yarın başlayacak provalar hakkında konuşmak için aramıştı. Barış’ın yanında Kuzey de vardı ve üç arkadaş upuzun bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmanın bir saatini sesli arama, bir saatini de görüntülü arama şeklinde yaptılar. İki saatin sonunda nihayet bir şeyleri netleştiren taraflar aramayı sonlandırdığında saatler gece on bire yaklaşıyordu. Görüşmenin bu kadar uzun süreceğini beklemeyen Gökhan biraz çekinerek Göksel’le olan konuşmasına girdi. Genç kadının son görülmesi bir buçuk saat önceydi.

Telefonu az önce kapattım, beklediğimden çok daha uzun süren bir görüşme oldu. Sana da döneceğim dedim fakat artık geç oldu, kusura bakma

Mesajı ona gönderdiğinde mesajın yanında iki tik belirdi, genç kadının dönebileceğini düşünüp bekledi fakat aradan geçen on beş dakikada cevap alamadı.

Sanırım uyumuşsun, zaten yorgun olduğunu söylemiştin

İyi geceler Gök

Bu iki mesajın bildirimi Göksel’in komodininin üstünde duran telefonuna art arda geldi. Genç kadınsa Gökhan’ın da tahmin ettiği gibi komodinin hemen yanındaki yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Bir saat önce iyice uykusu gelince ve Gökhan da geri dönmeyince telefonu bırakıp uykuya dalmıştı.

Başını koltuğun arkasına yaslayan Gökhan bakışlarını tavana dikti. Hayal etti, Göksel’i uyurken düşündü. Genç kadının sarı saçlarının karıştığını, yanaklarının pembeleştiğini; dolgun dudaklarının biraz aralık durduğunu, küçük burnundan içeri sessiz nefesler aldığını ve göğsünün düzenli bir ritimle inip kalktığını gözlerinin önünde canlandırdı.

İzlenecek muhteşem bir manzara olmalıydı.

Gülümsedi.

***

Cumartesi

Güneşin parıl parıl parladığı gökyüzü bulutsuz ve masmaviydi. Sahilde hafif bir esinti vardı, kıyıya vuran dalgaların huzurlu sesi çevredeki tek sesti. Arabadan inen Akın ve Göksel hemen önlerindeki araçtan inen nişanlı çifte doğru ilerlediler.

“Merhaba,” diyen Akın ikisiyle birden tokalaştı. “Göksel bugün çekimde bize eşlik edecek fotoğrafçı arkadaşım. Size bahsetmiştim.”

“Merhaba,” dedi yirmilerinin ikinci yarısındaki genç adam. Füme renkli kumaş pantolon ve beyaz gömlek giymişti; yüzü tıraşlıydı, geriye taradığı siyah saçlarına özenle şekil vermişti, tek aksesuarı da sol bileğine taktığı saatiydi. “Evet, hatırlıyoruz.” Göksel’e döndü. “Siz de hoş geldiniz.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel başını biraz eğerek.

“Siz çekime hazır mısınız?” diye sordu Akın.

“Hazırız,” dedi müstakbel gelin. Dantel detaylı beyaz elbisenin içindeki kadın oldukça zarif görünüyordu; uzun kahverengi saçları topluydu, açık gerdanını şık bir kolye süslüyordu, yüzünde de hafif bir makyaj vardı. “Çekime geçebiliriz.”

“Tamam,” dedi Akın başını sallayarak. “Biz gerekli ekipmanı araçtan alalım, siz de sahile geçebilirsiniz.”

El ele tutuşan çift sahile yürürken, genç fotoğrafçılar da Göksellerin arabasına dönüp Akın’ın ekipmanlarını çıkardılar. İki profesyonel fotoğraf makinesiyle iki tripodu aldılar.

“Sen kameraları tut,” dedi Akın. “Tripodları ben taşırım.”

“Tamam,” diyen Göksel makineleri aldı. “Hadi gidelim.”

Akın ve Göksel de sahile ilerleyip genç çiftin yanına gitti. Akın bir tripodu yere sabitlerken Göksel de çiftle sohbet etti.

“Akın Bey’le beraber mi çalışıyorsunuz?” diye sordu kadın.

“Hayır,” dedi Göksel. “Bu çekime özel ona ve size yardımcı olmak için buradayım.”

“Nereden tanışıyorsunuz?”

“Sınıf arkadaşıyız. Ben de Fotoğraf ve Video öğrencisiyim.”

“Ne güzel. Siz çekimler yapmıyorsunuz sanırım?”

“Hayır, yapmıyorum. İş hayatına atılmak için mezun olmayı bekliyorum, şimdilik öğrenciliğin tadını çıkarıyorum diyeyim.”

“En güzeli,” diye araya girdi adam. “Öğrencilik kıymeti bilinmesi gereken bir dönem.”

“Bence de öyle,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Başlayabiliriz,” diyen Akın’ın sesiyle üçü de dikkatini ona verdi. “Konuştuğumuz gibi ilk grupta deniz arkanızda olacak.”

“Nasıl görünüyorum?” diyen genç kadın Göksel’e döndü. “Tipim nasıl?”

“Güzel görünüyorsunuz,” dedi Göksel. Tebessüm etti. Genç kadının heyecanını anlayabiliyordu. “İsterseniz birkaç minik dokunuş yapabilirim.”

“Lütfen yapın.”

Göksel, genç kadının salık bırakılan perçemlerini her iki gözünü de kapatmayacak şekilde kenara çekti, elbisesinin askılarını düzeltip biraz yukarı çıkan yaka kısmını da normal hâline getirdi. Bunlar kendisinin de söylediği gibi çok minik dokunuşlardı fakat fotoğraflarda büyük fark yaratacaktı.

“İşte bu kadar,” dedi işi bittiğinde. “Artık çekime tamamen hazırsınız.”

“Teşekkür ederim,” dedi genç kadın gülümseyerek.

 Çift kameranın karşısına geçerken Göksel de kameranın arkasına, Akın’ın yanına ilerledi. Çift Akın’ın komutlarıyla poz vermeye başladığında fotoğrafçı da onların fotoğraflarını çekmeye başladı. Masmavi gökyüzünün ve beyaz köpüklerle süslenen mavi denizin önündeki açık renkler giyinmiş çift çok güzel görünüyordu. Akın müstakbel damadın da açık renkli kıyafetler giymesini isteyerek iyi bir karar vermişti, genç adam fotoğraflarda son derece iyi çıkıyordu.

“Hanımefendi önde dururken siz iki adım arkasında durun,” diye onları yönlendirdi Akın. “El ele tutuşmaya devam ederken, birbirinize bakarak gülmenizi istiyorum. Doğal bir gülüş olsun, sanki bir espriye gülüyormuşsunuz gibi.”

Akın’ın fotoğraf ve video çekimini yaptığı insanlarla iletişimi oldukça resmî, konuşması teklifliydi. Karakteri gereği ciddi bir yapıya sahip olan genç adam yakın çevresi hariç herkese mesafeli bir yaklaşım sergilerdi ve bu yaklaşımı profesyonel hayatında doruk noktasına ulaşıyordu.

“Beyefendi biraz daha sola gelin,” dedi Akın.  “Sol ayağınız adım atıyormuşsunuz gibi önde dursun.”

“Böyle mi?” diye sordu genç adam.

“Evet,” dedi Akın yüzünü kameraya yaklaştırarak. “Hiç bozmayın.”

Akın onlara birkaç poz daha verdirip bunları da çektikten sonra makineden uzaklaştı. “Şimdi biraz yer ve açı değişikliği yapacağız,” dedi. “Sağ tarafa doğru ilerleyelim.” Göksel’e döndü. “Diğer kameraya geçeceğim.”

Göksel omzundaki çantadan ikinci kamerayı çıkarıp Akın’a uzatırken, “Al bakalım,” dedi.  “Sen çekimi yaparken ben de çektiğin fotoğraflara bakabilir miyim?”

“Elbette bakabilirsin,” diyen Akın kamerayı aldı. “Yorumlarını duymak isterim.”

Genç fotoğrafçı Göksel’e göz kırpıp, çiftin peşinden birkaç metre sağa ilerlerken Göksel onun arkasından gülümsedi ve tripodla yere sabitlenen kameraya yaklaştı. Göksel galeriye girip Akın’ın çektiği fotoğrafları incelemeye girişti. Fotoğraflar Göksel’in tam da beklediği gibi gerek açı gerek ışık gerekse odak olarak çok başarılıydı ve Akın çiftin tatlı heyecanını, mutluluğunu ve gözlerindeki aşkı ustaca yakalayıp fotoğraflara başarıyla yansıtmıştı.

Fotoğrafları inceleyen Göksel diğerlerinin yanına ilerledi. Çift yüzleri denize dönük bir şekilde arka arkaya duruyordu, adam kadının belinden tutuyordu ve onların arka çaprazında olan Akın da fotoğraflarını çekiyordu.

“Başınızı beyefendinin omzuna yaslamanızı istiyorum,” diye onları yönlendirdi Akın. “Gözlerinizi kapatıp gülümseyin, başınız biraz yukarıda dursun ama çok az.”

Kadın Akın’ın istediği şekilde duramayınca Göksel, “Ben yardımcı olayım,” deyip kadına yaklaştı. Kadının başını Akın’ın istediği açıya getirirken saçlarını da düzeltip profilini ortaya çıkardı. “İşte böyle çok daha iyi.”

“Teşekkür ederim,” dedi Akın ona gülümseyerek. “Evet, hiç bozmayın; çekiyorum.”

Akın başını kameraya yaklaştırıp onların kadrajdaki görüntüsüne baktı. “Çok iyisiniz,” dedi. Deklanşöre bastı. “İşte bu kadar.”

Sonraki fotoğraflar için çift yüzleri karşı karşıya gelecek şekilde durdu. Bu sefer burunlarını ve alınlarını birbirine yaslayan çiftin verdikleri pozlar daha romantikti. İkisini kadrajın tam ortasına alan Akın hem yakın hem de uzak açılardan birçok fotoğraf çekti. Bulutsuz masmavi gökyüzü ve çarşaf gibi deniz fotoğraflara çok güzel arka plan oluyor, açık renkli giyinen çift de bu arka plana büyük uyum sağlıyordu.

“Nasıl oldular?” diye sordu genç kadın. “Bakabilir miyiz?”

“Elbette,” dedi Akın. “Göstereyim.”

Akın çifte çektiği fotoğrafları gösterirken Göksel araya girmeden kenarda beklemeye devam etti. Çift, genç fotoğrafının çektiği fotoğraflara hayranlıkla baktı.

“Mükemmel olmuşlar,” dedi adam. “Ellerinize sağlık.”

“Ben de çok beğendim,” dedi kadın. “Harikasınız.”

“Teşekkür ederim,” diyen Akın aldığı iltifatlar sayesinde gülümsüyordu. “Beğenmenize sevindim. İsterseniz şimdi şu ağaçlara doğru ilerleyip çekime orada devam edelim.”

“Olur, siz nasıl isterseniz.”

Çift önden ilerlemeye başladığında Akın, Göksel’e döndü. “Sen bu kamerayı ve çantaları al,” dedi. “Ben de tripodu taşıyayım.”

“Tamam,” diyen Göksel kamerayı aldı. “Çektiklerine ben de bakacağım.”

“Bak bakalım.”

Akın tripodu alıp çiftin peşinden yürüdü, Göksel de çantaları omzuna astıktan sonra Akın’ın çektiği fotoğraflara bakarak yavaşça arkadaşının peşinden ilerledi. Akın’ın fotoğraflardaki ışık ayarlamaları olağanüstüydü, odak konusunda da muhteşem işler çıkarmıştı. Fotoğrafların ham hâli bile bu kadar güzelken Akın onları düzenledikten sonra neye dönüşeceklerini Göksel tahmin bile edemiyordu.

Akın çiftin ağaçların önünde fotoğraflarını da çekmeye başladı. Denizden sonra yeşil ağaçlar da güzel bir arka plandı. Akın daha çekimi yaparken bile bu fotoğraflara daha sıcak tonlarda düzenlemeler yapacağını kafasında tasarlıyordu, deniz kenarında olanları daha soğuk tonlarda düzenlemeyi düşünüyordu.

Dakikalarca süren çekimden sonra, “Bu kadar yeterli,” dedi Akın. “Biraz dinlenelim.”

Çekime biraz ara verdiklerinde Akın, Göksel’e dönüp, “Çok sessizsin,” dedi. “Hiç yorum yapmıyorsun.”

“Senin gibi bir profesyonele yorum yapmak benim haddime değil,” dedi Göksel. “Çekim kusursuz ilerliyor. Ortaya çıkacak eserin kalitesini tahmin edebiliyorum.”

“Hadi oradan,” diyen Akın yavaşça onun omzuna dokundu. “Bana yorum yapmak senin gibi bir profesyonelin haddine değilse kimin haddine olacaktı pardon? Muhteşem bir fotoğrafçısın. Hadi çektiklerime bak.”

“Bunları senden duymak göğsümü kabartıyor,” dedi Göksel gülümseyerek. Ona yaklaştı. “Göster bakalım.”

İki genç fotoğrafçı Akın’ın çektiği fotoğrafları inceledi. Bu fotoğraflar da deniz kenarındakiler kadar güzel ve teknik olarak oldukça başarılı fotoğraflardı.

“Kusursuz,” diye bir yorumda bulundu Göksel. “Hepsi mükemmel ve bunlar sadece ham hâlleri. Düzenleme sonrası olağanüstü görünecekler.”

“Teşekkür ederim,” diyen Akın onun yanağından makas aldı. “Bunları senden duymak da benim göğsümü kabartıyor. Hadi biraz dinlenelim.”

Genç fotoğrafçılar ve genç çift araçlarına doğru ilerledi. Göksel buraya gelirken evden içecek ve atıştırmalıklar getirmişti. Çekimin uzun süreceğini bildiği ve hava da oldukça sıcak olduğu için bir şeyler yiyip içmeye ihtiyacı olacaklarını biliyordu.

“Yanımızda kola getirdik,” dedi Göksel. “Atıştırma olarak krakerle gofret de var. Bir şeyler yiyip içmek ister misiniz?”

“Kola soğuksa çok iyi olurdu aslında,” dedi genç adam. “Hava epey sıcak, çekim de yapınca hâliyle terledik.”

“Soğuk. O zaman hepimize birer bardak dolduracağım.”

Göksel Akın’ın da yardımıyla kolayı yanlarında getirdikleri karton bardaklara doldurdu.

“Teşekkür ederiz,” dedi genç kadın. “Bunları iyi düşünmüşsünüz. Biz yalnızca su almıştık.”

“Çekim yapmaya alışkınız,” dedi Akın gülümseyerek. “Size çektiğim fotoğrafları göstereyim.”

Çiftin arabasının yanındaki Akın onlara fotoğrafları gösterirken Göksel de kendi arabalarında oturup kolasını içiyordu. Diğerlerini beklerken telefonunu çıkarıp internete bağlandı. Herhangi bir mesaj bildirimi olmasa da mesajlaşma uygulamasına girdi. Gökhan’la olan konuşması en yukarıda duruyordu. Dün gece saatler 1’i geçene kadar konuşmuşlardı. Gökhan iş çıkışı arkadaşlarının yanına gidip prova yaptığı için evine ancak gece 11’den sonra dönebilmişti, eve döndükten sonra da Göksel’e mesaj atıp onunla sohbet etmişti. Gökhan bugünü de arkadaşlarının yanında prova yaparak geçireceğinden bahsetmişti, Göksel de öğleden sonra Akın’la beraber fotoğraf çekimine gideceğini söylemişti. Bugün ikisi için de yoğun bir gün oluyordu, bunu bildikleri için dün biraz sohbet edip bugünü arkadaşlarına ve yapacakları işlere ayırmayı tercih etmişlerdi.

Gökhan’la olan konuşmasına girip genç adamın son görülmesine baktı. Gökhan uygulamaya en son 13.24’te, üç saat önce girmişti.

Şu an arkadaşlarının yanında olmalı, diye düşündü. Gökhan dün gece ona öğleden sonrasını arkadaşlarıyla prova yaparak geçireceğini, akşama da kafede sahne alacağını söylemişti. Gökhan pazar günü çalıştığı ve iş yerinden izin almak istemediği için son büyük provalarını bugün izin gününde yapacaklardı, yarın akşam da dokuzda sahnede olacaklardı.

Göksel sosyal medya hesabına girdiğinde yukarıdaki hikayeler arasında Gökhan’ın hesabını gördü. Meraklanan genç kadın hikayeye dokunup hikayeyi açtı. Gökhan’ın paylaştığı hikayede Marshall marka siyah bir amfinin ve amfiye yaslanan beyaz Fender’ın karşıdan çekilmiş fotoğrafı vardı. Güzel bir fotoğraftı, açısı Göksel’in hoşuna gitti ve genç fotoğrafçı ekranın sağ alt köşesindeki kalbe dokunarak Gökhan’ın hikayesini beğendi.

Diğer paylaşılanlara da baktı. Hafta sonu olduğu için paylaşımlar çoktu. İnsanlar hafta sonlarını, özellikle de cumartesi günlerini dışarı çıkıp gezerek geçirdiği için hesaplarına da gittikleri yerlerden fotoğraflar atıyorlardı. Tüm yeni paylaşılanlara baktıktan sonra uygulamadan çıktı ve kamerayı açtı. Sahili, denizi ve gökyüzünü kadraja alıp ışığı biraz kıstıktan sonra deklanşöre basarak fotoğraf çekti. Başını arabanın kapısından uzatıp kamerayı sağ tarafa çevirip yolu da kadraja alarak bir fotoğraf daha çekti. Bu çevreyi sevmişti ve fotoğraflarını hatıra olarak saklayacaktı.

Birkaç dakika sonra çekime kaldıkları yerden devam ettiler. Çift kıyıda dururken Akın’la Göksel de onların karşısına geçti. Bu sefer arka planda sahil vardı, deniz kadrajın sağındayken kıyı da sol taraftaydı. Akın ilk fotoğraflarda çifti boydan çekti. El ele tutuşarak yürüyen çift birbirine bakıyor, gülümsüyor ve bazı fotoğraflarda da neşeyle gülüyordu. İkinci grup fotoğraflarda adam kadını kucağına aldı ve ortaya daha hareketli fotoğraflar çıktı. Üçüncü grupta da Akın’ın yönlendirmeleriyle çift sanki dans ediyormuş gibi hareketler sergiledi ve Akın da onları çekti.

“Şimdi belden yukarınızı çekeceğim,” dedi Akın. Genç fotoğrafçı çifte ilerlerken Göksel arkada kaldı. “Karşı karşıya durmanızı istiyorum. Yine alınlarınızı ve burunlarınızı birbirine yaslayacaksınız fakat bu sefer ellerinizi de fotoğraflara dahil edeceğim. İlk grupta hanımefendi sizin yüzünüze, omuzlarınıza, göğsünüze ellerini koysun; ikinci grupta da siz onun yüzüne, beline, kollarına dokunursunuz. Hem gözleriniz kapalı hem de açık şekilde çekeceğim. Gözleriniz açıkken başlayalım. Hanımefendi siz partnerinizin yanaklarına ellerinizi koyup alnınızı da alnına yaslayabilirsiniz, ben gözlerinizi kapatmanızı isteyene kadar göz temasında olalım lütfen.”

Çift, Akın’ın yönlendirmeleriyle poz verince genç fotoğrafçı çifti çekmeye başladı. Bu anın ölümsüzleştirilmeyi hak ettiğini düşünen Göksel ise cebindeki telefonunu çıkarıp onları çekti. Çift poz vermekle, Akın da fotoğraf çekmekle fazlasıyla meşgul olduğu için Göksel’in kendilerini çektiğini fark etmediler.

Çektiği fotoğrafa bakan Göksel gülümsedi. Alınları birbirine yaslanan çift çok tatlı çıkmıştı, kamera başında yüzündeki büyük ciddiyetle işine odaklanan Akın’sa havalı görünüyordu.

Göksel bu fotoğrafı hikayesine atmaya karar verdi.

Sosyal medya hesabına giren genç kadın hikaye kısmını açıp bu fotoğrafı seçti. Akın ve çiftin olmadığı fotoğrafın üst kısmına çekim günlükleri yazdı, Akın’ın hesabını etiketledi ve fotoğrafı paylaştı.

O Gökhan’ın ne yaptığını görmüştü, şimdi Gökhan da onun ne yaptığını görebilirdi.

Akın onlarca fotoğraf çektikten sonra kamerasını yüzünden uzaklaştırdı. “Bu kadar yeterli bence,” dedi. “Başka pozlara geçmeden önce çektiklerimi inceleyin isterseniz.”

“Bakalım,” dedi kadın. “Poz vermek de ne kadar yorucu bir işmiş. Hayatımda ilk defa çekim yapıyorum ve çok yoruldum.”

“Çekimler hem kameranın arkasındakiler hem de önündekiler için yorucu oluyor,” dedi Akın anlayışlı bir sesle. “Fakat ortaya çıkan sonuç güzel olacağı için tüm bu yorgunluğa değiyor.”

Akın çifte fotoğrafları gösterirken Göksel de kenardan baktı. Bu fotoğraflar da önceki fotoğraflar gibi muhteşemdi. Dip dibe ve temas hâlinde olan çiftin verdikleri pozlar romantikti.

“Çok güzel olmuşlar,” dedi adam. “Gerçekte olduğumuzdan daha iyi görünüyoruz.”

“Gerçekten öyle,” diye ona katıldı nişanlısı. “Çok yetenekli ve başarılısınız. Ellerinize sağlık.”

“Teşekkür ederim,” dedi Akın gülümseyerek. “Beğenmenize sevindim. O hâlde şimdi ayaklarınızın suda olduğu pozlara geçebiliriz.”

“Tamam.”

Çift ayakkabılarını çıkarırken Akın ve Göksel sohbet etti.

“Sen de yoruldun mu?” diye sordu Akın.

“Yo,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Benim bir şey yaptığım söylenemez ki, sadece size eşlik ediyorum. Asıl sen yoruldun mu?”

“Yoruldum ama çekimden çok keyif alıyorum. Tatlı bir çift, onlarla çekim yapmaktan hoşlandım.”

“Gerçekten öyleler.”

“Su içindekiler son fotoğraflar olacak. Söylediğim gibi çok büyük bir çekim yapmayacağız, çift küçük ve doğal bir çekim istediğini belirtmişti. Nişan çekimi zaten, asıl çekimi evlendiklerinde yaparlar.”

“Belki çekimi yine sen yaparsın.”

“Eğer isterlerse neden olmasın? Seneye yazın evleneceklerini söylediler, o zamana mezun olmuş olacağım ve bir aksilik çıkmazsa stüdyomu açacağım. Yanımda işinin uzmanı birkaç kişi olduktan sonra düğün gibi büyük prodüksiyon gerektiren çekimler de yapabilirim. Fiyatları şimdiye göre tuzlu olur ama bu işler de böyle.”

Göksel kıkırdadı. “Haklısın. Kamera ekipmanları çok pahalı; stüdyonun giderleri, vergisi, kârı vesaire derken de fiyatlar alıp başını gidiyor.”

“Herhâlde canım. Profesyonel kameralar beş haneli fiyatlara satılırken aksi mümkün değil.”

Çift ayakkabılarını çıkarınca Akın da çıkardı ve hepsi ayak bileklerinden aşağısı suda olacak şekilde suya girdi.

“Su çok güzel,” dedi Akın, Göksel’e şakayla karışık. “Sen de gel istersen.”

“Ben böyle iyiyim,” dedi Göksel gülerek. “Teklifin için yine de teşekkür ederim.”

“Sen bilirsin,” diyen Akın çifte döndü. “Yürüyerek başlayabiliriz. Yine el ele tutuşun, birbirinize bakıp gülümseyebilirsiniz.”

Ekip suyun içinde çekime başladığında Göksel birkaç adım uzaktan onları izliyordu. Çift yavaş adımlarla ileri yürürken Akın da eş zamanlı olarak geriye yürüyor ve çifti çekiyordu. Çiftin ilk pozları birbirine baktıkları ve gülümsedikleri pozlar oldu, ardından Akın'ın yönlendirmesiyle adam kadını kucakladı ve Akın bu pozları da çekti. Bir süre sonra çift gülüşmeye başladığında bu içten hâlleri de Akın tarafından başarıyla yakalanıp ölümsüzleştirildi. Adam kadını belinden iyice kavrayıp havaya kaldırdığında kadın onun boynuna sarılıp gülmeye devam etti.

“Sakın bozmayın,” dedi Akın. “Çekiyorum.”

Onların bu tatlı anlarını yakalamak için genç fotoğrafçı onların etrafında resmen dört dönerek her açıdan fotoğraflarını çekti. Otuz iki diş sırıtan çift fotoğraflarda çok şirin çıktı.

“Tamam mı?” diye sordu adam. “Bırakayım mı?”

“Bırakabilirsiniz,” dedi Akın kamerasını indirerek. “Çok güzel pozlar yakaladım.”

“Görebilir miyiz?” diye sordu kadın.

“Elbette.”

Akın onlara çektiği son fotoğrafları gösterdi.

“Çok tatlı çıkmışız,” dedi kadın ince bir sesle. “Anı yakalama beceriniz takdire şayan.”

“Teşekkür ederim,” dedi Akın. “Hadi devam edelim.”

“Saçlarım biraz dağıldı,” diyen kadın Göksel’e baktı. “Yardımcı olabilir misiniz?”

“Tabii ki,” diye cevap verdi Göksel.

Göksel ayağındaki ayakkabılarla suya giremeyeceği için kadın ona yaklaştı. Göksel onun dağılan saçlarını düzeltmeye girişirken ciddi bir yüz ifadesi takındı.

“Çok hareket edince saçlar dağıldı,” dedi kadın, alttan Göksel’e bakarken. Kafasının en tepesi Göksel’in burun ucu hizasındaydı. “Ama ortaya çıkan fotoğraflara bakınca buna değdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.”

“Saçlarınız çok dağılmış sayılmaz,” dedi Göksel onun kahverengi gözlerine bakarak. Kadının perçemlerini iki yana ayırıp yüzünü ortaya çıkardı. “Düzelttim bile.”

“Elbisem nasıl görünüyor?”

“Yakanızı düzeltsem yeter.”

Göksel onun yakasını da düzelttiğinde kadın çekime devam etmeye hazırdı.

“Çok teşekkür ederim. Bugün iyi ki buradasınız, çok yardımcı oldunuz.”

“Rica ederim.”

Sıradaki fotoğraflar çiftin arkadan çekilecek fotoğraflarıydı. İkili sahil boyunca ayaklarına vuran dalgalar eşliğinde el ele yürürken Akın da onları çekmeye kaldığı yerden devam etti.

“Birbirinize bakabilirsiniz,” dedi Akın. “Gülümsemeden bakışın. Gülümsediğiniz pozları da bunlardan sonra çekerim.”

Çift Akın’ın söylediği gibi gülümsemeden, birbirlerine sadece aşk dolu bakarken poz verdikten sonra fotoğrafçının seslenmesiyle gülümseyerek ve gülerek de poz verdiler. İlk kez kendisinin fotoğrafçı olmadığı bir çift çekiminde bulunan Göksel ise –genç kadın geçen sene ağabeyiyle eşinin düğün çekimini yapmıştı ve bu onun ilk çift çekimiydi– gülümseyerek çifti izledi. Çiftin birbirine âşık olduğu bakışlarından anlaşılıyordu ve onları izlemek içini sıcacık yapmıştı.

“Birbirinize yaklaşarak poz vermeye ne dersiniz?” dedi Göksel. Tüm bakışlar ona döndü. “Hanımefendi size yaslanırken siz de onun belini kavrayabilirsiniz ve yine birbirinize bakarak poz verebilirsiniz. Ortaya romantik kareler çıkacağını düşünüyorum.”

Akın arkadaşının işin içine dahil olmasından keyif aldığını belli eden bir gülümseme takınırken çiftse kendi arasında bakıştı.

“Olabilir,” dedi adam. “Nasıl poz verebiliriz mesela? Bizi yönlendirir misiniz?”

“Elbette,” diyen Göksel onlara biraz yaklaştı. “Gövdelerinizi birbirinize yaslayın. Aynen, tıpkı bu şekilde. Şimdi nişanlınızın beline kolunuzu sarın ve başlarınızı birbirinize çevirip bakışın. Gerisini Akın halledecektir.”

“Muhteşem bir poz önerisi,” dedi Akın gülümseyerek. Arkadaşına göz kırptı. “Evet, yüz ifadelerinizi ayarlayınca çekmeye başlayacağım.”

Akın’ın çiftin yeni pozlarını çekmeye başladığı esnada Göksel’in telefonuna bir bildirim geldi. Genç kadın şortunun cebindeki telefonunu çıkarıp ekranını açtığında bildirimin sosyal medya hesabından geldiğini gördü.

Gökhan Uygur hikayene yanıt verdi.

Yüzüne merakla karışık bir gülümseme yayılırken ekranı açtı fakat bildirime dokunup mesajı açmak yerine mesajı bildirim penceresinden okumayı tercih etti.

Muhteşem bir çekim yeriymiş, kolay gelsin

Alt dudağını dişleyerek güldü ve telefonunu cebine soktu. Genç adama biraz zaman geçtikten sonra cevap verebilirdi.

Dikkatini yeniden diğerlerine odakladı. “Elinizi hanımefendinin belinde biraz daha aşağı koyabilirsiniz,” diye bir öneride bulundu. “Hanımefendi de biraz dik durursa daha güzel olacak.”

“Böyle nasıl?” dedi Göksel’in dediğini yapan adam. Eli artık nişanlısının bel boşluğundaydı.

“Daha iyi.”

Akın çiftin fotoğrafını çektikten sonra gülümseyerek arkadaşına baktı. “İşin içine dahil olmadan duramayacağını biliyordum,” dedi. Bundan rahatsız olmadığı, tam aksine çok hoşuna gittiği belliydi. “Pozlar konusunda çok takıntılısın.”

“Farkındayım,” dedi Göksel. Omuzlarını zarif bir hareketle kaldırıp indirdi. “İnsanları çekerken verilen pozun fotoğraftaki en kritik şey olduğuna inanıyorum.”

“Haksız da sayılmazsın,” diyen Akın sonraki cümleyi çifte hitaben söyledi: “Aranızda yoğun bir bakışma olmasını istiyorum. Bu şekilde birkaç poz çekelim.”

“Hiç sıkıntı değil,” dedi adam nişanlısına bakarak. “Bu yüze ömür boyu yoğun duygularla bakacağım.”

Duyduğu bu ani romantik cümle karşısında şaşıran kadın kaşlarını kaldırıp gözlerini büyüttü, onun bu ifadesini yakalayan Akın kadının bir saniye sonraki gülümsemesini ve uzanıp nişanlısını yanağından öpüşünü de başarıyla yakaladı.

“Bu bir çekimde duyduğum en romantik cümleydi,” dedi Akın.

“Benim hayatım boyunca duyduğum en romantik cümleydi,” dedi kadın bakışlarını nişanlısının gözlerinden ayırmadan. “Muhtemelen şu an istediğiniz yoğun bakışmayı yapıyoruz.”

“Aynen öyle yapıyorsunuz. Sakın bozmayın.”

Akın onları çekerken bir elini gerdanına koyan Göksel ise gülümseyerek çifte bakıyordu. Adamın söylediği cümle çok hoşuna gitmişti. Birbirini böylesine seven insanları görmek onun içini sıcacık yapıyor, tatlı bir huzurla dolduruyordu. Bunda annesiyle babasının gerçek aşkına şahitlik ederek büyümesinin etkisi büyüktü. Kendisinin aşk konusunda başarılı deneyimleri olmasa da bir yerlerde gerçek aşkı yaşayan, ruh eşini bulan insanlar olduğunu biliyordu ve bu onun kalbini ısıtıyordu.

Belki bir gün o da ruh eşiyle tanışabilir, gerçek aşkı bulabilirdi.

Akın bu pozlardan sonra çiftin son fotoğraflarını çekti. Son fotoğraflar en hareketli ve en eğlenceli olanlardı. Fotoğraflarda çift el ele bir şekilde koşuyor, neşeyle gülüyordu; adam kadını belinden tutup yere eğiyor, sonraki karede kalçalarından tutup havaya kaldırıyordu; kadın bir fotoğrafta onun boynuna sarılırken birinde kollarını iki yana açıp yukarı bakarak gülüyordu; son karedeyse çift gözleri kapalı bir şekilde öpüşüyordu.

Akın bu fotoğrafların enerjisini çok sevdi. Fotoğraflar üzerinde çalışmak için sabırsızlanıyordu.

“Çok teşekkür ederiz,” dedi kadın çekim bittikten sonra. “Bizim için çok ama çok eğlenceli bir çekim oldu. Fotoğrafları dört gözle bekliyoruz.”

“Asıl ben teşekkür ederim,” dedi Akın gülümseyerek. “Benim için de eğlenceli bir çekim oldu.” Adama döndü. “Fotoğrafları bana mesaj attığınız e-posta adresine göndereceğim. Adreste herhangi bir değişiklik yok değil mi?”

“Hayır, yok,” dedi adam başını iki yana sallayarak. “O hesaba gönderebilirsiniz.”

“Tamam. Bir şey olursa sizinle iletişime geçerim zaten.”

“Çok teşekkür ederiz,” deyip elini uzattı adam. “Çok keyifli vakit geçirdik. Unutamayacağımız güzel bir gün oldu.”

“O keyif bana ait,” diyen Akın adamın elini tutup onunla tokalaştı. “Tekrardan tebrik eder ve bir ömür boyu mutluluklar dilerim.”

“Teşekkür ederiz.”

“Size de çok teşekkür ederiz,” dedi kadın. Muhatabı Göksel’di. “Bugün bize çok yardımcı oldunuz. Sağ olun.”

“Rica ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Benim için keyifli bir gündü. Sizi de tebrik eder, mutluluklar dilerim.”

“Teşekkür ederiz.”

Akın ve Göksel çiftle vedalaştıktan sonra çift arabalarına binip yola koyuldu. Yolun kenarında durup onların arkasından bakan Akın ve Göksel sahilde yalnız kaldı.

“Biz de fotoğraf çekelim,” dedi Akın arkadaşına dönüp. “Senin kadrajına girmek istediğimi söylediğim anı hatırlıyor musun? Bence o an tam olarak şu an.”

“Sen nasıl istersen,” diyen Göksel eliyle etrafı gösterdi. “Burası fotoğraf çekmek için muhteşem bir yer.”

“Kesinlikle öyle. Hadi işe koyulalım.”

İkili yeniden kıyıya ilerledi.

“Biraz eğlenceli ama havalı pozlar vermek istiyorum,” dedi Akın. “Hesabımda paylaşırım.”

“Bu işin uzmanısın,” dedi Göksel. “İstediğin pozları ver, ben hepsini çekiyor olacağım.”

Ağaçları arka planına alan Akın havalı ve karizmatik pozlar verdi. Zaten yakışıklı bir genç olduğu için bunu yapmakta zorlanmadı. Birkaç fotoğrafta ciddi bir ifadeyle kameraya bakarken birkaç tanesinde de gülümsedi.

“Nasıl çıkıyorum?” diye sordu genç adam.

“Gayet iyi,” diyen Göksel yüzünü kameradan uzaklaştırdı. “Şimdi kıyıda, denizi arkana aldığın birkaç fotoğraf çekelim.”

Akın’ın kıyıda verdiği pozların hepsi eğlenceliydi. Genç adam yürürken, koşarken, ayağıyla kumları tekmeleyip havaya fırlatırken, kollarını zarifçe yukarı kaldırırken, gülerken Göksel onu çekip tüm bu anları ölümsüzleştirdi.

Akın en sonunda kendini kumların üstüne atıp derin bir nefes aldı. “Yoruldum be,” diye söylendi. “Poz vermek de ne zor işmiş.”

Göksel onun yanına gelip dizlerinin üstünde yere oturdu. “Böyle de çekelim,” dedi. “Hazır kuma bulanmışsın, bu fırsatı değerlendirelim.”

Akın yüz üstü dönüp çenesini koluna yasladı. “Böyle poz vereyim o zaman,” dedi. “Biraz da seksi bakarsam tamamdır bu iş.”

Akın çekici bir ifadeyle kameraya baktığında Göksel onun fotoğrafını çekti. Genç adam hemen ardından karşıya baktı ve Göksel onu sağ profilden de çekti. Akın’ın düzgün bir burnu, şekilli bir çene yapısı vardı ve profilden çekilen fotoğrafları çok iyi çıkıyordu.

“Çektin mi?” diye sordu Göksel’e.

“Evet,” dedi Göksel. “Yeni bir poz verebilirsin.”

Akın duruşunu değiştirmeden sadece gözlerini kapattığında Göksel bu pozunu da çekti.

“Fotoğraflar efsane oldu,” dedi genç kadın. “Bu kadar fotojenik olduğunu bilmiyordum.”

Akın yerden kalkıp Göksel gibi oturma pozisyonuna geçti. Elleriyle yüzündeki kumları temizlerken konuşmaya başladı: “Benim de birkaç numaram var. Uzun seneler fotoğraf çekince poz verme konusunda da uzmanlaşıyorsun. Beni çektik, şimdi sıra sende. Fotoğrafının çekilmesinden nefret ettiğini bilsem de birkaç fotoğrafını çekmek istiyorum.”

“Arkadaşlarım olarak fotoğraflarımı çekmeye neden bu kadar meraklı olduğunuzu anlamıyorum.”

“Anlamayacak bir şey yok, çok güzelsin ve bu güzelliği kameranın arkasında bırakmanı haksızlık olarak değerlendiriyoruz.”

“Ha?”

“Hadi kalk ve en iyi pozlarını ver.”

Akın onun elinden fotoğraf makinesini alarak ayağa kalktığında Göksel de pembeleşmiş yanaklarıyla yerden kalkıp üstünü silkeledi.

“Önce şu şapkadan kurtulalım,” deyip onun kafasındaki şapkayı aldı Akın ve kendi kafasına taktı. “Ha şöyle yüzün gözün açılsın. Nasıl poz vermen gerektiğini söyleyerek seni sıkmayacağım. Sen nasıl istersen öyle poz ver.”

Göksel kıyıya geçip denizi arkasına aldı, üstünü başını düzelttikten sonra çekingen bir tavırla Akın’a baktı. “Nasıl görünüyorum?” diye sordu.

“Mükemmel,” dedi Akın. “Sen pozunu ver, gerisini bana bırak.”

Göksel ilk fotoğrafta gülümseyerek kameraya baktı, ikincisinde sol eliyle önüne gelen saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırırken sağ tarafa bakarak poz verdi.

“Pozlara bak pozlara,” dedi Akın. “Ana karnında mı öğrendin kızım bunları?”

Göksel güldüğünde Akın hemen deklanşöre bastı.

“Akın!” diye bağırdı Göksel. “Bilerek yaptın.”

“Elbette bilerek yaptım ve çok da güzel çıktın. Hadi şimdi arkanı dönüp denize bak, ben de yan taraftan seni çekeceğim.”

“Profilden mi? Hayatta olmaz.”

“Bal gibi de olur.”

Akın Göksel’in tüm itirazlarına rağmen onu denize doğru döndürüp yan tarafına geçti.

“Ne yapacağım şimdi?” diye sordu Göksel. “Biraz kaba bir tabir olacak ama andaval gibi denize mi bakacağım?”

Akın bir kahkaha patlattı. “Tabii ki hayır,” dedi. “Saçlarınla fotoğrafa hareket katacağız. Zaten esiyor, sen de elinle saçlarını arkaya atarsan muhteşem bir fotoğraf çekeceğimi düşünüyorum.”

Rüzgârın yardımıyla Akın tam da istediği gibi bir fotoğraf çekti. Göksel’in dalgalı sarı saçları fotoğrafın can alıcı noktası olmuştu.

“Yeter bu kadar,” dedi Göksel. “Akşam oluyor, dönelim artık.”

Göksel arabaya doğru yürümeye başladığında Akın yeniden makinesini kaldırıp onun fotoğrafını çekti. Denizden kıyıya doğru esen rüzgâr genç kadının saçlarını sağa doğru savurmuştu, üstüne giydiği askılı bluzla şort vücuduna oturduğu için onlarda bir dalgalanma olmamıştı ve bu durgun fotoğrafta uçuşan saçları fotoğrafa güzel bir hareketlilik katmıştı.

Akın kendi kendine gülümsedikten sonra arkadaşının peşine takıldı.

Göksel arabaya yürürken cebinden telefonunu çıkardı. Yoğunluktan Gökhan’a cevap verememişti, birazdan da araba sürmeye başlayacağı için öncesinde ona cevap yazmak istedi. Mesaj bildirimine dokunduğunda konuşma sayfası açıldı.

Muhteşem bir çekim yeriymiş, kolay gelsin

Onun mesajını bir kez daha okuduktan sonra ona cevap yazdı.

Teşekkür ederiz

Gerçekten de çok güzel bir yerdi, mükemmel bir çekim yaptık

Mesajları gönderip telefonunu yeniden cebine soktu. Omzunun üstünden arkaya baktığında Akın’ın peşinden geldiğini gördü. Fotoğraf makinesi hâlâ elindeydi, içi boş olan çanta da omzundaydı.

“Diğer kamerayı da tripodla beraber bagaja mı koyduk?” diye sordu Akın.

“Sanırım,” dedi Göksel. Anahtarla bagajın kapısını açtı. “Bak bakalım.”

Akın bagajı açtığında makinesinin çantasını orada buldu. İkinci kamerayı ve bilgisayar çantasını bagajdan aldıktan sonra bagaj kapısını kapattı.

“Düzenlemeye hemen yolda mı başlayacaksın?” diye sordu Göksel şaşkınlıkla.

“Hayır,” dedi Akın. “Fotoğrafları bilgisayarıma atacağım, geniş ekranda görüp nasıl düzenleme yapacağımı tasarlarım.”

“İyi bakalım. Atla hadi.”

Göksel şoför koltuğuna otururken Akın da ön koltuğa geçti. Araba saatlerdir güneşin altında durduğu için ısınmıştı. Göksel camların hepsini açtı. İçerisi biraz havalandıktan sonra klimaları açabilirdi.

Akın bilgisayarını açıp kamerayı bilgisayara bağlamaya hazırlanırken Göksel de aracı çalıştırdı.

“Emniyet kemeri,” diye hatırlattı Göksel. “Takmayı unutmayalım lütfen.”

“Ah pardon,” diyen Akın emniyet kemerine uzandı. “Direkt bilgisayara sarıldığım için aklımdan çıktı.”

Akın da emniyet kemerini taktıktan sonra Göksel gaza basıp arabayı sahilden çıkardı. Asfalt yola çıktıklarında hızını biraz daha artırdı ama her zamanki gibi ipin ucunu kaçırmadı. Genç kadın kurallara uyan, gaz pedalına hiçbir zaman aşırı yüklenmeyen bilinçli bir şofördü.

Göksel telefonunu arabaya bağlayıp sevdiği tarzda bir şarkı açtı. İlk birkaç dakika ikisi de konuşmadı. Göksel çalan şarkıyı dinleyerek arabayı sürerken Akın da fotoğraflarla ilgileniyordu. Dakikalar sonra ilk konuşan kişi Akın oldu:

“Senin fotoğrafların muhteşem olmuş,” dedi. “Düzenlemeye ihtiyaçları bile yok aslında, ışık ve renkle oynasam yeterli olacak.”

Göksel bilgisayar ekranına kısa bir bakış attı. Gülümsediği fotoğraf ekrandaydı. Hoş bir fotoğraftı, genç kadın sevimli çıkmıştı ama farklı bir özelliği yoktu; son derece klasik bir fotoğraftı.

“Ellerine sağlık,” dedi arkadaşına. “Bana da atarsın artık.”

“Düzenledikten sonra atarım.”

Araç usulca güneye doğru ilerliyor, şehir merkezine doğru yol alıyordu. Şehrin bu kısımları yeşil ve sakin yerlerdi, Göksel bu tarafları seviyor ve şimdi olduğu gibi buralarda araba yolculuğu yapmaktan hoşlanıyordu. Burada şehir merkezindeki yoğun trafik yoktu, aralarından geçip gittiği beton yığınları yoktu; sadece tadını çıkarabileceği doğa vardı.

“Fotoğraflar için teşekkür ederim,” dedi Akın. “Ellerine sağlık. Bugün bana eşlik ettiğin için de çok teşekkür ederim. Şehre vardığımızda sana akşam yemeği ısmarlayayım.”

“Rica ederim,” dedi Göksel ona bakarak. “Çok keyifli bir gündü. Akşam yemeği de muhteşem bir fikir, ikimiz için de uzun bir gün oldu ve karnımızı doyurmayı hak ettik.”

“Kesinlikle hak ettik. Karnım kazınıyor.”

“Ben de acıktım. Ne yiyelim?”

“Ne istersin? İstediğin şeyi ısmarlayayım.”

 “Düşüneyim,” diyen Göksel daha uygun fiyatlı yemekleri düşündü. Arkadaşına yük olmak istemiyordu. “Çıtır tavuk yiyelim mi? Yanında patates kızartması ve içecekle.”

“Bol kalorili,” dedi Akın işaret ve başparmağıyla L harfi oluşturduğu elini arkadaşına doğrultarak. “En sevdiğim.”

İki yakın arkadaş gülüştü.

“Yiyelim,” dedi Akın sonra. “Güzel bir yer biliyorum.”

“Nerede?” diye sordu Göksel.

“Beşiktaş’ta. Yaklaşınca tarif ederim.”

Uzun bir yolculuğun ardından şehir merkezine vardılar. Cumartesi akşamı trafiği korkunçtu, Akın’ın tarif ettiği yere varabildiklerinde hava kararmaya başlamıştı. Göksel aracı iki sokak öteye park ettiğinde araçtan indiler.

“Bu şehir beni kanser edecek,” diye söylendi Akın. “İki kilometre yolu bir saatte geldik.”

“İstanbul’da sıradan bir akşam,” dedi Göksel kaşlarını biraz kaldırarak. “Hadi gidelim.”

İşletmeye vardılar. İçerisi oldukça genişti ve modern bir tasarıma sahipti. Göksel meraklı gözlerle etrafı incelediğinde başını memnun kaldığını belli eden bir ifadeyle salladı.

“Güzel yermiş,” dedi arkadaşına bakarak. “Çok da güzel kokuyor.”

“Açlıktan bayılmak üzereyim,” dedi Akın. “Hemen siparişlerimizi verelim.”

Bir kova dolusu çıtır tavuk, iki patates kızartması ve iki kola siparişi verdiler. Sadece dakikalar sonra duvar kenarındaki bir masada oturmuş yemeklerini yiyorlardı. Kahvaltıdan sonra hiçbir şey yemeyen iki genç de oldukça aç olduğu için ağızları yalnızca yemek için çalışıyordu.

Yemeği ilk bitiren kişi Akın oldu. Karnı doyduğu için mutlu olan genç adam keyifle kolasının kalanını yudumluyordu, Göksel de ondan biraz sonra yemeğini bitirdi.

“Kesene bereket,” dedi Göksel. “Yemek için teşekkür ederim. Tavuklar gerçekten çok lezzetliydi.”

“Afiyet olsun Gök. Doydun değil mi?”

“Hem de tıka basa.”

Ellerini ıslak mendille temizleyen Göksel telefonunu çıkardı. Yoldayken annesine çekimin bittiğine ve Akın’la birlikte Beşiktaş’ta bir yerde akşam yemeği yemeye gittiklerine, eve de bundan sonra döneceğine dair bir mesaj atmıştı. Annesiyse ona 15 dakika önce cevap vermişti:

Tamam bebeğim, afiyet olsun. Akın’a da selamlarımı ilet

“Annemin selamı var,” dedi Göksel gözlerini kaldırıp karşısında oturan arkadaşına bakarak.

“Aleykümselam,” dedi Akın. “Sen de selam söyle.”

“Başüstüne.”

Göksel annesine cevap yazdı: Teşekkür ederiz. Akın da selam söylüyor

Annesinin mesajından sonra Gökhan’ın bir buçuk saat önce gönderdiği mesaja baktı. Şoför koltuğunda oturduğu ve İstanbul trafiğiyle uğraştığı için onun mesajına bakacak fırsatı olmamıştı.

Senin arkadaşın olan bir fotoğrafçının muhteşem işler ortaya çıkardığına dair hiç şüphem yok zaten

Onun mesajını okuyunca bir gülümseme yüzüne yayıldı ve gülümseme yüzünü süslemeye devam ederken ona cevap yazdı.

Teşekkür ederim ama benim arkadaşım olmasından bağımsız Akın muhteşem bir fotoğrafçı ve video grafikerdir

Siz ne yaptınız?

Saatler akşam sekizi geçiyordu, bu da Gökhan’ın sahnede olduğunu ve onun mesajını ancak akşamın sonunda göreceği anlamına geliyordu.

Göksel telefonunun ekranını kapatıp kenara koydu. “Haftaya yine mi çekimin vardı?” diye sordu.

“Evet,” diye onayladı Akın. “Yeni açılan bir işletme için video çekimi yapacağım.”

“Çok güzel. Bu yaz senin için dolu dolu geçiyor.”

“Öyle oluyor ve bu durumdan memnunum. Hem sevdiğim işi yapıyorum hem de para kazanıyorum. Gönül isterdi ki daha çok çekim yapabileyim ama hem tanınmış biri olmadığım için talep az hem de tek çalıştığım için haftada ancak bir çekimle ilgilenebiliyorum.”

“Bence böylesi daha iyi, bu şekilde kendine de vakit ayırabiliyorsun. Okul dönemi oldukça yorucu geçiyor, en azından yaz tatilinde dinlenmeye bak.”

“Yani, haksız sayılmazsın. Ağustos için tatil planlarımı yaptım bile. Kendi paranla tatile çıkmak gibisi yok.”

“Bak sen, yolculuk nereye?”

“İki arkadaşımla beraber Marmaris’e gideceğiz. Üç günlük kısa bir tatil olacak ama çok iyi geleceğinden eminim. Duruma göre sezon sonuna doğru küçük bir tatile daha çıkabilirim, onu o zaman düşüneceğim.”

“Ne güzel, adına sevindim.”

“Sen ne yapacaksın? Planlar var mı?”

“Fethiye’ye dedemlerin yanına gideceğiz. Ağabeyim de eşiyle beraber gelecek ve ailecek zaman geçireceğiz. Annemle babam bu ay sonuna doğru izne ayrılacak.”

“Çok iyi. İkimizi de güzel bir tatil bekliyor gibi.”

“Evet, öyle görünüyor.”

Kısa süren bir sessizlik yaşandı.

“Kalkalım mı artık?” diye sordu Göksel. “Yolumuz uzun.”

“Kalkalım,” diye onayladı Akın. “İkimiz de yorulduk, evlerimize dönüp dinlenmemize bakalım.”

Ayaklanan iki arkadaş işletmeden çıktılar. Hava tamamen kararmıştı, cumartesi akşamını dışarıda geçirecek olanlar da zaten kalabalık olan sokakları daha da kalabalıklaştırmışlardı. Yan yana yürüyen Akın ve Göksel kalabalığın arasına karışıp iki sokak ötedeki araca yürüdüler.

“Dehşet bir kalabalık var,” dedi Akın. “Yolların hâlini tahmin edebiliyorum.”

“Eve varmamız saatler sürecek,” diyen Göksel anahtarla kapıları açtı. “Seni Sirkeci’de mi bırakayım?”

“Caddede bırakırsın, ben oradan istasyona yürürüm.”

“Tamam. Galata Köprüsü’nden giderim, seni de Eminönü’nde bırakırım.”

“Olur, sen de oradan evine geçersin.”

İkili arabaya binip yola koyuldu. Göksel korkunç İstanbul trafiğinde onlara eşlik etmesi için hemen bir şarkı açtı. Çoğu zaman müzik bu işkenceyi biraz da olsa azaltıyordu.

Göksel aracı kullanırken Akın da bilgisayarını yeniden açtı. Tüm fotoğrafları bilgisayarına atmıştı, birkaç tanesinde minik düzenlemeler yapmaya bile başlamıştı. Çiftin deniz kıyısındaki bir fotoğrafını düzenlemeye kaldığı yerden devam etti.

“Fotoğrafları düzenleyip müşterilere atman kaç gün sürüyor?” diye sordu Göksel.

“En az dört gün,” dedi Akın. “Çok iyi bildiğin üzere düzenleme kısmı da çekim kısmı kadar meşakkatli.”

“Söz konusu video düzenlemesi olduğunda düzenleme kısmı çekim kısmından çok daha zor bence.”

“Haklısın. Video çekmeyi seviyorum fakat düzenleme kısmı çok yoruyor.”

“Bu yüzden çok az video çekiyorum.”

“Çektiğin zaman da bunu layıkıyla yapıyorsun. Hesabında paylaştığın İstanbul videosu enfesti, arada açıp izliyorum.”

Onun bu cümlesi Göksel’i şaşırttı. Genç kadın Akın’a bakarken, “Ciddi misin?” diye sordu.

“Ciddiyim tabii,” dedi Akın gülümseyerek. O da başını bilgisayar ekranından kaldırmış arkadaşına bakıyordu. “Çok başarılı bir videoydu. Umuyorum ki başka videolar da paylaşırsın.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Göksel sırıtıyordu. “Bir şeyler çekiyorum, kısa vadede paylaşmam ama orta vadede yeni bir video gelebilir.”

“Bak sen, merakla bekliyorum.”

“Desteğin çok kıymetli, böyle konuşarak beni inanılmaz motive ediyorsun. Teşekkür ederim, gerçekten.”

“Senin gibi muhteşem bir sanatçıya destek olmak hem bir diğer sanatçı hem de yakın arkadaşın olarak boynumun borcu. Lafı bile olmaz Gök.”

Göksel uzanıp onun kolunu sıvazladığında ikisi de birbirine gülümsedi.

Trafiğin içinde minik minik ilerledikleri yarım saat sessiz geçti. Araçtan yükselen tek ses radyodan çalan şarkılardı. Göksel bu trafikte canları biraz daha az sıkılsın diye hareketli pop şarkıları açmıştı ama bu şarkılar bile şu anki trafiğin korkunçluğunu biraz da olsa azaltmaya yeterli gelmiyordu.

“Bakar mısın?” diye sordu Akın. “Farklı arka planda çektiğimiz birkaç fotoğrafı düzenledim, sence nasıl görünüyorlar?”

Araba zaten durduğu için Göksel dikkatini rahatça bilgisayar ekranına verebildi. Akın’ın gösterdiği düzenlenmiş dört fotoğrafın hepsini bir uzmanın gözünden dikkatlice inceledi.

“Kusursuz görünüyorlar,” dedi biraz sonra. “Filtre seçimleri çok iyi olmuş, diğer ayarlar da muhteşem olmuş.”

“Şöyle olsaydı daha iyi olurdu dediğin herhangi bir şey var mı?”

“Hayır, bence her şey mükemmel.”

“Peki, diğer ayarları da bunlar gibi yaparım o zaman. Teşekkür ederim.”

“Ne demek.”

Yoğun trafiği atlatan iki arkadaş saatler akşam onu geçerken Galata Köprüsü’nden çıkıp Eminönü’ne vardılar.

“Bu kadar yükle buradan istasyona kadar yürüyebilecek misin?” diye sordu Göksel.

“Yürürüm,” dedi Akın. “Bir şey olmaz.”

“Bir sürü pahalı ekipmanın var, istasyona kadar bırakacağım.”

“Hiç zahmet etme, gerçekten.”

“Zahmet etmeyeceğim, sadece şuradan şuraya süreceğim.”

“Tamam o zaman. Teşekkür ederim.”

Göksel istasyona doğru dönüp Sirkeci Garı’na sürdü. Aracı garın giriş kapısında durdurdu. Akın bilgisayar çantasına bilgisayarıyla bir kameranın çantasını koyup sırtına taktı, diğer kamera çantasını da omzundan çapraz şekilde astı.

“Sen hiç inme,” dedi Göksel’e. “Bagajdan tripodları alıp giderim ben. Bugün için tekrardan çok teşekkür ederim.”

“Rica ederim, ne demek,” dedi Göksel. “Dikkatli ol. Eve varınca da haberdar et.”

“Tamam, ederim. Sen de dikkatli sür ve eve gittiğinde haber ver.”

“Veririm. Görüşürüz.”

“Görüşürüz Gök.”

Akın arabadan inip bagajdan tripodlarını da aldı. Göksel’e el sallayan genç adam gara doğru ilerlediğinde Göksel de yeniden gaza basıp evine doğru yola koyuldu. Fatih’i avcunun içi gibi bilirdi, trafikten olabildiğince kaçıp evine en kısa sürede varacağı güzergâhı da biliyordu.

Genç kadın dakikalar sonra oturduğu sokağa vardı. Aracı apartmandan birkaç metre uzaktaki boş park yerine park edip çantasını da alarak araçtan indi. Sokak boş ve etraf sessizdi. İnsanlar ya evinde ya da eğlenmek için dışarıda olduğu için bu saatlerde etraf tenha oluyordu.

Evine anahtarıyla girdi. Salonun lambası yanıyordu.

“Göksel?” diye seslendi babası.

“Ben geldim,” diye cevap verdi. Ayakkabılarını çıkarıp eve girdikten sonra salona ilerledi. Annesiyle babası koltukta yan yana oturuyordu.

“Merhaba,” diye selamladı onları.

“Merhaba,” diye karşılık verdiler.

“Günün nasıldı?” diye sordu annesi.

“Çekim çok keyifliydi ama trafik beni mahvetti.”

“Cumartesi trafiği,” dedi babası. “Çok yormuştur.”

“Hem de nasıl,” deyip kendini tekli koltuğa attı. “Akın’ın çekimini yaptığı çift inanılmaz tatlıydı. Akın muhteşem kareler yakaladı, ben de birkaç kare için poz önerisinde bulundum ve müstakbel geline dış görünüşü konusunda yardımcı oldum.”

“İyi yapmışsın,” dedi annesi gülümseyerek. “Yemeği de Akın’la yedin.”

“Evet, çıtır tavukla patates kızartması ısmarladı. Yevmiye olarak güzel bir akşam yemeği aldım.”

Ebeveynleri gülüştü.

“Ne güzel düşünmüş,” dedi babası. “Hem vakit de geçirmiş olmuşsunuz.”

Aynen,” dedi Göksel. “Trafikte çok daha fazla zaman geçirdik ama o kısma hiç girmeyeceğim.” Ayağa kalktı. “Şimdi izninizle elimi yüzümü yıkayıp pijamalarımı giyeceğim ve kendimi yatağa atacağım.”

“Dinlen,” dedi annesi. “Ne kadar yorulduğun gözlerinden okunuyor.”

Göksel annesiyle babasının yanaklarını öptükten sonra salondan çıktı. Banyoda eliyle yüzünü yıkayıp günün tüm kirinden arındı, ardından odasına girdi. Üstüne artık ağırlık yapan kıyafetlerini çıkarıp rahat mı rahat pijama takımını giydi. Yatağa atlamadan önce son saniyede telefonunu aldı ve kendini yumuşacık yatağına bıraktı.

İşte bu iyi gelmişti.

Telefonunun ekranını açıp internete bağlandığında beklediği mesaj bildirimi geldi. Gökhan ona cevap vermişti. Bildirimin üstüne dokunup konuşmalarını açtı.

Sen ve şu mütevazılığın…

Biz de son provamızı yaptık, yarına tam olarak hazırız. Büyük gün geldi çattı

Gökhan’ın ilk mesajının sonundaki üç nokta Göksel’in dikkatini çekti. Genç adam ilk kez bir mesajının sonuna üç nokta koyuyordu. Bunun kötü bir anlama gelmediğini biliyordu. Eğer genç adam karşısında olsaydı bu cümleyi yüzünde bir gülümsemeyle başını iki yana sallayarak söylediğini hayal etti.

Tüm hazırlıklar tamam demek, sevindim. Şarkı listenizi ve performansınızı merakla bekliyorum

Yazdığı mesajı Gökhan’a gönderdi. Saat on bire yaklaşıyordu, genç adam eve dönüş yolunda olmalıydı; bu da her an mesajını görebileceği anlamına geliyordu. Onun cevap vermesini beklerken yeni paylaşımlara bakmaya karar verdi.

Birkaç dakika sonra Gökhan beklediği gibi kendisine cevap verdiğinde konuşmaya girdi.

Yarın bu vakitlerde dinliyor ve izliyor olacaksın

Eve vardın mı?

Genç adamın kendisini merak etmesi gülümsetti.

Evet, vardım. Sen neredesin?

Gökhan gönderdiği mesajı saniyesinde gördü. Genç adamın mesaj sayfasında beklediğini fark edince gülümsemesi sırıtışa dönüştü.

Ben de otobüsteyim, eve dönüyorum

Günün nasıldı?

Ona cevap yazdı.

Çok keyifli, bir o kadar da yorucuydu. Arkadaşım mükemmel bir çekim yaptı, çift de biz de büyük keyif aldık. Çekim sonrası arkadaşım bana yemek ısmarladı, geri kalan zamanlar da trafik içinde geçen işkence dolu saatlerdi

Gününden kısaca bahsettiği bu mesajı ona gönderdiğinde Gökhan bunu da hemen gördü. Genç adam yine bir yere oturmuş olmalıydı.

Sen de çekime dahil oldun mu yoksa seyretmekle mi yetindin?

Cumartesi trafiği çok fena, biz de trafik içinde can çekişiyoruz şu an

Kadıköy de trafiği korkunç olan yerlerden biriydi. Göksel içten içe Gökhan’a acıdı. Onun da evine varması çok uzun sürecekti. Günün önemli bölümünü trafik içinde harcamak başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde yaşayan herkesin kaderiydi.

Kadıköy’ün cumartesi trafiği adam öldürür, bol şans. Şu an şarkı dinleyip trafiği biraz da olsa katlanır kılıyorsundur muhtemelen

Birkaç poz önerisi vermek ve kadının yardım istediği konularda ona yardımcı olmak dışında dahil olmadım. İş yaparken birinin bana karışması hoşuma gitmediği için ben de kimseye karışmıyorum ve Akın da başkalarının yönlendirmelerine ihtiyaç duymayan profesyonel bir fotoğrafçı

Gökhan mesajını gördü fakat cevap yazmadı. Kısa süren bir durgunluktan sonra genç adamdan yeni bir mesaj geldi fakat bu bir fotoğraf mesajıydı.

Göksel heyecanlandığını hissetti. Gökhan kendisine ilk kez fotoğraf atıyordu. Küt küt çarpan kalbiyle birlikte fotoğrafa dokunduğunda fotoğraf açıldı. Gökhan’ın yüzünü görmeyi beklerken genç adamın gövdesini gördü. Üstünde mor bir tişört olan Gökhan’ın beyaz kablolu kulaklarını hemen fark etti. Genç adam fotoğraf üzerine şöyle de bir not düşmüştü:

Elbette şarkı dinliyorum

Gökhan’ın yüzünü göremediği için hayal kırıklığı yaşayan Göksel fotoğrafı kapattı. Gökhan ona ikinci bir mesaj göndermişti.

Güzel bir bakış açısı. Nasıl poz önerilerinde bulunduğunu merak ettim

Önce fotoğrafını sonra da ikinci mesajını alıntılayıp ona sırasıyla şu mesajları gönderdi:

Müzik konusunda seni iyi tanıyorum

Adamın kadının belini koluyla sarmalamasını ve birbirlerine bakarak poz vermelerini önerdim, tam da beklediğim gibi çok romantik kareler ortaya çıktı

Göksel yatakta sağa dönüp bacaklarını karnına çekti ve cenin pozisyonunu aldı. Bu pozisyonda yatmayı rahatlatıcı buluyordu.

Evet, tanıyorsun

Bak sen, gerçekten de romantik pozlar ortaya çıkmış olmalı. Güzel bir öneri yapmışsın, arkadaşının usta elleri de anı muhteşem yakalamıştır

Akın anı yakalama becerisi çok gelişmiş bir fotoğrafçıydı ve çiftin bu romantik pozları da onun becerikli ellerinden kaçmamıştı.

Evet, yakaladı

Yarınla ilgili birkaç soru sorup yatacağım. Siz oraya kaçta gideceksiniz ve ben kaçta geleyim?

Gökhan kendisine cevap yazarken ekranda beliren ve hareket eden üç noktayı izledi. Genç adam beklediği gibi uzun bir cevap verdi.

Mekân altıda açılıyor, biz de altıda orada olacağız ve dokuza kadar sahneyle enstrümanları hazırlamakla uğraşacağız. Senin bu kadar erken gelmene gerek yok, sekizden sonra gelebilirsin. Barış ve Sarp’ın kız arkadaşları da orada olacak, üçünüz için sahne önündeki masayı ayırttık; yani adına rezervasyon yaptırdığım için yer bulamama sıkıntın olmayacak. Akşam yemeğini yiyip çıkarsın. Sahneye çıkmadan önce de seni bizimkilerle tanıştırırım, olur mu?

Bu uzun mesajı okuduktan sonra onu cevapladı.

Olur, dediğin gibi akşam yemeğini yedikten sonra çıkarım

Yarın yine haberleşiriz zaten, evden çıkarken sana haber veririm

Kalbi heyecanla çarpıyordu. Yarın düşündüğünden de yakındı.

Haberleşiriz elbette. Mekâna yaklaştığında ararsın, seni karşılamaya kapıya çıkarım

Gökhan’ın bu düşünceli davranışları genç adamın kendisini en çok etkileyen davranışlarıydı. Ailesi ve arkadaş çevresi hep kibar, düşünceli ve zarif insanlarla çevriliydi; Gökhan’ın da böyle biri olması onunla yakınlaşmaları konusunda büyük role sahipti.

Tamamdır, haberleşiriz. Ben şimdi yatıyorum, sana iyi yolculuklar ve iyi akşamlar dilerim. Yarın görüşmek üzere

Yataktan kalkıp pikesini kaldırdı, lambayı kapattı ve yeniden yatağa yatıp pikesini göğsüne kadar çekti.

İyi geceler Gök, görüşürüz

Gülümseyerek telefonunu komodine bıraktı. Bakışlarını tavana dikip yarını düşünmeye başladı. Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışacağı için inanılmaz heyecanlıydı. Sürekli olarak nasıl insanlar olduklarını, onlarla anlaşıp anlaşamayacağını düşünüyordu. Onu sevecekler miydi? Gökhan’a kendisi hakkında neler söyleyeceklerdi? Kendi aralarında ondan nasıl bahsedeceklerdi? Tüm bunlar hafta boyunca kafasını kurcalamıştı. Onlarla anlaşabilmeyi ve yarının sorunsuz bir şekilde geçmesini umarak uykuya daldı.

***

Ertesi gün Dinçerler için tipik bir pazardı. Öğlene doğru ailecek kahvaltı eden aile üyeleri günün kalanını yine beraber geçirdi. Hep beraber bir film izlediler. Film bittikten sonra Göksel akşam için hazırlanmaya başladı. İlk iş olarak duşa giren genç kadın duştan çıktıktan sonra gözeneklerinin temizlenmesi için yüzüne maske yaptı. Cilt bakımına önem veren biriydi ve bu akşam da cildi her zamankinden iyi görünmeliydi.

Saçlarına yine köpük sürerek dalgalarını ortaya çıkardıktan sonra saçlarını kendi hâlinde kurumaya bıraktı ve odasından çıktı. Bezelye ve pilavın kokusu bütün evi sarmıştı.

“Yemekler pişti mi?” diye sordu mutfağa girdiğinde. Annesi lavabonun başında birkaç parça bulaşığı yıkıyordu.

“Pişti,” dedi kızına bakarak. “Yiyecek misin?”

“Evet. Saat altıya geliyor, yemeği yiyip hazırlanmaya başlayacağım.”

“İyi bakalım, ye.”

Göksel aynı tabağın içine bezelye ve pilavı yan yana koyduktan sonra masaya oturdu. Onun yemeğe başladığı esnada annesi de bulaşıkları yıkamayı bitirip kızının karşısına oturdu.

“Saçlarına köpük mü sürdün?” diye sordu. Kızının saçlarındaki değişimi hemen fark etmişti.

“Hı hı,” dedi Göksel başını sallayarak. “Dalgalarını ortaya çıkarıyor ve daha şekilli gösteriyor.”

“İyi yapmışsın. Heyecan var mı?”

“Yani, var tabii. Arkadaşlarıyla buluşacağım.”

“Bu aranızdaki şeyi bir adım öteye götürmek, biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” dedi Göksel biraz utanarak. “Bunun için heyecanlıyım zaten.”

“Tatlı heyecanlar bunlar.”

Göksel yemeğini bitirdikten sonra hazırlanmak için odasına girdi. Akşam için askılı pembe elbisesini seçmişti, ayağına kısa topuklu beyaz sandaletlerini giyecek ve omzuna beyaz çantasını takacaktı.

Elbisesini giymişti ki telefonu çalmaya başlayınca yatağın üstünde duran telefonuna ilerledi. Arayan kişi Gökhan’dı.

“Efendim?” diye açtı telefonu.

“Selam,” dedi Gökhan. “Ne yapıyorsun?”

“Hazırlanıyorum, sen ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle mekâna geldik, onlar sahneyi hazırlamaya girişirken ben de bir seni arayayım dedim. Ne zaman çıkacaksın?”

“Buçuktan sonra çıkmayı planlıyorum.”

“Yemek yedin mi?”

“Yedim. Masadan kalkıp hazırlanmak için odama geçtim az önce.”

“Hazırlanmaya daha yeni başladın yani? O zaman ben seni tutmayayım.”

“Tamam.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“Arabayı dikkatli sür,” dedi Gökhan birkaç saniye sonra. “Evden çıkarken de yazmayı unutma lütfen. Buraya yaklaşınca da haber ver ki söylediğim gibi seni karşılayayım. İçeri beraber gireriz.”

“Sürerim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Haber de veririm.”

“Tamam. O zaman görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra makyajını yapmak için ayna karşısına ilerledi. Gökhan da kendi kendine gülümsedikten sonra arkadaşlarının yanına ilerledi. Barış ve Sarp gitarları amfiye bağlarken Kuzey de ışıklarla ilgileniyordu, kızlar da sahnenin yanında durmuş kendi arasında sohbet ediyordu.

“Ben ne yapayım?” diye sordu Gökhan.

“Mikrofon bağlantılarını kontrol edebilirsin,” dedi Barış. “Ses kontrollerini yapalım.”

Gökhan da mikrofonlarla ilgilenmeye başladı.

Göksel makyajını elbisesiyle uyumlu olması adına pembe tonlarında yaptı. Gözleri, yanakları ve dudaklarındaki pembe tonları birbiriyle ve elbisesiyle büyük bir uyum içindeydi. Onun doğal güzelliğini ortaya çıkaran hafif bir makyaj olmuştu.

Kulaklarına altın rengindeki küçük halka küpelerini, gerdanına güneş kolyesini ve üç parmağına da yine altın renginde ince yüzüklerini taktı. Tırnaklarında da parıltılı pembe ojeler vardı ve yüzükler de eklenince elleri her zamankinden zarif görünüyordu.

Saatin 18.35 olduğunu görünce telaşlandı. Geç kalıyordu.

Beyaz omuz çantasına cüzdanını, naneli şekerini ve tazelemek için rujunu attıktan sonra Ahsen’i görüntülü aradı.

“Birazdan evden çıkmam gerek,” diye konuya daldı Ahsen cevaplayınca. “Nasıl olmuşum?”

Yüzünü kameraya yaklaştırıp makyajını gösterdi.

“Makyajın çok tatlı olmuş,” dedi Ahsen. “Doğal ve sade.”

“Elbise nasıl?” diye sorup telefonu masasının üstüne koydu ve biraz uzaklaşıp vücudunu kadraja soktu. Kendi etrafında yavaşça dönerken, “Yakışmış mı?” diye sordu.

“Bu da soru mu? Taş gibi olmuşsun. Çok güzel görünüyorsun.”

“Saçlarım nasıl? Henüz kurumadılar ama yolda giderken kururlar.”

“Saçların da güzel. Dalgaları ortaya çıkmış.”

“Çok teşekkür ederim,” deyip telefonu eline aldı. “Benim şimdi çıkmam lazım. Annemle babama veda edip hemen yola çıkacağım. Bana şans dile.”

“Bol şans bebeğim. Umarım çok eğlenceli ve keyifli bir akşam geçirirsin. Seni seviyorum.”

“Teşekkür ederim. Ben de seni seviyorum ve çok öpüyorum.”

“Ben de öpüyorum. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel aramayı sonlandırdı. Parfümünü ve telefonunu da çantasına attıktan sonra içinde fotoğraf makinesinin olduğu kamera çantasını da aldı ve odasından çıktı.

Annesiyle babası salondaydı.

“Ben çıkıyorum,” dedi salona girdiğinde.

Annesiyle babası ona döndü ve onu süzdüler.

“Bu ne güzellik?” dedi annesi gülümseyerek. “Göz kamaştırıyorsun bebeğim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel.

“Söylediklerimizi unutma,” diyen babası ayaklandı ve ona yaklaştı. “Telefonun seslide ve her an yanında olacak, seni aradığımızda ulaşabileceğiz. Hoşuna gitmeyen herhangi bir durum olursa hemen oradan ayrılacak ve arabaya atlayıp eve döneceksin.”

“Hepsini aklıma yazdım. Sizi meraklandırıp telaşlandırmayacağım, söz veriyorum.”

“Yanında yeterli nakit var mı? Kartı aldın mı?”

“Kartı aldım, yeterli nakidim de var. Kimliğimle ehliyetim de cüzdanımda.”

“Sarhoş olmak yok,” dedi annesi. “Ne olursa olsun bir eğlence mekânına gidiyorsun ve araba kullanacaksın.”

“Biliyorum, elbette sarhoş falan olmayacağım. En fazla bir bira içerim, onu da gece sonuna bırakmam zaten.”

“Kendine dikkat et,” dedi Engin. “Aklımız sende kalmasın.”

“Edeceğim, siz beni merak etmeyin. Benim için eğlenceli bir akşam olacağını umuyorum, siz de keyfinize bakın.”

Engin onu kendine çekip alnını öptü. “Süslenip püslenmişsin de,” dedi. “Gökhan sahnedeyken gözlerini senden alabilirse iyi.”

“Baba! Sen beni utandırmadan ben gitsem iyi olacak, geç bile kaldım.”

Göksel annesi ve babasıyla vedalaştıktan sonra evden çıktı. Arabaya binince ilk iş olarak telefonunu eline alıp Gökhan’a yola çıktığına dair mesaj attı. Telefonu telefon tutucusuna yerleştirip gaza bastı ve yola koyuldu.

Ana caddeye çıktığında Gökhan’dan cevap geldi. Hızını yavaşlatıp ekranda beliren mesajı okudu.

Dikkatli sür lütfen, iyi yolculuklar

Kendi kendine gülümseyen genç kadın gaza basarken radyonun sesini de yükseltti. Fatih’ten Kadıköy’e yaptığı bu uzun yolculukta hareketli yabancı pop şarkıları dinleyip, direksiyon başında şarkılara eşlik ederek dans etti. Güzel bir sesi yoktu fakat Gökhan’ın da dediği gibi tek başınayken ve duyan kimse yokken şarkı söylemek bir tür terapiydi; Göksel de bunu çok sık yapıyordu.

Köprü trafiğini atlattıktan sonra Kadıköy’e doğru devam etti. Köprü çıkışında navigasyonu açmıştı ve oradaki rotayı takip ediyordu. Evinden köprüye gidiş güzergâhını çok iyi bilse de şehrin bu kısmında navigasyon olmadan gideceği yeri bulması çok zordu ve o da navigasyondan faydalanıyordu.

Fenerbahçe’ye vardığında ve gideceği yere sadece birkaç yüz metre kaldığında Gökhan’ı aradı. Telefon 10 saniye çaldıktan sonra açıldı.

“Geldin mi?” diye sordu Gökhan.

“Gelmek üzereyim,” dedi Göksel. “Son 300 metre.”

“Çok yaklaşmışsın. Kapıya çıkayım.”

“Tamam,” diyen Göksel caddenin aşağısına doğru devam etti. “Mekânın olduğu sokağa dönüyorum şimdi.”

“Ben de çıkıyorum. Mekânın turuncu bir tabelası var, üstünde kocaman Sahne yazıyor.”

“Tamam. Orada görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra sahneden indi. “Gelmiş,” dedi arkadaşlarına. “Karşılamaya çıkıyorum.”

“Çık tabii,” dedi Elçin gülümseyerek. “Karşıla kızı.”

Gökhan kapıya ilerlerken diğerleri birbirine baktı.

“Kızı aşırı merak ediyorum,” dedi Kuzey.

“Tanışmak üzereyiz,” dedi Sarp. “Bakalım kimmiş bu Göksel?”

Göksel mekânın olduğu sokağa döndüğünde sağ taraftaki turuncu tabelayı hemen park etti. Hızını iyice yavaşlatırken dikiz aynasını kullanarak rujunu tazeledi ve parfümünü sıktı.

İyi görünüyordu ve güzel kokuyordu.

Mekânın içindeki aynaların birinde üst baş düzeltmesi yapan Gökhan yan kapıdan dışarı çıktı. Yola baktığında Hyundai marka beyaz arabayı gördü ve arabayı tanıdı. Bu araba Göksellerin arabasıydı.

Aynı saniyelerde Göksel de kapının önüne çıkan Gökhan’ı fark etti. Genç adamla ilgili gözüne çarpan ilk şey Gökhan’ın yüzünde ilk defa gördüğü kirli sakal oldu. Bu zamana kadar sinekkaydı tıraşlı gördüğü Gökhan’ın sakalları vardı ve bu kirli sakal genç adama inanılmaz yakışmış, ona karizmatik bir hava katmıştı.

Göksel frene basıp arabayı mekânın yanında durdurdu. Gökhan’la göz göze geldiğinde genç adamın yüzüne bir gülümseme yayıldı, genç kadın da gülümsedi. Gökhan arabaya yaklaşırken Göksel camı indirdi.

“Hoş geldin,” dedi Gökhan başını eğip camdan içeri bakarak. Onu hızlıca süzdüğünde bakışları yoğunlaştı. Genç kadın baş döndürücü görünüyordu.

“Hoş buldum,” dedi Göksel. Onun yüzüne yakından bakınca kirli sakalın ona gerçekten de yakıştığından emin oldu. “Park yeri bulayım, içeri öyle geçelim.”

“İleride var,” dedi Gökhan yan sokağı işaret ederek. “Arkadaşın ağabeyi bizi bıraktıktan sonra gitti, başkası park etmesin diye mekânın dubasını koyduk.”

Sokağa bakan Göksel onun dediği boş park yerini fark etti. “Oraya park edeyim o zaman,” dedi Gökhan’a dönerek.

“Sen sür,” dedi Gökhan. “Ben de dubayı kaldırayım.”

Gökhan boş park yerine yürürken Göksel de oraya sürdü. Genç adam dubayı kaldırıp kenara geçtiğinde Göksel park yerine girdi.

“Gel,” dedi onu yönlendiren Gökhan. “Yer var daha.”

Göksel geri giderken aynalardan da arkayı kontrol ediyordu.

“Gel gel,” dedi Gökhan elini kendine çekerek. Göksel biraz daha geriye gitti. “Tamam, dur.”

Göksel kontağı kapatırken Gökhan da aracın önüne yaklaştı. Genç kadın kamerasını kendi çantasından çıkarıp omuz çantasına soktu. Bu akşam fotoğraf çekmek için çok uygun bir akşamdı.

“Şak diye park ettin,” dedi camdan içeri bakan Gökhan. “Helal olsun.”

Göksel ona dönüp, “Teşekkür ederim,” dedi. “Fena bir şoför değilimdir.”

“Orası belli oluyor.”

Göksel kapı koluna uzandığında Gökhan kapıyı dışarıdan açıp kenara çekildi. Araçtan inen Göksel kapıları kilitledikten sonra Gökhan’a baktı. Genç adam üstüne kısa kollu siyah bir gömlek giymişti, gömleğin bağlanmayan üst düğmelerinin açıkta bıraktığı gerdanı kılsızdı ve boynundan aşağı gümüş renkli iki kolye sarkıyordu; gömleğin eteklerini uzun, ince bacaklarını saran boru paça mavi kot pantolonun içine sokmuş, beline de gümüş tokalı siyah bir kemer takmıştı. Ayağında beyaz spor ayakkabıları vardı, şu an üstündekilerle uyumlu görünmese de sahnede beyaz Fender’ıyla uyumu yakalayacaktı; parmaklarını ve kulaklarını süsleyen yine gümüş tonlarındaki aksesuarları da her zamanki gibi yerindeydi.

Yanaklarını birbirine değdirerek selamlaştılar.

“N’aber?” diye sordu Gökhan. “Yolculuk nasıldı?”

“İyiyim,” dedi Göksel. “Yolculuk da fena değildi. Sen nasılsın?”

“Çok iyiyim ve heyecanlıyım.”

“Haklı olarak.”

“Yani,” dedi Gökhan. “Hadi içeri geçelim.”

“Geçelim.”

Yan yana mekânın girişine doğru yürümeye başladılar. Birbirlerine attıkları kaçamak bakışlardan sonra ilk konuşan Gökhan oldu:

“Çok güzel görünüyorsun. Pembe çok yakışmış.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sen de çok hoş olmuşsun. Sakal yakışmış.”

“Ha?” dedi Gökhan şaşırarak. Yanağına dokundu. “Beğendin mi?” deyip gülümsedi. “Değişiklik olsun istedim.”

“Güzel bir değişiklik olmuş.”

“Teşekkür ederim.”

Gökhan kocaman sırıtırken Göksel de gülümsedi.

“Sadece kızlar mı var?” diye sordu Göksel. “Arkadaşlarının sevgilileri?”

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Elçin ve Lale var. Kuzey’in ağabeyinin işi çıktığı için katılamadı, bizi bırakıp gitti; çıkışta da almaya gelecek.”

“Anladım.”

Mekânın girişine geldiler.

“Akşam başlıyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Hadi girelim.”

Göksel’in kalbi küt küt çarpıyor, heyecandan içi titriyordu. Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışma fikri onu pazartesinden beri heyecanlandırıyordu fakat şimdi mekâna gelmişken, sadece saniyeler sonra arkadaşlarını görüp onlarla tanışacakken hissettiği heyecan duygusu zirveye ulaşmıştı. Bu kadar heyecanlı olduğunda hissettiği kaçma duygusunu yeniden hissetti ama bu hissi göz ardı edip, Gökhan’ın varlığından da güç alarak Gökhan’ın geçmesi için öncelik verdiği kapıya ilerledi.

İkili peş peşe kapıdan içeri girdi.

]]>
Sun, 20 Nov 2022 13:30:00 +0300 eylemoykuozdemir
On Yedinci Yaprak https://edebiyatblog.com/on-yedinci-yaprak https://edebiyatblog.com/on-yedinci-yaprak Kasımın on yedisiydi

Şimşekler aydınlatıyordu geceyi

Duyulan tek şeydi yağmurun sesi

Bir sis tabakası örtmüştü şehri

Esen rüzgâr soğuk ve sertti

İşte böyleydi hazanın karamsar resmi

Hüzün doldurmuştu doğanın paletini

 

Kasımın on yedisiydi

Bir odanın lambası yanıyordu

Oturuyordu içeride bir kız çocuğu

Küçük kız Tanrı'yla beraber ağlıyordu

Bulaşmıştı üzerine hazanın en hüzünlü tonu

Portresindeki tek renkti solgun bir turuncu

Ruhuysa hazanın kendisinden bile kuru

 

Kasımın on yedisiydi

Yerde on yedi yaprak vardı

Ağacın tüm dalları çırılçıplaktı

Bu soğuk gecede hissediyordu yalnızlığı

Baktığı her parçasında arıyordu yapraklarını

Güzelliğinin mimarı terk etmişti dallarını

Tek başına atlatmak zorundaydı kara kışı

 

Kasımın on yedisiydi

Sokaktaki bütün odalar zifiriydi

Çınlarken rüzgârın uğultulu melodisi

Akreple yelkovan durmadan ilerletti saati

Takvimin yaprakları birer birer eksildi

Yaşam rayında yol aldı zaman treni

Küçük bir kız çocuğuna kesmişti son biletini

 

Kasımın on yedisiydi

Bir odadan lambanın ışığı yükseliyordu

Masanın başındaki kadın kalemi tutuyordu

Kasımda doğdu ve hiç tanımadı umudu

Bu mevsimde umut hiç olmadığı kadar kuru

İzledi penceresinden akıp giden suyu

Şimdi yağmur onun en yakın dostu

 

Kasımın on yedisiydi

Yine çıplaktı sokağın yaşlı ağacı

Kadim arkadaşı yalnızlık yanındaydı

Bir zamanlar yemyeşil güzel yaprakları vardı

Dönüştüğü bu şeyse çirkin bir odun parçasıydı

Tanrı'yla beraber ağladı sokağın yaslı ağacı

Bir daha görmemeyi diledi ilkbaharı

 

Kasımın on yedisiydi

Yerde on yedi yaprak duruyordu

On altısı ölü, on yedincisi kuruydu

Esti rüzgâr hazanın en acımasız çocuğu

On yedinci yaprak kadının camına vurdu

Işıkları yanan odanın içi bomboştu

Ve etrafta odanın sahibinden başka kimse yoktu

17 Kasım 2021

]]>
Thu, 17 Nov 2022 22:20:20 +0300 eylemoykuozdemir
Kendimin Gölgesi https://edebiyatblog.com/kendimin-golgesi https://edebiyatblog.com/kendimin-golgesi 23'üncü yaşıma 

Ellerimin arasında bir hayat var

Onunla ne yapacağımı bilmediğim bir hayat

Ondan ne istediğimi bilmediğim

Onun ne anlama geldiğini bile çözemediğim

Kocaman ve karmaşık bir hayat

O bana anlam veremiyor

Bense onu tanımıyorum bile

Hayat benim hayatım olsa da

Onunla bağ kuramıyorum

Bir aynanın önünde duruyorum

Bir yabancıya bakıyorum

Ben kimim 

Ya da ben bir kişi miyim

Bilmiyorum

Ellerimde kocaman ve karmaşık bir hayat

Karşımda yaşı itibarıyla yetişkin bir kadın

Fakat içimde dünyadan korkan

Küçük bir kız çocuğunu tutuyorum

Ona korkmamasını söylüyorum

Bunu söylerken bile titriyor bedenim

Afallıyor kelimelerim, hızlıca çarpıyor kalbim

Korkuyorum

Dünya gerçekten de kocaman bir yermiş

Bense küçücüğüm

Öyle küçücüğüm ki karınca yanımda dev gibi kalır

Karınca tembellik nedir bilmez

Yaşadığı sürece çalışır, çok iş başarır 

Bense bir kaya gibi duruyorum

Hayatın akışı bile harekete geçiremiyor beni

Akıntıya dahi kapılamıyorum

Bedenen buradayım, varım

Ama hiçlikten fazlası değilim

Burada olmak istemiyorum

Yok olmak istemesem de

Hiç var olmamış olmayı diliyorum 

Yok olmak da bir noktada iz bırakmaktır

Ben esamem bile okunmasın istiyorum

Durduğum yerde göğe bakıyorum

Güneş'le Ay'a, bulutlarla yıldızlarla

Dakikalarca izliyorum

Çoğu zaman tek isteğim göğü izlemek oluyor

Göğün yüzü güzel, yerin yüzüne bakılmıyor 

Yıldızlar yukarıda parlıyor

Ben aşağıda karanlığın içine hapisim

Kendimin gölgesinde duruyorum

Herkes ellerimden tutmaya çalışıyor

Arkamdan iteklemeyi deniyorlar

Beni kendimin gölgesinden çıkarmak istiyorlar

Yerimden kımıldamıyorum

Kımıldayamıyorum

Kendimin dibinde çürümeyi diliyorum

Var olmak gibi bir hata yaptım

Fikrimin sorulmayarak getirildiğim bu dünyada

Sahip olduğum tek fikir bu:

Kendi gölgemde durmak istiyorum

Gölgeler serin olur ama burası sıcak

Burası güvenli

Burası ıssız

Burası iyi

Böyle hayat geçmez biliyorum

Ama hayat nasıl geçer 

İşte onu da bilmiyorum

]]>
Fri, 11 Nov 2022 14:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 12. Kare: Geçmiş Masası https://edebiyatblog.com/kd-12kare-gecmis-masasi https://edebiyatblog.com/kd-12kare-gecmis-masasi Bu bölümü Kadrajdaki Dünyalar’dan ona bahsettiğim andan beri kitaba ve bana sonsuz destek veren; bölümleri ilgiyle takip edip çok kıymetli yorumlarıyla beni, kalemimi ve motivemi besleyen biricik dostum Özlem Selim’e ithaf ediyorum.

Akşamüstü vakti Galata Köprüsü en yoğun olduğu zamanlardan birini yaşıyordu. Yayalar kaldırımlardan, araçlar da yoldan dolup taşarken yolcularla dolu vapurlar da usulca köprünün altından geçiyor; birbirine karışan korna, konuşma, vapur ve martı sesleri şehrin senfonisini oluşturuyordu. İskeleye yaklaşmakta olan vapurdaki küçük bir kız çocuğu elindeki simidin ufak bir parçasını martılara fırlattı. Bir martı simidi kaptığında küçük çocuk neşeyle çığlık atıp annesinin eteğini çekiştirdi ve ona olanları anlatmaya başladı. Onu dikkatle dinleyen annesiyse gülümseyerek kızının tombul yanağını okşadı.

Bir otobüs durakta durunca büyük bir kalabalık otobüsten indi. İnen yolcular farklı yönlere dağılırken bir tanesi kıyıya, iskelenin çıkışına doğru ilerledi. Kulaklarını çıkarıp kutusuna yerleştiren genç kadın yüzünün önüne gelen perçemini de kulağının arkasına sıkıştırdı.

Göksel için çok da konforlu bir otobüs yolculuğu olmamıştı.

Telefonunun ekranını açıp mesajlaşma uygulamasına girdi. Gökhan ona birkaç dakika önce Galata Kulesi’nin önünde olduklarına dair mesaj atmıştı, aradan geçen dakikaları göz önüne alınca iskeledeki vapur onun bindiği vapur olmalıydı.

Göksel onu aradı. Telefon birkaç saniye içinde açıldı.

“Efendim?” dedi Gökhan’ın sesi.

“İndin mi?” diye sordu Göksel.

“Şimdi indim,” dedi Gökhan. Arkadan konuşma sesleri geliyordu. “Çıkışa yürüyorum. Sen neredesin?”

“Çıkışın ilerisinde bekliyorum. Sola dönüp dümdüz ilerlersen beni görürsün.”

“Tamam, geliyorum.”

Kalabalıkla beraber yürüyen Gökhan saniyeler sonra yola çıkabildi. Göksel’in dediği gibi sol tarafa dönüp biraz ilerlediğinde genç kadını gördü. Göksel üstüne askılı beyaz bir bluzla dizlerinin bir karış üstünde biten lila bir etek giymişti, lila bir baget çanta omzundan sarkarken ayaklarında da beyaz sandaletler vardı. Saçlarının ön tutamlarını maşa tokayla toplamıştı, perçemleri yüzünü çevreleyecek şekilde salıktı ve kalan saçları da omuzlarından aşağı dalgalar hâlinde iniyordu.

Genç kadın çok hoş görünüyordu.

Gökhan’ın büyülenmiş şekilde onu süzdüğü esnada Göksel de genç adamı fark etti. Gökhan da kısa kollu beyaz bir gömlekle koyu mavi renkli kot pantolonunu giymişti, gömleğinin eteklerini pantolonunun içine sokmuş ve beline de gümüş tokalı siyah bir kemer bağlamıştı. Açık gri renkli omuz çantası yine omzundaydı, takılarına ek olarak kafedekilerin doğum günü hediyesi olarak aldığı siyah saati de sol bileğini süslüyordu. Genç adam da oldukça hoş görünüyordu ama Göksel’in dikkatini bambaşka bir nokta çekmişti:

Gökhan’ın elinde bir çiçek vardı.

Göksel bakışlarını Gökhan’ın elindeki beyaz aster çiçeğinden alıp genç adamın yüzüne çevirdi. Genç adam onun tam karşısında durdu.

“Selam,” dedi Gökhan gülümseyerek.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Göksel. “Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Gökhan, Göksel’e yaklaşınca ikili yanaklarını birbirine değdirip selamlaştı fakat bu sefer bunu tek yanakta değil de iki yanakta birden yaptılar.

“Bu senin için,” dedi Gökhan, elindeki çiçeği Göksel’e uzatarak. “Bir kadın iskelenin oraya stant açmıştı, görünce aklıma geldin ve almak istedim. Adı aster çiçeğiymiş ve aster de yıldız demekmiş, anlamlı bir çiçek olduğunu düşündüm.”

“Çok incesin,” diyen Göksel çiçeği alıp kokladı. Genç kadının yanakları pembeleşmişti. Hayatında ilk defa babası ve ağabeyi dışında bir erkekten çiçek alıyordu. “Çok teşekkür ederim. Sevdiğim bir çiçektir.”

“Rica ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. Onun kızaran yanaklarını fark etmişti. “Çok zarif ve hoş bir çiçek, senin gibi.”

Göksel gözlerini irice açtığında Gökhan güldü.

 “Teşekkür ederim,” diye mırıldandı Göksel. “Gülme lütfen, utandım.”

“Kızaran yanakların utandığını açıkça gösteriyor.”

“Yaparlar öyle şeyler. Neyse, yürüyelim mi?”

“Yürüyelim,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Bugünkü rehber de sensin.”

“Rol değişikliği iyidir.”

İkili Beyoğlu’nun içine doğru yürümeye başladı. Gökhan’ın doğum gününden sonraki hafta boyunca mesajlaşmaya devam etmişlerdi. O hafta Gökhan için son derece yoğun geçtiği için buluşma fırsatları olmamıştı. Gökhan iş yerinde çok meşguldü, eve döndüğünde çoğu zaman bir şey yapacak gücü bulamadan öylece uzanıyor ve uyuyakalıyordu. Hafta sonu cumartesi günü öğlene kadar uyuyup iyice dinlenen genç adam o gün biraz Göksel’le mesajlaşmıştı, haftasının ne kadar yoğun geçtiğinden ve Göksel de dahil olmak üzere kimseye doğru dürüst vakit ayıramadığından bahsetmişti; genç kadına buluşup zaman geçirebileceklerini söyleyince Göksel de kabul etmişti ve pazartesiye, yani bugüne, buluşma kararı almışlardı. Gökhan bu sefer buluşma yerini Göksel’in seçmesini rica etmişti, Göksel de şimdi gittikleri pizzacıyı seçmişti ve pizzayı çok seven Gökhan da memnuniyetle kabul etmişti.

“Nasılsın?” diye sordu Gökhan, ikili Beyoğlu’nun tarihî sokaklarında yürürken. “Hayat nasıl gidiyor? Geçen hafta çok konuşamadık.”

“İyiyim,” dedi Göksel ona bakarak. “Hayat da iyi gidiyor. Bu sıralar kendimi çok yaratıcı hissediyorum, yeni fotoğraflar ve videolar çekiyorum; fotoğrafları da hesabımda paylaşıp hesabı canlı tutmaya özen gösteriyorum. Bu sıralar hesabın etkileşimleri çok iyi ve bu da beni motive ediyor. Sen nasılsın, neler yapıyorsun?”

“Hesabındaki canlılığı fark ettim. Paylaştığın fotoğraflar gerçekten çok güzel, hepsini çok beğendim ve yeni fotoğrafları merakla bekliyorum. Bana gelecek olursam günlerim çalışmakla geçiyor, geçen haftanın yoğunluğundan sonra bu hafta daha rahatım ve önce kendime, sonra da arkadaşlarıma vakit ayırmayı planlıyorum.”

“Teşekkür ederim, planlarım aktifliğe devam etmek yönünde. Senin müzik çalışmaları nasıl gidiyor?”

“Güzel gidiyor, son üç gündür ben de kendimi yaratıcı hissediyorum ve üretmeye tam gaz devam ediyorum.”

“Ne güzel, senin adına sevindim.”

Beyoğlu’nun dar sokakları karışıktı fakat Göksel’in özgüvenli adımları genç kadının nereye gittiğini bildiğini gösteriyordu, Gökhan da ona ayak uyduruyordu.

“Beyoğlu’nda bu kadar rahat yürüyen birini ilk kez görüyorum,” dedi Gökhan.

“Buraları avcumun içi gibi bilirim,” diye cevap verdi Göksel. “Liseyi buradaki bir okulda okuduğumdan bahsetmiş olmalıyım, okuldan çıktıktan sonra bu çevrede gezip fotoğraflar çeker ve mekânlar keşfederdim.”

“Pizzacıyı da liseden mi biliyorsun?”

“Evet, arkadaşlarımla beraber giderdik. Meşhur bir yerdir, pizzaları da oldukça lezzetlidir.”

“Meraklandım. Gidip yiyelim bakalım.”

Dakikalar sonra pizzacıya ulaştılar.

“Vay,” dedi Gökhan etrafı incelerken. “Çok güzel bir sokakmış.”

“Beyoğlu’na hoş geldin,” dedi Göksel. “Burada güzel sokaklardan ve binalardan bol bir şey yok. Pizzacı şurası, hadi girelim.”

İkili bahçedeki boş bir masaya oturdular. Gökhan içeriyi dikkatle incelerken onun bu sevimli hâli Göksel’i güldürdü.

“Sen de güzel mekânlar biliyor gibisin,” dedi Gökhan ona bakarak. “Daha yemek yemedik ama mekânın ambiyansını sevdim.”

“Kadıköy senden sorulursa Fatih ve Beyoğlu da benden sorulur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Umarım pizzasını da seversin.”

“Seveceğimi düşünüyorum. Bu seferki buluşma yerini senin seçmeni istemem iyi bir kararmış, bunu daha sık yapmalıyım. Arkadaşlarımla da genelde Kadıköy’de takıldığımız için bilindik yerlere gidiyordum ama sen ufkumu açacak gibisin.”

“Sırasıyla birbirimize yeni yerler keşfettirelim.”

“Bana uyar.”

“Bana da.”

Menüden pizzalara baktılar. Göksel burada çoğu pizzayı denediği için menüye hâkimdi, Gökhan’ın ise çok fazla tercih karşısında aklı karışmıştı. Seçenekleri birkaç taneye indirip onları incelerken Göksel’den tavsiye almaya karar vererek sordu:

“Bu üçünden hangisini tavsiye edersin?”

Göksel onun gösterdiği üç pizzaya baktı. İçlerinden bir tanesini çok seviyordu, hiç düşünmeden onu önerdi.

“Tavsiyene uyacağım,” dedi Gökhan. “Sen hangisinden alacaksın?”

“Bundan,” deyip sipariş edeceği pizzayı gösterdi Göksel. “Bu da lezzetlidir, istersen tadına bakarsın.”

“Olur, sen de benimkinden yersin.”

Siparişlerini verdiler.

“Hangi lisede okudun?” diye sordu Gökhan masada yalnız kaldıklarında.

“Atatürk Anadolu Lisesinde,” diye cevap verdi Göksel. “Taksim’e yarım kilometre uzaklıkta.”

“Konumu çok iyiymiş, eğitimi nasıldı?”

“İyiydi, benim mezun olduğum sene öğrencilerden güzel üniversiteler kazananlar çok oldu,” diye onayladı Göksel. “Sen liseyi Kütahya’da okumuştun değil mi?”

“Sen ve Ahsen de onlardansınız, YTÜ ve BOÜN çok köklü üniversiteler. Ben de liseye Kırşehir’de başladım, ikinci sınıfta Kütahya’ya taşınmamızla birlikte liseye orada devam edip oradan mezun oldum.”

“Evet, öyleler,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Kütahya nasıl bir yer? Seviyor muydun?”

“Şehir olarak fena değildi ama ben sevmiyorum.”

“Neden?”

“Çünkü orada kötü anılarım var. Hayatımın en zor, en yıpratıcı zamanlarını orada yaşadım; bu yüzden güzel hatırlamıyorum.”

“Ne gibi diye sorsam çok mu ileri gitmiş olurum?” dedi Göksel çekinerek.

“Hayır, olmazsın,” dedi Gökhan başını iki yana sallayarak. “Ama anlatmasam daha iyi. Tadımızın kaçmasını istemem.”

Göksel, “İçten olmaya devam etsen?” diye sorduğunda Gökhan irkildi. “Birbirimiz hakkında konuşalım, kötü olsa bile.”

Gökhan bir süre hiçbir şey demeden onun yüzüne bakınca genç kadın ileri gittiğini düşündü. Onun bam teline bastığını hissediyordu ve söylediğinden pişman oldu.

“Yemekten sonra anlatayım,” dedi Gökhan en sonunda. “Biraz uzun konular.”

“Vaktimiz çok,” dedi Göksel. “Sen konuşursun, ben dinlerim; ben konuşurum, sen dinlersin.”

Gökhan onun gözlerinin içine baksa da bir şey söylemedi. Birine geçmişinin yara izlerini göstermekten oldum olası çekinmişti fakat karşısında oturan genç kadın önceki buluşmalarında ona kendi geçmişinin yara izlerini göstermiş, yaşadığı kötü tecrübelerden cesurca bahsetmişti. Eğer Göksel bunu yapabildiyse pekâlâ o da yapabilirdi. Göksel’in kendisini can kulağıyla dinleyeceğini de biliyordu.

Gökhan Uygur, diye düşündü Göksel. Bu ismin ardında nasıl bir öykü var?

İkili birkaç saniye boyunca sessizce bakıştı. Gözler kalbin aynası olsa da şu an ikisinin de aynasında karanlığın yansıması olduğu için birbirlerinin ne düşündüğünü anlayamadılar. Karanlığın içinde birer gölge olarak durdular ama karşı karşıyaydılar; birbirlerinin ne düşündüğünü bilmiyorlardı ama birbirlerini anlayacaklarını biliyorlardı.

“Bu taraflara yolun sık düşmüyor sanırım,” dedi biraz sonra Göksel.

“Evet, düşmüyor,” diye onayladı Gökhan. “Okul zamanı hayatım Maltepe ve Kadıköy arasında geçiyor, yazlarımın neredeyse tamamı da Kadıköy’de geçiyor. İş yüzünden dışarı çıkacak vaktim pek olmuyor, olan vaktimde de uzaklara gitmek yerine Kadıköy’de takılıyorum. Ulaşım büyük bir sorun, kısıtlı vaktimi yollarda heba etmek istemiyorum.”

“Haklısın, aynı ilçe içinde bir yere gitmek bile absürt sürelere tekabül ediyor. Kadıköy’ün trafiği ayrı bir korkunç zaten, o bile seni yoruyordur.”

“Birkaç kilometrelik yolu iki saate gittiğimi hatırlıyorum, özellikle sabah ve akşam saatleriyle hafta sonları korkunç bir trafik var. Hâl böyle olunca belli bir çemberin içinde takılıyorum. Bugün seninle buluşacağım diye haftalar sonra Avrupa tarafına geldim. Neyse ki vapur var da işleri çok kolaylaştırıyor.”

“Vapur büyük bir nimet gerçekten. Bugün sana güzel bir değişiklik oluyor o hâlde, biraz havan değişir.”

“Evet, iyi oldu. Beyoğlu’nun ambiyansından hoşlanıyorum, Karaköy ve Galata taraflarını gezdiğim için oraları biliyorum ama bu tarafları da güzelmiş.”

“İyi ki yürüyerek gelmişiz o zaman, dönüşte de farklı bir yoldan yürüyelim de daha çok yer gör.”

“Olur, rehber sensin; gezdir beni.”

Göksel kıkırdadı. “Tamam, gezdiririm.”

İkilinin siparişleri dakikalar içinde geldi. Kahvaltıyla duran gençlerin ikisinin de karnı açtı ve dumanı tüten pizzalar leziz görünüyordu.

“Kokusu bile muhteşem,” dedi Gökhan. “Pizza konusunda zevkine güvendiğime memnun olacağım gibi hissediyorum.”

“Buraya kimi getirsem pizzalara bayıldı,” dedi Göksel. “Senin de seveceğini düşünüyorum.”

Eline aldığı bir dilimin ucuna üfleyen Gökhan pizzadan ilk lokmasını yediğinde memnuniyetini belli eden bir ses çıkardı. “Efsane,” dedi eliyle ağzını kapatarak. “Burayı bunca zamandır nasıl keşfetmemişim?”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel onun bu hâline gülerek. “Artık keşfettin, canın pizza isteyince gelirsin.”

“Geleceğim.”

Yemek boyunca pek konuşmadılar, sadece Beyoğlu hakkında biraz sohbet ettiler. Göksel ona bulundukları çevre ve etraftaki yerler hakkında bir şeyler anlattı. Onun çevre hakkında bu kadar bilgili olması Gökhan’ı şaşırttı. Göksel ona lise zamanları özellikle Ahsen’le beraber Beyoğlu’nda çok vakit geçirdiğini, neredeyse her sokağı gezdiğini ve çevredeki her yere aşina olduğunu söyledi. Göksel gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi seven biriydi ve bu özelliği onun hayatı boyunca bulunduğu konumlar ve çevreleri hakkında geniş bilgilere sahip olmasını sağlamıştı. Gökhan onun bu özelliğini sevdi ve genç kadının çevre hakkında son derece rahat bir tavırla anlattığı şeyleri hayranlıkla dinledi. Göksel sohbet esnasında bir ara eskileri hatırlayıp hüzünlendi, lise zamanlarını özlediğini hissetti ve bunu da çekinmeden Gökhan’la paylaştı. Genç adam da ona anlayışla yaklaşıp hak verdi, bazen kendisinin de lise zamanlarını, henüz hayat hakkında herhangi bir endişesinin ve yetişkinlik sorumluluklarının olmadığı o güzel zamanları özlediğini belirtti.

“Pizza gerçekten enfesti,” dedi Gökhan ikisinin de pizzası bitince. “Hem mekân hem de pizza önerisi için teşekkürler.”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel. “Başka bir zaman tekrar gelip başka pizzalar da yiyebiliriz.”

“Kesinlikle gelmeliyiz.”

Bir garson masalarına gelip boşları toplamaya başladı. Göksel telefonunu Gökhan’ın önüne uzattı. Ekranda işletmenin tatlı menüsü açıktı.

“Tatlı da yiyelim,” dedi Göksel. “Ben ısmarlıyorum. Ne istersin?”

İlk buluşmalarında Gökhan ona kahve ısmarlamıştı, bu buluşmada da Göksel bu inceliği yapıyordu.

“Mozaik pasta yerim,” dedi menüye bakan genç adam. Yüzünde Göksel’in bu inceliğinden ötürü oluşan tatlı bir gülümseme vardı.

“Tamam,” dedi Göksel. Garsona döndü. “Biz bir tane mozaik pasta ve tiramisu istiyoruz hatta iki de çay alalım.”

Siparişleri ve boşları alan garson masadan uzaklaştı.

“Kuru kuru yemeyelim,” dedi Göksel karşısında oturan genç adama bakarak.

“İyi düşündün,” dedi Gökhan. “Sen söylemeseydin ben söyleyecektim içecek bir şeyler.”

“Hallettim,” deyip başparmağını havaya kaldırdı genç kadın.

Onun bu hareketi Gökhan’ı güldürdü. Onunla ilgili en ufak şeyler bile gözüne çok sempatik ve şirin geliyordu.

Göksel dirseklerini masanın üstüne yerleştirip ellerini de üst üste koydu ve çenesini ellerine yaslayarak Gökhan’ın gözlerinin içine baktı.

“Sanırım anlatma zamanı,” dedi Gökhan. Ellerini kucağının üstünde birleştirip arkasına yaslandı. “Bu anlatmayı tercih ettiğim bir mesele değil fakat seninle yeni tanışıyor olmamıza rağmen bir şeyler paylaştığımız için bunu da paylaşabileceğimizi düşünüyorum. Bugün de ben geçmişten bahsedebilirim ama söylediğim gibi çok tatsız şeyler anlatacağım.”

“Etrafta çok kötü niyetli insan var,” dedi Göksel. “Yarana tuz basmak hatta kabuk bağlamış yaranın kabuğunu söküp onu yeniden kanatmak isteyen insanlar var. Hâl böyle olunca kendimizi korumak, yaralarımızı saklamak istiyoruz. Sen de çok sosyal, arkadaş canlısı ve neşe dolu bir insan olsan da derinlerde bu kişinin aksine kötü şeyler yaşamış, yaralar almış biri olduğunu düşünüyorum ve tüm gerçekliğin o kişiyle başlıyor. Ben gerçek Gökhan’ı tanımak istiyorum, Gökhan Uygur’un ta kendisini.”

“O kişiyi gördün çünkü senin içinde de öyle biri var. İnsan kendisi gibi yara almış kişileri çok kolay tanıyor, öyle değil mi? Hissediyoruz.”

“Haklısın, hissediyoruz.”

İkili arasında kısa bir sessizlik yaşandı, yoğun bir bakışma geçti.

“İlk gitarımı aldığımda on yaşımdaydım,” diye anlatmaya başladı Gökhan. “Aileme gitar çalmak istediğimi söylediğimde derslerimi aksatmayacağıma söz vermem şartıyla bana gitar alabileceklerini söylediler, ben de söz verdim ve onlar da bana klasik bir gitar aldılar. İlk başlarda gitarla aşırı zaman geçiriyordum; çalmayı kendim öğrendim ve saatlerim enstrümanın çalışma mekanizmasını anlamakla geçiyordu. Sınavlarımın olduğu dönem ailem laf etmesin diye çok çalmıyordum ama o günlerde bile elimdeydi, azıcık da olsa çalıyordum. Gitarı aldıklarında sonbahardaydık, ekim kasım gibiydi; ilkbahar geldiğinde elektro gitar almak istediğimi söyledim fakat kabul etmediler, klasik olanın neyime yetmediğini sordular falan. O dönem derslerime iyi çalışıp güzel notlar aldım, ailem de bu durumdan hoşlandı ve onlardan biraz harçlık koparmayı başardım. Elektro gitarla amfi almak hâlâ aklımdaydı, almayı kafama koymuştum ve onlar almazsa ben alırım diye düşünerek yaz boyunca sokaklarda, caddelerde gitar çalıp şarkı söyleyerek para kazandım. Babam işe gittiği için bundan haberi olmadı, annem durumu öğrenince bundan memnun kalmadı fakat ona elektro gitarla amfiyi çok istediğimi söyleyip biraz da sevimlilik yapınca kabul etti ve babama da söylemedi. Yaz sonunda elimde epey para vardı, üstünü de annem tamamladı ve ben elektro gitarla amfiyi aldım. Babam işin iç yüzünü öğrenince çok kızdı, hem onun lafını dinlemeyip gitarla amfiyi aldığım hem de parayı ondan habersiz kazandığım için sinirlendi. Annemle benim onun astı olduğumuzu düşündüğü, bize emir verebileceğini sandığı çok anı vardır; bu da onlardan biriydi ama umursamadım, annem de bana arka çıkınca konu büyümedi. Babam tüm bunların heves olduğunu düşünüyor, gitardan sıkılacağımı ve bir daha yüzüne bakmayacağıma inanıyordu; annem de benzer düşüncelere sahipti ama hevesimi almamı istiyordu. İkisinin de içimde yanan ateşten haberi yoktu, benimle ilgili hiçbir şeyden haberleri yoktu zaten.

“Lisede müzikle daha çok vakit geçirmeye, diğer müzisyenlerle tanışıp onlarla takılmaya başladım. Annemle babam müziğin benim için heves olmadığını o dönem anlamaya başladı. Defalarca kez beni karşılarına alıp benimle konuştular. Müzikle ilgilenmem, böyle bir hobiye sahip olmam güzel bir şeydi fakat müzik benim karnımı doyurmayacaktı, sesimin güzel olması da o kadar büyütülecek bir mesele değildi; gerçek bir mesleğe sahip olmak için derslerime öncelik vermeliydim. Bilirsin, tıp okumalıydım ya da hukuk veya mühendislik veya öğretmenlik; bunlar gibi bana para ve itibar kazandıracak bir meslek. Ailem asker olmamı istiyordu, babam gibi bir asker çünkü askerlik çok kutsal bir meslekti; insana para ve itibar kazandırdı. Kazandırabilir, gerçekten ama bu benim istediğim şey değildi ki. İkisi de bana ne istediğimi sormuyordu, sadece kendi fikirlerini söylüyordu. Çevremdeki çoğu kişi hatta öğretmenlerim bile onlarla aynı fikirdeydi, herkes bir meslek sahibi olmam gerektiğinden bahsediyordu. Beni anlayan nadir kişiler müzik öğretmenimle -kendisi konservatuvar kazanmamda çok büyük bir katkısı olan muhteşem bir insandır- bir iki arkadaşımdı.

“12. sınıfa kadar fazla büyümeyen tartışmalar yaşayarak devam ettik, onların söylediklerine kulak tıkayıp alttan alıyordum ve bir noktada iki taraf da duruluyordu. 12. sınıfa geçmemle beraber işlerin rengi değişti. Babam asker olacağımdan emindi çünkü o öyle istiyordu ve annem de bu konuda onunla hemfikirdi; ben de konservatuvar okumak istediğimden ve sınavlara çalışmaya tam gaz devam edeceğimden emindim. Babam bana askerlik hakkında konuşmaya başladığında asker olmak istemediğimi, hangi mesleği yapmak istediğimi seçme özgürlüğüne sahip olduğumu söylüyordum. O dönem yaşadığımız tartışmalar büyümeye başladı, kavgalara dönüştü ve zaten kırık olan şeyler paramparça oldu. Asker olmak istemiyorsam tıp, hukuk, mühendislik okuyabilirdim, onlar da güzel mesleklerdi. Ona çok net bir dille ne askerlikle ne de saydığı diğer mesleklerle ilgilendiğimi söyledim. Bu benim hayatımdı ve hayatımı kendi isteklerime, hayallerime göre şekillendirecektim. Babamın bana bir lafı var, hiç unutmam: ‘Müzik sana karanlıktan başka hiçbir şey getirmeyecek. Müzisyen olma hayalleri de seni bir kara delik gibi yutacak,’ demişti. O zamanlar siyah bir elektro gitarım vardı, ona da gönderme yapmıştı.

“Evin dışında konservatuvarın giriş sınavlarına hazırlandığım, evin içinde de kavga gürültüyle uğraştığım ayların sonunda üniversite sınavları gelip geçti, puanlar açıklandı. Puanım annemle babamı tatmin etmedi, puanımı çok düşük buldular fakat benim için her şey yolundaydı çünkü artık konservatuvarların sınavlarına başvurabilecektim.”

Gökhan soluklanmak için durduğunda Göksel’in kalbi hızla çarpıyordu. Duyduğu şeyler genç kadını etkilemişti ve Gökhan’ın anlattıklarının devamının nereye varacağı konusunda endişeliydi.

“İstanbul Üniversitesinin konservatuvarına ve birkaç üniversiteye daha başvuru yaptım,” diye anlatmaya devam etti Gökhan. “Asıl hedefim İstanbul Üniversitesiydi, çok köklü ve seçkin bir okul olduğu için orada okumayı istiyordum. İstanbul Üniversitesinin sınavlarının başlamasından iki gün önceydi; akşam işten dönen babam beni dershaneye yazdıracağını, hem üniversite sınavına hem de Milli Savunma Üniversitesinin sınavına hazırlanacağımı söyledi. Çok ciddiydi, hiç olmadığı kadar ciddiydi ama ben de öyleydim. İki gün sonra konservatuvarın giriş sınavlarının başladığını ve İstanbul’a gideceğimi söyledim. Bunu duyunca çıldırdı, bağırıp çağırmaya başladı. O an bile ona bunun benim hayatım olduğunu ve hayatımı istediğim gibi yaşamak için çabalamamın kötü bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Hayalim konservatuvar okuyup profesyonel olarak müzik yapmaktı; asker, doktor, mühendis ya da avukat olmak değildi. Bunları bininci kez söyledim ama beni duymuyordu bile. Ona laf anlatamayacağımı anlayıp sustum, ortalık sakinleşsin ve bu kâbus bir an önce bitsin istedim. Ben sustuğumda babam salonu terk etti, bittiğini sanıp rahat bir nefes aldım fakat babam sadece saniyeler sonra salona geri döndü ve elinde klasik gitarım vardı. Hiçbir şey bitmemişti, aksine kırılma noktası asıl şimdi başlıyordu. Babamı elinde gitarımla görünce az önce oturduğum koltuktan hızla kalktım. ‘Her şey şu işe yaramaz odun parçası için,’ dedi. ‘Bunu çalmayı bilince kendini bir halt mı sandın? Bu odun parçasının sana bir gelecek vereceğini mi zannediyorsun?’ Gitarı onun elinden almaya çalıştım ama babam çıldırmış gibi bağırmaya devam ediyordu. ‘Demek iki gün sonra sınavlara gireceksin?’ dedi. ‘Demek bu gitarı çalıp o sınavları kazanacağını sanıyorsun? Demek konservatuvar okuyacaksın. Nah okursun!’”

O günü hatırlayan Gökhan buz gibi olan ellerini birleştirdi.

“Gökhan,” diyen Göksel elini uzatıp onun ellerine dokundu. “Kötü hissettiriyorsa anlatmak zorunda değilsin. Anlatmanı istediğim için özür dilerim.”

“Hayır,” dedi Gökhan. Başını kaldırıp ona baktı. “Özür dilemesi gereken kişi sen değilsin. Kötü hissetmekten çok öfkeli hissediyorum ve bu öfkenin geçeceğini sanmıyorum.”

Göksel’in elini tuttuğunda genç kadının elinin sıcaklığını hissetmek ona iyi geldi. Bir süre ikisi de konuşmadı, elleri iç içeyken ikisi de sakinleşmeyi bekledi. Anlatmak Gökhan’a ağır gelmişti, Göksel’e de dinlemek.

“Bu söylediği son şey oldu,” diye anlatmaya devam etti Gökhan. “Gitarımı sapından tutup duvara vurduğunda olanları geri almasının hiçbir yolu kalmamıştı. Gitarımı öyle bir hınçla duvara vurdu ki gitar ortadan ikiye ayrıldı ama bu ona yetmedi; gitarımı ayakları altına alıp onu ezdi, bu dünyadaki en nefret ettiği şeymiş gibi ezdi ve sanırım öyleydi de. Olduğum yerde adeta donarak gitarımın ayakları altında ezilmesini, parçalara ayrılmasını izledim. O an yerde sadece gitarın kırık parçaları yoktu, ailemizin bizzat babam tarafından un ufak edilen parçaları da vardı. Kendime geldiğimde onu geriye ittim, hiçbir şey söylemedim ya da yapmadım; sadece paramparça olmuş bir şekilde onun gözlerine baktım, son kez baktım. Salondan çıkar çıkmaz ağlamaya başladım, evi gözyaşları içinde terk ettim. Annemin arkamdan seslendiğini duysam da arkama asla bakmadım, tek istediğim bir an önce o cehennemden uzaklaşmaktı ve uzaklaştım. Ağlayarak yürüdüm, nereye gittiğimi bilmeden, gidecek bir yere de sahip olmadan yürüdüm. Sonra aklıma biri geldi. Babamın sıkıntı çıkaracağını bildiğim için elektro gitarımla amfimi ona emanet ettiğim, benim hayallerime ve isteklerime saygı duyan bir arkadaşım vardı; onların evine gidip geceyi orada geçirdim. Beni o hâlde kapıda görünce hepsi ne olduğunu sordu, ailemle küçük bir tartışma yaşadığımı ve bu akşamlık evde bulunmamamın iyi olacağını söyledim. İnandıklarını sanmıyorum ama sorgulamadılar.

“Ertesi gün babamın işte olacağı bir saatte eve döndüm, annem oradaydı. Odama girip kapıyı kilitleyerek valizimi hazırladım. Kapının önündeki annem bir şeyler söylüyordu ama dinlemedim bile, o da bir süre sonra sustu. Kapıyı açtığımda karşı karşıya geldik, birbirimizi gördüğümüz son andı. Bana babam çok sinirlendiği için öyle yaptığını ama aslında amacının bu olmadığını, ikisinin de iyiliğimi istediğini söyledi. Ona babamın amacının tam da bu olduğunu ve ikisinin de benim iyiliğimi istemekten çok uzak olduklarını söyledim. İstanbul’a gidip ne yapacağımı, sınavı nasıl kazanacağımı sordu. Babam gibi o da bana inanmıyordu, sınavı asla kazanamayacağımı düşünüyordu. Sadece güldüm, hiçbir şey söylemedim ve yanından geçip evden çıktım. Birikmiş param vardı, akıllılık edip aylardır kenara para atıyordum ve o paranın da varlığından güç alarak Kütahya’dan ayrıldım. İstanbul’a valizimle ve sırtımdaki elektro gitarımla geldim, sahip olduklarım ikisinden ibaretti. Orduevine yerleştim, devam eden günlerde başvuru yaptığım konservatuvarların sınavlarına girdim.”

Gökhan’ın konuşması masalarına yaklaşan garsonla bölündü. Genç garson elindeki tepsideki tatlılarla çayları ikilinin önüne bıraktı.

“Başka bir isteğiniz var mı?” diye sordu.

“Hayır, yok,” dedi Göksel. “Teşekkür ederiz.”

“Afiyet olsun.”

Garson masadan uzaklaşırken Göksel, Gökhan’ın elleri arasında olan eline baktı. Genç adamın ellerine dokunduğunda bu eller buz gibiydi ama şu an normal sıcaklığına dönmüş sayılırdı. Göksel’in fiziksel teması genç adama iyi hissettirmiş olmalıydı. Bu fiziksel temas Göksel’e de iyi hissettirmişti.

“Sonra?” diye sordu Göksel. “Ne oldu?”

“Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarının ikisine de seçildiğimi öğrendim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Daha köklü bir okul olduğu ve hedefim de orası olduğu için İstanbul Üniversitesine kaydımı yaptırdım. Bana o sınavı asla kazanamayacağımı söylemişlerdi, birinci olarak kazandım. Jüri performansımı çok beğenmişti, yüzlerindeki memnun ifadeyi bugün bile hatırlıyorum. Seçilen diğer gitarist de Yağız’dı, onunla birlikte bir ev tuttuk ve konservatuvar serüvenimize başladık.”

Konuşması bittiğinde onu pürdikkat dinleyen Göksel söylediklerini düşünmek için kendisine izin verdi. Gökhan’ın anlattıkları oldukça yıkıcı şeylerdi hatta tüm bunlar travma sayılacak kadar ağırdı. On sekiz yaşında toy bir genç tüm bunlarla nasıl başa çıkabilmişti? Gökhan sırf konservatuvar okumak istiyor diye gözlerinin önünde gitarını parçalayıp ona ağır laflar eden babası ve tüm yaptıklarına rağmen onun iyiliğini istediklerini savunan, oğluna hiç inancı ve desteği olmayan annesi onda nasıl yaralar açmıştı?

Hiç şüphesiz ki asla kapanmayacak yaralar.

Tüm bunlar çok korkunçtu, hiçbir çocuğa ailesi tarafından böyle şeyler yaşatılmamalıydı.

“Bunları yaşamak zorunda kaldığın için çok üzgünüm,” dedi Göksel onun gözlerinin içine bakarak. “Tüm bunlara rağmen hayallerinden vazgeçmeyip hayallerinin peşinden gittiğin, o sınavlara girip ikisini birden kazandığın için; çok başarılı bir konservatuvar öğrencisi ve muhteşem bir müzisyen olduğun için onların yerine ben seninle çok gurur duyuyorum Gökhan. Gerçek bir başarı hikâyesi ve gurur kaynağısın.”

Senin için bir gurur kaynağı mıyım yoksa hissettirdiğim tek duygu hicap mı?” diye mırıldandı genç adam. “Üzerinde çalıştığım bir şarkıda geçiyor. Cevabı ne olursa olsun üzücü olan sorulardan bir tanesi. Gurur duyuyorsa tüm bunların yaşanmasına gerek var mıydı? Hicap duyuyorsa hak ettiğim şey bu muydu? İnsan sormadan edemiyor. Sana da teşekkür ederim, eksik olma Gök.”

“Çok güzel bir cümleymiş. Zamanı gelince şarkının tamamını dinlemek isterim.”

“Ben de yorumlarını duymayı çok isterim.”

“Ailenle o olaydan sonra hiç konuştunuz mu?”

“Hayır, konuşmadık. Onlar aramadı, ben de aramadım. Birkaç akrabam aradı, onları da açmadım. Annem ve babamla aynı kafada olan insanlardı, saçma sapan konuşacaklarını biliyordum ve saçma sapan şeyler duyma kotamı fazlasıyla doldurmuştum. Bir işe girdikten sonra cep numaramı değiştirip bana ulaşmalarını da imkânsız hâle getirdim.”

“Kuzeninle konuştuğundan bahsetmiştin. Sosyal medya üzerinden mi iletişime geçtiniz?”

“Evet, hesabımı bulup bana mesaj atmıştı. Mesajına dönmeyi düşünmüyordum fakat üst üste birkaç mesaj atınca bakmıştım. Sakarya’da yaşadıkları için pek iletişimimiz yoktu, o da benim gibi akrabaymış kuzenmiş umursayan biri değildi. Biyografimden konservatuvarı kazandığımı görmüş, tebrik edip neler yaptığımı sormuştu; biraz sohbet etmiştik. Babamın yarbaylığa terfi ettiğini ve tayininin Ankara’ya çıktığını söylemişti. Ailem Ankara’ya taşındıktan sonra kuzenim ve ailesi onları ziyarete gitmişler. Kuzenimin söylediğine göre annemle babamın arası açılmış gibi duruyormuş. Annemin durgun göründüğünden, babamın da çok sessizleştiğinden bahsetmişti. Tabii bu anlattıklarım iki sene öncesindeydi, şimdiki durum hakkında bir bilgim yok ama sanıyorum ki benim yaptığım gibi onlar da hayatına devam etti.”

“Olanlar doğal olarak hepinizi etkilemiş,” dedi Göksel üzgün bir sesle. Eğer yapabilseydi tüm bunların hiç yaşanmamasını sağlar, Uygur ailesi için bambaşka bir kader yazardı. “İnsan sürekli birlikte olduğu kişilerin varlığını bir noktadan sonra fark etmemeye başlıyor, ta ki o kişinin yokluğu tokat gibi yüzüne çarpana kadar. Sen evden gittikten sonra onlar da çok şeyle yüzleşmiş olmalı.”

“Mesela o evin sadece dört duvardan oluşan bir beton yığını olduğu gerçeğiyle yüzleşmişlerdir. O evin içinde yaşayan hiç kimse için bir yuva olmasına izin vermediler. Bazen düşünüyorum da ben gittikten sonra boş kalan odama girdiklerinde ne hissettiler? Yatağım oradaydı, komodinim, çalışma masam, içi büyük oranda boşalan dolabım ama ben yoktum. O an bir evi ev yapan şeyin eşyalar değil de insanlar olduğunu anladılar mı? Cevabını bilmediğim, belki de asla öğrenemeyeceğim sorular ama düşünmeden edemiyorum işte.”

Göksel boğazının düğümlendiğini hissetti. O odayı gözlerinin önünde canlandırabilmişti. Söylediği gibi yatak oradaydı ama artık üstünde yatan kimse yoktu, komodin oradaydı ama bir daha kullanılmayacaktı; çalışma masası duruyordu fakat Gökhan bir daha asla orada oturmayacaktı, dolabın içi boşalmıştı ve bir daha hiç dolmayacaktı. Gökhan o odadan gittikten sonra geride hiçbir şey kalmamıştı, eşyalar orada durmaya devam etmiş olabilirdi ama o odanın içi aslında bomboştu.

O bomboş odaya bakmak annesiyle babasına ne hissettirmişti?

Göksel kendi parmakları arasındaki Gökhan’ın parmaklarını sıktı.

“Hayır,” dedi Gökhan başını iki yana sallayarak. “Nasıl hissettiğini biliyorum, öyle hissetme.”

Göksel gözlerini yavaşça kapatıp açarak onu onayladı.

“Hadi tatlılarımızı yiyelim,” dedi Gökhan. “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım.”

“Olur,” dedi Göksel. “Çaylar da soğumasın.”

Dakikalardır iç içe olan elleri ayrıldı. İkisi de tatlı tabaklarıyla çay bardaklarını önüne çekti.

“Tatlı ve çay için teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Kesene bereket.”

“Afiyet olsun,” dedi Göksel gülümseyerek.

Gökhan mozaik pastadan ilk lokmasını yedi. “Hım,” dedi başını sallayarak. “Güzelmiş.”

“Tiramisunun tadına da bak,” dedi Göksel. “Bu da lezzetli.”

“Farklı şeyler sipariş edip birbirinin tabağından yemek ha? Çok severim.”

Göksel kıkırdadı. “Yakın arkadaşlarımla sürekli yaparız.”

“Biz de öyle.”

Az önceki hüzünlü havanın dağılması iki gence de iyi geldi. Gökhan’a olanları hatırlamak, Göksel’e de dinlemek kötü hissettirmişti fakat geçmişi geçmişte bırakıp bulundukları ana, şimdiye geri döndüklerinde ikisinin de oldukça düşen modu yeniden yükseldi.

“Yağız’la birbirinize bu kadar kısa sürede güvenip birlikte eve çıkmanızı çok garipsedim,” dedi Göksel.

“Haklısın,” dedi Gökhan çayından bir yudum içtikten sonra. “Normalde yapılmayacak bir şey ama nasıl desem, Yağız’ı görür görmez onunla çok yakın dost olacağımı hissetmiştim. İşin güzel yanı arkadaş olduktan sonra o da aynı şekilde hissettiğini, benden çok güçlü bir enerji aldığını söyledi. Yağız sınavlara ailesiyle birlikte gelmişti, onlarla tanışınca ne kadar iyi ve harika insanlar olduklarını gördüm ve, ‘Evet, biz bu çocukla gerçekten çok iyi dost olacağız,’ dedim. Nitekim öyle de oldu.”

“O hissi çok iyi biliyorum. Ben de Ahsen’le tanıştığımda aynı şekilde hissetmiştim —ki ilköğretimde uğradığım zorbalıklardan sonra insanlarla arama mesafe koymuştum ve kimseyle muhatap olmak istemediğim bir dönemdeydim. Buna rağmen Ahsen’le tanışınca onunla çok yakın dost olacağımızı hissetmiştim ve onunla sohbet etmek, onu daha yakından tanımak istemiştim; birkaç hafta içinde et tırnak olduk ve yedi senedir de birbirimizin en yakın arkadaşıyız.”

“Hissettiğimiz şeylerin bizi asla yanıltmamasını seviyorum,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bir itirafta bulunayım: Seninle tanıştığımız o akşam konuşmamızın devamının olacağını, birbirimizi daha yakından tanıyacağımızı hissetmiştim.”

Gökhan’ın bu itirafı Göksel’i şaşırttı. Gökhan için o da önceden adlandıramadığı, bunu yapmaktan da kaçındığı şeyler hissetmişti fakat şimdi biliyordu ki Gökhan’a çekildiğini, genç adam için güçlü bir merak duygusu beslediğini hissetmişti. Gökhan’la tanışmalarına vesile olan olay ve sonrasında gelişenlerin bunda etkisi büyüktü. Gökhan’ın o fotoğrafı görüp kendisine mesaj atması, genç kadına karşı olan kibar ve hoş tavrı, o fotoğrafın bin 600’den fazla beğeni alarak Göksel’in en çok beğeniye sahip fotoğrafı olması ve ona bir sürü yeni takipçi kazandırarak hesabındaki etkileşimi arttırması; Gökhan’ın da fotoğrafı kendi hesabında paylaşması, Göksel’in yazdığı açıklamayı yazıp, genç kadının hesabını etiketleyerek fotoğrafın sahibini belirtmesi Gökhan’ın Göksel’in ilgisini çekmesine neden olmuştu. Parça Kafe’de karşılaştıkları o akşam onu karşısında gördüğünde heyecanlanmıştı, genç adamın gerçekten ilgisini çektiğinden emin olmuştu ama Gökhan’ın aksine Göksel konuşmanın devamı olacağını düşünmemişti.

Devamı olduğu için mutlu hissediyordu.

“Bu yüzden mi beni takip ettin?” diye sordu Göksel.

“Sayılır,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Konuşmanın devam etmesi için birinin adım atması gerekiyordu sonuçta.”

“Beni takip etmene şaşırdığımı itiraf etmeliyim.”

“Beni geri takip etmene sevindiğimi itiraf etmeliyim.”

Göksel gözlerini biraz açtığında Gökhan gülümseyerek tabağına uzandı ve tatlısından bir parça koparıp ağzına götürdü. Genç adam oldukça yavaş bir şekilde ağzındaki lokmayı çiğnerken Göksel ona gözlerini kısarak baktı. Genç adamın dürüstlüğü onu her seferinde şaşırtsa da bu şaşkınlık bile hoşuna gidiyordu. Karşısında dürüst ve içten birinin olduğunu bilmek iyi hissettiriyordu.

Bir süre konuşmadan tatlılarından yediler. Sokak tenhalığını koruyordu fakat mekânın içi hareketliydi. Hoparlörden yükselen müzik sesi diğer masadaki insanların seslerine karışıyor, günlük hayat konuşmalarına gülüş sesleri eşlik ediyordu.

Göksel, “Beyaz bir Fender’ın olduğunu biliyorum,” dediğinde Gökhan bakışlarını sokaktan alıp karşısında oturan genç kadına çevirdi. “Lise zamanında siyah bir elektro gitarın olduğu için babanın ona da göndermede bulunarak müziğin sana karanlıktan başka bir şey getirmeyeceğini söylediğini anlattın. Peki şimdiki gitarının beyaz olması da buna bir gönderme mi?”

Dudakları yukarı kıvrılan genç adamın yüzüne saniyeler içinde samimi bir gülüş yayıldı. Beyaz dişleri yüzünü inci gibi süslüyordu. Göksel yutkundu. Genç adamın kesinlikle etkileyici bir gülüşü vardı.

“Hiçbir ayrıntıyı atlamıyorsun değil mi?” diye sordu Gökhan onun bu özelliğinden etkilendiğini belli eden bir ses ve bakışla. “Üniversiteye başladıktan sonra kendime tam anlamıyla profesyonel bir elektro gitar almaya karar verdiğimde aklımda tek bir renk vardı, o da beyazdı. Çünkü müzik babamın dediği gibi bana karanlık getirmiyor ve beni bir kara delik gibi yutmuyor; aksine benim ruhumu tüm kirlerden ve pisliklerden arındırıyor, beni temizliyor. Müziğin rengi benim için siyah değil, tertemiz bir beyaz. Babam beyaz bir gitarım olduğunu bilmiyor ama bilseydi bu ona iyi bir cevap olurdu sanırım.”

“Kesinlikle olurdu. Siyah elektro gitarlar daha revaçta ama beyaz Fender da çok klas duruyor bence, üstelik seninkinin bir öyküsü bile var.”

“Evet, var ve bu onu daha havalı yapıyor. Fender’ın mavisini de almak istiyorum ama fiyatları uçup gittiği için en azından yakın gelecekte biraz beklemem gerekecek.”

“Öyleyse sevdiğin bir renk.”

“En sevdiğim renktir. Adım Gökhan olduğu için gökyüzüyle ezelden beri bir bağım oldu, masmavi gökyüzüne bakmak bana her daim iyi hissettiriyor ve bu yüzden de mavi benim için özel bir yere sahip.”

“Maviyi ben de severim, özellikle gök mavisini.”

Gökhan bir anlığına susup onun gök mavisi gözlerine baktıktan sonra gülümseyerek sordu: “En sevdiğin renk ne peki?”

“Sarı.”

“Sarışın olmanın bunda bir payı var mı?”

“Olabilir. Sarı rengini oldum olası çok sevmişimdir, çok rahatlatıcı bir renk bence; beni yatıştırıyor.”

“Bir saniye, telefonun da sarıydı sanırım.”

“Evet, sarı. Çoğu şeyim sarıdır.”

“Seninle tanıştığımız o akşam da altında sarı bir pantolon vardı.”

Onun bu ayrıntıyı hatırlaması Göksel’i şaşırttı. “Evet, senin de mavi bir kot vardı.”

Aynı anda güldüler. Karşıdaki kişinin bu ayrıntıları hatırlıyor olması ikisinin de hoşuna gitmişti. O akşam ayaküstü çok kısa bir sohbet gerçekleştirmiş olmalarına rağmen birbirleri hakkında fazlasıyla şeye dikkat etmişlerdi.

“Tiramisunun da tadına bakayım,” dedi Gökhan. “Şu köşesinden küçük bir parça koparabilirim.”

“İstediğin kadar al lütfen,” dedi Göksel tabağı onun önüne iterek.

Gökhan çatalıyla tiramisunun hiç ellenmemiş köşesinden bir parça koparıp ağzına attı. Tiramisu sevdiği bir tatlı değildi ama sevmiyor da sayılmazdı, eğer başka seçeneği varsa yemeyi tercih etmezdi fakat tek seçenek buysa yememezlik de yapmazdı.

“Fena değil,” dedi lokmasını yuttuktan sonra. “Tadı hafifmiş ama çok lezzetli de sayılmaz. Sevdiğim bir tatlı değildir pek.”

“Damak zevki kişiden kişiye değişiyor hâliyle. Ben severim, güzel de yaparım.”

“Yapar mısın?”

“Hı hı, kendim de yapıyorum.”

“Bak şimdi tadını merak ettim.”

“Bir gün yapıp sana da getireyim,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Yersin.”

Gökhan onun bu söylediğinden oldukça hoşlandı. “Sana zahmet olmayacaksa ben ve midem bu fikri çok beğendik,” dedi gülümseyerek. “Büyük bir iştahla yeriz.”

“Elbette olmaz,” dedi Göksel. Kıkırdadı. “Bir gün seni ve mideni tiramisumla tanıştırayım o zaman.”

“O günü sabırsızlıkla bekliyoruz.”

Göksel de Gökhan’ın sipariş ettiği mozaik pastadan yedi. Buranın mozaik pastasını da beğeniyordu ama favorisi Fatih’teki tatlıcının yaptığı mozaik pastaydı. Genç kadın için orası mozaik pastanın ve birçok tatlının zirvesiydi.

Göksel’e mesaj gelince genç kadın Gökhan’la buluştuğundan beri unuttuğu şeyi hatırladı: Ailesi. Onlara otobüsten indiğinden beri hiç durum güncellemesi vermemişti.

“Pardon,” diyerek çantasındaki telefonuna uzandı. “Buna bakmam ve cevap vermem gerek.”

“Ver tabii,” dedi Gökhan. “Benim açımdan sıkıntı yok.”

Göksel ona kibar bir gülümseme gönderdikten sonra annesinin gönderdiği mesajı açtı.

Güzelim ne yaptınız? Hiç haber vermedin, merak ettik. Her şey yolunda mı?

Ona cevap yazdı.

Çok özür dilerim, aklımdan tamamen çıktı. Pizzalarımızı yedik, şimdi de tatlı yiyip çay içiyoruz; sohbet muhabbet ediyoruz. Oldukça iyi ve keyifli vakit geçiriyorum; her şey yolunda, merak etmeyin. İkinizi de öpüyorum, akşama evde görüşürüz

Mesajı annesine gönderdiğinde telefonun başında hazırda bekleyen Güzin ve Engin heyecanla yerinden sıçradı.

“Ne yazdı?” dedi Engin merakla. “Çabuk aç.”

Onun mesajını okuduklarında ikisi de derin bir nefes aldı.

“Çok şükür,” dedi Güzin. “Her şeyin yolunda olduğunu düşünüyordum zaten ama sen beni de gerdin. Bak her şey yolundaymış işte.”

“Telefonu eline almayacak kadar iyi vakit geçiriyor yani?” dedi Engin. Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Bize haber vermeyi unutacak kadar iyi vakit geçiriyor. Sen şu küçük cimcimeye bak, büyümüş randevulara çıkıyor da bize haber vermeyi bile unutuyor küçük hanım.”

“Gökhan ona gerçekten iyi hissettiriyor. Galiba bizim biricik kızımız ondan hoşlanıyor hayatım.”

“Ateş bacayı sarmış. Baksana bize haber vermeyi bile unutmuş, hanımefendinin aklı bir karış havada.”

“Gençlik hayatım, gençlik,” diyen Güzin eşinin geniş omzuna yavaşça vurdu. “Üstüne bir de hoşlantı eklenince sonuç böyle oluyor. Bırakalım tadını çıkarsın, tıpkı bundan otuz sene önce bizim çıkardığımız gibi.”

“O kadar oldu mu ya?”

“İnanması zor ama oldu.”

“Gel buraya,” deyip eşini göğsüne çekti Engin. “Bizim cimcimenin ikinci randevusu yolunda gittiğine göre biz de rahatça film izleyebiliriz.”

Göksel telefonunu masanın üstüne bıraktı. Ailesine haber vermeyi unuttuğu için kendisini biraz kötü hissetmişti. Bakışlarını karşısında oturan genç adama çevirirken kendi kendine düşündü:

“Senin yanında aileme haber vermeyi unutacak kadar iyi mi vakit geçiriyorum sahiden?”

Yaşananlara bakacak olursa evet, gerçekten de bu kadar iyi vakit geçiriyordu.

Bunu fark eden genç kadın gülümsedi.

“Yine fotoğraf çekilelim mi?” diye sordu Gökhan. “Bugünden de hatıra kalsın.”

“Olur, çekelim,” diyen Göksel telefonuna uzandı. “Yanına geleyim mi?”

“Gel bakalım.”

Yerinden kalkan Göksel karşıya, Gökhan’ın yanına geçti. Gökhan onun için yanındaki sandalyeyi çektiğinde gülümseyerek sandalyeye oturdu. Gökhan’ın gerdanından yükselen ferah parfüm kokusunu içine çektikten sonra telefonunun kamerasını açtı. Kadrajda kendisini gören genç kadın tipini kontrol ederken onun yanında oturan Gökhan da ona doğru uzanıp sağ köşeden alnını ve sol gözünü kadraja sokmayı başardı.

“Böyle mi poz vereceksin?” diye sordu Göksel kıkırdayarak.

“Elbette hayır,” dedi Gökhan. “Sen kendini incelerken ben de kıyıdan köşeden kendi tipime bakayım dedim.”

Göksel telefonunu yan çevirince iki genç de kadraja girdi. “Böyle daha iyi bakarsın.”

Gökhan telefonun ekranına baktı ama ilgilendiği şey nasıl göründüğü olmadı, nasıl göründükleri oldu. Göksel’le kendisini bir karede ilk defa yan yana dururken görüyordu ve bu manzara düşündüğünden çok daha güzeldi.

“Her şey yolunda görünüyor,” dedi biraz sonra. “Fotoğraf çekebiliriz.”

Gökhan başını biraz sola çevirerek kameraya baktı, Göksel de sol eliyle telefonu tutarken sağ dirseğini masaya koyup sağına doğru yaslandığında Gökhan’ın koluna değdi. Gökhan kendisine yaslanan genç kadına yandan bir bakış attıktan sonra yeniden kameraya baktı.

“Gülümse,” dedi Göksel. “Çekiyorum.”

İki genç de gülümsediğinde Göksel deklanşöre bastı ve ikinci fotoğrafları Göksel’in galerisine kaydedildi.

“Bir tane daha,” dedi Gökhan. Sol omzuna doğru eğdiği başı Göksel’inkine değmek üzereydi. “Güzel çıkıyoruz.”

“Başını öyle tutmak istediğinden emin misin?” diye sordu Göksel. “Fotoğrafta iyi çıkacağını sanmıyorum.”

“Pekâlâ,” diyen Gökhan kolunu kaldırıp Göksel’in arkasından geçirdi ve eliyle genç kadının kolundan tuttu. “Böyle iyi çıkar mı?”

Göksel sol kolu üzerinde olan uzun parmaklara baktı. Onun cildi sarı alt tonlu olduğu için beyaz teni sıcak bir görünüme sahipti, Gökhan’ın beyaz teniyse daha soğuk bir tondaydı ve duru bir beyazlığı vardı.

“Birazdan görürüz,” deyip telefonun ekranına baktı Göksel. “Hadi poz ver.”

Göksel başını çok hafif sağa çevirirken Gökhan genç fotoğrafçının önerisiyle başını düz tutmayı tercih etti fakat üst gövdesini sola doğru eğerek genç kadına yaklaştı. Dip dibe duran iki genç de gülümsediğinde Göksel yeniden deklanşöre bastı.

“Bakalım nasıl çıkmışız?” diyen Göksel telefonu indirip galerisine girdi. “Gerekirse fotoğraflar üzerinde küçük düzenlemeler de yaparım.”

Genç kadın fotoğrafları açtığı esnada farkında olmadan Gökhan’a iyice yaklaştı ve sırtının sağ kısmını onun göğsünün sol kısmına yasladı. Bu durumdan hiç şikâyetçi görünmeyen Gökhan ise elini onun kolunda tutmaya devam etti.

Göksel, “Bence gayet güzel çıkmışız,” deyince genç adam dikkatini ondan alıp telefon ekranına baktı. “İkinci fotoğrafı daha çok sevdim.”

İki fotoğraf da çok güzeldi, gençler ikisinde de sevimli bir şekilde gülümsüyordu ama Gökhan da Göksel gibi ikinci fotoğrafı daha çok sevdi. Göksel’in ona yaslanması, onun da genç kadının sarmalaması fotoğrafa çok içten bir hava vermişti.

“İkisi de çok güzel ama ben de ikinciyi daha çok sevdim,” dedi Gökhan. “Çok güzel çıkmışız. Fotoğrafları bana da atmanı rica etmeme gerek yok sanırım.”

“Atacağım elbette,” dedi Göksel. “Ama öncesinde biraz düzenlemeler yaparım.”

“Bu işin ehli sensin, nasıl istersen.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdikten sonra uygulamaları kapatıp telefonunun ekranını kilitledi ve telefonu masaya bıraktı.

“O zaman ben yerime geçeyim,” dedi genç kadın. “Ya da istersen kalkabiliriz. Bu çevrede dolaşır, belki deniz kenarına gideriz.”

“Böyle iyiyiz bence,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak. “Biraz oturalım.”

“Peki,” diyen Göksel utanmıştı. “Oturalım o hâlde.”

Genç kadın bakışlarını aşağı indirip kolundaki uzun parmaklara baktı. Gökhan parmak uçlarını onun koluna bastırmış, samimi bir tavırla kolunu tutmuştu. Bugün birbirlerine ne kadar temas ediyorlardı. Önce Göksel destek olmak için onun elini tutmuştu, şimdi de Gökhan koluyla onu sarmalamıştı. Kalbi küt küt atan genç kadın heyecanının dışarıdan anlaşılmadığını umdu.

Göksel sessizliğin uzadığının farkındaydı, uzadıkça kendisini daha garip hissediyordu ama ne söyleyeceğini bilmediği gibi konuşunca saçmalamaktan da korkuyordu.

Gökhan’a döndüğü esnada Gökhan da ona doğru döndü.

“Hafta sonu ne yapıyorsun?” diye sordu Gökhan.

Göksel hemen karşısındaki yakışıklı yüze baktı. Gökhan’ın dudakları hafifçe yukarı kıvrılmıştı, gözleri ışıldıyordu ve keyifli olduğu her hâlinden anlaşılıyordu.

“Bu hafta sonu mu?” diye mırıldandı yutkunduktan sonra. Bir an beyninin durduğunu hissetti. “Arkadaşımla fotoğraf çekimine gideceğim.”

“Arkadaşın da fotoğrafçı mı?”

“Evet, profesyonel olarak çekimler yapan birisi ve bu cumartesi de nişanlı bir çiftin çekimini yapacak, ben de katılacağım. Çekim şehrin dışındaki bir sahilde olacak, onu hem arabayla oraya götüreceğim hem de gerektiği durumlarda yardımcı olacağım.”

“Anladım. Bölümden bir arkadaşın mı?”

“Evet, sınıf arkadaşım. Adı Akın, hem öğrenciliğine devam ediyor hem de bu işi meslek olarak yapıyor. Meslek dediysem de çok büyük şeyler bekleme, stüdyolara göre daha uygun fiyatlı ve küçük çaplı çekimler gerçekleştirip harçlığını çıkarıyor öyle.”

“Ne güzel. Bu hafta sonu sen de ona eşlik edeceksin yani?”

“Cumartesi birlikteyiz. Neden sordun?”

“Pazar müsait misin?”

“Evet, bir planım yok.”

“Pazar akşamı Kadıköy’de arkadaşlarımla sahneye çıkacağım,” dedi Gökhan. “Onlar üç kişilik bir grup, ben de gitar çalıp arka vokallik yapacağım. Gelmek ister misin?”

Göksel avcunu çenesine yaslayıp birkaç saniye Gökhan’ın yüzüne baktı. Onun bu teklifinden kesinlikle hoşlanmıştı. Bu bir buluşma teklifi değildi, ondan daha da iyiydi. Gökhan’ın sahne almaktan ne kadar keyif aldığını, bunun onun en sevdiği şey olduğunu onu yeni tanımasına rağmen çok iyi biliyordu ve arkadaşlarıyla beraber sahne alacağı bir akşam onu o mekâna davet ediyor, kendisine eşlik etmesini istiyordu.

“Konser gibi bir etkinlik mi yoksa bir sahnesi olan yeme içme ya da eğlence yeri mi?” diye sordu Göksel.

“Bir sahnesi olan eğlence yeri. Bar diyebiliriz ama aklına kötü ve seviyesiz bir yer gelmesin; son derece tatlı bir sahibi ve çalışanları olan, güvenilir bir yer. Sahneye genelde gruplar çıkıp performans sergiliyor, müşteriler de yiyip içip eğleniyor.”

“Anladım. Sahneye kaçta çıkacaksınız?”

“Akşam dokuzdan gece yarısına kadar gruplar sahne alıyor, biz de o saatlerde sahnede olacağız.”

“Geç bir saatmiş. Benimkilere sorarım, ona göre sana da haber veririm, olur mu?”

“Olur tabii. Umarım izin verirler, eğlenceli bir akşam olacağından eminim.”

“Ben de gelmek isterim. Kimler olacak peki? Kalabalık bir grup mu?”

“Hayır, kalabalık değil. Ben ve arkadaşlarım Barış, Sarp ve Kuzey sahne alacağız; Barış ve Sarp’ın kız arkadaşlarıyla bir ihtimal Kuzey’in ağabeyi de izlemeye gelecek. Eğer gelirsen onlarla masada olursun, eğlenmenize bakarsın.”

Bu bilgi genç kadının kalbini sanki hızlı atmıyormuş gibi daha da hızlandırdı. Gökhan’ın arkadaşları ve arkadaşlarının kız arkadaşları orada olacaktı, Gökhan’sa oraya Göksel’i davet etmişti ve diğerleri onların flört ettiğini anlayacaktı. Gökhan da bunun farkında olmalıydı ve farkında olarak bunu yapıyordu, flörtü olan Göksel’i arkadaşlarıyla tanıştırmaya hazırlanıyordu.

Bu da demek oluyordu ki aralarındaki ilişki ciddileşiyordu.

Göksel genişçe gülümseyerek, “Kulağa makul geliyor,” dedi. Sesi bir anda inceldi: “Umarım kızlarla anlaşırız.”

“Elçin ve Lale çok iyi ve kafa kızlardır,” dedi Gökhan onun yüzündeki geniş gülümsemeye bakarak. “Anlaşacağınızdan eminim. İnsan kimseyi tanımadığı bir ortama girdiğinde gergin ve yalnız hissedebiliyor ama onlar sıcakkanlı ve biraz da geveze oldukları için bir bakmışsın sohbet muhabbet edip gülüyorsunuz.”

“Evet, özellikle ben aşırı gergin olup sessizliğe gömülebiliyorum fakat sıcakkanlı ve gevezelerse çabuk alışabilirim.”

“Alışırsın. Umarım seninkiler izin verir de tüm bunlar gerçek olur.”

“Umarım. İlk fırsatta konusunu açarım.”

Göksel gidebilmeyi çok istiyordu, Gökhan da onun gelmesini. Orada yalnız olmayacaklardı, Gökhan’ın arkadaşları ve onların da tanıdığı kişiler akşam boyunca orada olacaktı fakat iki gencin de asıl odak noktası birbirleri olacaktı.

“Biraz yürüyüş yapalım mı?” diye sordu Göksel biraz sonra. “Hava tamamen karardı sayılır, akşamları buralar güzel olur.”

“Yürüyüş yapmak her daim iyi bir fikirdir,” dedi Gökhan. “Hadi kalkalım.”

İkili masadan kalktı. Göksel telefonunu çantasına atıp çantasıyla Gökhan’ın aldığı çiçeği sol elinde tuttu, Gökhan da çantasını omzuna astı ve ikili hesabı ödemek için içerideki kasaya ilerlediler. Göksel kendi yediği pizzanın, tatlıların ve çayların ücretini ödedikten sonra Gökhan da kendi yediği pizzayı ödedi.

“Mekân ve pizza önerisi ve tatlıyla çay için teşekkür ederim,” dedi Gökhan ikili pizzacıdan çıktıktan sonra. “Kesene bereket.”

“Rica ederim, ne demek,” dedi Göksel gülümseyerek. “Afiyet olsun. Çok keyifli bir akşam yemeğiydi.”

“Kesinlikle öyleydi.”

 İkili Galata’ya doğru yokuş aşağı yürümeye başladılar. Işıl ışıl sokaklar canlı ve hareketliydi. Göksel buranın bu ambiyansını seviyordu.

“Grubun gitaristi ve arka vokali olacağını söyledin,” dedi genç kadın yanında yürüyen Gökhan’a dönerek. “Diğerleri ne yapıyor?”

“Barış grubun vokalisti ve gitaristi,” diye açıklamaya başladı Gökhan. “Kuzey bas gitarist, arka vokal denecek kadar şarkı söylemiyor ama şarkıların bazı kısımlarında Barış’a eşlik ederek onu besliyor; Sarp da baterist. Ben de bu pazar solo gitarist ve arka vokal olarak onlarla birlikte sahne alacağım. Gruba henüz bir solo gitarist bulamadılar, bana çok ısrar ediyorlar ama hem vaktim olmadığı hem de solo kariyer yapmak istediğim için kabul etmiyorum.”

“Solo sanatçı mı olmak istiyorsun?”

“Evet, planım bu yönde. Bir grup içinde yer alacak olsam da grubun vokalisti olmak isterim, ön planda olmayı seviyorum.”

“Orası çok belli oluyor.”

“Biliyorum,” dedi Gökhan gülerek. “Müzik benim için çok kişisel bir şey, şarkılarımı kendim yazıp bestelerken başka birilerinin buna müdahale etmesini istemem; bu yüzden grup gibi bir topluluk içinde yer almak benim yapabileceğim bir şey değil. En azından şimdiki düşünce yapımla uyuşmuyor ama bundan yıllar sonra her şey içime sinerse bir grup içinde de yer alabilirim.”

“Bir grupla bir iş yapmak her zaman zor olan bir şey bence, neticede herkesin bir fikri olacak ve ortak paydada buluşmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. Özellikle sanatta tek başına bir şeyler yapmak sanatçıya daha rahat bir çalışma alanı sunuyor, bu da kişiye özgürlük veriyor.”

“Kesinlikle. Söz konusu müzik olduğunda çok mükemmeliyetçi, zor ve baskın bir kişiye dönüşüyorum; bu özelliklerimi törpülemeden kimse benimle müzik yapmaz zaten. Milleti delirtirim.”

Göksel kahkaha atarken farkında olmadan vücudunu sağa eğip omzuyla Gökhan’ın koluna dokundu. Gökhan da gülüyordu fakat Göksel kendisine yaslanınca gülüşü yüzünde asılı kaldı. Genç kadının yüzüne baktı. Göksel’in kısılan gözleri ufacık kalırken göz çevresi kırışmıştı, düzgün beyaz dişleri gözler önündeydi ve gülünce şişen elmacık kemikleri belirginleşmişti. Gökhan birkaç saniye bu güzel manzaraya bakakaldı.

Kalbinin küt küt çarptığını yine hissediyordu.

“Muhtemelen delirtirsin,” dedi Göksel. Gözlerini kaldırıp ona baktığında Gökhan’la göz göze geldi. Genç adam ciddi bir tavırla kendisine bakıyordu. “Mükemmeliyetçi biri olmak hem kişinin kendisi hem de çevresindekiler için çok zor. Dediğin gibi törpülenmesi gereken bir özellik, aksi hâlde tatsızlık çıkarabiliyor.”

Gökhan bakışlarını onun yüzünden alıp karşıya, yürüdükleri sokağa baktı. “Deneyimledim,” dedi ellerine ceplerine sokarken. “Bu yüzden artık kendi kendime çalışıyorum.”

“İleride alanında uzman kişilerle elbette çalışırsın ama o zamana kadar bu özelliğini törpüleyeceğinden eminim. İnsan yaş aldıkça olgunlaşıyor, olaylara daha profesyonel yaklaşıyor.”

“Evet, lise zamanlarından bu yana bile çok değiştim. O zamanlar çevremdekilere kendimi kanıtlama hırsım da çok fazlaydı, en iyisini yapmam gerektiğini düşünüyor ve bunu onların gözüne sokmak istiyordum. Büyüdükçe bu fikrim değişti, şimdi kimseye -özellikle de bana gram inancı olmayan insanlara- bir şey kanıtlama çabası peşinde değilim. Asla kazanamayacağıma inandıkları sınavı birinci olarak kazanmam ve seneye konservatuvardan mezun olacak olmam onlar için yeterli diye düşünüyorum.”

“Çok doğru düşünüyorsun,” dedi Göksel gülümseyerek. Gökhan ona döndü. “Çevrendekiler bu kadar inançsızken sen motiveni nasıl sağladın? O sınavı kazanamayacağını düşünüp umutsuzluğa kapılmadın mı?”

“Hayır, bir an bile kazanamayacağımı düşünmedim. Potansiyelimin farkındaydım, ne kadar çok çalıştığımı da biliyordum ve her zaman daha ilerisini hedefleyip beni hedefime götürecek adımları kararlılıkla atıyordum. Sınav salonuna girerken o sınavı kazanacağımı biliyordum, kazanmak için oradaydım ve kazandım da.”

“Müziğe olan bağlılığını, yaptığın işe olan saygını ve bu kadar çalışkan olmanı gerçekten takdir ediyorum. Bu kadar zorlu şartlar altında bu başarıya ulaşman ayrıca takdir edilesi, gurur duyulası.”

“Teşekkür ederim Gök, gerçekten. Eksik olma.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdi. İkili saniyeler sonra Galata Kulesi’ne vardılar. Etraf her zamanki gibi kalabalıktı. Şehrin en meşhur yapılarından biri olan Galata Kulesi gün ve saat fark etmeksizin her zaman çok sayıda turisti çekiyordu.

“Tepesine çıktın mı?” diye bir soru yöneltti Gökhan.

“Çıktım,” dedi Göksel ona bakarak. “Çocukken ailemle çıktık, lisedeyken de Ahsen’le çıkmıştık. Sen?”

“Çıkmadım. İşten ve okuldan şehri gezmeye vakit kalmıyor, vakti bulsam da nakdi bulamıyorum.”

“Sen de haklısın. Bu tarz tarihî yapılara, müzelere girmek çok pahalılaştı; bu yüzden genelde yabancı turistler tercih ediyor.”

“Her şeyi yabancılara endeksli yaşıyoruz zaten,” diye söylendi Gökhan. “Önceden başka şehirleri gezip görmek pahalıydı, artık yaşadığımız şehirde gezmek bile çok pahalı. Bu tarz kültürel yerlerin giriş ücretleri de aşırı pahalandı, uzaktan bakıp, ‘Hım, güzelmiş,’ deyip yoluna devam ediyorsun.”

Göksel acı acı güldü. “Çok haklısın. İyi ki zamanında bu tarz yerleri gezmişim, şimdi dediğin gibi uzaktan bakıp geçiyorum.”

“Şekil A: Ben.”

Birkaç saniye ışıklarla aydınlatılan kuleyi izlediler.

“Çok güzel görünüyor,” dedi Göksel. “Çok sevdiğim bir yapıdır zaten.”

“Gerçekten de güzel,” dedi Gökhan. Bakışlarını kuleden alıp Göksel’e çevirdi. “Yürümeye devam edelim mi?”

“Edelim.”

İkili Karaköy’e doğru yokuş aşağı yürümeye devam ettiler.

“Karşıya yine vapurla geçeceksin değil mi?” diye sordu Göksel.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Oradan da otobüse binip eve geçerim.”

“Yolun çok uzun.”

“Biliyorum ama sıkıntı değil, müzik dinleyerek seyahat ediyorum zaten.”

“Toplu taşıma müzik olmadan çekilmiyor.”

“Hayat müzik olmadan çekilmiyor ki, sadece toplu taşıma değil.”

“Doğru, müzik hayatı çekilir ve yaşanır kılıyor.”

“Kesinlikle. Mesela dönüş yolunda ne dinlemeyi düşünüyorsun?”

“Çok fazla sanatçıyı dinliyorum ama ağırlığı The Weeknd’e veririm muhtemelen. Akşam yolculuklarında onu dinlemenin tadı bir başka oluyor.”

“Sen bu adamı gerçekten çok seviyorsun sanırım.”

“Evet, favorilerimden biri.”

“Bana da birkaç şarkısını önerir misin? Dönüş yolunda ben de dinleyeyim.”

Onun bu isteği Göksel’i şaşırttı. “Olur, önereyim. Spotify kullanıyor musun? Oradan birkaç şarkısını beğeneyim, sen de dinle.”

“Kullanıyorum elbette,” diyen Gökhan çantasından telefonunu çıkardı. İnternete bağlandığında birkaç mesaj geldi fakat genç adam onlara bakmayı sonraya erteleyerek müzik dinlediği uygulamayı açtı. Aramaya The Weeknd’in adını yazıp sanatçının profiline girdikten sonra telefonunu Göksel’e uzattı. “Favorilerini seç bakalım.”

Göksel telefonu eline alırken, “Tarzına alışman için önce popüler olanlardan önereyim,” dedi. Beğendiği ilk şarkı In Your Eyes adlı parça oldu. Blinding Lights adlı en meşhur parçasını da beğendi. “Bu ikisi çok popüler ve güzel şarkılar,” diye ekledi. Sanatçının aynı albümde yer alan Call Out My Name, I Was Never There, Try Me adlı şarkılarını beğendikten sonra The Hills adlı parçasını da beğendi. “Şimdilik bunları dinleyebilirsin, beğenirsen diğer şarkılarına da şans verirsin.”

“Beğenecekmişim gibi hissediyorum,” dedi Gökhan. “Çok teşekkür ederim, hepsini dinleyeceğim. Bu arada kullanıcı adın ne? Takipleşelim.”

“Olur.”

Göksel arama motorunu açıp gokseldincer yazdığında profili çıktı. Başını uzatıp telefon ekranına bakan Gökhan, Göksel’in arama motoruna yazdığı şeyi okudu.

“Soyadın Dinçer mi?” diye sordu.

“Evet,” dedi Göksel. Profiline girdi. Genç kadının profilinde Gök yazıyordu, profil fotoğrafında arkası dönükken çekilmiş bir fotoğrafı vardı ve profilinde herkese açık üç çalma listesi yer alıyordu. Hesabını takip etti. “İşte bu kadar.”

Telefonunu sahibine uzattığında Gökhan telefonu alıp onun profiline şöyle bir baktı. Genç kadının yanından ayrıldıktan sonra bu profili kesinlikle didik didik edecekti.

“Havalı bir adın varmış,” dedi telefonunu kapatıp çantasına koyarken. “Göksel Dinçer kulağa güzel geliyor. Adınla soyadın uyumlu da.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel tebessüm ederek. “Şarkılar hakkında düşüncelerini yazmayı unutma lütfen.”

“Unutmam elbette, hepsini dinledikten sonra düşüncelerimi söylerim.”

Ara sokaklardan çıkıp sahildeki ana yola ulaştıklarında araç trafiği, insan kalabalığı ve ışıl ışıl İstanbul manzarası onları karşıladı.

“Şehrin kalbine geldik,” diye bir yorumda bulundu Gökhan. “Şehrin nabzı bu bölgede atıyor.”

“İstanbul’un merkezi,” dedi Göksel. “Turistlerin favori bölgesi. Şu an buradaki sayılı Türklerden olduğumuza kalıbımı basarım.”

“Bence de öyleyiz,” dedi Gökhan gülerek.

İkili caddenin karşısına geçip Karaköy iskelesine doğru ilerlediler. Önceki buluşmalarında vapurla seyahat eden kişi Göksel, onu karşılayan ve yolcu eden kişi Gökhan olurken bu buluşmada rolleri değişmişlerdi.

“Yine ayrılık vakti geldi,” dedi Gökhan adımlarını oldukça yavaşlatarak. “Dolu dolu, çokça keyifli ve biraz da hüzünlü bir akşamdı. Beni çok güzel bir mekâna götürüp leziz bir pizza önerisi yaptığın, anlattıklarımı can kulağıyla dinleyip destek olduğun, keyifli sohbetinle bana muhteşem zaman geçirttiğin için teşekkür ederim.”

Göksel başını yere eğip gülümsedi. “Bu keyifli akşam için ben de teşekkür ederim,” dedi. Başını kaldırıp Gökhan’ın yüzüne bakarken gülümsemeye devam ediyordu. “Güzel zaman geçirdiğini duyduğuma sevindim, ben de harika zaman geçirdim. Mutlaka tekrarlayalım.”

“Kesinlikle tekrarlamalıyız.”

İskelenin girişine ulaştıklarında adımlarını durdurdular.

“Sen de yine otobüse mi bineceksin?” diye sordu Gökhan.

“Evet,” dedi Göksel başını sallayarak. “Seni yolcu ettikten sonra caddeden binerim.”

“Bu cümle bana bir yerden tanık geldi.”

“Değil mi? Bana da çok yabancı gelmedi.”

Gülüştüler.

“O zaman vedalaşma vakti,” dedi Gökhan. “Gel buraya.”

Genç adam kollarını biraz açtığında Göksel onun sarılmak istemesine şaşırsa da ona doğru bir adım attı. Göksel kollarını onun koltuk altlarından geçirip, yanağını onun sol omzuna yaslarken Gökhan da kollarını onun ince beline sardı. İkisi de bunun hızlı bir sarılma olacağını düşünüyordu fakat birbirlerine ilk kez sarılmanın, ilk defa birbirlerinin kollarının arasında olmanın getirdiği huzurla ikisi de gözlerini kapatıp etraflarındaki tüm hareketliliğin ortasında birkaç saniye boyunca öylece durdu. Kalpleri bu akşam pek çok kez küt küt çarpsa da birbirine yaslanan göğüslerinin içindeki kalpleri bu buluşmadan sonra sakinleşti ve heyecan, gerginlik, üzüntü, keder gibi tüm duyguların aksine sonsuz bir huzur hissetti.

İkisinin de daha önce hiç bu kadar derinden ve gerçekten hissetmediği bir huzur duygusu.

Göksel yanağını onun omzundan ayırırken Gökhan da genç kadının beline sardığı kollarını gevşetti. Göksel geriye doğru bir adım atıp, ondan uzaklaşırken bakışlarını Gökhan’ın yüzüne çevirdi.

“Eve vardığında haberdar et,” dedi.

“Ederim,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Sen de et.”

“Tamam. O zaman kendine iyi bak, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak,” diyen Gökhan ellerini onun belinden çekip genç kadını serbest bıraktı. “Görüşürüz.”

Gökhan ona gülümsedikten sonra iskeleye ilerledi. Olduğu yerde dikilmeye devam eden Göksel’se onun uzaklaşmasını seyretti. İskele binasının içine giren genç adam saniyeler içinde gözden kayboldu. Onu yolcu eden genç kadın da otobüse bineceği durağa ulaşmak için cadde boyunca yürümeye başladı. Bu esnada kulaklıklarını ve telefonunu çantasından çıkardı ve Gökhan’a önerdiği In Your Eyes adlı parçayı açtı.

Aynı saniyelerde Gökhan da bu şarkıyı dinliyordu.

Sık sık elindeki çiçeğe bakarak gülümseyen Göksel durağa ulaştı, otobüse bindi ve evine doğru yola koyuldu. Yol boyunca o da Gökhan’a önerdiği şarkıları önerdiği sırada dinledi ve bunu yaparken Gökhan’ın da aynı şarkıları dinleyerek yolculuk ettiğini bilmek onu yol boyunca gülümsetti.

Otobüs oturduğu yere en yakın durakta durduğunda otobüsten indi. Müziğin sesini iyice kısarken sol kulağındaki kulaklığı da çıkardı. Sokaklar özellikle akşam vakti bir kadının yüksek sesle müzik dinleyip etraftan soyutlanamayacağı kadar tehlikeliydi.

Birkaç dakikalık kısa bir yürüyüşün ardından oturduğu sokağa ulaştı. Göksel’in sağ taraftaki kaldırımdan apartmana yürüdüğü esnada alt sokaktan gelen uzun boylu bir delikanlı sol taraftaki kaldırımda belirdi. Birkaç metre ilerisinde yürüyen sarışın kadını fark ettiğinde onu hemen tanıdı.

“Gök!” diye seslendi Emrah’ın kalın sesi.

Göksel omzunun üstünden arkasına baktığında yolun karşısındaki Emrah’ı gördü. “Merhaba,” dedi.

Genç adam kendisine yaklaşırken onu inceledi. Emrah uzun ve kaslı bacaklarını saran siyah bir kot pantolon giymişti, üstünde bol bir yeşil tişört vardı; birkaç renkli bir omuz çantası da göğüslerinin ortasında duruyordu.

Onun karşısında duran Emrah genç kadının elindeki çiçeği gördüğünde kaşları yukarı kalktı. “Selam,” dedi onun gözlerine bakarak. “N’aber?”

“İyiyim, sen?”

“İyiyim ben de. Nereden böyle?”

Göksel elindeki çiçeğe kısa bir bakış attığında yanaklarının kızardığını hissetti. “Bir arkadaşımla buluştum,” diye mırıldandı. “Oradan dönüyorum.”

Oturdukları apartmana doğru yan yana yürümeye başladılar.

“Bugün özel bir gün olmalı,” dedi Emrah. “Arkadaşın sana çiçek aldığına göre.”

“Tamam, normal bir arkadaş değil,” diye kabul etti Göksel. “Birisiyle görüşüyorum.”

“Çok çabuk itiraf ettin,” dedi Emrah ona yandan bir bakış atarak. “Ben biraz daha dayanırsın sanıyordum.”

“Anladın zaten, aksini iddia etmenin bir manası olmayacaktı.”

“Anladım tabii. Biraz bahsetmek ister misin?”

Onun bu sorusu Göksel’i şaşırttı. Genel olarak Emrah’la çok fazla şey paylaşmamışlardı, romantik ilişkiler ise hiç konuşmadıkları bir meseleydi.

“Birkaç haftadır görüşüyoruz,” dedi Göksel. “Bugün ikinci kez buluştuk.”

“Bu kadar mı? Biraz ondan bahset. Kim bu şanslı erkek?”

“İsmi Gökhan, konservatuvar öğrencisi bir müzisyen.”

Beklediği adı duyunca Emrah gülümsedi. Aileleriyle birlikte akşam yemeğine çıktıkları akşam Gökhan’ın Göksel’e mesaj attığını görmüştü. Kısa sürede işleri bu kadar ilerletmelerine şaşırdı. Göksel soğuk ve mesafeli bir karaktere sahip olduğu için bir erkekle yakınlaşması aylar bulur diye düşünüyordu ama anlaşılan yanıldığı noktalar vardı.

“Hangi üniversitede okuyor?”

“İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında öğrenci. Bu sene onun da son senesi olacak.”

“Köklü bir okul, iyi bir müzisyen olmalı.”

“Öyle.”

“Nereden tanıştınız?” Apartman kapısına ulaştıklarında Emrah cebinden anahtarı çıkardı. “Ben açarım, sen anlat.”

“Bir kafede sahne alıyor, orada tanıştık,” diye açıkladı Göksel. “Hesabımda fotoğrafını paylaşmıştım.”

“Gitar çalan genç o mu?” dedi Emrah şaşkınca ona dönerek. “Epey beğeni alan fotoğrafındaki müzisyen.”

“Evet, o. Konumdaki gönderilere bakarken o fotoğrafı görmüş, sonra da fotoğrafı kaydedip kendi hesabında da paylaşmak için benimle iletişime geçmişti. O akşam kısa bir konuşma gerçekleştirdik. Üç hafta sonra arkadaşlarımla beraber aynı kafeye gittiğimizde çıkışta karşılaşıp yüz yüze tanıştık, sonra da konuşmaya başladık işte.”

“İlginç bir tanışma hikâyesi. Farklı yani, alışılmışın dışında.”

“Sanırım öyle.”

Emrah kapıyı açtığında birlikte binaya girdiler ve asansöre ilerlediler.

“Sen nereden geliyorsun?” diye sordu Göksel konuyu değiştirmek adına.

“Arkadaşlarımın yanından,” diye cevap verdi Emrah. “Playstation oynadık.”

“Eğlenceli vakit geçirmişsindir.”

“Evet, geçirdim.”

Üçüncü kattaki asansör zemin kata geldiğinde bindiler. Emrah dördüncü ve beşinci katın düğmelerine bastığında kapı kapandı.

“Senin buluşman nasıl geçti?” diye sordu Emrah.

“Güzeldi,” dedi Göksel ona bakarak. “Ben de keyifli vakit geçirdim.”

“Senin adına sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

Emrah ona içten bir gülümseme gönderdiğinde Göksel de aynı şekilde karşılık verdi.

Asansör Göksellerin oturduğu kata geldiğinde kapıları açıldı.

“İyi akşamlar,” dedi Göksel. “Görüşürüz.”

“Görüşürüz Gök,” dedi Emrah. “Sana da iyi akşamlar. Kendine dikkat et.”

“Sen de.”

Göksel asansörden inip evin kapısına ilerledi ve kapıyı çaldı. Saniyeler sonra Güzin kapıyı açtı.

“Hoş geldin bebeğim,” diye karşıladı kızını. “Gel içeri.”

“Hoş buldum,” diyen Göksel elindekileri annesine uzattığında Güzin çiçeği fark etti. “Alır mısın?”

“Alayım,” deyip çantayla çiçeği aldı Güzin. “Bu çiçek de neyin nesi?”

Göksel ayakkabılarını çıkarıp eve girdi. Elindeki ayakkabıları ayakkabılığa bıraktıktan sonra annesine döndü. “Gökhan verdi,” diye cevapladı annesini.

“Bak sen. Çok ince bir hareket.”

“Öyle.”

“Aster çiçeği değil mi? Bembeyaz, çok zarif.”

“Evet, aster çiçeği. İskelenin orada bir kadının çiçek sattığını görünce almak istemiş.”

“Düşünceli ve kibar bir delikanlıymış.”

O esnada salondan çıkan Engin, “Kim düşünceli ve kibar bir delikanlı?” diye sordu. Kızına baktı. “Hoş geldin güzelim.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel.

Engin kızının alnını öptükten sonra eşine döndü ve onun elindeki çiçeği fark etti. Kaşlarını kaldırarak, “Bu da neyin nesi?” diye sordu. “Annene çiçek mi aldın?”

“Çiçek Göksel’e ait,” diyen Güzin çiçeği sahibine geri verdi. “Gökhan almış.”

Engin şaşırarak Göksel’e bakarken Göksel sevimli olduğunu umduğu bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi. Babasıyla arası ne kadar iyi olursa olsun bu konuda ondan çekiniyordu.

“Gökhan sana çiçek mi aldı?” dedi Engin.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Düşüncelilik etmiş sağ olsun.”

Engin mavi gözlerini kıstığında göz çevresindeki kırışıklıklar derinleşti. “Yani hoş bir hareket,” diye mırıldandı. “Papatya mı o?”

“Papatyagillerden ama papatya değil, aster çiçeği.”

“Çiçekçide son bir tane kalmış herhâlde.”

“Hayatım!” dedi Güzin uyarı dolu bir sesle. “Çocuk ikinci buluşmada kocaman bir buketle mi çıksaydı kızın karşısına? İncelik yapıp bir tane çiçek almış işte, hem böyle büyük çiçekler birer tane de hediye ediliyor.”

“Her neyse,” deyip Göksel’e baktı Engin. “Buluşmanız nasıl geçti?”

“Güzeldi,” dedi Göksel. “Keyifli vakit geçirdim.”

“Öncekinden daha mı iyiydi?” diye sordu Güzin.

“Evet, daha dolu dolu bir buluşma oldu. Bugün de ben tatlı ve çay ısmarladım.”

“İyi yapmışsın. Gökhan pizzacıyı beğendi mi?”

“Beğendi.”

“İyi bakalım. Bu buluşmanızın da güzel geçtiğini duyduğuma sevindim bebeğim.”

Güzin kızının yanağını öptü.

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Müsaadenizle elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştireceğim şimdi.”

“Tamam kuzum.”

Göksel odasına ilerlerken ebeveynleri arkasından baktı.

“İşler ciddileşiyor gibi,” diye bir yorumda bulundu Engin. “Yüzündeki mutluluğu gördün değil mi? Bizim kız bu çocuktan hoşlanıyor ve görünüşe göre Gökhan da ondan hoşlanıyor, ikinci buluşmadan Göksel’e çiçek almış kerata.”

“Görmez olur muyum?” dedi Güzin gülümseyerek. “Aklıma bizim flört etmeye başladığımız zamanlar geldi. Sen bana dördüncü buluşmada çiçek almıştın, yeni nesil daha hızlı.”

“Çünkü birinci buluşmamız okul kantinindeydi, ikincisi arkadaşlarımızla buluşacağımızı sandığımız ama onların bizi satıp baş başa bıraktığı tamamen habersiz bir buluşmaydı, üçüncüde açık hava sinemasına gidip film bitişi hemen evlerimize dönmüştük. Bir restoranda akşam yemeği yediğimiz dördüncü buluşmamız aslında ilk gerçek buluşmamızdı ve onda da çiçekle gelmiştim zaten.”

“Ne güzel bir akşamdı. Şimdi Göksel’in de böyle güzel şeyler yaşadığını gördüğüme çok seviniyorum, umarım hep böyle devam eder ve kalbi hiç kırılmaz.”

“O Gökhan benim biricik kızımın kalbini hele bir kırsın, bak ben ne yapıyorum ona?”

“Aşk bu hayatım, insanın kalbini en kolay kıran şey ve bunun için öyle büyük şeyler yapmak da gerekmiyor. Yaşanan ufak bir hayal kırıklığı bile insanın kalbini kırabiliyor.”

“Orası öyle ama Gökhan kızımıza düzgün davranırsa iyi eder.”

“Davranmazsa da Göksel gerekeni yapıp onu hayatından çıkaracak kadar olgun bir kız. Hadi salona dönelim.”

Odasına giren Göksel telefonuna sarılıp ilk iş olarak Gökhan’a mesaj attı.

Ben eve vardım, haberin olsun. Sen ne yaptın?

Genç kadın üstündekileri çıkarıp pembe pijama takımını giydiği esnada telefonundan müzik dinleyen Gökhan onun mesajını gördü, okudu ve ona cevap yazdı.

Tamamdır, sağ salim eve varmana sevindim

Ben de vapurdan inip otobüse bindim, otobüsteyim şu an

Üstünü değiştiren Göksel telefonunu yeniden eline alıp onun mesajlarını okudu.

Senin daha yolun var. Eve varınca yaz sen de

Çevrim içi olan Gökhan konuşma sayfasında beklediği için mesajını saniyesinde gördü.

Yazarım

Önerdiğin bütün şarkıları dinledim ve hepsini sevdim. In Your Eyes favorim oldu, tekrara aldım

Gökhan’ın bu iki mesajını okuyan Göksel genişçe gülümsedi.

O parçayı ben de çok severim, dinlerken insanı alıp götürüyor

Yavaş adımlarla yatağına ilerleyip yatağın kenarına oturdu. Elini yüzünü yıkamak aklından çıkmış, tüm ilgisi Gökhan’a odaklanmıştı.

Kesinlikle. Sözlerini çok beğendim, kapanışındaki saksafon kısmı da aşırı iyi. Şarkıya orijinal ve nostaljik bir hava katmış

Gökhan gibi iyi bir müzisyenin şarkıyı böylesine analiz etmesine Göksel hiç şaşırmadı, aksine analiz etmeseydi buna şaşırırdı.

O kısım favorimdir, dediğin gibi nostaljik bir havası var

Mesajı genç adama gönderdiğinde Gökhan mesajı yine saniyesinde gördü. Telefona bu kadar rahat baktığına göre oturmuş olmalı, diye düşündü. Toplu taşımada ayakta giderken telefona bakmanın ne kadar zor olduğunu biliyordu.

Bu güzel öneriler için teşekkür ederim, vakit bulduğumda diğer parçalarına da bakacağım mutlaka

Göksel bu mesajı okuduğunda sırıttı.

Rica ederim, başka öneriler de yaparım ileride

Ona cevap verdikten sonra uygulamadan çıkıp galerisine girdi ve bugün çekildikleri iki fotoğrafı açtı. Fotoğrafları düzenlemeye girişmeden önce bir süre iki fotoğrafı da uzun uzun inceledi. Gökhan’ın onu sarmaladığı, vücutlarının dip dibe olduğu ve ikisinin de içten bir şekilde gülümsediği fotoğraf gerçekten çok güzeldi. Fotoğrafın verdiği his çok başkaydı. Genç kadın bu kareye bakarken içinin sıcacık olduğunu hissediyordu.

İki fotoğrafı da orijinal görüntüsünü bozmadan, görüntü ayarlarını daha kaliteli hâle getirecek şekilde düzenledi. Fotoğrafların ışığını biraz kısıp kontrastı artırdı, doygunluğu ve renklerin sıcaklığını çok az artırıp fotoğraflara daha canlı bir hava verdi. Fotoğraflar ham hâllerine göre daha profesyonel ve kaliteli duruyordu.

Fotoğrafları Gökhan’ın e-posta adresine gönderdikten sonra konuşmalarına geri döndü.

Kesinlikle yapmalısın, müzik zevkini beğendim

Genç adamın bu mesajını okuyunca gülümsedi ve ona cevap verdi.

Teşekkür ederim. Fotoğraflarımızı da e-posta adresine gönderdim

Bu esnada Gökhan posta bildirimini alıp Göksel’in gönderdiği e-postayı açmıştı bile. Genç adam bu iki fotoğrafı incelerken gülümsüyordu. Fotoğraflar gerçekten de çok güzeldi. Özellikle Göksel’i koluyla sardığı fotoğrafa kelimenin tam anlamıyla bayılmıştı. Fotoğrafı çekerken fark etmemişti fakat genç kadını çok sahiplenerek tutmuş, onu kendisine çekmişti. Göksel’in gövdesinin sağ tarafı onun gövdesiyle bitişikti ve ilk defa bu kadar yakın olmak iki gencin de yüzüne utangaç bir ifade yayılmasına neden olmuştu.

Gökhan fotoğrafları indirip galerisine kaydettikten sonra Göksel’in mesajının üstüne dokunarak konuşma sayfasına girdi.

Gördüm ve indirdim, teşekkür ederim. Fotoğraflar gerçekten güzel olmuş

Göksel saniyeler içinde mesajını görüp ona cevap verdi.

Evet, bugünden güzel birer hatıra olarak kalacaklar

Ben şimdi elimi yüzümü yıkayacağım, biraz da benimkilere bakarım. Eve vardığında haber vermeyi unutma lütfen

Gökhan ona hızlı bir cevap verdi.

Tamam, unutmam

Onun mesajını okuyan Göksel telefonunu odasında bırakıp odasından çıktı. Banyoda elini yüzünü yıkayıp makyajını temizledikten sonra salona, ebeveynlerinin yanına gitti. Koltukta yan yana oturan annesiyle babası dizi izliyordu.

“Şu ince uzun vazo nerede?” diye sordu Göksel annesine.

“Krem renkli ve cam olan mı?” dedi Güzin. “Bizim odamızda tuvalet masasının kenarında duruyor. Çiçeğini mi koyacaksın?”

“Evet. Alabilir miyim?”

“Tabii ki alabilirsin bebeğim.”

Göksel annesine gülümsedikten sonra salondan çıktı ve ebeveynlerinin yatak odasına ilerledi. Bu oda salondan sonra evdeki en büyük odaydı. Çift kişilik büyük bir yatak odanın sağ tarafındaki duvara yaslanıp ortalanmıştı, yatağın iki kenarında komodinler yer alıyordu; yatağın hemen karşısında aynalı büyük bir kıyafet dolabı vardı, şifonyerle tuvalet masası kapının sağında yan yana duruyordu. Göksel tuvalet masasına yaklaştığında masanın sağ kenarındaki içi boş vazoyu gördü. Vazoyu eline alırken bunun çiçeği için muhteşem bir vazo olacağından emin oldu.

“Aldım,” diye seslendi odasına giderken. “Teşekkür ederim.”

Genç kadın odasına girerken birbiriyle bakışan annesiyle babası da koltuktan kalkıp kızlarının odasına ilerledi. Açık kapıda durup odanın içine baktıklarında Göksel’in beyaz aster çiçeğini gülümseyerek vazoya koyduğunu gördüler.

“Bu vazoyu iyi düşündün,” dedi Güzin. “Güzel oldu.”

Göksel onları fark edince irkilip ikisine baktı. Engin’le Güzin odasına girip kızlarına ilerledi.

“Çalışma masama koyacağım,” dedi Göksel. “Çalışma masamın biraz boş olduğunu düşünüyordum, masa lambasının olmadığı sol köşede güzel durur bence; siz ne dersiniz?”

“Koy bakalım,” dedi Engin.

Göksel vazoyu çalışma masasının boş sol köşesine yerleştirdiğinde üçü birden vazoya baktı.

“Çok güzel durdu,” dedi Güzin gülümseyerek. “Hoş bir hava kattı.”

“Bence de,” dedi Engin eşine katılarak. “Masan da beyaz, uyumlu oldu.”

Göksel şaşırarak babasına baktığında Engin kızını belinden tutup kendisine çekti ve sarı saçlarına bir öpücük kondurdu. Göksel gözlerini huzurla kapattı.

“Şimdi siz flört mü oluyorsunuz?” diye sordu Engin. “Aranızda duygusal bir şeyler var, değil mi?”

“Baba!” dedi Göksel utanarak.

“Flörtsünüz,” dedi Engin başını sallayarak. “Bu kadar utandığına göre bu delikanlıdan hoşlanıyorsun da.”

“Hayatım utandırmasına kızı,” diye araya girdi Güzin. “Daha bunları konuşmak için çok erken, bırakalım ikisi de hislerini tanıyıp buna kendileri isim versinler.”

“Modern bir baba olarak kızımla bunları konuşabilirim.”

“Konuşmayalım,” dedi Göksel hemen. Babasından ayrılıp ellerini yukarı kaldırdı. “Çok yoruldum, yatıp dinlensem iyi olacak. Rica etsem sizi dışarı alabilir miyim?” Esniyormuş gibi yaptı. “Çok uykum var, yatağıma uzanıp uyumak istiyorum artık.”

Engin bir şey söylemek için ağzını açarken Güzin onun kolunu tuttu. “Hadi çıkalım hayatım,” dedi. “Göksel de yatıp dinlensin hatta biz de yavaştan uyku moduna geçelim, saat geç oldu.”

“Anne kız çok fenasınız,” dedi Engin. Kızına baktı. “Bu konuyu elbette konuşacağız küçük hanım ama şimdilik kaç bakalım.”

“Size iyi geceler,” dedi Göksel gülümseyerek. “Yarın görüşürüz.”

Annesiyle babası odadan çıkınca kapıyı kapattı ve kapıya yaslanıp rahat bir nefes verdi. Ucuz kurtulmuştu.

Yeniden çalışma masasına ilerleyip vazodaki çiçeğe baktı. Birkaç saniye boyunca gülümseyerek çiçeği inceledikten sonra fotoğrafını çekmek aklına geldi. Ampulü söndürüp çalışma masasındaki sarı ışık yayan masa lambasını yaktı, masa lambasının konumunu çiçeğe en güzel ışığı verecek şekilde ayarladı ve vazoyu da düzelttikten sonra fotoğraf makinesini eline aldı. Vazo içindeki beyaz çiçeği kadrajına alıp gerekli ışık ve açı ayarlarını da yaptıktan sonra deklanşöre basarak çiçeğin fotoğrafını çekti.

Çektiği fotoğrafı çok beğenen genç kadın gülümseyerek yatağına uzandı, yattığı yerden çiçeğe bakarken aklına Gökhan’ın söylediği şey geldi.

“Çok zarif ve hoş bir çiçek, senin gibi.”

Yüzünü yastığa gömen genç kadın sessizce bağırdı.

Gökhan sayesinde ayakları yerden öylesine kesiliyordu ki kendisini tıpkı bu çiçeğe adını veren yıldızlar kadar yüksekte hissediyordu. Gökhan’la ve onunla arasındaki ilişkiyle ilgili her şeyse en az bir yıldız kadar parlak ve göz kamaştırıcıydı.

]]>
Sun, 06 Nov 2022 14:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 11. Kare: Mumlara Fısıldanan Dilekler https://edebiyatblog.com/kd-11kare-mumlara-fisildanan-dilekler https://edebiyatblog.com/kd-11kare-mumlara-fisildanan-dilekler Yatak odasının camı aralıktı, şehrin sesi içeri giriyordu ama derin bir uykuda olan Gökhan alışık olduğu bu sesi duymazdan gelerek uyumaya devam ediyordu. Gece 4’e kadar gitar çalıp eserleri üzerinde çalışmış, birkaç şarkısının bestesinin temellerini oluşturmuştu. Son günlerde kendisini oldukça yaratıcı ve üretken hissediyordu.

Evin zili bir kez çaldığında bunu duymadı fakat ikinci kez çaldığında gözlerini uyuşukça açtı.

“Kim bu ya?” diye söylendi. “Bırakın da izin günümde uyuyayım.”

Yatakta doğrulup, ayaklarını yere koyarken saçlarını da eliyle şöyle bir karıştırdı. Üstü çıplaktı, odadan çıkmadan önce dün gece çıkardığı siyah tişörtünü giydi. Uykulu gözlerle duvardaki saate baksa da saatin kaç olduğunu görünce gözleri fal taşı gibi açıldı.

Saat 14.15’ti.

Odasından çıkıp, evin kapısına ilerlerken biraz ayılmayı başardı. Verdiği bir sipariş ya da beklediği birileri yoktu, kimin geldiğini merak ediyordu.

Zil üçüncü kez çaldı.

“Geldim,” diye bağırdı. Sonra kısık sesle devam etti: “İki dakika bekle, patlamazsın.”

Evin kapısını açtığında bir konfeti patladı. Ödü kopan Gökhan elini göğsüne koyarken kapının önündeki arkadaşları şarkı söylemeye başladı:

“İyi ki doğdun Gökhan! İyi ki doğdun Gökhan! İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki doğdun Gökhan!”

Genç adam gülerek karşısındaki tanıdık simalara baktı. Neslişah, Buğra ve Harun kapının önünde duruyordu; mumları yanan pasta Neslişah’ın elindeyken Buğra büyük bir poşeti taşıyor, Harun da bu anı videoya çekiyordu.

“Siz var ya!” dedi Gökhan işaret parmağını sallayarak. “Beni çok hazırlıksız yakaladınız. Yataktan kalkıp geldim.”

“Bu saate kadar uyudun mu?” dedi Buğra şaşırarak. “Üstelik doğum gününde. Yuh be oğlum!”

“Bir dilek tutup mumlara üfle hadi,” dedi Neslişah.

Gökhan pastaya yaklaşıp gözlerini kapattı ve dileğini içinden söyledi:

“Umarım yeni yaşımda hayatın bana yapacağı bütün sürprizler böyle olur.”

Mumlara üflemesinden sonra bir alkış, ıslık ve bağırış seli yaşandı.

“Çok teşekkür ederim,” dedi genç adam ellerini dudak hizasında birleştirip. “İyi ki varsınız. Hadi içeri gelin.”

Geriye çekilip arkadaşlarının girmesi için alan yarattı. Neslişah, Buğra ve Harun sırayla eve girdi.

“Bunu mutfağa bırakayım,” dedi Neslişah. “Birazdan kesip yeriz. Sen de istersen elini yüzünü yıkayıp üstünü değiştir.”

“Nesli haklı,” dedi Buğra. “Hatta tabağı çatalı falan çıkarırız, sen pastayı kesince de yeriz.”

“Çok iyi olur,” dedi Gökhan. “O zaman ben hazırlanayım.”

Gökhan hazırlanırken diğerleri de mutfağa girip hazırlıklara başladı. Üçü de daha önce birkaç kez Gökhanların evine geldiği için neyin nerede olduğunu biliyorlardı. Neslişah tabakları, çatal ve bıçakları çıkarırken Harun da bardakları çıkardı ve Buğra’yla beraber kolayı bardaklara doldurdular. Bu esnada elini yüzünü yıkayıp saçlarını tarayan Gökhan üzerine mavi bir tişörtle siyah eşofmanını giydi. Mutfağa giren genç adam her şeyin hazırlandığını gördü.

“Gel buraya,” diyen Neslişah onu kendisine çekip boynuna sarıldı. Gökhan da kollarını onun ince beline sardı. “Doğum günün kutlu olsun Gök. İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın.”

“Çok teşekkür ederim,” dedi Gökhan ayrıldıklarında. İkisi de gülümsüyordu. “Sen de iyi ki varsın. Eksik olma Nesli.”

“İyi ki doğmuşsun kardeşim benim,” diyen Buğra da ona sarıldı. “Birlikte nice yıllara.”

“Mutlu yıllar Gök,” dedi Harun. Gökhan onunla da sarıldı. “Doğum günün kutlu olsun. Nice güzel yaşlara.”

“İyi ki doğmuşum yoksa sizin gibi muhteşem insanlarla nasıl tanışacaktım?” dedi Gökhan duygu dolu bir sesle. “Şu an beni dünyanın en mutlu insanı yaptınız. Hepinize çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız.”

“Ya Gök!” dedi Neslişah incecik bir sesle. “Çok tatlısın. Sen de iyi ki varsın.”

“Hadi masaya geçelim,” dedi Harun. “Önce Gök’ü pastayla çekelim, hatıra kalsın.”

“Çekin tabii,” dedi Gökhan. “Baktıkça içimin sıcacık olacağı yeni fotoğraflar olsun.”

Harun, Gökhan’ın pastayla birkaç fotoğrafını çektikten sonra Gökhan pastayı kesmeye başladı; Harun arkadaşının fotoğrafını çekmeye devam ederken Buğra da Gökhan’ın ilk dilimi kestiği anı videoya alarak bu anları ölümsüzleştirdi.

“Meyveli almışsınız,” dedi Gökhan pastanın içini görünce. “Çok severim.”

“Sevdiğini bildiğimiz için aldık,” dedi Neslişah.

“Çok incesiniz. Pasta da leziz görünüyor, hadi siz de oturun da yiyelim.”

Dörtlü arkadaş grubu masaya oturdu. Saniyeler içinde hepsinin tabağında bir dilim pasta vardı, kola dolu bardaklar da önlerinde duruyordu.

“Kahvaltıyı pastayla yapacağım,” dedi Gökhan. “Muhteşem bir kahvaltı.”

Pastanın tadı gerçekten lezzetliydi ve hepsinin hoşuna gitti. Pastayı Harunların evinin yakınındaki bir pastaneden almışlardı. Harun uzun yıllardır oradan alışveriş yapıyordu ve ürünlerinin lezzetli olduğunu bildiği için bugün için de orayı tercih etmişti.

“Neler yapıyorsunuz?” diye sordu Gökhan. “İşim yüzünden epeydir görüşemedik.”

“Öyle oldu,” diye cevap verdi Neslişah. “Ben genelde evdeyim, hem sıcak havalar hem de hayat pahalılığı dışarı çıkmamı büyük oranda engelliyor.”

“Ben de genelde bizim dükkândayım,” dedi Buğra. Babası esnaftı ve bir züccaciye dükkânı işletiyordu. “Senin gibi iş güç uğraşıp duruyorum.”

Gökhan ona anlayışla baktıktan sonra Harun’a döndü.

“Ben de genelde evdeyim,” dedi Harun. “Günlerim çello çalmakla geçiyor. Dışarı çıktığımda da genelde müzisyen arkadaşlarımla buluşup bir şeyler çalıyorum.”

“Bir gün ben de geleyim,” dedi Gökhan. Onun omzuna dokundu. “Beraber çalarız.”

“Ne zaman istersen gelebilirsin kardeşim. Senin gibi muhteşem bir müzisyenle zaman geçirmekten ben de arkadaşlarım da son derece memnun oluruz. Sen neler yapıyorsun? Çalışmak dışında tabii.”

“O memnuniyet asıl bana ait olur,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İş dışında müzikle uğraşıyorum ben de, eve gelip biraz dinlenince gitara sarılıyorum. Günün tüm yorgunluğunu alıp götürüyor.”

“Müziğin büyüsü bu da.”

“Kesinlikle.”

“Konuya nasıl da Fransız kaldık,” diye bir yorumda bulundu Buğra. “Bırakın müziği, beraber sohbet edelim.”

“Yemekten sonra Gök bize gitar çalsın,” dedi Neslişah. “Çalarsın değil mi Gök?”

“Çalarım elbette,” dedi Gökhan. “Bugün için güzel bir parçam var.”

“Neden bu saate kadar uyudun peki? Gece çok mu geç yattın?”

“4’te uyudum.”

“Yuh!” dedi Buğra. “O saate kadar ne yaptın oğlum?”

“Doğum günümü kutlayan arkadaşlarıma cevap verdim ve gitar çaldım.”

“O saatte?”

“Kulaklığı takınca gitarın sesini duyan tek kişi ben oluyorum.”

“Doğru. Kulaklık diye bir nimet olduğunu unutmuşum.”

“Sen yine de çok takma,” diye bir tavsiyede bulundu Harun. “Kulağına çok zararlı, biliyorsun.”

“Biliyorum,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Ayda yılda bir uzun süre takıyorum, onda da sesin kısık olmasına özen gösteriyorum. Bu kulakların bana lazım olduğunu biliyorum ve onlara iyi bakıyorum.”

Pastayı yerken sohbetlerine devam ettiler. Gökhan mağazada geçen günlerinden, yaptığı işten bahsederken Buğra da kendi çalışma hayatından bahsetti; Neslişah günlerinin çoğunlukla bir şeyler izlemekle geçtiğini söyleyip izlediği yapımları anlatırken Harun da müzikle geçen günlerini anlattı. Gökhan’la beraber yine bir müzik sohbetine daldılar, o esnada Buğra ve Neslişah da kendi arasında sohbet etti.

“Masadan kalkmadan hemen bir fotoğraf çekelim,” dedi Buğra. Cep telefonunu çıkarıp ön kamerasını açtı. “Poz verin bakalım.”

Hepsi gülümseyerek poz verdiğinde Buğra deklanşöre bastı.

Mutfağı beraber topladıktan sonra salona geçtiler. Gökhan etraftaki kâğıtları masanın üzerine toplayıp gitarını da amfiye yasladı.

“İçerisi biraz dağınık,” dedi utanarak. “Kusura bakmayın.”

“Hiç sorun değil Gök,” dedi Neslişah. “Çat kapı gelen biziz.”

Buğra salonun girişine koyduğu poşeti alarak Gökhan’ın yanına ilerledi. “Çam sakızı çoban armağanı bir hediye,” dedi. “Umarım beğenirsin.”

“Neden masraf ettiniz yahu?” dedi büyük poşete bakan Gökhan. “Düşünmeniz yeterdi. Teşekkür ederim.”

“Duymamış olalım,” dedi Harun. “Aç da bak bakalım hediyene.”

Gökhan koltuğa oturup poşetten çıkardığı kutunun kapağını açtığında içinde bir çift spor ayakkabı olduğunu gördü. Siyah spor ayakkabıların tabanı beyazdı ve topuk kısmına gittikçe biraz yükseliyordu.

“Ya siz deli misiniz?” diye mırıldandı. Başını kaldırıp arkadaşlarına baktı. “Neden masraf ettiniz? Çok mahcup oldum.”

Gökhan akıl almaz sayılara ulaşan spor ayakkabı fiyatları yüzünden iki senedir yeni spor ayakkabı alamamıştı. Birkaç ay önce Neslişah ve Harun’la beraberken spor ayakkabı baktığını ama fiyatlarından dolayı yine alamadığını hatırlıyordu. Anlaşılan Neslişah ve Harun da bunu unutmamıştı ve ona bu güzel spor ayakkabıları almıştı.

“Sen ayakkabıları beğendin mi onu söyle,” dedi Neslişah.

“Beğendim tabii,” dedi Gökhan. “Çok ciciler, çok teşekkür ederim.”

“Güle güle giy,” dedi diğerleri.

Gökhan hepsine yeniden sarıldı.

“Dene bakalım,” dedi Buğra. “42 numara aldık ama sen yine de bir dene.”

“42 giyiyorum zaten, olur.”

Gökhan ayakkabıları giydiğinde ayakkabılar ayağına tam oldu. Ayakkabının tabanı ve kenar kısımları yumuşacık olduğu için ayakkabılar çok konforluydu.

“Ayağıma özel yapılmış gibi oldu,” dedi ayağındaki ayakkabılara bakarak. Ayakkabılar kibar olduğu için ayaklarını büyük de göstermemişti. “Çok da rahatlar. Tekrardan teşekkür ederim, kesenize bereket.”

“Çok da yakıştı,” dedi Neslişah gülümseyerek. “Güzel günlerde giy Gök.”

Arkadaşları koltuklara otururken Gökhan da gitarına ilerledi.

“Günün anlam ve önemine ithafen muhteşem bir parça çalacağım,” dedi. Gitarını omzuna asıp amfinin üzerine oturdu. “Teoman’dan Paramparça. Bana eşlik ederseniz çok daha keyifli olur.”

“Etmez miyiz?” dedi Neslişah. “Bu güzel şarkıyı hep beraber söyleyelim.”

Gökhan şarkıya girdi. Genç müzisyen şarkının girişini çalarken arkadaşları da ritimle uyumlu olarak alkış tutarak ve bacaklarına vurarak ona eşlik ediyordu.

“Saatim yok, tam olarak bilemem,” diye hep bir ağızdan şarkıyı söylemeye başladılar. “Biraz bira, biraz şarap önceydi / Nasıl oluyor vakit bir türlü geçmezken / Yıllar, hayatlar geçiyor?”

Bu şarkı doğum günlerinin klasikleşmiş parçalarından biriydi ve Gökhan da hem çok severek dinliyor hem de çalıyordu. Şarkının ritmi hareketli olsa da sözleri insanı düşündürüyor, biraz da hüzünlendiriyordu ve hayatı hakkında derin düşüncelere dalmasına neden oluyordu. Gökhan’a göre sanatın ilk amacı insanlara bir şeyler hissettirmekti ve bu şarkı da ona çok şey hissettiriyordu.

“Bugün benim doğum günüm / Hem sarhoşum hem yastayım / Bir bar taburesi üstünde / Babamın öldüğü yaştayım.”

Şarkının nakaratını daha büyük bir tutkuyla söyleyen grupta herkesin yüzü gülüyordu.

“Bildiğim tüm hayatlar / Paramparça, paramparça.”

Nakaratın son kısmında diğerleri susunca Gökhan tek başına söyledi. Genç adam gırtlağını sıkarak bağırdığında kirli sesi salonun içini doldurdu.

“Takatim yok, yine de telefona sarıldım / Son bir özür için tüm sevdiğim kadınlardan / Aradım, mesajlar çıktı kapattım / Telesekretere konuşamayanlardanım.”

Gökhan son cümleden sonra omuz silkerek arkadaşlarına baktığında diğerleri gülüştü.

“Hep beraber,” diye bağırdı Gökhan. “Bugün benim doğum günüm…”

İkinci nakaratı daha coşkulu söylediler. Sesleri çok çıkıyordu, komşular da duyuyor olmalıydı ama vakit öğlen olduğu için hiçbiri bunu umursamadı.

Gökhan soloyu çalmaya başladığında Neslişah ve Buğra ayağa kalkıp dans etmeye başladı. Harun gülerek ikisini izlerken Gökhan’ın bir gözü de onların üstündeydi. Neslişah ve Buğra herhangi bir dans türünü bilmiyordu ama hareketleri salsa yapıyormuş gibiydi. Buğra biraz beceriksiz olsa da Neslişah hiç de fena iş çıkarmıyordu. Genç kadının esnek vücudu her şekle girebiliyordu.

Gökhan son kez nakaratı söylerken ona Harun eşlik etti, diğer ikiliyse dans etmeye devam etti. Onlar dans ederken, diğerleri de onları izlerken oldukça eğleniyordu.

“Bildiğim tüm hayatlar paramparça,” diye başlayan son kısımda Teoman defalarca kez paramparça diyordu. Gökhan ve Harun bu kısmı da beraber söyledi. Harun’un sesi çok kötü olmamakla beraber kusursuz bir ses de değildi, şan eğitimi almak genç adamın sesini başka boyutlara taşıyabilirdi; Gökhan’ın sesiyse güzel ve eğitimli bir ses olduğu için parıl parıl parlıyordu.

Teoman şarkıda son kez paramparça derken kelimenin sonunu uzatarak ve gırtlağını sıkarak bağırıyordu. O kısma geldiklerinde Harun sustu ve elini Gökhan’a doğru uzatarak kapanışı ona bıraktığını gösterdi. Derin bir nefes alan Gökhan gözlerini yumdu, boynunu biraz kaldırdı ve ağzını büyükçe açarak bağırdı. Sesi son derece kirli ve seksi çıkan genç müzisyen bağırışını Teoman gibi yumuşatarak bitirdi.

Buğra ıslık çalarken Neslişah da ellerini ağzının iki kenarına getirerek bağırdı, Harun da alkışlamaya başladı.

“Gök fırtınası etrafı yine kasıp kavurdu,” dedi Neslişah. “Çok iyiydin Gök. Yüreğine sağlık.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülerek. “Sizinle birlikte söylemek çok keyifliydi, çok eğlendim.”

“O keyif bize ait,” dedi Harun. “Harika bir andı.”

“Şimdi izninizle telefonumu kontrol etmem lazım. Doğum günü mesajları gelmiştir, onlara cevap vereyim.”

“Tabii tabii,” dedi Buğra. “Bu saate kadar bir dünya mesaj birikmiştir. Denizde kum sende arkadaş bitmez.”

“Biraz öyle. Telefonumu odamdan alıp geleyim.”

Gökhan salondan çıkıp odasına ilerledi. Komodindeki telefonunu alıp internete bağlandığında mesaj bildirimleri gelmeye başladı. En yakın arkadaşları Yağız ve Kerem gece yarısında arayarak onun doğum gününü kutlamıştı, şimdi gelen mesaj bildirimlerinin arasında da Barış, Sarp, Kuzey gibi isimler vardı; üniversiteden, konservatuvardan ve kulüplerden birileri daha kutlamıştı. Tüm bu isimlerin arasında bir isim dikkatini çekti: Göksel.

Diğer arkadaşlarının mesajını sonraya saklayarak Göksel’in mesajını açtı. Genç kadın mesajı saat 13.04’te göndermişti ve şöyle yazmıştı:

Merhaba, doğum gününü kutlamak için yazmak istedim. Yeni yaşının sana bütün güzellikleriyle gelmesini ve sevdiklerinle beraber muhteşem bir sene geçirmeni dilerim. Mutlu yıllar!

Gökhan sırıtarak ekrana baktı. Göksel’e doğum gününü günler önce laf arasında söylemişti fakat genç kadın hangi gün olduğunu unutmamıştı ve kutlamıştı.

“Ah bu kız,” diye mırıldandı kendi kendine. “Her defasında beni hem şaşırtmayı hem de mutlu etmeyi nasıl başarıyor?”

Kendi etrafında bir kez döndükten sonra dolabına yaslanarak ona cevap yazdı.

Merhaba. Güzel dileklerin için çok teşekkür ederim, çok incesin ve beni çok sevindirdin. Eksik olma Gök, sağ ol

Mesajı gönderip diğer arkadaşlarından da gelen doğum günü mesajlarını okuyup hepsine tek tek teşekkür etti. Bu özel günde sevdiği, değer verdiği insanlar tarafından hatırlanmayı, onlardan güzel sözler ve iyi dilekler duymayı seviyordu. Tüm bu ilgi ve sevgi kendisini özel hissettiriyordu.

Arkadaşlarına cevap verdikten sonra odasından çıkıp diğerlerinin yanına döndü. Üçlü kendi arasında sohbet ediyordu. Gökhan odaya girince dikkatlerini ona verdiler.

“Yüzün güldüğüne göre çok güzel mesajlar almışsın,” dedi Neslişah.

“Aldım,” diye onayladı Gökhan. “Böyle günlerde hatırlanmak çok iyi hissettiriyor.”

“Hissettirmez mi?” dedi Harun. “Bugün için planların var mı?”

“Yok.”

“O zaman artık var. Hadi hazırlan, çıkıyoruz. Biraz dolaşalım, sonra kafeye geçeriz.”

“Bu akşam seni izleyeceğiz,” dedi Buğra. “Bizi kafede ağırlarsın değil mi?”

“Büyük bir memnuniyetle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “O zaman ben hazırlanayım.”

15 dakika sonra dördü birden evden çıkmıştı ve Buğra’nın bugün için babasından aldığı arabanın içindeydiler. Gökhan üstüne krem renkli keten gömleğiyle boru paça siyah kotunu giymişti, ayağında beyaz spor ayakkabıları vardı; saçlarını normalden daha özenli şekillendirip her zamanki takıları olan küpeleri ve yüzüklerine ek olarak gümüş renkli ucunda çubuk olan kolyesini takmıştı. Bugünün özel bir gün olduğu tarzındaki ufak değişikliklerden belli oluyordu.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Gökhan hemen yanında arabayı süren Buğra’ya.

“Caddebostan’a,” diye yanıt verdi Buğra. “Bagajda kamp sandalyeleri var, sahile oturup bir şeyler içeriz diye düşündük.”

“Çok iyi düşünmüşsünüz.”

Yoğun trafiği atlatıp Caddebostan Sahili’ne ulaştıklarında saatler dördü geçiyordu. Cumartesi olduğu için etraf kalabalıktı, biraz arayıştan sonra oturabilecekleri bir yer buldular. Kamp sandalyelerini açıp bir daire oluşturacak şekilde yerleştirdiler ve oturdular.

“Muhteşem bir cumartesi etkinliği,” dedi Gökhan yolda aldığı soğuk içeceğinden bir yudum içip. “Hava sıcak, gök masmavi ve bulutsuz, denizden de tatlı bir esinti var.”

“Muhteşem bir doğum günü, demek daha doğru olur,” dedi Neslişah. “Gök’ün doğum gününde gök onun en sevdiği rengin en canlı tonunda.”

“Güzel bir denk geliş.”

“O zaman Gök’ün yirmi birinci yaşına içelim,” dedi Buğra bardağını kaldırarak. “Hep beraber nice güzel yıllara.”

Dördü birden bardaklarını ortada birleştirip tokuşturdu ve içeceklerinden birer yudum içti.

“Sayenizde harika bir doğum günü geçiriyorum,” dedi Gökhan. “Hepinize tekrardan çok teşekkür ederim, eksik olmayın.”

“Arkadaşlar bugünler içindir,” dedi Neslişah. “Keyifli vakit geçirdiğini duymak çok sevindirdi.”

“Elbette keyifli vakit geçiriyorum, aksi mümkün değil.”

Grup içeceklerini içerek derin bir sohbete daldı. Konuşmalarında yaz planlarından, gidecekleri tatillerden, okuldan, son senelerinden korktuklarından bahsettiler; mezun olduktan sonra neler yapabileceklerini düşünüp içinde oldukları sektörler hakkında konuştular. Buğra ile Neslişah, İstanbul Medeniyet Üniversitesinde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetim bölümünde son sınıf öğrencisiydi, Harun da aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler okuyordu. Gökhan onların bölümlerine arkadaşlarının anlattığı kadar hâkimdi, sohbet ederken de onlara pek çok noktada açıklama yaptırttı.

Sahilde oldukları süreç boyunca birkaç fotoğraf çektiler. Neslişah bir tanesini hikayesinde paylaşıp üstüne şöyle bir cümle yazdı: Doğum günü çocuğuyla birlikte keyifli bir cumartesi. İyi ki doğdun Gök! Bu cümlesinin hemen altına Gökhan’ı etiketlerken başka bir yere de Buğra’yla Harun’u etiketledi.

“Çok tatlı bir fotoğraf oldu,” dedi Neslişah. “En iyi çıktığın fotoğrafı paylaştım. Bu kıyağımı unutma Gök.”

Gökhan güldü. “Unutmam tabii,” dedi. “Bence de çok tatlı bir fotoğraf oldu. Ben de paylaşırım hikayemde.”

Saat altıya yaklaşırken Gökhan’ın telefonu çaldı. Arayan Barış’tı. İki arkadaş kısa bir hâl hatır sorma konuşması gerçekleştirdiler.

“Bu akşam kafedesin değil mi?” diye sordu Barış az sonra.

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “Sekizde sahnede olacağım yine.”

“Biz de geleceğiz: Elçin, Sarp, Kuzey ve ben. Sana uyar değil mi?”

“Elbette, gelmenizden çok memnun olurum. Başımın üstünde yeriniz var.”

“Eyvallah kardeşim. Sen kaçta geçersin kafeye?”

“Şimdi arkadaşlarımla beraberim, az sonra yemek için Caferağa’ya geçeceğiz; ondan sonra da kafeye geçeriz. Yedi buçuk gibi orada oluruz.”

“Tamam, biz de o sularda geliriz. O zaman akşama görüşürüz Gök.”

“Görüşürüz kardeşim, kendine dikkat et.”

“Sen de.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra arkadaşlarına döndü. “Dört arkadaşım daha gelecek,” diye haber verdi. “Sıkıntı olmaz değil mi? İyi çocuklardır, anlaşırsınız.”

“Doğum gününde yanında olmaları çok güzel,” dedi Harun. “Gelsinler elbette. Hem ne kadar kalabalık olursa o kadar eğlenceli olur.”

“Harun haklı,” dedi Neslişah. “Senin için de bizim için de iyi olur. Nereden tanışıyorsunuz?”

“Okulun müzik kulübünde tanışmıştık. Mühendislik öğrencisi onlar ama aynı zamanda müzik de yapıyorlar.”

“İşte bir güzel haber daha,” dedi Harun sırıtarak. Ellerini ovuşturdu. “Bol müzikli bir akşam olacak.”

“Herkes ekmeğinde,” dedi Buğra arkadaşına yandan bir bakış atarak.

Hepsi gülüştü.

“O zaman kalkalım mı?” diye sordu Gökhan. “Bu trafikte Caferağa’ya anca geçeriz.”

“Kalkalım,” dedi Buğra. “İyice yoğun trafiğe kalmadan gidelim bir an önce.”

Arabaya bindiklerinde Gökhan internetini açtı. Yeni mesajları vardı ama önceki sefer olduğu gibi tüm o isimlerin arasından Göksel’in ismini hemen seçti. Diğer mesajları es geçip onunkini açtı.

Rica ederim. Senin bu cümlen de beni sevindirdi, sen de eksik olma. Umarım çok güzel bir gün geçiriyorsundur

Gökhan kafasını koltuğun başına yaslarken sırıttı. Kibarlık ve düşünceli davranışlar çok değer verdiği iki şeydi, Göksel’in de bu kadar kibar ve düşünceli olmasını seviyordu. Genç kadın karşısındaki insanı nasıl iyi hissettireceğini, mutlu edeceğini, onun kalbine nasıl dokunacağını iyi biliyordu. Bir anda hayatına girdiği bu genç adamın da daha şimdiden kalbine dokunmayı başarmıştı.

Teşekkür ederim, hem eksik olma cümlen hem de tatlı dileğin için. Sen ve diğer arkadaşlarım sayesinde oldukça güzel bir gün geçiriyorum ve gittikçe de güzelleşiyor. Şu an yakın arkadaşlarımla dışarıdayım, bir grup daha gelecek ve hepsiyle beraber Parça’ya geçeceğim. Gece geç saatlere kadar beraber oluruz diye düşünüyorum, yani müsait olamayacağım ama ilk fırsatta sohbet ederiz, sana bugünü anlatırım

Ona cevap verdikten sonra diğer konuşmalara girdi. Şoför koltuğunda oturan Buğra yan gözle ona bakıyordu. Gökhan bu kadar mutlu göründüğüne göre çok güzel mesajlar almış olmalı, diye düşündü.

Gökhan tüm arkadaşlarını yanıtladıktan sonra sosyal medya hesabına girdi. Neslişah’ın hikayesinde paylaştığı fotoğrafı kendi hikayesine ekleyip fotoğrafın altına mavi bir kalp koydu ve paylaştı.

“Tüm fotoğrafları bizim gruba atar mısın?” diye sordu Gökhan. “Bende de dursunlar.”

“Atayım hemen,” dedi Neslişah. “Hepimizde dursunlar.”

Neslişah’ın fotoğrafları gruba attığı sırada Göksel de Gökhan’a cevap verdi. Gökhan fotoğrafların indiğine emin olduktan sonra Göksel’in mesajını açtı.

Gününün güzel geçtiğini duyduğuma sevindim. Sen eğlenmene bak, günün tadını çıkar; dediğin gibi müsait olduğunda sohbet ederiz. Sana iyi eğlenceler dilerim, görüşmek üzere

Uzun parmaklarını ekranda gezdirip ona cevap yazdı.

Teşekkür ederim, görüşürüz Gök

Trafiği atlatıp Caferağa’ya ulaştılar. Akşam yemeği için hamburger yemeyi tercih ettikleri için güzel bir hamburgerciye geldiler. İçerisi bekledikleri gibi kalabalıktı, tezgâha yakın boş bir masaya oturdular. Pek çok hamburger çeşidinden bir tanesine karar vermeleri her zamanki gibi dakikaları buldu.

“İki tane yesem çok mu abartı olur?” diye sordu Buğra.

“Boğa burcu olduğun ne kadar belli,” dedi Neslişah ona onaylamaz bir bakış atarak. “Hamburgerleri kocaman zaten, bir tanesi nerene yetmiyor?”

“Mideme.”

Masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“Bence midene yetmiş de taşmış bile,” dedi Neslişah onun göbeğine vurarak. “Bir tane ye. Kilo vermek istiyorsun bir de, bu şekilde vermez aksine alırsın.”

“Of ya,” diye sızlandı Buğra. “Tamam, bir tane alacağım.”

“Aferin, söz dinle biraz.”

“Bak bak, senden bir yaş büyük olduğumu hatırlatırım hanımefendi.”

“Ne olmuş? Önemli olan yaş değil olgunluktur ve senden en az beş yaş olgunum canım.”

“Haklısın, sustum.”

“Atışmanız bittiyse ne yemek istediğinize karar verebildiniz mi?” diye sordu Harun.

“Karnım kazınıyor,” dedi Gökhan. “Zaten geç getiriyorlar, ben sipariş vereceğim.”

Dördü birden siparişlerini verdiler. Menüdeki içecek, hamburger ve patates kızartmasına ek olarak beraber yemek için nugget, soğan halkası ve kızarmış peynir çubuğu söylediler.

“Sanırım verdiğim dört kilonun üçünü bugün geri alacağım,” dedi Gökhan. “Neyse, doğum günüm sonuçta; istediğimi yiyebilirim değil mi? Lütfen yiyebilirsin deyin.”

Arkadaşları kahkahalara boğulduğunda Gökhan da güldü.

“Yiyebilirsin tabii,” dedi Neslişah. “Bugün senin doğum günün, istediğin kadar yiyip içebilirsin.”

“Yarasın koçuma,” deyip onun omzuna vurdu Harun. “İki saatten daha kısa süre sonra sahnede olacaksın sonuçta, bu bünyeye yemek ve dolayısıyla enerji lazım.”

“Bilimsel açıklama da geldiğine göre için rahat etmiştir diyorum,” dedi Buğra. “Gayet fitsin, taş gibisin kardeşim benim; kilo konusunda hiç endişen olmasın.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan. “Duymak istediğimden fazlasını duyduğuma göre gönül rahatlığıyla yemeğimi yiyebilirim.”

Cumartesi yoğunluğundan dolayı siparişleri normalden de geç geldi. Siparişler gelene kadar sohbet eden dörtlü siparişler gelir gelmez yemeklerine yumuldular. Dördü de açtı ama aralarından en aç olan hiç şüphesiz gün boyunca sadece bir dilim pasta yiyen Gökhan’dı. Genç adam yemeklerini silip süpürdü.

“Şimdi karnım çatlayacak,” dedi Gökhan göbeğini ovuşturarak. “Neyse ki gömleğim bol da göbeğim belli olmuyor, gitarı da kucağıma alınca görünmeyecek bile.”

“Oğlum bu beş aylık olmuş,” dedi Harun onun göbeğine dokunarak. “Canım yeğenim. Adını ne koymayı düşünüyorsun?”

Gökhan ona yandan bir bakış atarak, “Aslında aklımda bir fikir var,” dedi. Gülümsedi. “Harunger nasıl olur sence?”

Masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“Ağzımdaki lokmayı boğulmadan bir salise önce yuttum resmen,” dedi Buğra. “Harunger’i hiç beklemiyordum, beni gafil avladın.”

“Harun’a böyle seslenelim artık,” dedi Neslişah.

“Sus kız,” dedi Harun. “Başkalarının yanında söylersen bir ömür dillerinden kurtulamam valla.”

Yeniden gülüştüler. Gökhan bu üçlüyü ve bu ortamı özlediğini hissetti. En son mayıs ayında beraber vakit geçirebilmişlerdi, sonrasında finaller ve iş hayatı derken görüşme fırsatları olmamıştı. Gökhan’ın doğum günü buluşup zaman geçirmeleri için iyi bir bahane olmuştu.

Gökhan’ın telefonu çalmaya başladığında genç adam irkilerek sandalyenin kenarına astığı çantasına uzandı. Çantanın ön gözündeki telefonunu çıkardığında Aras’tan gelen bir görüntülü araması olduğunu gördü. Hem Aras’ın onu görüntülü aramasına hem de internetinin hâlâ açık olmasına şaşırarak aynı gözden kulaklığını da çıkarıp telefonuna taktı.

“Öğrencim arıyor,” dedi arkadaşlarına. “Doğum günümü kutlayacak sanırım, hemen konuşuruz. Birkaç dakika müsaadenizi isteyeceğim.”

“Elbette,” dedi Buğra. “Müsaade senindir kardeşim.”

Gökhan, Aras’ın aramasını kabul etti. Onun cevap verdiğini gören küçük çocuk sırıttı.

“Merhaba Gökhan ağabey,” dedi neşeyle. “Nasılsın?”

“Merhaba Aras,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İyiyim, teşekkür ederim; sen nasılsın?”

“İyiyim ben de. Ne yapıyorsun? Dışarıdasın sanırım.”

“Evet, arkadaşlarımla beraber bir restoranda yemek yiyordum. Sen ne yapıyorsun?”

“Evdeyim ben de. Senin için bir şey hazırladım.”

“Öyle mi? Ne hazırladın?”

“Bir dakika,” deyip telefonu bir yere yasladı Aras ve yan tarafındaki gitarı çıkarıp kucağına aldı. “Sana bir şarkı çalabilir miyim?”

“Tabii ki çalabilirsin, çok memnun olurum.”

Aras gitarı çalmaya başladığında Gökhan bu melodiyi hemen tanıdı. Genç adam gülümseyerek ekrana bakarken Aras da şarkının sözlerini söylemeye başladı:

“İyi ki doğdun Gökhan. İyi ki doğdun Gökhan. İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki doğdun Gökhan.”

Küçük çocuk aynı müziği bir kez daha çalmaya başladı ama bu sefer notalar daha tizdi:

“Mutlu yıllar sana. Mutlu yıllar sana. Mutlu yıllar, mutlu yıllar, mutlu yıllar sana Gökhan ağabey.”

Gökhan telefonu tutmadığı eliyle diğer koluna vurup onu alkışladı.

“Çok teşekkür ederim,” dedi duygu dolu bir sesle. “Ellerine, ağzına sağlık. Çok mutlu oldum.”

“Doğum günün kutlu olsun Gökhan ağabey,” dedi Aras telefonu yeniden eline alarak. “İyi ki doğmuşsun. Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum ufaklık. Yanımda olsaydın saçlarını karıştırıp yanaklarını da sıkardım ama bunları yarına erteliyorum.”

“Yarın için küçük bir sürprizim var sana.”

“Öyle mi? Meraklandım bak.”

“Meraklan, biraz heyecanlı olsun.”

“Bak sen, neler çeviriyorsun acaba?”

“Yarın görürsün.”

“Doğum günümü nereden hatırladın sen?”

“Ne demek nereden hatırladım? Aşk olsun. Ezberledim ama olur da aklımdan çıkarsa diye telefonuma hatırlatıcı koydum, annemle babamın telefonlarına da koydum. Tabii ki hatırlamak için onlara ihtiyacım olmadı, ay başından beri aklımdaydı ve sana küçük bir sürpriz hazırladım. Annemle babamın da büyük yardımı dokundu tabii.”

“Benim için bu kadar çabaladın demek? Çok tatlısın, çok teşekkür ederim.”

“Elbette çabaladım, sonuçta sen biricik Gökhan ağabeyim ve gitar hocamsın. Yarını iple çekiyorum.”

“Artık ben de çekiyorum.”

Küçük çocuk kıkırdadı. “Tamam o zaman, ben seni daha meşgul etmeden kapatayım; sen arkadaşlarınla eğlenmeye bak. Doğum gününün tadını sonuna kadar çıkar, olur mu?”

“Çıkarıyorum elbette. Teşekkür ederim Aras, günümü daha da güzelleştirdin.”

Onun son cümlesini duyan Aras neşeyle sırıttı. “Çok sevindim. Tekrardan mutlu yıllar Gökhan ağabey, umarım senin için çok güzel bir 21’inci yaş olur.”

“Güzel dileklerin için teşekkür ederim, umarım olur. Öpüyorum seni, kendine dikkat et. Yarın görüşürüz.”

“Sen de kendine dikkat et ağabey, görüşürüz. Ha ben de öptüm.”

Gökhan gülerek aramayı sonlandırdı. “Afacan,” dedi kendi kendine. Kulaklıklarını çıkarırken arkadaşlarının kendisine baktığını fark etti. “Benim için gitarıyla doğum günü şarkısını çalıp söyledi. Yarın için de sürprizi varmış. Ah bu zamane çocukları çok fena!”

“Ya çok tatlı,” dedi Neslişah elini göğsüne koyarak. “Yarın benim yerime de sık yanaklarını.”

“Büyük bir memnuniyetle.”

Neslişah ve Harun da yemeklerini bitirince kalktılar. Saat yediyi geçtiği için daha fazla oyalanmadan kafeye geçmeleri gerekiyordu. Kafeye çok uzak değillerdi ama mevcut trafiği düşününce erken kalkmaları en iyisiydi. Hesabı Alman usulü ödedikten sonra restorandan çıktılar. Karınları doyan gençlerin enerjisi geri gelmişti.

“Günün en eğlenceli kısmı başlıyor,” dedi Buğra yola çıktıklarında. “Gök’ün muhteşem performansıyla çok keyifli bir akşam geçireceğiz, üstelik bize başka arkadaşları da eşlik edecek.”

“Çok heyecanlıyım,” dedi Gökhan. “İlk kez doğum günümde sahne alacağım ve bir sürü arkadaşım beni izliyor olacak. Umarım heyecandan her şeyi batırmam.”

“Elbette batırmazsın,” dedi Neslişah onun omzuna dokunarak. “Aksine çok daha iyi performans sergileyeceğinden eminim. Seyircilerin arasında olup sana destek olacağız.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan onun omzunun üstündeki eline dokunarak. “Varlığınız çok kıymetli.”

Kafeye vardıklarında saatler 19.34’ü gösteriyordu. Buğra arabayı kafenin biraz aşağısına park ettiğinde hepsi araçtan indi. Bagaj kısmına ilerleyen Gökhan bagajı açıp içindeki gitar çantasını çıkardı ve omzuna astı.

“Partnerimi de aldığıma göre içeri girebiliriz,” dedi Gökhan arkadaşlarının yanına dönüp. “Hadi gidelim.”

Dörtlü grup kafenin kapısından geçip içeriye girdi. Masaların çoğu dolmuştu. Gökhan bakışlarını içeride gezdirmeye başladığında sahnenin önündeki masada oturan tanıdık simaları gördü. Barış, Elçin, Sarp ve Kuzey orada oturuyordu. Gökhan Barış’la göz göze geldiğinde ona gülümsedi.

“Oradalar,” dedi yanındaki arkadaşlarına. “İki masayı birleştirdiklerine göre sizinle beraber oturmak istiyorlar. Geçelim mi?”

“Geçelim,” dedi Harun. “Seni en önden izleyeceğiz.”

“VIP gibi hissettim,” dedi Buğra.

“Zaten öylesin,” dedi Gökhan. “Hepiniz öylesiniz.”

Barışların oturduğu masaya doğru birkaç adım atmışlardı ki tanıdık bir ses Gökhan’ı durdurdu.

“Gökhan!” diye seslendi onlara yaklaşan Kerem. “Merhaba.”

Onu karşısında gören Gökhan şaşkınlıkla arkadaşına baktı. “Kerem?” dedi kaşlarını kaldırarak. “Ne yapıyorsun burada? Geleceğini söylememiştin.”

“Sana sürpriz yapmak istedim,” dedi Kerem gülümseyerek. Onun yanındaki üçlüye döndü. “Merhaba, siz de hoş geldiniz.”

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Buğra, Harun, Neslişah ve Kerem.”

“Memnun oldum,” dedi Kerem. Hepsiyle tek tek tokalaştı.

“Gökhan senden birkaç kez bahsetmişti,” dedi Harun. “Gitar çalan ve sanatla ilgili bir bölüm okuyan Kerem’sin değil mi?”

“Ta kendisi.”

“Bir grup arkadaşım da ön masada,” dedi Gökhan onları işaret ederek. “Sen de bize katıl lütfen.”

Barışların oturduğu masaya gidene kadar ikili birbirinin hâlini hatırını sordu. Masalarına yaklaşan kalabalığı gören masadakilerse ayaklandı.

“Hoş geldiniz,” dediler.

“Hoş bulduk,” diye karşılık verdi diğer grup.

“Uzun bir tanıştırma merasimi olacak ama başlayayım,” dedi Gökhan. İsmini söylediklerini eliyle göstererek saymaya başladı: “Barış, Elçin, Sarp, Kuzey; Kerem, Harun, Neslişah, Buğra.”

“Seni görmüştüm,” dedi Barış, Kerem’e bakarak. “Alper’in arkadaşısın değil mi? Gitarist olan. Bir kere onunla gitar çaldığını görmüştüm.”

“Evet,” dedi Kerem şaşırarak. “Sen Alper’i nereden tanıyorsun?”

“Okuldan.”

“Sen de mi İstanbul Üniversitesindesin?”

“Evet, oradan mezun oldum. Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, sen ne okuyorsun ya da okudun?”

“Sanat Tarihi okuyorum ben de, son senem.”

“Sarp ve Kuzey de bizim okuldan,” diye ekledi Gökhan. “Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden.”

“Ne güzel. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Biz de öyle,” dedi Barış. Gökhan’a döndü. “Gel sana şöyle bir sarılayım doğum günü çocuğu. Mutlu yıllar Gök!”

Gökhan onunla, Sarp, Kuzey ve Elçin’le sarılıp doğum günü dilekleri için onlara teşekkür etti. Sonrasında kalabalık grup masaya oturdu. Masanın başına oturan Gökhan hemen sağ tarafına Kerem’i oturttu. Gökhan sahneye çıkana kadar Kerem de onun yanında oturup diğerlerini tanıyabilir, ortama ayak uydurabilirdi. Gökhan onun yalnız hissetmesini istemiyordu.

“Bu kadar kalabalık olmanızı beklemiyorduk,” dedi Kuzey. “Ama söz konusu Gökhan olunca bu kalabalığı tahmin etmemiz gerekirdi.”

“Bu kalabalık bana da sürpriz oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bugün beni yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederim. Varlığınıza minnettarım.”

“Bu özel günde elbette yanında olacağız,” diye cevap verdi Kerem. “Neler yaptınız? Günün nasıl geçti?”

Gökhan ona olanlardan kısaca bahsettiğinde Kerem yanında oturan üçlüye kısa bir bakış attı. Gökhan’ın bir kez onlardan bahsettiğini hatırlıyordu fakat evine gidip sürpriz bir doğum günü kutlaması yapacak kadar yakın olduklarını bilmiyordu.

“Sen ne yaptın?” diye sordu Gökhan. “Gelmekle ne iyi ettin, seni burada gördüğüme çok sevindim.”

“Günüm buraya gelmeden önceki hazırlıklarla geçti,” dedi Kerem. “Sana yapacağım sürprize iyi hazırlandım. Kafeye gelmeye yaz başından beri niyetim vardı zaten biliyorsun, bugün de bir taşla iki kuş vurmuş oldum.”

“Çok iyi yaptın, ayaklarına sağlık.” Diğer arkadaşlarına döndü. “Siz neler yapıyorsunuz? Kuzey Bey sizi aramızda görmek bir şereftir.”

Geçen günlerde Gökhan, Barış ve Sarp’la birlikteyken Kuzey aralarında değildi. O dönem genç adamın bir akrabası evlendiği için Kuzey de düğün hazırlıklarıyla meşguldü.

“O şeref bana ait efendim,” dedi Kuzey başını hafifçe eğerek. “Ne yapalım biz de? Toplanıp hep beraber buraya, yanına geldik. Kerem’in de dediği gibi biz de bir süredir kafeye gelip seni izlemek istiyorduk, bugün güzel denk geldi.”

Kuzey Kerem’e gülümsediğinde Kerem de aynı şekilde karşılık verdi.

“Söylemeden geçemeyeceğim,” dedi Elçin. “Çok hoş olmuşsun. Seni gömlekle nadiren görüyoruz ama daha sık giymelisin, yakışıyor.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Doğum günüm olunca biraz süslenmek istedim. Ben de söylemeden geçemeyeceğim ki sen de çok hoş görünüyorsun.”

Elçin üstüne fuşya bir elbise giyip kumral saçlarına da maşa yaparak doğal görünümlü bukleler elde etmişti. Kahverengi tonlardaki göz makyajı güzel ela gözlerini ortaya çıkarırken dudaklarında da nude tonlarında sade bir ruj vardı.

“Bugün için hazırlandım ben de,” dedi genç kadın. “Ve teşekkür ederim.”

Barış onun beline kolunu sarıp kız arkadaşının saçlarına bir öpücük kondurdu. Bu hareketiyle onların sevgili olup olmadığını anlamaya çalışan Kerem, Buğra, Neslişah ve Harun’a da aradıkları cevabı vermiş oldu.

Bir masaya siparişlerini teslim eden Doğuş, Gökhan’ı gördüğünde mutfağa geri dönmek yerine onların oturduğu masaya ilerledi.

“Hoş geldin Gökhan,” dedi onun omzuna dokunup.

Gökhan başını çevirip arkasına dönerken, “Hoş buldum,” dedi. Onunla göz göze geldi. “Nasılsın?”

“İyiyim, sen nasılsın?”

“İyiyim ben de.”

“Siz de hoş geldiniz,” dedi Doğuş, Gökhan’la beraber gelen üçlüye. Kerem’le göz göze geldiğinde kaşlarını kaldırdı. “Senin beklediğini söylediğin arkadaşın Gökhan mıydı?”

“Evet,” diye onayladı Kerem.

“Söyleseydin ya. Barışlar Gökhan’la beraber bir grubun daha geleceğini söylediği için iki masayı birleştirip yer ayırmıştık.”

“Onlarla şimdi tanıştık, ondan.”

“Peki o zaman,” diyen Doğuş masanın geneline şöyle bir baktı. “Ben size menü getireyim.”

Barış’la göz göze geldiklerinde Barış başını bir kez salladı. Doğuş gülümseyerek mutfak tarafına gitti.

“Sarp sen nasılsın?” dedi Gökhan. “Sesin sedan çıkmadı.”

“Çok kalabalık olunca konuşmak için sıranın bana gelmesini bekledim,” dedi Sarp. “İyiyim, yuvarlanıp gidiyorum öyle.”

“İyi görünüyorsun gerçekten, keyfinin yerinde olduğu belli. Hayırdır?”

“Lale ile barıştığımızdan beri aramız çok iyi, ondandır.”

“Barıştınız mı?” dedi Gökhan şaşırarak. “Çok sevindim.”

“Evet, geçen hafta aradı. Buluşup konuştuk, tüm sorunlarımızı çözüp aramızı düzelttik.”

“Gözün aydın, çok sevindim.”

“Eyvallah kardeşim, çok sağ ol.”

Gökhan, Sarp’ın Lale’yi ne kadar sevdiğini biliyordu, Lale’nin de aynı şekilde Sarp’ı sevdiğini biliyordu fakat önceki meselede olduğu gibi araya üçüncü kişiler girdiğinde yanlış anlaşılmalar yaşanabilmesinin ne kadar kolay olduğunun da farkındaydı. Sarp ve Lale’nin iki yetişkin olarak konuşup anlaşmasına ve aralarını düzeltmesine çok sevindi.

“Siz neler yapıyorsunuz?” diye sordu Barış. Muhatabı Neslişah, Buğra ve Harun’du. “Bizim üniversiteden misiniz siz de?”

“Hayır,” dedi Buğra. “Medeniyet Üniversitesinde okuyoruz biz. Nesli ile beraber genelde Kadıköy’de takılıyoruz, Gökhan’la da bu civarda bir kafede tanışmıştık iki sene önce.”

“Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde son senemiz,” diye ekledi Neslişah.

“Ben de aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler okuyorum,” dedi Harun. “Gökhan’la bir müzik etkinliğinde tanışmıştık. Sonra Gökhan bana aynı üniversiteden iki arkadaşı olduğundan bahsedip beni Buğra ve Neslişah’la tanıştırdı.”

“Siz aynı üniversitede denk gelip tanışmadınız ama Gökhan sizi tanıştırdı demek,” dedi Kuzey. “Hiç şaşırmadım. Tam da ondan beklenen bir hareket.”

Masadakiler gülüştü.

“Ne diyebilirim ki?” dedi Gökhan ellerini iki yana açarak. “Çevresi geniş biriyim.”

“Müzik etkinliğinde tanıştığınızı söylediniz,” dedi Sarp, Harun’a bakarak. “Sen de mi müzikle uğraşıyorsun yoksa sadece dinleyici misin?”

“Çello çalıyorum,” diye yanıt verdi Harun.

“Ne güzel. Ne zamandır?”

“Dört yıl oldu.”

“Epeydir çalıyormuşsun.”

“Yani, biraz oldu ama söz konusu yaylı çalgılar olunca müzisyenin alacağı yol çok uzun.”

“Çalması zor bir çalgı,” diye araya girdi Kuzey. “Çello sesini çok severim, dinlemesi büyük keyif ve huzur veriyor. Çalmaya nasıl karar verdin?”

“Ortaokuldayken klasik müzikle tanıştım,” diye anlatmaya başladı Harun. “Bilgisayardan açıp saatler boyunca dinlerdim. Lisenin ilk senesi bir orkestranın geldiğini öğrendim, birkaç gün boyunca anneme dil döktükten sonra beni götürmeyi kabul etti ve beraber izlemeye gittik.” Avuçlarını yanaklarına yaslayan genç adam ağzını açtı. “Tüm gösteriyi bu şekilde izledim. Birkaç tane çellist vardı, büyülenmiş şekilde onları seyrettim. Çelloların güzelliği aklımı başımdan almıştı. Daha dönüş yolunda anneme bana çello alması için yalvarmaya başladım fakat annem okulumu öne sürerek almayacaklarını, önceliğimin derslerime çalışmak olduğunu söyledi. Tabii babam da kabul etmedi. İki sene bu aşkı tabiri caizse kalbime gömdüm, 11. sınıfa giderken yeniden alevlendi ve dedim ki: ‘Onlar bana almıyorsa kendim çalışıp alırım.’ Yaz tatilinde alt mahalledeki benzin istasyonuna girip oto yıkama kısmında arabaları temizlemeye başladım. Ailemin hiçbir şeyden haberi yoktu. Çocuk aklı işte, babam her zaman bizim mahalledeki oto yıkamaya gidiyor diye oraya gelmeyeceğini düşündüm, bizimkilerin haberi olmadan para kazanıp çello alacağımı düşünüyordum. Sonra işin altıncı gününde babam oraya geldi, ben arabayı tanıyıp saklandım ama usta, ‘Harun gel şu arabayı da temizle,’ diye seslenmez mi? Tıpış tıpış çıktım içeriden, babamla göz göze geldim, ona ‘Hoş geldiniz,’ dedim, başımla selam bile verdim. O an babamın gözlerinde Azrail’i gördüm ama kimseye hiçbir şey çaktırmadı tabii, arabasını temizlettirip bir de bahşiş verdi bana. Akşam eve giderken dizlerim titriyordu ama bir kaçış şansım yoktu, mecburen gittim eve.”

“Allah,” dedi Barış ikinci heceyi uzatarak. “Ne oldu?”

“Temizinden bir dayak yiyeceğimi düşünüp kendimi hazırlamıştım ama öyle olmadı. ‘Neden çalışıyorsun oğlum, paran mı yok? Biz sana bakamıyor muyuz?’ diye sordu. Normal biri inkâr eder, utanır, sıkılır değil mi? Ama ben dayağı yemeyince bana bir özgüven geldi. ‘Çello alacağım kendime, onun için çalışıyorum,’ dedim. ‘Hani sizin almadığınız çello!’”

“Bu sefer dayağı yedin değil mi?” dedi Sarp. “Benim peder olsa şimdiye dört kez dövmüştü.”

“Yok, dövmedi. ‘Çok mu istiyorsun çello çalmayı?’ diye sordu. ‘Çok istiyorum,’ dedim. Yüzüme uzunca baktı, sonra dedi ki: ‘Bir daha oraya ya da başka yere çalışmaya gittiğini görürsem senin ağzına bilmem ne yaparım!’ Odasına çekildi, annem de beni kendi odama postalayıp o akşam odadan çıkmamı yasakladı. Paramparça olan hayallerimle bir başıma kaldım. Babam bana öyle söyledikten sonra gidip çalışma imkânım yoktu, yiyorsa git çalış yani. Sıkar o biraz, nitekim sıktı da. İki gün evde ruh gibi dolaştım, yemek masasına oturuyorum ama iki lokma yiyip kalkıyorum; o da annem laf etmesin diye. Üçüncü gün babam eve geldiğinde beni çağırdı, odamdan çıkıp yanına gittiğimde bir de ne göreyim? Salonun ortasında kocaman bir çello var. Ağlayarak babamın boynuna sarıldım. O gün bugündür çalıyorum işte. Şimdi haftada bir akşam bizimkilere konser veriyorum, dinlemeyi çok seviyorlar.”

Harun sustuğunda onu pürdikkat dinleyen masadakilerin hepsinin yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı.

“Çok güzel bir anıymış,” dedi Kuzey. “Sormakla iyi etmişim.”

“Baban kral adammış,” dedi Sarp. “Sana o çelloyu alarak muhteşem bir karar verdiğini düşündüğüne eminim.”

“Evet,” diye onayladı Harun. “Babam böyle şeylerden çok hoşlanan biri değildi, müzik dinlemek, sanatla ilgilenmek falan hiç ilgisini çekmezdi. Onu da anlıyorum çünkü hayat mücadelesi verirken, karnını doyurup evini geçindirmeye çalışırken müzik gibi bir şey ona vakit kaybı gibi geliyordu. Benden sonra fikirleri değişti, şimdi o da klasik müzik dinliyor hatta arada beraber gösterilere gidiyoruz.”

“Ya çok tatlı,” dedi Elçin. “Seni desteklemesi çok değerli, bu konuda çok şanslısın.”

“Biliyorum ve bunun için minnettarım.”

Gökhan’ın ifadesine bir burukluk yayılırken genç adam bakışlarını bacaklarına indirdi. Ondaki bu değişimi hemen fark eden Kerem destek olurcasına onun dizine dokundu. Gökhan başını kaldırıp çaprazında oturan dostuna baktığında Kerem ona gülümsedi, Gökhan da düz bir çizgi hâlindeki dudaklarını yukarı kıvırdı. Kerem hiçbir şey söylemedi ama yüzündeki bu içten gülümsemeyle söyleyebileceklerinden daha fazlasını ifade etti. Yanındayım, dedi, buradayım. Bazı şeyler moralini bozacak, suratını astıracak ama ben sana iyi hissettireceğim, seni gülümseteceğim.

Mutfak kapısı açıldığında Doğuş içeriden çıktı. Elinde menüleri değil de mumları yanan bir doğum günü pastasını tutuyordu. Yanındaki diğer garsonun elinde de patlatılmak üzere bekleyen bir konfeti vardı. Kerem onları fark etti ama etmemiş gibi davranıp yeniden Gökhan’a baktı. Anlaşılan kafedekiler ona sürpriz hazırlamıştı ve bu sürprizi son anda bozmak istemedi.

Dilara isimli diğer garson konfetiyi patlattığında Gökhan oturduğu yerde sıçradı. Hepsi bir ağızdan doğum günü şarkısını söylemeye başladığında Gökhan neye uğradığını şaşırmış bir şekilde etrafına baktı. Doğuş elindeki pastayı Gökhan’ın önüne bıraktığında Gökhan ağzını açarak önce pastaya sonra Doğuş’a baktı.

“Sürpriz!” dedi Doğuş gülümseyerek. “Hadi bir dilek tutup mumları söndür.”

“Hepinizin bundan haberi var mıydı?” dedi Gökhan masadakilere bakarak.

“Doğuş’a senin arkadaşın olduğunu söyleyip sürpriz hazırlamak istediğimizi söylediğimizde Doğuş zaten pastayı ve kutlamayı hazırladıklarını söyledi,” dedi Barış. “Biz de onunla iş birliği yaptık.”

“Siz var ya!” dedi Gökhan işaret parmağını sallayarak. “Çok teşekkür ederim.”

“Mumlar eriyor bak,” dedi Elçin. “Dilek tutup üfle hadi.”

Gökhan ellerini dudaklarının üstünde birleştirip bir süre pastaya baktı ve gözlerini kapatıp dileğini diledi:

“Umarım şu an buradaki herkes hayatım boyunca yanımda kalır.”

2 ve 1 şeklindeki mumlar yan yana pastanın ortasına dikilirken çevresi de 6 mumla süslenmişti. Gökhan hepsini tek tek söndürdüğünde arkadaşları büyük bir gürültüyle onu alkışladı.

“Mutlu yıllar Gök!”

“Nice yaşlara!”

“İyi ki doğmuşsun.”

Gözleri dolan Gökhan birleştirdiği ellerini tekrar dudaklarına bastırarak arkadaşlarına baktı. “Çok teşekkür ederim,” dedi. “Her birinize çok ama çok teşekkür ederim.”

“Gel buraya,” deyip ona sarıldı Kerem. “Doğum günün kutlu olsun kardeşim. Hep beraber geçireceğimiz nice güzel yaşların olsun. Seni seviyorum.”

Gökhan kollarını sıkıp ona daha güçlü sarılırken arkadaşının kürek kemiğine de yavaşça vurdu. “Çok teşekkür ederim. Ben de seni seviyorum.”

Gökhan ayağa kalkıp Doğuş ve Dilara’ya da sarıldı. Onlar da genç adamın doğum gününü kutlayıp iyi dileklerde bulundular, Gökhan onlara da en içten teşekkürlerini iletti.

“Mutlu yıllar Gök,” dedi Barış. Elindeki kırmızı kutuyu Gökhan’a uzattı. “Çam sakızı çoban armağanı küçük bir hediye aldık.”

“Düşünmeniz yeterdi,” deyip kutuyu aldı Gökhan. “Teşekkür ederim.”

“Bak bakalım beğenecek misin?” dedi Elçin çenesiyle kutuyu işaret ederek.

Gökhan kutuyu açtığında bir piyano gördü. Hediyesini kutunun içinden çıkarıp masaya bıraktığında bunun bir müzik kutusu olduğunu anladı.

“Küçükken evinizde bir müzik kutusu olduğundan ve onu dinleyerek uyuduğundan bahsetmiştin,” dedi Sarp. “Kendi evinde de bir tanesine sahip olman güzel olur diye düşündük.”

“Siz beni ağlatmaya ant içmişsiniz,” dedi Gökhan dolu gözlerini silerek. “Bu çok anlamlı. Teşekkür ederim.”

Barış, Elçin, Sarp ve Kuzey’e tek tek sarılıp teşekkür etti.

“Odamda baş ucuma koyacağım,” dedi müzik kutusuna bakarak. “Bir de piyano şeklinde, üstünde de balerin var. Çok güzel.”

“Çaldığında o balerin dönüyor,” dedi Kuzey.

“Gerçekten mi?” diyen Gökhan müzik kutusunu çalıştırdığında balerin gerçekten de dönmeye başladı. Müziğin sesini duyan delikanlı çocukluğuna geri döndü. Çocukken de komodininin üzerinde bir müzik kutusu vardı, uyumak için onu çalıştırır ve sesiyle uykuya dalardı. “Şu an yeniden sekiz dokuz yaşlarındayım. Tekrardan çok teşekkür ederim, ona gözüm gibi bakacağım.”

“Bu hediyeden sonra benimki epey gölgede kalacak ama ben de şöyle vereyim,” deyip elindeki küçük paketi uzattı Kerem.

“Duymamış olayım,” diyen Gökhan ambalaja sarılan hediyeyi aldı. Parmaklarıyla paketi yokladı. “Yoksa tahmin ettiğim şey mi?”

“Aç bak bakalım.”

Gökhan paketi açtığında tahmin ettiği gibi bir albümle karşılaştı ama albümün kapağını görünce gözleri kocaman açıldı. “Hadi canım,” dedi Kerem’e bakarak. “Hâlâ satışı var mıymış bunun?”

“Bir sahaftan buldum. Söylediğine göre albümün çıktığı ilk zamanlardan kalmaymış, deposundan bulmuş.”

Kerem’in Gökhan’a aldığı albüm Duman’ın Eski Köprünün Altında adlı ilk albümüydü.

“Hadi be, tam bir antika desene. Çok teşekkür ederim, gel bir daha sarılayım.”

Yeniden sarıldılar.

“Bu kadar eski albümleri bulmak çok zor,” dedi Kuzey. “Şu başyapıta yakından bakabilir miyim?”

Diğerleri albümü incelerken Kerem Gökhan’a bir kutu uzattı. “Bu da Yağız’ın hediyesi,” dedi. “Sana ulaştırmam için benim evime kargoladı.”

“Yağız’ın mı?” dedi Gökhan şaşkına dönerek. Kutuyu alıp şöyle bir inceledi. “Siz ikiniz ne zaman arkamdan iş çevirmeye başladınız?”

“Niyet iyi olduktan sonra arkadan pekâlâ iş çevrilebilir bence.”

 “Çok fenasınız.”

“Öyleyiz. Bu arada Yağız kutuyu yalnızken açmanı istedi, nedenini açınca anlarmışsın.”

“İçindekine karşı ciddi şüphelerim doğdu şu an. Ne almış?”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Peki, dediği gibi olsun. Arkada açarım sonra.”

Gökhan kutuyu masaya bırakırken yüzünde merak dolu bir ifade vardı. Kutunun içinde ne olduğunu deli gibi merak etmişti.

“Albüm efsane,” dedi Barış. “Çok da temiz görünüyor. Güle güle dinle kardeşim.”

“Koleksiyonumdaki eksik parçalardan biriydi bu albüm,” dedi Gökhan albümü geri alarak. “Kerem sayesinde koleksiyonuma ekledim. İlk fırsatta oynatıcıya takıp dinleyeceğim.”

Gökhan’ın küçük bir albüm koleksiyonu vardı. Yavuz Çetin, Teoman, Duman, mor ve ötesi, maNga, Athena, Pentagram, Seksendört, Pinhani gibi severek dinlediği isimlerin tüm albümleri olmasa da bazı albümleri elinde vardı. Çoğunu çocukluğunda satın alarak koleksiyonuna eklemiş, üniversiteye geçtikten sonra hem geçindirmesi gereken bir evi olduğundan hem de albümlere gelen müthiş zamlardan sonra albüm satın alamaz olmuştu. Duman’ın klasikleşmiş bu ilk albümü de artık koleksiyonunun nadide parçalarından biriydi.

“Gökhan,” dedi masaya gelen Zülfikar. “Merhaba.”

“Merhaba ağabey,” dedi Gökhan ona dönerek. “Nasılsın?”

“İyiyim, sen nasılsın?”

“İyiyim ben de.”

“Sürprizimizi beğendin mi?”

“Beğenmez olur muyum? Çok teşekkür ederim.”

“Ne demek. Doğum günün kutlu olsun oğlum, sevdiklerinle kutlayacağın nice güzel yaşların olsun. Gel bir sarılayım sana.”

Gökhan, Zülfikar’a sarıldığında kendisini saran bu güçlü kollarda bir babanın şefkatini hissetti. Göktuğ Uygur duygularını belli eden bir adam olmasa da oğlu Gökhan’a sevgi ve şefkatle yaklaştığı pek çok an olmuştu; genç adam şu an Zülfikar’a sarılırken, o anları hatırlayarak buruk bir özlem duygusu hissetti.

“Teşekkür ederim ağabey,” dedi Gökhan ayrıldıklarında. “Eksik olma.”

“Küçük bir hediye de aldık,” dedi Zülfikar. Dilara’nın uzattığı karton çantayı Gökhan’a verdi. “Aç bakalım beğenecek misin?”

“Sağ ol ağabey, masraf etmenize gerek yoktu; düşünmeniz yeterdi.”

“Olur mu canım öyle şey? Bizden bir hatıra, çam sakızı çoban armağanı ufak bir hediye.”

Gökhan çantanın içindeki kutuyu çıkarıp kapağını açtığında güzel bir saatle karşılaştı. Siyah kayışlı saatin çevresi ve içindeki göstergeleri gümüş rengindeydi. Saatin tasarımı son derece sade ve şıktı.

“Çok güzelmiş,” dedi Gökhan, Zülfikar’a bakarak. “Tam benim tarzım.”

“Doğuş seçti,” dedi Zülfikar. “Seveceğini biliyordu.”

Gökhan Doğuş’a gülümseyerek baktı. “Teşekkür ederim.”

“Güle güle kullan,” dedi Doğuş. “Tak da kolunda görelim.”

Gökhan kutusundan çıkardığı saati koluna taktı. Kolunu gövdesinden uzaklaştırıp saati inceledi.

“Çok yakıştı,” dedi Kerem. “Güzel günlerde tak.”

“Arkadaşın haklı,” dedi Zülfikar. “Çok yakıştı. Yakışıklı bir delikanlıya ne yakışmaz zaten? Güle güle kullan oğlum.”

“Teşekkür ederim ağabey. Bu akşam da takacağım, sahne alırken bana eşlik etsin.”

Doğuş, Dilara ve Zülfikar, Gökhan’ın yoğun ısrarları üstüne biraz masada oturup pastadan yediler. Dışı sütlü çikolata kaplı pastanın içi kremalı ve meyveliydi, tadı son derece lezzetli ve Gökhan’ın sevdiği gibi hafifti.

“Pasta çok lezzetliydi,” dedi peçeteyle ağzını silen Gökhan. “Bunun için ayrıca teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun,” dedi Zülfikar. “Sizlere de afiyet olsun gençler.”

“Teşekkür ederiz.”

Biraz sonra Doğuş’la Dilara işlerine dönerken Zülfikar da onların yanından ayrıldı.

“En iyisi ben de yavaştan sahneye çıkayım,” deyip ayaklandı Gökhan. “Yanınıza uğrarım. Akşamın tadını çıkarın.”

“Çıkaracağımızdan emin olabilirsin,” dedi Buğra. “Bol şans kardeşim.”

“Teşekkür ederim.”

Gökhan gitarıyla Yağız’ın kutusunu alarak masadan uzaklaştı. Gitarı sahneye bıraktıktan sonra mutfak kapısından geçip arka tarafa ilerledi. Koridorun sonunda çalışanların soyunma odası vardı, oraya girip kapıyı peşinden kapattı. Sandalyeye oturup kutunun kapağını açtı. Kutunun içinde birden fazla şey olduğunu görünce şaşırarak içindekileri teker teker çıkarmaya başladı. Kutunun en üstünde duran zarfı kaldırıp en son okumak için kenara kaldırdı. Zarfın altında siyah bir tişört vardı. Tişörtü omuz kısımlarından tutup açtığında üstünde beyaz bir elektro gitar baskısı olduğunu gördü, gitarın çevresinde de tıpkı kolundaki dövmede olduğu gibi nota portreleri yer alıyordu.

“Deli,” dedi kendi kendine. “Nereden buldu acaba bunu? Epey de güzelmiş.”

Tişörtü de masanın üzerine bıraktıktan sonra kutunun içindeki defteri çıkardı. Kapağında sol anahtarı olan mavi defterin sayfaları çizgisizdi ve yaklaşık seksen sayfaydı. Gökhan defterin ilk sayfasını açtığında Yağız’ın el yazısıyla yazılmış cümleyi gördü.

Musica est cibus pro anima.

 “Neler düşünmüş ya,” dedi gülümseyerek. Kutunun içindeki hediyeler bitmemişti. “Kaç tane hediye aldın be oğlum? Kim bilir ne kadar masraf etti deli?”

Babalar ve Oğullar isimli kitabı eline aldığında yüzündeki gülümseme kayboldu. Bu kitap ismi dolayısıyla Gökhan’ın ilgisini çekiyordu ama genç adam bu kitabı okumak için hiçbir zaman cesaretini toplayamamıştı. Baba kelimesi onun hayat öyküsündeki acı veren kelimelerden bir tanesiydi; bu kelime ona yaralı, yarım ve yalnız hissettiriyordu. Bu yüzden her ne kadar bunca senedir bu kitabı okumak istese de bu cesareti gösterememişti, şimdiyse Yağız ona bu kitabı hediye ederek onun gösteremediği cesareti göstermişti. Okuması onun için belki de zor olacaktı ama artık bu kitaba sahip olduğu için daha fazla okumadan kaçmayacağını, en nihayetinde bu romanı okuyacağını biliyordu.

Tüm hediyelere baktığını sanan Gökhan hediyeleri kutuya geri koyacaktı ki kutunun dibinde duran penayı görünce bundan vazgeçti. Beyaz renkli penanın üstünde siyah bir kuru kafa baskısı vardı. Kuru kafaları seven Gökhan bu penaya bayıldı. Penanın arkasını çevirdiğinde bu tarafında da Uygur yazdığını gördü. Genç adamın kaşları havaya kalkarken dudakları da aralandı.

Yağız bu penayı ona özel tasarlatmıştı.

“Bu akşam bana eşlik edecek yeni bir partnerim daha var,” dedi. Penayı gitar çalıyormuş gibi tuttu. “Kaliteli bir şeye benziyor. Penanın iyisinden de sen anlarsın değil mi?”

Pena hariç bütün hediyeleri kutuya geri koyup zarfa uzandı. Zarfın içindeki notu çıkardı ve okumaya başladı:

“Bilindiği gibi zaman bazen kuş olur uçar, bazen de solucan olur sürünür ama insanoğlunun kendini en iyi hissettiği an, zamanın hızlı mı yavaş mı geçtiğini fark etmediği andır.” diye bir cümle geçiyor Babalar ve Oğullar romanında. Seninle olan tüm anlarım tek bir cümlede özetlenmiş ve dilerim ki bundan sonraki hayatın da zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağın harika anlarla dolup taşar. Bu kitaba adından ötürü ne kadar ilgili olduğunu biliyordum ama onu almaya hep çekiniyordun, bence artık okuma zamanın geldi. Defter şarkılarını yazman, tişört dışarıda giyip insanlara, ‘Ya tişörtün çok güzelmiş, nereden aldın?’ dedirtmen, üstünde soyadının yazdığı pena da bir diğer dostun olan gitar çalarken sana eşlik etmesi için. Baştan sona sen kokan bu kutu benim çok içime sindi, umarım sen de beğenirsin. Doğum günün kutlu olsun kardeşim, beraber geçireceğimiz yeni yaşının neler getireceğini merakla bekliyorum ve en güzel şeyleri getirmesini diliyorum. İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın. Mutlu yıllar!

Son olarak annemin, babamın ve Yiğit’in de bu kutuyu hazırlamamda bana çok yardım ettiklerini ve en içten dilekleriyle doğum gününü kutladıklarını bilmeni isterim. Seni seviyor ve çok öpüyoruz.

Korkmaz Ailesi

Yaşlar Gökhan’ın yanağından aşağı düşmeye başladığında genç adam başını eğip  hıçkırdı. Normalde de duygusal olan genç adam gün boyunca yaşadığı güzel şeylerin, aldığı hediyelerin üstüne bir de bu not eklenince kendisini daha fazla tutamadı ve küçük bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Bu gözyaşları mutluluk gözyaşlarıydı, sevildiğini ve özel olduğunu dibine kadar hisseden genç adamın sözlerinin bittiği ve hislerini gözyaşlarıyla anlatmaya başladığı andı.

Şu an arkadaşları onu ağlarken görse ona çok kızardı, onun mutluluktan bile olsa ağlamasını istemezdi; bunu bilmek Gökhan’ı daha çok ağlattı. Birilerinin duymaması için ses çıkarmamaya özen göstererek birkaç dakika boyunca ağladı. Gün içinde hissettiği yoğun duygulardan ötürü gözlerinin dolduğu ama ağlamamak için kendisini sıktığı anların acısını çıkardı.

“Gözlerim şişecek,” dedi elinin tersiyle gözlerini silerek. “Daha sahneye çıkacaksın oğlum, kendini toparla.”

Burnunu çekip yanaklarını da sildi. Birkaç derin nefes alıp boğazını da temizledikten sonra cebindeki telefonunu çıkardı ve Yağız’ı aradı.

“Yağız Korkmaz’ın kişisel cep telefonu,” diye açtı Yağız telefonu. “Buyurun?”

“Gökhan Uygur’un kişisel cep telefonundan arıyorum,” diye ona ayak uydurdu. “Sizin ne kadar muhteşem bir insan ve dost olduğunuzu söyleyip bugün beni ne kadar mutlu ettiğinizi haber vermek için aradım Yağız Bey.”

“Anlaşılan Kerem kutuyu sana ulaştırmış. Hediyelerini beğendin mi?”

“Beğenmek mi? Bayıldım daha doğru bir tabir olur. Hediyelerin hepsi çok değerli ve anlamlı hediyeler, çok ama çok teşekkür ederim. Uyandığımdan beri o kadar özel hissettiriliyorum ki duygu bombasına dönmüştüm, senin hediyenle beraber patladım ve birkaç dakika boyunca ağladım.”

“Sulu gözsün.”

“Hiç de bile, sadece duygusal biriyim ve siz de beni en ince noktalarımdan yakalıyorsunuz.”

“Yaparız öyle şeyler. Bu arada hediyeleri beğenmene çok sevindim, hepsini güle güle kullan. Anlat bakalım şimdi ne yapıyorsun, günün nasıl geçti?”

“Şimdi kafedeyim, kutuyu yalnız açmamı istediğin için soyunma odasına gelip burada açtım. Biraz sonra da sahneye çıkacağım. Günüm de muhteşem geçti.”

Gökhan ona kısaca gününü anlattı.

“Ne yazık ki ben orada değilim ama diğerlerinin seni yalnız bırakmamasına çok sevindim,” dedi Yağız. “Şimdi hepsi sen sahnedeyken seni izleyecek yani? Keşke ben de orada olsaydım.”

“Keşke,” deyip iç çekti Gökhan. “Neyse, sen döndüğünde de yine toplanırız.”

“Toplanalım. Peki Göksel kutladı mı?”

“Evet, öğlen tatlı bir mesajla kutladı.”

“Sen de buna çok sevindin?”

“Elbette sevindim. Özel günlerde hatırlanmak kimi sevindirmez ki?”

“Özellikle de flörtü tarafından. Haklısın tabii.”

“Flört mü?” dedi Gökhan yüksek sesle. “Flört müyüz?”

“Asker arkadaşı değilsiniz ya, tabii flörtsünüz.”

Gökhan güldü. “Doğru,” dedi biraz utanarak. “Flört ediyoruz.”

“Sen harbiden Leyla olmuşsun.”

“Şu an duygularım çok yoğun olduğundan beynim çalışmıyor, kusura bakma.”

“Alışkınım, sıkıntı yok. Neyse sen daha fazla oyalanmadan kalkıp sahneye çık, saat sekizi geçiyor.”

“Telefonu evdekilere verir misin?” diye sordu Gökhan. “Onlarla konuşup onlara da teşekkür etmek istiyorum.”

“Olur. Biraz bekleteceğim, odamdan çıkıp yanlarına gideyim.”

Gökhan Yağız’ın annesi Sibel, babası Atilla ve erkek kardeşi Yiğit’le de görüştü. Birbirlerinin hâlini hatırını sorup sohbet ettiler; aile üyeleri Gökhan’ın doğum gününü kutlayıp iyi dileklerde bulundu, Gökhan da hepsine teşekkür etti.

Gökhan telefonu kapattıktan sonra kısa bir ses açma ve parmak ısıtma egzersizi yaptı. Ardından kutuyu alarak soyunma odasından çıktı. Kafenin içine açılan kapıyı ittiğinde kalabalığın sesi kulaklarından içeri girdi. Etrafa şöyle bir baktığında hiç boş masa kalmadığını, bütün masaların dolduğunu fark etti. Gülümseyerek sahneye ilerledi. Kutuyu yere bıraktıktan sonra gitarını kılıfından çıkarıp yüksek bar taburesine oturdu ve gitarını kucağına aldı.

“Assolist sahnede!” diye seslendi Buğra. “Alkışlar Gökhan Uygur’a.”

Masadakiler onu alkışlamaya ve ıslık çalmaya başladığında Gökhan onlara gülerek baktı. “İki dakika ciddi olun be oğlum,” dedi. “Daha performansa başlamadan utandırmayın.”

Mikrofona dönüp, “Herkese iyi akşamlar,” dedi. “Hoş geldiniz, umarım herkes için keyifli bir cumartesi akşamı olur. Bu akşamın ilk şarkısını varlıklarıyla bana en büyük doğum günü hediyesi olan dostlarıma ithaf ediyorum çünkü onlar sayesinde bu akşam ‘Daha Mutlu Olamam’.”

Arkadaşlarının oturduğu masadan tekrardan coşkulu sesler yükselirken Gökhan akşamın ilk şarkısına girdi:

“Güne kahveyle başladım / Ağzım kuru, zihnim açık.”

Grubun bu meşhur şarkısını bilen arkadaşları şarkı boyunca ona eşlik etti. Seyircilerinin kendisine eşlik etmesinden çok hoşlanan genç müzisyen de şarkıyı daha keyifle ve coşkuyla söyledi. Bu ambiyansı seviyordu.

İlk şarkısını bitirdiğinde arkadaşları onu alkışladı, bu esnada Doğuş bir şişe suyla buzlu kahveyi Gökhan’ın ayak ucuna bıraktı.

“Müesseseden,” deyip göz kırptı. “Afiyet olsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bunlara ihtiyacım vardı.”

Gökhan sudan bir yudum aldıktan sonra ikinci şarkısı olan Paramparça’yı çalmaya başladı. Bu şarkıda da arkadaşları ona hep bir ağızdan eşlik ettiler. Söz konusu doğum günleri olunca bu şarkı biçilmiş kaftandı. Şarkının hareketli ritmi insanı eğlendirirken düşündüren sözleri de insana tuhaf bir hüzün hissettiriyor, hayatını sorgulamasına neden oluyordu.

Paramparça’ya yalnızca arkadaşları eşlik etmedi, diğer müşterilerin birçoğu da bu şarkıyı söyledi. Kendisine eşlik eden bu kadar insanı görmek genç müzisyeni hem duygulandırdı hem de inanılmaz mutlu yaptı.

Bugün doğum günüydü ve tam şu an, yapmak için dünyaya geldiği şeyi yaptığını biliyordu.

Gökhan 22.30’a kadar sahne aldı, ona eşlik eden müşterilerle birlikte şarkılar söyledi; kısa molalarında arkadaşlarının yanına gitti, onlarla sohbet etti. Uzun zamandır kafede bu kadar güzel zaman geçirmeyen genç müzisyenin tüm akşam boyunca keyfi çok yerindeydi.

Gökhan kapanışı en sevdiği müzisyenin imzasını taşıyan en sevdiği şarkıyla yaptı: Oyuncak Dünya. Arkadaşları bu şarkının onda ne kadar özel bir yere sahip olduğunu bildiği için ona eşlik etmek yerine bu muhteşem performansı izlemeyi tercih etti, seyircilerden de eşlik eden olmadı. Gökhan her dinlediğinde ve çaldığında başka hiçbir şarkının hissettiremediği yoğun duyguları hissettiren bu başyapıtı her zamanki gibi kusursuz bir şekilde çalarak akşamı kapattı.

Kafenin içini dolduran alkış ve ıslık sesleriyle bulunduğu ana geri döndü. Onu alkışlayan bu kalabalığa gülümseyerek baktı, insanların yüzündeki memnun ifadeleri inceledi.

“Teşekkür ederim,” dedi başını saygıyla eğerek. “Bu akşamlık benden bu kadar. Hepinize iyi akşamlar dilerim.”

Gitarını yan tarafa koyduğu esnada Barış masadan kalkıp onun yanına ilerledi.

“Gökhan fırtınası ortalığı yine kasıp kavurdu,” dedi Barış. “Sahneyi toplamanda yardım edeyim.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan onun omzuna vurarak. “Bu akşam sizinle çok daha keyifli bir hâle geldi.”

“O keyif bize ait.”

İkili el birliğiyle sahneyi toparladı. Gökhan kılıfına koyduğu gitarı ve Yağız’ın hediyesi olan kutuyla beraber masaya geri döndü.

“Yüreğine sağlık,” dedi Kerem. “Muhteşem bir akşamdı.”

Diğerlerinden de benzer yorumlar gelince Gökhan hepsine teşekkür etti. Arkadaşlarının da keyifli vakit geçirmesine sevinmişti.

“Bol bol fotoğrafını ve videonu çektik,” dedi Elçin. “Bugünden epey anı kalacak.”

“Bana da atın,” dedi Gökhan. “Hepsini tek tek izleyeceğim.”

“Atarız tabii.”

“Yağız ne almış?” diye sordu Harun.

“Bir sürü şey almış deli,” dedi Gökhan. “Kutudan çıkarıp bakabilirsiniz. Zarfın içindeki not hariç hepsini inceleyebilirsiniz.”

Meraklı kalabalık Yağız’ın hediyelerine bakarken Gökhan da sosyal medya hesabına girip arkadaşlarının paylaştığı hikayelere baktı. Barış, Sarp ve Kuzey grubun topluca çekildiği fotoğrafı paylaşmıştı, Buğra ve Neslişah da Caddebostan’da çekildikleri fotoğrafa ek olarak Gökhan’ın videolarını paylaşmıştı. Gökhan da masada topluca çekildikleri fotoğrafı paylaşmaya karar verdi. Fotoğrafı hikayesine ekledikten sonra altına, “Varlığınıza minnettarım.” yazıp yanına mavi kalp ekledi ve arkadaşlarının hepsini tek tek etiketledi.

“Tişörte bayıldım,” dedi Neslişah. “Aşırı havalı.”

“Gerçekten çok güzelmiş,” dedi Elçin. “Tasarımı dövmene benziyor, çok anlamlı.”

“Pena hepsini tokatlar,” dedi Barış elindeki penayı incelerken. “Çok özendim, ben de soyadımın yazdığı bir pena tasarlattıracağım.”

“Bak sen,” dedi Elçin ona dönüp. “Tasarlatalım bebeğim. İstediğin pena olsun.”

“Hepinizin hediyesi birbirinden güzel ve anlamlı,” dedi Gökhan. “Hepinize tekrar tekrar teşekkür ederim. Bu gece eve ellerim kalabalık döneceğim.”

“Hepsini güzel günlerde kullan Gök,” dedi Neslişah.

Masadan kalkan grup hesabı ödedikten sonra kafeden ayrıldı. Akşamlık ücretini alan Gökhan grubun arkasından yürürken zarfın içine baktı. Zarfta fazladan 90 lira vardı. Müşterilerin verdiği bahşişler olmalıydı. Çok bir miktar değildi ama hiç yoktan iyiydi.

“Birer bira içer miyiz?” dedi Barış dışarı çıktıklarında. “Ne dersiniz?”

“Barlar şimdi tıklım tıklımdır,” dedi Gökhan. “Moda’ya mı insek?”

“Güzel fikir aslında,” dedi Kuzey. “Sahilde birer bira içip evlere dağılırız.”

Hepsi bu fikri beğenince Moda’ya inmeye karar verdiler.

“Benim arabama altı kişi sığabilir,” dedi Buğra. “Kalanlar da Martı’yla gelebilir.”

“Elçin sen arabaya bin,” dedi Barış. “Kerem de binsin, biz de Martı’yla geliriz; uygulaması var zaten.”

Buğra, Gökhan, Neslişah, Harun, Kerem ve Elçin arabaya binerken diğerleri de Martı’ya binip peş peşe Moda Sahili’ne indiler. Yolda biraları alan grup sahilde boş buldukları bir alana oturdular. Etraf cumartesi akşamlarında olduğu gibi tıklım tıklımdı.

“İğne atsan yere düşmez,” dedi Harun. “Bu kadar kalabalık da insanı boğuyor.”

“Kimi boğmaz ki zaten?” dedi Gökhan. “Kadıköy’de sıradan bir akşam.”

“Boş verin kalabalığı da Kadıköy’ü de,” dedi Barış. Şişesini havaya kaldırdı. “Gökhan’ın yirmi birinci yaşının şerefine!”

Şişelerini ortada birleştirip tokuşturan grup üyeleri soğuk biralarından birer yudum içtiler.

“Burada da fotoğraf çekelim,” dedi Gökhan. “Hatıra kalsın.”

“Şu çocuktan rica edeyim,” diyen Barış yan tarafta oturan delikanlıya fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sorduğunda delikanlı çekebileceğini söyledi.

“Şöyle vereyim,” deyip telefonunu uzattı Gökhan.

Grup poz verince delikanlı onların fotoğrafını çekti.

“Çok teşekkür ederiz,” dedi Gökhan. “Eyvallah.”

“Rica ederim,” diyen delikanlı telefonu sahibine geri verdi.

“Nasıl çıktık?” deyip Gökhan’ı dürttü Neslişah. “Göster bakalım.”

Gökhan fotoğrafı açıp arkadaşlarına gösterdi. Gülümseyerek poz veren grup üyelerinin hepsi iyi çıkmıştı.

“Kimse ifşalanmamış,” dedi Elçin. “Büyük başarı. Herkesi tebrik ederim.”

Gülüştüler.

“Kerem ve Harun,” diye seslendi Barış. “Numaralarınızı verir misiniz? İkiniz de müzisyensiniz, belki buluşup bir şeyler çalarız. Bizim çok fazla müzisyen tanıdığımız var; bir araya gelip çalıyoruz, söylüyoruz, fikir alışverişinde bulunuyoruz, sohbet muhabbet ediyoruz. Siz de katılmak ister misiniz? Bir sürü gitarist tanıyoruz, birkaç çellist arkadaşımız da var.”

“Olabilir,” dedi Harun. “En azından bir kez gelip ortamı görürüz, diğerleriyle tanışırız.”

“Aynen, olur,” diye ona katıldı Kerem. “Ortam hoşumuza gitmese de en azından gelip görmüş oluruz.”

“Aynen, bir şans verirsiniz,” dedi Barış. Telefonunu çıkardı. “O zaman numaralarınızı alayım. Bir sonraki buluşmaya çağırırım, gelip ortamı görürsünüz.”

Harun ve Kerem numaralarını söyleyince Barış onları rehberine kaydetti.

“Arkadaşlarımın kaynaştığını görmek çok güzel,” diye bir yorumda bulundu Gökhan. “Umarım çok keyifli vakit geçirirsiniz.”

Gökhan şişesini Barış, Kerem ve Harun’un şişesiyle tokuşturduğunda dördü de içkilerinden birer yudum daha içtiler. Gökhan arkadaşları müzisyen olduğu için onların yakınlaşabileceğini düşünmüştü, ortak ilgi alanları insanları yakınlaştıran önemli bir etkendi ve bunun gerçekleştiğini görmek genç adamı sevindirdi. Barış onlara böyle bir şeyi teklif ettiğine göre ikiliden iyi bir enerji almış olmalıydı, Harun ve Kerem de kabul ettiğine göre Barış ve diğerlerinden hoşlanmıştı.

“Sen neler yapıyorsun?” diye sordu Kuzey. “Müzik alanında yani.”

“Tam zamanlı çalışmaktan pek fırsat bulamasam da kendi projelerimle ilgileniyorum,” diye cevap verdi Gökhan. “Yazıyorum, besteliyorum, çalıyorum; öyle.”

“Üstünde çalıştığın projeleri bize dinletmemeye kararlısın,” dedi Sarp bu duruma alındığını belli eden bir ses tonu ve yüz ifadesiyle. “Gizli gizli çalışıyorsun.”

“İşlerim konusunda fazla ketum olduğumu kabul ediyorum. Henüz içime sinen tam bir şarkı yok elimde, bir gün olduğunda dinletirim elbette. Bu konuda aceleci davranmıyorum, en iyisini yapmaya odaklıyım ve yaptığıma inandığımda haberiniz olur zaten.”

“Sanat dallarının teknikleri var fakat sanatı sanat yapan şey teknik anlamda kusursuz olması değil de karşıdaki kişiye bir şeyler hissettirebilmesi, o kişinin o sanat eserinde kendinden bir şeyler bulabilmesidir bence. Duygularıyla hareket eden biri olarak eminim ki sen de eserlerine kendi duygularını yansıtıyorsun ve insanlar eserlerini dinlediğinde onlar da kendilerinden birer parça bulacaklar, eserinle bağ kuracaklar. Kendini mükemmel olmaya şartlandırma Gök, içten olmaya şartlandır. Naçizane bir tavsiye.”

“Ne güzel konuştun,” dedi Gökhan onun omzuna dokunarak. “İçtenliğimi eserlerimde de koruyorum fakat mükemmeliyetçi kişiliğim de çok baskın, ikisinin arasındaki dengeyi korumaya ve hiçbirinde dozu kaçırmamaya çalışıyorum.”

“Gök’ün muhteşem işler yaptığından eminim,” dedi Neslişah. “Beklentim çok yüksek ve senin bu beklentiyi karşılayacağını da biliyorum.”

“İnancın çok değerli Nesli, teşekkür ederim. Umarım ortaya çıkacak eserlerden sen ve diğer herkes hoşlanır.”

“Elbette hoşlanırız,” dedi Kuzey. “Gitarı sanki sen yaratmışsın gibi çalarken senin imzanı taşıyan parçaları sevmememiz mümkün olamaz.”

Gökhan bu ani iltifat karşısında utanırken Sarp, “İyi dedin,” dedi. “Adam yirmi bir yaşında gitar virtüözü olma yolunda emin adımlarla yürümüyormuş gibi hâlâ daha iyi olma çabasında. Hayırdır kardeşim gitarın tanrısı mı olacaksın? Jimmy Page, Jimi Hendrix, Eric Clapton falan mı olmak istiyorsun?”

“Kim istemez ki?” dedi Gökhan. “İsminin en büyük gitaristler arasında sayılması bütün gitaristlerin hayalidir. Ben de çok iyi bir gitarist ve müzisyen olarak anılmak isterim elbette.”

“Gök haklı,” dedi Barış. “Bir diğer gitarist olarak ben de isterim mesela. Aceleci davranmamanı da anlıyorum ve bu konuda hak veriyorum, yaşın çok genç ve bir şeyler için acele etmene gerek yok.”

“Kesinlikle böyle düşünüyorum.”

İki arkadaş birbirine gülümsedi.

Sohbet ederek içkilerini içen gençler içkileri bittikten sonra kalktı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, vakit çok geçti ve artık evlerine dönme zamanı gelmişti.

Sahilden yola çıkan grup Buğra’nın arabasının önünde toplandı.

“Ben Kozyatağı’na gideceğim,” dedi Buğra. “O taraflara giden varsa bırakabilirim.”

“Siz de gelsenize,” dedi Gökhan, Barış ve Elçin’e. “Buğra sizi Suadiye’ye bırakır.”

“Rahatsızlık vermeyelim,” dedi Barış. “Otobüsle geçeriz.”

“Ne rahatsızlığı? Olur mu öyle şey?” dedi Buğra. “Yolumun üzerinde, sizi de bırakırım. Rica ediyorum.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Elçin.

Kuzey ve Sarp, Avrupa Yakası’nda oturuyordu, raylı sistemi kullanarak karşıya geçeceklerdi; Neslişah Üsküdar’a, Kerem Maltepe’ye, Harun da Ataşehir’e gitmek için başka ulaşım araçlarını kullanacaktı.

Grup üyeleri Buğra’nın arabasının önünde vedalaştılar. Gökhan tüm arkadaşlarına sarılıp bugün için tekrardan teşekkür etti.

Şoför koltuğunda Buğra’nın, ön koltukta Gökhan’ın ve arka koltukta Elçin’le Barış’ın oturduğu araba doğuya doğru hareket ederken diğerleri de binecekleri toplu taşıma araçlarına doğru yürümeye başlamıştı. Buğra bir süre dikiz aynasından yan yana yürüyen Neslişah’la Harun’a baktı. Harun, Neslişah’a bineceği araca kadar eşlik edeceği için genç adamın içi rahattı. Vakit geç olmuştu.

“Böyle güzel bir günün ardından yarın erkenden kalkıp işe gidecek olmam berbat,” dedi Gökhan camdan dışarı bakarken. “Ama her güzel şeyin bir sonu vardır.”

“Eve gidince yat hemen,” diye cevap verdi Buğra. “İyice dinlen yoksa yarın işte canın çıkar. İş çıkışı özel dersin var bir de değil mi?”

“Bir de o var,” deyip iç çekti Gökhan. “Neyse ki Aras’ı ve ailesini seviyorum, Aras da bana bir sürprizi olduğunu söylediğinden beri meraklıyım.”

“Kaç yaşındaydı?” diye sordu Elçin.

“On üç. Daha ufak.”

“O yaşlardaki erkek çocukları çok fena oluyor.”

“Evet ama Aras öyle bir çocuk değil, olsaydı ben de dayanamazdım. Çok akıllı bir çocuk, tek çocuk olmasına rağmen hiç şımarık değil. Ailenin önemi işte.”

“Kesinlikle. Bizim millette çocuğu şımartmak marifet sayılıyor, özellikle erkek çocukları paşam da paşam diye yetiştiriliyor. Tüm aileler böyle değil elbette ama büyük bir kesim böyle.”

“Oğlan çocuğunu kutsal sayan Orta Doğu zihniyeti işte,” dedi Barış. “Bunun pipisi var, çok kutsal, seçilmiş kişi.”

Arabadakiler gülüştü.

“Ay sus sus,” dedi Elçin. “Bunun şaka yoluyla söylenmesine bile katlanamıyorum. Aklıma direkt ciddi ciddi bunu söyleyenler geliyor, ‘Onlar erkek ama sen kızsın, sen öyle yapamazsın, yapmamalısın,’ diyenler geliyor. Bu yüzden amcamla kavga etmiştim. Kaç sene oldu hâlâ benimle konuşmuyor. Konuşmayacağını bilseydim daha önceden kavga ederdim.”

Erkeklerden kahkaha sesleri yükseldi.

“Kraliçe,” dedi Gökhan arkasını dönüp ona bakarak. “Çok iyi yapmışsın. Böylelerini hiç sineye çekmeyeceksin, cevabını vereceksin.”

“Ne sineye çekeceğim yahu? Gelip benim evimde bana cinsiyet ayrımcılığı yapamaz, haddini bildiririm.”

“Yürü be!” dedi Buğra. “Cidden çok iyi yapmışsın.”

“Canım sevgilim,” deyip onun yanağını öptü Barış. “Daha avukat olmadan yargı dağıtıyor, siz bir de mezun olunca görün.”

“O zaman beni tutabilene aşk olsun,” dedi Elçin. “Bu çeneyle alt edemeyeceğim insan olmaz.”

“Ona ne şüphe.”

Buğra araca bağladığı telefonundan Yavuz Çetin’in Birkaç Saat şarkısını açınca şarkının hareketli müziği aracın içini doldurdu.

“Seversin,” dedi Gökhan’a bakarak. “Biraz üstadı dinleyelim.”

“Bayılırım,” dedi Gökhan sesi biraz artırıp. “Doğum günüme muhteşem bir şekilde veda edeyim.”

Gökhan, Çetin’e eşlik ederken bir yandan da sosyal medya hesabına girdi. Yağız masada çekildikleri fotoğrafın olduğu hikayeye cevap vermişti:

İçinde ben olsaydım çok daha güzel bir fotoğraf olurmuş ama böyle de güzel

Gökhan ona cevap yazdı.

Kıskanma canım, sonbaharda geldiğinde seninle de çekiliriz

Mesajı gönderdikten sonra hikayesini açtı. Arkadaşlarından hikayeyi beğenenler olmuştu. Beğenen isimlere bakarken aralarında Göksel’in de olduğunu gördü. Gülerek başını kaldırdı.

“Şu kız,” diye düşündü. “Hikayeni beğenmesine bile sevinmezsin Gökhan. Yağız’ın dediği gibi Leyla mı oldum yoksa? Olduysam da oldum! Çok hoşuma gidiyor.”

“Neye gülüyorsun?” diye sordu Buğra ona yandan bakarak.

Gökhan aptal gibi sırıttığını fark edince utanarak normal hâline döndü. “Yağız hikayeme ‘içinde ben olsaydım çok daha güzel bir fotoğraf olurmuş ama böyle de güzel’ yazmış da ona güldüm,” dedi.

“Kıskanmış,” dedi Elçin. “Yazık ya, Balıkesir’de diye bugün aramızda yoktu. O geldiğinde de görüşelim, aynı ekibi toplayalım.”

“O da öyle söyledi. Toplanırız yine, ne dersin Buğra?”

“Muhteşem olur, derim,” diye karşılık verdi Buğra. “Bu akşam bizim için de çok keyifliydi.”

“Bizim için de,” dedi Barış.

Dönüş yolu boyunca arabanın içinden Yavuz Çetin’le Gökhan ve Barış’ın sesi yükseldi. Trafik yüzünden yol tıkalı olsa da Çetin ve yarattığı atmosfer sayesinde hiçbiri sıkılmadı, aksine oldukça eğlendi. Tıkalı yolda ilerlemeye çalışan aracın içi Gökhan ve Barış’ın güzel sesleriyle bir konser alanına dönüştü.

“Bu adam nasıl 30 yaşında intihar eder?” diye serzenişte bulundu Gökhan. “Ülkenin gördüğü en büyük gitaristti, muhteşem bir söz yazarı ve şarkıcıydı; 80 yaşına kadar yaşayıp onlarca şahesere imza atması gerekiyordu.”

“Çok haklısın,” diye ona arka çıktı Barış. “Müzik dünyası için çok ama çok erken bir kayıp. Sadece iki albümle efsane olmayı başardı, biraz daha uzun yaşasaydı nasıl başarılara imza atacaktı kim bilir?”

“Sık sık bunu düşünüp üzülüyorum. Kendisi en büyük idolüm ama aynı zaman diliminde bile yaşamadık. Ben doğduktan bir ay sonra intihar etti.”

“Yine de senin hayatına dokunmayı başardı,” dedi Elçin. “Bu başlı başına çok büyük ve güzel bir şey değil mi? Bunu düşünüp sevin bence.”

“Elbette öyle. Keşke tanışma ya da bir kerecik bile olsa canlı izleme şansım olsaydı. Hiç tartışmasız ve açık ara hayatımın en iyi günü olurdu. Işıklar içinde uyusun büyük üstat.”

Gökhan’ın yaşadığı Merdivenköy’e vardıklarında saatler gece yarısını çoktan geçmişti. Buğra arabayı Gökhan’ın oturduğu apartmanın kapısının önünde durdurdu.

“Hepinize tekrar tekrar çok teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Sayenizde bugün dünyanın en mutlu insanıydım. Asla unutmayacağım çok güzel, çok keyifli bir gün yaşadım.”

“Sen de tekrardan iyi ki doğmuşsun Gök,” dedi Buğra. “Hepimiz için keyifli ve güzel bir gündü. Hadi sana bagajdan eşyalarını çıkarmada yardım edeyim.”

Gökhan, “İnmeyin,” dese de hepsi araçtan indi. Genç adam bagajdaki gitar kılıfını çıkarıp sırtına astıktan sonra hediyelerin olduğu poşetleri de eline aldı.

“Tekrardan mutlu yıllar kardeşim,” diyen Barış ona sarıldı.  “Arayı açmadan görüşelim yine.”

“Eyvallah kardeşim, sağ ol. Görüşelim, iletişimde oluruz zaten.”

Gökhan, Elçin ve Buğra’yla da vedalaştıktan sonra üçlü arabaya bindi, bu sefer Barış ön koltuğa oturdu ve araç hareket etti. Kaldırımın üstünde duran Gökhan arabanın gözden kaybolmasını izledi. Genç adam saniyeler içinde sokakta tek başına kaldı. Etrafta ne bir insan ne de ses vardı.

Genç adam başını kaldırıp karanlık gökyüzüne baktı. Şehrin parlak ışıklarına rağmen dikkatli bakınca birkaç yıldızı görmek mümkündü.

Ailesiyle beraber Bayburt’ta yaşadıkları dönemde, Gökhan henüz ilkokula giden küçük bir çocukken, bir akşam balkonda annesiyle beraber otururken annesine şöyle bir soru sorduğunu hatırlıyordu:

“Anne, şu yıldız yanıp söndü fark ettin mi?”

“Hangisi?” diye sormuştu annesi.

Gökhan minik parmağını göğe doğru uzatıp bir yıldızı işaret etmişti. “Şu,” demişti. “Az önce yanıp söndü, gözlerimle gördüm.”

“Sana göz kırpmış,” diye cevap vermişti annesi. “Onu izlediğini fark edince sana böyle karşılık vermiştir.”

“Göz mü kırptı?” demişti Gökhan şaşkınlıkla. “Yıldızların gözleri mi var?”

Onun bu masum sorusu annesine kahkaha attırmıştı. Oğlunun saçlarını şefkatle okşarken, “Şaka yaptım,” demişti. “Atmosfer yüzünden bazen yıldızların ışığı yanıp sönüyormuş gibi görünür, yıldız sanki göz kırpıyormuş gibi durur ama aslında böyle bir şey yoktur; yıldızların parıltısı yaşadıkları sürece sönmez.”

“Yıldızlar ölüyor mu?” diye sormuştu küçük çocuk az öncekinden daha şaşkın bir sesle.

“Evrendeki her şeyin bir sonu vardır, yıldızların da var elbette. Yıldızlar da canlılar gibi doğar, büyür, yaşar ve ölür.”

O akşamı hatırlayan Gökhan’ın dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Annesi hâlâ yıldızlara bakıyor muydu? Babası hâlâ gökyüzünü seyrediyor muydu?

Bugünün anlam ve önemini hatırlıyorlar mıydı?

Hiç akıllarına gelmiş miydi? Onun hissettiği burukluğu, boşluğu onlar da hissetmiş miydi? Annesi sabah kalktığında ne hissetmişti mesela? Gökhan’ın yattığı odaya giremeyip onu öperek uyandıramadığında ya da telefonla arayıp doğum gününü kutlayamadığında ne hissetmişti? Babası akşam eve döndüğünde oğlunu evde bulamadığında, eşiyle birlikte mutfakta yalnızca akşam yemeğini yiyip doğum günü pastası kesemediklerinde ne hissetmişti? Boş sandalyeye baktığında üzülmüş müydü? Gökhan’ın oturduğu zaman iştahının kapandığı o masada onun için bir sandalye bile var mıydı ki artık?

Hiçbirinin cevabını bilmiyordu ve bilmemesi en iyisiydi. Bazen bazı soruların cevapsız kalması gerekiyordu, bazen belirsizlik olası acıları önlüyordu; insan bilmezse hissetmezdi ve bazı durumlarda hissetmemek insana verilmiş en büyük armağandı.

“Belki şu an tam tersini düşünüyorsunuz,” diye mırıldandı. “Belki de artık düşünmüyorsunuz bile ama ben iyi ki doğmuşum. İyi ki o gitarı almışım, iyi ki hayallerimin peşinden gitmişim; iyi ki o sınava girmek için İstanbul’a gelmişim, iyi ki o sınavı kazanmışım, iyi ki buradayım.”

Genç adam arkasındaki apartmana dönüp apartman kapısına ilerledi. Kapıyı anahtarıyla açan Gökhan sessizliğe gömülen binada üçüncü kattaki dairesine çıkarken gökte minik bir hareketlilik yaşandı.

Bir yıldız yanıp söndü.

]]>
Sun, 30 Oct 2022 14:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Ölüm Döşeğindeki Ruhlar https://edebiyatblog.com/olum-dosegindeki-ruhlar https://edebiyatblog.com/olum-dosegindeki-ruhlar Bir romanımın girişinde yer alan bu deneme 2018 yılında yazılmış, 2021 yılında revize edilmiştir. Roman hâlâ yazım aşamasında olup henüz herhangi bir platformda yayımlanmamıştır ve aşağıdaki deneme romanın başkahramanının ağzından yazılmıştır. Deneme kurguyla ilgili bir spoiler içermemektedir.

***

Sonbahar, ölüm döşeğinde olan ruhları en iyi anlatan kelimeydi.

Bir arazinin ortasında duran, dallarındaki yeşil yapraklar rüzgârla beraber dans eden bir ağaçtım. Arazinin ortasında tek başımaydım ama neticede buradaydım, köklerim toprağın metrelerce altına uzanarak ait olduğu yere sıkıca tutunuyordu. Güneşli günleri gördüm; mavi gökyüzünü, cıvıldayarak kanat çırpan kuşları, çimenlerin arasında açan rengarenk çiçekleri de gördüm. Sonra bulutlar geldi, gri renkli devasa bulutlar; kuşlar göç etti, çiçekler soldu ve güneş beni terk etti. Bir zamanlar arazinin ortasında tek başına manzarayı seyreden bir ağaçtım, sonraysa o arazinin ortasında hayat mücadelesi veren ağaca dönüştüm.

Kapıya dayanan sonbaharın benden aldığı ilk şey dallarımı süsleyen yemyeşil yapraklar oldu. Hazana kurban verdiğim tüm yapraklarıma acıyla bakarken gök de benimle beraber ağlamaya başladı. Gökten düşen yağmur damlaları gövdemi döverken yağmurun kadim arkadaşı rüzgâr da ona katıldı ve sertçe eserek bütün dallarımı kırdı, beni köklerimden ayırıp yere devirdi. Kanayamadım, sadece eksik olan parçalarımın acısını dibine kadar hissettim. Bir zamanlar çok güzel bir ağaçken sonbaharın gelmesiyle beraber bir odun parçasına dönüştüm.

En kötüsüyse kışın gelmesiydi. Kar taneleri gökyüzünden düşmeye başladığında artık üşüdüğümü hissedemeyecek kadar cansızdım. Beyaz her yeri kaplarken ben baştan sona siyahtım, karanlığın içindeydim.  Kar yağdı, yağdı ve yağdı; yavaşça birikti, yükseldi ve tüm gövdemin üzerini kaplayarak beni içine aldı. Bir zamanlar yaşadığım yer mezarıma dönüştü, cesedim de bana can veren toprakla değil de karla kapatıldı.

İnsanlar geçti üzerimden, ayak izlerini önceden gövdemin şimdiyse cesedimin olduğu yerin üzerine bıraktılar ve öylece çekip gittiler. Hiç kimse burada bir mezar olduğunu bilmedi. Bu mezarın içinde bir beden yatmıyordu, bir ruh yatıyordu, benim ruhum. Bir beden öldüğünde bunu kabullenmesi gerekenler diğer insanlar oluyordu ama bir ruh öldüğünde onun ölümünden kimsenin o kadar haberi olmuyordu ki ortada kabullenecek bir şey de kalmıyordu. O ruhun içinde yaşadığı bedenin sahibi, ruh öldüğünde onun ölümünü bile fark edemeyecek kadar cansızlaşıyor ve hissizleşiyordu. Oysa ben ruhumun öldüğünü biliyordum, bunun farkındaydım ve bu taze yaraya basılan tuz kadar acıtıyordu.

İnsanlar bir beden öldüğünde ağlıyor, onu bir mezara gömüp ardından yas tutuyordu ama bir ruh öldüğünde öldüğü yerde çürümeye bırakılıyordu ve hiç kimsenin umurunda olmuyordu. Oysaki etrafta gezen, içinde ruh olmayan o kadar beden vardı ki bir ruhun varlığı ve yokluğu en az bir bedeninki kadar önemsenmeliydi fakat insanlar bunu fark etmiyor, fark etse de görmezden geliyor ve nefes almayı yaşamak sanmaya devam ediyordu.

Sonbahar, ölüm döşeğinde olan ruhları en iyi anlatan kelimeydi ve ruhu o döşekte can veren ben, artık sonbaharın ta kendisiydim. Bedenim o arazinin ortasında, ruhumun mezarının üstünde dikiliyordu; sonbahar çevremdeydi ve beni ondan ayırt etmek artık imkânsızdı.

]]>
Thu, 20 Oct 2022 16:05:47 +0300 eylemoykuozdemir
Kuru Yaprağa Veda https://edebiyatblog.com/kuru-yapraga-veda https://edebiyatblog.com/kuru-yapraga-veda Kurudun, ekime yenik düştün
Dökülüyorsun ve renklerin çoktan soldu
Özgür olduğunu sanıyorsun
Ama dalından ayrıldığın andan beri
Ölüyorsun

Yeşil elbisenle parladığın günler çok uzakta
Şimdi turuncu kefeninle yatıyorsun
İlkbaharın gözde başrol oyuncusuydun
Artık sahnenin ortasında tek başınasın
Çürüyorsun

Aradığın güneş bir daha hiç açmadı
Toplandı bulutlar, düştü ilk yağmur damlası
Renkleri solan kuru gövdenin üstüne
Ne ıslandığını hissediyorsun ne de soğuğu
Yok oluyorsun

]]>
Tue, 11 Oct 2022 17:20:56 +0300 eylemoykuozdemir
Kuru Yaprakların Cenaze Senfonisi https://edebiyatblog.com/kuru-yapraklarin-cenaze-senfonisi https://edebiyatblog.com/kuru-yapraklarin-cenaze-senfonisi Rüzgâr uğulduyor, yine kapıyı çalıyor hazan

Bir eylül akşamında tüm renklerini kaybetti orman

Kuru yaprakların cenaze senfonisinin teması hüzün

Ağıt yaktı doğa, izle düşen gözyaşlarını buluttan

 

Rüzgâr esiyor, bir yaprağın ilk ve son dansı bu

Kavalyesi ölüm, yeniden yeşermek tek umudu

Oynuyor hayat sahnesinde son perdesi güzün

Ekimde can verdi, kasımda gömüldü ruhu

 

Gök gürlüyor, yankılanıyor yarım kalmış bir öykünün sesi

Dinle on yedinci yaprağın ölüm temalı resitalini

Kurumuş kalbinden belli kaynağı üzüntüsünün

Bu, hazana kurban verdiği yoldaşlarının matemi

 

Gök ağlıyor, değiştirmenin bir yolu yok kara yazgıyı

Şimşekler parlıyor ama yok edemiyor karanlığı 

Dünden daha kuru, daha renksiz, daha karanlık bugün

Burası baharın yeşil yapraklarının kuru mezarlığı

Onlar için yazıldı şiirin on yedinci mısrası 

]]>
Tue, 27 Sep 2022 14:20:11 +0300 eylemoykuozdemir
Bir Bavul Dolusu https://edebiyatblog.com/bir-bavul-dolusu https://edebiyatblog.com/bir-bavul-dolusu Bulutlu bir gündü. Şehrin otogarı çok yoğun değildi ama tenha da sayılmazdı. Otobüsüne yetişmeye çalışan insan kalabalığının arasında bir yabancı da vardı. Elindeki çekçekli bavuluyla otobüsünün olduğu perona doğru ilerliyordu. Bavulu çok ağır sayılmazdı, terk etmek üzere olduğu bu şehirden ayrılırken yanına yalnızca birkaç parça kıyafet ve elektronik cihazlarını almıştı. İnsanların arasından sıyrılıp peronuna vardı.

 

“Koltuk numaranız kaç?” diye sordu muavin.

 

“Otuz,” diye cevapladı yabancı.

 

Muavin onun bavulunu bagaja yerleştirirken otobüse binip arka taraftaki koltuğuna ilerledi. Her zaman yaptığı gibi tekli koltuklardan birini almıştı, yanında yabancılarla seyahat etmeyi oldu olası sevmiyordu. Cam kenarındaki koltuğuna oturup arkasına yaslandı. Artık yabancı olduğu ve her tarafı onu öldüren anılarla dolu olan bu şehre son kez şöyle bir baktı. Bu şehir ona artık bir anlam ifade etmiyordu, bu şehir onun için bir anlam ifade etmeyi bırakalı çok uzun zaman olmuştu.

 

Beş dakika sonra otobüs hareket etti. Devasa otobüs geri geri giderek perondan çıkarken yabancının yüzünde bir tebessüm oluştu. Nihayet buradan ayrılıyordu ve çok istediği o yeni başlangıcı yapabilecekti.

 

Otobüs otogardan ayrılıp yola koyuldu. Bütün hayatının geçtiği şehir arkasında kalırken yeni bir sayfa açacağı şehre giden yollar önünde uzanıyordu. Buradan yüzlerce kilometre uzaklıktaki şehirde kendisine 1+1 eşyalı bir daire tutmuştu. Şu an eşya konusunda düşünmek, telaş etmek ve masraf yapmak istemiyordu. İnternet üzerinden iletişime geçtiği ev sahibi apartmana vardığı zaman kapıcıyla görüşüp evin anahtarlarını alabileceğini ona söylemişti. Ev hakkındaki her şeyi halletmişti, tek yapması gereken yeni evine ulaşıp oraya yerleşmekti.

 

Muavin ikram arabasını hazırlarken ona kısa bir bakış attı. Son günlerde hiç iştahı olmadığı için doğru dürüst bir şeyler yiyemiyordu ama sıcak bir kahve içmek ona iyi gelebilirdi. Sonuçta yeni başlangıcını zinde bir kafayla yapması gerekiyordu. Yeni şehirdeki evini tutmuş olsa da o şehirde daha önce hiç bulunmamıştı ve şehrin otogarından evine gidene kadar epey zaman harcayacaktı. Tüm bu süreçte ihtiyacı olan en önemli şey zinde kalmaktı.

 

Başını cama yaslayıp yolu izlemeye başladı. Çoğu bu şehrin plakasına sahip olan arabalar hem bulundukları yönden hem de karşı yönden hızla geçiyordu. Bu arabalar ona hayat yolunda yol alan insanları hatırlattı. İnsanlar da üstünde yalnızca bir kez yolculuk yaptıkları hayat yolunda hızla yol alıyor, çoğu zaman yanından geçip gittiği şeyleri fark edemiyordu. O da bu yolda çok mu hızlı yol alıyordu? Yaşadığı şehri terk etme kararını çok hızlı mı vermişti? Bunun hakkında biraz daha düşünemez miydi?

 

“Hayır,” dedi kendi kendine. “Yeterince düşündüm.”

 

Onu bu şehri terk etmeye zorlayan şey geçmişin ta kendisiydi. Bu şehirde yaşadığı tüm seneler boyunca birbirinden kötü şeyler yaşamış, çoğu günü savaş gibi geçmişti; sevdiği insanlardan kazıklar yemiş, güvenip sırtını yasladığı kişiler tarafından sırtına onlarca hançer saplanmıştı. Burada yaşadığı süreçte iyi günleri olmamış mıydı? Elbette olmuştu. Yalnız kalmadan önce beraber çok güzel zaman geçirdiği arkadaşları olmuştu, üniversitede istediği bölümü okumuştu -her ne kadar iş hayatında bu meslekten tiksinmiş olsa da-, ona güzel şeyler hissettiren sevgilileri olmuştu -her ne kadar onlar da kalbini paramparça yaparak ondan ayrılsa da-, pek çok şehri gezip farklı kültürler tanımıştı. Tüm bunlar onlarca bölümün olduğu öyküsünün sadece bir sayfası olsa da yaşanmıştı ve ona kendini iyi hissettirmişti ama o öyküye baktığında gördüğü tek şey kötü şeyler ve acı veren geçmiş oluyordu. Sanki tüm iyi günleri siyah bir kâğıdın üstündeki beyaz noktalarmış gibi hissediyordu ve zaman geçtikçe grileşiyorlardı.

 

“Siz ne alırsınız?” diye soran muavinle içine gömüldüğü düşüncelerinden kurtuldu.

 

“Bir kahve alayım,” dedi kısık sesle. “Üçü bir arada olsun.”

 

Muavin kaynar suyu karton bardağa doldururken bardağa dolan su gibi zihnine dolan anılara lanet okudu. Tüm geçmişini arkasında bırakmaya karar verdiği ve bu yönde en büyük adımı attığı esnada bir anda ortaya çıkan bu düşünceler de neyin nesiydi? Neden hatırlayıp kendine acı çektiriyordu?

 

“Buyurun,” deyip bardakla kahve paketini uzattı muavin.

 

“Teşekkür ederim.”

 

Kahve paketini açıp kahveyi bardaktaki suya dökmeye başladı. Kahveyle bulanan su, anılarla bulanan zihnine benziyordu. Otobüse binerken duru olan zihni otobüse bindikten sonra içeri akın eden anılarla beraber bulanmaya başlamıştı. Oysaki o geçmişi unutacağına ve onu asla hatırlamayacağına dair yemin etmişti fakat unuttuğu başka bir şey vardı: İnsan hafızası kontrol edilecek bir şey değildi, onun ne yapacağına veya yapmayacağına kimse karar veremezdi. Üstelik o geçmişiyle, yaşadıklarıyla, anılarıyla yüzleşmeyi denememişti bile, tek yaptığı arkasına bakmadan kaçmak olmuştu. İnsan, her şeyden ve herkesten kaçabilirdi ama kendisinden kaçamazdı.

 

“Hayır,” diye düşündü. “Geçmiş geçti ve gelecek geliyor.”

 

Kendini buna inandırdıktan sonra buharı tüten kahvesinden büyük bir yudum içti. Başını koltuğa yaslayıp gözlerini kapattı, yapacağı yeni başlangıcı düşünmeye başladı. Çalıştığı şirketin taşındığı şehirdeki şubesindeki işi hazırdı; orada eski iş yerine nazaran pozisyonunu yükseltebilir ve iyi arkadaşlar bulabilirdi; yeni evi eskisi gibi küçüktü ama orada eski evinde bulamadığı huzuru bulabilirdi; yeni komşuları da sıcakkanlı ve tatlı insanlar olursa onlarla arkadaş olabilir ve apartmanda huzurla yaşayabilirdi.  Bunlar hakkında düşünmek yüzünde bir gülümsemenin çiçek gibi açmasını sağladı. Umut, karanlık geceye doğan bir ışık gibiydi.

 

İki saat sonra bir dinlenme tesisinde mola verdiler. Üstüne ceketini alıp otobüsten indi. Tesis binasının önünde durup bir dal sigara yaktı. “İllet” dediği sigarayı bırakmayı çok kez denemişti ama bunda bir türlü başarılı olamamıştı. Ne zaman sigarayı bıraktığını söylese ya o gün ya da ertesi gün kötü bir şey yaşıyordu ve teselliyi yine bir dal sigarada buluyordu. Sigara artık onun arkadaşına, dert ortağına dönüşmüştü; bunun kendisi de farkındaydı ve bu hoşuna gitmeye de başlamıştı. En azından ona yamuk yapmayan, arkasından kuyusunu kazmayan ve destek olmasa da köstek de olmayan bir dostu vardı.

 

Tanımadığı biri yanına yaklaştı. “Çakmağınızı kullanabilir miyim?” diye sordu.

Ceketinin cebinden çakmağını çıkarıp ona uzattı. Yanındaki kişi sigarasını yaktıktan sonra çakmağı teşekkür ederek ona geri verdi.

 

“Yolculuk nereye?” diye sordu.

 

Tanımadığı kişinin yüzüne bir süre dikkatle baktı. Emin değildi ama aynı otobüste yolculuk yaptıklarını sanıyordu.

 

“…’ya,” diye cevap verdi.

 

“Orada birkaç kez bulundum,” dedi yanındaki. “Güzel şehirdir. Oralı mısınız?”

 

“Değilim.”

 

“Ziyaret etmeye gidiyorsunuz o hâlde?”

 

“Hayır, orada yaşamaya başlayacağım.”

 

“Yeni taşındınız demek. Hayırlı olsun.”

 

“Teşekkür ederim.”

 

“Ne işle uğraşıyorsunuz?”

 

Tanımadığı bu yabancının bu kadar kişisel sorular sorması sinirini bozsa da belli etmedi. “Bir şirkette çalışıyorum,” dedi.

 

“Yeni bir iş yeri ilk başta insanı çok gerer ama zamanla alışırsınız.”

 

“Ben de öyle umuyorum,” dedi. Sonra çok soğuk davrandığını düşünmüş olmalı ki devam etti: “Siz ne işle uğraşıyorsunuz?”

 

“Ben mi? Memurum ben. Birkaç günlüğüne ailemin yanına gidiyorum, annem biraz rahatsızlandı da.”

 

“Geçmiş olsun. Ciddi bir durumu yoktur umarım.”

 

“Çok şükür yok ama ben yine de yanında bulunmak istedim.”

 

“En iyisini yapmışsınız.”

 

Aklına kendi ailesi gelince kara bulutlar zihnini tekrardan sardı. Onun yalnızlığı ilk kez hissettiği yer çoğu insan gibi aile evi olmuştu. Henüz bir çocukken tek başına odasında, yorganın altında ağladığı gecelerde kimse onu duymamış, tüm hıçkırıklarını içine atmıştı. Kalbi parçalara ayrılırken ve o tüm parçaları yalnız başına toplarken bu dünyada herkesin yalnız olduğunu ve öyle de kalacağını anlamıştı. En nihayetinde bu dünyaya tek başımıza geliyorduk ve bu dünyada çoğu anımızı, özellikle de başkalarına en çok ihtiyacımız olduğu anları, tek başımıza geçiriyorduk. İnsan kahkahalarına eşlik edecek birilerini çok kolay buluyordu ama konu kedere eşlik etmek olunca hiç kimseyi yanında bulamıyordu. İyi günlerimizde başrolü oynayan insanlar, kötü günlerimizde sadece birer figürana dönüşüyordu.

 

“Gideceğiniz şehirde daha önce hiç bulundunuz mu?” diye sordu yanındaki yabancı.

 

“Hayır,” dedi bulanık bir sesle. Geçmişi hatırladıkça zihni gibi sesi de bulanıklaşıyordu. “İlk kez gidip göreceğim.”

 

“Tamamen yabancı bir şehre alışmak sizin için uzun zaman alır. Oraya taşınmayı siz mi istediniz?”

 

“Evet, yabancı bir şehir olmasını bizzat ben istedim.”

 

Doğru söylüyordu. Taşınacağı şehrin daha önce adım bile atmadığı bir şehir olmasını özellikle istemişti, daha önce gördüğü bir yere gitmek onun için bir başlangıç sayılmazdı. Onun istediği tertemiz, üzerinde hiçbir lekenin olmadığı bir sayfa açmaktı ve gideceği yerde her şeyin yabancı olmasının buna fayda sağlayacağına inanıyordu. Yeni şehir, yeni iş yeri, yeni iş arkadaşları, yeni ev, yeni komşular ve yeni sokaklar. Eğer her şey yeni olursa, eskiye dair hiçbir şey kalmazsa o da yeni bir insan olabilirdi.

 

“Sıfırdan başlamak iyidir,” dedi yabancı gülümseyerek. Sanki onun düşüncelerini okuyordu. “Size şehre alışma konusunda başarılar dilerim.”

 

“Teşekkür ederim, sağ olun,” dedi. Adını bile bilmediği yabancıya zoraki bir gülümseme gönderdikten sonra otobüse ilerledi. Cam kenarındaki yerine oturup kulaklıklarını taktı. Şarkı dinlemek kafasındaki sesleri bastırma konusunda yardımcı olabilirdi çünkü o sesleri duymaya şu an hiç tahammülü yoktu. Geçmiş sanki ona yapışmıştı ve bir gölge gibi onu takip ediyordu. Geçmişten o şehri terk ederken kurtulmuş olması gerekirdi ama geçmiş şimdi sanki yol arkadaşıymış gibi onunla beraber yolculuk ediyordu. Bunun hakkında düşünmek onu sinirlendirdi, gürültülü bir şarkı açıp sesi yükseltti.

 

Eğer iş yerinde onun yerine daha az tecrübeli birini yükseltmeseydiler ve ona hakkı olan pozisyonu verseydiler belki de yaşadığı şehri terk etmek istemeyecekti. Üstelik bu haksızlığı dile getirip hakkını aramaya kalktığında herkes onunla dalga geçmiş, onu bencil ve kıskanç olmakla suçlamıştı. Tüm bunlar onun için oldukça küçük düşürücüydü ve kesinlikle kabul edilemezdi. Bu olaydan sonra zaten son zamanlarda iletişiminin zayıfladığı iş arkadaşlarıyla iletişimini tamamen kesmiş, başka bir şehre tayin olmak istemişti. Bu isteği kısa sürede kabul olunca senelerdir yaşadığı şehre uzak yabancı bir şehre tayini çıkmıştı, o da hiç beklemeden internetten bir daire kiralamış, ardından da bir otobüs bileti satın almıştı. İş yerindeki hiç kimseyle vedalaşmamış, ayda yılda bir görüştüğü diğer arkadaşlarına da haber verme zahmetine girmemişti. Umursanmadığını bilen her insan gibi o da konuşarak ne çenesini ne de kalbini yormuştu. Sessiz vedalar aslında en gürültülü olanlardı, o da görünüşte sessiz ama aslında çok gürültülü bir veda etmişti.

 

“Yine yapıyorsun,” diye mırıldandı boğuluyormuş gibi hissederken. “Hatırlıyorsun! Kes şunu.”

 

Müziğin sesini açsa da düşüncelerinin sesi de aynı düzeyde yükseldi. Her anı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken onları görmezden gelmeye çalışıyordu ama anılar baktığı her yerdeydi. Kaçmaya çalıştığı geçmiş tam karşısındaydı, onunla yüzleşmek için buradaydı; o ise yine kaçmak istiyordu, geçmişi ve geçmişin acı dolu anılarını görmek istemiyordu.

 

“Sadece güzel bir hayatım olmasını istiyorum,” diye düşündü acı içinde. “Mutlu olmak istiyorum, eğlenmek istiyorum, gülmek istiyorum, çevremde olan iyi insanlar istiyorum ama sanırım çok şey istiyorum ya da bir yerde yanlış yapıyorum. Belki de yanlışın ta kendisiyim.”

 

Yanlış yaptığı bir şey vardı: Kaçmak. Hem geçmişinden hem geçmişiyle yüzleşmekten hem de -ki bu en kötüsüydü- kendisinden kaçıyordu. Kaçmayı bırakıp kendisiyle yüzleşse, geçmişin yara izlerini kıyafet gibi giymiş o kişiyle yüzleşse ve onu gerçekten arkasında bıraksa istediği ilerlemeyi yapabilecekti ama kaçarak onu sadece yanında bir yük olarak taşıyordu.

 

Yolculuğun kalan birkaç saatinde de anı denizinde bir su altına inerek bir de su yüzeyine çıkarak zaman geçirdi. Artık istediği o berrak zihinden çok uzaktaydı ve her tarafı anılarla doluydu. Tüm bu anılardan nefret ediyor, onları yakarak yok etmek istiyordu ama öfkesinin zarar verdiği tek şey kendisinden başkası değildi.

 

Otobüs yabancı şehrin otogarına girince hızla ayağa kalkıp ceketini üzerine giydi. Şimdi de tüm suçu otobüse atıyor, bu otobüsün ona iyi gelmediğini düşünüyordu. Bir an önce bu otobüsten inmeli, temiz havayı içine çekmeli ve bu saçma düşüncelerden kurtulmalıydı. Yaşadığı şehirden kalkıp ta buralara kadar yeni bir başlangıç yapmak için gelmişti, her şeyi arkasında bırakmıştı, bu gayesine uygun davranmak zorundaydı.

 

Otobüs peronda durunca muavinden sonra otobüsten inen ilk kişi oldu. Olduğu yerde durup derin bir nefes aldı, bu yabancı şehrin serin havası onun ciğerlerine doldu. Havada her otogarda olduğu gibi hüzünlü bir şeyler vardı, bunu hissettiğinde yüzü düştü. Buraya mutlu olmak için gelse de kendisini şu anda hiç mutlu hissetmiyordu. Kafasını iki yana sallayarak otobüsün yanındaki bagaja yürüdü.

 

“Koltuk numaranız kaçtı?” diye o meşhur soruyu sordu muavin.

 

“Otuz,” diye cevapladı tekrar. “Şu siyah olan benim.”

 

Muavin yabancının gösterdiği siyah bavulu bagajdan çıkarıp yere koydu. Yabancı ona teşekkür ederek bavulu çekmek için hızlı bir hareket yaptı ama bavul ağır olduğu için sarsıldı. Şaşkına dönmüş bir şekilde bavula baktı. Oldukça hafif olan bavul bir anda nasıl olmuş da bu kadar ağırlaşmıştı?

 

“Bunun benim olduğundan emin misiniz?” diye sordu muavine. “Benim bavulum hafifti, bu oldukça ağır.”

 

“Bakın kâğıtta otuz yazıyor,” diyen muavin bavulun kulpuna taktığı kâğıdı gösterdi. “Sizin koltuk numaranız da otuz değil miydi?”

 

“Öyleydi,” dedi şaşkın bir şekilde. “Görünüş olarak da benim bavulum aslında. Neyse, kusuruma bakmayın, aklım karıştı herhâlde."

 

Bir anda kilolarca ağırlaşan bavuluyla beraber yürümeye başladı. Otogarın içine girince bir otobüs firmasının bürosunda oturan bir kişiye evini tuttuğu semtin adını söyleyip oraya nasıl gidebileceğini sordu. O kişi ona bir otobüs numarası söyleyip otobüs duraklarının yerini de tarif etti. Ona teşekkür ettikten sonra onun tarif ettiği yere ilerledi. Burada birçok otobüs durağı vardı, sırasıyla hepsinin üstünde yazan numaralara baktıktan sonra öğrendiği numaranın yazdığı perona ilerledi. Otobüsün gelmesini beklerken ev sahibini aradı.

 

“Merhaba, ben şehre geldim de size kapıcının numarasını soracaktım.”

 

“Apartmana gittiniz mi?” diye sordu ev sahibi.

 

“Henüz gitmedim, gitmeden önce kapıcının numarasını almak istedim.”

 

“Kapıcı evde olmaz diye korkuyorsanız korkmanıza gerek yok, mutlaka evdedir, sizin geleceğinizden de haberi var ama illa numarasını istiyorsanız size mesaj atabilirim.”

 

“Haber verdiniz demek, teşekkür ederim. Ben her ihtimale karşı numarasını alırsam çok iyi olur.”

 

“Hayhay, hemen şimdi gönderiyorum numarayı.”

 

“Sağ olun, bekliyorum.”

 

Telefonu kapattıktan bir dakika sonra ev sahibi dediği gibi kapıcının numarasını attı. Numarayı “Kapıcı” diye rehberine kaydettiği sırada otobüs de perona geldi. Ağır mı ağır bavulunu almadan önce şoföre evin olduğu yerden geçip geçmediğini sordu ve olumlu cevap alınca bavuluyla beraber otobüse bindi. Otobüs evinin hemen arka tarafındaki caddeden geçiyordu, yol üstündeki bir marketin önünde durak olduğu için de evi bulmakta zorlanmayacağı aşikârdı.

 

“İşler yavaştan yoluna koyuluyor sanki,” diye düşündü. “Ah bir de şu bavulun neden ağırlaştığını anlayabilseydim.”

 

Hareket saati gelen otobüs yola koyulduğunda arkasına yaslanıp birazdan göreceği şehri izlemek için rahat bir pozisyon aldı. Meraklı gözleri göreceği şeyleri kaçırmamak adına adeta dört açılmıştı. Yeni şehirleri, yeni yerleri keşfetmek için her zaman hevesliydi fakat şu an bu merakın yanında derin bir hüzün de vardı. Kendisini her yerini bildiği o tanıdık şehirde de yalnız hissediyordu ama bu seferki yalnızlığı tek kişilik bir yalnızdı, yanında sahte arkadaşları yoktu. Hayatında gerçek bir şeyler isterken en sonunda gerçek bir yalnızlığa sahip olmuştu, bunun farkında olmak onu üzüyordu. Dünyadaki güzel şeylerin gerçekliğinden emin olmak çok zordu ama kötü olan her şey saf gerçeklikten oluşuyordu. Nefretin, öfkenin, düşmanlığın yalan olduğunu hiç görmemişti ama yalan olan çok sevgi, sevinç ve dostluk görmüştü.

 

Başını çevirip otobüste onunla beraber yolculuk eden insanlara baktı. Yaşlı bir adam şoför koltuğunun arkasında, yaşlı bir kadın da diğer taraftaki koltukta tek başına oturuyordu; dörtlü koltukların ikisinde kendi arasında sohbet eden iki genç kız vardı, diğer tarafta bir erkek kulaklıkla müzik dinliyordu; onun oturduğu koltuğun yan tarafındaki koltukta evli olduklarını sandığı bir çift oturuyordu, kadın adamın omzuna yatmıştı, adam da elini kadının bacağına koymuştu. Ne huzurlu görünüyorlardı. O da bir gün kendisini böyle bir manzaranın içinde görebilecek miydi? Artık karşısına kalbini kırmak yerine onu mutlu edecek birisi çıkacak mıydı?

 

İhtimalleri düşünmeyi bırakıp önüne döndü. Bir şeyi beklemek ya da bir şeyin olmasını ummak onun gerçekleşmesine yardımcı olmuyordu, eğer bir şey olacaksa bu en beklenmedik anda birdenbire gerçekleşiyordu. Bu şekilde düşünerek bu yaşına kadar gelmişti, bu yaştan sonra da düşüncelerini değiştirmeye çalışacak değildi.

 

Otobüs bu yabancı şehrin caddelerinde, sokaklarında dura kalka ilerlerken o da sessizce etrafı izledi. Yollarda bir dolu araba ve kaldırımlarda yürüyen bir dolu insanla hayat telaşı bu şehirde de hız kesmeden devam ediyordu. Dünyaya uzak bir köşeden onu izlemek insana ne çok şey düşündürüyor ve insanın ne çok şeyi fark etmesini sağlıyordu. Bu caddeler, sokaklar, binalar, insanlar ona yabancıydı ama hiçbiri daha önce gördüklerinden farklı değildi. Hayat burada da devam ediyordu, insanlar burada da yaşıyordu, gözüne çarpan belirgin bir farklılık yoktu. Mekân farklıydı, oyuncular farklıydı ama senaryo aynıya benziyordu. Bu aynı senaryoda yeni bir başlangıç yapabilecek miydi? Kaşlarını çatarak yere baktı. Bunun hakkında düşünmek istemiyordu, hiçbir şey hakkında düşünmek istemiyordu. Burada yeni bir başlangıç yapmak için vardı ve bunu yapacaktı.

 

İneceği durağa yaklaştığında koltuktan kalkıp otobüsün orta kısmına koyduğu bavuluna ilerledi. Bavulunu eline aldığında bavul ona biraz daha ağırlaşmış gibi geldi.

 

“Deliriyor muyum?” diye düşündü. “Bavul neden durduk yere ağırlaşsın? En başından beri bu kadar ağırdı da ben mi fark etmedim?"

 

Otobüs durakta durup kapıları açılınca düşüncelerinden kurtulup ağır bavuluyla birlikte otobüsten indi. Marketin hemen arka tarafında kalan apartmana doğru yürürken kendi kendine söyleniyordu. Yeni evine girer girmez yapacağı ilk iş bavulu açarak içinde ne olacağına bakmak olacaktı. Bunun içinde bu kadar ağır ne olduğunu çok merak ediyordu.

 

Arka sokağa dönünce burasının caddenin aksine oldukça sakin olduğunu gördü. Büyük bir köpek kaldırımın kenarında uyuyordu, orta yaşlı bir kadın da ondan yaklaşık yirmi metre ötede ağır adımlarla yürüyordu. Olduğu yerde durup yeni sokağına baktı. Kaldırımlarda çok sık olmasa da belli aralıklarla ağaçlar vardı, apartmanlar dip dibe değildi ve hepsinin çevresinde küçük de olsa bahçeleri vardı. İlerleyen günlerde burada yürüyüş yapmayı çok seveceği kesindi. Küçük bir tebessüm ederek yeşil boyalı apartmana yürüdü.  En alttaki zilin üstünde “kapıcı” yazıyordu. Zili çaldı. Çok geçmeden otomatiğe basıldı ve kapı açıldı. Apartmanın gösterişli kapısını itip içeri girdiğinde burnuna ferah bir koku çarptı.

 

“Hoş geldiniz,” dedi karşıdan gelen orta yaşlı bir adam. “12 numaraya taşınan siz misiniz?”

 

“Hoş buldum,” diye cevap verdi. “Evet, benim.”

 

“Ev sahibi geleceğinizi haber vermişti,” dedi kapıcı. “Size dairenize kadar eşlik edeyim.”

 

“Teşekkür ederim ama siz anahtarı verin, gerisini ben hallederim.”

 

Kapıcıdan evin anahtarını aldıktan sonra asansörle evinin bulunduğu altıncı kata çıktı. Her katta iki daire vardı ve dairelerin kapıları karşılıklıydı; asansör daire kapılarının arasındaydı, onun karşısında da merdivenler vardı. Apartmanın koridoru çok geniş değildi ama eski apartmanına göre daha büyüktü ve duvarlar krem rengine boyandığı için çok ferah görünüyordu.

 

Bavulunu adeta sürükleyerek 12 numaralı kapının önüne getirdi. Patlayacakmış gibi duran bavula ters ters baktıktan sonra elindeki anahtarı yuvasına sokup yeni evinin kapısını ilk defa açtı. Akşamüzeri olduğu için evin içi loştu, kapının yanındaki lamba anahtarına basıp ışıkları yaktı. Küçük holün lambası yandığında holün hemen ilerisindeki salon da aydınlandı ve o zaman evin içini görebildi. Salonun ortasında biri vardı, hıçkırarak ağlıyor ve acı içinde bir şeyler söylüyordu.

 

“Yapamıyorum,” diyordu. “Geçmişin acı dolu anılarından kurtulamıyorum, olmuyor.”

 

Salonun ortasında ağlayan bu kişi kendisinden başkası değildi.

 

Korku içinde geriye kaçtığında arkasındaki bavula çarpıp onu yere devirdi. Fermuarı patlayan bavulun içinden yere anılar saçıldı. Kurtulmak için yüzlerce kilometre yol kat ettiği, yaşadığı şehri terk ettiği geçmişin acı dolu anıları burada, yeni bir başlangıç yapmak için bulunduğu şehirdeydi. Bavulunu dolduran anılar onun etrafında dönüyor, tüm gerçeklikleriyle vücuduna kırbaç gibi çarpıyordu. Otobüse binerken zihni berrak olmasına rağmen yolculuk boyunca geçmişi o hatırlamış, bu anıları bavuluna o doldurmuştu ve artık kaçacak hiçbir yeri yoktu. Geçmişinden, anılarından ve en önemlisi kendisinden nereye giderse gitsin kaçamayacaktı. Yapması gereken şey bu dünyadaki en acı dolu ama en gerekli şeydi: Yüzleşmek. Kendisiyle yüzleşmek zorundaydı yoksa açtığı her yeni kapının ardında aynı manzarayı görecekti.

 

Geçmiş geçmemişti ve geçmiş geçmedikçe gelecek de gelmeyecekti.

SON

]]>
Sat, 17 Sep 2022 15:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 10. Kare: Randevu https://edebiyatblog.com/kd-10kare-randevu https://edebiyatblog.com/kd-10kare-randevu Mutfakta ikramları hazırlayan Göksel dün akşam babasının aldığı mozaik pastayı tabaklara yerleştirdikten sonra tadını herkesin sevdiği soğuk kahvesinin içine de birkaç buz attı. Genç kadın kahve içmeyi seviyordu fakat sıcaklığın 30 dereceyi aştığı yaz günleri sıcak kahve yerine soğuk kahveler içmeyi tercih ediyordu ve bugün de buzlu kahvesinden yaptı.

İkramları tepsiye yerleştirip mutfaktan çıktı. Salona girdiğinde Ahsen’i koltuğun üstünde bıraktığı gibi buldu. Arkadaşının sesini duyan Ahsen omzunun üstünden ona baktı.

“Mozaik pasta mı o?” dedi tabaklara bakan Ahsen.

“Evet,” diye onayladı Göksel. Tepsiyi sehpanın üstüne bıraktı. “Babam dün almış.”

“Çok severim,” deyip dudaklarını yaladı. “Her zaman aldığı tatlıcıdan mı almış?”

“Hı hı. Hepimizin favorisi olan yerden.”

“Oley be! Kesesine bereket.”

“Afiyet olsun bebeğim.”

Ahsen hiç beklemeden mozaik pastadan bir çatal yedi. Engin’in uzun yıllardır alışveriş yaptığı tatlıcının tüm tatlıları çok lezzetliydi, özellikle de mozaik pastası herkesin favorisiydi.

“Adamlar efsane yapıyor,” dedi Ahsen dolu ağzıyla. “Acaba çalışan arıyorlar mı? Ben zevkle dükkânda durur ve tüm tatlıları yerim.”

Göksel gülerek, “İlk günden kovulur, üstüne de yediğin tüm tatlıların parasını ödemek zorunda kalırsın,” dedi.

“Tatlılara ne olduğunu sorduğumda, ‘Hangi tatlılar?’ desem bence sıkıntı çıkmaz. Tatlı mı? Hiç haberim yok. Kesinlikle hepsini mideme indirmedim.”

İki dostun kahkahaları salonda yankılandı.

“İşte bu yüzden böyle işlerde çalışmıyorsun,” dedi Göksel. “Dükkânı batırırsın.”

“Batırırım valla. Bu kadar güzel tatlı mı yapılır? Tarifini verseler keşke.”

“Senin karnın aç sanki. Aç mısın? Açsan söyle bak. Evime gelen misafiri aç aç oturtmam, hemen gider dünkü yemekleri ısıtırım.”

Ahsen gülerek, “Sadece mozaik pasta âşığıyım,” dedi. “Karnım tok güzelim. Ahu’yla beraber mükellef bir kahvaltı ettik.”

“Emin misin?”

“Oldukça.”

Bir süre ikisi de konuşmadan tatlıdan yiyip kahveden içtiler.

“Yarın buluşuyorsunuz yani?” dedi Ahsen saniyeler sonra. “Yemeğe çıkıyorsunuz.”

Ahsen başını çevirip yanında oturan Göksel’e baktığında arkadaşının da kendisine baktığını gördü. Birkaç saniye bakışan ikili aynı anda çığlık attı. El ele tutuşup, birbirlerini sarsarken bağırmaya devam ettiler. Uzun zamandır onları bu kadar heyecanlandıran bir olay yaşamamışlardı.

“İlk buluşmanın bu kadar çabuk olacağını beklemiyordum,” dedi Ahsen. “Dördüncü günde teklif etti resmen, üstelik bir akşam yemeği randevusu. Çok romantik.”

“Daha önceki hafta kafeye gittiğimiz akşam annemlere hiç akşam yemeği randevusuna çıkmadığımı söylemiştim,” dedi Göksel o günü hatırlayarak. “Bu kadar kısa sürede bu durumun değişeceğini, üstelik bunun o akşam yüz yüze tanıştığım Gökhan sayesinde olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.”

“Bu hayata aklımıza bile gelmeyecek şeyleri yaşamaya geldik kızım, daha anlayamadın mı?”

“Anladım ama her defasında şaşırıyorum işte.”

Ahsen güldüğünde Göksel de gülümsedi.

“Şu teklif olayını başından anlat,” dedi Ahsen. “Neler konuştunuz? Mesajları açsana.”

“Ya biz mesajları okurken mesaj atarsa ve mesajı saniyesinde görmüş olursam?” dedi Göksel. “Ben de kendimi şu camdan aşağı atarım valla.

“Daha neler! Çalışmıyor mu kızım bu çocuk? Ancak mesai bitiminde yazar.”

“Umarım dediğin gibi olur.”

Sosyal medya hesabına giren Göksel mesajlar sayfasının en üstünde olan Gökhan’la konuşmasını açtı ve ekranı üste kaydırıp dün akşamki mesajlaşmanın başlangıcını buldu. Pazar günü Gökhan, Aras’la olan özel dersinden sonra akşam Göksel’e mesaj atmıştı ve ikili günlerinin nasıl geçtiğine dair kısa bir sohbet etmişti. Gökhan Göksel’in sorusu üzerine Aras’la yaptıklarından, üzerinde çalıştıkları parçalardan ve biraz da çocuğun ailesinden bahsetmişti. Tüm günü ailesiyle evde geçiren Göksel de ailecek kahvaltı ettiklerinden, film izlediklerinden, akşamüstü market alışverişi yaptıklarından bahsetmişti. İkili bir saat kadar sohbet ettikten sonra Gökhan’ın çok yorgun olduğunu, bir duş alıp hemen uyuyacağını söylemesiyle vedalaşmıştı. Pazartesi günüyse, yani dün, Gökhan mesai çıkışı eve geldikten sonra yine ona mesaj atmıştı.

“İşte buradan başlıyor,” dedi dünkü konuşmanın başını bulan Göksel. “Çabuk oku.”

“Okumak benim işim bebeğim,” diyen Ahsen telefonu eline aldı. “Bir edebiyatçı olduğumu hatırlatırım.”

Ahsen mesajları okumaya başladı.

Gökhan Uygur: Selam, nasılsın?

Gök: Selam. İyiyim, senden ne haber?

Gökhan Uygur: İş çıkışı yorgundum ama biraz dinlendim, daha iyiyim şimdi. Ne yapıyorsun, günün nasıl geçti?

Gök: İyi yapmışsın. Yemek yedikten sonra odama çekildim, yaptığım buzlu kahveyi içip sosyal medyada takılıyorum öyle. Gün boyunca evdeydim, bir şeyler izleyip yemek yaptım; her zamanki şeyler. Sende durumlar nasıl?

Gökhan Uygur: Afiyet olsun. Yemeğe ne yaptın? Ben de iş çıkışı direkt eve geldim, yemek sipariş edip yedim, duş alıp gevşedim ve şimdi de koltukta uzanıp seninle konuşuyorum işte. Benim de her zamanki şeyler, bir değişiklik yok

Gök: Sağ ol, sana da afiyet olsun. Tavuk soteyle pilav yaptım, tavuk sotede biraz acemiyim ama bizimkiler beğendi. Gittikçe gelişiyorum

Gökhan Uygur: Çok severim ve senin de gayet güzel yaptığına eminim. Söylediğin gibi yemek yapmak püf noktalarının zamanla öğrenildiği bir şey, kimse annesinin karnından aşçı çıkmıyor

Gök: Orası öyle, ben de öğreniyorum işte

Gökhan Uygur: İyi yapıyorsun, yemek yapmak çok keyifli

Gök: Bence de, özellikle de müzik dinleyerek yapınca. Hem aşçı hem de şarkıcı havasına giriyorum

Gökhan Uygur: Hahaha, hangimiz girmiyoruz ki? Kaşığı da mikrofon olarak kullanıyor musun?

Gök: Yemek yaparken beni izlemeyi nasıl başardın?

Gökhan Uygur: Kahkaham apartmanın tüm katlarından duyulmuş olmalı, muhtemelen komşular deli olduğumu düşünüyor ama uzun bir mesainin ardından gülmek iyi geldi

Aynısını ben de yapıyorum çünkü ve aksini iddia edenler de dahil herkesin aynı şeyi yaptığından eminim

Gök: Ben de öyle. En azından senin sesin güzel, benimkiyse akordu bozuk bir enstrüman gibi

Gökhan Uygur: Kimsenin rahatsız olmadığı bir ortamda şarkı söylemenin hiçbir sakıncası yok bence hatta bir tür terapi olduğuna inanıyorum

Gök: Kesinlikle, inanılmaz iyi hissettiriyor

Gökhan Uygur: Müzik ruhun gıdası ve şifasıdır

Gök: Gerçekten öyle, güzel bir benzetme oldu

Gökhan Uygur: Müzikle geçen 11 senelik geçmişime dayanarak güzel olduğu kadar doğru bir benzetme olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Gerçi bu süre enstrüman çalarak geçen yıllarımı kapsıyor, müziğin bendeki yeriyse kendimi bildim bileli apayrı

Gök: Senin de ayrıntıları hayal meyal hatırladığın ama çalan şarkıdan keyif aldığını anımsadığın anıların vardır o zaman. Ben en çok ailecek yaptığımız yolculuklarda arabanın radyosundan yükselen şarkıları büyük bir keyifle dinlediğimi hatırlıyorum, ayrıntılar çok bulanık ama hissettiğim keyif netliğini koruyor

Gökhan Uygur: Benim de benzer anılarım var. Hayatının büyük çoğunluğu yollarda geçmiş biri olarak araba yolculuklarında müzik bana eşlik eden yol arkadaşıma dönüşmüştü. Arabanın arka koltuğunda oturur, yolu izleyerek çalan şarkıları dinler ve hayallere dalardım. Güzel zamanlardı

Gök: Gözümün önünde canlandı şu an o anlar. Gerçekten güzel zamanlardı ve senin de benzer anılara sahip olmana sevindim

Gökhan Uygur: Ortak noktalarımızın giderek artması çok hoş

Gök: Öyle

Gökhan Uygur: Öyle

Ahsen burada durup incecik bir ses çıkardı ve Göksel’e döndü. “Aranızdaki çekim o kadar kuvvetli ve belirgin ki,” dedi samimiyetle. “Bir kitap okuyormuşum gibi hissediyorum.”

“Burada çok utandım,” diye itiraf etti Göksel. Ahsen okurken o da arkadaşına eşlik ediyordu. “Sanki karşımda duruyormuş da gözlerimin içine bakarak gülümsüyormuş gibi hissettim ve kızardım.”

“Çok güzel hisler bunlar. İnsan gençken böyle güzel şeyler hissetmeli, kalbini küt küt attıracak şeyler yaşamalı.”

“Haklısın.”

“Haklıyım tabii. Okumaya devam.”

Gök: İşte günün nasıl geçti?

Gökhan Uygur: Ani bir konu değişimi oldu ama anlatayım: Sabahtan birkaç yeni enstrüman geldi, bu tarz teslimatlar genelde hafta başında oluyor ve ben de enstrümanların bakımlarını yapıyorum, akordunu yapıyorum. Sabahtan da bu işlerle uğraştım, öğleden sonraysa mağaza canlandı ve gelen müşterilerle ilgilendim. Gitar bakmaya gelen iki kişi vardı, onlara birkaç gitar gösterip özelliklerini anlattım hatta seslerini dinlemek istedikleri için gitarları çaldım. Normalde çok bilindik müzikler çalıp müşterilerin gitarın sesini daha iyi anlamalarını sağlarım fakat bugün şov yapasım geldi ve zor parçalar çalıp onları etkilemeyi tercih ettim. Bazı müşteriler yaptığım mesleği hor görüyor, bana tepeden bakıyor ve hadlerini bildirmek zorunda kalıyorum. Bugünküler de ben gitarlardan konuşurken çokbilmiş olduğumu düşünmüş olmalı ki gitarları çalmamı istediler, akıllarınca beni mort edeceklerdi ama ne diyebilirim ki? Ava giderken avlandılar. Yüzlerindeki şok ifadesini hiç unutmayacağım, bense onlara dünyanın en sevimli gülümsemesini gönderdim. Mağazadan ayrılışlarını görmen gerekiyordu, iş arkadaşlarımla dakikalarca güldük

Gök: Sert kayaya çarpmışlar. Çok iyi yapmışsın, mort olmayı hak etmişler. Böyle hadsiz insanlara haddini bildirmek gerekiyor, sen de olabilecek en iyi ve kibar şekilde bildirmişsin. Yüz ifadelerini de mağazadan ayrılmalarını da tahmin edebiliyorum, çok keyif verici

Gökhan Uygur: Bir daha mağazanın önünden bile geçeceklerini düşünmüyorum. Onlara unutulmaz bir ders vermek için sınavlarda gösterdiğim performanstan bile daha iyisini gösterdim

Gök: Seni epey sinir etmiş olmalılar

Gökhan Uygur: Fazlasıyla ettiler ama karşılığını verdiğim için keyfim yerinde. Bu da böyle bir anımdır işte

Gök: Ben de keyiflendim, anlatmakla iyi yaptın

Gökhan Uygur: O zaman arada anlatırım böyle olayları

Gök: Mutlaka anlat, dinlemesi keyifli oluyor

Gökhan Uygur: Hayhay, sen yeter ki iste

Ahsen bu mesajı okuduktan sonra başını çevirip muzip bir ifadeyle Göksel’e baktı ve onunla göz göze gelince ona göz kırptı.

“Hayhay, sen yeter ki iste,” dedi Gökhan’ın mesajını tekrar ederek. “36 senelik birikimimle bu adam tamamdır, diyorum ben; bana aksini söyletemezsiniz.”

Göksel bir kahkaha patlatırken Ahsen de ona katıldı. İki dost bir süre birlikte güldüler.

“Sen gerçekten delisin,” dedi Göksel biraz sonra. “Yorumlarını sonraya sakla. Ödüm kopuyor mesaj atacak diye, çabuk ol.”

“Kötüyü çağırma kızım,” dedi Ahsen. “Okuyorum işte.”

Gök: Çok sık başına geliyor mu böyle olaylar?

Gökhan Uygur: Pek sayılmaz ama hâlâ daha olması gerekenden fazla. Bugünküler gibi beni rencide etmeye çalışanlar daha nadir oluyor fakat ben sanki bir şey bilmiyormuşum da süs olarak orada duruyormuşum gibi davranan kişilerle daha sık karşılaşıyorum. Onlara doğrusunu söylemek istesem de ısrarla aksini iddia edenler oluyor. İnsanlarla uğraşmak çok zor gerçekten ama yapacak bir şey yok

Gök: Bazı insanlar gerçekten çok kaba ve onların seviyesine düşmeden onlarla konuşmaya çalışmak çok güç. Gerçekten zor bir iş yapıyorsun, kolay gelsin

Gökhan Uygur: Teşekkür ederim. Her işte olduğu gibi benimkinde de zorluklar var ama alıştım artık, gerekeni hemen yapıyorum

Gök: Haklısın, her işin kendine göre zorlukları var. Neyse, bunlar can sıkıcı konular ve uzun bir iş gününden sonra bunlardan konuşmak istediğin son şey olmalı

Gökhan Uygur: Günümün nasıl geçtiğinden bahsetmeyi seviyorum, bahsettim de ve dediğin gibi tatsız konulara girmeyelim

Gök: Kesinlikle

Gökhan Uygur: Aslında sana sormak istediğim bir soru var

Gök: Nedir?

Gökhan Uygur: Hafta içi bir akşam müsait misin?

Gök: Herhangi bir gün mü?

Gökhan Uygur: Evet. Eğer müsaitsen birlikte akşam yemeği yiyelim mi?

Gök: Olabilir. Sen hangi günler müsaitsin?

Gökhan Uygur: Salı ve çarşamba müsaitim mesela. Sen?

Gök: Çarşamba ben de müsaitim

Gökhan Uygur: Buluşalım mı?

Gök: Olur, buluşalım

Gökhan Uygur: Kadıköy’de bildiğim güzel bir restoran var, düzgün müşterileri olan sakin bir yer. Keyifli bir sohbet eşliğinde akşam yemeği yemek için son derece uygun. Ne dersin? Kadıköy’e gelebilir misin? İş çıkışımdan sonra orada buluşabiliriz

Gök: Kulağa makul geliyor. Sen işten kaçta çıkıyorsun?

Gökhan Uygur: Akşam yedide mesaim bitiyor. Restoran iş yerime yakın, iskeleye de yakın. Eğer vapurla gelirsen seni karşılayabilirim ve restorana da beraber geçeriz

Gök: Çok iyi olur. Kadıköy’ü pek bilmiyorum, restoranı bulma sorunundan da kurtulmuş olurum

Gökhan Uygur: Bunu tahmin ettiğim için dedim zaten. Seni iskeleden alırım, restorana da beraber geçeriz

Gök: Tamam, bana uyar. Sen yedide hemen işten çıkıyor musun?

Gökhan Uygur: Çarşamba çıkarım, işim olduğunu söylediğimde mağaza sorumlusu müsaade eder. Normalde mağazayı kapatıp öyle çıkıyoruz ama işi olan mesai biter bitmez çıkabiliyor

Gök: Peki, ben de ona göre yola çıkarım

Gökhan Uygur: Tamam. Yemeği ben ısmarlamak istiyorum

Gök: Çok incesin ama Alman usulü yapsak daha iyi olur, diğer türlüsü içime sinmez

Gökhan Uygur: Tamam, sen nasıl istersen öyle olsun. Buluşmaya ben davet ettiğim için ısmarlamak istemiştim ama madem Alman usulü istiyorsun, öyle yaparız

Gök: Çok memnun olurum

Gökhan Uygur: O zaman çarşamba akşamı buluşuyoruz?

Gök: Anlaştık

Gökhan Uygur: Ayrıntıları yine konuşuruz, nasıl olsa önümüzde iki gün var

Gök: Aynen, haberleşiriz yine

Bundan sonra Gökhan yorgun olduğunu söyleyerek uyumaya gidiyordu, ikili vedalaşıyordu ve mesajlaşma da sona eriyordu.

“Ay çok tatlı çocuk.” Ahsen’in ilk tepkisi bu oldu. “Çok kibar konuşuyor ve senin isteklerine de önem veriyor. Alman usulü olsun deyince hemen kabul etmiş. Bu adam gerçekten tamamdır kızım.”

Göksel gülerek, “Deli,” dedi. “Kibar değil mi? Direkt kabul etti, hiç ısrar etmedi.”

“Ben kadına hesap ödetmem, dediğini düşünsene. Korkunç.”

“Saniyesinde engeli basardım.”

“E herhâlde kızım. Hanzolarla işimiz yok.”

“Aynen öyle. Neyse ki Gökhan öyle biri değil.”

“Çok tatlı birine benziyor, ben sevdim. Akşama mesaj atar yine, ayrıntıları konuşursunuz. Ne giymeyi düşünüyorsun peki?”

“Evet, kesin yazacak,” diye onayladı Göksel. “Ne giyeceğime karar veremedim, yardımcı olursun değil mi?”

“Soruyor musun bir de? İlk buluşmanız olacak, restoranda akşam yemeği yiyeceksiniz ve bu da demek oluyor ki şık olman gerek.”

“Elbise mi giyeyim?”

“Olabilir. Hadi kalk, sana güzel bir kombin yapalım.”

Ayaklanan ikili Göksel’in odasına gitti. Bir saati aşkın bir süre boyunca Göksel kıyafetlerini ve ayakkabılarını denedi, ikili Göksel’in nasıl bir saç ve makyaj yapabileceğini düşündü. Yorucu dakikaların ardından Göksel ne giyeceğine, nasıl bir saç ve makyaj yapacağına karar verdi. Akşama doğru Ahsen gitti, evde tek kalan Göksel de salonu toparladıktan sonra yemek yapmak için mutfağa girdi.

Göksel’in ebeveynleri Güzin ve Engin 10 dakika arayla eve döndüler. Saatler 19.36’yı gösterirken aile mutfaktaki yemek masasında toplandı. Yemek için fazla vakti olmayan Göksel hazır çorbayla makarna pişirmişti.

“Artık her gün yemekleri sen yapıyorsun,” diye bir yorumda bulundu babası. “Küçük kızım büyümüş de bize yemek pişiriyor.”

“Siz çalışıyorsunuz, ben de ev işlerini hallediyorum,” dedi Göksel. “Yorgun argın eve dönünce bir de yemekle uğraşmanızı istemem. Hem yemek yapmak çok eğlenceli, bana da uğraş çıkıyor işte.”

“Sağ ol bebeğim,” dedi annesi. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun.”

Yemek yerken üçü de gününün nasıl geçtiğini anlattı. Annesiyle babasının anlatacak farklı şeyleri yoktu, bu yüzden Göksel Ahsen’le oturup zaman geçirdiklerinden bahsetti. Ailesi Ahsen’in geleceğini biliyordu hatta yemeğe kalmasını da istemişlerdi fakat Göksel bunu Ahsen’e söyleyince Ahsen, “Başka bir zaman gelirim,” demişti.

“Yarın akşam yemeğini dışarıda yiyeceğim,” dedi Göksel yemeğin sonlarına doğru.

“Öyle mi?” dedi annesi. “Kiminle buluşacaksın?”

“Gökhan’la.”

Engin öksürünce Göksel babasına baktı. Peçetesine uzanıp ağzını silen Engin de kızına döndü.

“Buluşabilirim değil mi?” diye sordu Göksel çekinerek.

“Gelecek zaman ekiyle konuştuğuna göre çoktan karar vermişsiniz,” dedi Engin. “Bizlik bir durum kalmamış.”

“Size her zaman şuraya şununla gidiyorum deyip gittiğim için şimdi de öyle yaptım, yapmasa mıydım?”

“Yok canım, git tabii. Nerede yiyeceksiniz yemeği?”

“Kadıköy’de bir restoranda.”

“Kaçta?”

“Gökhan işten yedide çıkıyor, ondan sonra buluşacağız. İş yeri iskeleye yakınmış, beni alacak ve birlikte restorana gideceğiz.”

“Ne işi? Öğrenci değil miydi bu delikanlı?”

“Öğrenci ama çalışıyor da.”

“Nerede çalışıyormuş?”

“Bir müzik mağazasında satış danışmanlığı yapıyor.”

“İyi, peki. Yarın buluşuyorsunuz yani?”

“Evet, gidebilirim değil mi?”

Göksel destek bulmak için annesine baktı.

“Gidebilirsin tabii,” dedi Güzin gülümseyerek. “Bize arada durum güncellemesi vermeyi unutma lütfen. Buluştuk, restorana geldik, çıktık, yoldayım gibi mesajlarla bizi haberdar et.”

“Ederim elbette,” dedi Göksel.

“Eğer hoşuna gitmeyen bir durum olursa,” dedi babası. “Restoranın tuvaletine gidip bizi ara. Çocuğu daha önce görmüş olabilirsin, mesajlaşırken anlaşıyor da olabilirsiniz ama yüz yüze her şey çok farklı olabilir. Günümüzü sen de bizim gibi biliyorsun bebeğim, dışarıda nasıl insanlar olduğunu da. Sana şimdi burada kıyamet senaryoları sıralamayacağım ama her an her şey olabilir; bu yüzden eğer bir şey seni rahatsız ederse, bu sadece bir his bile olabilir, hemen bizi ara ve biz seni almaya gelene kadar tuvaletten ayrılma olur mu? Telefonun da lütfen seslide olsun.”

“Farkındayım,” dedi Göksel başını sallayarak. “Dikkatli olacağım, sizi de merakta bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz. Dediğin gibi bir şeyler ters giderse de hemen ararım.”

“İşler ters giderse kendini yalnız ve çaresiz hissetme,” diye ekledi annesi. “Biz buradayız.”

“Siz varken kendimi hiç yalnız ve çaresiz hissetmiyorum ve yanımda olduğunuzu biliyorum, teşekkür ederim.”

“Elbette yanındayız,” dedi babası. “Benim küçük kızım genç bir kadın olmuş da randevuya çıkıyor. Bu akşam bu gerçekle yüzleşeceğim.”

“Bu gerçekle yüzleşen tek sen değilsin,” dedi Göksel. “Ama her dönemin tadını çıkarmaya çalışıyorum.”

“Çıkar elbette. Gençlik avcuna doldurduğun bir su gibi, sen onu içmeye çalışırken o parmaklarının arasından akıp gidiyor. Son damlası da akıp gidene kadar her damlasının tadını çıkar.”

“Güzel bir benzetme oldu. Aklımda tutacağım.”

Yemekten sonra odasına çekilen Göksel, beş dakika önce Gökhan’ın kendisine mesaj attığını gördü. Saat 20.11’di, genç adam işten evine dönmüş olmalıydı.

Selam, ne yapıyorsun?

Onun gönderdiği mesaja dokunup konuşma sayfasını açtı.

Selam, akşam yemeğini yiyip odama çekildim; sen ne yapıyorsun?

Cevabı üç dakika içinde geldi.

Afiyet olsun, ben de kendime yorgunluk kahvesi yapıp koltuğa uzandım

Göksel düşüncesinde haklıydı: Gökhan evine dönmüştü.

Teşekkür ederim, sana da afiyet olsun

Mesajı anında görüldü.

Teşekkürler. Günün nasıl geçti, neler yaptın?

Günü onun hakkında konuşup yarınki buluşmaya hazırlanmakla geçmişti fakat ona elbette böyle söylemedi.

Arkadaşımla görüştüm, onun dışında her zamanki gibiydi. Sen neler yaptın?

Gökhan’dan da benzer bir cevap geldi.

İşteydim, benim de her zamanki gibiydi. Yarın nasıl yapalım?

Göksel kalbinin heyecanla çarpmaya başladığını hissetti. Gerçekten buluşuyorlardı.

Altıya doğru evden çıkıp otobüsle Eminönü’ne geçerim, oradan da Kadıköy vapuruna binip karşıya geçerim. 35 geçe vapur kalkıyor sanırım, 20 dakikaya Kadıköy’e varır. 19.05 gibi inerim, sen beş dakikaya iskeleye gelir misin? Duruma göre bir sonraki vapura da binebilirim

Mesajı ona gönderdiğinde Gökhan anında gördü ve yarım dakika sonra cevap verdi.

Gelirim, sen 35 geçe vapuruna bin. İskelede seni karşılarım, sonra da restorana geçeriz. Dediğim gibi iskeleye yakın, 10 dakikalık yürüme mesafesinde ama yürümek istemezsen Martı gibi bir araçla da gidebiliriz

Gökhan’ın onun yürümek istemeyeceğini düşünüp alternatifler bulması hoşuna gitti. Genç adam yine düşünceliliğini konuşturuyordu.

Yürümekten hoşlanırım, sohbet ederek yürürüz. Bu arada restoranın adı ne?

Gökhan ona restoranın adını yazınca haritadan baktı. Kadıköy’ün merkezinde olan restoran fotoğraflardan gördüğü kadarıyla çok büyük bir yer değildi, mütevazı bir yere benziyordu.

Dediğin gibi iskeleye uzak değil, yürürüz

Gökhan ona hızlıca cevap verdi.

Tamamdır. Yarın da haberleşiriz zaten, çıkarken yazarsın

Göksel sonraki mesajını biraz çekinerek yazdı.

İstersen birbirimizin numarasını alalım, o şekilde daha kolay haberleşiriz

Mesajını göndermeden önce derin bir nefes aldı. Bunu yapmaya kesinlikle ihtiyacı vardı.

Ben de aynı şeyi düşünüyordum ama önce sen yazdın

Bu ilk mesajdan sonra gelen ikinci mesajda Gökhan’ın cep numarası yazıyordu. Göksel numaranın üstüne tıklayıp arama sayfasını açtı ve numarayı rehberine “Gökhan” diye kaydetti. O esnada Gökhan’dan yeni bir mesaj geldi.

Bana mesaj atarsan ben de seninkini kaydederim

Bildirim penceresinden mesajı okuduktan sonra ona nereden ve nasıl bir mesaj atabileceğini düşünmeye başladı. En sonunda SMS atmaya karar verdi ve seçtiği emojiyi Gökhan’ın numarasına gönderdi.

Gönderdiği emoji güneşin önünde bir bulutun olduğu emojiydi.

Sadece saniyeler sonra Gökhan da ona SMS gönderdi. Genç adamın gönderdiği mesajda da iki tane emoji vardı.

Yıldız ve Ay emojisi.

Göksel’in yüzüne oldukça geniş bir gülümseme yayıldığında dudakları aralandı ve üst dişleri göründü. Kendi kendine kıkırdadıktan sonra sosyal medya hesabındaki konuşmalarına girdi.

Kaydettin sanırım

Gökhan birkaç saniye içinde mesajı gördü ve onu cevapladı.

Kaydettim. Son derece yaratıcı bir emoji tercihi olduğunu da söylemeliyim, Gök

Güldü.

Ben de seninkilerin de öyle olduğunu belirtmeliyim, Gök

Gökhan’ın da güldüğünü hissetti.

Sana ayak uydurdum. Yarın sen evden çıkarken yazarsın, işte olduğum için hemen göremeyebilirim fakat sen beni haberdar et. Vapura bindiğinde de yaz, ben de ona göre işten çıkıp seni karşılamaya gelirim, olur mu?

Ona çabucak cevap verdi.

Tabii ki haber veririm, merak etme. Sen de işten çıktığında haber verirsin

Yirmi dört saatten daha az bir süre sonra karşı karşıya geleceklerdi. Çok az kalmıştı.

Tamamdır, yarın yine haberleşiriz. Ben şimdi ev işlerini halledeyim, yarın müsait olamayacağım malum; aradan çıksın. Sen evden çıkarken yazarsın

Bu akşam uzun uzun sohbet etmeyeceklerine sevindi. Yarın yüz yüze geldiklerinde konuşacak konularının kalmasını istiyordu, suspus oturmaktan ve randevunun kötü geçmesinden korkuyordu. Mesajlaşırken sohbetleri çok keyifliydi, yüz yüze de aynı şekilde olmasını umdu.

Anlaştık. Sana kolay gelsin, yarın görüşmek üzere

Cevabı birkaç saniye içinde geldi.

Teşekkür ederim. Görüşürüz Gök, iyi akşamlar

Ona, “Sana da iyi akşamlar” yazdıktan sonra konuşma sayfasından ayrıldı. Kalbi küt küt atıyordu. Komodinin üstündeki matarasından biraz su içtikten sonra yatağa uzandı.

Yarın büyük gündü.

***

Ertesi sabah erkenden kalkan Gökhan ilk iş olarak tıraş oldu. Birazcık uzayan kılları kirli sakal gibi görünüyor, ona karizmatik bir hava katıyordu fakat genç adam sakalı hâlâ kendisine yakıştırmıyordu ve akşam da Göksel’le buluşacağı için, üstelik ilk defa, sakallarını ve bıyıklarını güzelce tıraş etti. Gece de oldukça sıcaktı, üstü çıplak ve cam açık uyumasına rağmen terlemişti; kötü koktuğunu hissederek dün akşam duş almış olmasına rağmen tekrardan aldı ve tüm vücudunu iyice keseledi. Duştan çıktıktan sonra deodorantıyla resmen ikinci bir duş aldı, tıraş losyonunu yanaklarına dairesel hareketlerle sürüp masaj yaptı; sadece önemli günlerde sürdüğü nemlendiricisini de yine yüzüne ve boynuna sürdü. En son bir şey için bu kadar hazırlandığı gün neye hazırlandığını ve ne zaman hazırlandığını hatırlayamayacağı kadar eskiydi.

Sol göğüs hizasında kısa bir cümlenin yazdığı beyaz tişörtüyle açık mavi renk kot pantolonunu giydi. Dün akşam dolabının önünde geçirdiği bir buçuk saatin sonunda bu ikiliyi giymeye karar vermişti. Evden çıkmadan önce açık gri renkli omuz çantasına diş fırçasıyla macununu, deodorant ve parfümünü, naneli şekerini ve tarağını koyup cüzdanında yeteri kadar nakit olduğundan ve maaş kartının da içinde olduğundan emin oldu. İşten çıkıp Göksel’in yanına gitmeden önce takacağı yüzüklerini de çantasının ön gözüne attı. İş yerinde sadece küpeleriyle burun piercingini takabiliyordu. Yüzük ve bileklik gibi takılar enstrümanlara zarar verebileceğinden onların takılması yasaktı.

Hazırlanma süreci uzun sürdüğü için evden geç çıkan genç adam şanslıydı ki bu sabah trafik çok yoğun değildi ve işe zamanında varabildi. Akşam biraz erken çıkacağı için sabahtan da geç kalması hoş olmazdı ama tam vaktinde mağazanın kapısından girdi.

Gökhan mağazada çalışırken hemen karşı yakadaki Göksel de öğlene doğru uyandı, kahvaltısını edip duşa girdi ve nadiren yaptığı bir şeyi yaparak köpükle saçlarını şekillendirerek dalgalarını belirginleştirdi. Deniz dalgasını andıran sarı saçları omuzlarından göğüslerine kadar uzanıyordu. Saçlarını büyük oranda makineyle kuruttuktan sonra tamamen kuruması için kendi hâline bıraktı. Saçları kururken video izleyip bir yandan da oje sürdü. Saat beş olduğunda dün Ahsen’le beraber seçtiği mavi elbisesini giydi. İnce askılı mavi elbisenin üstünde minik beyaz çiçek desenleri vardı, bel kısmı vücuda tam oturuyordu ve etek kısmı da çok hafif boldu. Dizlerinin bir karış üstünde biten bu elbisesini genç kadın seviyordu ve bugün için de iyi bir seçim olduğunu düşünüyordu. Takı olarak gümüş halka küpelerini ve yine gümüş güneş kolyesini taktı. Dünden sonra bu kolye çok daha anlamlı geliyordu.

Makyajını her zamanki gibi sade ve günlük tuttu. Göz altlarını kapatıcıyla kapatıp maskarasını sürdü, dudaklarına ve yanaklarına da pembe tonlarındaki rujunu sürdü. Parfümünün kokusu kalıcıydı ve kolay uçmuyordu, bu yüzden Gökhan’ı kokusuyla boğmamak adına birkaç fıs sıkmakla yetindi. Her zamanki gibi boynuna, gerdanına ve el bileklerine sıktı.

Beyaz baget çantasına cüzdanını, naneli şekerini, ıslak mendilini, kulaklık kutusunu ve daha sonra tazelemek için rujunu koydu. Kulaklıklarını takıp telefonunu eline aldıktan sonra aynasının karşısına geçti ve bir fotoğraf çekip Ahsen’e gönderdi.

Ben çıkıyorum, şans dile

Bir şey unutmadığından emin olduktan sonra odasından çıktı. Kalbi hızla çarpıyordu, evin kapısının önünde durup elini kalbinin üstüne koydu. “Sen de bir dur be!” diye söylendi. “Sabahtan beri küt küt atmaktan yorulmadın mı?”

Derin bir nefes alıp birkaç saniye nefesini tuttu ve yavaşça verdi. Bunu üç kez tekrarladıktan sonra telefonunun ekranını açıp bu sefer Gökhan’a mesaj attı. Bunun için sosyal medyayı değil de mesajlaşma uygulamasını tercih etti.

Merhaba. Ben şimdi evden çıkıyorum, haberin olsun. Vapura binerken de yazarım

Mesajı iki tik olduğunda genç adamın internetinin açık olmasına sevindi. Mesajı hemen göremeyebilirdi ama iletildiğini bilmek rahatlattı.

Tam kapıyı açacağı sırada Ahsen’den cevap geldi.

Göz kamaştırıyorsun resmen, Gökhan’ı büyüleyeceksin. Bol şans bebeğim, umarım çok keyifli geçer

Ahsen’in tatlı sözlerinin gerginliğini biraz da olsa azalttığını hissetti.

Teşekkür ederim güzelim, iyi enerjilerini eksik etme

Ahsen ona hemen cevap yazdı.

O iş bende bebek. Seni seviyorum

Gülümseyerek, “Ben de seni” yazıp sarı kalp emojisi koyduktan sonra mesajı gönderdi. Beyaz bez ayakkabılarını giyip evden çıktı. Elbisesi ve çantasıyla şıklığı yakalarken ayakkabılarıyla da spor görüntüsünü korudu. Gökhan’ın ne giyeceğini bilmiyordu ama kafede ve sosyal medya hesabından gördüğü kadarıyla genelde spor tarzda giyiniyordu, bu akşam için de spor görüntüsünü koruyacak bir şıklığı olacağını düşünerek kendisi de öyle giyindi.

Otobüs durağına müzik dinleyerek yürüdü, otobüsle iskeleye gidene kadar da müzik dinledi. Otobüs kalabalıktı ama neyse ki klimaları açıktı ve sıcaktan terlemeden iskeleye ulaşmayı başardı. Eminönü deli gibi kalabalıktı, kendisini insan selinin arasında bulan Göksel kalabalıkla beraber yürüdü. Hemen sağında Japon turistler yürüyordu, yaşlı kadınla göz göze geldiğinde ona tebessüm etti ve kadın da kendisine aynı şekilde karşılık verdi.

Bildirim geldiğinde bakışlarını anında telefonuna çevirdi ve beklediği kişinin mesaj attığını gördü.

Selam

Dün dediğim gibi yoğunluktan ancak şimdi bakabiliyorum telefona. Ne yaptın, iskeleye vardın mı?

Bu kalabalık arasında yürürken mesaj yazması çok zor olduğu için cevap yazmayı iskeleye varana kadar etkiledi. Kısa sürede iskeleye ulaşıp turnikeden geçti. Vapurun kalkmasına daha yedi dakika vardı, vapur henüz iskelede de değildi; genç kadın da bekleyen insanların arasına geçti ve Gökhan’la olan konuşmasını açtı.

Evet, vardım. Vapur yedi dakika sonra kalkacak, bekliyorum şu an

Vapur bir dakika sonra iskeleye yanaştı, içindeki yolcuların tamamı indikten sonra kapılar açıldı ve Göksel’le beraber bekleyen yolcular vapura bindi. O esnada Gökhan genç kadına cevap verdi. Göksel de dışarıda boş bir yere oturduktan sonra onun mesajına baktı.

Tamam, hareket edince de yaz

Ben de son işlerimi halledip çıkacağım. Sen Kadıköy’e vardığında ben de iskelede olurum diye düşünüyorum

Göksel gergin bir nefes aldı. Taş çatlasa yirmi beş dakika sonra yan yanaydılar.

Yazarım, sen de çıkınca yaz

Kalkış saati gelen vapur yavaşça iskeleden ayrılıp yola koyuldu. Göksel dalgaların sesini de duymak için müziğin sesini biraz kıstı, rüzgârın yüzünün önünde uçuşturduğu saçının ön tutamlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı ve mavi gözlerini İstanbul manzarasına odaklayıp şehri izlemeye başladı. Vapur yolculuğu yapmayı çok seviyordu, son vapur yolculuğunun üstünden de uzun zaman geçtiği için yolculuğun keyfini çıkardı. Yolculuğun ilk yarısında uzaklaştığı Avrupa Yakası’nı seyretti, ikinci yarısında da yaklaştığı Anadolu Yakası’nı izledi. Vapur limandaki devasa yük gemilerinin yanından usulca geçip Kadıköy İskelesi’ne yaklaşırken Göksel’in kalp atışları da hızlandı. Bakışlarını yaklaştıkları iskeleden alıp telefonuna çevirdi. Gökhan’dan hâlâ bir cevap yoktu. Ona iş yerinden ayrıldığı zaman mesaj atmasını söylemişti fakat aradan geçen dakikalar boyunca Gökhan’ın sesi sedası çıkmamıştı. Göksel onun iş yerinden çıkıp iskeleye doğru yola koyulduğunu umdu.

Vapurun hızını iyice düşürüp iskeleye yanaştığı esnada Gökhan Göksel’e mesaj attı.

Kıyıdayım. Yanaşan vapur seninki olmalı

Bu mesajı okuyan Göksel başını kaldırıp kıyıya baktı. Büyük bir kalabalık vapura binmek için iskelede bekliyordu, iskele binasının arkasındaki sahil yolu da her zamanki gibi kalabalıktı. Bu kalabalıkta Gökhan’ı görmesinin imkânı yoktu.

Tam olarak neredesin?

Vapur durduğunda insanlar çıkışa doğru yürümeye başladı, Göksel de ayağa kalkıp onların peşinden ilerledi. Bu sırada kulaklıklarını çıkarıp kutusuna koydu. Merdivenlerden alt kata inip vapurdan sırayla inen kalabalığın arkasına geçtiğinde telefonunun ön kamerasını açıp yüzüne bakma fırsatını buldu. Makyajı olduğu gibi duruyordu, saçlarının ön tutamlarını kulak arkasından çıkarıp düzeltti.

İyi görünüyordu.

Ayağı iskeleye basmıştı ki Gökhan ona cevap verdi. Genç kadın mesaja bakmak için kalabalığın arasından sıyrılmayı bekledi. İskele binasının çıkış tarafında yürürken kalabalık biraz da olsa azaldı, Göksel de onun mesajına bakabildi.

İskele binasının hemen önündeyim

Genç kadın sırtını dikleştirip derin bir nefes aldı. Gökhan’la aralarında sadece birkaç metre olmalıydı. Kendisine rahat olması gerektiğini hatırlatarak çıkışa yürüdü. Önünde yürüyen kalabalık farklı yönlere dağıldığında onların ilerisinde duran Gökhan’ı gördü. Mavi bir kotla beyaz tişört giyen genç adam iskele binasının üç metre kadar ilerisinde ellerini önünde birleştirmiş bekliyordu. Kahverengi saçlarını sola doğru tarayarak özenle şekillendirmişti, tıraşlı yüzü pürüzsüzdü ve sağlıkla ışıldıyordu, kavisli kaşlarının altındaki kahverengi gözleri merakla iskeleden çıkanları inceliyordu. Bir saniye sonra o da Göksel’i fark etti ve hoş bir gülümseme ifadesine yayıldı.

Birbirlerine yürüyen gençler ortada buluştular.

“Merhaba,” dedi Gökhan gülümsemeye devam ederken. “Hoş geldin.”

“Merhaba,” diye karşılık verdi Göksel. Genç kadın da gülümsüyordu. “Hoş buldum. Çok bekletmedim umarım.”

“Hayır, ben de az önce geldim.”

Gökhan elini Göksel’e uzattığında Göksel onun elini tuttu. Genç adamın marjinal yüzükleri yine parmaklarını süslüyordu. Göksel bir anlığına yüzüklere baktığı sırada Gökhan’ın kendisine yaklaştığını fark ederek irkildi. Genç adam yüzünü onun yüzüne yaklaştırdığında sol yanağını çevirdi ve Gökhan’ın yanağının kendi yanağına değmesine izin verdi. Genç adamın boynundan ferah bir parfüm kokusu yükseliyordu, bu hoş kokuyu çabucak içine çekti. Aynı saniyelerde Gökhan da ondan yükselen çiçeksi parfüm kokusunu duymuştu ve tıpkı genç kadının yaptığı gibi o da parfüm kokusunu içine çekti.

“Nasılsın?” diye sordu Gökhan geri çekildiğinde.

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Seni gördüm daha iyi oldum diyeyim,” dedi içtenlikle. “Yolculuğun nasıl geçti?”

“Keyifliydi. Müzik dinleyerek manzarayı izlemek, esintiyi yüzümde hissetmek iyi geldi. Vapura binmeyeli uzun zaman olmuştu.”

“Vapur yolculuklarının keyifli olduğu bir gerçek.”

“Öyle. Sen ne yaptın?”

“Mağazadaki son işlerimi halledip üstümü değiştirdim ve seni karşılamaya geldim. Tam zamanında yetiştim.”

“Evet, öyle oldu.”

Bir an sustular.

“Çok güzel görünüyorsun,” dedi Gökhan biraz sonra. “Elbise yakışmış.”

Mavi Gökhan’ın en sevdiği renkti ve ilk buluşmalarında Göksel’i maviler içinde karşısında bulmak onun çok hoşuna gitmişti. Genç kadının üstüne giydiği açık mavi elbisenin tonu beyaz tenine çok yakışmıştı ve gök mavisi rengindeki gözlerini ortaya çıkarmıştı. Gökhan onun gözlerini ilk kez gün ışığında görüyordu ve bu masmavi gözlerin büyüleyici güzelliğine ilk kez şahitlik ediyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel utangaçça gülümseyerek. “Çok incesin. Sen de iyi görünüyorsun.”

“Teşekkür ederim. Senin kadar şık olamadım, elbise giyeceğini söyleseydin ben de ona göre bir şeyler bulurdum.”

“Bence gayet iyi görünüyorsun.”

“Peki, sen öyle diyorsan öyleyimdir. Gidelim mi?”

“Gidelim,” diye onayladı Göksel. “Ne taraftan?”

“Beni takip et.”

İkili yan yana sahil boyunca yürümeye başladı. İş çıkışı olduğu için etraf kalabalıktı. Bu kalabalıkta Gökhan’ı kaybetmek istemeyen Göksel genç adama yaklaştı, bunu fark eden Gökhan’sa gülümsedi.

“İş yerin nerede?” diye sordu Göksel.

“İçeride,” dedi Gökhan ileriyi işaret ederek. “Şu labirentin içinde bir yerde.”

“Yakınmış.”

“Söylemiştim.”

“Evin de bu taraflarda mı?”

“Hayır, Merdivenköy’de oturuyorum. Daha içeride, Göztepe’ye yakın.”

“Orası uzakmış.”

“Evet ama seviyorum, güzel yer.”

“Hiç bulunmadım.”

“Normal. Yaşamadığın sürece yolunun düşeceği bir yer değil.”

Sahil yolundan içeri giren gençler caddede yürümeye devam ederken Göksel’in telefonu çalmaya başladı.

“Affedersin,” dedi telefonunu çantasından çıkarırken. Gökhan ona anlayışla baktığında aramayı yanıtladı. Arayan annesiydi. “Efendim?”

“Ne yaptın güzelim?” dedi telefonun ucundaki Güzin.

“Kadıköy’deyim,” diye cevap verdi Göksel. “Restorana gidiyoruz şimdi.”

“Seni iskelede karşıladı değil mi?”

“Evet.”

“Her şey yolunda mı?”

“Evet, merak etme. Sen ne yapıyorsun?”

“Eve geldim şimdi de seni bir arayayım dedim.”

“Babam da geldi mi?”

“Hayır, henüz gelmedi.”

“Tamam. O zaman ben kapatayım şimdi.”

“Arada mesaj yazarak durum güncellemesi yap, aklımız sende kalmasın.”

“Yaparım. Öpüyorum seni, görüşürüz.”

“Görüşürüz bebeğim, kendine dikkat et. Ha unutmadan iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülerek. “Görüşürüz.”

Genç kadın aramayı sonlandırıp telefonunu yeniden çantasına koydu. Gökhan ona yan gözle bakıp tekrardan önüne döndü. Birkaç dakika boyunca hiç konuşmadan yürüdüler. Göksel genelde etrafı inceleyip arada Gökhan’a kaçamak bakışlar attı, yere bakarak yürüyen Gökhan da Göksel’e kıyasla genç kadına daha çok baktı. Güneşin parlak ışıkları altında saçları altın gibi parlayan Göksel’den gözlerini alması sandığından daha zordu.

“Karşıya geçeceğiz,” dedi Gökhan. “Bu caddenin sonunda.”

Yolun karşısına geçen ikili cadde boyunca yürümeye devam ettiler. Şimdi yerleri değişmişti; Göksel solda, Gökhan da sağdaydı.

“Bu tarafa hiç gelmedim sanırım,” dedi Göksel. “Güzel yerlermiş.”

“Kadıköy’de gidecek çok yer var,” dedi Gökhan ona bakarak. “Bugün bir tanesini daha aradan çıkarıyorsun.”

“Sayende.”

“Kadıköy’e geldiğinde nerelerde takılıyorsun genelde?”

“Çoğunlukla Caferağa, Moda ve Caddebostan’da zaman geçiriyorum. Çoğu kişi gibi.”

“Moda çok güzel.”

“Bence de, Kadıköy’de en sevdiğim yerlerden biri.”

“Bir ortak noktamız daha varmış,” dedi Gökhan anlamlı bir bakışla. “Bir gün oraya da gideriz belki.”

“Neden olmasın?” dedi Göksel. “Sahilde oturup bir şeyler yiyip içer, sohbet ederiz.”

Gökhan daha ilk buluşmanın ilk dakikalarından geleceğe yönelik bir plan yaptığı için bunu çekinerek söylemişti fakat Göksel’in verdiği bu cevap onu hem rahatlattı hem de sevindirdi. Bu plana olumlu baktığına göre kendisi hakkında da olumlu izlenimleri vardı. En azından o böyle umdu çünkü kendisi Göksel hakkında son derece olumlu izlenimlere sahipti.

“Moda da bunun için biçilmiş kaftan, özellikle de yaz akşamlarında.”

“Biliyorum.”

Az önceki sessizliğin yarattığı gerginlik kırılmıştı ve iki genç de yolun kalanını daha rahat yürüdü.

“İşte geldik,” dedi Gökhan dış cephesi siyah ve beyaz boyalı restoranın önüne vardıklarında. “Burası. Hadi girelim.”

Göksel restoranın tasarımını beğendiğini gösteren bir ifade takınarak girişine ilerledi. Gökhan durup ona öncelik verdiğinde genç adama bir gülümseme yollayarak restoranın kapısından içeri girdi. Restoran tıpkı fotoğraflarda gördüğü gibiydi: Orta büyüklükteki restoran açık renklerle döşenmişti, masaların arasında garsonların rahatça hareket edebileceği kadar mesafe vardı, içerisi çok güzel aydınlatılmıştı ve çeşitli köşelere koyulan aynalarla içeriye daha geniş illüzyonu verilmişti.

“Hoş geldiniz,” dedi onları karşılayan bir garson.

“Hoş bulduk,” dedi Gökhan. “Bu sabah arayıp Gökhan Uygur adına bir rezervasyon yaptırmıştım.”

Genç garson elindeki kâğıda göz gezdirdikten sonra cam kenarındaki üçüncü masayı işaret etti. “Böyle buyurun,” dedi. “Ben de menülerinizi getireyim.”

“Teşekkür ederiz.”

Göksel önde, Gökhan arkada cam kenarındaki masaya ilerlediler. Masada dört sandalye vardı, cam kenarındaki sandalyelere karşılıklı oturdular. Göksel eteğini düzelttikten sonra çantasını çıkarıp yan sandalyeye bıraktı.

“Cici bir yere benziyor,” diye bir yorumda bulundu. “Mütevazı bir havası var.”

“Öyle,” dedi Gökhan restorana kısa bir bakış atarak. “Seviyorum burayı.”

Garson masaya gelip elindeki iki menüyü gençlerin önüne bıraktığında ikisi de menüyü açıp incelemeye başladı. Bu kadar çok seçenek olmasını beklemeyen Göksel şaşırarak sayfaları çevirdi. Ne yiyebileceğine dair en ufak bir fikri bile yoktu, Gökhan’dan tavsiye istemeye karar verdi.

“Tavsiye edebileceğin bir yemek var mı?” diye sordu.

Gökhan menüden başını kaldırıp ona baktı. “Burada yediğim her şeyden memnun kaldım,” dedi. “Ama favorim biftekleri. Izgarada pişiriyorlar, yanında da pilav ve salatayla servis ediyorlar. Tek kelimeyle enfes.”

Göksel onun dediği yemeği buldu. Yanına iştah kabartan bir görsel koymuşlardı.

“Görseldeki kadar lezzetli,” diye ekledi Gökhan. “Biftek seviyorsan deneyebilirsin.”

“Severim,” deyip ona baktı Göksel. “Senin önerine güvenip biftek sipariş edeceğim.”

“Pişman olmayacağının garantisini veriyorum. Ben de tavuk sote söyleyeceğim, sen geçen gün yaptığını söylediğinden beri canım çekiyor.”

Göksel şaşırarak, “Canının bu kadar çekeceğini bilseydim söylemezdim,” dedi. “Kötü hissettim bak şimdi.”

“Daha ilk andan seni kötü hissettirdiğimi söylersen asıl ben kötü hissederim Gök.”

“Tamam, lafımı geri alıyorum. Ben biftek söyleyeyim, sen de tavuk sote söyle ve afiyetle yiyelim.”

“İşte bu çok daha güzel bir cümle.”

Garsona siparişlerini verdiler, içecek olarak da sadece su istediler.

“Günün nasıldı?” diye sordu Gökhan. “Neler yaptın?”

“Öğlene kadar uyudum,” diye söze girdi Göksel. “Bu sıralar gece geç saatlere kadar bir şeyler izleyip okuduğum için güne de geç başlıyorum. Kendime güzel bir kahvaltı hazırlayıp karnımı doyurdum, sonra da hazırlanmaya başladım ve işte buradayım. Benimki bu kadar, anlatacak kayda değer şeyler yok. Senin günün nasıldı?”

“Ben de tüm gün işteydim,” dedi Gökhan omuz silkerek. “Müşterilerle ilgilen, enstrümanları gösterip bilgi ver, onları uğurla, enstrümanları yerleştir ve etrafı toparla döngüsü devam etti. Bugün sakindi neyse ki, çok yorulmadım.”

“Seviyor musun işini? Bir yandan okula devam edip bir yandan da çalışmak zor oluyordur.”

“İşimin müzikle iç içe olmasını seviyorum,” diye cevap verdi Gökhan. “Eğer bir müzik mağazasında çalışmasaydım bu işi tiksinerek yapardım muhtemelen ama danışmanlığını yaptığım şey enstrümanlar olduğu için keyif alıyorum. Hem okumak hem de çalışmak elbette zor fakat geçinmek için tek çarem bu. Herkes gibi karşılamak zorunda olduğum bir ton gider var ve hepsini tek başıma karşılıyorum.”

Göksel kaşlarını kaldırdı. Aklından geçen bir sürü düşünce ve dilinin ucuna kadar gelen sorular vardı fakat bunları sormanın haddi olmadığına inandığı için hiçbirini dile getirmedi.

“Üstelik İstanbul gibi yerde,” diye cevap verdi. “Her şey diğer şehirlere oranla birkaç kat daha pahalı.”

“Ne yazık ki ama şikâyet etmiyorum. Kimse olmak istediği yere elini kolunu sağlayarak ulaşamıyor, oraya kazık çakıp duramıyor da; o yere ulaşmak da o yerde kalabilmek de zor ve ben bunu başardığımı düşünüyorum.”

“Şu an burada olduğuna göre başarmışsın demektir ve bu gurur duyulacak bir şey.”

Gökhan başını yere eğip gülümsediğinde Göksel bu gülümsemedeki hüznü fark etti.

“Teşekkür ederim Gök,” dedi yeniden onun mavi gözlerine bakarak.

Onlarla ilgilenen garson elinde bir şişe su ve iki bardakla masaya geldi. Elindekileri ikisinin oturmadığı tarafa bıraktı.

“Başka bir isteğiniz var mı?” diye sordu.

Gökhan Göksel’e baktığında genç kadın başını iki yana salladı.

“Şimdilik yok,” dedi Gökhan garsona. “Teşekkür ederiz.”

İkili masada yeniden yalnız kaldığında Göksel su şişesine uzandı. Gökhan’a sorup onun da istediğini duyunca iki bardağa da su doldurdu. Gökhan sağ eliyle bardağa uzandığı esnada Göksel onun bileğindeki dövmeyi net olarak görebildi. Dövmede Latince olduğunu düşündüğü bir cümle yazıyordu.

“Dövmen çok güzel,” dedi genç adamın gözlerine bakarak. “Anlamı ne?”

Gökhan sudan küçük bir yudum içip bardağı masaya bıraktıktan sonra elini kaldırıp dövmeyi ikisinin de görebileceği şekilde tuttu. “Müzik ruhun gıdasıdır yazıyor,” diye açıkladı. “Latince.”

Göksel kaşlarını memnun bir ifadeyle kaldırdı. “Vay,” dedi sesli harfi biraz uzatarak. “Gerçekten çok güzelmiş, güzel düşünmüşsün.”

“Teşekkür ederim. Ben de seviyorum, anlamı çok büyük.”

“Tahmin edebiliyorum,” dedikten sonra onun sol pazısındaki dövmeyi işaret etti. “Bu dövmenin de tasarımını çok beğendim. Fikir sana mı ait?”

Gökhan sol pazısındaki dövmesine bakarken gülümsedi. “Dövme sanatçısı arkadaşıma gitar dövmesi yaptırmak istediğimi söyledim,” dedi o günü hatırlayarak. “Benim aklımda sade bir dövme fikri vardı fakat arkadaşım gitarın etrafına nota portresi çizme fikrini öne sürdü. Fikri beğendim, onun çizdiği tasarımı gördüğümde de hemen ertesi gün soluğu stüdyosunda aldım ve bu dövmeyi yaptırdım. Fikir de tasarım da arkadaşıma ait.”

“İşinde iyi bir dövme sanatçısına benziyor. Çizimleri çok güzel, tasarım fikirleri de yaratıcıymış.”

“Öyledir. Tüm dövmelerimi ona yaptırdım, bundan sonrakileri de ona yaptırmayı düşünüyorum.”

“Boynunda,” dedi Göksel eliyle kendi boynuna dokunarak. “Orada da bir dövme olduğunu fark ettim.”

Gökhan başını sola çevirirken parmaklarıyla da dövmesine dokundu. Dövmesinin nerede olduğunu aramadı, parmakları direkt olarak dövmeyi buldu. Kulağının hemen altında küçük bir sol anahtarı vardı, oldukça sadeydi ve zarif görünüyordu.

“Boynunun sol tarafında bir sol anahtarı,” diye konuştu Göksel. “Ayrıca şah damarının yanında. Hayati bir bölgede tüm hayatını temsil eden bir sembolü taşıyorsun. Çok ince düşünmüşsün.”

Göksel’in bu sözleri Gökhan’ı şaşkına çevirdi. Genç adam etkilenmiş bakışlarla karşısında oturan genç kadına baktı. Göksel söylediği her şeyde haklıydı, Gökhan dövmeyi yaptırırken tüm bunlara dikkat etmişti. Genç kadının bunu anlaması onda bir hayranlık uyandırdı.

“Gerçekten öyle,” dedi. Hayranlığı sesinden anlaşılıyordu. “Ayrıca sol anahtarı tiz sesleri gösterir ve benim de tiz bir sesim var.”

“Bunu bilmiyordum. Dövme şimdi daha anlamlı oldu.”

Gökhan dudağını dişledi. “Derin birisin Göksel, çok da dikkatlisin ve ben bunu sevdim.”

İkili arasında sessiz, uzun ve derin bir bakışma geçti. Gözler kalbin aynasıydı, onların gözleri de kalplerinden geçenleri yansıtıyordu. Gökhan karşısında oturan kadına hayranlıkla bakıyor, onun her yönden ilgi çekici biri olduğunu düşünüyor ve onu daha yakından tanımak için sabırsızlanıyordu; Göksel karşısında oturan adama ilgiyle bakıyor, onun derinlerine daldıkça merakı artıyor ve çok daha fazlasını öğrenmek istiyordu.

“Senin dövmen var mı?” diye sordu Gökhan. “Ya da yaptırmayı düşünüyor musun?”

“Henüz yok,” diye cevap verdi Göksel. Onun gözlerinin içine uzun uzun bakmak onu utandırmamış, aksine onunla daha çok konuşmak istemesine neden olmuştu. “Ama yaptırmayı düşünüyorum. Cesaretimi toplayabilirsem ve iyi bir dövmeci bulursam yaptırmak isterim.”

“Ne yaptırmayı düşünüyorsun?”

“Bir fotoğraf makinesi yaptırmak isterdim. Benim için anlamı çok büyük bir alet ve vücudumda taşımak hoş olurdu.”

Gökhan gülümseyerek, “Sormam hataydı,” dedi. “Elbette bir fotoğraf makinesi dövmesi yaptırmak istersin. Nasıl bir dövme olacağını ve nerede taşımak isteyeceğini hiç düşündün mü?”

“Pek sayılmaz ama kolumun arka tarafı olabilir diye düşünüyorum. Özellikle makine başında çekim yaparken güzel görünebilir.”

“Dövme yaptırma konusunda çok kararlı mısın?”

“Dediğim gibi isterim ama henüz cesaret edemiyorum.”

Gökhan dirseklerini masaya yerleştirip üst gövdesiyle birlikte başını da Göksel’e yaklaştırdı. “Peki seni cesaretlendirsem nasıl olur?” diye sordu. “Çok iyi bir dövme sanatçısını da tanıyorum.”

“Senin dövmelerini yapan arkadaşın mı?”

“Ta kendisi. Seni onunla tanıştırabilirim, karşında gerçek bir profesyonel bulunca içinin rahatlayacağından eminim.”

Göksel karşısındaki geniş omuzlarla kaslı kollara değil de Gökhan’ın yüzüne bakmak için çaba sarf ediyordu. Genç adamın pazılarının bu kadar şiş olduğunu daha önce fark etmemişti. Gitar çalmak bu kadar kas yapar mı yoksa iyi bir kol rutini mi var, diye düşündü.

“Olabilir,” dedi yavaşça. “Bunun üzerinde biraz düşüneyim.”

“Düşün bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Dövme sanatçısı hakkında endişelenme, arkadaşıma gidebiliriz ve ortaya muhteşem bir eser çıkaracağının garantisini veriyorum. Acıma konusunda da çekiniyorsan gayet dayanılabilir bir acı olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Mesela bir kadın arkadaşım ağda ve epilasyondan sonra dövme acısının hiçbir şey olduğunu söylemişti.”

“Evet, düşününce kadınlar olarak deri üstündeki acılara çok alışkınız. Mantıklıymış bak, düşününce hak verdim.”

“Gördün mü? Seni cesaretlendireceğimi söylemiştim.”

“Bu konuda başarılı olacak gibisin.”

“Aksi mümkün değil.”

İkili gülüştü. İkisi de buraya gelmeden önce bu randevunun kötü geçme ihtimalini düşünmüştü; karşı taraf ya da kendileri bir şeyden memnun olmayıp bunu belli edebilirdi, suspus oturabilirlerdi hatta biri saçma bir bahane ileri sürüp çabucak gidebilirdi fakat buluşmanın ilk dakikalarında olmalarına rağmen her şey iyi gidiyordu ve ikisi de keyifli hissediyordu. İlk dakikalar ve izlenimler kritik bir öneme sahipti ve ikisi de kritik anları geçtiğinin farkındaydı. Bu, güzel bir ilk randevu oluyordu.

“Benim de merak ettiğim iki konu var,” dedi Gökhan.

“Nedir?” diye sordu Göksel.

“Saçların,” dedi Gökhan gözleriyle genç kadının saçlarını işaret ederek. “Rengi ve şekli doğal mı?”

Saçları Göksel’in en çok soru aldığı konuydu, neredeyse tanıştığı herkes bu konuda ona soru sormuştu; dolayısıyla genç kadın bu soruya alışkındı. İçinde yaşadığı toplumda sarışınlar azınlıkta olduğu için sarı saçlarının dikkat çektiğini biliyordu, üstelik saçlarının çok hoş dalgaları vardı ve bu da ekstra olarak dikkat çekiyordu.

“İşte o milyonluk soru,” dedi işi şakaya vurarak. “Evet, rengi de şekli de doğal.”

İlk cümlesi Gökhan’ı güldürdü. “Merak etmemek elde değil,” dedi genç adam. “Doğal sarışın olduğun belli oluyor aslında ama emin olmak istedim. Saçların gerçekten çok hoş, hem renk hem de şekil olarak.”

“Teşekkür ederim.”

“Ailende de birileri sarışın olmalı.”

“Tüm aile sarışın ya da kumralız. Hem anne hem de baba tarafından atalarım Balkan göçmeni, dolayısıyla açık ten ve sarı saç genleri çok baskın. Annem de benim gibi sarışın mavi gözlü, babam kumral mavi gözlü; ağabeyim bizim kadar açık sarı değil ama babam kadar kumral da değil, koyu sarı saçlarıyla ışığa göre değişen mavi-yeşil gözleri var. Aile boyu böyleyiz yani.”

“Balkan göçmeni misiniz? Şimdi anlaşıldı. Malum Anadolu insanı genelde benim gibi koyu renk saçlı ve gözlü oluyor, senin gibilerde illa bir göçmenlik oluyor.”

“Evet, haklısın.”

“Seviyor musun sarışın olmayı? Çok dikkat çekiyor, rahatsız edici oluyor mu?”

“Yani,” dedi Göksel başını biraz yana eğerek. “Sarışın olmayı seviyorum ve dediğin gibi dikkat çekiyor ama her zaman iyi anlamda olmuyor. Benden hoşlanmayan insanların hakkımda, ‘Aptal sarışın!’ dediği sayısız anım var, ısrarla saçlarımın boya ve gözlerimin lens olduğunu iddia eden kişiler de oldu. Özellikle ilköğretim ve lise zamanlarında dış görünüşüm yüzünden beni ötekileştirmeye çalışan, dışlayan, zorbalık yapan birkaç kişi oldu. İlkokuldayken saçlarım beyaza yakın bir sarıydı; albino olduğumu söyleyip bununla dalga geçen, daha ileri gidip ailemin saçlarımı bu renge boyadığını savunan sınıf arkadaşlarım vardı. Akran zorbalığı çoğu çocuğun başına gelen korkunç bir şey ama ailem ve öğretmenler araya girince bu durumun önüne geçebildik. Bunları ilk duyduğum zaman çok üzülmüştüm, anneme gidip, ‘Ben albino muyum?’ diye sorduğumu anımsıyorum, albinonun ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile olmadan. Benim için zordu ama ailemin varlığıyla atlattım. Büyüdükçe tüm bunların kıskançlık sonucu yapıldığını da anladım ve hiç takmadım. Bazen saçma sapan fısıltılar duymaya devam ediyorum ama sadece gülümsüyorum. Sarışın olmaktan mutluyum.”

Göksel’in geçmişinden ve kendisine yapılan zorbalıktan bahsetmesi Gökhan’ı şaşırttı. Bunu anlatmayı tercih etmeyebilirdi, sonuçta hassas bir konuydu fakat bu kötü tecrübesinden cesurca bahsetti. Göksel’in yaşadığı bu kötü şeyleri geride bıraktığı, aştığı ve artık insanların söylediklerini umursamadığı belliydi ve belki de bu umursamazlık genç kadına rahatça anlatma imkânı veriyordu. Gökhan onun tüm bunları kendisiyle paylaşmasından memnun oldu. Birine geçmişinden bahsetmek, özellikle de kötü bir geçmişten bahsetmek, ona duyulan yakınlığın bir göstergesiydi.

“Bunları yaşamış olman çok üzücü,” dedi Gökhan saniyeler sonra. “Bazı çocuklar gerçekten çok zalim oluyor çünkü ebeveynlerinden böyle görüyor. Ailesinden gördüğü psikolojik ve fiziksel şiddetin acısını okulda zayıf ve farklı gördükleri kişilerden çıkarıyorlar. Senin de dediğin gibi işin içinde kıskançlık da olunca zorbalıkları akıl almaz boyutlara ulaşabiliyor.”

“Çok haklısın. Ailem sürekli okuluma gelip öğretmenlerimle görüştüğü için bana ‘ana kuzusu’ da diyorlardı. Onların ailesinin bir kere bile okula geldiğini görmedim.”

“Onlar sevgisiz büyüyordu, senin sevgi dolu büyümene katlanamadılar.”

“Üzücü. O zamanlar onlardan nefret ettiğimi hatırlıyorum ama şimdi sadece üzgün hissediyorum onlar için. Umarım gerçekleri onlar da fark edip değişmiş ve daha iyi insanlar olmuşlardır.”

“Hiç sanmıyorum ama umarım değişmişlerdir. Senin bunları aştığın belli ama kim bilir kaç kişide kapanmayacak yaralar açtılar ya da baktıklarında hüzünlendikleri yara izleri bıraktılar?”

“Zorbalığın yara izini ben de taşıyorum aslında,” dedi Göksel. Bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırırken gülümsedi. “Belli belirsiz bir yara izi. Küçük bir kız çocuğunun kâbusundan geriye kalan bir hatıra ama ben o küçük kız çocuğuna sarılıp saçlarını okşadım ve ona hepsinin geride kaldığını, onların dediklerinin hiçbirinin gerçek olmadığını söyledim.”

Gökhan’ın yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. “O küçük kız çocuğunun seninle gurur duyduğuna eminim,” dedi saf inançtan oluşan bir sesle. “Bir köşeden seni izlemeye devam edecek ve bu onun söndürülmeye çalışılan ışığını parlatmayı sürdürecek.”

“Asıl ben onunla gurur duyuyorum. O bu kadar güçlü olmasaydı ben de olamazdım.”

“Kesinlikle gurur duyulmayı hak eden bir çocuk, sen de öylesin.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel ona şirin bir gülümseme gönderdiğinde Gökhan da ona aynı şekilde karşılık verdi. Bir süre sonra siparişleri geldi. Nefis kokuların yükseldiği tabaklar sahiplerinin önüne koyuldu. İkiliye başka bir istekleri olup olmadığını soran garson olumsuz yanıt alınca onlara, “Afiyet olsun,” diyerek masadan uzaklaştı.

“Leziz görünüyor,” dedi Göksel. “Hemen tadına bakacağım.”

“Afiyet olsun,” diye cevap verdi Gökhan. “Ben de tavuk soteyi deneyeceğim.”

Göksel bıçakla bir parça kestiği bifteğin tadına baktığında beğendiğini gösteren bir ses çıkardı. O esnada ucunda tavuk parçasının olduğu çatalı ağzına yaklaştıran Gökhan gözlerini kaldırarak genç kadına baktı. Onun kendisine baktığını fark eden Göksel utanarak ağzındaki lokmayı hemen yuttu.

“Tadı gerçekten güzelmiş,” dedi tebessüm ederek. “Öneri için teşekkürler.”

“Onu sesinden anladım,” diye mırıldandı Gökhan. Ardından yüksek sesle devam etti: “Rica ederim, afiyet olsun.”

Bir süre sessizce yemeklerini yediler. Öğlen yemeğini saatler önce yiyen Gökhan acıkmıştı, kahvaltıyla duran Göksel de kurt gibi açtı ve ikisi de karnını doyurmaya odaklandı.

“Sen yemeğini sevdin mi?” diye sordu Göksel dakikalar sonra.

“Evet,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Çok lezzetli. İstersen tadına bakabilirsin.”

“Sana afiyet olsun, teşekkür ederim.”

“Bence tadına bakmalısın. Seninkinden lezzetli olup olmadığını merak ettim.”

“Bunu aşçılar yapıyor, elbette benimkinden lezzetlidir.”

“Deneyip karar ver bence.”

“Peki,” dedi Göksel. “Küçücük bir parça yiyeceğim.”

Gökhan’ın tabağının köşesindeki bir parça tavuğa çatalını batırıp ağzına attı ve çiğnemeye başladı. Gökhan kendisini izliyordu, bu onu utandırsa da bakışlarını genç adamın gözlerinden ayırmadı.

“Nasıl?” diye sordu Gökhan.

“Leziz,” dedi lokmasını yutan Göksel. “Benimki bunun yanından bile geçemez. Sen de biftek ister misin?”

“Hayır, teşekkür ederim.”

Yine sessizce yemek yedikleri uzun dakikalar geçti. İkisi de karşı tarafa yakalanmadan birbirine kaçamak bakışlar attı. Beraber sohbet etmeyi sevmişlerdi ama beraber sessiz kalmak da garip bir şekilde hoşlarına gitmişti.

Göksel tabağındaki salatanın son parçalarını yerken yemeğini bitiren Gökhan kendisine bir bardak su doldurdu.

“Sana da doldurayım mı?” diye sordu.

“Olur,” dedi Göksel. “Sağ ol.”

Gökhan Göksel’in bardağını da doldurdu.

“Doydun mu?” dedi Gökhan.

“Doydum,” dedi Göksel başını sallayarak. “Sen?”

“Ben de doydum. O zaman iki Türk kahvesi söyleyeceğim, ben ısmarlıyorum.”

“İlla bir şey ısmarlayacaksın yani? Tamam, öyle olsun.”

“Kahveni nasıl içersin?” diye sordu Gökhan garsona seslenmeden önce.

“Orta.”

Saniyeler sonra onların masasına gelen garson iki orta Türk kahvesi siparişini alıp boşları topladı.

“Videodan ne haber?” dedi Gökhan masada tekrar yalnız kaldıklarında. “İstediğin etkileşimi aldın mı?”

“Beklediğimden de fazlasını aldım,” diye cevapladı Göksel. “Dokuz yüze yakın beğeni ve onlarca yorum geldi. Paylaştığım ilk videoda bu kadar güzel geri dönüş almak çok iyi hissettirdi.”

“Tebrik ederim, tüm bu etkileşimi hatta daha fazlasını hak eden muhteşem bir videoydu. Arkadaşlarından da geri dönüşler almışsındır herhâlde?”

“Çok teşekkür ederim ve evet, yakın arkadaşlarımdan güzel geri dönüşler aldım. Özellikle bölümden arkadaşlarımdan aldığım yorumlar ekstra mutlu etti. Neticede bu alanda uzman kişiler ve videoyu bir uzmanın gözünden izlediler.”

“Yaptığın iş hakkında o alanda bilgili birinin övgü dolu konuşması gerçekten de güzel bir his.”

“Senin de buna benzer tecrübelerin var o hâlde?”

“Evet, var. Üzerinde çalıştığım bestelerimle şarkılarımın bir kısmını ev arkadaşım Yağız’a dinletiyorum ve ondan aldığım güzel geri dönüşler hem iyi hissettiriyor hem de daha iyisini yapmam için motive ediyor. Bana eserlerim hakkında teknik bilgiler de verip neleri değiştirebileceğim söylüyor, bu da ufkumun açılmasında önemli bir rol oynuyor.”

“Aynısını yaşıyorum,” dedi Göksel şaşırarak. “Bölümden arkadaşlarım fotoğraf ve videolarım hakkında teknik yorumlar yapıyor ve bu yorumları neleri daha farklı ve iyi yapabileceğim konusunda ufkumu açıyor. Dıştan bir gözün bakması, üstelik uzman bir gözün, çok şeyi değiştiriyor.”

“Kesinlikle.”

“Sen eserlerini yalnızca Yağız’a mı dinletiyorsun?”

“Şimdilik evet. Zaten aynı evde yaşadığımız için çalıp söylerken duyuyor, anlık olarak yorumlarını duyma şansım oluyor. Yağız müzik konusunda çok yetenekli ve donanımlı biri; o da benim gibi gitar çalıyor ve hem gitar hem de müzik konusunda sahip olduğu bilgi birikiminin farkındayım.”

“O da mı gitar çalıyor? Ne kadar çok ortak noktanız varmış.”

“Evet,” dedi Gökhan gülümseyerek. Bu durumdan memnun olduğunu hiç gizlemiyordu. “Çok iyi gitar çalıyor, bateride de kendisini geliştirmeye devam ediyor ve harika bir yüksek bariton. Onun da kendisine ait eserleri var.”

“Senin gibi çok yönlüymüş desene.”

“Ve senin gibi.”

Gökhan’ın bu ani cümlesi Göksel’i şaşırttı. Genç kadının dudakları yukarı kıvrıldığında Gökhan da tebessüm etti ve ikili aynı anda genişçe gülümsedi.

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Seninle konuşurken bu sözü inanılmaz fazla kullanıyorum.”

“Günlük hayatında da sıkça kullandığını sanıyorum,” diye karşılık verdi Gökhan. “Çok kibar birisin, nezaket sahibisin.”

“Kabalığın popülerleştiği günümüz dünyasında nezaket nadir rastlanır hâle geldi ama ben onu korumaya devam edeceğim.”

“Haklısın. Günümüzde kaba olmak marifet sayılıyor, kibar insanlar salak yerine koyuluyor.”

“Pek çok kez yaşadım, yaşamaya da devam edeceğim ama onlar gibi olmaktan iyidir diye düşünüyorum.”

“Elbette iyidir. Bu özelliğini seviyorum Gök, seni ilk gördüğümde kibar biri olduğunu anlamıştım ve yanılmadığımı görmek güzel.”

“Neler hissettiğin ve düşündüğün konusunda çok açıksın.”

“Biliyorum. Bu durum seni rahatsız ediyor mu?”

“Hayır,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Ben de senin bu özelliğini sevdim.”

Gökhan başını eğip güldüğünde gözleri kısıldı, çevresi kırıştı ve elmacık kemikleri belirginleşti. Gülmek bir insana en çok yakışan şeydi ve Gökhan’ın gülüşünde hem çekicilik hem de çocuksu bir sevimlilik vardı.

“Bunu duyduğuma çok sevindim,” dedi Gökhan yeniden Göksel’e baktığında. Genç kadını gülümseyerek kendisini izlerken bulunca ifadesi durgunlaştı. Göksel’in iri mavi gözlerinde yumuşak bir ifade vardı, pembe dudakları hoş bir gülümsemeyle süslenmişti ve baş döndürecek kadar güzel görünüyordu. Gökhan hızlıca çarpan kalbinin baskısını göğsünde hissedince derin bir nefes alma ihtiyacı duydu.

En son ne zaman birine bakarken kalbi böyle küt küt atmıştı?

Uzun zaman önceydi. Yıllar önce. Lise aşkının yanında bu kadar heyecanlandığını, kalbinin göğsünden fırlayıp çıkacakmış gibi attığını hatırlıyordu. Ergenliğin getirdiği o deli doluluk ve hayata dair hiçbir kaygısının olmadığı o günlerdeki vurdumduymazlığı ona duygularını en yoğun hâliyle yaşatmıştı. Şimdiyse hayatın gerçekleriyle tanışmış ve yaşam telaşında koşuşturan bir yetişkin olarak aynı heyecanı yeniden hissediyordu ve bu öncekinden çok daha kuvvetliydi. Artık bir çocuk değildi, kendi ayakları üstünde duran bir yetişkindi ama bu heyecanın ayaklarını yerden kestiğini hissetti.

“Burayı ne zaman keşfettin?” diye sordu Göksel konuyu değiştirerek. “Güzel bir yermiş, sevdim.”

“Birinci sınıfın bahar döneminde keşfettim sanırım,” dedi Gökhan düşünceli bir sesle. “Kadıköy’ü yeni yeni öğrendiğim zamanlardı. Görünüşünü beğendiğim mekânlara girip bir şeyler sipariş ederdim ve mekânı, müşterileri, çalışanları incelerdim. Bazı yerleri çok sevdim, bazılarından nefret ettim ve aylarca süren bu deneme yanılma maceralarıyla ara sıra gelip vakit geçirdiğim mekânları buldum. Burayı da seviyorum, bazen arkadaşlarımla ya da tek başıma bir şeyler yiyip içmeye geliyorum.”

“Çok iyi yapmışsın. Kadıköy’de adımbaşı işletmeler var fakat kendine uyan düzgün bir yer bulmak çok zor, işin içine fiyat ve lezzet de girince seçenekler iyiden iyiye azalıyor. Burayı iyi keşfetmişsin, hem mekân hem de konumu güzel.”

“Kadıköy benden sorulur.”

“O kadar diyorsun.”

“Evet, bu konuda mütevazı olamayacağım. Buraları avucumun içi gibi bilirim. Nerede ne yapılır, nereye gidilir, ne yiyip içilir; iyi bilirim.”

“Üniversite öncesi hiç Kadıköy’de bulunmuş muydun?”

“Evet, ailemle birkaç kez İstanbul’a gelip Kadıköy’ü de gezmiştik ama çok üstünkörü bir geziydi. Bir restoranda babamın üstleriyle akşam yemeği yemiş, sonra Moda’da oturmuştuk. 13 yaşındaydım ve bulunduğumuz küçük şehirlerden sonra Kadıköy’ün büyüklüğünün ve kalabalığının nasıl başımı döndürdüğünü şimdi bile hatırlıyorum.”

“Çok normal. Ailen şimdi ne yapıyor? Ankara’da olduklarını söylemiştin, ufukta bir ziyaret var mı?”

Gökhan’ın suratı asılırken genç adam bir anlığına camdan dışarı baktı. Onun ifadesindeki bu değişimi fark eden Göksel’in de yüz ifadesi değişti. Bazı şeylerden şüphelense de bunu mesajlaşırken anlayamamıştı fakat Gökhan şimdi kanlı canlı karşısında otururken verdiği bu tepki şüphelerinin altının boş olmadığını ona gösterdi.

“Ailemle görüşmüyorum,” dedi Gökhan yeniden ona baktığında. “Uzun zaman önce konuştuğum kuzenim Ankara’ya taşındıklarından ve babamın yarbaylığa terfi ettiğinden bahsetmişti. Tek bildiğim bunlar.”

Duydukları karşısında şaşıran Göksel konuşmadan önce bir süre bekledi. Bu çok hassas bir konuydu ve kelimelerini özenle seçmesi gerekiyordu fakat sorun şuydu ki ne söyleyeceğini bilmiyordu. Bu durumda bir şey söyleneceğinden bile şüpheliydi.

“Anladım,” dedi saniyeler sonra. “Bilmeden bir yaraya dokunup acıttıysam özür dilerim.”

“Hayır, elbette hayır,” dedi Gökhan başını hızla iki yana sallayarak. “Birbirimizi yeni yeni tanıyoruz, sorular sormamız en doğal şey. Bu meseleyi de ardımda bıraktım, önüme bakıyorum; hayat devam ediyor.”

“Haklısın, ne olursa olsun hayat devam ediyor. Peki onlarla görüşmeme sebebin ne? İstemiyorsan cevap vermeyebilirsin.”

Gökhan kollarını önünde bağlayıp, dirseklerini masaya yaslarken yeniden camdan dışarı baktı. “Konservatuvar okumamı istemiyorlardı,” deyip Göksel’e döndü. “Onların isteklerini yerine getirmektense kendi hayallerimin peşinden gitmeyi tercih ettim.”

Göksel o konuşmayı tekrar hatırladı.

“Genel olarak sanat alanında eğitim veren üniversite sayısı ve kontenjanları az,” dedi Gökhan, bu durumun canını sıktığını belli eden bir ifadeyle. “İnsanımız sanatı hor gördüğü, çocukları da bu alanda eğitim almasın istediği için maalesef bu alanlara talep çok az oluyor.”

“Çok haklısınız. Yeni nesille beraber bu durumun düzeleceğini umuyorum. Gençler arasında sanata ilgi duyan fazlasıyla kişi var ve bir şekilde ailelerine bunu kabul ettirenlerin sayısı da zamanla artacaktır diye düşünüyorum, böyle olmasını da diliyorum.”

O anda Gökhan’ın gözlerinde beliren hüznün nedenini şimdi anlıyordu. Aslında genç adam kendi tecrübelerinden bahsediyordu, kendi ailesinden örnek veriyordu. O anda genç adamın ses tonundan hiçbir şey anlamak mümkün değildi fakat ruhun aynası olan gözlerinin içinde kalp kırıklıklarının ve hüznün yansımasını görmüştü.

“Tepkileri ne oldu peki?” diye sordu Göksel.

“Bilmem,” dedi Gökhan omuz silkerek. “İstanbul’a gelmek için Kütahya’dan ayrıldım ve Kütahya’daki her şeyi, herkesi orada bıraktım.”

Bir daha hiç konuşmadılar, diye düşündü genç kadın. Evden ayrıldı ve arkasına bakmadı.

“Anladım,” dedi Göksel ikinci kez. Gülümsedi. “Seneye konservatuvarı da bitiriyorsun.”

Göksel’in özel hayatına saygı duyarak ayrıntıları sormaması, konunun tat kaçırıcı olduğunu bildiği için hemen konuyu değiştirmesi Gökhan’ı hem rahatlattı hem de memnun etti. Karşısında oturan genç kadına her geçen dakika daha çok çekiliyor, onun olaylara olgun yaklaşımlarını gördükçe ondan daha çok etkileniyordu.

“Öyle umuyorum,” diye cevap verdi. “Son sene de aksilikler çıkmazsa önümüzdeki yaz mezun oluyorum. Konservatuvar mezunu olan diplomalı bir müzisyen olacağım. Bunu düşündükçe, ‘Vay be!’ diyorum.”

Göksel gülerek, “Böyle söyleyince kulağa aşırı havalı geliyor,” dedi. “Konservatuvar mezunu diplomalı müzisyen. Çok iyi.”

“Sen de Fotoğraf ve Video mezunu diplomalı fotoğrafçı ve video grafiker olacaksın.”

“Doğru, haklısın. Bu da kulağa havalı geliyor.”

“Çünkü havalı. Herhangi bir sanat dalında eser vermek için eğitimli olmaktan ziyade bu dallara eğilimli olmak; biraz yetenekli, çokça çalışkan olmak gerekiyor ama eğilimli olduğun dalda eğitimli de olmak ve bunu da diploma gibi bir belgeyle tescillemek ayrı güzel.”

“Katılıyorum. Eğer bu bölümde okumasaydım da fotoğraf ve video çekmeye devam ederdim fakat bu alanda lisans eğitimi almak, işin uzmanları tarafından eğitilmek bana kendi kendime öğrenemeyeceğim ya da çok uzun seneler sonra öğreneceğim şeyleri öğretti. Özellikle teknik olarak çok geliştim.”

“Söylediklerinin altına imzamı atıyorum,” dedi Gökhan hayali bir imza atarak. “Müziği bir okyanus olarak ele alırsak ben yalnızca kıyısını biliyordum, konservatuvarda okumaya başlayınca açıldım ve derinlerini keşfetmeye başladım. Önceden eserlere iyi ya da kötü gözüyle bakardım, şimdiyse onları teknik olarak yorumlayacak donanıma sahibim. Bu kadar geliştiğimi görmek çok sevindiriyor. Üstelik daha bir senem var ve önümüzdeki yaz şu an olduğum konumun da ilerisinde olacağım ve bundan sonra her zaman bir adım ileri gideceğim. Tüm bunları göz önünde bulundurunca konservatuvar okumanın hayatımda verdiğim en iyi karar olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.”

Onu ilgiyle dinleyen Göksel, Gökhan konuşmasını bitirince tebessüm etti. Gökhan’ın müzik hakkında konuşurken gözlerinde yanan ateşi görmekten hoşlanmıştı. Müzik onun en büyük tutkusuydu ve bu her hâlinden anlaşılıyordu.

“Senin adına çok sevindim,” dedi içtenlikle. “İkimizin de çok severek okuduğu bu bölümleri başarıyla bitirip bu alanlarda çok iyi işler çıkaracağından eminim.”

“Ben de öyle.”

Garson onların sipariş ettiği kahveleri getirdi. Kahvelerin yanında bir bardak su ve çikolata ikramı da vardı. İkisi de kahvesini orta istediği için garson beyaz fincandaki bol köpüklü kahveleri rastgele onların önüne bıraktı.

“Güzel görünüyor,” dedi Göksel fincana bakarak. “Teşekkür ederim, kesene bereket.”

“Afiyet olsun,” dedi Gökhan gülümseyerek.

Göksel kahvesinden bir yudum içerken Gökhan da içti. Gökhan daha önce burada kahve içtiği için tadına aşinaydı, ilk kez içen Göksel ise kahveyi beğendi.

“Sevdin mi?” diye sordu Gökhan.

“Sevdim,” diye onayladı Göksel. “Tekrardan teşekkür ederim.”

“Tekrardan afiyet olsun. Şimdiden kırk yıllık hatırımız oldu.”

Bir an afallayan Göksel utangaçça gülümsedi. “Bunun için mi kahve ısmarladın?”

“Olabilir,” dedi Gökhan muzip bir sesle. “Geçen gün mesajlaşırken buzlu kahve içtiğini de söyleyince kahve sevdiğini anladım ve ısmarlamak istedim.”

“Evet, severim.”

“En sevdiğin kahve hangisi? Hadi biraz klişe sorular soralım.”

Göksel kıkırdadı. “Kahveyi çok seviyorum, tek bir favorim yok ama en çok filtre kahve içiyorum; espresso, Türk kahvesi ve kapuçinoyu da seviyorum. Kışın sert kahveleri daha çok tercih ederken yazın yumuşak kahveler hoşuma gidiyor, çoğunlukla da buzlu bir şeyler içiyorum. Dediğim gibi tek bir tane kahve söylemem mümkün değil ama en çok bu dördünü içiyorum. Sen neler seviyorsun?”

“Favorim Türk kahvesi,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. “Sadesini de içerim, aromalı olanları da içerim. Kapuçinoyu ben de severim, senin aksine soğuk kış günlerinde içmekten çok hoşlanıyorum. Bir mekânda cam kenarındaki bir masada otururken arkadaşlarım varsa onlarla sohbet ederek, tek başımaysam dışarıyı izleyerek, özellikle yağan karı ya da yağmuru, sıcak sıcak içmek çok keyif veriyor.”

“Öyle bir ortamda elbette sıcak ve yumuşak kahveler içmek çok keyifli oluyor, ben genel konuştum.”

“Kış geldiğinde yapalım o zaman. Kapuçinosu enfes olan muhteşem bir kahveci biliyorum.”

“Anlaştık.”

Gülüşerek kahvelerinden birer yudum içtiler.

“En sevdiğin müzisyen ve gruplar hangileri?” diye sordu Gökhan. “Ben benimkilerden bahsettim ama sen hiç anlatmadın.”

“Dinlediğim tarzları söyledim ama müzisyenlerden hiç bahsetmedim gerçekten,” dedi Göksel buna şaşırarak. “Yabancılardan favorilerimi hemen söyleyeyim: The Weeknd ve Cigarettes After Sex. Yerli olarak da son zamanlarda popüler olan çoğu grubu severek dinliyorum; Son Feci Bisiklet, Yaşlı Amca, Dolu Kadehi Ters Tut, İkiye On Kala vesaire. Duman, maNga, mor ve ötesi, Pinhani gibi efsane grupları da belirtmem lazım, onları dinleyerek büyüdüm. Çok isim var ama aklıma gelenler bunlar.”

Duydukları karşısında keyiflenen Gökhan önce kahvesinden bir yudum daha içti. “Müzik zevkine hayran kaldığımı itiraf etmeliyim,” dedi onun gözlerinin içine bakarak. “The Weeknd ve Cigarettes After Sex’i dinlemiyorum ama yerli olanların hepsine aşinayım. Ben de saydığın gruplar ve o dönemdeki diğer grupları dinleyerek büyüdüm, bahsetmiştim zaten.”

“Evet, yaşıtımız çoğu kişinin çocukluğunun en popüler isimleriydi.”

“Öyle. Yaşlı Amca’yı da severek dinliyorsun demek.”

“Evet, dönemin en iyi gruplarından olduğunu düşünüyorum. Çok güzel şarkıları var.”

“Favorin hangisi?”

Göksel cevap vermeden önce bir an duraksadı. “Muhtemelen Giderdi Hoşuma.”

Gökhan sırıtmamak için kendini frenleyerek kibarca gülümsedi. “Tuz kokardı şarkılar. Bu cümleyi seçme nedenin anlaşılıyor.”

“O fotoğrafı çekerken bu şarkıyı söylediğin için açıklamaya bu cümleyi yazmıştım. Çok sevdiğim bir cümle ve fotoğrafla da uyumlu olduğunu düşünmüştüm.”

“O şarkıyı mı söylüyordum?” dedi Gökhan şaşırarak. “Bu parçayı çalarken orada durup izlediğini anlamıştım ama fotoğrafta bu parçayı söylediğimi hiç düşünmemiştim. Sanırım şarkıyı tahmin ettiğimden daha çok severek dinleyip çalıyormuşum. Fotoğrafta yüz ifadem çok huzurluydu ve çok sevdiğim parçalardan birini çaldığımı düşünmüştüm.”

Giderdi Hoşuma’yı söylüyordun,” diyen Göksel o akşamı hatırladı. Eğer o akşam kendisine sahnedeki gençle tanışıp bir akşam yemeğine çıkacağı söylenseydi buna asla inanmazdı ama şu an bir restoranda onun karşısında oturuyordu. “İkinci kıta kısmını çalıyordun hatta, nakarattan hemen önceki kısım. İki fotoğrafını çekmiştim, paylaştığımı daha çok beğendiğim için onu attım.”

“İki fotoğraf mı? Duruyorsa ikinciyi de görebilir miyim? Merak ettim.”

“Duruyor olması lazım,” diyen Göksel çantasına uzandı. “Galerimde olmalı. Hemen bulurum.”

Göksel hesabında paylaşmayı düşündüğü fotoğrafları topladığı klasörü açıp biraz yukarı çıktı. Mayıs ayında çok az fotoğraf çekip düzenlediği için Gökhan’ın fotoğraflarını bulması kısa sürdü. Gökhan’ın gözlerinin açık olduğu ve genç adamın seyircilere baktığı fotoğrafı açıp ekranı Gökhan’a çevirdi.

“İşte,” dedi Göksel. “Tam burada nakarata girmiştin.”

Gökhan ekrandaki fotoğrafına baktığında yüzünde hayranlık içeren bir ifade oluştu. Fotoğrafta Gökhan doğrudan karşıya bakıyordu, dudakları aralıktı, elleri gitarın üstündeyken sağ ayağını da bar taburesinin ayakları arasındaki demire koymuştu. Yüz ifadesinde şarkının nakarat kısmının hareketli olmasından kaynaklı oluşan bir neşe vardı. Nakaratı söylerken güldüğünü hatırladı, bu fotoğrafın çekilmesinden saniyeler sonra olmalıydı.

“Enfes bir fotoğrafmış,” dedi Göksel’e baktığında. “Çektiğin tüm fotoğraflar gibi. Sanki küçük bir kafede değil de konserde binlerce kişinin önünde sahne alıyormuşum gibi bir havası var.”

“Sana göndermemi ister misin?” diye sordu Göksel.

“Çok isterim.”

“Hemen e-posta adresine atayım o zaman,” dedi Göksel. Galeriden çıkıp e-posta uygulamasına girdi. “Adresini gönderdiğim postadan bulurum.”

Öyle de yaptı. Gökhan’a gönderdiği e-postayı bulup oradan ona gönderilmek üzere yeni bir e-posta sayfası açtı ve fotoğrafı ekledi.

“Mesajla gönderince kalitesi çok mu bozuluyor?” diye sordu Gökhan.

“Çok,” dedi Göksel ona bakarak. “Bu yüzden genelde bir internet sitesine yükleyip link oluşturuyorum ama çok az sayıda fotoğraf için direkt postayla gönderdiğim de oluyor.” Gönder yazan yere dokundu. “Gönderdim.”

“Teşekkür ederim, indiririm sonra.”

“Rica ederim.”

 Göksel’in e-posta uygulamasını kapattığı sırada Gökhan onun telefonunun ekranına baktı. Genç kadının duvar kâğıdında bir gökyüzü fotoğrafı vardı.

“Duvar kâğıdını da sen mi çektin?” diye sordu Gökhan.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Geçen yaz çekmiştim, o günden beri bu var.”

“Değiştirmediğine göre çok beğenmiş olmalısın.”

“Evet, gözüm de alıştığı için değiştirmedim.”

Göksel ekranına kısa bir bakış attı. Bu fotoğrafı geçen yaz ailesiyle beraber Rumelifeneri’ne gittikleri zaman çekmişti. O gün masmavi gökyüzü pamuğu andıran bembeyaz bulutlarla süslenmişti ve genç kadın da fotoğraf makinesine sarılıp gökyüzünün birkaç fotoğrafını çekmişti; aralarından favorisi bu olmuştu ve bir senedir duvar kâğıdı olarak kullanıyordu.

“Biz de fotoğraf çekilelim mi?” diye sordu Gökhan biraz çekinerek. “Birlikte.”

Göksel başını kaldırıp Gökhan’a baktığında genç adamın sağ elini ensesine götürdüğünü, gergin bir tavırla ensesindeki saçlarla oynadığını gördü. Kendisiyle göz göze gelince hızlı bir tebessümü yüzüne kondurdu.

“Çekilelim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kimden çekelim?”

“Benim telefon kameram pek iyi sayılmaz, seninki daha iyidir.”

“Tamam, o zaman benden çekelim.”

Göksel kamerasını açıp ilk olarak kendi tipine baktı. Yemek yerken silinen ruju hariç makyajı olduğu gibi duruyordu, saçları da düzgündü. Rahat bir nefes vererek telefonu sağ eline aldı ve masanın kenarına getirip ikisini birden kadraja aldı. Gökhan yüzünü kameraya yaklaştırıp kameradaki görüntüsüne bakarken Göksel kıkırdadı. Genç adam saçlarını düzeltti.

“İlk fotoğrafımızda düzgün çıkayım,” dedi Göksel’e döndüğünde. “Ben hazırım.”

“O zaman poz verelim.”

Göksel kadrajın sağında, Gökhan da solundaydı. İkisi de biraz öne eğilmişti, aralarında küçük bir mesafe vardı. Göz göze geldiklerinde bakışlarını kaçırıp telefona baktılar.

“Gülümse,” dedi Göksel. “Çekiyorum.”

Gökhan başını daha düz tutup burun kemerinin görünmemesini sağladı, başını çok az sağa yatırıp gülümseyerek kameraya baktı; Göksel’se onun aksine başını biraz daha yan tutup sol elini de çenesinin altına yasladı ve o da gülümseyerek poz verdi.

Göksel başparmağıyla deklanşöre dokunup kendisinin ve Gökhan’ın ilk fotoğrafını çekti.

“Tamamdır,” derken telefonu indirdi ve çektiği fotoğrafı açtı. Camdan içeri giren gün batımı ışığı iki gencin cildini altın gibi parlak, mermer gibi pürüzsüz göstermişti. Gökhan’ın karamel rengindeki gözleri sarı ışık altında kehribar gibi görünüyordu, aynı ışık Göksel’in irislerinin çevresindeki yeşil-gri çizgileri ortaya çıkarıp masmavi gözlerini tüm ayrıntılarıyla göstermişti.

“Nasıl?” diye sordu Gökhan. “Ben de bakayım.”

Göksel telefonu Gökhan’a doğru çevirip fotoğrafı genç adamın da görmesini sağladı. Gökhan fotoğrafa baktığında yüzüne bir gülümseme yayıldı. İkisi de çok iyi çıkmıştı ve yan yana hoş görünüyorlardı.

“Çok güzel bir fotoğraf olmuş,” dedi Gökhan genç kadına bakarak. “Çok beğendim. Bunu da bana atar mısın?”

 “Ben de beğendim,” dedi Göksel. “Atarım tabii.”

Göksel bu fotoğrafı da Gökhan’a posta yoluyla gönderdi. Bir süre sessiz kalıp kahvelerini içtiler. Restoranın içinden diğer masadakilerin konuşma sesleriyle kısık seste çalan müziğin sesi yükseliyordu ama ortam gürültülü değildi, sokaktaki hareketlilik de dakikalar öncesine göre azalmıştı ve etraf sakinlemişti. Birkaç dakika etrafı izleyen Göksel kahvesinin son yudumunu da içtikten sonra bakışlarını camdan içeri çevirdi ve fincanı tabağın üstüne bıraktı.

Genç kadın karşısında oturan Gökhan’a baktığında genç adamın kahvesini çoktan bitirdiğini, arkasına yaslanmış şekilde camdan dışarıyı izlediğini gördü. Gökhan’ın bakışları dalgındı, bir şeyler düşünüyor gibiydi.

“Gökhan?” dedi Göksel.

Gökhan bakışlarını genç kadına çevirdi. “Efendim?”

“Dalıp gittin,” diye devam etti Göksel. “İyi misin?”

“İyiyim. Susunca gözlerim daldı öyle.” Onun önündeki boş fincana baktı. “Sen de bitirmişsin.”

“Evet.”

“Ne yapalım? Kalkalım mı? Biraz yürürüz.”

“Olur, yürüyelim.”

İkili ayaklanırken Göksel annesine hızlıca bir mesaj yazdı.

Şimdi restorandan çıkıyoruz, biraz yürüyüş yapacağız. İskeleye doğru yürürüz, oradan da vapura binip gelirim. Yemek çok keyifliydi, her şey yolunda; beni merak etmeyin. İkinizi de öpüyorum

Beraber kasaya ilerlediler. Göksel yediği bifteğin ücretini öderken Gökhan da tavuk soteyle kahveleri ödedi.

“Kahve için tekrardan teşekkür ederim,” dedi Göksel restorandan çıktıklarında. “Biftek önerisi için de. Çok keyifli bir yemekti.”

“Bunu duyduğuma sevindim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ve rica ederim, afiyet olsun.”

Kaldırımda yan yana yürümeye başladılar. Geldikleri yoldan geri dönüyorlardı. Etraf geldikleri zamana göre daha tenhaydı, saat akşam dokuza yaklaştığı için sıcaklık da biraz düşmüştü.

“Yürürken soru-cevap yapmaya ne dersin?” diye sordu Gökhan. “Tek şart kısa ve net cevaplar vermek olsun. Böylece birbirimiz hakkında hızlı bir şekilde daha çok şey öğreniriz.”

“Güzel fikir,” dedi Göksel. “Yapalım.”

“Tamam, o zaman ben başlıyorum: En sevdiğin fotoğrafçı?”

“Daha ilk sorudan bu kadar zorlayacaksan işimiz var. Tek bir isim söylemem mümkün değil.”

“Birkaç tane söyle.”

“Ara Güler, İbrahim Zaman, İzzet Keribar, Sabit Kalfagil; Mitch Dobrowner, Sarah Moon, Lauren E. Simonutti, William Eggleston. Bu alanın en büyük isimlerinden birkaçı ve idolüm olarak gördüğüm kişiler. Sıra bende: Hayatının sonuna kadar tek bir şarkı dinleyecek olsan bu hangisi olurdu?”

Oyuncak Dünya,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. “Yavuz Çetin’in parçası.”

“Çabuk bir cevap oldu.”

“Düşünmeme gerek yok. Bu dünya üzerindeki en sevdiğim şarkı. Aynı soruyu ben de sana soruyorum o zaman.”

“Çok şaşırtıcı bir cevap olacağının farkındayım ama Aerosmith’in Dream On parçasını söyleyeceğim.”

“Ne?” diyen Gökhan adımlarını durdurdu. “Ciddi misin?”

“Evet.”

“Gerçek bir efsanedir ve çok sevdiğim bir şarkıdır.”

“Klasiklerden biri. Sözleri benim için bir şeyler ifade ediyor. Tamam, şimdi ben soruyorum: Yaşadığın şehirler arasında en sevdiğin hangisi oldu? İstanbul hariç.”

“Hım, Bolu derdim sanırım. Orayı seviyordum. Senin İstanbul’da en sevdiğin ilçe?”

“Beyoğlu, açık ara. Liseyi orada okumuştum ve yapmayı en sevdiğim şey okuldan arta kalan zamanlarda ara sokaklarında dolaşıp fotoğraf çekmekti. O zamanlardan kalma yüzlerce fotoğrafı hâlâ saklıyorum.”

“Bir gün görmek isterim. Bundan yıllar önce çektiğin fotoğraflara bakmak ilginç olurdu.”

“Şimdikilere göre oldukça amatörler.”

“Bunu görmek asıl güzel olan şey çünkü aynı zamanda ne kadar geliştiğini de görmüş olurum.”

“Haklısın, bir gün bakarız. Yeni soru: Müzikle ilgili en büyük hayalin ne?”

“Seyircilerin ben kendi şarkılarımı söylerken bana eşlik ettiğini görmek, onlarla birlikte şarkılarımı söylemek. Benim sıram: Eğer fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm okumasaydın hangi bölümü okurdun?”

“Hım, biraz düşüneyim,” deyip birkaç saniye düşündü Göksel. “Görsellikle ilgili hiçbir bölüm olmayacağını varsayarsam Psikoloji ya da Sosyoloji okumayı düşünebilirdim. Peki ya sen? Konservatuvar okumasaydın ne okurdun?”

“Müzik Öğretmenliği.”

“Müzikle ilgili bir bölüm okumasaydın?”

“Sorun böyle değildi.”

“Hadi ama, ne kastettiğimi biliyorsun.”

“Muhtemelen bir şey okumazdım. Derslerim kötüydü ve müzik hariç hiçbir şeye ilgim yoktu. Arkadaşlarım ders çalışırdı, bense gitar çalıp şarkı söylerdim. Sıra bende: Lisenin sana kazandırdığı en güzel şey?”

Göksel cevap vermeden önce bir süre Gökhan’ın söylediklerini düşündü. Genç kadın eğer fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm okumasaydı okuyabileceği iki bölüm saymıştı fakat işin gerçeği şuydu ki bu bölümlerin birinde okusaydı okulu bitirmeden kaydını dondurur ve fotoğrafçı olma hayalinin peşinden giderdi. Fotoğraf onun en büyük tutkusuydu ve başka hiçbir şeye bu kadar tutkulu değildi. Bu konuda Gökhan’la benzer düşüncelere sahipti, bunu fark etse de genç adama bir şey demedi.

“Ahsen,” diye cevap verdi sorusuna. “Ve haftanın beş günü Beyoğlu’nda olup çevreyi keşfetme şansı. Onun dışında lisenin çok da güzel bir yanı yoktu. Benim sıram: Şu zamana kadar en çok mutlu olduğun an?”

“Konservatuvara seçilenlerin açıklandığı listenin ilk sırasında kendi adımı gördüğüm an,” dedi Gökhan kocaman gülümseyerek. “Hayatımın en iyi anıydı. Şimdi benim sıram: Fotoğrafımı paylaştığın günün akşamında sana mesaj attığımı gördüğünde ne hissettin ve düşündün?”

Göksel adımlarını yavaşlatırken bakışlarını Gökhan’dan alıp önündeki yola çevirdi. “Çok şaşırdım hâliyle,” diye cevap verdi. “Ama fotoğrafını çektiğim kişiden böyle güzel bir geri dönüş almak, iltifatlarını duymak çok iyi hissettirmişti. Ben sorayım: Konumdaki gönderilere bakmak nereden esti? Bunu sürekli yapıyor musun?”

“Bazen,” dedi Gökhan omuz silkerek. “Kimin neler paylaştığına bakıyorum. O gün de bir süredir bakmadığım için bakmak istemiştim, içimden bir ses bakmamı söylemişti. İçime doğmuş sanırım. Fotoğrafı görür görmez hayran kalmıştım, fotoğrafın ambiyansından o kadar etkilenmiştim ki içindekinin ben olduğumu fark etmem birkaç saniyemi aldı. Daha önce hiç bu kadar güzel bir fotoğrafım olmamıştı, hemen seninle iletişime geçtim.”

“Bir saniye,” dedi Göksel şaşırarak. “En güzel fotoğrafın olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Elbette. Aynı zamanda en sevdiğim fotoğrafım.”

Göksel başını yere eğip güldüğünde Gökhan gülümseyerek ona baktı. Genç kadının gülüşünde çocuksu bir neşe vardı ve bu neşe bulaşıcıydı.

“Bunu duyduğuma ne kadar sevindiğimi ifade edemem ama bizzat gördüğünü düşünüyorum,” dedi Gökhan’a bakarak. “Bir fotoğrafçının duyabileceği en güzel şeyleri duydum.”

“Gördüm,” diye onayladı Gökhan. “İlerleyen günlerde yenilerini de çekersin belki. Haberim varken kadrajına girmeyi de çok isterim.”

“Sen de istiyorsan çekerim elbette. Bir gün ayarlarız.”

“Ayarlayalım.” Yumruğunu ona uzattı. “O zaman anlaştık?”

Göksel de elini yumruk yapıp onunkiyle tokuşturdu. “Anlaştık.”

Bir yol ayrımına geldiler.

“Sahilden yürüyelim mi?” diye sordu Gökhan. “Biraz kalabalık olur ama gün batımını izleriz.”

“Sahil yürüyüşlerine bayılırım,” dedi Göksel. “Hadi gidelim.”

“Ben de öyle.”

Gülümseyerek sola döndüler ve sahile doğru yürüdüler. Güneş ufuk çizgisinde batıyor, denizi altın renkli ışıklara boyuyordu. Manzara büyüleyiciydi ve böyle bir manzarayı seyretmek insana huzur veriyordu.

Kıyıdaki yola vardıklarında Göksel çantasından telefonunu çıkardı. “Bu manzara kesinlikle ölümsüzleştirilmeyi hak ediyor,” dedi. “Fotoğrafını çekeceğim.”

“Bunu yapacağından adım gibi emindim,” dedi Gökhan. “Çek bakalım.”

Göksel telefonunu açtığında annesinin cevap verdiğini gördü. Kamerayı açmadan annesinin mesajını okudu.

Her şeyin yolunda olduğunu ve keyifli vakit geçirdiğini duyduğumuza çok sevindik bebeğim. Keyifli yürüyüşler. Biz de seni öpüyoruz

Genç kadın gülümseyerek kamerayı açıp manzarayı kadrajına aldı. Açı ve ışık ayarlarını yaparken yüzü her zamanki gibi ciddileşti. Onun bu ifadesine tanık olan Gökhan’sa ilgiyle onu izliyordu.

“Tüm o harika fotoğraf ve videoların ardında böyle ciddi bir yüz var demek,” diye düşündü.

Göksel ona yandan bir bakış attığında bakışlarını kaçırdı. Genç kadın güldü.

“Niye o kadar dikkatle inceledin?” diye sordu iki fotoğraf çektikten sonra.

“Çalışırken çok ciddi görünüyorsun,” diye cevapladı Gökhan. “O ilgimi çekti.”

“Pür dikkat yaptığım işe odaklanıyorum, ondan.”

“İzlemesi keyifli ama senin için rahatsız edici olmalı.”

“Yani, hoşlandığım söylenemez.”

“Yürümeye devam edelim mi?”

“Edelim.”

Sahil yolu Gökhan’ın da dediği gibi kalabalıktı ve ikili gibi yürüyüşe çıkan, bir yere oturup manzarayı izleyen çok kişi vardı. İki genç sakin adımlarla sessizlik içinde kaldırımda yürüyor, manzaranın tadını çıkarıyordu.

Gökhan’ın sağında yürüyen Göksel sağ taraftaki gün batımına bakarken Gökhan’ı da uzun uzun inceleme fırsatı buldu. Gökhan’ın yüzünde en beğendiği kısım genç adamın kavisli düzgün kaşlarıyla badem şeklindeki iri kahverengi gözleri olmuştu. Genç adamın yumuşak, samimi ve anlamlı bakışları vardı; kötü niyetli biri olmadığı bakışlarından anlaşılıyordu. Kanatları biraz geniş olan burnunun ortasında bir kemer vardı, burnuyla dudaklarının arasındaki açıklık normalden genişti ve hemen altında pembe renkli dolgun dudakları yer alıyordu. Yüzü her zamanki gibi sinekkaydı tıraşlıydı, cildindeki sivilce lekeleri, gözenekler ve özellikle burnuyla yanaklarının iç kısımlarındaki güneş lekeleri belli oluyordu. Kusursuz değildi, doğaldı ve onu çekici yapan şey de buydu.

“Yine vapura mı bineceksin?” diye sordu Gökhan. Göksel’e döndüğünde genç kadının gözlerini kaçırdığını gördü. Kendisine baktığını anlayınca gülümsedi.

“Evet,” diye onayladı Göksel ve ona baktı. “Geldiğim şekilde dönerim.”

“O zaman istikamet iskele.”

“Sen eve nasıl dönüyorsun?”

“Otobüse biniyorum. Hemen caddeden geçiyor. Seni yolcu ettikten sonra binerim.”

“Yolunu benim için uzatmayacaksan tamam.”

“Uzatmıyorum ama uzatırdım da. Fatih’ten ta Kadıköy’e geldin, elbette seni karşılayıp yolcu da edeceğim. Senin sağ salim vapura bindiğini görünce ben de otobüsüme binip evime giderim.”

Göksel duyduklarından memnun oldu. Eğer yer değiştirmiş olsaydılar o da aynısını yapardı.

“Çok incesin,” dedi gülümseyerek. “Öyleyse dediğin gibi istikamet iskele.”

İskeleden uzak değillerdi, kısa sürede ulaşacaklardı ve bu da yan yana geçirdikleri son dakikalar olduğu anlamına geliyordu. İkisi de bunun farkındaydı. İlk buluşma olduğu için çok uzun süre yan yana durmamışlardı ama geçirdikleri kısa vakti oldukça verimli geçirmişlerdi. Buluşma için ikisinin fikirleri de olumluydu ve başka buluşmalar da yapabileceklerini düşünüyorlardı. Bunu istiyorlardı da.

“Günün en güzel vaktinde vapura bineceksin,” dedi Gökhan. “Fotoğraf, belki de video çekersin.”

“Makinem olsaydı mutlaka çekerdim,” dedi Göksel. “Telefon kamerasıyla bir şeyler çekerim artık. Telefonum da kaliteli çekiyor ama bir makine de etmiyor tabii.”

“Herhâlde canım. Telefonlarla da aynı kalitede görüntüler çekilseydi profesyonel makinelere gerek olmazdı, elbette fark olacak.”

Canım. Göksel, Gökhan’ın bunu lafın gelişi ve ağız alışkanlığıyla söylediğini bilse de bu kelimeyi duyunca tuhaf hissetti.

“Orası öyle. Vapura binince bakarım artık.”

İskeleye vardılar. Eminönü İskelesi diğerlerinden daha ileride olduğu için biraz daha yürümeleri gerekiyordu. Etraf kalabalık olduğu için fark etmeden birbirlerine yaklaştılar.

“Bu caddeden mi biniyorsun?” diye sordu Göksel sağdaki caddeyi işaret ederek.

“Buradan da geçiyor,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Boğa’ya dönüp içeriye ilerliyor, normalde o taraftan biniyorum ama bugün hemen şuradaki duraktan binerim.”

“İyi bari, yakınmış.”

“Yakın yakın. Sen beni düşünme, seni yolcu ettikten sonra biner giderim.”

“Bu akşam gerçekten çok keyifliydi,” dedi Göksel adımlarını iyice yavaşlatarak. “Çok iyi zaman geçirdim. Her şey için teşekkür ederim.”

“Benim için de çok keyifliydi ve ben de harika zaman geçirdim,” dedi Gökhan gülerek. Sırıtmasının önüne geçememişti. “Senin de böyle düşünmene çok sevindim. Bir gün yine buluşabiliriz, sen de istersen.”

“Olabilir,” dedi Göksel bir tel saçını kulağının arkasına sıkıştırarak. “Konuşuruz zaten, ayarlarız.”

“Konuşuruz,” diyen Gökhan’ın bunu yapmaktan çok keyif aldığı belli oluyordu. “İkimiz de İstanbul’dayız sonuçta ve önümüzde koca bir yaz var.”

“Evet.”

Göksel’in vapura bineceği iskeleye ulaştılar. Vapur iskeleye yanaşmıştı ve Eminönü’nden binen yolcular iniyordu. Ekrandaki saatse bir sonraki vapurun 4 dakika sonra kalkacağını gösteriyordu.

“Birazdan kalkıyormuş,” dedi Gökhan. “O zaman yavaştan vedalaşalım.”

Genç kadına döndüğünde karşı karşıya geldiler, ona bir adım yaklaştı. İkilinin ayakları birbirine değmek üzereydi. Göksel gözlerini kaldırıp Gökhan’ın yüzüne bakarken genç adam da onun yüzüne baktı. Birkaç saniye boyunca etraflarından geçen insanların arasında hareketsizce durup birbirlerine baktılar.

Gözler kalbin aynasıydı ve o aynada küt küt atan iki kalbin yansıması vardı.

“Kendine iyi bak,” dedi Göksel saniyeler sonra. Utanmıştı.

“Sen de kendine iyi bak,” dedi Gökhan. “Tekrardan görüşmek üzere.”

Gökhan ona yaklaştığında bu sefer neyin geleceğini bildiği için yanağını zarifçe sola çevirdi ve genç adamın yumuşak yanağını kendi yanağında hissetti. Bu sefer burnuna gelen koku tıraş losyonunun ferah kokusu oldu.

“Görüşmek üzere,” dedi Göksel geri çekildiğinde. “Hoşça kal.”

“Sen de hoşça kal, Gök.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdiğinde Gökhan da aynı şekilde karşılık verdi. Genç kadın iskelenin içine girip turnikelere ilerledi ve kartını okutup turnikeden geçti.

“Göksel!” diye seslendi Gökhan. Göksel arkasını dönüp ona baktı. “Eve varınca haber etmeyi unutma, aklım sende kalmasın.”

“Tamam,” dedi Göksel gülerek. “Ederim. Düşündüğün için teşekkür ederim.”

“İyi yolculuklar.”

“Sana da.”

Göksel ona el salladığında Gökhan da sağ elini kaldırarak karşılık verdi. Genç kadın iskeleye yanaşan vapura yürürken Gökhan da olduğu yerde durup onu seyretti. Göksel’in omuzlarından sırtına doğru yayılan dalgalı sarı saçları her adım attığında zarafetle hareket ediyor, sırtına çarpıyordu. Gökhan için etraftaki herkes, her şey bulanıklaşırken Göksel netliğini korudu ve zarif adımlarla yürüyen genç kadın saniyeler içinde gözden kayboldu.

“Pardon!”

Gökhan kendisinden yol isteyen bir kadının sesiyle kendine gelip kenara çekildi. Kadın ona alttan bir bakış atıp iskeleye ilerlerken Gökhan da geriye gitti. Göksel’le buluştuğundan beri bakmadığı telefonunu çantasından çıkarıp internetini açtığında Göksel’in kendisine gönderdiği e-postalar ve Yağız’ın attığı mesajlar geldi.

Buluştunuz mu? (19.10)

Bak ya, internetini kapatmış bir de (19.10)

Buluştunuz diye düşünüyorum ve bol şans diliyorum. Yüzümüzü kara çıkarma aslan parçası, hadi göreyim seni (19.10)

Meraktan çatlamak üzereyim (19.41)

Umarım her şey yolunda gidiyordur, evrene iyi enerji göndermekten trafoya döndüm (19.58)

Bunca zamandır internetin kapalı olduğuna ve beni arayıp ağlamadığına göre buluşma çok iyi gidiyor demektir. Aferin koçum, böyle devam (20.30)

Gökhan bir kahkaha patlattığında elini ağzına bastırıp başını da yere eğdi. Birkaç kişi ona bakarken utandığını hissetti ama çaktırmadı. Sanki kendi kendine gülmemiş gibi kenara ilerledi ve iskeledeki vapura baktı. Buradan Göksel’i görmeyi beklemiyordu ama vapur kalkana kadar bekleyecekti.

Saniyeler sonra telefonu çalmaya başladığında irkildi. Arayan kişi Yağız’dı. Aramasını kabul etti.

“Açtığına göre ayrıldınız,” diye konuştu Yağız. “Nasıl geçti?”

“Telefonun başında hazırda mı bekliyordun ruh hastası?” sorusu Gökhan’ın ağzından dökülen ilk şey oldu.

“Tabii lan. Sanki kızla sen değil de ben buluşuyormuşum gibi gergindim. Neyse onu bunu boş ver, nasıl geçti?”

“Seviyorum lan seni,” dedi Gökhan.

“Eyvahlar olsun!” dedi Yağız yüksek sesle. “Bana ilan-ı aşk ettiğine göre buluşma kesin çok kötü geçti. Senin adına üzüldüm kardeşim ama ben kadınlardan hoşlanıyorum, duygularına karşılık veremem.”

Gökhan bir kahkaha attı. “Tüh, yine sap kaldım desene. Şaka bir yana buluşma harika geçti.”

“Harbi mi?”

“Harbi. İnanılmaz tatlı biri, çok keyifli vakit geçirdim.”

“Oh! Hem rahatladım hem de sevindim. Neler yaptınız?”

“Akşam yemeği yedik, sonra kahve ısmarladım; çıkışta da sahilde yürüyüş yaptık ve az önce de yolcu ettim. Vapuru birazdan kalkacak, kalkmasını bekliyorum.”

“Kızı bırakıp gidemediğine göre gerçekten iyi geçmiş.”

“Evet, gerçekten güzel geçti. Göksel de çok keyifli vakit geçirdiğinden bahsetti ve zaten son derece mutlu görünüyordu. Bir daha buluşmaktan bile bahsettik.”

“O mülayim, sevimli suratının altında gerçekten bir flörtöz yatıyor.”

“Belki de.”

“Göksel nasıldı? Gün ışığında uzun uzun incelemişsindir.”

“Çok güzel bir kadın, çok duru bir güzelliği var. Sürekli onu seyretmemek için kendimi zorlamam gerekti. Mavi bir elbise giymişti, tırnaklarında da mavi ojeler vardı ve bu ikiliye bir de masmavi gözleri eklenince benim durumumu düşün.”

“Mavi elbise mi? İlk buluşmanızda en sevdiğin rengi mi giydi?”

“Evet ve daha güzel olan şey mavinin en sevdiğim renk olduğunu bilmeden bunu yapması.”

“Kızı çok merak ettim, hiç fotoğrafı yok mu?”

“Asıl bombayı söylemedim,” dedi Gökhan aklına gelen şeyle. “Beraber fotoğraf çekildik.”

“Hadi canım. Ciddi mi?”

“Ciddi tabii. E-posta adresime gönderdi, indirince sana da atarım.”

“Fotoğrafınızı niye e-posta adresine gönderdi?”

“WhatsApp’tan atınca görüntü kalitesi çok bozuluyormuş. Benim sahnedeki fotoğrafımı da aynı yolla göndermişti.”

“Kız fotoğrafçı, o daha iyi bilir tabii. Neyse sen fotoğrafı hemen indirip bana da gönder. İkinizi yan yana göreyim.”

“Gönderirim,” diye onayladı Gökhan. Göksel’in vapurunun hareketlendiğini fark etti. “Göksel’in vapuru kalkıyor, ben de otobüse binip eve geçeyim. Çok güzel bir gündü ama deli gibi yoruldum.”

“Biraz neler konuştuğunuzdan bahset, merakım giderilsin.”

“Ailesinden bahsetti, Balkan göçmeni olduklarını öğrendim. Bu arada doğal sarışınmış, aile üyeleri de onun gibi sarı ya da kumral saçlı ve renkli gözlüymüş. Dövmelerimden konuştuk, ona anlamlarını söyledim; o da bir fotoğraf makinesi yaptırmayı istiyormuş, ona Çağlar’ı tavsiye ettim ve o da bu konuyu düşüneceğini söyledi. Kendi alanlarımız hakkında konuştuk, bol bol müzikten ve fotoğraftan bahsettik. Biraz okul anılarını anlattı. Aklıma gelenler bunlar. Konu benim aileme de geldi ve ona ailemle görüşmediğimi söyledim. Öyle.”

“Olanları anlatmamışsındır herhâlde?”

“Anlatmadım, o da ayrıntıları sormadı zaten ve bu hareketi ona olan hayranlığımı artırdı. Kişisel alanıma çok saygılı, sınırı asla aşmıyor.”

“Bu çok güzel bir şey.”

“Biliyorum. Hoşuma gitmeyen tek bir tane hareketi olmadı. Oturup kalkması, konuşması, hâl ve hareketleri ne kadar iyi aile terbiyesi aldığını ve kendisini geliştirdiğini gösteriyor. Tam bir İstanbul hanımefendisi.”

“Sen bu kızdan hoşlanmışsın Gök.”

“Evet, sanırım hoşlandım.”

“Şimdi kalbin küt küt çarpıyordur, salak salak gülüyorsundur, sürekli onu düşünüyorsundur; fotoğraf çekmişsiniz, şimdi ona bakıp bakıp durursun da. Tatlı heyecanlar bunlar Gök.”

“Kimlik numaramı da verseydin.”

Telefonun ucundaki Yağız kahkaha atarken Gökhan da güldü.

“Tanıyorum malımı,” dedi Yağız. “Sen yine de çok kaptırma kendini. Başlarda her şey güzel görünür ama insanların gerçek yüzü zamanla ortaya çıkar ve kişiyi çok üzebilir.”

“Biliyorum kardeşim, teşekkür ederim.”

“Ne demek, her zaman kardeşim benim.”

İkili vedalaştıktan sonra Gökhan telefonu kapattı. Birkaç dakika sonra genç adam onu evine götürecek otobüsteydi, cam kenarındaki bir koltukta oturuyordu; kulaklıklarından Yavuz Çetin’in sesi yükseliyordu, az önce indirdiği Göksel’le olan fotoğraflarına bakıyordu. Göksel’in yüzünü yakınlaştırıp uzun uzun inceledi. Genç kadının yüzü mermer gibi beyazdı, damarları fotoğraftan bile görünürken birkaç sivilce lekesiyle çilleri de belli oluyordu. Sarı kaşları ince ve seyrekti, çok açık renkli olduğu için göze çarpmıyordu ve bu onun ifadesine bir yumuşaklık katıyordu; masmavi büyük gözleri onun yüzünde göze çarpan ilk yerdi ve çekici bakışlara sahip olan bu gök mavisi gözler insanı büyülüyordu. Küçük ve düzgün bir burnu vardı, büyük gözleriyle dolgun pembe dudaklarının arasında bir düğme gibi görünüyordu.

Gökhan bu güzel yüze saatlerce bakabileceğini hissetti.

Fotoğrafı uzaklaştırıp yan yana duran ikisine baktı. Güzel görünüyorlardı. Dış görünüşleri birbirlerinden çok farklıydı fakat bu tezatlıkta bir uyum vardı.

Ekranı kapatıp camdan dışarı bakarken kendi kendine gülümsedi.

***

Vapura binen Göksel ilk iş olarak annesini aradı.

“Bebeğim?” diye açtı telefonu Güzin.

“Vapurdayım,” dedi Göksel. “Birazdan kalkıyor, dönüyorum.”

“Öyle mi? Çok uzun bir buluşma olmadı.”

“İlk buluşma için yeterli bence. Yemek yedik, bana kahve ısmarladı; sonra sahilde küçük bir yürüyüş yaptık ve iskeleye ulaştık.”

“Seni hem karşıladı hem de yolcu etti yani? Aferin, kibar çocukmuş.”

“Evet, hâlâ kıyıda bekliyor. Vapur kalkınca gidecektir.”

“Randevu nasıldı peki?”

“Güzeldi, keyifli vakit geçirdim. Gerçekten kibar biri, hoşsohbet ve samimi. Otururken hiç sıkılmadım ya da gergin hissetmedim, aksine son derece farklı konularda keyifli sohbetler edip güzel vakit geçirdik.”

“Bunu duyduğuma sevindim. Hadi geçmiş olsun.”

Göksel kıkırdadı. “Teşekkür ederim. Vapurdan sonra otobüsle eve dönerim, haberiniz olsun.”

“Tamam bebeğim. İyi yolculuklar, evde görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Kıyıda duran ve telefonla konuşan Gökhan’a biraz baktıktan sonra arka tarafa ilerleyip boş bir koltuğa oturdu. Kulaklıklarını takıp bir şarkı açtıktan sonra mesajlaşma uygulamasına girdi ve Ahsen’e bir ses kaydı attı.

“Selam, az önce ayrıldık ve şu an vapurdayım. Randevu çok güzeldi, oldukça keyifli vakit geçirdim; Gökhan da geçirdiğini söyledi ve zaten bunu fazlasıyla belli etti. Pek çok konudan sohbet ettik, bir an bile sıkılmadım. Ayrıntıları telefondan anlatmayı sevmediğimi biliyorsun ama çok iyi bir randevu olduğunu bil. Yüz yüze gelince uzun uzadıya konuşuruz. Bu arada elbisemi de beğendi ve güzel göründüğümü söyledi. İyi bir seçim yapmışız, bunun için ayrıca teşekkür ederim.”

Yolculuk boyunca müzik dinleyip olanları düşünen genç kadın bir süre çekildikleri fotoğrafa da baktı. Fotoğrafta kendisini de Gökhan’ı da beğenmişti, ikisi de iyi çıkmıştı. İkisinin de mutlu olduğu ve iyi vakit geçirdiği yüzlerindeki samimi gülümsemelerden anlaşılıyordu. Göksel bu fotoğrafa baktığında bugünü hatırlayıp hissettiği tüm güzel şeyleri yeniden hissedeceğini, fotoğrafa gülümseyerek bakacağını biliyordu.

Vapur Galata Kulesi’nin önünden geçip iskeleye doğru yol alırken Ahsen de ona bir ses kaydı gönderdi.

“İşte bu be! Güzel ve keyifli vakit geçirdiğinizi duyduğuma çok ama çok sevindim bebeğim. Ayrıntıları duymak için sabırsızlanıyorum, en kısa sürede görüşmeliyiz.”

Ses kaydını dinleyen Göksel kendi kendine güldü ve ona onaylayıcı bir mesaj attı.

Tamam bebeğim, haberleşiriz

Vapurdan indikten sonra otobüs durağına yürüdü ve onu evine götürecek otobüse bindi. Yoğun bir trafiği atlatıp evine döndüğünde saatler akşam 10’u geçiyordu. Sokakta oturduğu apartmana yürürken, kulaklıklarını çıkarıp çantasına koydu. Evlerden ışıklar yükseliyordu fakat sokakta kimsecikler yoktu. Hızlı adımlarla apartmana ulaşıp anahtarıyla kapıyı açtı. Asansör üçüncü kattaydı; onun gelmesini beklerken, mesajlaşma uygulamasına girip Gökhan’a mesaj yazdı.

Ben eve vardım, haberin olsun

Asansörle evinin olduğu kata çıktı. Anahtarla evinin kapısını açıp içeri girdiği esnada salondan çıkan babasını gördü.

“Hoş geldin güzelim,” dedi Engin.

“Hoş buldum,” deyip içeri girdi. “Hazırda mı bekliyordun?”

“Belki,” dedi babası sesini biraz incelterek. “Nasıldı?”

“Annem anlatmıştır.”

“Ben senden duymak istiyorum.”

“Çok güzeldi, çok iyi vakit geçirdim.”

“Bu kadar mı?”

“Evet.”

O esnada Güzin de salondan çıkıp ikisinin yanına geldi ve kızının yanağını öptü. “Hoş geldin bebeğim.”

“Hoş buldum. Yorucu bir akşamdı, ilk iş olarak elbiseden ve makyajımdan kurtulmak istiyorum. Yanınıza gelirim.”

Göksel yüzündeki makyajı silip yüzünü yıkadıktan sonra elbisesini de çıkarıp rahat kıyafetler giydi. Saçlarını tepeden salaş bir topuz yaptı. Ensesi biraz nefes almayı hak etmişti.

Odasından çıkmadan önce telefonunu kontrol ettiğinde Gökhan’ın yazdığını gördü.

Tamam, ben de vardım

Mesajını okuduktan sonra ona cevap yazdı.

Senin için çok uzun ve yorucu bir gün oldu, yatıp dinlenmeye bak

Odasından çıkıp salonda oturan ebeveynlerinin yanına gitti. Annesiyle babası büyük koltukta oturuyordu, ikisinin arasına sığıştı.

“Siz ne yaptınız?” diye sordu Göksel.

“Yemek yedik,” diye cevap verdi Güzin. “Sonra da oturduk bir şeyler izliyoruz işte.”

“Siz neler yaptınız?” diye sordu Engin.

“Gökhan’ın söylediği restorana gittik,” diye anlatmaya başladı Göksel. “Beni iskelede karşıladı ve restorana beraber geçtik. Yemek yedik, sonra bana kahve ısmarladı. Bol bol sohbet ettik, birbirimizi tanıdık. Çıkışta sahilden yürüdük, bana iskeleye kadar eşlik edip beni yolcu etti. İyi birine benziyor, hoşuma gitmeyen ya da beni rahatsız eden hiçbir hareketi olmadı.”

“Seni karşılaması ve yolcu etmesi güzel davranışlar. Bu hareketleriyle gözüme girdi. Yüzünün net göründüğü bir fotoğrafı var mı bu delikanlının? Merak ettim.”

“Bugünden fotoğrafımızı göstereyim.”

“Fotoğraf mı çekildiniz?” dedi annesi şaşırarak.

“Evet,” dedi Göksel biraz utanarak. “Hatıra kalsın dedik.”

Galerisinden fotoğrafı açıp annesiyle babasına gösterdi. İkisi de son derece dikkatli bakışlarla Gökhan’ı incelerken Göksel dudaklarını birbirine bastırdı. Ebeveynlerinin Gökhan’ın tipinden karakter analizi yaptığını biliyordu ve şaşırtıcı olan şey bu konudaki fikirlerinde hiçbir zaman haksız çıkmamalarıydı. Yaşları gereği sahip oldukları tecrübeler onları insan sarrafına dönüştürmüştü.

“Hoş çocukmuş,” dedi Güzin. “Eli yüzü düzgün, mülayim birine benziyor.”

“Küpeleri ve piercingi var,” dedi Engin eşine yandan bir bakış atarak. “Yakıştırmış da kendine ama marjinal bir tarzı olduğu belli oluyor.”

“Biraz öyle,” dedi Göksel. “Tarzını beğeniyorum ben. Hiç benlik değil ama ona yakışıyor.”

“Dövmeleri de vardır.”

“Evet, var.”

“Dövmeli, küpeli ve piercingli bir erkekle seni kırk yıl düşünsem yine de yan yana hayal edemezdim.”

“Gökhan yeni tanıştığım bir arkadaşım babacığım.”

“Arkadaşların arasında da böyle biri olmadı ki.”

“Her şeyin bir ilki vardır.”

“Tarzını saymazsak yüzü cidden mülayim, tam iyi aile çocuğu. Ailesi hakkında bir şeyler öğrendin mi?”

Gökhan’ın söyledikleri aklına gelince Göksel’in üstüne bir ağırlık çöktü. “Babası yarbaymış, annesi ev hanımıymış ve Ankara’da yaşıyorlarmış.”

“Yarbay mı?” dedi Engin şaşırarak.

“Ankara’da mı?” dedi Güzin de.

“İkinize de evet,” dedi Göksel.

“Çok yüksek bir rütbe,” dedi Engin. “Öyle her gün yarbay göremezsin yani. Ankara’daymışlar bir de, ziyarete gidiyor muymuş Gökhan?”

“Ailesiyle görüşmediğini söyledi. Ebeveynleri konservatuvar okumasını istememişler ama Gökhan hayallerinin peşinden gitmeyi tercih etmiş.”

Bir süre hiçbiri konuşmadı. Güzin ve Engin sessizce bakıştı, ikisi de duydukları karşısında üzülmüştü.

“Cesur çocukmuş,” dedi Engin bir süre sonra. “İstanbul gibi bir şehirde aile desteği olmadan hem çalışıp hem de okumak çok zor iş ama başarmış. Son senesi olduğunu söylemiştin değil mi?”

“Evet, bir terslik çıkmazsa o da seneye mezun olacak.”

“Ailesiyle hiç mi görüşmüyorlarmış?” diye sordu Güzin.

“Sormadım ama sanırım hiç görüşmüyorlar. Anladığım kadarıyla kalkıp İstanbul’a gelmiş ve bir daha hiç görüşmemişler.”

“Nasıl ebeveynmiş onlar? Çocukları kalkıp İstanbul gibi bir şehre gidiyor ve umurlarında bile olmuyor. Bu çocuk üç yıldır ne yapıyor ne ediyor, ne yiyip ne içiyor, hayatını nasıl idame ettiriyor, hiç merak etmemişler mi? Ben seni aynı şehirde merak ediyorum, dışarıda olduğunda ulaşamazsam kafayı yerim.”

“Çok üzücü bir konu,” dedi Göksel. “Bu konuyu konuşmayalım. Bugünün güzel noktalarına odaklanmak istiyorum, kötü olanlara değil.”

“Haklısın bebeğim,” diyen Engin kızının saçlarını okşadı. “Randevunun güzel geçmesine sevindim.”

“Ben daha çok sevindim.”

Üçü de gülüştü.

Biraz ebeveynleriyle oturan Göksel babasının omzuna yatarak onlarla beraber televizyon izledi. Ailesiyle geçirdiği bu anlar en huzurlu hissettiği zaman dilimiydi. Muhteşem geçen bir ilk randevunun ardından ailesiyle vakit geçirmekse onun zaten yüksek olan moralini iyice yükseltti.

Göksel saatler 22.47’yi gösterirken odasına çekildi. Yatağına otururken telefon ekranını da açtı. Gökhan dakikalar önce cevap vermişti, konuşmalarına girdi.

Aynı zamanda çok keyifli bir gündü, modum yüksek. Kendime bir papatya çayı yapıp bacaklarımı uzatarak yatağıma yattım

Göksel gülümseyerek sırtını baza başlığına yasladı ve o da bacaklarını uzattı.

Afiyet olsun, iyi yapmışsın

Ona cevap verdikten sonra mesajlaşma uygulamasından çıkarak sosyal medya hesabına girdi. Vapurdayken aklı olanları düşünmekle fazlasıyla meşgul olduğu, hava da iyiden iyiye karardığı için fotoğraf çekmek aklına gelmemişti ama bugünden geriye çok güzel fotoğraflar kalmıştı: Kadıköy’de çektiği gün batımı fotoğrafları.

Çektiği ikinci fotoğrafın ışığını daha çok sevdiği için bunu hikayesine atmaya karar verdi. Normalde böyle bir fotoğrafı hikayesine atmazdı, çok klasik bir fotoğraftı ama fotoğrafın ardındaki öykü eşsiz olduğu için bugünden bir hatıra olarak hikayesinde durmasını istiyordu. Fotoğrafın üstüne herhangi bir yazı, konum bilgisi ya da başka bir şey eklemeden öylece paylaştı. Kendisi fotoğrafın nerede çekildiğini de ne anlattığını da biliyordu, bu hikayeyi görecek olan Gökhan da biliyordu ve bu yeterliydi.

Göksel hesabına bakmadığı süreçte paylaşılan yeni gönderi ve hikayelere baktı. Saat 11 olduğunda Gökhan ona mesaj attı. Yağız’a ikisinin fotoğrafını atan genç adam Yağız onu görüntülü arayınca yarım saat arkadaşıyla konuşmuş, ona bugünden ayrıntılı olarak bahsetmişti. Göksel’i ilk kez gören Yağız da onu güzel bulmuştu ve ikiliyi yakıştırmıştı. Bunu duyan Gökhan biraz utansa da duyduklarından kesinlikle hoşnut olmuştu.

Göksel hesabında biraz daha oyalandıktan sonra onun mesajını açtı.

Sağ olasın. Sen ne yaptın?

Ona cevap yazdı.

Biraz bizimkilerle oturduktan sonra odama çekildim, uzanıyorum ben de öyle

Gökhan saniyeler içinde onun mesajını gördü.

Sen de iyi yapmışsın. Papatya çayı beni bayağı mayıştırdı, birazdan yatar uyurum. Sana iyi geceler dileyip yavaştan kaçayım, görüşürüz Gök

Bu akşamın onun için güzel ve keyifli geçtiğini bilse de bugünün genç adam için yorucu olduğunun da farkındaydı ve Gökhan’ın yatıp dinlenmesi gerektiğini biliyordu.

Sana da iyi geceler, görüşürüz

Gökhan’ın mesajını gördükten sonra çevrim dışı olmasını izledi. Gökhan uygulamadan çıkınca onun isminin üstüne dokunup kişi bilgisi sayfasını açtı. Gökhan profil fotoğrafında bir sandalyede oturuyordu, kucağında beyaz Fender’ı vardı ve klavyeye bakarak gitarını çalıyordu. Başı eğik olduğu için yüzü tam olarak görünmüyordu ama yukarı kıvrılan dudakları belli oluyordu. Hakkında kısmındaysa sağ bileğindeki dövme yazıyordu: Musica est cibus pro anima.

Tam da ondan beklenen bir profile sahipti.

Göksel sosyal medya hesabından bir bildirim gelince, bildirim penceresini açıp gelen bildirime baktı. Bildirimde Gökhan Uygur’un hikayesini beğendiği yazıyordu. Bir gülümseme yüzüne yayılırken, bildirime dokunup hikayesini açtı. Hikayesini görüntüleyenler kısmında Gökhan en baştaydı ve profil fotoğrafının alt köşesinde bir kalp vardı.

Gökhan da bu fotoğrafın nerede çekildiğini ve ne anlattığını biliyordu ve bu beğeni bunu gösterme yoluydu.

O gece iki genç de geç saatlere kadar uyumadı, uyuyamadı. İkisi de yatağında uzanıp birlikte geçirdikleri zamanı düşündü, yaşadıklarını kafasında yeniden canlandırdı. Hissettikleri güzel duygular kalplerinin her bir ritminde kanla beraber tüm vücutlarına pompalandı ve yaşamın kaynağı o sıvının ulaştığı her hücrede yaşamın en güzel duygularını hissettiler.

Ahsen haklıydı: İnsan gençken böyle güzel şeyler hissetmeli, kalbini küt küt attıracak şeyler yaşamalıydı.

Hissediyorlardı.

Yaşıyorlardı.

]]>
Fri, 09 Sep 2022 15:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 9. Kare: Pişti Lakaplılar https://edebiyatblog.com/kd-9kare-pisti-lakaplilar https://edebiyatblog.com/kd-9kare-pisti-lakaplilar Güne erken başlayan Göksel kahvaltısını ettikten sonra salona geçti. Koltukta uzanırken sosyal medya hesabına girdi. Sabah uyanır uyanmaz yaptığı ilk şey Gökhan’la olan mesajlaşmasını açıp dün akşamın bir rüya olmadığından, gerçek olduğundan emin olmak olmuştu. Şimdi de mesajlar sayfasına girip en üstte duran sohbete baktı. Gökhan Uygur’la olan sohbeti orada duruyordu ve genç adam profil fotoğrafından kendisine gülümsüyordu.

Ona günaydın mesajı atmalı mıydı?

Onunla sohbet etmeye devam etmek, hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordu ama ona mesaj atmayı şimdilik düşünmeyerek ana sayfasına geri döndü. Birkaç dakika boyunca yeni paylaşımlara baktı, hikayeleri izleyip gönderileri inceledi. Çok severek takip ettiği bir fotoğrafçı yeni bir fotoğraf atmıştı. Onun yeni fotoğrafını incelerken kendisinin hesaba bir süredir hiçbir şey atmadığını düşündü. Aslında elinde bir sürü fotoğraf vardı fakat bu sıralar içinden paylaşım yapmak gelmiyordu.

Galerisini açıp hesabında paylaşmayı düşündüğü fotoğrafları topladığı klasöre girdi. Klasörün en yeni üyesi iki gün önce düzenleme işini tamamen bitirerek kaydettiği ve telefonuna da attığı İstanbul videosuydu. Videoyu açıp baştan izlemeye başladı. Bunu yaparken dün akşam Emrah’ın kendisine söylediklerini düşündü ve bu, videoya daha objektif bakmasına yardımcı oldu. Video gerçekten çok iyiydi hatta kusursuz denilecek kadar iyiydi. Gerek çekim açıları gerek ışık ayarlamaları gerek videoların orijinal sesleri ve Göksel’in eklediği müzik sesi gerekse sahneler arası geçiş muhteşemdi. Bir dakikalık kısa film tadında olan video İstanbul’un öne çıkan yerlerini, hayat koşuşturmasını ve şehrin ambiyansını çok iyi yansıtıyordu.

Genç kadın çok iyi iş çıkarmıştı ve bir süredir bunu ertelese de videoyu bugün hesabında paylaşmaya karar verdi.

Tekrardan hesabına girip yeni gönderi sayfasını açtı ve galerisinden videoyu bulup seçti. Videoyu yayıma hazırlarken yaptığı ilk şey konum bilgisine İstanbul’u eklemek oldu, böylece İstanbul konumunda paylaşılan gönderilere bakan herkes bu videoyu görebilecekti; ikinci olarak da videosuna bir süredir aklında olan kısa açıklamayı yazıp birkaç tane de etiket ekledi.

Caddelerden dolup taşan kalabalığıyla, semalarından eksik olmayan martılarıyla ve hiç bitmeyen koşuşturmasıyla İstanbul günlükleri. #istanbul #turkey #video #videography #videographer

 Videoyu paylaştığında oturduğu yerden sıçradı. “Gerçekten paylaştım!” dedi heyecanla. “İlk videomu paylaştım resmen.”

Ayağa kalkıp bir süre salonun içinde hızlıca yürüdü. Yaşadığı heyecan tatlı bir heyecan olduğu için kendisine bunu sonuna kadar hissetmek için izin verdi. Severek yaptığı bu işin kendisine hissettirdiği bu tatlı heyecan ve gerginliği en az yaptığı iş kadar seviyordu.

“Takipçilerim izleyecek,” diye konuştu. “Arkadaşlarım izleyecek. Akın, Sinem, bölümdekiler; Ahsen, Emrah hatta Gökhan da izleyecek. Ailem izleyecek, tanımadığım kişiler de izleyecek. Tanrı’m!”

Sessizce çığlık attı. Bu kesinlikle fotoğraf paylaşmaya benzemiyordu. Genç kadın en son bir paylaşımı için bu kadar heyecanlı olduğunda ilk fotoğrafını paylaşıyordu ve aradan geçen uzun aylardan sonra ilk kez o günkü heyecanını hatta daha fazlasını hissediyordu.

Bir bardak soğuk su içtikten sonra tekrar koltuğa oturdu ve telefonunu eline aldı. Videosuna şimdiden dört beğeni gelmişti bile. Gülümseyerek arkasına yaslanırken kendisi de videoyu izledi. Bir grup güvercinin kanat çırpıp havalanmasıyla başlayan video gün batımında yavaşça iskeleden uzaklaşan feribot ve kıyıda yürüyen, kameranın önünden geçen insanlarla devam ediyordu. Üçüncü sahnede bir fotoğrafçının vitrinindeki makineler vardı, onu takip eden dördüncü sahnede gitar çalarak şarkı söyleyen bir sokak sanatçısı yer alıyordu. Videonun altı saniyesini kaplayan performansından sonra Göksel’in Galata Köprüsü’nde yürürken etrafı çektiği video vardı ve bu videonun arka planında da sokak sanatçısının çaldığı şarkının sesi kullanılmıştı. Onu takip eden videoda Göksel vapurdan Boğaz’ı ve şehrin iki yakasını kayda almıştı, videonun orijinalindeki dalga sesine kısık sesle çalan müziği de eklemişti ve birkaç efektle videonun görüntüsünü zenginleştirmişti. Denizden sonra Beyoğlu sokakları ve o sokakları süsleyen tarihî binalar kadraja giriyordu. Göksel bu kısımlarda videoların orijinal sesini tamamen kısıp videoda kullandığı fon müziği kullanmıştı. Videonun son sahnesi de İstiklal Caddesi’nde çekilmişti; İstiklal Caddesi’ndeki meşhur kırmızı tramvay kalabalığın arasında yavaşça gözden kayboluyor ve kararan ekranla video sona eriyordu.

Videoyu izlemeyi bitirdiğinde yüzünde memnun bir gülümseme vardı. Videosu gerçekten de güzeldi ve insanlardan alacağı geri dönüşleri iple çekiyordu. Bunun için çok beklemesine de gerek yoktu.

 

***

 

Cep telefonundan bir Athena şarkısının sesi yükselirken tezgâhın başındaki Gökhan da bulaşıkları yıkamakla meşguldü, bir yandan da kadife gibi yumuşacık sesiyle adaşı olan soliste eşlik ediyordu. Özellikle tek kaldığı tatil dönemlerinde ev işlerini yaparken hareketli rock şarkıları ona bu işleri yapması için güç veren tek şeydi.

Tencerenin dibini kafa sallayarak ovalarken ayağıyla da yerde ritim tutmuştu. Tencerenin de yemek kalıntılarından arındığından emin olduktan sonra yıkadığı bulaşıkları durulamaya geçti. Suyun aşırı sıcak olmamasına dikkat ederek musluk başlığını sıcak su tarafına çevirdi ve bulaşıkları durulamaya başladı.

Dinlediği şarkı sakin geçiş kısmından sonra tekrar ivme kazandığında, “Kuralı yok, kuralı yok,” diye şarkıyı söylemeye devam etti. “Hayat senin gibi delisi yok / Yaşıyorum gelişine, takılıyorum kafama göre.”

Şarkının sesi yüksekti, Gökhan da şarkıyı yüksek sesle söylüyordu ve temiz kullanmak yerine solist gibi kirleterek kullandığı sesiyle komşularına adeta mini bir konser veriyordu.

“Yaşıyorum ben kafama göre / Kafama göre / Kafama göre.”

Şarkının can alıcı ve bol gürültülü kapanış kısmında komşuları umursamadan, diyaframına yüklenerek gırtlağını sıktı ve solistle eş zamanlı olarak bağırdı. Temiz sesine göre hiç de yumuşak olmayan ve seksi denilebilecek kadar etkileyici olan kirli sesi hem oturduğu apartmanın tüm katlarından hem de apartmanın olduğu sokaktan duyuldu.

Athena’nın şarkısı bittikten sonra Duman’ın Sor Bana Pişman Mıyım parçası çalmaya başladı. Duman, Gökhan’ın en sevdiği gruplardan biriydi ve bu şarkıları genç adamın en sevdiği ve onda özel bir yeri olan parçalarından biriydi. Gökhan bu şarkıya da eşlik ederek, bulaşıkların hepsini durulayıp kurumaları için bulaşık sepetine yerleştirdi.

Bulaşık işini bitirdikten sonra havluyla ellerini kurulayıp masanın üstündeki telefonunu aldı. Şarkıyı durdurup, müzik dinlediği uygulamayı kapatırken mutfaktan çıkarak salona girdi. Dakikalardır ayakta durarak bulaşık yıkadığı için beli ağrımıştı, kendisini koltuğa atıp uzandı. Çamaşır makinesi durana kadar biraz dinlenmeye karar verdi, sonrasında çamaşırları balkona asacaktı -ki bu onun en sevmediği ev işlerinden biriydi.

Sabah uyandığında sosyal medya hesabına girmişti. Göksel’e günaydın mesajı atmayı düşünse de öncesinde kahvaltı etmek, bulaşıkları ve çamaşırları yıkamak gibi işleri olduğu ve genç kadınla dünkü gibi anlık olarak mesajlaşamayacağı için mesaj atmayı ertelemişti; ana sayfasındaki yeni paylaşımlara bakarak uygulamadan çıkmıştı. Şu an saatler 12.49’u gösteriyordu ve Gökhan hesabına yeniden girdi. Takip ettiği hesaplardan birkaçı yeni hikaye atmıştı fakat Gökhan’ın dikkatini çeken şey ana sayfasının en üstündeki video oldu. Videoyu Göksel paylaşmıştı. Meraklanan genç adam videoyu izlemeye başladı. Bir grup güvercinin kanat çırpıp havalanmasıyla başlayan videonun görüntü kalitesi videonun profesyonel makineyle çekildiğini belli ediyordu. Güvercinlerden sonra kadraja vapur girince Gökhan gün batımında kaydedilen bu videonun ambiyansına hayran kaldı. Bir gülümseme dudaklarına yerleşirken videoyu büyük bir beğeni, hayranlık ve memnuniyetle izledi. Hem açılarıyla hem ışıklarıyla hem odak noktalarıyla hem çekim teknikleriyle hem de videoların üstünde yapılan düzenlemeleriyle bir profesyonelin imzasını taşıyan bu İstanbul videosu kusursuz bir işti.

“Sadece fotoğraf çekme konusunda muhteşem değilmişsin,” diye düşündü. “Sürprizlerle dolusun Gök.”

Videonun açıklama kısmında bir şeyler yazdığını fark edince orayı okudu.

Caddelerden dolup taşan kalabalığıyla, semalarından eksik olmayan martılarıyla ve hiç bitmeyen koşuşturmasıyla İstanbul günlükleri.

Gülümsemesi genişlerken videoyu beğendi. Video yayımlanalı 20 dakika olmuştu ve şimdiden 37 beğeni almıştı bile. Genç adam videonun daha çok kişiye ulaşmasını umdu. Bu muhteşem işi herkes görmeliydi.

Diğer yeni paylaşımlara bakmadan, mesaj sayfasına girip en üstte duran konuşmayı açtı ve parmaklarını ekranda gezdirip mesaj yazdı.

Tünaydın

Videonu şimdi izledim ve tek kelimeyle bayıldım, harika iş çıkarmışsın. Nasıl oluyor da beton yığını olan bu şehri kadrajına aldığında bu kadar muhteşem gösterebiliyorsun?

Mesajları ona gönderdi. Onunla konuşmaya devam etmek, onu daha yakından tanımak istiyordu ve bu video ikisi için de güzel bir aracı olmuştu. Göksel’in fotoğrafçı kimliğinin yanında bir de video grafiker kimliğiyle tanışıyordu ve onun bu çok yönlülüğü ona olan ilgisiyle merakını da artırıyordu.

Gökhan’ın keşfet kısmında gezinerek geçirdiği birkaç dakikanın ardından Göksel ona cevap verdi. Genç adam mesajlara anında atlamamak için bir dakika hesabında oyalandıktan sonra mesajlara baktı.

Tünaydın

Çok teşekkür ederim, bunu duyduğuma gerçekten sevindim. Soruna cevap verecek olursam İstanbul’un beton yığınlarına değil de ruhuna odaklanıyorum ve çekimlerimi de bu ruhu ortaya çıkaracak şekilde gerçekleştiriyorum; düzenleme yaparken de bu ruhu besleyecek şeyler yapıyorum ve sonuç da bu şekilde oluyor diyebilirim. Böyle düşünmen beni mutlu etti

Onun mesajlarını okuyunca gülümsedi çünkü Göksel’in de gülümsediğini biliyordu. Genç kadının gülümseyince yukarı kıvrılan dolgun pembe dudaklarını, kısılan masmavi gözlerini ve etrafına saçtığı ışığı düşününce bakışları yoğunlaştı. Onun yüzünü defalarca kez kafasında canlandırmaya çalışmış, neye benzediğini hayal etmişti fakat geçen cumartesi karşısında gördüğü genç kadın onun tüm hayallerinin ötesindeydi. Gökhan karşısında bu kadar genç ve güzel bir kadın görmeyi beklemiyordu. Göksel’in daha adını bile bilmediği zamanlarda onun sanatçı kişiliği ilgisini çekmiş, onu tanımak istemesini sağlamıştı ve geçen hafta onu kanlı canlı karşısında görünce bu istek artmıştı. Öyle ki bu güçlü isteği bastıramamış -bunu da istememiş- ve onu önce takip etmiş, sonra da mesaj atmıştı. Bu iki adımın son zamanlarda attığı en iyi iki adım olduğunu düşünüyordu.

Yaptığın iş çok kolaymış gibi konuşuyorsun ama bir şeyin ruhunu ortaya çıkarıp onu karşı tarafa hissettirmenin ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum. Sen bu zor işi başarıp ne kadar profesyonel olduğunu kanıtladın ve sanatçı kişiliğine olan hayranlığımı artırdın

Dürüsttü, içtendi; her zamanki gibi ve böyle olmaktan çekinmiyordu. Saklayacak hiçbir şeyi yoktu.

Özellikle video çekimi ve düzenlemesi konusunda almam gereken uzun bir yol var ama bir başka sanatçıdan böyle iltifatlar almak çok değerli, teşekkür ederim

Göksel’in iki dakika sonra gönderdiği bu mesaj ne kadar alçak gönüllü olduğunu gösteriyordu.

Kendine haksızlık etme bence, o yolda çok emin adımlarla ilerleyip herkesin kolay kolay ulaşamayacağı bir noktaya ulaşmışsın ve bununla gönül rahatlığıyla övünebilirsin

Mesajı gönderdikten birkaç saniye sonra Göksel mesajını gördü. Onun da kendisi gibi evde olduğunu ve yapacak bir işi olmadığını, muhtemelen paylaştığı videoya gelen bildirimleri takip ettiğini düşündü.

Ulaştığım noktadan memnunum ama henüz hedefime yaklaşmış bile sayılmam. Yüksek hedeflere sahip olmak şu an olduğun konumla ilgili memnuniyetsiz hissetmeme yol açabiliyor ama kendime ve bulunduğum konuma gereken değeri vermeye çalışıyorum

Onun ne demek istediğini anladı. Yetersizlik hissini, memnuniyetsizlik duygusunu ve bu ikisinin kişiye ne kadar iğrenç bir baskı yaptığını bundan seneler önce tecrübe etmişti. Çevresinde ona müzik konusunda inanan, destek olan kimse yoktu ve Gökhan da müzik konusunda yetersiz olduğunu düşünüp bulunduğu konumla ilgili memnuniyetsiz hissetmişti. Ulaşmak istediği konuma asla ulaşamayacağını, idolü olan müzisyenler kadar iyi müzik yapamayacağını düşünerek uzun aylar geçirmişti fakat sonrasında neden böyle hissettiğini bulup buna neden olan faktörleri yok etmişti. İnsanların düşünceleri önemini yitirdiğinde genç adam da olmak istediği konuma doğru öncekinden çok daha emin ve sağlam adımlarla yürümeye kaldığı yerden devam etmişti. Şimdiyse yirmi bir yaşına girmek üzere olan genç bir konservatuvar öğrencisi ve müzisyen olarak olmak istediği konumdan sadece birkaç adım uzaklıktaydı. Başarmıştı.

Bulunduğun konum değer verilmeyi kesinlikle hak eden bir konum. Kendine haksızlık etmemelisin Gök

Mesajı ona gönderdiğinde Göksel mesajını anında gördü. Genç kadının konuşma sayfasında beklediğini görmek genç adamı gülümsetti.

Teşekkür ederim, etmemeye çalışıyorum

Sen ne yapıyorsun?

Göksel’in ikinci mesajında sorduğu soru hoşuna gitti. Konuşmayı devam ettirdiğine ve ne yaptığıyla ilgilendiğine göre her şey yolunda demekti.

İzin günüm olduğu için akşam kafeye gitmeden önce ev işlerini hallediyorum. Kahvaltı ettikten sonra bulaşıkları yıkadım, şimdi de çamaşır makinesinin bitmesini bekliyorum

Ona her zamanki gibi ayrıntılarla dolu olan bu mesajı gönderdiğinde Göksel mesajını anında görmedi. Genç adam biraz hayal kırıklığı yaşarken genç kadının arayı çok açmadan kendisine yazmasını umdu fakat işler istediği gibi gitmedi.

Göksel’in paylaştığı videoyu izleyen Ahsen arkadaşını aradığında Göksel bu ani aramaya şaşırarak telefonu açtı.

“Ne yaptın kızım sen?” diye bağırarak konuşmaya girdi Ahsen. “O video da neyin nesiydi? Bayıldım! Ne ara çekip düzenledin? Hiç de haber vermiyorsun.”

Göksel kıkırdadı. “İzledin demek. Çok tatlısın, seni ham diye yerim.”

“Asıl ben seni yerim yetenek abidesi. Hemen videonun arka planını dökül.”

“Yılbaşından beri hoşuma giden şeylerin videolarını çekmiştim, biriktiklerini görünce hepsini birleştirip bir İstanbul videosu yapmaya karar verdim ve ortaya bu video çıktı. Düşüncelerin neler?”

“Dediğim gibi bayıldım,” diye cevap verdi Ahsen. “Çekim teknikleri olsun, sahneler arasındaki geçişler olsun, düzenlemeler olsun, müzik ve ses efektleri olsun her şey kusursuz olmuş. Film tadında olmuş resmen, harika iş çıkarmışsın. Seninle gurur duyuyorum.”

“Çok teşekkür ederim,” dedi Göksel duygu dolu bir sesle. “Bunu duyduğuma çok ama çok sevindim. Paylaşıp paylaşmamak konusunda çok kararsızdım ama şu an iyi ki paylaşmışım diyorum. O kadar motive oldum ki hemen evden çıkıp yeni bir video çekimine başlayabilirim.”

Ahsen bir kahkaha atarken, “Bu kadar yetenekli ve donanımlıyken durduğun hata,” dedi. “Bence bundan sonra daha sık video çekip paylaşmalısın hatta videoların için başka bir hesap bile açabilirsin. Kendini fotoğraf konusunda kanıtladın, sıra videoya gelmiş de geçiyor.”

“Ben tek hesapla zor uğraşıyorum, ne ikinci hesabı hem de video paylaştığım bir ikinci hesap? O işler o kadar kolay değil canım.”

“Hiçbir iş kolay değil ama mezun olduktan sonra bunun hakkında düşünmelisin. Şu an okul zamanının büyük bölümünü meşgul ediyor, yorucu olduğunu da biliyorum.”

“Önce bir mezun olayım da bunu sonra düşünürüz. Kibar sözlerin için teşekkür ederim bebeğim.”

“Ne demek bal peteğim, her zaman. Ne yapıyorsun şimdi?”

Ahsen her zaman her konuda Göksel’e destek olan, ona inanan ve başardığı şeylerle gurur duyan muhteşem bir dost olmuştu. Göksel’in lisede arkadaşlardan yana yüzü pek gülmemişti ama Ahsen’le olan dostluğu hepsine bedel bir dostluk olmuştu. Yedi senedir tanışan ve her geçen gün aralarındaki dostluk bağı kuvvetlenen ikili bu güzel dostluğun sonuna kadar devam edeceğini biliyordu. Göksel fotoğraf ve video alanında inşa etmek istediği kariyerinde ve bu yolda attığı adımlarda en çok Ahsen’in desteğini görmüştü; aynı şekilde Ahsen de edebiyat alanında kurmak istediği kariyeri ve çevirmen olma hayali konusunda en çok Göksel’in desteğini görmüştü. İki dost da birbirine inanıyor, destek oluyor ve bir sonraki adımı atması için cesaret veriyor, gerekirse arkadaşının bacağını itip o adımı arkadaşına attırıyordu.

“Videoya gelen bildirimleri kontrol ediyorum,” dedi Göksel. “Sen ne yapıyorsun?”

“Vantilatör karşısında uzanıp telefonda takılıyordum,” diye karşılık verdi Ahsen. “Evde tekim ve sıcak yüzünden bir şey yapasım gelmiyor.”

“Asu nerede?”

Asu, Ahsen’in ondan iki yaş küçük kız kardeşiydi. Ege Üniversitesinde Psikoloji bölümünde birinci senesini bitirip geçen günlerde İstanbul’a, ailesinin yanına dönmüştü.

“Arkadaşlarıyla buluşmaya gitti. Lisedekilerle buluşacakmış.”

“Buluşsun bakalım,” dedi Göksel. “Ahsen, ben sana bir şey söyleyeceğim.”

“Ne söyleyeceksin?”

“Gökhan dün akşam bana yazdı.”

“Gökhan mı?” diyen Ahsen ilk başta Gökhan’ın kim olduğunu hatırlayamadı. Hatırlayınca gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ne?”

Ahsen bağırınca, Göksel telefonu kulağından uzaklaştırıp yüzünü buruşturdu. Bu ani bağırışa hazırlıksız yakalanmıştı.

“Ne yazdı?” dedi Ahsen yüksek sesle konuşmaya devam ederek. “Anlatsana kızım.”

“Merhaba, yazıp nasıl olduğumu sormuş,” diye cevapladı Göksel. “Sana söylemedim ama pazartesi günü beni takip etti, salı da ben takip ettim; dün akşam da mesaj attı işte. Epey sohbet ettik, sonra ben uyumaya gittim. Biraz önce de tünaydın yazıp videomu izlediğine ve çok beğendiğine dair mesaj attı, senin aradığın sırada mesajlaşıyorduk yine.”

“Senin ben gerçekten saçını başını yolacağım!” diye bağırdı Ahsen. “Takipleştiğinizi neden söylemiyorsun? Bostan korkuluğu muyum kızım ben?”

 “Çok büyük bir olay olmadığı için söylemek istemedim.”

“Ne demek çok büyük bir olay değil? Seninle yüz yüze tanıştıktan sonra hesabını takip etmesi büyük olay değil de ne büyük olay? Çocuğun ilgisini çekmişsin besbelli ve sana mesaj atarak bunu kanıtlamış. Neler konuştunuz?”

Onun bu cümlesi Göksel’i utandırdı. Gökhan’ın ilgisini çektiğini anlamıştı, genç adam da onun ilgisini çekiyordu fakat bunu bir başkasının ağzından duyunca utandı.

“Epey sohbet ettik,” dedi Göksel dün akşamı hatırlayarak. “Müzikten, tatilde neler yaptığımızdan, günlük hayatımızdan, İstanbul'dan bahsettik; biraz geçmişten konuştuk. Mesela asker çocuğu olduğunu ve şehir şehir gezerek büyüdüğünü öğrendim, kendi şarkılarını yaptığını söyledi, şu an tek yaşadığından bahsetti. Yeni tanışan iki kişi nelerden konuşursa onlardan konuştuk yani.”

“Asker çocuğu muymuş?” dedi Ahsen şaşırarak. “Çok havalı be! Tek yaşıyormuş bir de. Nerede oturuyormuş?”

“Kadıköy’deymiş evi. Şu an tek yaşadığını söyledi, sanki öncesinde yaşamıyormuş gibi bir anlam çıkardım.”

“Öncesinde ev arkadaşı vardı belki de. Ailesi neredeymiş?”

“Liseyi Kütahya’da bitirip İstanbul’a taşındığından bahsetti, ailesinin güncel konumunu bilmiyorum.”

“İleride öğrenirsin. İlk akşamdan bu kadar şeyden bahsettiyse zamanla daha da açılır.”

“Göreceğiz artık,” demekle yetindi Göksel. “Durum böyle bebeğim.”

“Video hakkında neler söyledi?” diye sordu Ahsen.

“Çok beğendiğini söyledi. Sanatçı kişiliğime karşı çok kibar ve destekleyici şeyler söylüyor ve açıkçası aşırı hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Ahsen gülümseyerek. “Sanatçı kişiliğine olan yaklaşımı mı hoşuna gidiyor yoksa direkt Gökhan mı hoşuna gidiyor?”

Göksel kızarırken, “Bu da nereden çıktı şimdi?” dedi. “Bu dediğimden bunu mu anladın?”

“Başka bir şey mi anlamam gerekiyordu?”

“Hiçbir şey anlaman gerekmiyor. Daha yeni tanıştık ve birbirimiz hakkında öğreneceğimiz çok şey var. Evet, ondan iyi bir enerji alıyorum fakat buna illa bir isim vermek zorunda değilim ya da bunu bir duygu olarak sınıflandırmam da gerekmiyor. Sadece sürecin tadını çıkarıyorum.”

“Elbette bunlar için çok erken,” dedi Ahsen ciddileşerek. “Ben de dalga geçiyordum. Tabii Gökhan’ın senden etkilendiği, ilgisini çektiğin belli fakat bunlar tek başına hiçbir anlama gelmez. Konuşun, sohbet edin, bir şeyler paylaşın; birbirinizi tanıyın. Dediğin gibi bu bir süreç ve önemli olan da tadını çıkarmak. Neler olacağını hep beraber göreceğiz. Her zaman burada olduğumu aklından çıkarmıyorsun değil mi balım?”

Göksel gülümseyerek, “Çıkarmıyorum elbette ve bunun için sana minnettarım,” dedi içtenlikle. “Gelişmelerden bahsederim. Saçımın başımın yolunmasını istemiyorum.”

Telefonun ucundaki Ahsen tatlı bir kahkaha attı. “Ha şöyle,” dedi gülmeye devam ederken. “Ayağını denk al, haddini bil. Yüz yüze görüşünce daha ayrıntılı konuşuruz ama önemli gelişmeleri haber etmeyi unutma. Şimdi konuştuğunuzu da bildiğim için iyice merak ederim.”

“Merakından çatlarsın değil mi?”

“Valla çatlarım.”

İkili gülüştü.

“Tamam o zaman,” dedi Göksel. “Ben şimdi kapatayım.”

“Kapat tabii,” dedi Ahsen anlamlı bir sesle. “Gökhan Bey’i çok bekletme.”

“Videonun bildirimlerini takip edeceğim.”

“Tabii canım, kesin video bildirimleri içindir. Neyse, seni bozmadan kapatayım telefonu. Görüşürüz yine.”

“Sus kız, çok konuşma. Hadi görüşürüz, çok öpüyorum.”

Ahsen kıkırdadı. “Ben de öpüyorum balım. Çav.”

Görüşmeyi sonlandıran Göksel sosyal medya hesabına girdi. Videosuna beş yeni beğeni gelmişti, beğenenlere baktıktan sonra Gökhan’ın dakikalar önce gönderdiği mesajı açtı.

İzin günüm olduğu için akşam kafeye gitmeden önce ev işlerini hallediyorum. Kahvaltı ettikten sonra bulaşıkları yıkadım, şimdi de çamaşır makinesinin bitmesini bekliyorum

Tek yaşamak, bir evi tek başına idare etmek düşünüldüğünden çok daha zor ve zahmetli bir işti. Evde yapılacak işler bitmek bilmezdi, üstelik Gökhan haftanın altı günü tam zamanlı olarak bir mağazada çalışıyordu ve Göksel onun ne kadar yoğun olduğunu tahmin bile edemiyordu.

Kolay gelsin. Ev işleri zordur, özellikle tek yaşarken daha da zor oluyordur

Mesajı ona gönderdi. Araya birkaç dakika girdiği için Gökhan onun mesajını anında görmedi ama Göksel genç adamın kısa sürede kendisine döneceğini bilerek konuşma sayfasından ayrıldı. O esnada bir yeni bildirim geldi. Meraklanan Göksel bildirimler sekmesine girince videosuna yapılan yeni bir yorum olduğunu gördü. Videoyu Ahsen yapmıştı ve şöyle yazmıştı:

Bu muhteşem videoyu izleyene kadar İstanbul’un bu kadar güzel olduğunu fark etmemiştim. Harika bir iş çıkarmışsın, bir dakikalık videodan daha çok şehri tanıtmak için çekilmiş bir kısa filme benziyor. Bayıldım, ellerine sağlık bal peteğim.

Ahsen yorumunun sonuna bir de sarı kalp emojisi koymuştu. Onun bu tatlı yorumunu okuyan Göksel genişçe gülümsedi ve içinin sıcacık olduğunu hissetti. Ahsen onu arayıp övgü dolu bir sürü şey söylemesine rağmen herkesin görebileceği şekilde yorum yaparak sosyal medyadan da dostuna destek olmayı da ihmal etmemişti.

Bir süre tatlı tatlı sırıttıktan sonra arkadaşına cevap yazdı:

Kibar ve motive edici cümlelerin için çok teşekkür ederim bebeğim, beğenmene çok sevindim.

Yorumunun sonuna kahverengi bir kalp koyup yorumunu paylaştı. Kahverengi de Ahsen’in en sevdiği renklerden biriydi ve kahverengi kalp emojisini de fazlasıyla kullanıyordu.

Keyfi tavan yapan Göksel ekranın üstünde yeni bir bildirim görünce dikkatini oraya odakladı. Tıpkı düşündüğü gibi Gökhan mesajını kısa sürede görüp ona cevap vermişti.

Sağ olasın. Alıştığım için zorluğuna kolaylığına bakmadan hallediyorum bir şekilde. Okul zamanları bir ev arkadaşım var ama tatillerde aile evine döndüğü için birkaç ay her şeyi ben yapıyorum

Gökhan’ın bu mesajını okuyunca kaşlarını kaldırdı. Gökhan’ın bir ev arkadaşı olduğunu ama tatillerde aile evine gidebileceğini hiç düşünmediği için şaşırdı. Ev arkadaşı aile evine gidiyordu, peki ya Gökhan?

Okul zamanları işin daha kolay oluyordur o zaman. Sen 12 ay burada mısın?

Genç kadın onun ağzını aradığı bu mesajı Gökhan’a gönderdiğinde Gökhan mesajını saniyesinde gördü. Kalp atışlarının hızlandığını hisseden Göksel yutkundu.

Evet, buradayım

Yani bu aile evine gitmediği anlamına mı geliyordu?

“Genel olarak sanat alanında eğitim veren üniversite sayısı az, kontenjanları da sınırlı. İnsanımız sanatı hor gördüğü, çocukları da bu alanda eğitim almasın istediği için maalesef bu alanlara talep çok az oluyor.”

“Çok haklısınız. Yeni nesille beraber bu durumun düzeleceğini umuyorum. Gençler arasında sanata ilgi duyan fazlasıyla kişi var ve bir şekilde ailelerine bunu kabul ettirenlerin sayısı da zamanla artacaktır diye düşünüyorum, böyle olmasını da istiyorum.”

Onunla bu konuşmayı gerçekleştirirken Gökhan’ın yüzünden geçen hüzün ifadesini hatırladı. Bunu kendisinin uydurduğunu düşünmüştü ama şimdi belki de uydurmadığını, Gökhan’ın bir saniyeliğine de olsa gerçekten hüzünlendiğini düşündü.

“Belki arada ziyaret ediyordur ama gidip uzun süreli kalmıyordur,” diye düşündü. Bu konuyu çok merak etmişti ama çok özel ve ince bir mesele olduğu için sormayacaktı. Eğer genç adam anlatmak isterse anlatırdı.

Arkadaşın normalde nerede yaşıyor? Biraz ondan bahsetmek ister misin?

Göksel konuyu değiştirip yine merak ettiği bir başka konuyu açtı. Gökhan’ın ev arkadaşı olduğunu söylemesi ilgisini çekmişti. Genç adam da her zamanki gibi sorusuna içtenlikle ve ayrıntılardan bahsederek cevap verdi.

Bahsedeyim: İsmi Yağız, yaşıtız ve hatta aynı burcuz. Konservatuvar seçmelerinin olduğu gün tanıştık. Daha ilk dakikadan onunla çok iyi arkadaş olacağımı hissetmiştim ve o da böyle hissettiğini söyledi. O gün birbirimizin numarasını aldık ve sonuçlar açıklanana kadar da iletişimde kaldık. Sonuçların açıklandığı gün ikimiz de seçildiğimizi öğrendik, sonra da şimdi yaşadığımız evi tuttuk; 3 senedir de beraber yaşıyoruz. Kendisi en yakın arkadaşım olur, tanıdığım en özel insanlardan birisi ve yollarımız kesiştiği için çok mutluyum. Normalde Balıkesir’de ailesiyle beraber yaşıyor. Dünya tatlısı bir ailesi var ve ben de bu 3 senelik süreçte pek çok kez Balıkesir’e gidip evlerinde kaldım, onlarla vakit geçirdim

Göksel bu uzun mesajı yüzünde tatlı bir gülümsemeyle okudu. Gökhan duygularını, düşüncelerini dillendirmekten çekinmeyen, bu konuda açık olan biriydi ve onun bu tavrından Göksel hoşlanmıştı. Toplumda duygularını göstermemek hatta duygulara sahip olmamak konusunda erkeklere dayatılan korkunç bir baskı vardı fakat Gökhan bunları aşmış biri olduğunu belli ediyordu. Özellikle içinde yaşadıkları toplumu göz önüne alınca Göksel bunun son derece zor ve cesaret gerektiren bir eylem olduğunu biliyordu ve bunu başardığı için ona saygı duydu.

Ona ne kadar değer verdiğin bu mesajdan bile anlaşılıyor. Hakkında bu kadar iyi ve güzel düşünebileceğimiz dostlara çok nadir sahip oluyoruz çünkü insanlar çoğu zaman hayal kırıklığı olmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki. Gerçek bir dosta sahip olman çok güzel. İnsanın gerçek bir dostu varken başka hiç kimseye ihtiyacı olmuyor

Gökhan’ın samimiyetinin kendisine de geçtiğini fark eden Göksel, son derece içten bir tavırla yazdığı bu mesajı ona gönderdi. Bu konulardan genelde bu kadar erken bahsetmezdi ama karşısındaki kişi sayesinde normalde olduğundan daha çabuk açılıyordu.

O kadar haklısın ki. Çoğu insanın hayal kırıklığı olduğu bu dünyada gerçek dostlara sahip olmak benim için bir elmasa sahip olmaktan çok daha kıymetli. Senin de var mı böyle dostların? Böyle konuştuğuna göre var

Yüzündeki geniş gülümsemeyle birlikte ona cevap yazdı.

Evet, var hatta kendisiyle tanıştın da; Ahsen en yakın arkadaşımdır. Geçen cumartesi yanımızda olan ama seninle karşılaşmadan önce vedalaştığımız iki kişi de çok değer verdiğim arkadaşlarımdandır

Videosuna bir yeni yorum yapıldığına dair bir bildirim alan Göksel, konuşma sayfasından çıkıp videosunu açtı. Videosuna yorum yapan kişi Akın’dı.

Tek kelimeyle muhteşem. Videoyu çekip düzenleyen eline koluna sağlık, kusursuz bir iş çıkarmışsın.

Onun övgü dolu bu yorumunu okuyan Göksel güldü. Akın muhteşem bir fotoğrafçı olmasının yanında video çekip düzenleme konusunda da tam bir ustaydı. Göksel ondan çok şey öğrenmişti ve bir noktada onu hocası olarak görüyordu. Bu yüzden Akın’dan böyle laflar duymak onun için gurur vericiydi. Akın bir işi kolay kolay beğenmez, her şeye bir kulp takardı ama Göksel’in videosuna kusursuz yorumunda bulunması bu işi ne kadar beğendiğini ve aynı zamanda Göksel’in videosunun ne kadar üst düzey bir iş olduğunu gösteriyordu.

Göğsü kabaran Göksel ona cevap verdi: Çok teşekkür ederim, bu iltifatları senden duymak benim için değerli. Beğenmene çok sevindim.

Videoyu paylaşmasının üstünden kısa bir süre geçmesine rağmen arkadaşlarından bu kadar güzel geri dönüşler almak onu inanılmaz sevindirdi, aynı zamanda, “Neden daha önce paylaşmadım?” diye düşünmesine yol açtı. Göksel videosunun basit bir iş olduğunu, paylaşılmaya değer olmadığını düşünerek yine kendisine haksızlık etmişti ama öyle olmadığını arkadaşlarından gelen yorumlar sonucunda daha iyi idrak etmişti. Geç olsun güç olmasın, diye düşünerek Gökhan’la konuşmasını geri açtı.

Ahsen’le çok yakın olduğunuz her hâlinizden belli oluyordu, bu yüzden şaşırmadım. Diğer iki kişiyi sahne alırken arkadan gördüğümü anımsıyorum hatta bir tanesi çok uzun duruyordu. Yanlış hatırlamıyorsam senin karşında oturuyordu

Gökhan’ın masalarına kısa bir süre baktığını biliyordu fakat bu kadar dikkatli olmasına şaşırdı.

Doğru hatırlıyorsun ve bahsettiğin kişi Şevval, kendisi 1,75 metrelik boyuyla gerçekten de uzundur. Ahsen’in sınıftan çok yakın bir arkadaşı, iki seneyi aşkındır ben de tanıyorum ve birlikte zaman geçiriyoruz. Dördüncü ve son kişi de Sinem, o da benim sınıftan yakın bir arkadaşım

Arkadaş grubundan bahsettiği bu mesajı ona gönderdi. Gökhan kadar ayrıntı vermemişti -genç adam bunu yapmasını da istememişti- ama yeni tanıştığı biriyle konuştuğu ve normalde ne kadar mesafeli olduğu düşünülünce bu kadar bahsetmesi bile görülmüş bir olay değildi.

Uzunmuş cidden. Sen ve Ahsen de kısa değilsiniz ama sizin yanınızda bile daha yapılı duruyordu. Senin boyun kaç?

Gökhan’ın bu sorusu Göksel’i şaşırttı. Konunun kendi boyuna geleceğini hiç düşünmemişti. Kendi kendine gülerek ona cevap yazdı.

1,68’im, sen?

Geçen hafta onu kafede gördüğünde boyunu merak etmişti ve bugün Gökhan’ın bu konuyu açmasına, ona da bu soruyu soracak fırsatı vermesine sevindi.

Daha uzun duruyorsun. En az 1,70 olduğunu düşünürdüm

Ben de 1,81’im

İkilinin arasındaki boy farkını düşününce Gökhan tam da Göksel’in beklediği boylardaydı hatta geniş omuzları ve uzun, ince bacakları Göksel’e onun daha uzun olabileceğini düşündürmüştü. Genç adam kilolu biri değildi ama kalıplı olduğu da su götürmez bir gerçekti.

O gün giydiğim spor ayakkabıların topukları biraz yüksek, ondandır

Göksel boyundan memnundu ama biraz daha uzun olsaydı buna kesinlikle hayır demezdi; bu yüzden bazı ayakkabılarını biraz topuklu alıp 1,70’in üstüne çıkmayı seviyordu.

Şimdi anlaşıldı ama 1,68 de kısa bir boy değil, özellikle Türkiye ortalamasını düşününce

Gökhan ona bu mesajı göndermişti ki çamaşır makinesinin bittiğini haber veren sesini duydu. Genç adam koltuktan kalkarken Göksel’e ikinci bir mesaj yazdı.

Makine bitti, çamaşırları serip hemen dönerim

Ekranını kilitlediği telefonunu salonda bırakıp banyoya yürüdü. Küçük bir banyoları vardı ama çamaşır makinesi için köşede kullanışlı bir alan oluşturulduğu için makine içeride neredeyse hiç alan kaplamıyordu, kirli sepetini de makine üstüne koyarak onun da ekstra yer kaplamasının önüne geçmişlerdi. Yaşadıkları ev küçük olunca hem Gökhan hem de Yağız eşyalarını sığdıracak ve minimum alan kaplayacak yerler bulma konusunda epey başarı göstermişti.

30 derecede yıkadığı renkli çamaşırları mavi çamaşır sepetine doldurduktan sonra ağır sepeti kucaklayarak banyodan çıktı. Havanın sıcak olmasına güvenerek bu akşam sahnede giymeyi düşündüğü gri pantolonu da yıkamıştı. Saatler şimdi öğlen biri gösteriyordu, evden akşam altıdan sonra çıkıyordu ve bu beş saatlik süreçte pantolonun kurumasını umdu. Kurumazsa da bir başka pantolon giyebilirdi ama bugün için hazırladığı kombini değiştirmek istemiyordu.

Salona geri dönüp doğrudan balkona yürüdü. Oturdukları evin ortalama büyüklükte güzel ve ferah bir balkonu vardı, Gökhan bazı yaz akşamlarında burada oturup kitap okumaktan, bir şeyler izlemekten ya da müzik dinlemekten keyif alıyordu. Yazın evde çoğunlukla tek olduğu için burası onun kafa dinleme yeriydi, tabii bir de çamaşır asma görevini üstlenmiş durumdaydı.

Yağız’la beraber balkonun iki kenarındaki demirlere bağladıkları iki çamaşır ipine çamaşırlarını sermeye giriştiğinde bir şarkı mırıldanmaya başladı.

“Ne giyerse giderdi hoşuma / Öyle tatlı bela ki başıma / Darlamasa bir de her durumda / Öyle bir seveceğim ki sonra…”

Son zamanlarda bu şarkıyı çok sık dinliyor, dinlerken de eşlik ediyordu; bunun Göksel sayesinde olduğunun gayet farkındaydı ve bundan hiç şikayetçi değildi hatta hoşnuttu. Bir müzisyen ve büyük bir müziksever olarak anısı olan, anlam yüklediği, bağ kurduğu onlarca şarkı vardı ve Giderdi Hoşuma da Göksel sayesinde o şarkıların arasına eklenmişti.

Şarkıyı söyleyerek çamaşırları serdikten sonra sepeti balkonda bırakıp salona döndü. Telefonunu eline aldığında Göksel’in cevap yazdığını gördü.

Evet, ortalamanın biraz üstündeyim

Kolay gelsin

Ekrana gülümseyerek baktı. Genç kadının kibarlığını seviyordu. Göksel’in kibarlığı kabalıktan da kaba insanlardan da hiç hoşlanmayan Gökhan’ı mıknatıs gibi çekiyordu.

Teşekkür ederim, hallettim

Sen ne yapıyorsun şimdi?

Ona cevap yazdı ve tam da beklediği gibi mesajı hemen görülmedi. O sırada Göksel bilgisayarından haber okumakla meşguldü. Genç kadın sosyal medya platformlarından yalnızca Instagram’ı kullandığı için haberleri sosyal medyadan takip edemiyordu, bunun için Google’dan yararlanıyordu ve özellikle öne çıkan haberleri okuyup gündemden uzak kalmıyordu. Ülke gündemini gördükçe canı fazlasıyla sıkılsa ve bazen bir süre gündemden uzak dursa da sonunda kendini yine haber sitelerinde haberleri okurken buluyordu.

Öne çıkan birkaç haberi okuyup ekonomi hakkında son güncellemeleri de öğrendikten sonra yine canı sıkılmış bir şekilde siteyi kapattı. Bu artık onun için bir kısır döngü hâline gelmişti.

Telefonunu eline aldığında Gökhan’ın iki dakika önce kendisine cevap verdiğini görerek konuşmalarını açtı.

Haberlere bir bakayım dedim, tadım kaçmış bir şekilde siteden ayrıldım; her zamanki gibi

Son derece dürüst ve içten bir dille yazdığı bu mesajı ona gönderdikten sadece saniyeler sonra Gökhan mesajı gördü. Onun bu tavrının genel mi yoksa kendisine özel mi olduğunu merak etti.

Bu gündem karşısında tadı kaçmayan var mıdır ki? Ben akıl sağlığım için nadiren haber okuyorum, gündeme ne kadar az maruz kalsam o kadar iyi. Çok önemli bir şey olursa kulağıma geliyor zaten

Gökhan’la bu konuda aynı şekilde düşündüğü için rahatlayarak ona cevap verdi.

Seninle daha fazla aynı fikirde olamazdım. Ben de, artık haber falan okumayacağım, desem de yine kendimi okurken buluyorum. Gündemi takip etsem ayrı dert, etmesem ayrı dert. Tadımın kaçmasına alıştığım için o kadar sorun yaratmıyor sanırım, alışkanlık oldu

Göksel sehpanın üstündeki büyük bardaktan biraz su içerken Gökhan da genç kadına cevap yazdı.

Haklısın, hepimiz alıştık. Sen yine de gündeme fazla maruz kalma, durduk yere canın sıkılmasın

Virgülden sonraki kısım Göksel’i gülümsetti.

Siteyi kapattım zaten. Özellikle ilk videomu paylaşıp güzel geri dönüşler aldığım bugün keyfimin kaçmasını hiç istemiyorum

Bugün onun için gerçekten de güzel bir gündü ve böyle devam etmesini istiyordu. Yeni tanıştığı Gökhan’dan, en yakın arkadaşı Ahsen’den ve çok yakın bir arkadaşı, aynı zamanda alanıyla ilgili çok şey öğrendiği Akın’dan videosu hakkında çok güzel yorumlar duymuştu; kendisini muhteşem hissediyordu ve bunun tadını çıkarmak istiyordu.

Bu ilk videon muydu? Çektiğin ilk video olamaz diye düşünüyorum, paylaştığın ilk video olsa gerek, değil mi?

Gökhan’ın mesajındaki şaşkınlığı hissedince güldü. Genç adam onun yaptığı işleri takdir ediyordu ve sadece bir anlığına da olsa bunun Göksel’in çektiği ilk video olduğunu düşünmek onun aklını başından aldı. Video çok üst düzey bir işti ve Göksel bile böyle bir videoyu ancak uzun yıllar kazandığı deneyimler sonucunda çekebilirdi.

Evet, hesabımda paylaştığım ilk video. Fotoğrafa videodan daha yakın olsam da ve fotoğraf çekmeyi daha çok sevsem de şimdiye kadar bir sürü video çekip düzenlemelerini yaptım. Bu video bu yıl içinde çektiğim videolardan oluşuyor, arkasında uzun bir video geçmişi ve üç yıllık lisans eğitimi yatıyor

Gökhan gibi o da kendisinden uzun uzun bahsetmeye başlamıştı ama bunun farkında olmadan mesajı ona gönderdi. Bir kişinin insan ilişkilerinde karakteri önemli bir yere sahip olsa da karşıdaki insanın karakteri de bir o kadar önemli bir yere sahipti ve karşı tarafın konuşma şekli, tavırları, enerjisi ve tutumu ilişkinin temellerini oluşturan asıl şeydi. İki taraf da aynı yaklaşımı sergilediğinde ilişki gelişiyor ve zamanla da güçleniyordu; aynı şekilde bu durumun tam tersi de yaşanabiliyordu.

Videolarda yeteneğin açıkça görülüyor fakat tecrüben ve donanımın da belli oluyor. İlerleyen zamanlarda daha çok video çekip paylaşmayı düşünüyor musun? Bence kesinlikle düşünmelisin

Mesajı okuyan Göksel’in yüzünde memnun bir ifade belirdi. Gökhan’ın kendisine karşı bu kadar kibar, destekleyici ve motive edici sözler söylemesinden hoşlanıyordu. Genç adamın verdiği desteğin onda birini vermeyen yakınları olmuştu.

Çok teşekkür ederim, sen böyle dedikçe motivem artıyor ve evet, ileride daha çok video paylaşmayı düşünüyorum. Hesabım fotoğraf ağırlıklı olmaya devam edecek ama arada videolar da paylaşmak, hesaba hareket katmak istiyorum

Videosuna gelen yeni bildirimlere bakmak için mesaj sayfasından ayrıldı. Beş yeni beğenisi ve bir yeni yorumu vardı. Takipçilerinden biri, “Çok başarılı” yazıp sonuna alkış emojisi eklemişti. Genişçe gülümseyen genç fotoğrafçı onun yorumunu beğendikten sonra, “Teşekkür ederim” diye cevap verdi. Kısa sürede aldığı bu güzel geri dönüşler onun içini kıpır kıpır yapmıştı.

Gökhan cevap yazınca genç adamla konuşmasına geri döndü.

Rica ederim, ben yalnızca gerçekleri söylüyorum. Hem yeni videoları hem de fotoğrafları merakla bekliyorum

Ona cevap verdi.

İlgin için teşekkür ederim. Sen de biraz kendi eserlerinden bahsetmek ister misin? Hep benden konuşmayalım

Göksel, Gökhan’ın sanatçı kişiliğini ve ortaya koyduğu müzik eserlerini merak ediyordu. Gökhan’ın genç yaşına rağmen ne kadar üst düzey bir gitarist olduğunu ve çok iyi şarkı söylediğini biliyordu; onun gibi iyi, üstelik bu alanda eğitimli bir müzisyenin ortaya koyacağı eserleri de hâliyle merak ediyordu.

Bahsedecek çok fazla bir şey henüz yok ama olanlardan bahsedebilirim. Gitar çalmaya başlamadan birkaç ay önce şarkılar yazmaya başlayan biri olarak bu konuda çok uzun bir geçmişim olduğunu söyleyebilirim fakat yaşımı göz önüne alacak olursak yazdığım şeylerin oldukça amatör ve bazılarının utandırıcı bile olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Gitar çalmayı epey epey öğrendikten sonra kendi bestelerimi de yapmaya başladım ve zamanla bunlar üzerinde çalışarak geliştirdim; şu anda da demo hâlinde epey bestem var ve hepsi tamamlanmayı bekliyor. Henüz tam anlamıyla bitmiş şarkılarım yok fakat bu yaz en azından birkaç tanesini bitirmek istiyorum. Bu dönem tüm ilgimi bir şarkı üzerinde yoğunlaştırdım, sözlerini ve bestesini yazmakla uğraşıyorum. Onu bitirdikten sonra da yine tek bir şarkıya odaklanarak devam edeceğim ve bu şekilde yarım kalan projeleri tamamlayacağım. En azından şimdilik böyle düşünüyorum. Bir gün kendi müziğimi yayımladığımda bunun üst düzey bir iş olduğundan emin olmak istiyorum ve tüm çabam bunun için. Henüz yaşım çok genç, bir şeyler yayımlamak için aceleci davranıp seneler sonra onlara burun kıvırmaktansa sanatçı kişiliğime ve sanatıma geniş bir zaman verip hem sürecin tadını çıkarıyorum hem de kendimi geliştiriyorum

Gökhan’ın gönderdiği bu mesaj son derece uzundu fakat Göksel her satırını ilgiyle okudu. İfade gücü gelişmiş genç adam kendisini çok iyi ifade etmişti ve bunu her zamanki gibi içten bir şekilde yapmıştı.

En iyisini yapıyorsun. Bu kadar gençken ve önünde yürüyeceğin upuzun bir yol varken acele etmene hiç gerek yok; yaz, bestele, çal, dinle, beğen ya da beğenme, değiştir, geliştir. Sanatçının tatmin etmesi gereken ilk kişinin kendisi olduğunu düşünüyorum ve sen de kendini ne zaman tatmin edersen o zaman sanatını ilgilisine sunabilirsin

Yazdığı mesajı okuduktan sonra ona gönderdi ve mesajı çoğu zaman olduğu gibi saniyesinde görüldü. Başka erkeklerle konuşmaya başladığı ilk günlerde aynı ilgiyi onlardan da görmüştü fakat Gökhan’da farklı bir şeyler vardı; genç adamla sanat gibi, üstelik müzik, ilgisini çeken bir konu hakkında konuşuyordu, ikili birbirine sanatlarından bahsediyordu ve Göksel bu sohbetten son derece keyif alıyordu.

Mesajı okurken ben yazdım sandım, tıpatıp aynı şekilde düşünüyorum ve kendimi tatmin etmek için söylediğin adımları takip ediyorum. Bir başka sanatçının da böyle düşündüğünü bilmek çok iyi hissettirdi, konuştuğumuz çoğu konuda aynı fikirde olduğumuzu bilmek de öyle. Sağ ol Gök

Kaşları yukarı kalkan Göksel’in yüzünü utangaç bir gülümseme süsledi. Bu ani cümle karşısında utansa da bunu duymaktan memnun olmuştu çünkü kendisi de aynı şekilde düşünüyordu, Gökhan’ın aksine bunu ilk kez dile getirecek cesareti yoktu sadece.

Ben de öyle hissediyorum ve sen de sağ ol Gök

Mesajın son kelimesine mesajı yazan Göksel güldü, mesajı okuyan Gökhan güldü. İsim benzerliği ve lakap ikizliği konusunda sahip oldukları bu ortak noktanın ikisi de farkındaydı ve bunu biraz garipseseler de bu durum hoşlarına gitmiyor da değildi.

Lakaplarıyla pişti olan ilk ve tek ikili biziz muhtemelen. İsminin bir öyküsü var mı? Ailen neden bu adı seçmiş?

Onun ilk cümlesini okuyan Göksel gülmeye devam etti. Pişti Lakaplılar. Onunla kendisini böyle adlandırabilirdi. Bu durum ve isim hem komikti hem de bir anlamı vardı.

O hâlde kendimize “Pişti Lakaplılar” diyebiliriz

Evet, ismimin çok sevdiğim bir öyküsü var. Benden beş yaş büyük bir ağabeyim var, adı Giray. Annem bana hamile olduğunu öğrendiğinde ağabeyimle benzer bir isim koymayı istemiş, babam da bunun çok güzel bir fikir olduğunu söylemiş ve isim arayışına girmişler. Gök’le başlayan bir isim koymaya karar vermişler, Gökçe’yle Göksel arasında kalmışlar ve karar vermek için doğumumu beklemişler. Doğum günüm gelip çatmış, aralık ayına rağmen hava açık ve gök masmaviymiş. Sapsarı saçlarım ve kocaman mavi gözlerimle hayatlarına girdiğimde adıma da karar vermişler. Gözlerim göğün rengindeymiş, saçlarım güneşi ve beyaz yüzüm pamuğa benzeyen bulutları anımsatıyormuş -ki babam küçükken pamuk gibi yumuşacık olduğumu da söyler. Bunlara ek olarak Göksel hem annemin adı Güzin’le hem de ağabeyimin adı Giray’la uyumlu bir isim, babamın adı da Engin ve benim hayatım da gökle ilgili her şey gibi engin olsun diye adımı Göksel koymuşlar. Göksel; gökle ilgili, semavi anlamlarına geliyor ve hem ismimi hem de ardında yatan bu güzel öyküyü seviyorum

Bu öyküden ne zaman bahsetse içi sıcacık olan Göksel bu mesajı yazarken de aynı sıcaklığı kalbinde hissetti ve yumuşacık olmuş bir şekilde mesajı Gökhan’a gönderdi. Hiç şüphe yoktu ki ailesi genç kadının bu hayatta en değer verdiği şeydi ve böylesine güzel bir ailesi olduğu için kendisini çok şanslı hissediyor, bunun için şükrediyordu.

Hahaha, çok sevdim ve bence de diyebiliriz

Gökhan ikinci mesajını Göksel’in isminin öyküsünü anlattığı mesajı alıntılayarak yazdı:

Vay, gerçekten çok güzel bir öyküsü varmış ve düşününce çok anlamlı. Gökle ilgili her şey gibi engin bir hayatının olmasını istemeleri ne kadar ince düşünceli insanlar olduğunu kanıtlıyor, güzel düşünmüşler. Göksel de çok güzel bir isim

Göksel gülümseyerek onu cevapladı.

Evet, öylelerdir ve teşekkür ederim. Senin isminin bir öyküsü var mı?

Gökhan ona cevap yazmaya başladığında genç kadın uzun bir şeyin geleceğini düşündü ve beklediği gibi Gökhan ona uzun bir mesaj gönderdi. Onun isminin de bir öyküsü olduğuna sevinerek merakla genç adamın mesajını okudu.

Evet, var. Babam milliyetçi bir adam, ailesi de öyle hatta bu durum onun asker olmasında önemli bir rol de oynamış. Babamın adı Göktuğ eski Türkler döneminden kalma bir isim; anlamları Tanrı’dan tuğ almış, Tanrı’nın yönetme gücü verdiği kişi demek. Annemin adı Hande, soyadımız da Uygur biliyorsun ve Uygurlar da eski Türkler. Annemle babam bir oğulları olacağını öğrendiklerinde babam adıma direkt karar vermiş. Gökhan, eski Türklerde gök Tanrısı demek, babamın ismiyle benzer ve ilgi çekici bir özelliği daha var: Babamla annemin isimlerinin ilk üç harfinin birleşiminden oluşuyor. Çocuklar bir yarısını anneden, diğer yarısını da babadan alır ve onlar ismimin de aynı şekilde olmasını istemişler

Göksel az önce hissettiği sıcaklığı tekrardan hissetti. Bu çok tatlı bir öyküydü. Ona içinden ne geçiyorsa filtrelemeden yazdı.

İçim sıcacık oldu şu an. Adının çok şirin bir öyküsü varmış, özellikle adının onların isimlerinin birleşimi olması çok çok tatlı. Gerçekten çok iyi düşünmüşler. Gökhan güzel bir isim, öyküsü de güzelmiş

Genç adamdan hızlı bir cevap geldi.

Teşekkür ederim, adımı ben de severim

Göksel bu kısa cevaptan sonra konuyu dağıtmadan konuşmaya devam etmek istedi.

Babanın rütbesi ne?

Gökhan’dan cevap gelmeden önce bir yudum daha su içti. Öğlen olmasıyla beraber hava sıcaklığı yine katlanılmaz derecelere ulaşmıştı ve güneş alan salon da gittikçe ısınıyordu. Az sonra sıcağa dayanamayıp klimayı açacağını bilse de bunu şimdilik erteledi.

Yarbay oldu

Göksel şaşkınlık bildiren bir ses çıkardı. Askerî rütbeleri çok bilmiyordu ama yarbayın yüksek bir rütbe olduğundan da haberi vardı ve bu kadar yüksek bir rütbe duymayı beklemiyordu.

Bayağı rütbeliymiş

Mesajına kaşlarını çatarak baksa da yazacak daha iyi bir şey bulamadı ve mesajı gönderdi. Neyse ki Gökhan ona yardımcı oldu.

Evet, binbaşının bir üstü ve epey kıdemli bir rütbe. Babam Harp Okulu mezunu, hâl ve hareketleriyle tam bir asker olarak yetişmiş biri; tuttuğunu koparan bir adam da olunca askerlik tam da onun mesleğiydi ve o da yıllar içinde terfi ederek yükselmeye devam etti

Göksel askerleri bilirdi. Ortaokulda bir sınıf arkadaşının da babası rütbeli bir askerdi ve o da Gökhan’ın anlattığı gibi bir adamdı. Göksel onu birkaç kez okulda görmüştü ve adamın duruşundan bile asker olduğu anlaşılıyordu.

 Anladım. Peki annen ne yapıyor ve şimdi nerede yaşıyorlar?

Çok özele girmediğini umarak ona bu mesajı gönderdi. Hazır konusu açılmışken bir şeyler öğrenmek istiyordu.

Annem ev hanımı ve şu an Ankara’dalar

Ortak bir noktaları daha olduğunu fark eden Göksel sevinerek ona cevap yazdı.

Benim de ağabeyim eşiyle beraber Ankara’da yaşıyor. Seninkiler merkezinde mi oturuyor?

Gökhan bu mesaja cevap yazmak için aceleci davranmadı. Göksel 10 saniye kadar mesajın altındaki az önce görüldü yazısına baktı. Genç adamın da yazdığı mesaja baktığını hissetti. Bu duraksama garip bir hissin bedenine yayılmasına neden olurken Gökhan nihayet ona cevap yazdı.

Evet

Ağabeyin evli demek, ne iş yapıyor?

Rahat bir nefes alsa da içindeki o garip hissin varlığını koruduğunu biliyordu.

Coğrafya öğretmeni ve orada çalışıyor. Eşi de edebiyat öğretmeni ve geçen sene hayatlarını birleştirdiler. Bir yandan da görümceyim yani

İçindeki garip hissi yok etmek için espri yapmaya çalıştı fakat bunda ne kadar başarılı olduğundan şüphe etti.

Fena olanlardan mısın yoksa? Hiç öyle birine de benzemiyorsun aslında

Başarılı olduğunu görmek genç kadını sevindirdi.

Elbette değilim. Ağabeyimin eşi Banu abla çok tatlı bir kadın ve birbirimizi severiz, iyi anlaşırız

Göksel onları en son kış tatilinde İstanbul’a geldiklerinde görmüştü ve çok özlemişti. Bu yaz geleceklerini de biliyordu ama henüz zamanı kesinleşmemişti. Çiçeği burnunda çiftin baş başa gezip tozmak istediğini ebeveynleri gibi o da biliyordu ve buna saygı duyuyordu.

Ne güzel, adına sevindim. Ebeveynlerin ne yapıyor peki? Sen de biraz bahsetmek ister misin?

Bu sorunun geleceğini tahmin eden genç kadın ailesinden memnuniyetle bahsetti.

Olur tabii, bahsedeyim. Annem bir şirketin pazarlama departmanında müdür yardımcısı olarak çalışıyor, babam da bir mağaza zincirinin bir şubesinde müdür. İkisi de İşletme mezunu, üniversitede sınıf arkadaşıymışlar ve uzun yıllardır bu sektörde çalışıyorlar

Mesajı gönderdikten sonra videosuna bakmak için konuşma sayfasından ayrıldı. Videosu gelen 12 yeni beğeniyle beraber 80 beğeniye ulaşmıştı. Videoyu daha yeni atmış sayılırdı, bu yüzden hiç de fena bir etkileşim değildi. Memnun bir ifadeyle gülümsedi. Günün ilerleyen saatlerinde daha fazla etkileşim ve geri dönüş almayı umdu.

Seninkiler de işlerinde kıdemli kişilermiş. Bu kadar farklı iş gruplarında çalışan büyüklerden sonra sen fotoğrafçı olmaya nasıl karar verdin?

Gökhan’ın mesajını okuduğunda bu soruya sevindi çünkü fotoğrafçılığa başlama öyküsü anlatmayı sevdiği bir öyküydü.

Ortaokula başladığım dönem ailem bana kapaklı bir telefon almıştı, şu antika olanlardan ve gerçek anlamda tek işlevi arama yapmaktı. Birkaç ay sonra babam kendisine yeni bir telefon aldı, eskisini ise büyük ısrarlarım sonucu bana vermeyi kabul etti. Telefonun benimkinin aksine kamerası vardı ve yaşım da küçük olunca bu bana çok büyük bir olay gibi geliyordu. İlk fotoğraflarımı o telefonda çekmeye başladım; gün doğumlarıyla batımlarını, caddeleri, gördüğüm güzel şeyleri, arkadaşlarımı… Kamera tost makinesi gibi çekiyordu ama ben fotoğraf çekmenin verdiği hazzı sevmiştim. Bir gün annem telefonumu incelerken çektiğim fotoğrafları bulmuş, kaliteleri kötü olsa da fotoğrafların ruhu olduğunu düşünmüş ve bunu sevmiş; beni yanına çağırıp çok güzel fotoğraflar çektiğimi söylediğinde ne kadar mutlu olduğumu tahmin edebilirsin. Fotoğraf meselesini babama anlatınca ikisi bana bir sürpriz yaparak fotoğraf makinesi aldılar. Başlangıç seviyesinde ikinci el bir makineydi, buram buram yaşanmışlık kokuyordu ve onu hâlâ daha saklıyorum. Aldığım en güzel, en anlamlı hediye. Ortaokul boyunca onunla makine kullanmayı öğrendim, liseyi kazandığımda ailem bana hediye olarak profesyonel bir makine aldı ve ben de işi bir ileri noktaya taşıdım. Liseye giderken tek hobim fotoğraf çekmekti, yavaştan videolar da çekmeye başlamıştım ve bu alanda çalışmak istediğimden kesinlikle emindim. Lise döneminde analog ve polaroid makineleri de aldım; şimdi filmleri inanılmaz pahalı olduğu için nadiren kullansam da o zamanlar sıkça kullanırdım. 12. sınıfa geçtiğim dönem aileme fotoğrafçılık alanında eğitim alıp bu sektörde çalışmak istediğimi söylediğimde beni desteklediler ve ne okumak istiyorsam onu okuyabileceğimi söylediler. Yine dünyanın en mutlu insanıydım tabii. Uzunca araştırmalar yaptıktan sonra YTÜ’deki bu bölümü keşfettim ve bana çok şey katacağını düşünerek tercih listemin başına yazdım ve kazandım da. Gerisi de akademik olarak eğitilmeye başladığım, gerçek anlamda geliştiğim ve hâlâ devam eden bu üniversite süreci işte. Aşırı uzun oldu ama fotoğraf geçmişimden bahsetmeyi seviyorum, umarım sıkıcı olmamıştır

Uzunluğuyla bir destana benzettiği bu mesajı Gökhan’a çekinerek gönderdi ve mesaj bir anda tüm ekranı kaplayarak yukarıya kadar taştı.

“Orhun Yazıtları bile bu kadar uzun değil be kızım,” diye söylendi. “Çocuk sorduğuna soracağına pişman olmuştur.”

Amanın! Bu ne uzun bir mesaj böyle? Bilseydim kahvemi hazırlardım. Dur okuyayım

Gökhan’ın tepkisini çok sevimli buldu ve güldü. Genç adamın her konuda yumuşak olmasından, yeri geldiğinde komiklikler yapmasından kesinlikle hoşlanıyordu. Asıl hoşuna giden şeyse bunların asla zorlama yapıldığını hissetmemesiydi. Gökhan’ın samimi olduğunu biliyordu.

Gökhan mesajı okuyup ona cevap verene kadar aradan iki dakika geçti.

Öncelikle hiç sıkıcı olmadığını, mesajını bir kitap okuyormuş gibi ilgiyle ve merakla okuduğumu söylemeliyim. Gerçekten çok güzel bir hikâye. Sevdiğin şeye dört elle sarılman takdire şayan, ailenin bu konuda sana hem maddi hem de manevi olarak destek olması da çok kıymetli. Şimdi geldiğin noktaya baktıklarında seninle gurur duyduklarından eminim

Okuduklarından memnun kalan Göksel gülümsedi.

Ailem en büyük şansım, eğer onlar olmasaydı şu an olduğum yerde olamazdım ve bunun için her gün şükrediyorum. Onların benimle gurur duyması çok iyi hissettiriyor, daha iyisi olmam için de motive oluyor

Gökhan’dan hızlı bir cevap geldi.

Kesinlikle şanslısın ve senin adına çok sevindim

Göksel konuyu ona çevirdi.

Peki sen gitar çalmaya nasıl merak saldın? Ailende başka müzisyenler de var mı?

Gökhan mesaj yazmaya başlayınca yine uzun bir mesaj geleceğini düşündü fakat beklediği kadar da uzun bir cevap alamadı.

Hayır, bu konuda ilk ve tekim. Müzik dinlemek küçük bir çocukken de en büyük hobimdi, dinlediğim müzisyenler gibi müzik yapmak istiyordum ve sonra, “Neden yapmayayım ki?” diye düşünüp ilk gitarımı satın aldım. Çok geçmeden müzik en büyük tutkum oldu ve konu buralara kadar geldi

Göksel onun son cümlesinde bahsettiği durumu çok iyi biliyordu çünkü aynısını yaşamıştı.

Dinlediğin müzisyenler bilseydi seninle gurur duyardı. İlk gitarını saklıyor musun? İlk yol arkadaşları hep özel oluyor

Mesajı gönderdikten sonra kısa süren bir durgunluk yaşandı.

Hayır

Akşam için ne giyeceğime karar veremedim de yardımcı olmak ister misin?

Onun bu ani sorusuna şaşırdı fakat kabul etti. Onun onayını alan Gökhan koltuktan kalkıp odasına ilerledi. Kapıdan içeri girdiği anda ilk yaptığı şey derin bir nefes almak oldu. Varlığından nefret ettiği o ağırlığı yine göğsünde hissediyordu. Eğer yapabilseydi elini göğsüne sokarak o ağırlığı göğsünün içinden söküp alırdı ve külleri bile kalmayıncaya dek yakardı.

Dolabının kapaklarını açıp tişörtlerine göz gezdirdi. Gözüne çarpanlar beyaz renkli olanlar oldu. İkisi de bisiklet yaka olan tişörtlerin birinin önünde bir yazı yazıyordu, diğerinin üstünde de açık gri renkte üçgen desenleri vardı. İkisini yan yana yatağına serip fotoğraflarını çekti ve Göksel’e gönderdi.

Konuyu değiştirmek için daha yaratıcı şeyler bulabilirdi ama başarılı olduğu için bunu dert etmedi. Tek istediği konunun bir an önce değişmesiydi ve bu gerçekleşmişti.

Göksel kısa sürede ona cevap verdi.

Üçgen desenli olanı daha çok beğendim. Altına ne giymeyi düşünüyorsun?

Kendini yatağına atıp sırtını duvara yasladıktan sonra ona cevap yazdı.

Eğer akşama kadar kurursa gri kot pantolonumu giymeyi düşünüyorum. Seçtiğin tişörtle yakışacaktır

Konuşma sayfasından ayrılmayan Göksel bu mesajı da anında gördü.

O hâlde iyi bir tercih yapmışım, bence de yakışacaktır

Sahnede nasıl göründüğüne dikkat ediyorsun sanırım

Konunun iyiden iyiye değişmesiyle rahatlayan Gökhan o ağırlığın etkisinin de geçmeye başladığını hissetti. Bu his artık kısa süreliydi fakat o kısa süreye tahammül etmesi bile oldukça zordu. O ağırlığı hiçbir zaman hiçbir şekilde hissetmemeyi dilerdi ama bunun için daha zamanının olduğunu biliyordu; daha doğrusu bir gün hissetmeyeceğini umuyordu.

Evet, sahnede iyi görünmek benim için önemli. Yaptığım işe çok kıymet veriyorum ve bu işi yaparken hem performans hem de görünüş olarak kendimin en iyi versiyonu olmalıyım

Gökhan genel olarak kılık kıyafetine dikkat eden, gireceği ortama göre giyinmesini bilen, rahatını bozmadan şık olmaya önem veren biriydi. Asker bir babanın oğlu olarak çocukluğu boyunca üstüne başına ailesi tarafından çok özen gösterilmişti ve bu da zamanla genç adamda bir alışkanlık hâline dönüşmüştü. Grunge tarzda giyinmeyi; baskılı tişörtleri, yırtık pantolonları, kıyafetlerdeki metal ayrıntılarını, aksesuar takmayı da çok seviyordu fakat bunları yalnızca uygun ortamlarda giyiyordu. Daha resmî yerlerde günlük hayatının aksine son derece klasik ve şık giyinmesini de biliyordu.

Orada seni izleyen, fotoğraflarını çeken, videonu kaydeden onlarca insan olduğunu da göz önüne alırsak böyle düşünmekte çok haklısın. Tüm gözler üzerindeyken insan elbette iyi görünmek ister

Onun mesajını okuduğunda gülümsedi. Göğsündeki ağırlığın yerini az önceki tatlı hisse bırakmasına sevindi. Göksel’in sohbetini seviyordu ve onunla konuşmaktan hoşlanıyordu; bunu yaparken kötü hissetmek istediği son şey bile değildi.

Aynen öyle

Mesajı gönderdikten sonra ekranın sağ üstündeki saate baktı. Saatin öğleden sonra üç olmak üzere olduğunu görünce gözleri irileşti. Zaman ne ara bu kadar hızlı geçmişti?

Şimdi de ben müsaadeni isteyeceğim. Akşam kafeye gitmeden önce yemek ve biraz temizlik yapmam gerek. Cumartesileri izin günüm olduğu için ev işlerini ancak bugün halledebiliyorum. Sonra tekrar konuşuruz, olur mu?

Sohbete devam etmeyi çok istese de söylediği gibi yapacak işleri vardı ve halletmesi gerekiyordu. Diğer günler bir şeyler yapacak enerjiyi kendisinde çok nadir buluyordu.

Olur elbette. Sana ev işlerinde kolaylıklar, aksam için kafede de bol şans ve iyi eğlenceler dilerim. Kendine iyi bak, görüşürüz

Güldüğünde üst beyaz dişleri göründü. Genç kadının kibarlığı ve düşünceliliğine yine düşmüştü.

Çok teşekkür ederim Gök, sağ ol. Sen de kendine iyi bak, görüşürüz

Bir süre daha ekrana baktıktan sonra önce konuşma sayfasından sonra da uygulamadan çıktı. Dün akşam günlerdir aradığı cesareti bulup ona mesaj attığı için çok mutluydu. Göksel tam da tahmin ettiği gibi çok tatlı biriydi, genç kadının sohbetinden de son derece hoşlanmıştı.

Gökhan’ın ayağa kalkıp salonu süpürmek için salona ilerlediği saniyelerde Göksel de oturduğu koltuktan kalkıp klimayı açtı. Elektrik faturasının cep yakacağını biliyordu ama şu an kendisi de yanıyordu ve en azından klimayı biraz çalıştırıp odadaki sıcak havayı yok etmesi gerekiyordu.

Klimayı açıp pencereyi kapattıktan sonra yeniden koltuğa oturdu. İzlediği diziye devam edecekti ama öncesinde videosuna gelen son bildirimleri kontrol etti. Videosuna gelen yeni beğeniler ve yorumlar vardı. Yorumların biri aylardır hesabını takip eden bir takipçisinden ve diğeri de yakın arkadaşı Sinem’den gelmişti. Takipçisi, “Çok güzel bir video olmuş. Ellerinize sağlık.” yazmıştı. Takipçisinin yorumunu beğenip ona teşekkür ettikten sonra Sinem’in yorumunu okudu.

Kadrajına giren canlı ya da cansız her şeyi zirveye taşımana bayılıyorum, sihirli ellerinle onlara yepyeni bir kimlik kazandırıyorsun. Mükemmel bir video olmuş, Ahsen’in de dediği gibi kısa film tadında bir video ve her saniyesinden büyük keyif aldım. Emeğine sağlık güzelim benim.

Sinem yorumunun sonuna da üç tane sarı kalp koymuştu. Onun bu tatlı yorumunu okuyan Göksel alt dudağını öne çıkarıp üst dudağının üstüne getirdi ve duygu dolu bakışlarla telefon ekranına baktı. Bu yorum onun içini hem sıcacık hem de yumuşacık yapmıştı. Sinem yakın bir arkadaşıydı ama aynı zamanda o da bir fotoğrafçı ve video grafikerdi; bu yüzden ondan böyle bir geri dönüş almak Göksel için ekstra önemli ve gurur vericiydi.

Şu an sen de sihirli kelimelerinle beni çok ama çok mutlu ettin Si, tüm bunları senden duymak çok kıymetli. Teşekkür ederim bebeğim, beğenmene çok sevindim.

Göksel de yorumunun sonuna üç tane sarı kalp koyduktan sonra yorumunu gönderdi. Bu videoyu paylaşmak bu hesabı açmaktan sonra bu hesapla ilgili verdiği en iyi ikinci karardı, artık bundan emindi. Videoyu paylaşalı henüz birkaç saat olmasına rağmen şimdiden aldığı tüm bu güzel geri dönüşler onu dünyanın en mutlu insanına dönüştürmüştü ve Göksel kendisini bulutların üstünde gibi hissediyordu.

Telefonundan bir şarkı açtıktan sonra ayağa kalkıp salonun içinde dans etmeye başladı. Kollarını iki yana açmış yavaşça etrafında dönerken, gözlerini kapatıp kocaman sırıttı. Uzun zamandır hiç bu kadar iyi hissetmemişti.

 

***

 

Uzun dakikaların ardından salonu süpürmeyi ve etrafı toparlamayı bitiren Gökhan yorgun bedenini koltuğun üstüne attı.

“Güya izin günleri dinlenmek için var,” diye söylendi. “Ev işlerini yapmak mağazada çalışmaktan daha yorucu.”

Birkaç dakika dinlenmişti ki telefonu çalmaya başlayınca, poposunu kaldırıp altındaki telefonunu aldı. Onun burada olduğunu fark etmemişti.

Yağız’dan gelen bir görüntülü araması vardı. Gülümseyerek kabul etti.

“Bu ne hâl Gök?” dedi Yağız onu koltukta bitkin ve saçı başı dağınık şekilde yatarken görünce. “İyi misin oğlum?”

“Sana da merhaba,” dedi Gökhan. “80 derece sıcakta temizlik yapan biri ne kadar iyi olursa o kadar iyiyim.”

Yağız ona anlayışla baktı. “Kıyamam. Niye daha erken saatte yapmadın? Öğleden önce hava bu kadar sıcak olmuyor.”

“İşim vardı.”

“Ne işi?” diye sordu Yağız. “İzin günün değil mi bugün?”

“Geç uyandım,” diye cevap verdi Gökhan. “Kahvaltıdan sonra da bir arkadaşımla sohbet ettim, ondan temizlik de şimdiye kaldı.”

“Benden başka kiminle bu kadar sohbet ediyorsun lan?” dedi Yağız kaşlarını çatarak. “Yokluğumda üstüme gül mü kokladın? Yazıklar olsun!”

Gökhan kahkaha attı. “Bir sürü arkadaşım olduğunu unuttun sanırım,” dedi sırıtarak. “Hepsiyle de keyifli ve uzun sohbetler ediyorum.”

Yağız ona gözlerini kısarak baktı. “Unutmadım herhâlde ama kahvaltıdan bu yana geçen bu saatler boyunca benden başka kiminle bu kadar sohbet etmiş olabilirsin ki? Kerem mi?”

“Hayır, Göksel’le konuşuyorduk.”

Yağız duyduğu bu yabancı isim karşısında şaşırdı. Gökhan’ın tüm arkadaşlarını tanıyordu ve Göksel diye bir arkadaşı olmadığından emindi. En azından önceden.

“Göksel kim?” diye sordu Yağız.

Gökhan onun bu hâlinden son derece memnun olduğunu belli eden sinsi bir gülümsemeyle ekrana bakıyordu. Yağız’ın küçük gözleri sakalları uzamış ve biraz da bronzlaşmış yakışıklı yüzünde merakla parlıyordu.

“Yeni bir arkadaşım,” dedi Gökhan gülümsemeye devam ederek. “Kendisi fotoğrafçı.”

“Fotoğrafçı mı?” dedi Yağız şaşırarak. Hemen sonrasında gözleri kocaman büyüdü ve bağırdı: “Hassiktir!”

Gökhan bir kahkaha daha attı.

“Lan o mu?” dedi Yağız. “O hesabın sahibi mi? Gök mü?”

“Ta kendisi.”

“Ne zaman tanıştınız? Nasıl oldu? Neler yaşandı? Çabuk anlat yoksa ilk feribotla İstanbul’a gelip ağzını burnunu kırarım.”

“Caydırıcı bir tehdit,” dedi Gökhan korkarak. “Geçen hafta arkadaşlarıyla beraber yine kafeye gelmiş. Çıkışta kapının önünde bir kadın gördüm, içeride gördüğüm ama tanımadığım biriydi; elindeki fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekiyordu, ona şöyle bir bakıp yürüyordum ki biri, ‘Gök!’ diye seslenince durdum ve sesin geldiği yöne döndüm. Seslenen kişi de içeride gördüğüm genç bir kadındı ama kendisini tanımıyordum ve bana seslenme ihtimali yoktu. Yanımdaki kadın, ‘Hemen geliyorum,’ dediğinde ona seslendiğini anladım ve o anda kafamda bir ampul yandı. O kadın Gök deyince cevap vermişti ve fotoğraf makinesi vardı. Bana döndüğünde göz göze geldik, onun da yüzünde bir şaşkınlık gördüğümde şüphelerim arttı. Ben o olup olmadığını anlamak için konuşmaya başladığımda o da cevap verdi ve çok geçmeden buraya ikinci gelişi olduğunu ve fotoğrafımı çeken o fotoğrafçı olduğunu söyledi. Ayaküstü onunla ve arkadaşıyla sohbet ettim, sonra hemen gittiler. Pazartesi akşamı ben takip ettim, salı da o takip etti. Ondan karşılık gören Gökhan durur mu? Elbette durmaz. Dün mesaj attım: ‘Merhaba, nasılsın?’ Klişe ama iş gördü. Dün akşam biraz sohbet edip birbirimizi biraz daha tanıdık ama çok konuşmadık. Bir akşam yemeğinden döndüğünü ve yorgun olduğunu söyleyip uyumaya gitti. Bugün de bir video paylaşmıştı, hesabındaki ilk videoydu ve gerçekten muhteşemdi. Ben de tünaydın yazıp videoyu beğendiğimi söyledim, konuşma onun fotoğrafçılık ve video grafikerliğinden başlayıp yine bambaşka konulara evrildi ve epey sohbet ettik. Çok tatlı biri, kibar ve düşünceli; sohbeti de çok keyifli, kendini geliştirmiş kültürlü biri olduğu anlaşılıyor ve her konuda çok rahat konuşabiliyorum, sohbeti asla sıkmıyor.”

Gökhan’ın konuştuğu esnada onu ilgiyle dinleyen Yağız, arkadaşı konuşmayı bitirdiğinde başını ekrana yaklaştırıp hınzır bir ifadeyle kameraya baktı.

“Bu mülayim yüzünün altında bir flört ustası yatıyor senin,” dedi. Geri çekilip işaret parmağını ona salladı. “Hoşlandın mı kızdan?”

“İlgimi çekiyor diyeyim, hoşuma giden özellikleri de var tabii. Ayrıca flört ustası falan ayıp oluyor. Hayatımda üç kızla falan flört etmişimdir, duyan da hovardayım sanacak.”

“Az kişiyle flört etmiş olabilirsin ama flört etme konusunda yetenekli olduğun bir gerçek. Kadınları kibarlığın, centilmenliğin ve tatlı konuşmanla etkiliyorsun; yakışıklılığın ve müzisyenliğin de cabası.”

“Hadi hadi, gaz vermeye çalışma. Herkesle içimden geldiği gibi konuşuyorum işte, kimisi ilgimi çekince daha samimi oluyorum sadece.”

“Yav he he. Sen bu palavraları başkasına anlat, bana Göksel’den bahset.”

Gökhan yatmaktan vazgeçip oturma pozisyonuna geçti ve sırtını koltuğun arkasına yaslayıp telefonu da yüz hizasına kaldırdı.

“Adı Göksel ama arkadaşları genelde Gök diyormuş ve lakabı sayılırmış,” diye anlatmaya başladı Gökhan. “Profilinde de bu yüzden Gök yazıyor.”

“Bak sen,” dedi Yağız kaşlarını kaldırarak. “Acaba başka kime arkadaşları Gök diyor?”

Gökhan sırıtarak, “Tanıyorum sanki ya,” dedi. “Güzel bir tesadüf.”

“Bence de bu arada. Daha dakika bir gol bir.”

“Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video diye bir bölümde son senesine geçmiş, 21 yaşında, Yay burcu ve doğma büyüme İstanbullu. Kendisinden 5 yaş büyük bir ağabeyi varmış, adı Giray, Ankara’da coğrafya öğretmeniymiş ve Banu adında bir edebiyat öğretmeniyle evliymiş.”

“Yuh yuh yuh!” diye araya girdi Yağız. “Lan daha ikinci günden bunları mı konuştunuz?”

“Ailelerimizden bahsettik,” diye onayladı Gökhan. “Ben de bahsettim. Anlattığına göre çok iyi bir ailede büyümüş, onu her konuda destekleyen ebeveynleri var ve Göksel de onlardan sevgiyle bahsetti. Ailesine ne kadar değer verdiği anlaşılıyor.”

“İyi aile kızı demek,” dedi Yağız şakayla karışık. “Dış görünüşü nasıl peki?”

“Güzel,” dedi Gökhan onun yüzünü gözlerinin önüne getirerek. “Sarışın, karanlıkta çok dikkat edemedim ama doğal muhtemelen; boyayla elde edilemeyen doğal sarı tonları vardır ya, onlardan. Masmavi gözleri var, tam gök mavisi renginde ve inanılmaz güzeller. Boyu 1,68 imiş, uzun sayılır; ideal kilo aralığında olmalı, şekilli bir vücudu var. Saçları onu gördüğümde dalgalıydı ama kendi şekli mi yoksa işlem mi vardı, anlayamadım. Dediğim gibi karanlıkta aşırı dikkat edemedim ama güzel bir kadın.”

“Bu dikkat edememiş hâlin mi? Kızın DNA kodlarına varana kadar incelemişsin.”

“Abart,” diyen Gökhan kızardı. “İlk kez görünce hâliyle inceledim ama o kadar da dikkat edemedim, çekindim de.”

“Yemiş gibi yapayım,” dedi Yağız dilini sallayarak. “Bu arada boy muhabbeti yapmanız da dikkatimden kaçmadı. Boydan da attı mı?”

Gökhan gülerek, “He attı,” dedi. “Laf arasında sordum öyle.”

“Sen de söyledin mi boyunu?”

“Hı hı.”

“Boydan attın mı?”

“Kıza niye ilk günden boydan atayım oğlum? Abazan mıyım ben?”

Yağız gür sesiyle bir kahkaha patlattığında sesi salonun içinde yankılandı.

“Tepkilerine bayılıyorum,” dedi sırıtarak. “İlerleyen günlerde atarsın, o da atar belki.”

“Tabii efendim,” dedi Gökhan.

Yağız öncekinden çok daha gür bir kahkaha attığında bu sefer Gökhan da güldü. İkilinin neredeyse tüm konuşmaları espriler ve kahkahalarla geçiyordu.

“Gözümden yaş geldi,” dedi Yağız gözünü silerken. “Daha iyi bir cevap olamazdı.”

“Yapıyorum bu iletişim sporunu,” dedi Gökhan gülerek.

“Ben aradığımda da konuşuyor muydunuz?” diye sordu Yağız. “Bu arada Instagram’dan mesajlaşıyorsunuz değil mi?”

“Evet ama temizlik öncesi konuşmayı bitirdik. Halletmem gereken ev işlerim olduğunu söyledim, malum tek bir izin günüm olunca hepsini bugün yapmak zorunda kalıyorum.”

“Sen de haklısın. Konuşursunuz yine.”

“Aynen, yazarım.”

“Bak bak. Kız çok hoşuna gitti galiba?”

“Sohbeti keyifli. Müzikle de ilgili biri, epey bilgili biri olduğu da anlaşılıyor.”

“Hım,” dedi Yağız imalı bir tonda kelime sonunu uzatarak. “Hangi tarzları dinliyormuş?”

“Çok sert rock türleri, metal ve rap hariç çoğu tarzı dinliyormuş. Favorileri olarak pop, alternatif, soul ve R&B’yi saydı, klasik müziklerden de çok fazla eser biliyormuş ve bazı akşamlar uzun saatler boyunca ruhunu dinlendirmek için dinliyormuş.”

“Sakin müziklerden hoşlanıyor o hâlde.”

“Evet ve onu gerçekte tanısan bunu direkt anlarsın. Kendisinin de ağırbaşlı, sakin ve yumuşak bir havası var.”

“Konuşmaya devam ederseniz İstanbul’a döndüğümde biz de tanışırız elbette.”

“Senden bahsettim zaten.”

“Hastasın bana,” dedi Yağız başını iki yana sallayarak. “Ama kaç kere dedim herkesin yanında bu kadar belli etme diye? Bizi ateşlere attıracaksın.”

Gökhan başını koltuğun arkasına yaslayıp kahkaha attıktan sonra, “Ruh hastası,” dedi. “Ev arkadaşım olduğunu söylemiştim, o da senden bahsetmek isteyip istemeyeceğimi sorunca bahsettim. Ayrıca kim bizi ateşe atıyormuş? Onların kafasını taşa sürtüp alev çıkartmayayım.”

“Erkek be! Hem de üç r’li.”

“Sus artık,” dedi Gökhan gülerken. “İki dakika ciddi kalamaz mısın oğlum sen?”

“Kalamam canım. Neyse, hakkımda neler dedin kıza? Kötü konuşmadın umarım.”

“Seni yerden yere vurdum. ‘Bir ev arkadaşım var ki hiç sorma, düşman başına,’ dedim. ‘Kendisini hiç sevmem ama bu ekonomide tek yaşamak mümkün olmadığı için mecburen katlanıyorum.’ Kız da acıdı bana.”

“Şu tesadüfe bak, geçen ben de aynı şeyleri bizimkilere söyledim. İşte kalp kalbe karşı yavrum.”

“Gerçek aşk dediğin budur işte.”

“Ne sandın? Şaka bir yana benden güzel bahsettin inşallah?”

“Tabii ki güzel bahsettim. Ne kadar muhteşem biri olduğunu hatta ailenin de aynı şekilde olduğunu söyledim.”

“Bak ya,” dedi Yağız gülümseyerek. “O senin muhteşemliğinden kaynaklanıyor kardeşim. Özledim ulan seni.”

“Ben de özledim,” dedi Gökhan ciddileşerek. “Aileni özlediğin için erkenden gittiğini biliyorum ama burada da ben özlüyorum seni. Sizinkiler ne yapıyor?”

“Hem aile özlemi hem de İstanbul’un telaşından kaçma isteği,” dedi Yağız. Elini saçlarına sokup saçlarını karıştırdı. Uzun saç tutamları geniş alnına dağılıyordu. “Bizimkiler de iyi, yuvarlanıp gidiyorlar. Annemle babam çalışıyor, Yiğit de yavaştan sınava hazırlanmaya başladı. İlk geldiğimde epey takıldık da artık çok ellemiyorum, seneye sınava girecek çocuk ve ders çalışması gerek. Dışarı çıkıp arkadaşlarımla takılıyorum genelde.”

Yiğit, Yağız’ın ondan dört yaş küçük, 17 yaşındaki küçük erkek kardeşiydi ve 12. Sınıfa geçmesiyle beraber üniversite sınav maratonuna girmiş bulunuyordu.

“En iyisini yapıyorsun,” dedi Gökhan. Genç adamın hiç kardeşi yoktu ama Yiğit’i kendi öz kardeşiymiş gibi seviyordu ve ikili çok da iyi anlaşıyordu. “Sınava da sayısaldan girecek zaten ve epey iyi bir sıralama yapması lazım.”

“Orası öyle. O da bunun farkında ve çalışmaya başladı. Temeli iyi, zeki ve başarılı bir çocuk; düzgünce de çalışırsa iyi bir sıralama yapacağından şüphem yok.”

“Benim de yok. Annenle baban ne yapıyor? İyilerdir umarım.”

“İyiler iyiler. Annem daha dün akşam yemek masasında seni sordu, ‘Ne zaman gelecek?’ diyor. Özlemiş seni.”

Gökhan duygulanarak dudaklarını aşağı doğru kıvırdı. “Ben de onu ve tüm ev halkını özledim,” dedi içtenlikle. “Yaz sonuna doğru gelme planlarım var bakalım, yaklaştıkça kesinleşir.”

“Gel gel. Birkaç gün tatil yapıp İstanbul’a beraber döneriz.”

“Güzel fikir aslında, ilerleyen haftalarda bakarız. Sen ne yapıyorsun, tatil nasıl geçiyor?”

“Harika geçiyor,” dedi Yağız. Oturduğu koltuktaki duruşunu düzeltip sırtını dikleştirdi. “Haziran genel olarak evde oturup dinlenmekle ve ailemle vakit geçirmekle geçti. Bu haftayla beraber dışarı çıkıp arkadaşlarımla takılmaya başladım, buluşup bir yerlere gidiyoruz ya da birlikte bir şeyler çalıp söylüyoruz. Stüdyodaki bateriye kavuştum sonunda, stüdyoya gittiğimizde deli gibi onu çalıyorum.”

“Gitarın pabucunu dama mı attın?”

“Biraz öyle oldu ama bateriye yeni kavuştuğum için biraz hevesimi alıyorum. Gitarın benim için ne kadar farklı ve özel bir yeri olduğunu biliyorsun.”

“Bunu bildiğim için sordum zaten. Gitarsız bir Yağız düşünemiyorum.”

“Emin ol ben de düşünemiyorum. Sen neler yapıyorsun? Göksel’le konuşmak dışında tabii.”

Gökhan güldü. “Köpek gibi çalışıyorum,” dedi hislerini en dürüst biçimiyle ifade ederek. “Dokuz saat mesai mağazayı açıp kapatmakla beraber on saati buluyor, ortalama iki saat de yolda geçiyor ve günün on iki saati, yani yarısı sadece işe gidiyor. Bazı günler sakin oluyor, genelde oturuyoruz ama bazı günler çok yoğun ve yorucu geçiyor; eve pestilim çıkmış hâlde dönüyorum. Para kazanmak çok zor.”

Yağız ona anlayışla baktı. Gökhan kendi parasını kazanmak zorundaydı ve bu yüzden İstanbul’a geldiğinden beri çalışıyordu. İlk bir ay bir kafede garsonluk yapmıştı fakat berbat çalışma koşullarından ötürü işi bırakmıştı. Günde on iki saate varan mesaisi oluyordu ve karşılığında çok düşük bir ücret alıyordu, o da buna daha fazla dayanamayıp istifa etmişti. Birkaç gün iş aradıktan sonra şu an çalıştığı mağazayla bir iş görüşmesine gitmişti, konservatuvar öğrencisi olması işi alması konusunda büyük rol oynamıştı. Gökhan’ın güçlü iletişim yeteneği, kibarlığı, ikna kabiliyeti müzik bilgisiyle birleşince mağaza sorumlusu Ayşegül ondan çok memnun kalmıştı ve Gökhan birkaç günlük deneme sürecinin ardından orada çalışmaya başlamıştı. Her iş gibi bu işin de yorucu yönleri vardı fakat sabit çalışma saatleri, gününde tak diye yatan maaşı ve üstüne aldığı primler onu çalışma konusunda motive ediyordu.

“Bu hayatta ne zor değil ki?” diyen Yağız iç çekti. “En azından bu şekilde geçecek son yaz tatilin. Seneye mezun olduğumuzda ikimiz de önümüze bakabilecek, sevdiğimiz işi yapabileceğiz.”

“Aynen öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bu gerçeğe tutunuyorum.”

“Bizimkiler nasıl? Görüşüyor musun?”

Gökhan ve Yağız’ın çok fazla ortak arkadaşı vardı ama Gökhan onun İstanbul’da yaşayan yakın arkadaşlarından bahsettiğini hemen analdı.

“Hafta başında Barışların yanındaydım, biraz müzik çalıp bolca sohbet ettik. Seni sordular, selam da söylemişlerdi ama aklımdan çıktı tabii, şimdi hatırladım.”

“Aleykümselam,” diye karşılık verdi Yağız. “Onlar nasıl? Ne yapıyorlar?”

“İyiler, müzikle uğraşmaya tam gaz devam ediyorlar. Onlar hariç kimseyle görüşmedim henüz, işten vakit bulamıyorum.”

“Okuldakilerin yarısı evine döndü, yarısı da tatilde zaten. Senin müzik süreci nasıl gidiyor? Çalışıyor musun?”

“Tabii ki. Vakit buldukça gitarın başına geçiyorum; yazıyorum, besteliyorum, çalıyorum, söylüyorum. Dediğim gibi bu yaz birkaç eseri bitirmek hedefim.”

“Daha biten yok herhâlde?”

“Hayır, hem çok vakit bulamıyorum hem de mükemmeliyetçi delinin teki olduğum için sürekli bir şeyleri daha iyi yapmak için uğraşıyorum. Yine de yakın zamanda sana bir şeyler dinletmeyi umuyorum.”

“Çok merak ediyorum. Ortaya efsane işler çıkacağından eminim ve dört gözle, pardon, kulakla bekliyorum.”

Gülüştüler.

“İnancın çok değerli,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederim kardeşim.”

“Ne demek Gök, her zaman. Sen yine de Göksel’le sohbete çok dalıp şarkıları boşlama.”

Gökhan gülse de utanmıştı. Onunla sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğinin gerçekten farkına varmıyordu ve bunun önüne geçmesi gerekecekti.

“İlk zamanlar normal değil mi bunlar?” dedi. “Uzun uzun sohbet etmeler, birbirini tanımalar, yakınlaşmalar… Bir de şu an sadece mesajlaşıyoruz ve bu yüzden iletişim uzuyor.”

“Yakında buluşursunuz belki,” dedi Yağız ve göz kırptı. “Sohbetiniz iki günde ailelerden bahsedecek kadar koyulaşmışsa buluşma da yakındır diye düşünüyorum. Buluşun, karşı karşıya oturup bir şeyler yiyip için, sohbet edin, hareketlerinizi gözlemleyin, birbirinizi yakından tanıyın. Bu arada o da İstanbul’da değil mi?”

“Evet, Fatih’te oturuyormuş.”

“Biraz uzaktaymış ama bir feribota bakar yani, ikiniz de İstanbul’dasınız sonuçta. Baktın kızın sohbeti gerçekten hoşuna gidiyor, buluşma teklif et. Çok bekleme derim ben.”

“Benim de planlarım o yönde,” dedi Gökhan. Gülümsedi. “Hafta içi yemeğe çıkmayı teklif etmeyi düşünüyorum. Sence çok mu erken?”

“Bak sen,” dedi Yağız kaşlarını kaldırarak. “Erken falan değil bence. Birbirinizi daha önceden görüp ayaküstü de olsa sohbet ettiniz sonuçta, mesajlaşmanız da gayet güzel gidiyor gibi ve buluşmanızda bir sakınca görmüyorum. Aynı şehirdeyken günlerce mesajlaşmak saçma olurdu asıl, yan yana olmak varken mesajı kim ne yapsın bu devirde? Sen teklif et, o da kabul eder zaten.”

“Eder değil mi?”

“Eder,” dedi Yağız ikinci heceyi uzatarak. “Sen de kızın hoşuna gitmişsin ki seninle mesajlaşıyor, ailesinden bahsediyor. Üstelik bu kız seni iki kez gördü, sen sahnedeyken belki de saatlerce seni izledi.”

“Haklısın, güzel bir noktaya parmak bastın. O zaman ben duruma göre ortam müsait olduğunda teklif ederim. Kabul etmezse var ya çok pis göt olurum. Hesabı kapatır giderim.”

Yağız birkaç gür kahkahayı arka arkaya patlattığında Gökhan da acı acı güldü. Bunun ihtimali bile genç adamın ödünü koparmaya yetiyordu.

“Aynı şimdi olduğu gibi çok pis gülerim,” dedi Yağız kahkahalarını susturabildiğinde. “Ama merak etme, böyle bir şey yaşanmaz. Sen kardeşine güven.”

“Umarım yaşanmaz,” dedi Gökhan gözlerini biraz açarak. “En son biriyle randevuya çıktığımda iki sene öncesiydi, İpek’le çıkmıştık ama zaten arkadaş olduğumuz için o kadar gerilmemiştim. Göksel’le daha önce aynı ortamda hiç uzun süre bulunmadık.”

“Her şeyin bir ilki vardır, derler. Sen kötüyü çağırma, pozitif düşün; zaten ben bir aksilik çıkacağını düşünmüyorum. Gelişmelerden haberdar edersin.”

“Ederim elbette,” dedi Gökhan. “O zaman ben artık kapatayım. Daha odamı da toplayacağım ve yemek yapacağım; sonra da duşa girip kafe için hazırlanacağım. Sonra yine konuşuruz, tamam mı?”

“Tamam kardeşim. Sana kolay gelsin, akşam için de iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim. Öpüyorum seni, kendine iyi bak.”

“Ben de öptüm,” deyip ona öpücük attı Yağız. Gökhan güldü. “Görüşürüz.”

Gökhan aramayı sonlandırıp telefonla yavaşça çenesine vurmaya başladı. Bu olaydan en yakın arkadaşına bahsetmek, onun fikirlerini almak iyi gelmişti. İçi rahatlamış bir şekilde koltuktan kalktı. Yakın arkadaşla sohbet etmek, gülüp eğlenmek güzel eylemlerdi ama ev işleri diye bir hayat gerçeği vardı ve yapılmak üzere Gökhan’ı bekliyordu.

Odasına girdiğinde ilk iş olarak Göksel’in akşam için seçtiği tişörtü daha sonra ütülenmek üzere sandalyenin sırtına bıraktı. Gülümseyerek tişörte baktıktan sonra odasını toplarken dinlemek için bir şarkı açtı.

Simidini fırlatırdı / Kaparlardı martılar…

]]>
Wed, 31 Aug 2022 15:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 8. Kare: Duyguların Adım Sesleri https://edebiyatblog.com/kd-8kare-duygularin-adim-sesleri https://edebiyatblog.com/kd-8kare-duygularin-adim-sesleri Sıcak bir temmuz akşamıydı. Deniz tarafından gelen tatlı esinti tuz kokusunu etrafa dağıtıyor, dalgaların sesi şehrin sesine karışıyordu. Boğaz’ın yanındaki Boğaziçi Köprüsü manzaralı restorandaki bir masada Dinçerler ve Demirkanlar oturuyordu. Bu akşam yemeği iki ailenin aylar sonra dışarıda yediği ilk akşam yemeğiydi. Yemekte büyükler iş hayatından, ülkedeki güncel şeylerden konuşurken gençler de sessizce yemeklerini yiyordu. Ne Göksel ne de Emrah sohbet etme havasındaydı.

“Tüm derslerini verdiğini duydum,” dedi Emrah’ın annesi. Muhatabı Göksel’di. “Tebrik ederim, artık son senen.”

“Evet, hepsini verdim,” diye onayladı Göksel. “Çok teşekkür ederim.”

“Bizim hergelenin alttan dersleri kaldı,” dedi Emrah’ın babası oğluna yandan bir bakış atarak. “Neyse ki daha iki senesi var.” Göksel’e baktı. “Seni bu başarından ötürü tebrik ediyorum güzelim.”

Göksel ona cevap verecekti ki Emrah önce davrandı:

“Sadece bir dersim kaldı, o da hocanın yüzünden oldu. Aynı dersten çok kişi kaldı.”

“Yüzlerce öğrencisi olan hocalardan birisi demek ki,” diye araya girdi Göksel. “Her bölümde böyle hocalar maalesef ki oluyor ama ben Emrah’ın o dersi seneye vereceğinden eminim. Endüstriyel Tasarım zaten yeterince zor bir bölüm, Emrah gayet iyi iş çıkarıyor.”

Emrah, Göksel’e minnet dolu bir bakış attığında genç kadın ona tatlı bir gülümseme gönderdi.

“Duydun,” dedi Emrah babasına. “Bölümüm gayet zor olmasına rağmen Göksel’in de dediği gibi iyi iş çıkarıyorum, hakkımı yeme.”

“Göksel öyle diyorsa,” dedi babası. Emrah’ın ailesi Göksel’i çok severdi; onun kibar, ağırbaşlı ve olgun karakterini takdir ediyorlardı.

Göksel onlara bir gülümseme gönderdikten sonra yemeğine devam etti. Sipariş ettiği sebze yemeğinin tadını sevmişti; sebzeler son derece tazeydi ve az yağlı yemek oldukça hafifti. Genç kadının et yemekleriyle arası çok yoktu, özellikle dışarıda yemekten hiç hoşlanmıyordu çünkü genelde yemeğin çok ağır bir tadı oluyordu ve bu da onun midesini bulandırıyordu. Buranın et yemeklerinin güzel olduğunu biliyordu, bir iki sefer kendisi de denemişti ama bu sıcakta tercih etmedi. Onun tam karşısında oturan Emrah’sa içinde sebzeler olan et sotesini iştahla yiyordu. Emrah üç yıldır spor yaptığı için onun karbonhidrat ve protein ağırlıklı beslendiğini, eti de oldukça sevdiğini biliyordu.

Emrah üstündeki mavi gözleri fark edince başını kaldırıp karşısında oturan Göksel’e baktı.

“Tadı çok güzel sanırım,” dedi Göksel çenesiyle tabağı işaret ederek. “Çok iştahlı yiyorsun.”

“Güzel,” diye onayladı Emrah. “İstersen tadına bakabilirsin. Şu köşesine hiç dokunmadım.”

“Küçük bir parça yiyebilirim,” diyen Göksel çatalını tabağın en köşesinde duran et parçasına uzattı. Normalde çok samimi olduğu arkadaşları hariç diğerlerinin tabağından yemek yeme huyu yoktu fakat Emrah’ın iştahlı yiyişi onu meraklandırmıştı.

Göksel çatalına aldığı parçayı yerken Emrah onu izledi. Ağzındaki eti yavaşça çiğneyen Göksel bakışlarını Emrah’a çevirdi. Genç adamın kahverengi gözleri kendi yüzüne odaklanmıştı.

“Nasıl?” diye sordu Emrah. “Sevdin mi?”

Göksel ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra, “Sevdim,” dedi. “Tadı çok hafif, az baharatlı ve az yağlı; tam da sevdiğim gibi.”

“Ben de öyle seviyorum. Et gurmesi sayılırım ve et konusunda burası benden tam not aldı.”

Göksel gülerek, “Bunu restoranın sahibine de söylemelisin,” dedi. “Bundan memnun olacağına eminim.”

“Et gurmesi olarak tescillendiğim gün kendisiyle konuşmayı düşünüyorum,” dedi Emrah. Üst dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi. “Bakarsın yemekleri beleşe getiririm. Günlük olarak almam gereken protein miktarını ve et fiyatlarını düşününce benim için epey iyi olurdu.”

“Geleceğin Vedat Milor’u.”

Emrah kalın ve gür sesiyle kahkaha attığında masadakilerin bakışları ona döndü. “Ben sadece etlere hâkimim, onun gibi birinin yakınından bile geçemem.”

“Ne oluyor?” diye sordu Emrah’ın annesi.

“Göksel’le et gurmeliğim hakkında konuşuyorduk,” dedi Emrah annesine bakarak. “Bir gün bunu tescillendirirsem bedavaya et yiyebileceğimi söyledim, o da bana, ‘Geleceğin Vedat Milor’u,’ dedi.”

“Sen ve gurmelik mi? Endüstriyel tasarımcı adayı ve sporcu sıfatlarının yanına bir sıfat daha eklemeyi mi düşünüyorsun?”

“Elbette hayır. Şaka yapıyordum sadece ama bir anlığına kendimi gurme olarak düşününce eğlendim.”

Aile büyükleri yeniden iş sohbetine dalarken Emrah oflayarak önüne döndü. Hem o hem de Göksel sessizce yemeklerini yedi. Göksel yemeğini bitirdikten sonra birkaç fotoğraf çekmek için masadan kalkarken Emrah da ona eşlik etti.

“İş muhabbetlerinden içim şişmişti,” dedi Emrah ellerini pantolonunun ceplerine sokarken. “Biraz deniz havası alalım. Sen çekimini nerede yapacaksın?”

“Manzara güzel olursa şehri çekebilirim ya da mekânı çekerim. Sen ne yapacaksın?”

“Yanında durup nasıl çalıştığını izleyeceğim. Hesabındaki fotoğraflardan sonra senin çalışırken nasıl göründüğünü daha çok merak ettim.”

“O niyeymiş?”

“Çünkü çok güzel fotoğraflar çekiyorsun.”

Göksel’in bu beklenmedik iltifat karşısında yanakları pembeleşti. Emrah ilk kez ona iltifat ediyordu.

“Ah, teşekkür ederim.”

“Utandın,” dedi Emrah gülerek. Dikkatli bakışlarından Göksel’in kızaran yanakları kaçmadı. “Çok tuhafsın gerçekten. Başkası olsa övünür, sen ise utanıyorsun.”

“İltifat senden gelince çok beklenmedik oldu.”

“Haklısın. Sana daha önce iltifat ettiğimi hatırlamıyorum.”

Göksel bunun ilk sefer olduğunu bilse de bir şey söylemedi.

Deniz kenarına ulaşan ikili korkuluklara yaslandı. Emrah manzarayı izlerken Göksel makinesiyle ilgilenmeye başladı. Şehir manzarasını da güzelce aydınlatılmış ve süslenmiş mekânın içini de çekmeyi düşünüyordu.

“Beni çeker misin?” diye sordu Emrah.

Göksel şaşırarak ona baktı. “Seni mi?”

“Evet,” dedi. Vücudunu Göksel’e çevirip kalçasını korkuluklara yasladı. “Senin gibi bir profesyonelin kadrajına girmek isterim.”

“İstiyorsan çekeyim tabii. Nerede poz vermek istersin?”

“Bu işi bilen sensin, sen söyle.”

Göksel mekânın içini inceledikten sonra, “Korkuluklara yaslanıp poz verebilirsin ya da masaların birine oturabilirsin,” dedi. Mavi gözlerini Emrah’ın yüzüne çevirdi. “Hangisini tercih edersin?”

“Ayakta kalsam daha iyi.”

Emrah, Göksel’in yönlendirmeleriyle çok güzel ışık alan bir yerde durdu. Korkuluklara yaslanan genç adamın arkasında Boğaz ve İstanbul manzarası vardı, birkaç adım solundaysa içinde yapma çiçeklerin olduğu bir vazo duruyordu ve sarı ışıklar onun kumral saçlarının rengini ortaya çıkarırken kahverengi gözlerini de sanki bal rengindeymiş gibi gösteriyordu.

“Poz verebilirsin,” dedi Göksel. “Öncesinde istersen saçını ve kıyafetlerini düzelt.”

“Saçımla kıyafetlerimde bir sorun mu var?” diye sordu Emrah.

“Pek sayılmaz ama saçlarının önünü düzeltsen fena olmaz.”

“Sen gerçekten çok ince şeylere dikkat ediyorsun.”

“Her fotoğrafçı gibi.”

Emrah saçlarının önünü düzeltti. “Oldu mu?”

“Evet, şimdi poz ver bakalım.”

Emrah ciddi bir ifadeyle kameraya baktı. Emrah, kemikli yüzü sayesinde yaşından daha olgun görünen yakışıklı bir gençti. Açık kahverengi gözleri beyaz yüzünde, kalın kaşlarının altında zekâyla parlıyordu. Kemerli burnu, dolgun dudakları ve geniş çenesiyle güçlü bir ifadeye sahipti. Fiziksel olarak sahip olduğu güç, yüz hatlarında da mevcuttu.

“Beni öldürecekmişsin gibi bakıyorsun,” dedi Göksel. “Biraz daha sevimli görünmeyi dener misin?”

“Ne?” Emrah afalladı. “Nasıl bakıyorum?”

“Az sonra üstüme atlayıp beni gırtlaklayacak gibi bakıyorsun. Zaten sert bir yüzün var, iyice sertleştirmesin mi diyorum?”

Emrah başını biraz yere eğip güldüğünde Göksel deklanşöre basıp bu anı ölümsüzleştirdi. Fotoğrafta Emrah’ın kısılan gözleri adeta yok olurken güçlü beyaz dişleri de parıl parıl parlıyordu.

“Sakın bana az önce fotoğrafımı çektiğini söyleme,” dedi Emrah gülmeyi kestiğinde. Göksel gözlerini kaçırınca başını iki yana salladı. “Gülerken fotoğrafımın çekilmesinden hiç hoşlanmam.”

“Bence içten bir fotoğraf oldu. Gel de bak istiyorsan.”

Göksel Emrah’a çektiği fotoğrafı gösterdi. Fotoğraf gerçekten de çok içtendi ve Emrah da oldukça hoş çıkmıştı.

“Nasıl ya?” diye mırıldandı Emrah. Göksel’in gözlerine baktı. “Güzel bir fotoğraf olmuş.”

“Sana söylemiştim. Hadi bir tane daha gülmediğin ama öldürecek gibi de bakmadığın bir poz ver.”

“Sert yüz hatlarımın olması benim elimde değil.”

“Ama o hatların en sert hâlini kullanmamak senin elinde. Hadi şu masaya otur, elini çenene yasla ve tebessüm ederek kameraya bak.”

“Peki, nasıl istersen.”

Emrah, Göksel’in dediklerini birebir yaptı. Göksel onun karşısına oturup makineyi yüzüne yaklaştırdı.

“Çok yakın değil mi sanki?” dedi Emrah.

“Bu işi bilen bendim, unuttun mu az önce dediğini?”

“İyi, tamam.”

Emrah yeniden tebessüm edip doğrudan kameraya baktı. Göksel her şeyin mükemmel olduğuna emin olduktan sonra deklanşöre bastı.

“Nasıl oldu?” diye sordu Emrah.

Göksel çektiği fotoğrafı açıp önce kendisi inceledi. Hem arkadaki mekân hem de Emrah çok güzel çıkmıştı. Genç adamın etkileyici ve derin bakışlarının bu fotoğrafın odak noktası olmasını isteyen fotoğrafçı bunu başarmıştı.

“Bence oldukça iyi bir fotoğraf olmuş,” deyip fotoğrafı Emrah’a gösterdi. “Sen ne dersin?”

Emrah uzun uzun fotoğrafı inceledi. “Sen gerçekten de muhteşem bir fotoğrafçısın,” dedi. Karşısında oturan kadına baktı. “Çok beğendim. İkisini de bana atar mısın?”

“Eve geçtikten sonra atarım ve çok teşekkür ederim.”

“Kesinlikle hesabımda paylaşacağım.”

“Çok memnun olurum.”

İkili tekrardan deniz kenarına yürüdü. Göksel mekânın ve şehir manzarasının birer fotoğrafını çektikten sonra makinesini kapattı. Burada çok farklı fotoğraflar çekemeyeceğini bildiği için boşuna efor sarf etmesine gerek yoktu.

“Masada bana arka çıktığın için teşekkür ederim,” dedi Emrah. “Babamı bilirsin, bazen çok üstüme gelebiliyor ve bunu herkesin yanında yapmaktan da çekinmiyor. Sen araya girince daha fazla konuşmadan sustu.”

“Kötü bir niyeti olmadığına eminim ama bu konuları başkalarının yanında açmaması daha iyi olur elbette. Sonuçta hepimiz senin iyiliğini istiyoruz.”

“Niyet kadar onu gösterme şekli de önemli. Neyse işte, sağ ol.”

“Rica ederim.”

Emrah önüne dönüp, manzaraya bakarken Göksel de çantasından telefonunu çıkarıp internetini açtı. Sosyal medya hesabından bir yeni bildirim gelmişti ama bu bildirim ne beğeni ne yorum ne de takip bildirimiydi; bu bir mesaj bildirimiydi. Genç kadın bildirim penceresini aşağı çekip gelen mesaja baktı.

Gökhan Uygur: Merhaba, nasılsın?

Tükürüğü nefes borusuna kaçan Göksel öksürürken, elini gerdanına bastırıp olası bir öksürük silsilesinin önüne geçti. Kocaman açılan gözleriyle ekrana baktı, doğru görüp görmediğini anlamak için mesajı bir kez daha okudu ve gayet doğru gördüğünü anladı.

Gökhan ona mesaj atmıştı.

Kalbi güm güm atan Göksel eğer yalnız olduğu bir yerde olsaydı buna sesli bir tepki verebilirdi ama içinde bulunduğu ortam yüzünden tüm tepkisini içinden vermek zorunda kaldı. İçinde bir volkan patlasa da duygularından oluşan lavları dışarı fışkırtmak yerine içeride tuttu.

Göksel Emrah’a kısa bir bakış attıktan sonra telefonunun ekranını kapattı. Oysaki Emrah mesajı görmüştü ve bu mesajın Göksel’in üzerinde yarattığı şok etkisini fark etmişti. Yine de bir şey çaktırmadı.

“Beni saymazsak sadece iki fotoğraf çektin,” dedi Emrah. “Başka çekmeyecek misin?”

“Çekecek çok bir şey yok,” dedi Göksel düşünceli bir sesle. Aklı hâlâ mesajdaydı. “Manzarayla mekânı çektim, onlar da yeter. Boşu boşuna hafızayı doldurmaya gerek yok.”

“Evet, düşününce haklısın.”

İkili bir süre konuşmadan sessizliğin ve deniz kokusunun tadını çıkardı. Boğaz’dan esen rüzgâr Göksel’in sarı saçlarını adeta dans ettiriyordu. Genç kadın dalgın gözlerle manzaraya bakarken Emrah da onu inceliyordu. Göksel’in sevgilisi olmadığından emindi, Gökhan Uygur adlı kişinin ona attığı mesaj da bir sevgiliye atmak için fazla resmîydi ama bu gencin ona attığı mesajın Göksel’i heyecanlandırdığı kesindi. Genç adam Göksel’in şu an bile onu düşündüğünden emindi. Anlaşılan insanlarla fazla muhatap olmayan Göksel kendisini aşarak yeni biriyle tanışmıştı. Emrah kendi kendine gülümsedi.

“Ben masaya döneceğim,” deyip Emrah’a baktı Göksel. Onu kendisini izlerken bulunca afalladı. “Gelecek misin?”

“Geleyim.”

Masaya dönen gençler ailelerini bıraktığı gibi buldu. Tatil planları hakkında konuşan büyükler, onların geldiğini görünce susup dikkatlerini gençlere verdi.

“Ne yaptınız?” diye sordu Emrah’ın annesi.

“Biraz deniz havası aldık,” diye cevapladı Emrah. “Göksel fotoğraflarımı çekti, sonra etrafı çekti.”

“Fotoğrafları merak ettim.”

“Göksel eve dönünce bana atacak, sana da gösteririm. Muhtemelen hesabımda paylaşacağım zaten.”

“Göksel’in her zamanki gibi harika bir iş çıkardığından eminim. Bu konuda çok yetenekli ve bilgili.”

“Çok teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kendimi geliştiriyorum.”

“Pek de alçakgönüllüsün,” dedi Emrah’ın babası.

“Haddinden fazla,” diye araya girdi Emrah. “Eğer bir işte fazla iyiysen bununla övünmeyi bilmen gerekiyor ama Göksel değil övünmek, ne kadar iyi olduğunun farkında bile değil.” Göksel’e baktı. “En iyisi olmak istediğini biliyorum ama şu an olduğun pozisyon da herkesin kolay kolay ulaşamayacağı bir yerde. Bence fotoğrafçı kişiliğine gereken değeri vermen gerek.”

Bu laflar Göksel’i şaşkına çevirdi. Emrah’tan bu tarz bir konuşma beklemiyordu. “Fotoğraf konusunda iyi olduğumu biliyorum ama bunun hakkında övünmek hiç benlik değil. Ben fotoğrafımı çekerim, yorumunu da diğerlerine bırakırım.”

“Diğerlerinin seni övmesindense senin kendine hak ettiğin takdiri vermen bence daha önemli, Gök.”

“Elbette veriyorum ama gelişim bir süreç ve ben de gelişmeye devam ediyorum. Şu an bulunduğum konumdan memnunum ama hep daha iyisini istiyorum, bunun için de çabalıyorum. İnsanların da yaptığım işi takdir etmesi tabii ki çok hoşuma gidiyor ama bununla övünecek dünyadaki son kişi falanım. Biraz da kişilikle ilgili ve ben de böyleyim.”

“Sen böyle düşünüyorsan bana da saygı duymak düşer ama gerçek anlamda bu işte çok iyisin.”

“Teşekkür ederim, sağ ol.”

Onların bu konuşması ebeveynlerini şaşırttı. Göksel’le Emrah’ın farklı karakterlere sahip oldukları için çok anlaşamadıklarını, aile buluşmaları hariç nadiren görüştüklerini biliyorlardı ve aralarındaki bu mesafe onlara ikilinin birbirinden hazzetmediğini düşündürtüyordu. Bu akşam Göksel’in okul konusunda Emrah’a arka çıkması ve Emrah’ın Göksel’in fotoğrafçılığı hakkında övgü dolu sözler söylemesi gençlerin ebeveynlerine düşünceleri konusunda yanıldıklarını göstermişti.

“Göksel’in fotoğrafçılık alanındaki düşünceleri senin spor hakkındaki düşüncelerine benziyor,” diye bir yorumda bulundu Emrah’ın annesi Aslı. “İkiniz de yaptığınız işlerde oldukça iyi olsanız da her zaman daha iyisini istiyor ve bunun için çaba gösteriyorsunuz. Doyumsuzsunuz, mükemmeliyetçisiniz. Fazlası diğer her şey gibi zarar olan bu iki şeyi dozunda tuttuğunuz sürece sizi istediğiniz yere götüreceğinden eminim.”

“Evet, biraz benziyor,” diye annesine katıldı Emrah. “Ben Göksel’in aksine biraz övünüyorum sadece. Üç senede çok büyüdüm, benden daha uzun zamandır spor yapan adamları bile geçtim ve bunu dillendirmekten çekinmiyorum. Göksel gibi ben de daha iyisini hatta en iyisini istiyorum ama onun aksine bugünüme de fazlasıyla odaklanıyorum.” Genç adam bakışlarını Göksel’e çevirdi. “Gök daha çok yarın odaklı yaşıyor. ‘Bugün iyiyim ama yarın daha iyi olmam gerek’ diyor. Güzel bir düşünce ama bugünü yarının gölgesinde bırakınca insan bugünün güzelliklerini göremeyebiliyor. Benim dikkat çekmek istediğim nokta da buydu.”

Onun bu bilge cümleleri Göksel’in düşüncelerinde bir aydınlanmanın ortaya çıkmasını sağladı. Emrah söylediklerinde haklıydı: Göksel yarın odaklı biriydi ve yarın, bugün olduğundan bir adım daha ileride olmaya çalışırken bugün olduğu konumun tadını çıkaramıyor, bu şekilde kendisine de haksızlık yapabiliyordu. Çok iyi bir fotoğrafçı olduğunu biliyordu, özellikle genç yaşını dikkate alınca ama ulaşmak istediği noktaya hâlâ çok uzak olduğunu düşündüğü için kendisini küçük görebiliyordu. Bunun farkındaydı ama bu gerçeği bir başkasının ağzından duymak ona kötü hissettirdi ve bir noktada aydınlanma yaşamasına neden oldu. Kendisine haksızlık ediyordu ve bunu bir an önce sonlandırması gerekiyordu.

“Ne demek istediğini anladım,” diye karşılık verdi Göksel. “Haklılık payın var. Aradaki dengeyi sağlamak için çabalıyorum.”

Bundan sonra daha çok çabalayacaktı.

“Başarılı olacağını umuyorum.”

“Ben de öyle.”

Gençler birbirine gülümsedi. Bu şimdiye kadar onların arasında geçen en samimi konuşmaydı.

İki aile masada yarım saat kadar oturduktan sonra kalkmaya karar verdi. Aile babaları hesabı ödemek için kasaya ilerlerken diğerleri de ayaklanıp yavaşça restorandan çıktılar. Saatler akşam onu geçmesine rağmen cadde hâlâ son derece kalabalıktı, araçlarla yayalar yolları kaplıyordu. Yoğun insan kalabalığının arasında onlar da kendi araçlarına ilerlediler.

“Cuma akşamını herkes dışarıda geçiriyor anlaşılan,” dedi Göksel’in yanında yürüyen Emrah.

“Öyle görünüyor,” dedi Göksel. “Ama bu şehrin kalabalığı hiçbir zaman bitmiyor.”

“Orası öyle. Umalım da çok trafik olmasın.”

Engin’le Hakkı diğerlerinin yanına gelince iki aile de kendi arabasına bindi. Babalar şoför koltuğuna, anneler öndeki yolcu koltuğuna ve gençler de arka koltuklara oturdu. Annesinin oturduğu tarafa oturan Göksel bir süre bekleyip ebeveynlerinin konuşmadığını görünce çantasından telefonunu çıkardı. İnternete bağlandıktan sonra sosyal medya hesabına girdi. Kalbi yeniden hızlıca çarpmaya başlarken mesaj kutusunun en üstünde duran Gökhan’ın mesajını açtı. Gökhan ona bu mesajı atalı üç saat olmuştu. Genç adamın daha kısa sürede mesajına cevap almayı beklediği kesindi ama bu akşam meşgul olan Göksel ona ancak şimdi cevap verebilecekti.

Merhaba. İyiyim, teşekkür ederim; sen nasılsın?

Biraz resmî olduğunu biliyordu ama Gökhan’la samimi olmadıkları için bu resmiyetin gerekli olduğunu düşünüyordu. Genç kadın samimi olmadığı herkesle bu şekilde konuşuyordu.

Göksel mesajı gönderip ana sayfasına geri döndü. Bu akşam için hazırlanmaya başladığı andan itibaren hesabına bakamamıştı. Takip ettiği kişilerin son birkaç saatte yaptığı paylaşımlara bakmaya başladı. Severek takip ettiği ve Amerika’da yaşayan bir video grafiker New York’ta çektiği bir videoyu paylaşmıştı. Göksel videoyu büyük bir hayranlıkla izledi. Video grafikerin kullandığı çekim teknikleri gerçekten muhteşemdi. Göksel videoyu beğenip kaydetti. Bir gün aynı tekniklerle video çekmeyi mutlaka denemeliydi.

Paylaşılanlara bakmayı yeni bitirmişti ki Gökhan ona cevap verdi. Genç adamın birkaç dakika içinde verdiği bu hızlı cevaba şaşırırken annesiyle babasını yeniden kontrol etti. Babası pür dikkat aracı sürerken annesi de camdan dışarıyı izliyor, bir yandan da radyodaki haberleri dinliyordu. Göksel ikisinin de kendisiyle ilgilenmediğine emin olunca dikkatini yeniden telefonuna verdi. Şu an gergin ve heyecanlıydı, böyle hissettiği zamanlarda da mantıklı konuşma konusunda zorluk çektiği için ebeveynlerinin onunla ilgilenmemesi işine geliyordu. Gökhan’la konuşmaya ve onun kendisine neden mesaj attığını anlamaya odaklanmak istiyordu.

Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Ne yapıyorsun? Sanırım pek uygun bir zamanda yazmadım

Gökhan’ın mesajını okuduktan sonra ona cevap verdi.

Dışarıda olduğum için telefona bakma fırsatını ancak şimdi bulabildim. Bir akşam yemeğindeydim, artık müsaitim. Sen ne yapıyorsun?

Mesajını gönderdikten saniyeler sonra Gökhan mesajı gördü. Genç adamın başka bir uğraşı olmadığını anlayıp tüm dikkatini kendisine verebileceğini düşündü. İlk mesajlaşmalarında da Gökhan ona saniyeler içinde cevap vermişti fakat çok kısa bir konuşma gerçekleştirdikleri için mesajlaşma hemen bitmişti ama bu akşam uzun sürebilirdi ve bu genç kadının kalp atışlarını sanki hızlı değilmiş gibi daha da hızlandırıyordu.

İyi o zaman, müsait olmana sevindim. Ben de gitar çalıyordum, yeni bitirdim

Araba durunca, Göksel başını kaldırıp camdan dışarı baktı. Öndeki araçların ilerisindeki trafik lambasının kırmızı ışığı yanıyordu. Yoğun bir trafiğin içindeydiler ve eve gitmeleri yine saatleri bulabilirdi. Yollarının çok uzun olduğunu anlayıp tekrar telefonuna baktı.

Gitarını yarın akşama mı hazırlıyorsun?

Mesajı anında görüldüğünde Gökhan’ın şu an kendisinden başka bir şeyle ilgilenmediğinden emin oldu. Genç adam şu an Kadıköy’deki evinin salonunda koltuğa uzanmıştı ve Göksel’le konuşuyordu. Genç kadının kendisine cevap verdiğini görünce elinden bıraktığı Fender’ı ise yerde öylece duruyordu.

Klasik gitarımı yarın akşama çoktan hazırladım. Bir de elektro gitarım var, zamanımın çoğunu da onu çalarak geçiriyorum aslında ve bugün de kendi projelerim üstünde çalıştım. Mesai çıkışından sonra eve döner dönmez müziğe sarılıyorum, şu an evde tek yaşadığım için yapacak daha iyi bir aktivitem de yok

Onun kendisi hakkında verdiği bu bilgiler Göksel’in kaşlarını kaldırmasına neden oldu. Gökhan kendi müziğini yapıyordu ve tek başına yaşıyordu, en azından şu an.

Kendi müziğini yapıyorsun demek. Hangi tarz ya da tarzlarda peki?

Mesajı yine anında görüldü. Gökhan’ın mesaj sayfasında beklediğini düşünmek ona sanki Gökhan karşısındaymış ve güzel kahverengi gözleriyle kendisine bakıyormuş gibi hissettiriyordu.

Blues ve rock tarzlarını karıştırıp şarkılarımda kullanmayı seviyorum. İki tarzı dinleyerek büyümemin bunda büyük etkisi var

Sen hangi tarzları dinlemeyi seviyorsun peki?

Onun gönderdiği ilk mesajı okuyunca Göksel’in aklına gelen ilk isim Yavuz Çetin oldu. Çetin de blues ve rock tarzlarında şarkılar yapan bir müzisyendi. Gökhan’ın geçen hafta onun parçasını çaldığını düşünürse genç adam onu dinliyordu ve belki de ondan ilham almıştı. Ona sormaya karar verdi.

Hangi müzisyenlerden etkilendin mesela?

Gökhan ona biraz uzun bir cevap verdi. Onun kendisi hakkında bu kadar açık olması ve Göksel istemeden bu kadar bilgi paylaşması genç kadını şaşırttı. Göksel kendisi hakkında son derece ketum biriydi ve Gökhan gibi paylaşımcı kişiler ona her zaman garip geliyordu.

En büyük ilham kaynağım Yavuz Çetin’dir. Henüz küçük bir çocukken onun gibi müzik yapmayı kafama koymuştum. Kendisi ilk gitarımı almamda çok büyük bir etkiye sahiptir. Onun dışında Duman’ın gitaristi Batuhan Mutlugil ve mor ve ötesi’nin solisti Harun Tekin diğer iki ilham kaynağım ve idollerimdir. Severek dinlediğim bir sürü müzisyen, grup var ama başta gelenler bunlardır. Biraz uzun bir mesaj oldu ama müzikten konuşmayı severim

Son cümlesi Göksel’i gülümsetti. Genç adamın içtenliği gözle görülecek kadar gerçekti.

Hepsi efsane isimler. Kim bilir seninle birlikte kaç kişiye daha ilham kaynağı olmuşlardır? Duman ve mor ve ötesi benim de severek dinlediğim gruplardır. Çok gürültülü olan rock türleri, metal ve rap hariç çoğu türü dinlerim. Favorilerim alternatif, soul, R&B ve poptur. Klasik müzikleri bunlar kadar sık dinlemem ama eser bilgim geniştir, özellikle ruhumu dinlendirmek istediğim akşamlarda açıp uzun saatler boyunca dinlerim

Gökhan mesajı saniyesinde görse de cevap vermesi o kadar hızlı olmadı. Kısa bir durgunluğun yaşandığı esnada Göksel camdan dışarıya baktı. Akşam yemeğini yemek için tercih ettikleri Beşiktaş her zamanki gibi kalabalıktı ama az önceki dehşet trafiği atlatmışlardı. Yol hâlâ dolu olsa da en azından ilerleyebiliyorlardı.

“Cuma akşamı Beşiktaş’a yemeğe gelmek çok da iyi bir fikir değilmiş,” dedi babası. “Avrupa Yakası buraya yığılmış, Anadolu tarafı da Kadıköy’dedir şimdi.”

“En yoğun kısmı atlattık,” diye cevap verdi Güzin. Arkasını dönüp kızına baktı. “Sen ne yapıyorsun bebeğim?”

“Arkadaşımla mesajlaşıyorum,” diye cevap verdi Göksel. “Yolumuz uzun ve zamanın geçmesine ihtiyacım var.”

“İyi bakalım.”

Annesi önüne dönünce kaşlarını çattı. Arkadaşım mı? O an böyle söylemesi gerektiğini biliyordu, Gökhan’la da arkadaş olma yolunda ilerliyorlardı ama bu akşam genç adamla doğru dürüst ilk kez sohbet ettiklerini göz önüne alınca bu kelimenin doğru olmadığını düşünüyordu. En azından şimdilik.

Dikkatini yeniden telefonuna verdi. Gökhan ona cevap vermişti.

Açıkçası tam da senden beklediğim tarzları dinliyormuşsun. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama sana bakınca bu tarz müzikleri dinlediğin anlaşılıyor: Gürültülü olmayan, insanı huzurla dolduran ve derin düşüncelere iten müzikler

Göksel bu yorumu birkaç kişiden daha duyduğu için hiç şaşırmadı. Gökhan’ın demeye çalıştığı şeyi de çok iyi anlamıştı. İnsanların yaydığı enerjiler onların dinlediği müzikler konusunda karşı tarafa ipucu veriyordu. Saç kesimleri, makyaj tarzları, giyim tarzları hatta konuşma şekilleri bile dinledikleri müziklerden izler taşıyabiliyordu. Gökhan’ın da tarzına bakarak onun rock dinleyicisi olduğunu anlamıştı.

Demek istediğin şeyi anladım ve geçmişte birkaç kişiden de bu yorumu duydum. Senin de rock dinlediğin belli oluyor mesela

Gökhan ona hızlı bir cevap yazdı.

Genelde böyle söylerler

Göksel buna ne yazacağını düşünmeye başlamıştı ki Gökhan’ın yeni bir mesaj yazdığını görünce onu beklemeyi tercih etti.

Tatilin nasıl geçiyor? Neler yapıyorsun?

Gökhan’ın bu soruyu sorarak konuyu değiştirmesine ve yeni bir konu açmasına sevindi. Onun hakkında meraklıydı ve genç adamın kendisi hakkında anlatacağı şeyleri duymak istiyordu.

Zamanımın çoğu evde geçiyor; başta fotoğraflar olmak üzere bir şeylerle uğraşıyorum, vakit geçiriyorum. Sende durumlar nasıl?

Mesajı ona gönderip onun vereceği cevabı dört gözle bekledi. Gökhan geçen hafta kendi hayatından birazcık da olsa bahsetmişti ama şimdi daha ayrıntılı anlatmasını umuyordu. Kısa bir bekleyişin ardından Gökhan ona cevap yazdı.

Anladığım kadarıyla okul maratonundan sonra dinlenmeye bakıyorsun ki çok da haklısın, okul süreci her öğrenci için son derece yorucu oluyor. Bana gelecek olursam geçen hafta bahsettiğim müzik mağazasında satış danışmanlığı yapıyor ve haftanın altı günü orada çalışıyorum; cumartesi akşamları Parça’da sahne alıyorum ve boşta kalan zamanlarımda da genelde eserlerimin üzerinde çalışıyorum, arkadaşlarımla vakit geçiriyorum. Tatil yaptığım söylenemez ama sevdiğim işleri yaptığım için keyifli geçiyor

Onun yaptıklarından bu kadar uzun ve ayrıntılı bahsetmesini beklemiyordu ama bundan hoşnut oldu. Gökhan hayatı hakkında açık birine benziyordu ve bu açıklık Göksel’in kafasındaki soru işaretlerini gideriyordu.

Evet, gerçekten yorucu bir seneydi ve ben de dinlenmeye bakıyorum

Senin içinse yoğun bir yaz oluyormuş ama keyif alıyorsan sıkıntı yok demektir. Sahne almaktan, arkadaşlarınla vakit geçirip sosyalleşmekten hoşlanan birine benziyorsun

Karşı taraf hakkında direkt soru sormak yerine varsayımlarda bulunarak merak edilen konuda bilgi edinmek güzel bir taktikti, Göksel de bunu uyguladı ve başarılı da oldu.

Kesinlikle öyleyim. Dışarıya çıkmaktan, insanlarla zaman geçirip sosyalleşmekten büyük keyif alırım. Bu yüzden bu yoğunluk beni o kadar da yormuyor hatta iyi geldiğini bile söyleyebilirim. Sen bu konularda nasıl birisin? Benim tam tersimmişsin gibi hissediyorum

Göksel bu mesajı okuyunca onun tespitine gülümsedi.

Evet, ben sosyal birisi sayılmam, fazla arkadaşım da yoktur ama olanlarla iletişimde kalmaktan hoşlanırım

Gökhan’ın cevabı her zamanki gibi hemen geldi.

Az olsun öz olsun diye düşünüyor olmalısın. Benim arkadaşım çoktur ama dostum olarak gördüğüm, kendimi açıp kişisel şeylerimi paylaştığım insan sayısı çok azdır. İnsan herkesle arkadaş olabiliyor ama herkesle dost olamıyor neticede

Neyse, derin konulara girmeyeyim. Bir Yengeç burcu olarak derinlere dalmak benim için çok kolay ama şu an dalmasam daha iyi, seni de sıkmayayım

Peş peşe gelen bu iki mesajı okuyan Göksel kendi kendine güldü. “Demek Yengeç burcusun,” diye düşündü. “O hâlde doğum günün yaklaştı, belki de geçti bile.”

Parmaklarını klavyede gezdirip ona cevap yazdı.

Evet, öyle düşünüyorum ve söylediklerine tamamen katılıyorum. Derinlere girme meselesine gelecek olursam ben de derinlere dalmayı severim, bundan sıkılmam yani

Mesajı ona gönderip onun cevabını bekledi.

Bunu duyduğuma sevindim ama bu akşamlık derinlere dalmasak daha iyi. Bir soru sorayım: Sen hangi burçsun?

İçten içe derin meselelere girmemelerine sevinerek -çünkü bunun için çok erken olduğunu düşünüyordu- ona cevap verdi.

Doğum günüm 6 Aralık, Yay burcuyum ve tüm özelliklerini olmasa da birçoğunu taşırım

Ona bu mesajı gönderdikten sonra camdan dışarı baktı. Onları çevre yoluna götürecek tünelin içinde ilerliyorlardı.

“Emrahlar nerede?” diye sordu.

“Arkamızdaydılar,” diyen babası dikiz aynasından arkaya baktı. “Sanırım şu beyaz arabanın arkasındalar.”

Göksel arka camdan baktığında babasının dediği beyaz arabanın arkasındaki Emrahların arabasını gördü. Şoför koltuğunda oturan Hakkı’yı seçebiliyordu ama karanlık araçtaki anneyle oğul görünmüyordu.

“Evet, onlar,” diye onayladı. “İyi bari, çok arkada kalmamışlar.”

“Kalmazlar,” dedi babası. “Hakkı’da o göz yok.”

Göksel tekrar telefonuna baktığında Gökhan’ın cevap verdiğini gördü.

Yay burçlarıyla anlaşırım, senin de Yay olmana sevindim. Peki kaç yaşındasın?

“Demek sevindin,” diye düşündü. Gökhan’ın kullandığı bu kelime seçimi onu gülümsetti.

 Yirmi bir yaşımdayım ama bu aralıkta yirmi iki olacağım. Sen kaç yaşındasın ve doğum günün ne zaman?

Göksel dışarı bakıp babasıyla konuştuğu için ona bir dakika kadar geç cevap vermişti ama Gökhan mesajı saniyesinde görüp hızlıca cevap verdi.

9 Temmuz’da yirmi bir olacağım ben de

Ondan yedi ay büyük olduğunu fark edince şaşırdı. Onunla hemen hemen aynı yaşlarda olduğunu biliyordu fakat ondan büyük olacağını hiç düşünmemişti. Yedi ay çok kısa bir zaman dilimiydi, arada bir yıl bile yoktu fakat Göksel yine de şaşırdı.

Çok az kalmış

Mesajı kısa olsa da yazacak başka bir şey bulamadı.

Evet, önümüzdeki hafta

Gökhan da kısa bir cevap yazınca konuşmayı uzatma ihtiyacı hissetti.

Planlar var mı?

Mesajına kaşlarını çatarak baksa da gönderdi.

Ben bir plan yapmadım ama arkadaşlarım sürpriz bir kutlama hazırlayabilir, sağ olsunlar hiç unutmazlar

Genç adamın çevresinin geniş olduğunu düşününce buna hiç şaşırmadı. Gökhan’ın doğum günü yazın olduğu için okul arkadaşlarının büyük kısmı evine dönmüş oluyordu ama genç adamın İstanbul’da da bir sürü arkadaşı vardı ve onlar da bir şeyler hazırlıyordu.

Doğum günlerinde hatırlanmak insanı mutlu ediyor, kutlamalar da eğlenceli geçiyor. Arkadaşların sürpriz bir kutlama hazırlarsa harika vakit geçireceğinden eminim

Ona cevap verdikten sonra konuşma sayfasından ayrılıp müzik dinlediği uygulamayı açtı. Henüz yolları uzundu ve akşam yapılan araba yolculuklarında müzik dinlemeye bayılıyordu. Çantasından kulaklıklarını çıkarıp taktı ve en sevdiği müzisyenlerden biri olan The Weeknd’in şarkılarını karışık çalmada açtı. Bu adamın şarkılarını akşam yolculuklarında dinlemekten büyük zevk alıyordu.

Gökhan’la olan konuşma sayfasına geri dönüp genç adamın attığı mesajı okudu.

Kesinlikle katılıyorum. Haftaya göreceğim bakalım neler olacağını

Göksel konuyu değiştirdi.

Çalıştığın mağaza da Kadıköy’de mi?

Bu sefer Gökhan onun mesajını saniyesinde görmedi. Bir işi çıktığını düşünen Göksel ekranını kilitleyip, çalan şarkıyı dinleyerek camdan dışarısını seyretti. İstanbul’un akşamlarını gündüzlerinden daha çok seviyordu. Şehrin her noktasından yükselen rengarenk ışıklar beton mezarlığına renk katıyor ve şehri biraz daha canlı gösteriyordu.

Çalan şarkıya ve yola dalıp şarkı bitene kadar geçen birkaç dakikada etrafı izledi. Yeni bir şarkı çalmaya başlayınca, kendine gelip telefonunun ekranını açtı. Gökhan ona iki dakika önce cevap vermişti. Konuşmalarına girdi.

Evet, işim de evim de Kadıköy’de. Sen nerede yaşıyorsun?

Göksel konservatuvarın da önceden Kadıköy’de olduğunu biliyordu. Şimdilerde konservatuvar binasında restorasyon işlemi yapılıyor, bina başka bir amaçla kullanıma hazırlanıyordu; konservatuvar ise Maltepe’ye taşınmıştı. Gökhan okulu Kadıköy’de diye oraya yerleşmiş olmalıydı, çalıştığı yerleri de oradan ayarlaması gayet normal bir durumdu. İstanbul gibi büyükşehirlerde trafik çok büyük bir sorundu ve insanlar da trafiğe minimum oranda maruz kalmak için oturacakları yeri okullarına ya da iş yerlerine yakın semtlerde seçiyorlardı.

Ben de Fatih’te oturuyorum

Gökhan mesajını üç saniye içinde gördüğünde araya birkaç dakika girmiş olsa da tekrardan sanki karşılıklı konuşuyorlarmış gibi mesajlaşmaya devam edeceklerini anladı.

Tesadüfe bak, benim okulumun ana kampüsü de orada ve hâliyle arada yolum düşüyor. Fatih çok kalabalık bir yer, yerli yabancı sayısız turist var. Yine de tarihî havası ve eski binalarından hoşlanıyorum

Tesadüfe bak.” Onun kelime seçimi bu sefer Göksel’e kaşlarını kaldırttı. İstanbul Üniversitesinin merkez kampüsü on yıllardır Fatih’teydi, Göksel de Gökhan’ın bu üniversitenin konservatuvarında okuduğunu ondan mesaj geldiği günden beri biliyordu fakat konservatuvarın farklı bir ilçede hatta karşı kıtada olmasından dolayı onun bu üniversite bünyesinde bir öğrenci olduğu hakkında hiç düşünmemişti. Sanki Gökhan bir başka üniversitedeymiş gibi hissetmişti ama genç adam onun evine dakikalar uzaklıkta olan üniversitenin konservatuvarında öğrenciydi ve söylediği gibi Fatih’teki kampüse gerek okulla ilgili işler gerek bazı etkinlikler gerekse arkadaşlarıyla zaman geçirmek için geliyor olmalıydı.

Evet, üniversitenin güzel bir kampüsü var. Genel olarak Fatih’te aşırı tarihî yer bulunuyor, senin de dediğin gibi bu da inanılmaz turist çekiyor. Burası turistler için farklı ve ilginç yeni bir yer ama burada doğup büyüyen benim için artık sihirli olmaktan çok uzak. Kalabalık çok yorucu, bana kalacak olursa beş dakika durmam ama üniversiteyi bitirene kadar buradayım mecburen

Bu sefer kendisi hakkında o ayrıntı verdi ve bundan rahatsızlık duymadan mesajı ona gönderdi. Gökhan’ın sohbetinden hoşlanmıştı. Genç adam içten bir şekilde konuşuyordu ve bunu yaparken mesafesini koruması, laubali olmaktan çok uzak olması Göksel’in takdirini kazanmıştı. Gökhan insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğini kesinlikle biliyordu.

Fatih’i mi sevmiyorsun yoksa genel olarak İstanbul’u mu sevmiyorsun?

Ona hızlıca cevap verdi.

Genel olarak İstanbul’u sevmiyorum. Kocaman bir beton mezarlığına dönüşmüş, farklı milletlerden milyonlarca insanı içine hapsetmiş ve ruhsuz gri binaların arasında onları yavaşça öldüren hastalıklı bir şehir. Eskiden çok güzel bir şehirmiş ama o güzel ruhunu öldürüp mezarına da beton dökmüşler

Gökhan mesajını görse de bir süre hiçbir eylemde bulunmaması ona fazla süslü konuştuğunu düşündürttü. Belki de bu kadar betimleme yapmasına gerek yoktu.

O böyle düşünürken Gökhan nihayet cevap yazdı.

İstanbul hakkında yazılan tüm tanımlamaları elbette okumadım ama bu tanımlama okuduklarım arasında favorilerimden biri oldu. Çok güzel tanımladın, ben de üzülerek hak verdim. Nüfus şimdikinin yarısı olsa, beton yığınlarının yarısından çoğu yıkılıp dümdüz edilse ve yerlerine ağaçlar dikilse belki de dünyanın en güzel şehri olabilecek bir şehir ama göç almaya ve betona gömülmeye devam ediyor. Üzücü bir konu, bu yüzden daha fazla konuşmayalım. Neticede üzücü şeylerden konuşmak için mesajlaşmıyoruz

Göksel gülümseyerek bir anlığına camdan dışarı baktı. Mesajlaşmaya başladığından beri bunun kaçıncı gülümsemesi olduğunu bilmiyordu bile.

Bunu biz bile düşünebiliyorken bu alanda uzman ve yetkili insanların bu konuda hiçbir şey yapmaması ironik ama dediğin gibi bu konular hakkında konuşmak için mesajlaşmıyoruz. Ben de sana bir soru sorayım: Sen nerede doğup büyüdün?

Kendisinin tüm hayatı İstanbul’da geçtiği için bu konuda anlatacak çok bir şeyi yoktu fakat Gökhan’ın olmasını umdu. Böylece hem konuşacak konuları olurdu hem de Gökhan hakkında yeni şeyler öğrenebilirdi.

Genç adam ona cevap yazmaya başladı ve bu uzun bir süre devam etti. Göksel bu kadar uzun yazdığına göre anlatacak farklı şehir deneyimleri olduğunu düşünerek sevindi. Gökhan’ın mesajını saniyelerce beklemek zorunda kaldı fakat sonunda okunacak uzun bir mesaj aldı.

Şimdi anlatacaklarımdan sonra muhtemelen bu soruyu hiç sormamış olmayı dileyeceksin ama ben anlatmaya başlayayım. Bir asker çocuğuyum ve her asker çocuğu gibi benim de çocukluğum farklı şehirlerde geçti. Ailem aslen Sakaryalı ama ben Elazığ’da dünyaya geldim. Bebekliğim Elazığ’da geçti, okula Aydın’da başlayıp ilköğretimi Aydın’la beraber Bayburt, Bolu ve Kırşehir’de okudum. Liseye Kırşehir’de başlayıp ikinci senesinde Kütahya’ya taşınmamızla birlikte kalan üç sınıfı Kütahya’da okuyup oradan mezun oldum. 18 senelik hayatımda altı şehir gezdikten sonra kapağı İstanbul’a attım işte ve üç senedir de buradayım. Okuması bile yorucu olan, yaşamasıysa dehşet derecede yorucu olan bir hayat hikâyesi

Göksel bu mesajı okuduktan sonra başının döndüğünü hissetti. Genç kadın ona nerede doğup büyüdüğünü sorarken aklında asla böyle bir mesaj alacağı düşüncesi yoktu. Askerlerin şehir şehir gezdiğini bilse de bu kadar kısa sürede bu kadar şehir gezeceklerini düşünmezdi. Gökhan’ın da dediği gibi bu son derece yorucu olmalıydı, özellikle küçük çocuklar için. Sürekli şehir değiştirmek çevre, okul, öğretmen ve arkadaş değiştirmek demekti ve küçük bir çocuk için bu ekstra zor olmalıydı.

Gerçekten de okurken yoruldum. Sürekli şehir değiştirmek senin için zor olmadı mı? Bir yere alışmışken tak diye kendini hiç bilmediğin bir şehirdeki bir okulda, çevrende hiç tanımadığın öğretmenler ve öğrencilerin olduğu başka bir yerde bulmak çok da hoş olmasa gerek

Gökhan ona önceki mesaja göre hızlı bir cevap verdi.

Değildi zaten ama bir noktada alıştım ve güzel olan taraflarına odaklanıp keyfini çıkardım. Konargöçer bir yaşam sürmek sosyal, girişken ve çevresi geniş biri olmamda çok etkili oldu. Uygurlar yerleşik hayata geçen ilk Türkler ama biz onlardan değildik. Bu, yapmayı sevdiğim bir espridir

Onun bu esprisi Göksel’i güldürdü.

Çok iyi espri, sevdim

Bu göçebe hayatın olumlu taraflarına odaklanman mantıklı bir karar olmuş ve üstünde güzel etkiler bırakmış, kişiliğini inşa etmiş. Bundan sonra sanırım bir süre bir yerde sabit kalmak istersin

Engin’le Güzin kızlarının güldüğünü fark ettiler ama hem arkadaşıyla mesajlaşmaya devam ettiği hem de kulağında kulaklıkları olduğu için kim olduğuna dair bir soru sormadılar. Karı koca birbirine meraklı meraklı bakmakla yetindi.

Bir sene daha garanti İstanbul’dayım ama sonrası için neler olacağı hakkında en ufak bir fikrim yok. Yüksek ihtimalle bir süre daha İstanbul’da dururum. Buranın kalabalığı beni de çok yoruyor ama özellikle müzik alanında burada işler yapmak diğer şehirlere kıyasla daha kolay

Çoğu sektörde durum aynı olduğu için Göksel onun ne demek istediğini çok iyi anladı.

İnsan çok olunca fırsatlar da çok oluyor. Umarım sen de gönlünden geçen neyse onu başarırsın ve gelecek planlarını da dilediğin gibi inşa edebilirsin

Onun bu kibar mesajı ve güzel dilekleri Gökhan’ı mutlu etti. Göksel’in ince tavırları hoşuna gidiyordu.

Çok teşekkür ederim. Hem ben hem de ülkenin mevcut şartlarına rağmen hayalleri için didinip çabalayan tüm gençler gönlünden ne geçiyorsa onu elde edebilir umarım. Hepimiz bunu hak ediyoruz

Senin ne gibi gelecek planların var? Bahsetmek ister misin?

Göksel ona yine gülümseyerek cevap yazdı.

Ne kadar güzel ve ince bir dilek bu. Hayallerimize ulaşmak için diğer ülkelerdeki yaşıtlarımızdan kaç kat daha fazla çabalayıp, resmen mücadele ettiğimizi düşünürsek kesinlikle hepimiz hayallerimize ulaşmayı hak ediyoruz, hem de dibine kadar

Kendi gelecek planlarımdan bahsedebilirim elbette. En büyük hayalim büyük şirketlerle büyük projelerde çalışmak. Mesela ünlü dergilerin fotoğraf ve video çekimleri, köklü şirketlerin reklam çekimleri yer almak istediğim projelerden. Bir stüdyo kurup normal insanlar için çekimler yapmaktansa sektörün hareketli ve asıl can damarında işin uzmanlarıyla beraber çalışmak istiyorum. Bu dediklerim tabii ki ben mezun olur olmaz gerçekleşmeyecek hatta muhtemelen gerçekleşmesi yıllar alacak ama buna göre bir kariyer şekillendirmesi yapmayı düşünüyorum. Biraz ayrıntılı konuştum ama umarım açıklayıcı olmuştur

Gelecek planlarından uzun uzun bahsettiği bu mesajı ona gönderdi. Gökhan’ın samimiyeti ve kendisinden uzun uzun bahsetmesi Göksel’in de kendisinden uzunca bahsetmesini sağlamıştı. Genç kadın ikili ilişkilerinde karşıdaki kişinin tavırlarına göre tavır almayı, kendisine nasıl yaklaşılıyorsa karşı tarafa da öyle yaklaşmayı öğrenmişti ve Gökhan için de şu an aynısını yapıyordu.

Büyük hayallerin varmış ama hepsini tek tek gerçekleştireceğinden eminim. Hesabındaki fotoğraflar genç yaşına rağmen ne kadar profesyonel olduğunun kanıtı ve zamanla daha da gelişeceğini düşünürsek kendini görmek istediğin o büyük projelerin içinde bulunacağından hiç şüphem yok

Onun bu mesajı Göksel’i gülümsetti.

Çok teşekkür ederim, ben de böyle umuyorum

Göksel Fatih’e yaklaştıklarını fark ettiğinde telefonun ekranını kapatıp bir kulaklığını da kulağından çıkardı. Gökhan’la mesajlaşırken dakikaların geçip gittiğini fark etmemişti.

“Göksel aramıza döndü,” dedi dikiz aynasından ona bakan babası. “Kiminle konuşuyordun?”

“Arkadaşımla,” diye cevap verdi Göksel. “Yeni tanıştığım biri. Biz yemekteyken mesaj atmış da ancak yemekten sonra dönebildim.”

“Kimmiş bu yeni arkadaş?”

“Gökhan. Hesabımda fotoğrafını paylaştığım müzisyen genç. O fotoğraftan sonra tanıştık.”

“Ne?” diyen Güzin omzunun üstünden arka koltukta oturan kızına baktı. “O çocukla mı tanıştınız? Ne zaman?”

“Fotoğrafı paylaştığım günün akşamı fotoğrafı görüp mesaj atmıştı, kendi hesabında paylaşmak için izin istedi ve ben de paylaşabileceğini söyledim. Geçen hafta da kızlarla yine o kafeye gittik ve çıkışta tanışıp biraz sohbet ettik, takipleştik falan.”

Engin ve Güzin birbirine şaşkınlıkla baktılar.

“Daha önce hiç bahsetmedin,” dedi annesi yeniden kızına bakarak.

“Bahsi açılmadığı içindir.”

“İyi bakalım. Ne yapıyormuş bu Gökhan? Tanıştığınıza göre biliyorsundur herhâlde.”

“İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında öğrenci, önümüzdeki sene son senesiymiş onun da.”

“Bak sen, konservatuvar öğrencisiymiş demek. Çok da seçkin bir okulda eğitim görüyor, müzikle arası çok iyi olmalı.”

“Öyle zaten. Çok iyi gitar çalıp çok da güzel şarkı söylüyor, genç yaşına rağmen bu işte usta denecek kadar iyi.”

“Ne güzel. Sanatla ilgilenen gençleri takdir ediyor ve destekliyorum.”

Engin çok ilgili görünmemeye çalışarak sordu: “Nereliymiş, nereden gelmiş, ailesi ne iş yapıyormuş?”

Güzin ona uyarıcı bir bakış atsa da Engin omzunu silkti.

“Babamın klasik soruları,” dedi Göksel baygın bir bakışla. “Ailesi aslen Sakaryalıymış ama kendisi Elazığ’da doğmuş, babası asker olduğu için de şehir şehir gezerek büyümüş.”

“Asker mi?” dedi Engin şaşırarak. “Rütbesi neymiş?”

“Baba! Elbette sormadım rütbesini falan.”

“Kendisi söylemiştir belki diye dedim.”

“Söylemedi.”

“Öğrenirsin zamanla,” demekle yetindi Engin. Gökhan’ın babasının asker olduğunu duyunca rahatladı. Asker çocuklarının genelde daha iyi yetiştirilmiş, terbiyeli ve eğitimli olduğuna çok kez şahit olmuştu. “Daha yeni tanışmışsınız. Birbirinizi gerçek anlamda tanımak için zamanınız var.”

“Evet, öyle.”

Arabanın içine bir sessizlik yayıldı ve bu sessizlik eve varana kadar devam etti. Oturdukları sokağa vardıklarında Engin arabayı park etmeden önce Göksel’le Güzin araçtan indi. O esnada Emrahların siyah arabası da sokağın başında belirdi.

“Hah, Aslılar da geldi,” dedi Güzin. “Biraz arkada kalmışlardı ama yetiştiler.”

Göksel yol boyunca telefonuyla ilgilendiği için Emrahların nerede olduğunu görmemişti, bu yüzden bir yorum yapmadı.

Hakkı arabayı anneyle kızın önünde durdurunca Aslı’yla oğlu araçtan inip diğerlerinin yanına gitti.

“Çok keyifli bir akşamdı,” dedi Aslı. “En kısa zamanda tekrar yapalım ama bu sefer bizde toplanalım.”

“Bizim için de öyleydi,” dedi Güzin. “Hepimizin müsait olduğu bir gün büyük bir zevkle geliriz. Öyle değil mi Göksel?”

“Kesinlikle,” dedi Göksel başını sallayarak. “Belki Emrah’ın daha çok fotoğrafını çekerim.”

Emrah ona baktı. “Ben de seni çekeceksem neden olmasın?”

“Fotoğraf çekmeyi seviyorum, çekilmeyi değil.”

“Birkaç fotoğraf için hatırımı kırmayacağına inanıyorum. Ben de gülerken fotoğrafımın çekilmesini sevmezdim ama sen çektin ve ortaya çok güzel bir fotoğraf çıktı. Senin gibi fotoğraf konusunda uzman, açı ve pozlara hâkim birinin de kadrajda nasıl görüneceğini merak ediyorum.”

“O gün gelince bakarız, şimdiden söz vermeyeyim.”

Göksel fotoğraf çekmeye âşıktı, fotoğrafının çekilmesindense nefret ediyordu. Fotojenik biri olmadığını düşünüyordu ve her ne kadar poz verme konusunda çok bilgili olsa da kamera karşısında heyecanlandığı ve utandığı için asla poz veremiyordu. Kameranın önü onun için gerginlik, arkası da huzur kaynağıydı.

İki aile vedalaştıktan sonra evlerine dağıldı. Göksel elini yüzünü yıkayıp odasına kapandı. Onun için uzun ve yorucu bir akşam olmuştu, genç kadın artık ayaklarını uzatıp dinlenmek istiyordu. Üstündeki pembe elbiseyi çıkarıp yerine sarı pijama takımını giydi, saçlarını tepeden çok sıkı olmayacak şekilde at kuyruğu yaptı ve önceliğini bu akşam çektiği fotoğraflara verdi. İstanbul manzarası, mekânın içi ve Emrah’ın iki fotoğrafı olmak üzere çektiği dört fotoğrafı fotoğraf makinesinden telefonuna aktardı. Bir süre fotoğrafları inceledi. Boğaziçi Köprüsü’nü fotoğrafın merkezine alarak çektiği manzara fotoğrafını oldukça sevmişti, gönderi atabileceği kadar şaşaalı bir fotoğraf değildi ama hikayesine atabilirdi. Bunun hakkında düşünmeyi sonraya bırakarak Emrah’ın fotoğraflarını bir internet sitesine yükleyip genç adamın fotoğrafları kalitesi bozulmadan indirebilmesi için bir link oluşturdu.

Ünlü bir mesajlaşma uygulamasına girip kişileri arasından Emrah’ı buldu. Oluşturduğu linki ona gönderdi.

Bu linke tıklayarak fotoğraflarına ulaşabilir ve kaliteleri bozulmadan telefonuna indirebilirsin

Mesajı da ona gönderip uygulamadan çıktı. Göksel çektiği fotoğrafların üstünde düzenlemeler yapmayı da çok seviyordu ama Emrah’la samimi olmadıkları için düzenlenme işini kendi zevkine göre yapması için genç adama bıraktı.

Sosyal medya uygulamasına girdi. Gökhan dakikalar önce ona cevap yazsa da onun mesajına ancak şimdi bakabildi.

Böyle olacağını biliyorum ve rica ederim

Gökhan’ın ona olan inancı ve kibar sözleri hoştu. Genç adam onunla yeni tanışmalarına rağmen bu kısacık sürede fotoğrafçılığı hakkında Göksel’in çoğu arkadaşından daha destekleyici şeyler söylemişti ve onu motive etmişti. Bunu yaparken de o kadar içtendi ki Göksel onun gerçekten dürüst olduğunu anlayabiliyordu.

Aradan geçen uzun dakikalar için bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek ona mesaj yazmaya başladı, aynı zamanda konuşmayı da devam ettirecekti.

Yoğun bir akşam trafiğini atlatıp eve yeni girebildim, eve girip üst baş değiştir falan derken anca şimdi yazabiliyorum, kusura bakma

Yarın yine kafede çıkacak mısın?

Yazdığı mesajları bir kez okuduktan sonra art arda ona gönderdi. Göksel mesajlaşırken çok geç cevaplar verilmesinden hoşlanmaz, kendisi de mesajı görür görmez cevap verir ve araya zaman girmişse açıklamasını yapardı. Gökhan’la da yeni tanıştığı için ona özellikle açıklama yapmak istedi. Onunla sanki yüz yüze konuşuyormuş gibi mesajlaşırken bir anda ortadan kaybolmuştu ve Gökhan’ın bunu sanki sürekli yapıyormuş gibi düşünmesini istemiyordu.

Emrah’tan cevap gelince ekranın üstünde beliren bildirime dokunup onunla olan konuşma sayfasına girdi.

Teşekkür ederim

Fotoğraflar gerçekten çok güzel, emeğine sağlık

Parmaklarını klavyede hızlıca gezdirip ona cevap yazdı.

Asıl ben teşekkür ederim, beğenmene sevindim

Odası Göksel’in odasının hemen üstünde olan Emrah bu mesajı okuyunca kıs kıs güldü. Göksel ona hemen cevap verdiğine göre telefonu elindeydi ve bu da Gökhan Uygur isimli gençle konuştuğunun kanıtıydı.

“Yere bakan yürek bakan seni,” dedi kendi kendine. “Hayırlı işler.”

Sırıtarak ona cevap verdi.

Paylaşacağım zaman seni etiketleyeyim mi?

Göksel tavana kısa bir bakış atıp mesaj yazdı.

Nasıl istersen öyle yap, bana fark etmez

Bu akşam ikilinin arkadaşlıkları için bir kilometre taşıydı. Masada Göksel’in Emrah’a arka çıkması, onun fotoğraflarını çekmesi, ikilinin deniz kenarında ettikleri sohbet ve Emrah’ın onun fotoğrafçılığı hakkında övgüler yağdırıp genç kadın hakkında son derece doğru olan varsayımlarda bulunarak onu desteklemesi beş senelik arkadaşları süresince ilk kez yaşanan olaylardı ve ikili arasındaki mesafeyi azaltmayı başarmıştı. Göksel ve Emrah bu zamana kadar çok iyi anlaşamadıklarını düşünüyordu, bu doğruydu da ama bu akşam fark etmişlerdi ki ikisi de büyüdükçe ve hayata daha olgun bakmaya başladıkça aslında birbirlerini anlayabiliyorlardı. Ayrıca ikisi de karşı tarafın kendisinden pek de hoşlanmadığını düşünüyordu fakat bu akşam ikisi de yanıldığını görmüştü.

O zaman etiketlerim

Eser sahibi her zaman belirtilmeli

Göksel Emrah’ın bu mesajlarını okuyunca tebessüm etti.

Dürüst olmam gerekirse bu konuda ben de böyle düşünüyorum ve etiketlemenden memnun olurum

Onun mesajlarını anında gören Emrah bunu da anında gördü. Göksel’in odasının hemen üstündeki kendi odasında olan genç adam üstü çıplak bir şekilde yatağında uzanıyordu ve telefonunda Göksel’le olan konuşma sayfası açıktı.

Elbette etiketlerim Gök

İyi geceler

Göksel’den de iyi geceler diye cevap gelince uygulamadan çıkıp telefonunu komodine koydu ve onu Gökhan’la konuşmaya devam etmesi için rahat bıraktı. Eğer bir şeyler varsa ya da olursa bunu öğreneceğini biliyordu.

Bir süre Göksel’den cevap bekleyen ama alamayan Gökhan ayağa kalkıp Fender’ını amfiden ayırdı ve duvardaki askısına astı. Hazır eli değmişken dağılan etrafı da şöyle bir topladı. Bu akşam işten çıktıktan sonra Göksel’e mesaj atmıştı, evine gidene kadar geçen sürede ondan herhangi bir cevap alamamıştı; eve gelip yarım saat kadar uzanmış, bu esnada da yine telefonda vakit geçirmişti fakat Göksel’den cevap gelmemişti. Bir an mesajı silmeyi düşünse de sonra bunun iyi bir fikir olmadığına kanaat getirmiş, onun işi olabileceğini ve mesajı görünce cevap yazacağını düşünüp müzikle ilgilenmeye başlamıştı. Klasik gitarının bakımlarını yapıp yarın için hazırladıktan sonra elektro gitarına sarılmış ve bir buçuk saat kadar son zamanlarda üzerinde çalıştığı besteleri çalmıştı. Gitar çalarken sık sık telefonunu kontrol etse de Göksel’den cevap gelmemişti. Genç kadın nihayet ona cevap yazabildiğinde Gökhan’ın mesajının üstünden üç saat geçmişti ve birkaç dakika içinde onun cevap verdiğini gören Gökhan gitarını resmen yere atıp telefonuna sarılmıştı. Uzun dakikalar boyunca onunla mesajlaşan genç adam bu sohbetten son derece keyif almıştı, Göksel’in sohbetinden fazlasıyla hoşlanmıştı. Onunla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Gökhan, Göksel bir anda cevap vermeyi bıraktığında saatin gece yarısına yaklaştığını fark ederek şoke oldu. Onun cevap vermediği aralıkta salonu toparlayan genç adam telefonunu yeniden eline aldığında mesaj bildirimini gördü ve sevinerek konuşma sayfasına girdi.

Yoğun bir akşam trafiğini atlatıp eve yeni girebildim, eve girip üst baş değiştir falan derken anca şimdi yazabiliyorum, kusura bakma

Yarın yine kafede çıkacak mısın?

Genç kadının ilk mesajda yaptığı açıklama onu gülümsetti. Açıklama yapma zorunluluğu asla yoktu ama karşı tarafı düşünüp açıklama yapmasından kesinlikle memnun oldu. Gökhan da önemsediği insanlara bazı nedenlerle geç dönünce sebebini mutlaka belirtiyordu ve bu onun için karşı tarafa değer verdiğini göstermenin bir yoluydu. Göksel’in kendisine henüz değer vermediğini biliyordu, bunun için çok erkendi ama onun da böyle bir huyu olmasına sevindi.

Uzun parmaklarını klavyede gezdirip ona cevap yazdı.

Yerli bir fotoğrafçının profilinde gezinen Göksel, Gökhan’dan mesaj gelince yarım dakika kadar bekleyip onun mesajını açtı.

Hiç önemli değil. İstanbul trafiğinden kurtulup sağ salim evine vardıysan sıkıntı yok

Evet, yarın akşam yine sahnedeyim. Bu yaz istisnasız her cumartesi oradayım

Ona cevap verdi.

Vardım vardım, bir trafik krizini daha atlattım

Bu yaz senin için dolu dolu geçecek gibi duruyor

Gökhan onun bu iki mesajını saniyesinde gördü. Genç adam şu an kendisinden kilometrelerce uzakta, karşı yakadaydı ama ikisi de aynı mesaj sayfasındayken aradaki bunca mesafeye rağmen onu hemen karşısında hissediyordu.

Sevindim. Bana gelecek olursam evet, bu yaz benim için yoğun ve dolu dolu geçecek. Yaz ayları benim için üniversiteye başladığımdan beri yoğun geçiyor aslında. Çalışma hayatının yanında iki senedir kafede sahne alıyorum, bu yaz bir de gitar dersi verdiğim öğrencim var ve üçü birden beni fazlasıyla meşgul ediyor. Senin bu yaz için planların var mı?

Gökhan’ın kendisi hakkında verdiği bu bilgileri ilgiyle okuyan Göksel, onun bir öğrencisi olmasına şaşırdı.

Özel ders veriyorsun demek. İlk öğrencin mi?

Benim yaz için öyle özel bir planım yok. Ebeveynlerim izne çıktığında hep beraber tatile gidip 1-2 hafta ailecek kafa dinliyoruz, onun dışında da genelde İstanbul’da oluyorum ve arkadaşlarımla vakit geçiriyorum. Yüksek ihtimalle bu yaz da benzer şekilde geçer

Göksel odasının kapısı tıklatılınca hızlıca telefonunun ekranını kapatıp, “Gel,” diye seslendi. Kapı açılınca babasının uzun bedeni göründü. Babası akşam yemeği için giydiği kıyafetleri çıkarmış, onun yerine pijama takımını giymişti.

“Annenle ben yatmak için odamıza çekileceğiz de öncesinde sana bakmak istedim,” dedi odaya girip. “Ne yapıyorsun?”

“Hiç,” dedi Göksel hemen. “Sosyal medyada takılıyordum öyle.”

“Emrah’a fotoğraflarını gönderdin mi?”

“Evet, az önce gönderdim.”

“İkinizin hiç anlaşamadığını düşünüyordum ama bu akşam olanlar yanıldığımı gösterdi.”

Babası yatağın ayak ucuna oturup kızına baktı. Göksel’in babası Engin ellilerinin ortasında, kumral saçları yer yer kırlaşmış, mavi gözlü karizmatik bir adamdı. Ağırbaşlı, görgülü ve nazik tavırlarıyla çevresinin saygısını kazanmıştı. Kızı Göksel de onun bu özelliklerini takdir eder, ona büyük saygı duyardı.

“Emrah ve ben çok farklı karakterlere sahibiz,” dedi Göksel. “Bunu en iyi ikimiz biliyoruz ama hiç anlaşamıyor da değiliz. Hayata baktığımız pencereler ve hayattan istediklerimiz farklı diyelim fakat bu birbirimizi anlamamıza engel değil elbette.”

“Evet, Emrah’ın karakteri senden çok zıt ama ikinizin yeri gelince anlaşabildiğini görmek beni sevindirdi,” dedi babası samimi bir şekilde. “Masada okul konusunda ona arka çıkman da çok güzel bir davranıştı. Senden daha azını beklemezdim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Emrah’ın okul konusunda elinden geleni yaptığını biliyorum, takdir edilmeye ihtiyacı var.”

“Her çocuğun takdir edilmeye ihtiyacı vardır,” dedi babası net bir sesle. “Özellikle de ebeveynleri tarafından.”

“Haklısın.”

Engin şefkatle kızının sarı saçlarını okşadı. “Sen yaz boyunca evdesin, istediğin saatte uyuyup uyanabilirsin ama yarın işe gitmesi gereken annenle ben uyumak zorundayız,” deyip yataktan kalktı. “Sana iyi geceler güzelim.”

“Size de iyi geceler.”

Babası odadan çıktığında Göksel bir süre onun arkasından baktı. Geniş bir gülümseme yüzünü süslerken ailesi konusunda ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha fark edip bunun için şükretti. Evin dışında kötü şeyler yaşasa da ne zaman evinin kapısından içeri girse yuvasında olduğunu bilmişti, annesiyle babasının şefkatine sığınıp onların yanında huzur bulmuştu.

Telefonunun ekranını açtığında Gökhan’ın kendisine cevap verdiğini gördü.

Evet, ilk öğrencim. 13 yaşında bir oğlan çocuğu. Sekiz aydır ders veriyorum, daha yeni sayılır

Anladım. İstanbul devasa bir şehir olduğu için burada da yapılacak bir sürü şey var aslında

Onun mesajlarını okuduktan sonra bir süre cevap olarak ne yazabileceğini düşündü. Babasının yanına gelmesi dikkatini dağıtmıştı. Önceki mesajlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra ona cevap verdi.

Epey de küçükmüş. Nasıl ilerliyor dersleriniz?

Evet, İstanbul bu konuda çok seçenek sunuyor. Özellikle yaz aylarında festivaller, konserler düzenleniyor ve ben de müsait oldukça katılıyorum. Eğlenceli oluyor

Mesajları saniyesinde görüldü ve Gökhan cevap yazmaya başladı.

Güzel ilerliyor. Öğrencim Aras çok yetenekli, bir o kadar da hırslı bir çocuk ve sekiz ayda çok yol kat etti. Aynı disiplinle çalışmaya devam ederse geleceği çok parlak bir gitarist olabilir

Konserlere sık gider misin?

“Gökhan böyle dediğine göre Aras gerçekten de gelecek vaat eden bir çocuk olmalı,” diye düşündü. Genç adamın ne kadar usta bir gitarist olduğunu biliyordu ve onun gibi usta birinden bu yorumları duymak herkesin başına gelmezdi.

Ne güzel. Senin gibi bir hocası varken motivesini kaybetmeyeceğine ve senden çok şey öğreneceğine eminim

Yani, konserden konsere akmam ama sevdiğim müzisyenler geldikçe ve fırsat buldukça gidiyorum. Senin konserlerle aran nasıl?

Gökhan’ın yüz ifadesini göremese de yazdığı ilk mesajı okuduğunda gülümsediğini hissetti.

Teşekkür ederim, çok incesin. Konserlere gitmeyi çok severim ama ben de ancak fırsat bulunca gidebiliyorum

Ona kısa bir cevap yazdı.

Anladım

Telefon ekranına boş boş baktı. Bir şeyler yazmak istese de yazacak bir şey aklına gelmiyordu. Bu akşam onun için oldukça uzun ve yorucu geçmişti, vücudu ona artık dinlenmesi gerektiğine dair işaretler gönderiyordu.

Onun tek kelimelik bu mesajı Gökhan’ı duraklatırken genç adam nasıl bir cevap verebileceğini düşünüyordu. Bunun gibi tek kelimelik mesajlardan hiç hoşlanmazdı, başka biri olsaydı görüldü atar geçerdi ama Göksel’le ilk sohbetlerinde böyle bir şeyi elbette yapmayacaktı.

Bir süre düşündükten sonra parmaklarını klavyede gezdirip bir mesaj yazdı.

Belki bir gün birlikte gideriz

“Höst! Hızın 200, yavaş lan!” dedi kendi kendine. “Sil bunu sil. Daha ilk günden ne konseri ne birlikte gitmesi, daha neler.”

Yazdığı mesajı göndermeden silip boş gözlerle ekrana bakmaya başlamıştı ki Göksel’in yazdığını gördü. Cevap bulma yükünden kurtulduğunu düşünüp sevinmek üzereydi fakat Göksel’in mesajını okuduğunda suratı düştü.

Ben artık müsaadeni isteyeyim. Benim için uzun ve yorucu bir gündü, artık yatıp dinlensem iyi olacak

Derin bir nefes alırken ona cevap yazdı.

Elbette, müsaade senindir. İyi geceler, görüşürüz

Mesajı gönderdiğinde Göksel mesajını anında gördü ve ona hızlı bir cevap yazdı.

Sana da iyi geceler. Görüşmek üzere

Ona bu mesajı gönderen Göksel önce konuşma sayfasından, sonra da uygulamadan çıktı. Telefonunu komodine bırakıp yatağına uzandı ve başını yastığına koydu. Elini çarpan kalbinin üzerine yerleştirirken bakışlarını da tavana sabitledi. Kaşlarını çatarak konuşmalarını, birbirlerine söylediklerini düşündü; telefonuna kısa bir bakış attı, kaşlarını biraz havaya kaldırıp sevimli bir ifade takındı. Aynı saniyelerde şehrin diğer yakasında oturan Gökhan da aynı pozisyondaydı; koltukta uzanıyordu, sol kolunu da başının altına koymuş tavanı izliyordu. Sağ eliyle karnındaki telefonuna dokunduğunda hoş bir gülümseme yüzünde çiçek gibi açtı.

]]>
Tue, 23 Aug 2022 16:43:38 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 7. Kare: Takipçi https://edebiyatblog.com/kd-7kare-takipci https://edebiyatblog.com/kd-7kare-takipci Açık olan balkon kapısından odanın içine ılık yaz akşamı havasıyla şehrin gürültüsü giriyordu ama odanın içindeki gürültü şehrinkini bastırıyordu. Büyük amfinin üstünde oturan Barış beyaz Fender’ı çalıyordu, Sarp da bateride ses denemeleri yapmakla meşguldü; koltuğa yayılarak oturan Gökhan ise onları izlemekle yetiniyordu. Saatler akşam dokuzu geçerken iş çıkışı hemen buraya gelen Gökhan biraz yorgun hissediyordu.

“Gitarın tonu enfes,” dedi Barış. Başını kaldırıp gitarın sahibi Gökhan’a baktı. “Ne yapıyorsun oğlum bu gitarlara? Bana da öğret.”

Gökhan gülümseyerek, “Çok kurcalıyorum,” diye cevap verdi. “Neticede insan yapımı bir alet ve belli bir çalışma mekanizması var, onu çözünce işler kolaylaşıyor. Doğasını bozmadan izimi bırakıyorum diyelim.”

“Sen gitara resmen başka bir kimlik kazandırmışsın. Fender da çaldım Stratocaster da çaldım ama seninkinde farklı bir şeyler var.”

“Her gitarist kendi gitarında kendi imzasını taşır, gitarların eşsiz olmasının sebebi de budur. İltifatların için de teşekkür ederim.”

Barış amfinin üstünden kalkarken gitarı bırakmadı. “Şu eşsiz canavarla bir parça çalalım bakalım,” dedi. Sarp’a döndü. “Bizim şarkıyı çalalım.”

“Kayda da alalım,” dedi Sarp. Kendi telefonunu arkadaşına uzattı. “Böyle bir canavarda şarkımızı çalarken bunun ölümsüzleştirilmesini isterim.”

“Çok haklısın,” diyen Barış telefonu kameranın ikisini de çekebileceği bir köşeye koydu. “Kayda başlıyorum.”

“Bası ben çalayım mı?” diye sordu Gökhan. “Notaları biraz hatırlıyorum, bir yerde yazıyorsa rahatça çalarım.”

“Kâğıtlarda var,” diyen Barış masayı işaret etti. “Ana riff üstünden ilerliyor zaten, çalması çok kolay.”

Gökhan notaların yazdığı kâğıdı bulup notalara şöyle bir göz gezdirdi. Bas gitarı eline alırken kâğıdı da nota sehpasına yerleştirdi.

“Bas çalmayalı ne kadar oldu?” diye sordu Barış.

“Aylar oldu,” dedi Gökhan. “En son şubatta mı ne Yağız’ınkini çalmıştım.”

“Bakalım paslanmış mısın?” diyen Barış güldü. Telefondan kaydı başlatıp diğerlerinin yanına gitti. “Hazırsak başlıyoruz. Son iki üç dört.”

Sarp bateriyi çalmaya başladıktan birkaç saniye sonra Barış gitarı çalmaya başladı, onu da Gökhan takip etti. Çaldıkları parça Barış, Sarp ve şu an aralarında olmayan basçı arkadaşları Kuzey’in bir süredir üzerinde çalıştıkları şarkıydı. Gökhan hepsini yakından tanıdığı ve onlarla zaman geçirdiği için çalıştıkları şarkıları biliyor, şimdi olduğu gibi bazen onlarla beraber çalıyordu.

Barış şarkıyı söylemeye başladı. Şarkı sözleri üzerinde hâlâ çalışıyorlardı ama sözleri büyük oranda tamamlamış sayılırlardı. Şarkı sözlerinin yazımı ve şarkının bestelenmesi aşamasını genelde Barış yapıyordu; düzenlemeleriyse grupça yapıyor, şarkılara son hâlini birlikte veriyorlardı.

Barış nakarata girdiğinde Gökhan ona eşlik etmeye başladı. Barış yan gözle Gökhan’a bakarken Gökhan ona göz kırptı. Gökhan arkadaşlarının müzik tarzını seviyordu -grup rock türünde şarkılar yapıyordu ve Gökhan da büyük bir rock müzik hayranı ve dinleyicisiydi-, yaptıkları şarkıları da beğeniyordu ve bu yüzden şarkıların notalarını, sözlerini hatırlaması zor olmuyordu.

Barış yüksek bir baritondu ama daha çok pes seslerini kullanmayı seviyordu, Gökhan da son derece tiz bir tenordu ve çoğunlukla tiz seslerini kullanmayı tercih ediyordu fakat parçanın nakaratında şarkının yazıldığı aralığa bağlı kalarak orta tonlu göğüs sesiyle şarkıyı söyledi.

Şarkının iki kıta ve iki nakarat kısmı bitince solosunun olduğu geçiş kısmı geldi. Barış Gökhan’ın gitarıyla soloyu çalmaya başladığında memnun bir gülümseme takındı. Gitarın tonu gerçekten enfesti ve bakımı Gökhan gibi bir usta tarafından düzenli olarak yapıldığı için sesi tertemiz çıkıyordu. Böyle usta bir elin değdiği gitarı çalmak Barış için benzersiz bir tecrübeydi. Genç adam Gökhan’ın gitaristliğine gıpta ediyordu.

Solo boyunca Gökhan beklediğinden iyi bir performans sergiledi. Aylardır bas gitar çalmamasına ve şarkının notalarını tam olarak ezbere bilmemesine rağmen çalarken hiç zorluk yaşamadı. Bu da doğal olarak onu sevindirdi. Gitar çalmaya klasikle başlamış, birkaç ay sonra elektro gitarla amfi alarak yıllar boyunca bu ikisini çalmıştı ve iki gitarda da oldukça iddialıydı; bas gitarsa bu ikisine göre çok daha nadir çaldığı ve kendisine pek güvenmediği bir gitar türüydü ama onda da epey yol kat ettiğini bu performansla beraber fark etti.

Şarkı bittiğinde Barış bir ıslık çaldı. “Gitar değil bu, canavar,” dedi Gökhan’a dönerek. “Soloyu çalarken ellerimin arasından fırlayıp kendi kendine çalacağını düşündüm.”

Gökhan başını kaldırıp kahkaha attı. “O senin ustalığından kaynaklanıyor kardeşim,” dedi. “Çalınan gitar elbette önemlidir ama iş onu çalan kişide biter.”

“Eyvallah kardeşim ama senden ipuçları alacağım.”

“Ne zaman istersen.”

Barış, Gökhan’dan üç yaş büyüktü ve Bilgisayar Mühendisliği mezunuydu. On ay bir yerde bilgisayar mühendisi olarak çalışmıştı ama müziğe ağırlık vermek istediği için işten ayrılıp kendisini tamamen müziğe adamıştı. Bölümünü sevmiyor değildi ama onun asıl tutkusu müzik yapmaktı. Öyle ki genç adam son zamanlarda müzik alanında lisans eğitimi almayı bile düşünüyordu. Seneye üniversite sınavına girip konservatuvarların yetenek sınavlarına hazırlanmak gibi planlar yapmaya başlamıştı. Gökhan’ın konservatuvar öğrencisi olması ve okulundan övgüyle bahsetmesi bu konuda ona hem istek hem de cesaret vermişti.

Sarp da Elektrik-Elektronik Mühendisliği öğrencisiydi. Aslında bu sene mezun olması gerekiyordu ama birkaç dersini veremediği için okulu uzamıştı. Bölümünün zor olması ve genç adamın da asıl önceliği müziğe vermesi bunda büyük paya sahipti. Sarp da tıpkı Barış gibi kariyerini müzikte ilerletmek, sahnede bateri çalıp eğlenmek istiyordu.

“Gitarı sahibine vereyim,” diyen Barış gitarı Gökhan’a uzattı. “Bir şeyler çalmaya ne dersin?”

Gökhan gitarı alıp omzuna asarken, “Olabilir,” dedi. “Kurtar Beni çalayım.”

“Muhteşem bir seçim. Hep beraber çalalım.” Sarp’a döndü. “Çalarız değil mi?”

“Yavuz Çetin çalınmaz mı?” dedi Sarp. “Gök mü söyleyecek?”

“Söylerim,” dedi Gökhan. “Kendimi bildim bileli söylediğim parçalardandır.”

“Tamam o zaman.”

O sırada içeri Barış’ın kız arkadaşı Elçin girdi. Dakikalar önce telefon görüşmesi yapmak için balkona çıkan genç kadın nihayet konuşmasını bitirebilmişti.

“Elçin de döndü,” dedi Barış. “Ne dedikodu yaptınız be kızım?”

“Biraz öyle oldu,” diyen Elçin onun yanağını öptü. “Ama performansınızı dinledim, her zamanki gibi çok iyiydi.”

“Dedikodu yaparken bir yandan da bizi dinledin yani? Yeme beni kızım.”

“Ne yiyeceğim yahu? Dinledim diyorum.”

“İyi bakalım, öyle olsun. Şimdi bir şarkı daha çalacağız, Gökhan söyleyecek.”

Elçin Gökhan’a bakarken gülümsedi. “Sahneyi işin üstadına bırakıyorsunuz yani,” dedi. Kendisini koltuğun üstüne attı. “Dinlemedeyim.”

Gökhan da ona bir gülümseme gönderdikten sonra Barış’ın yerini aldı. Mikrofonu kendi ağız hizasına getirirken Barış da cep telefonunu koyduğu köşeden alıp kız arkadaşına verdi ve onları kaydetmesini rica etti.

“Başlıyorum o zaman,” diyen Gökhan arkadaşlarına baktı. “Hazır mısınız?”

Sarp ve Barış onu onayladıktan sonra Gökhan parçaya girdi. Şarkının bol distorsiyon efektli kirli girişi bile genç adamı mutlu etmeye yetiyordu. Tam bir ustalık işi olan bu şarkı onun en sevdiği Çetin parçalarından biriydi.

Barış da ikinci bir elektro gitarla ona eşlik etmeye başlarken Sarp da bateriyi çalıyordu; koltukta oturan Elçin’se onları kaydediyor, bir yandan da pür dikkat dinliyordu.

“Bir gökyüzü gördüm, morlara bürünmüş,” diye şarkıyı söylemeye başlayan Gökhan’ın sesi biraz yorgundu ama hâlâ kontrollü çıkıyordu. “Bakır gibi yakıyordu güneş / O kadar yakın ki karşıda dağlar / Elimle vursam yıkılacak gibi.”

Genç müzisyen arada klavyeye baksa da bakışları çoğunlukla karşısında, aralık duran perdeden görünen karşı binalardaydı. Bu parça onun içinde bir yerlere dokunuyordu ve böyle bir parçayı söylemek onu uzak diyarlara alıp götürüyordu.

Barış ona yalnızca nakaratın belli kısımlarında eşlik etti, geri kalan tüm yerlerde Gökhan şarkıyı tek başına söyledi. Ses konusunda çok da iyi gününde olduğu söylenemezdi ama bu şarkı söylemesine engel değildi. Onun için şarkı söylerken asıl önemli olan şey teknik olarak kusursuz bir şekilde söylemek değildi; asıl önemli olan şey şarkıyı hissederek söylemek ve aynı duyguları dinleyiciyi de hissettirebilmekti.

İkinci nakaratın ardından şarkının efsanevi solosu başlıyordu ve neyin geleceğini bilen Barış’la Sarp birbirlerine bakıp gülümsedi. Gökhan’ın bu şarkıyı ne kadar iyi çaldığını biliyorlardı.

Mikrofon ayağından biraz uzaklaşan Gökhan bakışlarını gitarın klavyesinde sabitledi ve şarkının solosunu çalmaya başladı. Yoğun bir iş gününün ardından normal olarak yorgundu ama şarkıyı çalmaya başladığından beri biraz da olsa yorgun hissetmiyordu. Müzik onun ruhunu besleyen yegâne şey olmasının yanı sıra onun ruhunu dinlendirip onu huzurla dolduran şeydi de.

Parmakları perdeler arasında adeta mekik dokurken gülümsemesi gittikçe genişledi, dişleri göründü ve yaptığı şeyden zevk aldığını belli eden bir gülüş yüzünü sardı. Başını kaldırıp sağa sola sallarken vücudu da başına eşlik ediyordu. Klavyeye bakmıyordu ama nereye dokunması gerektiğini çok iyi bilen parmakları klavyede doğru yerlere dokunup şarkıyı kusursuz bir biçimde çalıyordu. Genç müzisyen idolü Yavuz Çetin’in tüm şarkılarını adı soyadı gibi iyi biliyordu.

Solo bittikten sonra son kez nakaratı söylemeye hazırlanan Gökhan nakarata girmeden önce omzunun üstünden Barış’a baktı ve genç adamın kendisine gülümseyerek baktığını gördü. Gökhan ona göz kırptıktan sonra nakaratı söylemeye başladı, Barış da ona eşlik etti. Şarkının kapanışında Çetin onlarca kez “kurtar beni” diyordu ve art arda tekrar eden bu kısım çok iyi bir nefes kontrolü gerektiriyordu. Hem sesi hem de bedeni yorgun olan Gökhan’ı bu kısımda Barış destekledi.

Gözlerini sımsıkı yuman Gökhan peş peşe, “Kurtar beni,” derken hüznün vücudunu ele geçirdiğini hissetti. Yavuz Çetin bu şarkıda defalarca kez bu iki kelimeyi söylemesine rağmen onu kimse kurtarmamıştı ve müzisyen henüz otuz yaşındayken intihar ederek yaşamına son vermişti. Bu şarkı onun yardım çığlıklarıydı ama kimse duymamıştı, ona elini uzatıp onu kurtarmamıştı. Şarkıyı bunun bilincinde olarak dinlemek ve söylemek onu ezelden beri üzüyordu.

Grup şarkıyı bitirince Elçin de kaydı durdurdu ve bağırarak onları alkışladı.

“Muhteşemdiniz,” dedi gülümseyerek. “Kulaklarımın pası silindi.”

Elçin diğerlerinin yanına ilerlediğinde Barış ona doğru uzanıp, “Hım,” dedi ve kız arkadaşının dudaklarını öptü. “Demek kulaklarının pası silindi.”

“Aynen öyle oldu.” Gökhan’a baktı. “Her zamanki gibi çok iyiydin Gök. Bu adamın şarkılarını ayrı söylüyorsun, çok hissederek okuyorsun.”

“Çünkü hissediyorum,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederim.”

“Birer bira içelim,” dedi Barış. Gitarı çıkarıp yere bıraktı. “Dolapta var. Soğuk soğuk dikelim kafaya.”

Diğerleri de kabul edince dolaptan dört kutu bira çıkardılar. Balkona çıkan dörtlüden Barış ve Elçin duvar kenarında yan yana oturdular, Gökhan ve Sarp da sırtlarını korkuluğa verip onların karşısında yan yana oturdu.

“İş nasıl gidiyor?” diye sordu Sarp.

“Her zamanki gibi,” dedi Gökhan. Birasından bir yudum içti. “Yoğun ve yorucu geçiyor, özellikle bugün çok yoruldum. Bir tane müşteri geldi, ona bir sürü gitar gösterdim; bilgili biriydi, gitarları çalıp benimle uzun uzun sohbet etti ve doğal olarak çok yoruldum. Neyse ki bir gitarı satın aldı da o kadar zahmete değdi.”

“Ne aldı?” dedi Barış.

“Klasik bir Cordoba aldı. İyi para saydı.”

“Seneler önce en kralı birkaç bin lira olan gitarların geldiği noktaya bak anasını satayım. İyi ki zamanında almışız da kullanıyoruz yoksa bu devirde çok zor.”

“Öyle. Özellikle profesyonel olanlar dehşet pahalı. Fiyatları duyan kaçıyor.”

“Haklı olarak,” dedi Elçin. “Geçen haftalarda Barış bana da başlangıç seviyesinde bir gitar almak istedi ama fiyatları görünce, ‘Boş ver aşkım, gitarı ben çalarım,’ dedi.”

Dörtlü gülüştüğünde kahkaha sesleri sokakta yankılandı.

“Sen de çok hevesli değildin zaten,” dedi Barış. “Fiyatları görünce azıcık olan hevesin de yok oldu.”

“Gitara o kadar para vermem için cidden aşkıyla yanıp tutuşmam gerekiyor ama öyle bir durum olmadığı için bunu da rafa kaldırdık. Sen çal gitarı, ben de dinlerim.”

“Dinle bakalım.”

Barış onun yanağından makas aldığında Elçin gülümsedi. Bir seneyi aşkındır birlikte olan çiftin tatlı bir ilişkisi vardı. Bu sıralar araları limoni olsa da Sarp’ın da bir kız arkadaşı vardı ve biraz çalkantılı bir ilişkileri olsa da onlar da tatlı bir ikiliydi. Gökhan bu grupla bir araya geldiğinde yanlarında genelde birinin kız arkadaşı oluyordu ve aralarında şimdi olduğu gibi tatlı konuşmalar ve sevgi gösterileri yaşanıyordu. Bu anlara şahitlik eden Gökhan’sa argo bir tabirle sap hissediyordu. Genç adamın hayatında iki senedir hiç kimse yoktu. Üniversitenin birinci senesinde okuldan bir kızla dört ay süren bir ilişki yaşamıştı ve çok geçmeden ona karşı olan sevgisinin aşk değil de tamamen arkadaşça bir sevgi olduğunu fark ederek bunu dile getirmişti. Kız arkadaşı İpek de benzer şeyler söylemişti ve ikili arkadaş kalmaya karar vermişti. İpek de Gökhan gibi son senesine geçmişti, kemanla çello çalıyordu ve ikili okulda karşılaştıklarında ayaküstü sohbet edip birbirlerinin hâlini hatırını soruyorlardı.

Gökhan içine düştüğü derin duygusal boşluğun etkisiyle İpek’i sevdiğini zannettiğini biliyordu ve bu duygusal boşluğun farkında olduğu için uzun bir süre kimseyle fazla yakınlaşmamış, mesafesini korumuştu. Duygusal boşluktan kurtulduktan sonraysa karşısına bir ilişki içine girmek isteyeceği kimse çıkmamıştı. Çevresindeki tüm kızlar arkadaşıydı ve hiçbirine başka bir gözle bakmıyordu.

“Gök!”

Sarp’ın sesiyle düşüncelerinden kurtulup kendisine geldi.

“Efendim?” dedi arkadaşına bakarak. “Bir şey mi diyordun?”

Gök kelimesi onun aklına birini getirmişti: Dalgalı sarı saçları ve gök mavisi gözleriyle duru bir güzelliğe sahip olan genç bir kadını. Cumartesinden bu yana geçen iki gün boyunca Gökhan sık sık onu düşünmüştü.

“Yağız ne yapıyor, konuşuyor musunuz?” diye sordu Sarp.

“Konuşuyoruz tabii,” dedi Gökhan. “En son konuştuğumuzda tüm gününü evde geçirip dinlendiğinden bahsetmişti. İyice dinlenip kafasını topladıktan sonra arkadaşlarıyla takılacağından ve müziğe ağırlık vereceğinden söz etti.”

“Yağız’ın eve kapandığını da mı duyacaktım?” dedi Barış şaşkın bir sesle. “Arabayla Balıkesir sokaklarının tozunu attırdığını, arkadaşlarıyla vakit geçirdiğini ve müziğe odaklandığını düşünüyordum.”

“İlerleyen günlerde böyle yapar ama bu sene gerçekten çok yorucuydu ve o da öncesinde iyice dinlenmek istedi. Batı tarafına gidip tatil yapabileceğini de söylemişti ama son güncellemelerden haberim yok. En son cuma konuştuk.”

“Gitmiştir belki de,” dedi Elçin. Erkek arkadaşına baktı. “Biz de denize gidelim.”

“Gidelim bebeğim,” dedi Barış bir elini onun omzuna atıp. “Planı yapıp ilk fırsatta gideriz, olur mu?”

“Olmaz mı?”

İkili öpüşmeye başladığında Gökhan bakışlarını Sarp’a çevirdi.

“Sende durumlar nasıl?” diye sordu.

“Ne durumu?” dedi Sarp onun kastettiği şeyi anlamayarak. Gökhan karşılarında oturan ikiliyi işaret etti. “Ha, o mesele. Konuşmuyoruz hâlâ. Mesajlarıma ve aramalarıma cevap vermiyor, ben de saldım.”

“Ne oldu ki?”

“Hatırlayınca bile sinirim bozuluyor ama anlatayım. Birkaç ay önce Lale’ye yazan bir lavuk vardı, başlarda arkadaşça yazsa da çok geçmeden niyetini belli edip buluşma teklifi etmiş ve benimki de erkek arkadaşı olduğunu söyleyerek kibarca reddetmiş ve konuşmayı bitirmişler. Her şey kulağa gayet normal geliyor ama öyle değil işte. Benimkinin hesabında benimle fotoğrafları var, altlarında da sevgi sözcükleri, kalpler havada uçuşuyor; yani sevgili olduğumuz çok açık ve net. Bu lavuk da bunu bildiği hâlde yazmış buna. Duyunca çıldırdım ama benimki sakinleştirdi, zaten söz konusu o olunca pamuğa dönüşmem dakikalar alıyor.” Sarp durup iç çekti. “Lale’nin de bir arkadaşı var, kız benden hiç hoşlanmıyor ama benimki bunu kabul etmiyor tabii. ‘Sana öyle geliyordur, niye sevmesin?’ diyor. Bunlar geçen hafta bir mekâna gidip eğleneceklerini söylediler, benim işim olduğu için gidemedim ama onlar gittiler. Gittikleri mekânda tahmin et kim varmış ve onu kim davet etmiş?”

“Yok artık,” dedi Gökhan. “Düşündüğüm şey değildir umarım.”

“Var artık kardeşim, var artık. Bu sefer öyle bir çıldırdım ki o bile sakinleştiremedi. O arkadaşına ağzıma geleni saydım, rezil rüsva ettim. Lale de başlamaz mı sen bana güvenmiyor musun da o gelmişse ne olacak, yüzüne bile bakmadım da niye kıza o kadar ağır konuştun da beni rezil ettin de bir sürü laf. Bir güzel birbirimize girdik, bir ton laf saydık ve o günden beri konuşmuyoruz. Ben fazla tepki göstererek hata yaptım fakat o da onu o kız hakkında uyarmama rağmen beni ciddiye almayarak hata yaptı. Kızın beni sevmediği ve bizi ayırmak istediği Ay’dan görülüyor. Sonra ben buna aramızı düzelteyim diye aradım, yazdım ama hanımefendi asla cevap vermedi; ben de boş verdim. İçten içe haklı olduğumu biliyor, gururunu yenip bunu kabul edecek ve bana yazacak, adım gibi biliyorum. Kaç gündür ne yazdım ne de aradım, ondan gelecek adımı bekliyorum.”

“İkinizin de haklı olduğu taraflar var, haksız olduğu taraflar var; bu yüzden en iyisi ikinizin de sakinleştiği ve olaya objektif bakmaya başladığı zaman güzelce konuşup sorunu çözmek. Özürlerinizi dilersiniz, birbirinizi dinleyip anlarsınız ve konuyu tatlıya bağlarsınız.”

“O kızla arkadaşlığını bitirdikten sonra benim için tüm sorunlar ortadan kalkacak -ki birazcık tanıyorsam bitirmiştir zaten.”

“Bir zahmet. Sevgilisi olduğunu bildiği hâlde neden ondan hoşlanan bir çocuğu onunla aynı ortama sokuyor ki? Kesinlikle art niyet var.”

“Var tabii anasını satayım! Kız resmen bizi ayırmayı kafasına koymuş ama bilmediği şey bizim aramızdaki sevgi onun kafasının alamayacağı kadar çok. Neyse bak, sinirleniyorum. Ulan benim gibi sakin bir adamı bile delirtiyorlar. Gelmiş de kız arkadaşımın olduğu ortama ona yürüyen lavuğu sokuyor. Elçin, saçını başını yolayım, dedi de kabul etmedim. Keşke etseydim.”

Barış’ın yanağını öpen Elçin adını duyunca Sarp’a baktı. “Ne oldu?” diye sordu. “Adım geçti.”

“Gök’e Lale meselesini anlatıyordum,” diye cevap verdi Sarp. “Sen kızın saçını başını yolmak isteyince kabul etmemiştim ya, keşke etseydim diyorum.”

“Ay şu mesele. Hâlâ konuşmadınız değil mi?”

“Cık. Hanımefendi henüz gururunu yenip haklı olduğumu kabullenmedi ama elbet kabullenecek ve yazacak.”

“Biraz ağır konuştun sen de ama o kız dediğin her şeyi hak etti. Lale yıllardır seninle beraberken aranıza başka birini sokmaya çalışmak ne demek? Hadsiz! Lale umarım onunla konuşmayı kesmiştir.”

“Seninle de konuşmadı değil mi?”

“Hayır, ben de ulaşmaya çalıştım ama ulaşamadım.”

Sarp başını korkuluklara yaslarken ofladı ve bira kutusunu kafasına dikip yarısını içti.

“Dertlendi,” dedi Barış. “Siniri geçince ulaşır sana, merak etme kardeşim. İki yetişkin insansınız, konuşup halledersiniz.”

“Hanımefendi zahmet edip ulaşırsa halledeceğiz,” dedi Sarp. “Dolapta bira var değil mi?”

Onun bu lafı diğerlerini güldürdü. Sarp bir kutu daha bira alırken dörtlü uzun dakikalar boyunca sohbet edip vakit geçirdi. Saatler gece 11’i geçerken Gökhan evine dönmek için ayaklandı. Yarın yine iş vardı, mesaisi 10’da başlasa da erkenden kalkıp işe gitmek için yola çıktığından geceleri çok geçe kalmadan ev işlerini halledip uyuyordu.

“Yine görüşelim,” dedi Barış. “Arayı çok açmayalım Gök.”

“Görüşürüz tabii,” diye cevap verdi Gökhan. “Buralardayım biliyorsunuz.”

Arkadaşlarıyla vedalaşan Gökhan evden ayrıldı. Barışların evi kendi evine uzaktı, dolayısıyla yolu uzundu ama saat geç olduğu için fazla trafik olmayacaktı. Durağa yürürken kulaklıklarını takıp müzik dinlediği uygulamaya girdi. Yerli rock şarkılarının olduğu çalma listesini açtı. Neredeyse bütün yerli rock gruplarını bilen, büyük çoğunluğunu da dinleyen genç adamın bu çalma listesinde yalnızca çok severek dinlediği ve çalmayı bildiği, kafede çalmayı tercih ettiği parçalar yer alıyordu.

Mahalle arasından çıkıp cadde üstündeki durağa ulaşması birkaç dakikasını aldı. Durakta iki genç kız oturuyordu, Gökhan da durağın yan tarafına geçip ayakta dikildi. Otobüsü beklerken sosyal medya hesabına girdi, onun aktif olmadığı birkaç saatte paylaşılan hikayelerle gönderilere baktı. Hafta içi olduğu için doğru dürüst paylaşım yoktu, birkaç yeni paylaşıma baktıktan sonra otobüsü geldi ve genç adam da otobüse bindi.

Otobüs beklediği gibi dolu değildi. Cam kenarındaki boş bir koltuğa oturdu, sırtına taktığı gitarı çıkarıp bacaklarının arasına koyarak ön koltuğa yasladı ve müziğin sesini biraz daha arttırdı. Akşam vakti bunun gibi dolu olmayan otobüslere binmeyi, müzik dinleyerek ışıl ışıl şehri izlemeyi ve düşüncelerinde kaybolmayı seviyordu. İstanbul aşırı kalabalık bir şehirdi ama bu kalabalıkta onun ilhamını uyandıran bir şeyler vardı. Gökhan bunu şehirde birbirinden farklı milyonlarca insanın yaşamasına, her birinin kendine özgü hayat hikâyesine; bu hayatta bir yeri olmasına ve hayat akışının içinde yol almasına bağlıyordu. Tüm bu hayat koşuşturması onu düşündüren ve ona ilham veren şeydi.

Birkaç şarkıyı camdan dışarısını izleyerek dinledi. Onun caddeye sabitlenmiş baygın bakışlarını değiştiren şey çalmaya başlayan yeni şarkı oldu.

Giderdi Hoşuma

Bakışları canlanırken bir tebessüm de dudaklarına yuva yaptı. Bu şarkıyı uzun zamandır severek dinliyor ve çalıyordu; şimdiyse bu şarkının bir öyküsü vardı, anısı oluşmuştu. Göksel bu şarkıya bir öykü kazandırmıştı.

Telefonunun ekranını açıp sosyal medya hesabına girdi. Arama motoruna o hesabın adını yazdı: kadrajdakidunyalar. Göksel’in hesabı aşağıda çıkınca, ekrana dokunup hesabını açtı. Profil fotoğrafında bir analog kameranın fotoğrafı olan, isim kısmında “Gök”, biyografisinde “Dünya kadrajımıza yansıdığı kadardır.” yazan bu hesap hakkında sadece üç gün önce hiçbir bilgiye sahip değildi; şimdiyse bu hesabın sahibinin adını, yüzünü, ses tonunu, konuşma şeklini, gülümsemesini biliyordu; onu tanıyordu.

İlk günden beri onu merak ediyordu ve sanki evren de ona kıyak geçerek ikisini karşı karşıya getirmişti.

Ne yeni bir hikayenin ne de yeni bir gönderinin olduğu hesaba şöyle bir göz gezdirdikten sonra bakışlarını takip et butonuna çevirdi. Bunu yapmayı cumartesi akşamından beri düşünüyordu ama bir türlü cesaret edememişti. Gökhan genel olarak girişken biri olsa da bazı durumlarda çekingen olabiliyordu, bu da böyle olduğu durumlardan biriydi. Göksel’le tanışmış olsa da onu gerçek anlamda tanımıyordu ama emin olduğu bir şey vardı: Onu tanımak istiyordu. Bunun içinse somut bir adım atması gerekiyordu.

“Yaparsın oğlum,” diye düşündü. “Alt tarafı bir takip.”

Göksel’in onu geri takip etmemesinden korkuyordu. Eğer genç kadın da onu takip etmezse bunun cesaretini kıracağını, onun daha hayatına giremeden sessizce uzaklaşacağını biliyordu ama neler olacağını da denemeden bilemezdi. Bu yüzden derin bir nefes aldı ve parmağını takip et butonuna yaklaştırıp usulca dokundu. Buton maviden griye dönerken genç adamın kahverengi gözleri de büyüdü.

İşte, yapmıştı.

Artık Göksel’i takip ediyordu.

Uygulamadan çıkıp ekranı kapattıktan sonra bakışlarını yeniden camdan dışarıya odakladı. Otobüs ışıl ışıl caddelerden, daha loş olan sokaklardan; farklı araçların ve insanların arasından geçerken müzik dinleyerek tüm bu anları seyretti. Göksel’i takip etmek onu heyecanlandırmıştı, şehri izlemek kendisini biraz da olsa sakinleştirir zannetse de tüm yol boyunca onu düşündü ve kendisini geri takip etmesini umdu. Eğer genç kadından da bir adım görürse cesaret bulacağını biliyordu.

Otobüs, oturduğu sokağın altındaki daha işlek olan sokağa ulaştığında ayağa kalkıp düğmeye bastı. Saatin neredeyse gece yarısı olması nedeniyle etraf gündüze göre çok daha tenhaydı ama hâlâ sokakta yürüyen birkaç insana rastlamak mümkündü. Gökhan soğuk kış gecelerinde bu sokakları bomboş görmüştü, mevsimlerden yaz oluncaysa az da olsa insanlarla karşılaşıyordu. Söz konusu İstanbul gibi bir metropol olunca sokakların saat fark etmeksizin insanlar ve arabalara ev sahipliği yapması oldukça normal bir durumdu.

Otobüs durakta durduğunda araçtan indi. Ellerini pantolonunun ceplerine sokup eve doğru yürümeye başladığı sırada yeni bir şarkı çalmaya başladı: Kendime Yalan Söyledim. Genç adamın ruh hâli bir anda değişirken adımlarına hüzün karıştı.

Tıpkı sağ bileğindeki dövmede yazdığı gibi müziğin ruhun gıdası olduğuna inanıyordu ama bazı şarkıların boğazda nasıl acı tat bıraktığını da biliyordu. Bu şarkı da onlardan bir tanesiydi. Konu sadece şarkı da değildi: Şarkının klibi de onun içinde aynı yere dokunuyordu. Klipteki adamın Fender marka gitarı, gençliğinde gitar çalarken içinde bulunduğu o kalabalık ve şaşaalı ortam; orada tanıştığı bir kadınla bir ilişki yaşaması ama kadının onu terk etmesi, adamın eve döndüğünde evde kimseyi bulamayışı; tüm ömrünü gitar çalarak yaşamaya devam etmesi ama artık onu izleyecek hiç kimsenin kalmaması Gökhan’ın boğazında tadı son derece acı olan bir yumruya neden oluyordu. O klipte kendisini görüyordu ve sonunun da öyle olmasından korkuyordu. Bazen tıpkı o adam gibi yapayalnız kaldığını düşündüğü de oluyordu.

Eve bu düşüncelerle vardı ve onu bekleyen hiç kimsenin olmayışını düşünmemeye çalışarak Fender’ını salondaki askısına astı. Birkaç saniye gitarına baktı, sapındaki Fender yazısını inceledi.

“Yine baş başa kaldık kadim dostum,” diye fısıldadı. “Herkes gittiğinde sadece sen kalıyorsun.” Bakışlarını hemen yan taraftaki klasik gitarına çevirdi. “Siz kalıyorsunuz.”

Kendi kendine gülümsedikten sonra salondan çıktı. Artık yatağına uzanıp dinlenmeye geçebilirdi.

***

Ertesi gün her zamanki saatte uyanan Gökhan evden çıkmadan önce duş alıp kahvaltı etti. Haziranın son günleri son derece sıcak geçiyordu, bu yüzden evden çıkarken üstüne kısa kollu ince bir tişörtle kot şortunu giydi; iş yerinde giymek için de siyah kotunu çantasının içine koydu. İş yerindeki kılık kıyafet düzenlemesi şort giymesini engelliyordu ama mağaza klimalı olduğu için bu sorun yaratmıyordu. Üstüneyse tüm çalışanlar gibi iş yerinin logosunun olduğu siyah bir polo yaka tişört giyiyordu ve onu da soyunma odasında bırakıyordu.

Her sabah olduğu gibi bu sabah da trafikte uzun dakikalar harcadıktan sonra nihayet iş yerine varabildi.

“Günaydın,” dedi içeri girdiğinde.

“Günaydın,” dedi Ufuk isimli diğer satış danışmanı. Ufuk, otuzlarının başında ve uzun yıllardır bu sektörde çalışan genç bir adamdı. Gökhan’dan yaşça bir hayli büyük olduğu için ikili arasında ağabey kardeş ilişkisi vardı. Gökhan onu sever, sayardı. “Biraz geciktin. Trafik çok mu kötüydü?”

“Hem de ne kötü,” dedi Gökhan çantasını omzundan indirirken. “Yol mu kapalıymış, kaza mı olmuş, anlamadım ama ana yol felç olmuş durumdaydı.”

“Olabilir.”

Gökhan soyunma odasında üstünü değiştirdikten sonra mağazanın içine geri döndü.

“Kahvaltı ettin mi?” diye sordu Ufuk. “Gelirken poğaça aldım, sıcak çay da var.”

“Ettim ağabey, teşekkür ederim. Sana afiyet olsun.”

Öğleye kadar olan vakit çoğu zaman olduğu gibi son derece sakin geçti. Mağazanın canlanmaya başladığı saatler 12’den sonrasıydı. Saatler öğleden sonra 2’yi gösterirken liseli bir genç kız biraz çekinerek mağazaya girdi.

“Hoş geldiniz,” diye onu karşılayan kişi Gökhan oldu. “Size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Hoş buldum,” dedi kız ona alttan bakarak. Minyon yapılı kız, Gökhan’dan 20 cm kadar kısaydı. “Gitarlara bakmak istiyorum.”

“Yardımcı olayım,” dedi Gökhan gülümseyerek. Müşterilere gösterip özelliklerinden bahsetmeyi en sevdiği enstrüman elbette gitarlardı. “Aklınızda bir marka, model var mı?”

“İki senedir Midex marka bir klasik gitar çalıyorum ama bir üst düzeye çıkmak, daha profesyonel bir gitar almak istiyorum. Uygun fiyatlı güzel modeller gösterebilirseniz çok mutlu olurum.”

“Elbette. Bütçeniz ne kadar? Ona göre size seçenekler sunabilirim.”

“2 bin 500, belki 3 bin.”

“Tamam, buyurun bakalım.”

Gökhan ona üç tane gitar gösterdi. Kız çalıp çalamayacağını sorunca ona çalabileceğini söyledi. Genç kız gitarların üçünü de biraz tıngırdatıp seslerini dinledi, onları test etti.

“Bu güzelmiş,” dedi krem renkli gitar için. “Fiyatı ne kadar?”

“3,200 ama indirim yapabiliriz. İsterseniz müdürüme sorabilirim.”

“İyi olur.”

“Ayşegül Hanım!” diye seslendi Gökhan. “Bakar mısınız?”

Kasanın orada Ufuk’la sohbet eden Ayşegül ikilinin yanına ilerledi. Gökhan ona gitarın fiyatını söyleyip ne kadar indirim yapabileceklerini sordu.

“%10 indirim yaparız,” diye cevap verdi Ayşegül. “Fiyatı da yanlış hesaplamadıysam 2,880 liraya düşüyor. Almak istersen küsuratı atıp 2,800 yaparız.”

“Aslında iyi bir indirim,” dedi genç kız. “Ben aileme de bir sorayım. Onlar kabul ederse alabilirim ancak. İndirimin bir süresi var mı?”

“Yok,” dedi Ayşegül başını iki yana sallayarak. Tebessüm etti. “Almaya karar verirsen anlaştığımız fiyattan alabilirsin.”

“Peki, teşekkür ederim.”

“Biz teşekkür ederiz.”

Ayşegül uzaklaştığında kız yeniden Gökhan’a baktı. Gökhan’ın kendisine yaşça daha yakın oluşu ve kibarlığı iyi hissettirmişti.

“Aslında bakmak istediğim bir enstrüman daha var,” dedi.

“Hangisi?” diye sordu Gökhan.

“Keman ama onu şu an satın alamam, sadece fiyat ve model öğrenmek istiyorum. Zaten çalmayı da bilmiyorum ama öğrenmeyi çok istiyorum.”

“Elimizde güzel modeller var,” diyen Gökhan kemanların olduğu standa yürüdü, genç kız da onu takip etti. “Başlangıç için bu modelleri tercih etmenizi tavsiye ederim,” dedi bir raftaki kemanları işaret ederek. “Fiyatları diğerlerine göre çok daha uygun ama daha kaliteli bir şey isterseniz bu markayı ve kemanlarını tavsiye ederim.” Üst taraftaki kemanları gösterdi. “Biraz daha para verirsiniz ama uzun süre çalabilirsiniz, gerçekten çalmayı öğrendiğinizi düşündüğünüzde daha profesyonel modelleri tercih edebilirsiniz.”

“Sesleri nasıl?” diye sordu genç kız. “Siz çalabiliyor musunuz?”

“Çok az.”

“Çalabilir misiniz?”

Kızın bu isteği Gökhan’ı şaşırttı. Ondan enstrüman çalmasını rica eden müşterilerle her gün karşılaşmıyordu.

“Birkaç ses çıkarabilirim sanırım,” dedi Gökhan. “Hangisini çalayım?”

“Şunu,” diyen genç kız üst raftaki kahverengi kemanı işaret etti. O keman Gökhan’ın göstermediği, oldukça pahalı olan bir kemandı. “Çok güzel görünüyor.”

“Öyledir,” diyen Gökhan kemana baktı. “En iyi kemanlarımızdan biri, hâliyle pahalı da. Dilerseniz gösterdiklerimden birinin sesine bakalım.”

“Bunu da duymak istiyorum.”

“O hâlde çalayım.”

Gökhan kemanı alıp omzuna yerleştirdi ve yayı eline alarak çenesini kemana yasladı. “Çalmayı bildiğim çok kısa bir kısım var,” dedi kıza bakarak. “Birkaç saniyelik bir şey.”

“Dinliyorum.”

Gökhan yayı telle buluşturduğunda mağazanın içini kemanın tiz sesi doldurdu. Genç adam keman çalmayı bilmiyordu, sadece ünlü bir eserin küçük bir kısmını çalmayı öğrenmişti. Parmakları tuşenin üstünde dururken yayı da tellerin üstünde harekete geçirdi ve hoş bir ezgi tıpkı bir nehir gibi mağazanın içinde akmaya başladı. Notaların sesi akan suyun sesi gibi yatıştırıcı ve huzur vericiydi. Bu rahatlatıcı müziğin bedenindeki gerginliği alıp götürmesine izin verdi.

“Çok güzel,” dedi genç kız, Gökhan çalmayı bitirdiğinde. “Kemanın gerçekten şahane bir sesi varmış, siz de çok güzel çaldınız. Kemanın fiyatı ne kadar?”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Fiyatı 16 bin lira. Profesyoneller için üretilmiş bir kemandır ve önde gelen bir markanın özel bir modelidir.”

“Tipinden, sesinden ve fiyatından anlaşılıyor,” dedi genç kız içten içe duyduğu fiyat karşısında şok yaşarken. “Peki şu siyah kemanı çalabilir misiniz?”

“Elbette. Aynısını bir de bundan dinleyelim.”

Gökhan aynı melodiyi gösterdiği daha uygun fiyatlı kemanda çaldı. Diğer kemanla sesleri arasında bir fark doğal olarak vardı ama bu kemanın da ses kalitesi hiç fena değildi.

“Bu da çok güzelmiş,” dedi genç kız. “Bu ne kadar?”

“Bu da 3,500 lira. Biraz pahalı ama dediğim gibi daha uzun süre kullanırsınız ve daha rahat bir çalma deneyimi yaşatır.”

“Umarım bir gün yaşayabilirim. İlgilendiğiniz ve beni kırmayıp kemanları çaldığınız için teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Yardımcı olabildiysem ne mutlu bana.”

“Kesinlikle oldunuz. Gitar konusuna gelecek olursam ailemle görüşüp eğer onay verirlerse bu gitarı alacağım. Gitarın o zamana kadar satılıp satılmadığını ya da elinizde aynısından olup olmadığını öğrenmek için mağazayı arayabilir miyim?”

“Tabii ki arayabilirsiniz. Ben size kartımızı vereyim, sabah 10.00 ve akşam 19.00 saatleri arasında arayıp bilgi alabilirsiniz.”

Gökhan kıza mağazanın kapısına kadar eşlik edip onu uğurladıktan sonra mağazanın içine geri döndü. Özellikle gençlerin mağazaya gelip fiyatları duyduktan sonra hayal kırıklığı içinde mağazadan ayrılmasına çok üzülüyordu. Kendisi de bir piyano sahibi olmak istese de kuyruklu modelleri milyonlarca liraya satılan bu enstrümanı satın alması maalesef ki mümkün değildi, bu yüzden bir şeyi isteyip de maddi imkânsızlıklar yüzünden alamamak nedir iyi bilirdi. Elinden gelen tek şey bir şeylerin değişmesini ummaktı.

Genç kıza gösterdiği enstrümanları yerlerine güzelce yerleştirip telefonunu eline aldı. Barış ona dün akşam çektikleri videoları göndermişti. Videoları izlemeyi mesai çıkışına erteleyip arkadaşına bir teşekkür mesajı yazdı. Bu uygulamadan çıktıktan sonra sosyal medya hesabına girdi. Hiç yeni bildirimi yoktu ama yine de bildirim sayfasını açıp sayfayı yeniledi.

Hayır, Göksel onu hâlâ geri takip etmemişti.

“Belki de görmemiştir,” diye düşündü. “Daha takip edeli bir gün olmadı, gün içinde geri döner belki.”

“Gökhan!” diye seslendi Ufuk. Genç adam telefonunu kapatıp ona döndü. “Bir müşteri seni soruyor. Buraya geldiğinde sen yardımcı olmuşsun sanırım.”

“Hemen geliyorum,” derken telefonunu cebine soktu ve kasaya doğru yürüdü.

İşte, onun çalıştığı mağazadaki bir günü genel olarak böyle geçiyordu.

***

Aynı gün saat 11’i geçe uyanan Göksel birkaç dakika boyunca yatakta uzanıp kendine gelmeye çalıştı. Gece 3’e kadar dizi izlemişti ve evde de kimse olmayınca bu saate kadar uyumuştu. Hafta içi annesiyle babası erkenden işe gidiyordu, bu da evin boş ve dolayısıyla sessiz olmasına neden oluyordu; Göksel de rahatça uyuyabiliyordu.

Yataktan kalkıp birkaç gerinme hareketi yaptıktan sonra esneyerek odadan çıktı. Her gün uyanır uyanmaz yaptığı şeyi yaparak banyonun yolunu tuttu. İhtiyacını giderip elini yüzünü yıkadıktan sonra sabah bakımını yaptı. Cilt bakımına özen gösteren ve her gün aksatmadan yapmaya çalışan genç kadın küçük bir rutine sahipti. Hem hassas hem de kuru bir cilde sahip olduğu için cildini hem nemlendirmek hem de güneşten korumak zorundaydı.

Pijamalarından kurtulup üstüne salaş bir tişörtle şort giyip mutfağa geçti. Kendi kendine şarkı söyleyerek kahvaltısını hazırladı, sofraya yerleştirdi ve bilgisayarını da masaya koyup sandalyeye oturdu. Günümüz dünyasındaki çoğu genç gibi onun da tek başına yemek yerken bir şeyler izleme alışkanlığı vardı hatta yalnızken bir şeyler izlemeden artık yemek yiyemiyordu. Severek takip ettiği İngiliz bir fotoğrafçının vlog videosunu açıp kahvaltısını etti.

Kahvaltıdan sonra salona geçmişti ki telefonunun olmadığını fark edince, odasına dönüp komodinin üstündeki telefonunu aldı. Dün akşamdan beri dizi izlediği için telefonuna hiç bakmamıştı. İnternetini açıp evlerindeki ağa bağlandığında kullandığı uygulamalardan ve sosyal medya hesabından yeni bildirimler geldi. Göksel uygulamalardan gelen bildirimleri göz ardı edip sosyal medya hesabına girdi. Fotoğraflarına gelen üç yeni beğenisi ve bir yeni takipçisi vardı. Bu dört bildirim de her sosyal medya kullanıcısı gibi Göksel’in de sürekli aldığı ve alışkın olduğu bildirimlerdi. Genç kadın bildirimlere şöyle bir bakıp önceki sayfaya geri dönüyordu ki onu takip eden hesabın adını görünce, bundan vazgeçip gözlerini kocaman açtı.

Onu takip eden hesap Gökhan Uygur’a aitti.

Göksel bildirimin üstüne dokunduğunda onu takip eden hesabın profili açıldı. İrileşen mavi gözlerini hesabın profil fotoğrafında, biyografisinde ve gönderilerinde gezdirdiğinde bunun Gökhan’ın hesabı olduğundan emin oldu. Genç adam 13 saat önce, yani dün gece 11 sularında Göksel’in hesabını takip etmişti. Onunla yüz yüze tanışıp ayaküstü sohbet ettikleri cumartesi gününden iki gün sonra.

Göksel böyle bir adım beklemiyordu.

Gökhan’la konuştuğunda onun sandığı gibi havalı bir tip olmadığını hatta son derece kibar ve sevecen biri olduğunu anlamış, ondan pozitif bir enerji almıştı ama bu kadardı, dahası yoktu. O akşam tanışmış, ayaküstü sohbet etmiş ve yollarına devam etmişlerdi. Eğer bir daha kafeye giderlerse onu orada göreceğini, belki de yine sohbet edeceklerini biliyordu ama bu bir ihtimaldi ve gerçekleşmesi kesin değildi. O zamana kadar onunla bir daha görüşmeyeceğini, ikisinin de birbirlerinin varlığını unutup hayatlarına devam edeceğini düşünüyordu. Oysa Gökhan dün akşam onu takip ederek Göksel’in bu düşüncelerini yerle bir etmişti. Genç adam sosyal medyadan onu takip ederek onunla etkileşimde kalmayı, paylaştıklarını görmeyi tercih etmişti. Bu da gösteriyordu ki karşı taraftan pozitif enerji alan tek kişi Göksel değildi.

Genç kadın şaşkın bakışlarını telefon ekranından ayırırken belli belirsiz tebessüm etti. Bu olay onu fazlasıyla şaşırtsa da hoşuna da gitmişti. Yüzündeki minik tebessümle salona ilerleyip koltuğa oturdu. Planı izlenecek filmler listesinden bir film seçip izlemekti ama bakışlarını pencereye odaklayan Göksel karşı apartmanı seyredip düşüncelere gömülmeyi tercih etti. Kafeye gittiği ilk akşamı düşündü; Gökhan’ı ilk kez gördüğü, ilk kez dinlediği, onun fotoğraflarını çektiği o akşamı kafasında yeniden canlandırdı. Fotoğrafları gören annesinin bir tanesini hesabında paylaşabileceğini söylediği günü ve ertesi günü düşünüp fotoğrafı son anda konum bilgisi ekleyerek paylaştığı anı hatırladı. O günün akşamı mesaj kutusuna düşen yeni mesaj, Gökhan’la olan ilk konuşması gözlerinin önündeydi. Fotoğrafın birkaç gün içinde bin 500 yüz beğeniyi geçmesi, genç kadının aldığı övgü dolu yorumlar, kazandığı yeni takipçiler; hesabın bir anda artan etkileşimleri ve gördüğü tüm ilgiyi hepsi dün yaşanmış gibi hatırlıyordu. Ardından geçen akşamı düşündü; kafeye ikinci kez gittiği cumartesi akşamını ve orada sahne alan Gökhan’ın performansını baştan sona izleyip arada ona eşlik ettiği akşam hafızasında tazeliğini koruyordu. Kafeden ayrıldığı anı düşünürken gözleri kısıldı. Genç adamla ilk kez göz göze geldiği anın, ilk kez karşı karşıya konuşmalarının; ona fotoğrafçı olduğunu söylemesinin ve ayaküstü ettikleri sohbetin her bir anını hatırlıyordu. Gökhan’ın kendininkilere bakan kahverengi gözlerini düşündü; karamel tonundaki badem gözler sıcak bakışlara sahipti ama aynı zamanda tıpkı bir kara delik gibi çekiciydi. Göksel bu gözlerden bir türlü gözlerini ayıramadığı o anı düşündüğünde ürperdi.

Evin kapısı çaldığında oturduğu yerde resmen sıçradı. Başparmağıyla damağını ittikten sonra koltuktan kalkıp kapıya doğru ilerledi. Hafta içi bu saatte evin kapısının çalmasına hiç alışkın değildi, üstelik herhangi bir şey de sipariş etmemişti. Meraklanmış bir şekilde kapıya yürüdü ve kapı dürbününden dışarı baktı. Kapının dış tarafında Emrah’ı görünce merakı yerini şaşkınlığa bıraktı. Onu hafta içi bu saatte ilk defa kapılarının önünde görüyordu.

Bugün kesinlikle tuhaf bir gün oluyordu.

Göksel kapıyı açtığında Emrah başını ona doğru çevirdi.

“Tünaydın,” dedi genç adam. 1,84 metrelik uzun boyu, geniş omuzları, kaslı ve yapılı vücuduyla o da bir kapıya benziyordu. “Rahatsız ettiğim için kusura bakma.”

“Tünaydın,” diye karşılık verdi Göksel. “Rahatsız etmedin. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?”

“Var,” dedi Emrah başını sallayarak. “Sütünüz var mı?”

Onun bu sorusu Göksel’in şaşkınlığını arttırdı. “Süt mü?”

“Evet, süt. Annem dün yemek yaparken benim sütümü kullanmış ve bunu az önce buzdolabını açtığımda fark ettim ne yazık ki. Kısa sürede evden çıkmam gerek, sipariş vermekle ya da markete gidip gelmekle uğraşmak istemedim ve sana sormaya geldim.”

“Yulaf mı yiyeceksin?”

“Evet. Sporcuların beslenme şekillerini bildiğini bilmiyordum.”

“Hakkımda bilmediğin çok şey var.”

“Haklısın,” dedi Emrah gülümseyerek. “Süt?”

“Var. Biraz beklersen getiririm.”

Emrah elindeki su bardağını Göksel’e uzattığında Göksel nasıl olur da onu fark etmediğini sorguladı.

“Buna doldurabilirsin,” dedi Emrah. “Çok teşekkür ederim.”

“Hemen dönerim.”

Göksel kapıyı aralık bırakıp elindeki bardakla mutfağa yürüdü. Annesi bazen Emrah’ı evde eksik olan bir malzeme için Göksellere gönderirdi, bazen de yaptığı yemeklerden bir tabak da onlara ikram ederdi ama Emrah ilk kez kendi ihtiyacı için onların kapısını çalmıştı. Emrah söylediği gibi sütü markete giderek ya da internetten sipariş ederek alabilirdi ama gerçekten vakti olmayacak olmalıydı ki daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak sütü Göksel’den rica etmişti.

Göksel bardağı doldurduktan sonra kapıya geri döndü. Emrah bıraktığı yerde bıraktığı şekilde duruyordu. Genç kadın bu esnada onu inceleme fırsatı da buldu. Emrah’ın üstünde kırmızı polo yaka bir tişört vardı, altındaysa yumuşak kumaştan bir şort vardı fakat evden çıkmadan önce bunu değiştireceği belliydi. Göksel onun kılık kıyafetine dikkat ettiğini biliyordu.

“Buyur,” deyip bardağı ona uzattı.

“Tekrardan çok teşekkür ederim,” dedi Emrah bardağı alırken. “Şu an hayatımı kurtarmasan da bana çok büyük iyilik yaptın.”

“Lafı bile olmaz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu arada cuma günü akşam yemeğine geliyorsun değil mi?”

“Evet, sen?”

“Ben de geliyorum.”

Cuma akşamı Dinçer Ailesi’yle Demirkan Ailesi fırsat buldukça beraber çıktıkları aile yemeklerinden bir tanesine çıkacaklardı. Göksel’in ebeveynleri Emrah’ı ve ailesini seviyordu, aynı şekilde Emrah’ın ebeveynleri de Göksel’i ve ailesini seviyordu.

“O zaman orada görüşürüz,” dedi Emrah. “Kendine iyi bak.”

“Görüşürüz. Sen de kendine iyi bak.”

Emrah ona gülümsediğinde Göksel de aynı şekilde karşılık verdi. Genç adam merdivenleri çıkarken Göksel onu seyretti. Emrah’ın kılsız, uzun ve kaslı bacakları merdivenleri saniyeler içinde hızlıca çıkıp gözden kaybolduğunda Göksel de evine girdi.

Odak noktası biraz da olsa dağılan genç kadın televizyondan ailecek dizi/film izledikleri ücretli bir platformu açıp listesinde gezinmeye başladı. Göksel sinemaya ilgili biriydi, fırsat buldukça ve merak ettiği filmler sinemalara geldikçe arkadaşlarıyla ya da tek başına sinemaya gidip film izlemekten hoşlanırdı. Özellikle son senelerde çevrim içi ücretli platformların yükselişiyle beraber artık evinde oturduğu yerden dizilerle filmleri izleyebiliyordu ve bundan da hoşlanıyordu. Bu platformlarda yer almayan ya da sinemada izlemek istediği yapımları da sinema salonunda izliyordu. Sinemanın onun için bir katkısı da vardı: Genç kadın yapımları izlerken yeni ve farklı bir sürü çekim tekniği görüyordu ve bu teknikler onun ufkunu genişletirken sanatçı kişiliğinin gelişmesine yardımcı oluyor, kendi çekimleri için de ilham veriyordu.

Bir filmde karar kılıp, filmi izlerken içmek için kendisine buzlu kahve hazırladı. O esnada yeniden sosyal medya hesabına girip Gökhan Uygur’un profiline baktı, mavi butonun içinde yazan sen de takip et yazısını okudu. Göksel bu hesapta arkadaşı diyemeyeceği, bazısıyla bir iki kez fotoğraflar hakkında kısa konuşmalar yaptığı bazısıyla da hiç konuşmadığı fotoğrafçılıkla ilgili eğitim alan ya da almış birkaç kişiyi takip ediyordu ama Gökhan’ın durumu bunlardan biraz farklıydı. Gökhan’a da arkadaşım diyemezdi, onunla sadece bir kez yüz yüze gelmişlerdi ve birkaç dakikalık kısa bir sohbet etmişlerdi; Gökhan fotoğrafçı değildi ve bu alanla ilgisi varmış gibi de görünmüyordu, onu sadece ismen tanıyordu ve fotoğraf gibi bir ortak noktası olmadığı bu yabancıyı takip edip etmemek konusunda çok kararsızdı. Onu geri takip etmeyerek kabalık da edebilirdi, takip ederek dünden meraklı gibi de görünebilirdi ve her iki seçenek de onun için aynı derecede korkutucuydu.

“Kişisel hesabımı takip etmedi ki sonuçta,” diye düşündü. “Fotoğraflarımı paylaştığım hesabımı takip etti ve bu hesabı takip eden bir sürü tanımadığım insan var, onları takip etmediğim gibi Gökhan’ı da takip etmeyebilirim. Ama onu tanıyorum. Kırk yıllık dostum değil sonuçta ama bir kere mesajlaştık, geçen gün de yüz yüze tanıştık ve sohbet ettik; Ahsen bile onunla tanıştı ve sohbet etti. Geri takip etmezsem kabalık etmiş olurum. Of! Ne yapacağım şimdi? Ya takip edince dünden meraklı olduğumu düşünürse ne olacak? Beni takip eden kendisi, o zaman dünden meraklı olan o olmuyor mu? Böyle bir şey düşünmesi saçmalık olur.”

“Sakin ol kızım,” dedi derin bir nefes alırken. “Yine kafanda bin tane senaryo yazdın.”

Bunun hakkında düşünmek için zamanı vardı, acele etmeden düşünüp bir karara varacaktı.

Salona geri dönüp filmi başlattı ve izlemeye başladı. Filmin ilk dakikalarında bu düşünceler hâlâ zihnini meşgul etse de ilerleyen dakikalarda takip olayını kafasından tamamen çıkararak filme odaklandı. Film Göksel’in bir süredir izlemek istediği bir filmdi, beklentileri yüksekti ve filmin tam da beklediği gibi heyecanlı, aksiyon dolu ve hareketli kurgusu onu içine çekmeyi başardı. Filmi günün en sıcak olduğu saatlerde, öğlen 13-15 arasında, izlediğinden dolayı klimanın kumandasını alıp klimayı açmak için ayağa kalkmak dışında filmi yerinden hiç kalkmadan izledi.

Film bittiğinde saat 15.30’a geliyordu. Televizyonla klimayı kapatıp ayağa kalktı. Filmi çok beğendiği ve listesinden bir film daha eksildiği için mutluydu. Okul dönemi dersleri yüzünden hobilerine zaman ayırmak için zaman bulması zor oluyordu, o da bunlar için tatilleri, özellikle uzun yaz tatilini, tercih ediyordu. Yazın klimalı evinde oturup dizi/film izlemeyi seviyordu. Dışarısı çok sıcak olduğu için özellikle öğlen vakitleri bu aktiviteyi yapmak için en uygun zaman dilimiydi; dışarı çıkacağı zamanları da havanın daha az sıcak olduğu akşamüstü ve akşam saatlerine denk getirip yazın yakıcı sıcaklarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

Mutfağa girip akşam yemeği için malzemeleri çıkarmaya girişti. Yaz tatillerinde okulu olmadığı ve ebeveynleri çalıştığı için yemekleri çoğunlukla Göksel yapıyordu, bu akşam için de mercimek çorbasıyla makarna yapacaktı. Akşam yemeğini hazırlarken severek dinlediği Taylor Swift’in şarkıları ona eşlik etti. Büyük bir alternatif müzik hayranı olarak Amerikalı müzisyenin son iki alternatif albümünü diğer albümlerinden daha çok dinliyordu, yalnızken onları söylüyordu da.

Yemeklerin altını kapatıp dinlenmek için odasına çekildiğinde telefonunu eline aldı. Sosyal medya hesabına girdi, ana sayfasındaki yeni hikayelere ve gönderilere bakıp bazılarını beğendi ve kendisini yine aynı profilde buldu. Düşünceleri öğlene göre çok daha durgundu ve içinde olduğu karmaşadan kurtulmuştu. Gökhan’ın fotoğraflarına baktı, paylaşımlarını inceledi ve takip ettiği hesaplara göz gezdirdi. Genç adam yüzlerce hesabı takip ediyordu, bunların çok büyük bir çoğunluğu kendisi gibi gençlerin, arkadaşlarının kişisel hesaplarıydı; bir kısmı takip ettiği yerli ve yabancı müzisyenlere aitti, birkaç tanesi de müzik topluluklarının hesabıydı. Son derece sıradan, tam da onun gibi bir müzisyenden beklenecek bir takip edilen listesiydi. Göksel’in çektiği fotoğrafları paylaştığı hesabı bu listede göze çarpan tek farklı hesaptı ve bunu fark etmek Göksel’e değişik hissettirdi.

Genç kadın Gökhan’ın takip ettiği hesaplara baktığı uzun dakikaların ardından profil kısmına geri döndü. Sen de takip et yazısı ona göz kırpmaya devam ediyordu. Gökhan’dan gelen bu adım onu şaşırtmıştı, genç adamın kafasından neler geçtiğini bilmiyordu ama kendi kafasından geçeni biliyordu: O da Gökhan’ı takip etmek istiyordu. Çekingenliği varlığını hâlâ koruyordu ama ilk adımı Gökhan’ın atması ona da adım atmak için ihtiyacı olan cesareti vermişti. Sosyal medya üzerinden basit bir takip, küçük bir adım. Tüm yolculuklar bu küçük adımla başlamıyor muydu zaten?

Parmağını sen de takip et yazısının üzerine, takip butonuna dokundurduğunda mavi butonun rengi griye döndü. Kalbi heyecanla çarpmaya başlarken derin bir nefes aldı.

Artık Gökhan’ı takip ediyordu.

Onun adımına karşılık o da bir adım atmıştı ve bunun devamını merakla bekliyordu. Devamı olup olmayacağını bile bilmiyordu ama henüz kabul etmemiş olsa da devamının olmasını diliyordu.

***

Mesaisinin son saatinde mağazaya gelen üç müşteriyle ilgilenen Gökhan kapanışa yakın Ufuk’a kasadaki paranın sayımında yardım etti, Ayşegül’e de gün hakkında rapor verdi. Bugün onun için diğer günlere göre biraz daha yoğun bir gün olmuştu ve yorgun hissediyordu. Tek isteği evine gidip, ayaklarını uzatarak uzanmaktı.

Saat 19.00 olduğunda Gökhan kapıda asan tabelayı kapalıya çevirdi. Bir iş gününün daha sonuna gelmişti.

“Bugünü de bitirdik,” dedi Ayşegül. “Hazırlanıp çıkabilirsiniz beyler.”

Arka taraftaki soyunma odasına ilerleyen Gökhan üstünü değiştirip kendi tişörtüyle şortunu geri giydi. Bezgince dolabının kapağını kilitleyip, çantasını omzuna asarken diğer eliyle de telefonunu eline aldı. Yoğunluk yüzünden birkaç saattir bakamadığı telefonunu internete bağladı. Sosyal medya hesabından bir bildirim geldiğinde yorgun gözleri bir anda irileşti ve heyecanla bildirimi okudu.

kadrajdakidunyalar seni takip etmeye başladı.

Hızlıca bildirimin üstüne dokunup bildirim sayfasını açtı. Fotoğrafçı iki saat önce onu geri takip etmişti.

Gökhan sırıtarak, “Evet be!” dedi ve yumruk yaptığı elini gövdesine doğru indirdi. “İşte bu.”

Dün onu takip etmeden önce Göksel’in kendisini geri takip etmemesinden korkuyordu, bugün de takip etmesinin üstünden uzun saatler geçmesine rağmen genç fotoğrafçıdan bir adım göremeyince gerçekten de takip etmeyeceğinden endişe etmeye başlamıştı ama bu bildirimle beraber tüm korkuları yok olarak tarihe karıştı.

Yorgunluğu bir anda geçen Gökhan sırıtarak kapıya yürüdü. Kapıyı açtığı sırada içeri girmeye hazırlanan Ufuk’la burun buruna geldi.

“Ne oldu?” diye sordu Ufuk. “Bir anda yüzünde güller açmış. Mesai bittiği için bu kadar mutlu olamazsın herhâlde?”

“Güzel bir haber aldım diyeyim,” dedi Gökhan ayrıntı vermeden.

“Ne haberi? Hayırdır inşallah?”

“Hayırlı ağabey, hayırlı,” dedi başını sallayarak. “Hadi ben kaçtım. Yarın görüşmek üzere.”

“İyi bakalım, görüşürüz Gök.”

Soyunma odasından çıkan Gökhan kasadaki Ayşegül’le de vedalaştı.

“İyi akşamlar Ayşegül Hanım,” dedi elini kaldırarak. “Yarın görüşmek üzere.”

“Sana da iyi akşamlar Gökhan, yarın görüşürüz.”

Gökhan gülümseyerek mağazadan çıkarken Ufuk ve Ayşegül şaşkın bakışlarla onun arkasından baktı.

“Ne olmuş?” diye sordu Ayşegül. “Ağzı kulaklarına varıyordu.”

“Güzel bir haber almış,” diye cevap verdi Ufuk. “Ne olduğunu söylemedi.”

“Allah Allah. Yakında çıkar kokusu.”

“Neye bu kadar sevindiğini çok merak ettim. Yaşını göz önüne alırsam gönül işi olma ihtimali çok yüksek.”

“Gönül işi mi?” dedi Ayşegül şaşırarak. “Hayatında bir kız mı var?”

“Sanırım artık var.”

Ayşegül kaşlarını kaldırırken Ufuk ona omzunu silkerek karşılık verdi. Otuzlarının ikinci yarısındaki kadın biraz önce Gökhan’ın çıktığı kapıya bakarken kendi kendine gülümsedi. Yirmilerinin başındayken aşkın insana nasıl hissettirdiğini iyi bilirdi.

Caddede durağa doğru yürüyen Gökhan gülümsemeye devam ediyordu. Dokuz saatlik yoğun bir mesainin ardından adımları olmaması gereken kadar hızlı ve canlıydı. Sevinci içinden taşıyordu, mutluluğu yüzünden okunuyordu. Kulaklıklarını takıp müzik dinlediği uygulamaya girerken kendi kendine güldü.

Biraz korkarak biraz da çekinerek attığı ilk adıma karşı Göksel de bir adım atmıştı ve bu genç adama ikinci adımı atmak, o yolda yürümek için ihtiyacı olan cesareti vermişti. Yol ayaklarının altında uzanıyordu ve o yolda yürümek için sabırsızlanıyordu.

]]>
Tue, 16 Aug 2022 16:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 6. Kare: Kalbin Aynası https://edebiyatblog.com/kd-6kare-kalbin-aynasi https://edebiyatblog.com/kd-6kare-kalbin-aynasi Gözler kalbin aynasıdır, derler. Gözlerin insanın içinden, kalbinden, ruhundan ne geçiyorsa onu dürüstçe yansıttığına; yalan söylemediğine inanılır. Gözler ruhun en çıplak hâlidir, orada maskeler yoktur ve tüm duygular olduğu gibidir.

Gözleri ilk kez birleşen bu iki gencin bakışları da ruh hâllerini birebir yansıtıyordu. Şaşkınlık ikisinin gözlerinde de ev sahibiydi; Gökhan neler olduğunu anlamaya çalışırken ortaya çıkan şaşkınlık ifadesiyle genç kadına bakıyordu, Göksel de tüm akşam bir köşede sessizce oturduktan sonra çıkışta onunla karşı karşıya gelmenin yarattığı şaşkınlık ifadesiyle genç adama bakıyordu.

“Gök,” diye düşündü Gökhan. “Fotoğrafçı.”

Genç adamın kaşları çatılırken bakışlarındaki şaşkınlık yok oldu ve yerini sorgulayıcı bir ifade aldı. Karşısındaki sarışın kadın kendi yaşlarında olan son derece genç biriydi. O hesabın sahibi hakkında kafasında farklı tiplemeler yaratmış olsa da hiçbirinde şu an karşısında olan gencecik, sarışın, mavi gözlü ve güzel bir kadını düşünmemişti.

Her biri bir saat gibi hissettiren birkaç saniyenin ardından bakışlarını kaçıran kişi Göksel oldu. Genç kadının yapmak istediği şey arkasını dönüp bir an önce buradan uzaklaşmaktı. Yapmaması için hiçbir neden yoktu ama gitmek istediğinde sanki ayakları olduğu yere çakılmış gibi hissetti.

“İyi akşamlar,” dedi Gökhan. Onun gitmek istediğini vücut dilinden anlayan genç adamın onu durdurmak için aklına gelen ilk şey bu oldu.

Göksel bakışlarını yeniden ona çevirdiğinde dikkatle yüzüne bakan kahverengi gözlerle karşılaştı. Çok koyu renkli olmayan sık ama kısa kirpiklerle çevrili bu açık kahverengi gözler arkadaş canlısı bakıyordu.

“İyi akşamlar,” diye karşılık verdi Göksel. Onu konuşmaya iten şeylerin ne olduğunu anlamıştı ve onun yüzündeki bu merak genç kadını konuşmaya devam ettirdi: “Performansınız çok güzeldi.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Beğenmenize sevindim.”

Bu konuşma ikisi için de son derece tanıdıktı. Aynı cümleleri bundan birkaç hafta önce de söylemişlerdi. İlk seferde aralarında kilometreler vardı ve konuşmayı sosyal medya üzerinden gerçekleştirmişlerdi; şimdiyse karşı karşıya duruyorlardı ve Göksel anonim kimliğinden çok uzaktaydı.

“Kafeye ilk kez geldiniz sanırım,” dedi Gökhan temkinle. “Uzun zamandır burada sahne aldığım için düzenli müşterileri tanırım, sizi ise ilk kez görüyorum.”

Göksel onun amacının ne olduğunu hemen anladı: Genç adam kendisinin ağzını arıyordu. Genç kadının dikkatini çeken asıl şeyse genç adamın “Gök” ve fotoğrafçı ayrıntılarını hatırlaması ve karşısındaki kadının @kadrajdakidunyalar hesabının sahibi fotoğrafçı olup olmadığını anlamak için girişimde bulunması oldu.

“Aslında ikinci gelişim,” diye cevap verdi Göksel. Devam etmeden önce derin bir nefes aldı. “Geçtiğimiz ay da gelmiştim. Sizin fotoğrafınızı çekip hesabında paylaşan fotoğrafçıyım. Hatırlıyorsunuzdur belki, konuşmuştuk.”

Genç kadın gerilse de bunu belli etmeme konusunda son derece başarılı davrandı. Gökhan’sa duyduğu bu cümle karşısında kaşlarını kaldırıp gözlerini de biraz açtı. Karşısındaki kadın gerçekten de o fotoğrafçıydı, @kadrajdakidunyalar isimli sosyal medya hesabının sahibiydi.

Gizemli fotoğrafçı şu an kanlı canlı karşısında duruyordu.

“Hatırlıyorum elbette,” dedi Gökhan. “Gerçekten muhteşem bir fotoğraftı.”

“Teşekkür ederim,” diyen Göksel konuşmanın başından beri ilk kez gülümsedi. Buna karşılık olarak Gökhan da gülümsedi.

“Görünüşe göre yolunuz bu taraflara tekrardan düşmüş,” dedi Gökhan birkaç saniye sonra. “Yanlış hatırlamıyorsam Kadıköy’e çok sık gelmediğinizi söylemiştiniz.”

“Evet, aynen böyle söylemiştim,” diye onayladı Göksel. Onun ayrıntıları hatırlamasına şaşırdı. “Arkadaşlarımla cumartesi gecesini bu taraflarda geçirmek istedik. Biliyorsunuz ki Kadıköy bunun için çok uygun bir yer.”

“Kesinlikle öyle. Umarım sizin için keyifli bir akşam olmuştur.”

“Fazlasıyla keyifliydi. Geçen sefer kafenin ambiyansını ve müşterilerini beğenmiştim, bugün için de arkadaşlarımla burada karar kıldık. Kadıköy’de fazlasıyla mekân olsa da düzgün bir yer bulmak son derece zor.”

“Haklısınız. Şehir kalabalık olunca binbir çeşit insan oluyor, hâliyle insan da huzurla oturup keyifli vakit geçireceği yerler arıyor. Parça bu konuda çok iyidir; alkol olmadığı için sarhoş derdi yok, müşterilerin çoğu da üniversite öğrencileri ve temiz gençler.”

“Evet, güzel bir yer gerçekten.”

Birkaç metre öteden onların sohbetini dinleyen Ahsen kulaklarına inanamıyordu. Göksel’le Gökhan konuşmuştu ve Gökhan’ın o meşhur fotoğraftan haberi vardı. Sorun şuydu ki Ahsen’in bundan haberi yoktu, Göksel ona bunu anlatmamıştı. Böyle bir şeyi ondan gizlediği için Ahsen’in gazabı onu bekliyordu.

“Bu arada,” dedi Gökhan yine son derece temkinli bir şekilde. “Adınız Gök mü?”

“Göksel,” diyen genç kadın gülümser gibi oldu. “Arkadaşlarım genelde kısaca Gök der, lakabım sayılır.”

Bu tanıdık cümle karşısında Gökhan’ın yüzünde bir gülüş oluştu. Genç adamın orta büyüklükteki beyaz dişleri yüzünü inci gibi süslerken gözleri de biraz kısıldı ve çevresi kırıştı. Çocuksu gülüşü şirindi.

“Ben de Gökhan,” derken gülümsemeye devam etti ama hemen devamında ciddileşti: “Adının kısaltması ve lakabı Gök olan bir başka kimse. Tanıştığıma memnun oldum, Göksel.”

Genç adam ona elini uzattığında Göksel kendisine uzatılan ele baktı. Oval şeklinde düzgünce kesilmiş pembe tırnaklarla uzun ince parmaklara sahip bu kılsız beyaz el son derece temiz, bakımlı ve zarif görünüyordu. Parmaklarına taktığı yüzükler de ona şıklık katmıştı.

“Ben de tanıştığıma memnun oldum,” deyip onun elini tuttu ve onunla tokalaştı genç kadın. “Gökhan.”

Göksel hızlı bir tokalaşma yapmayı düşünse de Gökhan onun elini uzun parmaklarıyla kavradığında aceleci davranmadı. Gökhan’ın eline göre daha küçük olan eli onun sıcak elinin arasında birkaç saniye durduktan sonra genç kadın elini kendine doğru çekti, Gökhan da parmaklarını açıp onu serbest bıraktı.

“Bu kadar genç olmanızı beklemiyordum,” dedi Gökhan dürüstçe. “Fotoğraflarınız son derece profesyonel olduğu için daha büyük olduğunuzu düşünmüştüm.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel bunu duymaktan memnun olduğunu belli eden bir sesle. “Fotoğrafçılık alanında eğitim almanın çok şey kattığını söyleyebilirim.”

“Öğrenci misiniz?”

“Evet, Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde son sınıf öğrencisiyim.”

“Video alanında da eğitim alıyorsunuz demek? Bölümün adını ilk kez duydum ama kulağa fazlasıyla havalı geliyor.”

“Sadece iki üniversitede olduğu için ilk kez duymanız normal. Fotoğrafçılık ve video alanında eğitim veren üniversite sayısı oldukça az.”

“Genel olarak sanat alanında eğitim veren üniversite sayısı ve kontenjanları az,” dedi Gökhan, bu durumun canını sıktığını belli eden bir ifadeyle. “İnsanımız sanatı hor gördüğü, çocukları da bu alanda eğitim almasın istediği için maalesef bu alanlara talep çok az oluyor.”

“Çok haklısınız. Yeni nesille beraber bu durumun düzeleceğini umuyorum. Gençler arasında sanata ilgi duyan fazlasıyla kişi var ve bir şekilde ailelerine bunu kabul ettirenlerin sayısı da zamanla artacaktır diye düşünüyorum, böyle olmasını da diliyorum.”

Gökhan’ın yüzünden hüzünlü bir ifade geçti. Çok hızlı beliren ve aynı hızla kaybolan bir ifadeydi ama Göksel bunu fark etti ve bu gözlerini kısmasına neden oldu.

“Ben de böyle umuyorum,” diyen genç adam içtenlikle gülümsedi. Göksel az önceki ifadeyi kendisinin uydurmuş olabileceğini düşündü. “Ben de konservatuvar öğrencisiyim bu arada, İstanbul Üniversitesinde okuyorum ve sizin gibi son seneme geçmiş bulunmaktayım.”

“Eğitimli olduğunuz belli oluyor,” dedi Göksel bu bilgiyi zaten bildiğini hiç çaktırmadan. “Gitar dalında mı eğitim alıyorsunuz?”

“Evet ve teşekkür ederim.”

İkili arasındaki sohbetin derinleştiğini fark eden Ahsen kenarda durmak yerine konuşmaya dahil olmaya karar verdi ve onlara yaklaştı. İkisinin bakışları da ona döndü.

“Merhaba,” dedi Ahsen Gökhan’a bakarak. “Performansın çok güzeldi, özellikle son parça efsaneydi.”

“Merhaba,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Teşekkür ederim. Keyif aldıysan amacıma ulaştım demektir.”

“Kesinlikle aldım. Gök’ün önerilerine her daim güvenirim, bu sefer de beni şaşırtmadı.”

Ahsen’le beraber Gökhan da Göksel’e bakınca genç kadın utandığını hissetti. Kendisine bakan bu iki çift kahverengi göz karşısında utangaçça gülümsedi.

“Çok incesin,” dedi Göksel. “Seni de biraz beklettim, kusura bakma.”

“Hiç sorun değil,” dedi Ahsen içtenlikle. Sorun onu bekletmesi değildi, sorun Gökhan’la konuştuğundan ona bahsetmemesiydi ve Ahsen bunun hesabını soracaktı. “O meşhur fotoğraf üzerinde konuştuğunuza kulak misafiri oldum.”

“Meşhur,” diyen Gökhan gülümsedi. “Beğeni sayısına bakacak olursak gerçekten de meşhur sayılır. Son baktığımda bin 600’ü geçmişti. İçinde olduğum bir fotoğrafın bu kadar büyük kitlelere ulaşacağı aklımın ucundan bile geçmezdi ama fotoğrafın bu kadar sükse yapmasına çok sevindim.”

En azından profilimde gezindiğini itiraf etti, diye düşündü Göksel.

“Çok güzel bir his olsa gerek,” dedi Ahsen.

“Evet, öyle,” deyip Göksel’e baktı Gökhan. “Bir fotoğrafçı için de fotoğrafının bu kadar kişiye ulaşıp beğenilmesi eşsiz bir his olmalı.”

“Haklısın,” dedi Göksel. Teklifsiz konuştuğunu fark etse de Gökhan’ın Ahsen’le senli benli konuşmasından yola çıkarak sorun olmayacağını düşünüp devam etti: “Hem diğerlerinden hem de fotoğrafını çektiğin kişiden olumlu geri dönüşler almak eşsiz bir his. Severek yaptığın bir işin diğerlerinden de takdir görmesi çok değerli.”

Gökhan ona anlayışla baktı. Genç kadının bahsettiği durumu çok iyi biliyordu. Bu hayatta severek yapılacak şeyler kolay bulunmuyordu, onu bulup hayatının bir parçası hâline getirmekse çok daha zordu ama insan bunu başarabildiğinde ve bu konuda çevresinden de olumlu geri dönüşler aldığında, motive edici şeyler duyduğunda küçük bir çocuk gibi seviniyordu.

“Gerçekten çok kıymetli,” diye ona katıldı Gökhan. “Seni çok iyi anlıyorum.”

İkili birbirine gülümserken Ahsen dudaklarını aşağı kıvırıp onlara baktı. İkisinin yüzünde de aynı hisleri paylaşan iki insanın sahip olduğu anlayış ifadesi vardı. İnsanları birbirine yaklaştıran şey de bu anlayış duygusuydu.

“Bu arada ben Gökhan,” diyen genç adam Ahsen’e döndü. “Az önce Gök diye seslendiğinde üstüme alınıp sana bakma sebebim benim arkadaşlarımın da bana Gök diye seslenmesi.”

“Hadi ya,” dedi Ahsen kaşlarını kaldırarak. “Tesadüfe bak. Ben de Ahsen; tanıştığıma memnun oldum, Gökhan.”

“Ben de öyle, Ahsen.”

Tokalaştılar.

“Burada düzenli mi çıkıyorsun?” diye sordu Ahsen.

“Evet,” diye onayladı genç adam. “Çok önemli bir işim olmadıkça her cumartesi akşamı buradayım. Sahne almaya bayılıyorum, bana kalsa her akşam gelirim ama asıl işim ve okulum buna ne yazık ki zaman bırakmıyor.”

“Asıl işin mi?” dedi Göksel. “Başka bir yerde mi çalışıyorsun?”

“Evet, bir müzik mağazasında satış danışmanlığı yapıyorum. Okul varken yarı zamanlı, yaz tatilinde de tam zamanlı çalışıyorum. Haftada bir gün de buradayım işte.”

“Konservatuvar okuyordun değil mi?” diyen kişi Ahsen oldu. Gökhan başını salladı. “Hem konservatuvar hem müzik mağazası hem de canlı müzik… Yürüyen bir müziğe dönüşmüşsün adeta.”

“O hâlde dönüştüğüm şeyden ziyadesiyle memnun olduğumu söylemem gerekir,” dedi Gökhan gülerek. “Sen ne yapıyorsun?”

“Öğrenciyim ben de.”

“Ne okuyorsun?”

“Boğaziçi Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisiyim.”

“Ne güzel. Memnun musun bölümünden?”

“Son derece. Büyük bir edebiyatsever olarak aşkla okuyorum. Oldukça zor bir bölüm, ilk senemde puanlarım çok düşük gelince yapamayacağımı düşünüp bırakmak bile istemiştim ama yaz tatilinde güzelce kafamı dinleyip ikinci seneye zinde bir kafayla ve düzenli bir çalışma programıyla başlayınca puanlarım bir anda yükseldi. Artık son sınıfım, önümüzdeki seneyi de sağ salim atlatıp yazın mezun olmak istiyorum. Ayaküstü tüm eğitim hayatımı anlattım, kafa şişirdiysem affola.”

“Kesinlikle şişirmedin. Edebiyat okumanın zor olduğunu başka kişilerden de duymuştum, onlar da dediklerine benzer şeyler söylemişlerdi. Üniversite genel olarak zor, sevmediğin bir bölümü okumak da bu dönemi işkenceye çeviriyor ama senin de dediğin gibi severek okuyunca insan tüm zorluğuna katlanıyor hatta zorluğunu bile seviyor. Konservatuvar okumak da zor ama zorluğuna bile âşığım.”

“Seni çok iyi anlıyorum.” Ahsen, Göksel’e döndü. “Bu konuda sen de bizimle aynı fikirdesin, değil mi Gök?”

“Öyleyim,” diye onayladı Göksel. “Okuduğun bölümü severek okumak çok güzel bir şey, herkese nasip olmasa da bu şansa sahip insanlar olarak kıymetini de biliyoruz diye düşünüyorum.”

“Kesinlikle.”

“Bilmemiz de gerekir,” dedi Gökhan Göksel’in gözlerinin içine bakarak. Genç kadının gök mavisi rengindeki gözleri inanılmaz güzeldi. Genç adam bu gözlerin onun ismine ilham olup olmadığını merak etti. “Ülke şartlarında ve mevcut eğitim sisteminde öğrenciler rüzgârda uçan bir yaprak gibi oradan oraya savruluyor, yolunu bulmak isterken tamamen kayboluyor. Neyse, bunlar derin konular ve ayaküstü konuşulacak meseleler değiller.”

“İki konuda da haklısın,” dedi Göksel. Bir anlığına Ahsen’e baktı. İkili gözleriyle anlaşıp gitme konusunda hemfikir oldu. “O zaman biz yavaştan gidelim.”

“Tanıştığıma çok memnun oldum,” dedi Gökhan. Konuşmanın devam etmesini içten içe diliyordu ama ortama ayak uyduracaktı. “Fotoğraf için hazır yüz yüzeyken bir kez daha teşekkür edeyim. Fotoğrafı bütün arkadaşlarım da çok beğendi hatta şu an hesabımdaki gönderiler arasında en fazla beğeniye sahip olan fotoğraf.”

“Asıl ben teşekkür ederim ve bunu duyduğuma çok sevindim.”

Göksel bunu da zaten biliyordu ama hiç çaktırmadı. Fotoğrafın altına gelen yorumların hepsini tek tek okumuştu, övgü dolu o yorumlar genç fotoğrafçıyı çok sevindirmişti ve motive etmişti.

“Ben de tanıştığıma memnun oldum,” dedi Göksel bir süre sonra. “Sana iyi akşamlar dilerim.”

İkili tokalaştıktan sonra Gökhan Ahsen’le de tokalaştı.

“Kendine iyi bak,” dedi Ahsen.

“Siz de kendinize iyi bakın,” diye karşılık verdi Gökhan. “İyi akşamlar.”

Genç adam onlara gülümsediğinde kızlar da ona gülümsedi, ardından sokağın başına doğru yürümeye başladılar. Göksel’le Ahsen Göksel’in ailesinin arabasına ilerlerken Gökhan onlara bakıyordu. Göksel’in Hyundai marka beyaz arabanın şoför koltuğuna, arkadaşının da yolcu koltuğuna oturmasını seyretti. Arabanın ön tarafı bulunduğu tarafa baktığı için ikiliyi çok rahat görüyordu. Göksel çantasını arka koltuğa bırakırken, emniyet kemerini takarken, anahtarı takıp aracı çalıştırırken ve ellerini direksiyona götürüp arabayı hareket ettirirken bakışlarını genç kadından ayırmadı. Gaza basıp yola koyulan Göksel kafenin önünden geçerken Gökhan’a baktı ve genç adamla göz göze geldi. Kafenin önünden geçtiği iki saniye boyunca gözlerini kendisine bakan kahverengi gözlerden ayırmadı, o kahverengi gözler de kendisinin mavi gözlerinden ayrılmaya niyetli değildi. Birbirlerinin görüş açısından çıkana kadar kenetli kalan gözler bu geceye nokta koyan şeylerdi, aynı zamanda bir sonraki cümleyi başlatacak olan hamle de onlardı.

Önüne dönen Göksel’in bakışları bir anlığına dikiz aynasına gittiğinde hâlâ aynı yerde duran Gökhan’ın arkalarından baktığını gördü.

“Demek onunla konuştun ama bana anlatmadın!” diyen Ahsen’in sesiyle ona döndüğü sırada arkadaşı onun kolunu çimdikleyince acıyla inledi. “Bir de, ‘Acaba fotoğraftan haberi olsaydı ne düşünürdü?’ dediğim zaman utanmadan fikirler yürüttün, sanki çocukla konuşmamış gibi.”

“Canımı yaktın,” diyen Göksel eliyle onun çimdiklediği yeri okşadı. “Araba kullanıyorum yahu.”

“Başlatma şimdi arabana da dökül. Ne zaman ve nasıl konuştunuz?”

“Fotoğrafı paylaştığım günün akşamında konuştuk. Benden fotoğrafı kendi hesabında da paylaşmak için izin istemişti, ben de paylaşabileceğini söyledim. Olay bundan ibaret, abartılacak bir yanı olmadığı için anlatmadım.”

“Çocuğa Kadıköy’e sık gelmediğini bile söylemişsin.”

“Bana kafeye düzenli mi geldiğimi yoksa yolumun ilk kez mi düştüğünü sorduğunda yolumun ilk kez düştüğünü, Kadıköy’e çok sık gitmediğimi söyledim. Laf arasında olan bir şeydi, hatırlaması onun bileceği iş.”

“Orası öyle ama yine de bana anlatman gerekirdi.”

“Öğrendin işte,” diye geçiştirdi Göksel. “Yüz yüze de tanışmış olduk. Hem sen niye Gök diye bağırdın ki? Bilerek yaptın değil mi?”

“Evet, bilerek yaptım. Belki çocuğun dikkatini çekersin, sohbet edersiniz ve ona fotoğraftan bahsedersin diye düşündüm. Tabii çocuğun fotoğraftan çoktan haberi olduğundan, kendi hesabında bile paylaştığından ve adının Gökhan olduğundan haberim yoktu. Gök, diye bağırdığımda bana doğru öyle bir döndü ki sanki ona seslenmişim gibiydi. O an şaşırmıştım ama şimdi nedenini anlıyorum.”

Göksel gülümseyerek başını iki yana salladı. Ara sokaktan caddeye çıkarken sessiz kaldı, aracı caddedeki araçların arasına sokup yolda ilerlemeye başlayana kadar geçen birkaç saniyede de sessizliğini korudu.

“Benim o fotoğrafçı olduğumdan şüphelendiği için konuştu,” diye cevap verdi. “Elimde bir fotoğraf makinesi vardı, bana Gök diye seslenmiştin ve onun fotoğrafını çektiğim kafenin önündeyim; hâliyle o fotoğrafçı olabileceğimi düşündü ve öğrenmek istedi. Söyleme taraftarı değildim fakat artık karşı karşıya gelince ve konuşunca söylemek en doğrusuydu.”

“İyi birine benziyor,” dedi Ahsen omuz silkerek. “Ben sevdim. Kibar, güler yüzlü ve hoşsohbetti; üstelik konservatuvar öğrencisi. Çekici bir havası olduğunu da kabul etmek gerekir.”

Ahsen, Göksel’e anlamlı bir bakış attı. İkisinin arasındaki enerjiyi ve çekimi hissetmişti.

“Ben de negatif bir enerji almadım,” dedi Göksel arkadaşına bakarak. “Dediğin gibi iyi birine benziyor.”

“Sayesinde çok keyifli bir akşam geçirdik. Müzisyenliği müthiş, virtüöz denecek kadar iyi ve sadece yirmilerinin başında. Bundan on sene sonra nasıl bir noktaya gelecek acaba? Kim bilir, belki çok ünlü bir müzisyen olur ve biz de kariyerine şahit oluruz. Kafeyi de çok beğendim, bir ara yine gidelim.”

“Benim için de keyifli bir akşamdı ve genç hakkında söylediklerine de katılıyorum. Kafeye de gideriz elbette, ne zaman istersen bebeğim.”

Ahsen ona öpücük attı.

“Sinirin geçti mi?” diye sordu Göksel. “Saçımı başımı yolmayacak mısın?”

Ahsen başını koltuğa yaslayıp kahkaha attığında Göksel de güldü.

“Yolmamı istiyorsan yolarım,” dedi Ahsen. “Ama bence son derece güzel, keyifli ve eğlenceli bir akşamın sonunda saçlarının yolunmasını istemezsin.”

“Aslına bakarsan hiçbir zaman bunu istemem.”

İkili yine gülüştüğünde bu önceki seferden daha sesli oldu.

“Bu yüzden ayağını denk al kızım,” dedi Ahsen. Göz kırptı. “Goygoy bir kenara, gencin çaldığı son şarkıyı araştıracaktım.” Çantasından telefonunu çıkardı. “Ben de müzisyeni oynarım şimdi diye bir cümle geçiyordu değil mi parçada?”

“Evet.”

Ahsen arama motoruna bu cümleyi yazıp ara tuşuna dokunduğunda aradığı şarkıyı buldu.

“Yavuz Çetin’in bir şarkısıymış,” dedi ekrandakilerini okurken. “Adı da Oyuncak Dünya imiş.” Ekranı aşağı kaydırdığında şarkının sözlerinin yazdığını gördü, biraz altta da hakkında bölümü vardı. “Yuh! 2001 yılında çıkmış. Şarkı neredeyse bizimle yaşıt.”

“Yavuz Çetin ismi tanıdık geliyor,” dedi Göksel. “Kim olduğuna bakar mısın?”

“Bakayım,” diyen Ahsen bu sefer müzisyeni aradı. Kısa bir süre yazanlara göz gezdirdi. “1970 doğumluymuş, müzisyen ve gitarist olduğu, iki tane de albüm çıkardığı yazıyor. 2001 yılında intihar etmiş.”

Arkadaşının söylediği son cümle Göksel’in kafasında bir ampul yaktı. “Köprüden atlayarak mı intihar etmiş?”

“Adamla ilgili hatırladığın ayrıntı bu mu gerçekten? Dur ona da bakayım. Herkes neden öldüğünü merak etmiş olacak ki kullanıcılar bunları da sordu kısmındaki en başta yazan soru bu.” Ahsen orada yazanları da hızlıca okudu. “Adamla ilgili hatırladığın ayrıntının bu olmasına mı yoksa doğru hatırladığına mı üzülsem bilemedim şu an. Kendisine yoğun depresyon teşhisi koyulmuş, bir hafta hastanede tedavi görmüş ve iyileştiği söylenerek taburcu edilmiş; 15 Ağustos 2001 günü de Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar etmiş. Çok gençmiş, üzüldüm. Biz de şu an tam olarak Boğaziçi Köprüsü’ne gidiyoruz.”

“Bir haftalık tedavi sonrası iyileştiği mi söylenmiş?” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Yoğun depresyon bir haftada iyileşen bir hastalık mıymış yahu? Hiçbir uzmanlığım yok ama kulağıma pek mümkün gelmedi açıkçası.”

“Bana da pek oluru varmış gibi gelmedi ama uzmanlığım olmadığı için yorum yapmayacağım. Sen bu ayrıntıyı nereden biliyorsun?”

“Birkaç yerde kendisiyle övgüyle bahsedildiğini okumuştum, o arada intiharını da okumuş olmalıyım.”

Ekranda yazanları okuyan Ahsen, “Kendisinden gitarın virtüözlerinden biri diye bahsetmişler,” dedi. “Blues söylüyormuş. Hiç dinlemediğim için tanımamam normal ama epey efsane birine benziyor, Oyuncak Dünya’yı bir de kendisinden dinleyelim bakalım.”

Göksel radyodan Oyuncak Dünya’yı açtı. Daha dakikalar önce duydukları gitar girişini yeniden duydular. Şarkı başlar başlamaz insana hüznü hissettiriyordu. Kısa bir girişten sonra Yavuz Çetin’in sesi duyuldu. Çetin de şarkıyı duygu dolu bir sesle okuyor, dinleyiciye bir şeyler anlatıyordu. Tıpkı Gökhan gibi.

Göksel arabayı anayola sürerken ikili hiç konuşmadan şarkıyı dinledi. Yoruldukları için konuşmaya hâlleri pek kalmamıştı ama dinledikleri şarkının güzelliği de onları sessizliğe iten önemli bir etkendi. Şarkının sözleri iki genç kadını da geçmişe, çocukluklarına götürmüştü ve onlara eskiyi hatırlatıp onları düşünmeye itmişti. Şarkıda bahsi geçen oyunbozanları tanıyorlardı; diğer çocukları üzen ve oyunun kurallarını bozan o mızıkçılar her ortamda olurdu ve herkes hayatında bir kez de olsa onları tanırdı.

Şarkının sözlü kısmı bittiğinde ikisi de neyin geleceğini çok iyi biliyordu.

“Çok güzel şarkıymış gerçekten,” dedi Göksel. “Dinleyeceğim şarkılar arasına eklendi.”

“Ben de dinlerim,” diye ona katıldı Ahsen. “Sanırım hayatımda ilk kez Blues türünde bir şarkı dinledim ve sevdim. Bu akşam her konuda verimli oldu.”

Gitar solosu kısmını dinlerken yine sessiz kaldılar. Yavuz Çetin bu ülkenin en iyi gitaristlerinden biriydi ve bu şarkıdaki gitar performansı da olağanüstüydü.

“Kulaklarım,” diyen Ahsen elleriyle kulaklarına dokundu. “Kutsandılar.”

Göksel kahkaha attı.

“Bu gitar çalmak değil; bu artık gitarın kendisi olmak, gitara dönüşmek,” diye devam etti Ahsen. “Gerçekten çok üst düzey bir gitaristmiş ve bunca zamandır dinlemediğim için çok eksik hissediyorum şu an. Gökhan’ın hakkını da yememek lazım, bu kadar zor bir parçayı kusursuz çalmak her babayiğidin harcı değildir; çocuk sahneyi yıkıp geçti.”

“Adamdan virtüöz diye bahsetmelerinin bir sebebi olmalıydı,” dedi Göksel arkadaşına kısa bir bakış atıp. “Geç olsun güç olmasın güzelim. Gökhan konusunda da haklısın, bu akşam saygımı kazandı. Tabii bu onun için hiçbir anlam ifade etmiyordur ama olsun.”

“Senin gibi bir müzikseverin saygısını kazanmak gayet de anlam ifade edecek bir şey. Müzik konusunda ne kadar bilgili olduğunu çok iyi biliyorum, aynı zamanda ne kadar seçici olduğunu da. Bir şeyi beğendiysen o şey gerçekten güzeldir.”

“Teşekkür ederim güzelim,” deyip onun yanağından makas aldı Göksel. “Beni onurlandırdın.”

“Gerçekleri söyledim yalnızca.”

İkili Fatih’e olan yolculukları boyunca şarkılar dinledi, onlara eşlik etti ve arabanın içinde adeta mini bir konser verdi. Trafik her cumartesi akşamı olduğu gibi yoğundu, saatlerini de yolda geçirdiler ama en nihayetinde gece yarısında Fatih’e ulaşmayı başardılar. Ahsen Göksel’e göre biraz daha güneyde oturuyordu, Göksel avcunun içi gibi bildiği ara sokaklarda arabayı sürüp Ahsen’in oturduğu sokağa geldi. Hızını iyice yavaşlatan Göksel, Ahsenlerin yaşadığı pembe boyalı apartmanın önünde aracı durdurdu.

“Kürkçü dükkânına geri döndüm,” diyen Ahsen başını uzatıp oturdukları apartmana baktı. “Salonun lambası yanıyor, bu da demek oluyor ki bizimkiler uyumamış ve beni bekliyor.”

“Yüksek ihtimalle benimkiler de uyumamıştır,” dedi Göksel. “Onlar da haklı. Ülke o kadar tehlikeli bir yere dönüştü ki evdeki her birey eve sağ salim dönmeden herkes diken üstünde oluyor.”

“Ah ah, hiç açma bu konuyu. Çok doluyum, konuşmaya başlarsam susmam. Bu akşam da başımıza bir şey gelmeden sağ salim eve döndüğümüz için şanslıyız. Sen de dönüş yolunda çok dikkatli ol, eve varınca da haber et.”

“Tamam bebeğim, ederim.”

İkili vedalaştıktan sonra Ahsen arabadan indi. Göksel camı açıp onun apartmana ilerlemesini izledi. Kapının önünde duran Ahsen zile bastıktan sonra arkasını dönüp Göksel’e baktı.

“Hadi git sen,” dedi başıyla sokağı işaret ederek.

“Eve girdiğini göreyim de gideceğim,” dedi Göksel. “İçim rahat etsin.”

“Senin içini yerim sarı civciv.”

Apartman kapısı otomatiğe basılarak açıldı.

“Aha açtılar,” dedi Ahsen. “Ben giriyorum, sen de dediğim gibi dönüş yolunda dikkatli ol ve eve varınca haber et.”

“Annenlere selamlarımı söylersin. Öpüyorum hepinizi.”

“Aleykümselam.”

Ahsen apartmana girdiğinde Göksel de gaza basıp yeniden yola koyuldu. İleriden sola dönüp yukarı doğru çıkmaya başladı. Saatler gece yarısını geçtiği için ara sokaklarda in cin top oynuyordu. Göksel akşam vakitleri araba sürmeyi çok sevse de son birkaç aydır etrafta gezen tekinsiz tipler arttığı için eskisi kadar kendini güvende hissetmiyordu. Kapıları kilitlediğine emin olduktan sonra fonda çalan şarkıyı değiştirdi. Cigarettes After Sex adlı çok sevdiği grubun Opera House adlı şarkıları çalmaya başladığında sesi yükseltti. Bu parçayı çok seviyordu, araba sürerken dinlemeye de bayılıyordu.

Hızını yavaş tutan Göksel sokak lambalarının sarı ışıklarıyla aydınlanan sokaklardan geçerken çalan şarkıyı dinleyip bugünü düşündü. Fazlasıyla eğlendiği ve keyifli vakit geçirdiği bir gün olmuştu. Genç kadın için bir kez gelinen bu kısa hayatta güzel anılar biriktirmek en önemlisiydi. Hayatı kumbaraya benzetecek olursa güzel anılar o kumbaranın içine attığı şeylerdi ve güzel anılar paralardan çok daha değerliydi. Bundan yıllar sonra geriye dönüp baktığında kumbarasının güzel anılarla dolup taştığını görmek istiyordu. Bugün de kumbarasına attığı değerli anılardan biri olmuştu ve bugünü her zaman güzel hatırlayacaktı.

Telefonu çalmaya başlayınca, hızını iyice düşürüp telefonuna uzandı. Arayan kişi babasıydı.

“Efendim?” diye açtı telefonu.

“Göksel, neredesin güzelim?” diye sordu babası. “Çok mu trafik var?”

“Ahsen’i eve bıraktım, geliyorum. Birkaç dakikaya evde olurum.”

“İyi bari. Gecikince merak ettim.”

“Merak etme canım, geldim sayılır. Köprü trafiği yine çok fenaydı ama oradan kurtulalı çok oldu.”

“Tamam bebeğim, dikkatli ol.”

“Evde görüşürüz.”

Göksel telefonu kapatıp hızını az önceki seviyeye getirdi. Mahalle arasından caddeye çıktığında şehrin kalabalığına geri döndü. Cadde, mahalle arasının aksine ışıl ışıl, gürültülü ve insanlarla doluydu. Kendi tarafındaki camı üstten biraz açıp ılık yaz havasının yüzüne çarpmasını sağladı. Rüzgâr yüzünden saçlarının bozulacağını biliyordu ama zaten eve gittiği için bunu umursamadan rüzgârı yüzünde hissetmek istedi. Özellikle deniz kenarında araba sürerken deniz havasının yüzünü okşamasını, tuz kokusunun ciğerlerini doldurmasını çok seviyordu.

Caddede biraz ilerledikten sonra yine mahalle arasına girdi ve doğruca kendi oturdukları sokağa sürdü. Oturduğu yer Ahsen’in oturduğu yere göre biraz daha merkezi ve hareketli olduğu için buradaki sokaklarda insanlarla araçlara rastladı. Apartmanların gölgesinde kalan tanıdık sokaklardan geçip kendi oturduğu krem renkli beş katlı apartmana ulaşmayı başardı. Şanslıydı ki hemen apartmanın önünde boş bir park yeri vardı, arabayı dikkatlice oraya park etti ve eşyalarını alarak araçtan indi.

 Uzun ve hâliyle yorucu bir gündü, genç kadın da yorulmuştu ve pijamalarını giyip yatağına uzanmak için sabırsızlanıyordu. Apartmana ilerleyip kapı şifresini girdikten sonra apartmanın içindeydi. Asansörün beşinci katta olduğunu görünce oflayarak onu bulunduğu kata, zemine çağırdı. Beşinci katta Emrah’la ailesi yaşıyordu, bu da demekti ki apartmana en son onlardan biri girmişti. Göksel bu kişinin Emrah olduğunu düşündü. Genç adamın arkadaş çevresi genişti ve özellikle hafta sonu akşamlarında onlarla dışarı çıkmayı seviyordu.

Asansör zemin kata ulaşınca Göksel asansöre bindi, dördüncü katın düğmesine bastı ve sırtını aynaya yasladı. Gökhan’ın kendisine bakan yumuşacık bir kahverengi tonundaki gözleri aklına gelince kaşlarını çattı. Bütün akşam boyunca onunla bir kez bile göz göze gelmemeyi başarmıştı ama Ahsen’in farklı planları vardı. Göksel yapı olarak biraz çekingen biri olduğu için insanlarla konuşma konusunda çok girişken sayılmazdı. Gökhan’la mesajlaştığında genç adam kendisini kafeye her zaman beklediğini, eğer fotoğrafçı olduğunu belirtirse onu hatırlayacağını söylemiş olsa da Göksel oraya gittiğinde sanki tüm bunlar yaşanmamış gibi davranmayı tercih etmişti. Akşamın sonuna kadar istediği de olmuştu, Gökhan’la göz göze bile gelmemişti ama çıkışta yağmura yakalanır gibi Ahsen’e yakalanmıştı. Gökhan kendisine hitaben konuştuğunda hâliyle ona cevap vermek zorunda kalmıştı ve konuşma ilerleyince, genç adamın da bir şeyleri anladığını görünce fotoğrafçı olduğunu dile getirmişti. O an çok gerilse de şu an onunla konuştuğu için memnun bile hissediyordu. Genç adam Ahsen’in de dediği gibi kibar, güler yüzlü ve hoşsohbet biriydi. Göksel ondan iyi bir enerji almıştı.

Asansörün kapıları açılınca, düşüncelerinden sıyrılıp asansörden çıktı. Annesini açık daire kapısında gördüğünde irkildi.

“Hoş geldin bebeğim,” dedi annesi Güzin. Kızını şöyle bir süzdü. “Epey yorgun görünüyorsun.”

“Çünkü epey yorgunum,” dedi Göksel. Çantasını annesine uzattı. “Ve hoş buldum.”

Genç kadın ayakkabılarını çıkarıp eve girdiğinde annesi onun yanağını öptü.

“Nasıldı bakalım günün?” diye sordu. “Neler yaptınız?”

İkisi birden salona ilerledi. Ailenin babası Engin de salondaydı. Göksel babasıyla da selamlaşıp onun yanağını öptü ve onun yanına oturdu.

“Çok güzel bir gün geçirdim,” dedi Göksel. “Kadıköy’e gittik. Biraz çarşısında gezdik hatta Ahsen’in de etkilemesiyle bir şapka aldım; Moda’ya inip sahilde oturduk ve dondurma yedik, akşam da canlı müziği olan bir kafeye geçip orada oturduk.”

“Ne güzel,” dedi annesi. “Kız kıza gezmek çok iyi gelmiştir.”

“Evet, geldi. Kızların da çok selamı var.”

“Aleykümselam,” dedi Engin. “Şapkanı göster bakalım.”

“Çantamda ve çantam da çok uzakta şu an. Sarı bir balıkçı şapkası, önünde beyaz bir papatya var.”

“Başka bir renk olması mümkün değil,” diyen annesi gülümsedi. Göksel’in sarı rengini ne kadar sevdiğini biliyordu. “Güle güle kullan bebeğim.”

“Güzel günlerde kullan,” dedi babası da. “Bir ara takar gösterirsin.”

“İkinize de teşekkür ederim ve gösteririm elbette. Siz neler yaptınız?”

“Ben tüm gün evdeydim,” dedi Güzin. “Baban da birkaç saatliğine mağazaya uğradı. Toplantın vardı değil mi hayatım?”

“Evet, toplantıya girip geldim. Anneni de akşam yemeğine götürdüm. Baş başa yemeğe çıkmayalı biraz olmuştu, arayı kapattık.”

“Çok iyi yapmışsınız,” dedi Göksel gülümseyerek. “Romantik akşam yemekleri güzel şeyler. Henüz bir tanesine gitmedim ama güzel olsa gerek.”

Annesiyle babası gülüştüler.

“Bir İstanbul beyefendisi hayatına girdiğinde sık sık çıkarsınız,” dedi babası. “Gençken böyle randevuların tadı bir başka oluyor.”

“İstanbul beyefendileri romanlarda kaldı sanki,” dedi Göksel bir gözünü kısarak. “Günümüzde oldukça ender görülüyorlar.”

“Bizim zamanımızda bile enderdiler,” dedi annesi. Eşine baktı. “Ama ben bir tanesini buldum, bulmuşken de nikâhı kıyıp iki de çocuk yaptım. Senin de karşına çıkacağına inanıyorum, çıkmazsa da sorun değil tabii.”

Annesiyle babası birbirlerine gülümsediğinde Göksel de sırıtarak ikisine baktı. Yaşları elliyi geçen, yirmi dokuz senedir evli olan annesiyle babasının hâlâ ilk günkü gibi birbirlerini sevmesi, sık sık flörtleşmesi ve birbirlerine güzel sözler söylemeleri içini sıcacık yapıyordu. Annesiyle babası genç kadın için gerçek aşkın kanıtıydı. Aşk hiçbir zaman kolay bulunabilir ya da kolay ulaşılabilir bir şey olmamıştı, bu yüzden gerçek aşk bulunduğunda bu çok değerli bir madeni bulmakla eş değerdi. Göksel de ebeveynleri sayesinde bunu biliyordu.

“Fotoğrafınızı Ahsen’in hikayesinde gördüm,” dedi Güzin. “Hepiniz çok tatlı çıkmışsınız.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bir sürü fotoğraf çektik, makineden alınca gösteririm. Moda’da sahilde otururken onlarcasını çektik. Kadrajın önünde olmayı sevmeyen benim bile bir sürü fotoğrafımı çektiler.”

“Ne güzel yapmışlar,” dedi babası. “Fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmaman normal, buna saygı da duyuyorum ama bu kadar güzel bir kızken kameralardan sürekli kaçman kendine haksızlık yapıyorsun gibi geliyor. Nadir de olsa kadrajın içini süslemelisin. O fotoğrafların da harika olduğuna eminim.”

“Ya baba!” dedi Göksel kelimenin sonunu uzatarak. Onun yanağını öptü. “Çok tatlısın, çok teşekkür ederim.”

Engin de onun yanağını öpüp saçlarını okşadı. Göksel’in ondan beş yaş büyük, adı Giray olan bir ağabeyi vardı. Giray iki senedir Ankara’da yaşıyor, orada bir lisede coğrafya öğretmeni olarak çalışıyordu ve geçen yaz hayatını bir meslektaşıyla birleştirmişti. Engin iki çocuğunu da çok seviyor, ikisine de çok değer veriyordu ama kızı Göksel’in yeri onda daha bir başkaydı. Bunda Göksel’in küçük çocuk ve aynı zamanda kız çocuğu olmasının etkisi büyüktü. Genç kadın babasının gözünde asla büyümüyordu ve her zaman da beyaza yakın sarı dalgalı saçları renkli tokalarla toplanmış, kocaman mavi gözleri pembe yanaklı beyaz yüzünde zekâyla parlayan; ince sesiyle tatlı tatlı konuşan, babasının kucağından inmeyen ve ona bitmek tükenmek bilmeyen sorularını sıralayan o küçük kız çocuğu olarak kalacaktı.

“O senin tatlılığın prensesim benim,” dedi Engin. “Hadi kalkıp elini yüzünü yıka, üstünü değiştirip rahat kıyafetlerini giy de dinlenmeye çekil. Ne kadar yorulduğun gözlerinden okunuyor.”

“Trafik kadar hiçbir şey yormadı,” dedi Göksel. “Nefret ediyorum bu şehrin kalabalığından da bitmek bilmeyen trafiğinden de. Mezun olunca küçücük bir beldeye taşınıp düğün fotoğrafçılığı yapacağım.”

Annesiyle babası gülüştü.

“Görüntü yönetmeni olma hayalin çok çabuk değişmiş bakıyorum,” dedi annesi. “Hem fotoğraf hem de video alanında büyük şirketlerle, isimlerle çalışmak istiyordun.”

“Vazgeçtim ve beni buna İstanbul zorladı. Bu şehirde görüntü yönetmeni olacağıma küçük bir beldede kendi stüdyomda gelin damat çekerim daha iyi.”

Göksel böyle söylese de annesinin de dediği gibi bu sektörde büyük hedefleri vardı. Büyük şirketlerle, ünlü markalarla ve isimlerle hem fotoğraf hem de video çekimleri gerçekleştirmek istiyordu. Kendi stüdyosunu kurmak da istekleri arasındaydı ama sektörün bu tarafında da aktif olarak çalışmayı düşünüyordu.

“Düğün fotoğrafçılığında iyi para var,” diye bir yorumda bulundu babası. “Bence gayet iyi bir kariyer planlaması.”

“Yok, kalsın,” diyen Göksel ayağa kalktı. “İstanbul’u sevmiyorum ama bir süre daha mecburen dayanacağım. Şimdi izninizle elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştireceğim.”

“Tamam güzelim.”

Banyoda elini yüzünü yıkayıp temizlenen Göksel odasına girip üstündeki beyaz bluzla sarı kot pantolonu çıkardı ve pijama takımını giyerek saçlarını gevşek bir biçimde at kuyruğu yaptı.

Annesiyle babasına iyi geceler dilemek için odasından çıkmıştı ki kapı önünde annesiyle karşılaştı. Güzin elinde bir papatya çayıyla Göksel’in odasına girmeye hazırlanıyordu.

“Yatmadan bunu iç de daha rahat uyu bebeğim,” dedi.

“Çok düşüncelisin, teşekkür ederim,” deyip kupayı elinden aldı ve masasının üstüne bıraktı. “İçince uyku kalitem artıyor gerçekten.”

“Bu yüzden yaptım zaten kuzum.”

O sırada salonun lambasını kapatıp odadan ayrılan Engin de eşiyle kızının yanına geldi.

“Sen eve sağ salim döndüğüne göre artık huzurla uyuyabiliriz,” deyip kızının alnını öptü. “Sen de çayını içip uyu, güzelce dinlen bebeğim.”

“Planlarım o yönde,” dedi Göksel. “Size iyi geceler.”

Göksel annesi ve babasıyla öpüştükten sonra odasına girdi. Annesinin yaptığı papatya çayını alarak yatağına ilerledi. Yorgunluk, dakikalar geçtikçe varlığını daha çok belli etmişti ve genç kadın yatağa girdikten sonra bir daha kalkamayacağını, derin bir uykuya dalacağını biliyordu. Pikesini kaldırıp sırtını bazanın başlığına yaslayarak yatağa uzandı. Papatya çayından küçük yudumlar alarak içerken sessizliği dinleyip iyice gevşedi. Saatlerce İstanbul’un gürültüsünü dinledikten sonra artık evinde, yumuşacık yatağında sessizlik içinde uzanmak kadar huzur verici bir şey yoktu. Son yudumu da içtikten sonra kupayı komodinine bıraktı, aynı komodinin üstündeki gece lambasını kapattı ve başını yastığa koyup kısa sürede uykuya daldı.

]]>
Tue, 09 Aug 2022 16:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 1. Kare: Tuz Kokan Şarkılar https://edebiyatblog.com/kadrajdakidunyalar https://edebiyatblog.com/kadrajdakidunyalar Sun, 31 Jul 2022 18:00:00 +0300 eylemoykuozdemir Kadrajdaki Dünyalar | 2. Kare: Bir Yeni Mesaj https://edebiyatblog.com/kd-2kare-bir-yeni-mesaj https://edebiyatblog.com/kd-2kare-bir-yeni-mesaj Bir süre hareket etmeden elindeki telefona bakan Göksel kendine geldiğinde yatağına ilerleyip yatağın kenarına oturdu. Üstündeki şaşkınlığı atmayı başarıp ona bu mesajı atan hesabın profiline girdi. Gözlerinin ilk odağı profil fotoğrafı oldu. Bir masada oturduğu belli olan genç erkeğin üstünde mavi bir gömlek vardı, kahverengi saçlarını sola doğru özenle taramıştı ve yüzündeki hoş gülümsemeyle kadraja bakıyordu. Göksel bakışlarını onun yüzünde gezdirdiğinde bunun dün akşamki genç olduğundan emin oldu.

Gerçekten oydu.

Herkese açık bu profilin sekiz yüz küsur takipçisi, bir o kadar takip ettiği hesap ve sayısı yirmiyi geçmeyen gönderisi vardı. Biyografı kısmındaysa şunlar yazıyordu:

İÜ Devlet Konservatuvarı

Solist/Gitarist

Genç kadının yüzüne hem şaşkınlık hem de hayranlık içeren bir ifade yayıldı. İÜ, İstanbul Üniversitesinin kısaltmasıydı, oranın konservatuvarı da oldukça seçkin bir sanat okuluydu ve orada okumaya hak kazanmak her babayiğidin harcı değildi. İlgisi iyice artan Göksel ekranı kaydırıp hesapta paylaşılan gönderileri incelemeye geçti. Gökhan Uygur isimli genç son fotoğrafını iki ay önce paylaşmıştı. Fotoğrafta Boğaz’ı arkasına alan genç, ellerini üstündeki montun ceplerine sokmuş, kameraya bakıp gülümseyerek poz vermişti.

“O,” diye düşündü yüzünü daha büyük ekranda görme şansı yakalayan Göksel. “Gerçekten dün akşamki genç.”

Diğer fotoğraflara da hızlıca baktı. Fotoğrafların çoğunda Gökhan ve iki gitar vardı; kafede çaldığı kahverengi klasik gitar ve beyaz bir elektro gitar. Kalan birkaç fotoğraf da kalabalık gruplarla çekildiği fotoğraflardı. Geniş bir çevreye sahip sosyal birisi olduğu hem takipçi sayısından hem fotoğraflarına gelen yüzlerce beğeniden hem de fotoğraflardaki insan sayısından anlaşılıyordu.

Hesabı haddinden fazla incelediğini fark eden Göksel mesaj sayfasına geri dönüp onun isteğini kabul etti. Mesajı bir kere daha okuyup nasıl bir cevap verebileceğini düşündü. Gökhan ona son derece kibar ve teklifli bir dille mesaj yazmıştı, o da aynı şekilde karşılık vermeliydi. Biraz düşündükten sonra ince parmaklarını klavyenin üzerinde gezdirmeye başladı.

Merhaba. İlginiz ve kibar sözleriniz için teşekkür ederim, böyle bir geri dönüş almak beni sevindirdi. Fotoğrafı kaydedip dilediğiniz her yerde paylaşabilirsiniz elbette. İsterseniz fotoğrafı e-posta adresinize gönderebilirim, kalitesi de bozulmamış olur.

Mesajı ona gönderip mesaj sayfasından çıktı ve birkaç saat önce paylaştığı fotoğrafa gelen beğenileri açtı. Birkaç beğeni tanıdıklarından gelirken geri kalan beğeniler de her zaman olduğu gibi bizzat tanımadığı ama onu takip eden kişilerden gelmişti. Göksel bu hesabın sahibi olduğunu gizlemiyor, hem aile üyelerini hem de arkadaşlarını takip ediyordu fakat burada kişisel hiçbir şeyini paylaşmıyordu. Öyle ki hesabının isim kısmında tam adı yerine sadece “Gök” yazıyordu ve profil fotoğrafında kendisi yerine analog kamerasının bir fotoğrafı vardı. Kadrajına yansıyan şeyleri anonim bir kimlikle paylaştığı bu hesabı seviyordu, bu hesap onun ilhamını ve motivesini dinç tutuyordu.

Kısa bir arayıştan sonra fotoğrafı beğenenler arasındaki o ismi buldu: Gökhan Uygur. Bir süre bu isme baktıktan sonra uygulamadan çıktı ve telefonun ekranını kapattı.

İnsanın aklına gelmeyen başına gelir, derlerdi. Genç kadının şu an yaşadığı durumu daha iyi özetleyen bir cümle yoktu. Bu zamana kadar paylaştığı pek çok fotoğrafa fotoğrafı çektiği yerin konumunu eklemişti, hem takipçilerinden soranlar olduğu için hem de daha çok kişinin fotoğrafı görmesi açısından bunu yapardı. Bu fotoğrafa konum bilgisini eklerken de amacı buydu. Fotoğrafını çektiği gencin konumdaki gönderilere bakacağı, bu fotoğrafı göreceği ve kendisiyle iletişime geçeceği aklının ucundan bile geçmeyen bir durumdu ama işte başına gelmişti.

Sırtını yatak başlığına yaslayıp dizlerini de gövdesine doğru çekti. Aslında ders çalışmak için masa başına geçmesi gerekiyordu fakat şu an tüm odağı bu olay üzerinde yoğunlaşmıştı ve konuşma sona ermeden dikkatini derse veremeyeceğini biliyordu. Birkaç dakika kendini oyaladıktan sonra telefonunu yeniden eline aldı. Neyse ki Gökhan da ona cevap vermek için çok beklememişti.

Asıl ben bu güzel fotoğraf ve izniniz için teşekkür ederim. Fotoğrafı memnuniyetle paylaşacağım. Sizin için zahmet olmayacaksa @***@gmail.com adresine fotoğrafı gönderebilirsiniz.

Gencin kibar olduğu kesindi ama fotoğrafı paylaşabilmek için sahte bir kibarlıkta mı bulunuyordu yoksa kibarlığı içten miydi, bunu söylemek Göksel için zordu fakat o da kibarlıktan geri durmadı.

Ben de bundan memnun olurum. Dün akşamki performansınız çok güzeldi, ben de o anın ölümsüzleştirilmeyi hak ettiğini düşünerek fotoğrafınızı çektim.

Fotoğrafı da ilk fırsatta yazdığınız e-posta adresine göndermiş olurum.

Gencin onu yanlış anlamamasını umarak mesajları ona gönderse de bundan anında pişman oldu.

“Niye lafı uzattım ki?” dedi kendi kendine. “Bir de iltifat ettim çocuğa. Teşekkür edip geçsene işte.”

O, kendi kendine kızarken Gökhan mesajını gördü ve ona cevap yazmaya başladı. Sanki Gökhan karşısındaymış gibi toparlanan genç kadın, ondan gelecek cevaba odaklandı.

 Çok teşekkür ederim, hem kibar sözleriniz hem de fotoğraf için. Kafeye düzenli gelen biri misiniz yoksa yolunuz ilk defa mı düşmüştü?

“Bana bunu sorduğuna göre kendisi orada düzenli çıkıyor olmalı,” diye düşündü. “Düzenli çıkıyorsa düzenli müşterileri de en azından sima olarak tanıyordur.”

Ona cevap vermeden önce komodindeki su şişesine uzanıp bir yudum su içti. Lafı kendisinin uzattığını düşünse de ona soru sorarak bunu Gökhan yapmıştı. Göksel onun kendisini yanlış anlamamasına, soru sorarak konuyu değiştirmesine sevindi.

Kadıköy’e çok sık gitmiyorum, kafeye de yolum ilk kez düşmüştü ve içeride de çok oturmadan kalktım.

Gereksiz ayrıntılar verdiğini bile bile mesajı ona gönderdi ve hiç beklemediği bir şey oldu: Mesajı anında görüldü. Gökhan mesaj sayfasından çıkmamıştı. Bunu fark etmek onu gerdi.

Anladım. Ben her cumartesi orada çıkıyorum, sınavlarım sebebiyle önümüzdeki iki hafta çıkamayabilirim ama sonrasında yolunuz yine düşerse beklerim. Fotoğrafçı olduğunuzu söylemeniz sizi hatırlamam için yeterli.

 Gencin onun gelip gelmemesiyle ilgilenmediğini biliyordu ama centilmence davranması hoşuna gitti. Bu devirde bu seviyede bir kibarlık bile o kadar azalmıştı ki bunun değerini bilen herkes gibi Göksel de gencin bu tavrına aynı kibarlıkla yaklaştı.

 Aklıma not ettim. Sınavlarınızda da şimdiden başarılar dilerim.

Genç sanki karşısındaymış gibi yüzüne bir gülümseme yerleştirdi ama bunu fark etmedi.

Mutlaka beklerim ve çok teşekkür ederim, çok incesiniz.

Gökhan’ın mesajını okuduktan sonra konuşmanın sonuna geldiklerini anladı. Beklediğinden uzun süren fakat tam da kararında olan bir konuşma gerçekleştirmişlerdi.

Rica ederim. İyi akşamlar.

Gökhan’dan da aynı şekilde karşılık gelince telefonunu komodine koyup yatağa uzandı. İlk kez yaşadığı bu olay onu heyecanlandırmıştı. Daha önce fotoğrafını çektiği insanların fotoğraflarının çekildiğinden haberi vardı, onların yorumlarını sıcağı sıcağına duymuştu fakat ilk kez birinin fotoğrafını haberi olmadan çekmiş, hesabında paylaşmış ve hiç beklemediği bir şekilde fotoğrafını çektiği kişi fotoğrafı görerek onunla iletişime geçmiş, kendisine güzel sözler söylemişti.

Gökhan’ın fotoğrafı beğenmesine sevinmişti.

“Kibardı,” diye düşündü. “İnsanlarla nasıl konuşması gerektiğini de kesinlikle biliyor. Ben de fena iş çıkarmadım hani.”

Sol tarafının üzerine yatıp başını kolunun üstüne yasladı. Ders çalışmayı bir süre daha erteleyebilirdi.

***

 Gökhan’la Yağız ertesi gün okuldaydı. Birkaç kişi enstrümanlarını çalarken Gökhan bir sandalyede oturmuş bir yandan onları dinlerken diğer yandan da telefonuyla oynuyordu. Sosyal medya hesabı açıktı, dün akşam konuştuğu fotoğrafçının profilindeydi ve onun paylaştığı fotoğrafları inceliyordu. Fotoğrafçının bir amatör olmadığı hatta bir profesyonel olduğu hesaptaki fotoğraflardan anlaşılıyordu. Hesaptaki tüm fotoğraflar muhteşem fotoğraf çekme teknikleriyle çekilmiş, ince düzenlemelerden geçmiş ve kusursuz hâline gelmişti. Genç adam bu yetenek hakkında daha çok bilgiye sahip olmak istese de hesapta hesap sahibine dair hiçbir bilgi yer almıyordu. Hesabın isim kısmında Gök yazıyordu -bu onun ismi de lakabı da öylesine yazılmış bir kelime de olabilirdi-, biyografisinde de genç adamın okur okumaz çok beğendiği bir cümle yazıyordu: “Dünya, kadrajımıza yansıdığı kadardır.” Hesabın adını açıklayıcı nitelikte olan bu cümlenin fotoğrafçıya ait olduğunu düşünüyordu.

Gökhan dün paylaşılan kendi fotoğrafını tekrar açtı. Dün akşam iş çıkışı kafenin konumunu açıp neler paylaşıldığına bakmak istemişti ama böyle bir fotoğraf görmeyi hiç beklemiyordu. Kafeye gelen müşterilerin fotoğraflarının arkasında çıkmaya alışkındı veya videosunun çekilmesine fakat daha önce sahne alırken kendisini profesyonel bir kamerayla çeken birisine hiç denk gelmemişti. Bu fotoğrafı görür görmez fotoğrafa hayran kalmıştı ve fotoğrafa dikkatli baktığında şoke olmuştu: Fotoğraftaki kişi kendisinden başkası değildi. Gerek çekim açısı gerek ışık ayarlamaları gerekse fotoğrafın üstünde yapılan düzenlemelerle bir profesyonelin elinden geçtiği belli olan bu fotoğrafa bayılmıştı ve hemen fotoğrafın sahibiyle iletişime geçip kendi hesabında da paylaşmak için izin istemişti. Fotoğrafçının kendisine verdiği nazik cevaplardan da son derece memnun olmuştu. Şimdiyse bu fotoğraf dokuz yüz küsur beğeniyle fotoğrafçının hesabında duruyordu ve bu hesapta bu kadar beğeni alan başka bir fotoğraf yoktu.

Genç adam hesabın takip ettiklerine bakmak için ana sayfaya geri dönmüştü ki arkasından arkadaşı Yağız’ın sesi yükseldi:

“Gök,” dedi onun omzunun üstünden ekrana bakan Yağız. “Kim bu Gök?”

Gökhan başını çevirip ona bakarken Yağız da onun yanındaki sandalyeye oturdu.

“Ben de bilmiyorum,” dedi Gökhan. “Cumartesi akşamı kafeye gelip benim bir fotoğrafımı çekmiş ve dün de hesabında paylaşmış. İş çıkışı konumdaki gönderilere bakarken gördüm ben de ve fotoğrafı kendi hesabımda da paylaşmak için kendisiyle iletişime geçtim.”

“Ne fotoğrafıymış o? Göster bakayım.”

 Gökhan, fotoğrafı açıp arkadaşına gösterdi. Yağız bir ıslık çaldı.

“Güzel fotoğrafmış,” dedi memnun bir ifadeyle dudaklarını aşağı kıvırarak. “Makineyle çekildiği ve tecrübeli ellerden geçtiği belli. Dokuz yüz küsur da beğeni almış. Ünlü olmuşsun kardeşim.”

Gökhan gülerek omzuyla onun omzuna yavaşça vurdu. “Artık seni tanımam. Tüm dostluğumuz buraya kadardı.”

“Ah sırtım!” diyen Yağız yüzünü acıyla buruştururken elini de sırtına götürdü. “Sahte bir dostun hançeri saplandı.”

Gökhan başını arkaya yaslayıp bir kahkaha attığında Yağız da ona eşlik etti. Birkaç meraklı göz onlara dönse de çok eğlenen iki dost onları fark etmedi bile.

“Salak,” dedi biraz yatışan Gökhan. “Bir an sırtına cidden bir şey oldu sandım.”

“Hançer sapladın, daha ne olsun birader?”

“Sen bu oyunculuk yeteneğiyle müzik değil de tiyatro bölümünü tercih etmeliydin bence.”

“Sen de fotoğrafçılık yazmalıydın. Bırak tanımıyorum ayaklarını da söyle bakalım kim bu Gök? Erkek mi, kadın mı?”

“Bilmiyorum, dedim ya. Tanısam tanıyorum derim, senden mi saklayacağım oğlum?”

“Niye stalk yapıyorsun o zaman?”

“Stalk falan yapmıyorum. Fotoğrafın son durumuna bakmak için girdim öyle.”

“İyi bakalım, öyle olsun.”

“Fotoğrafı paylaşayım mı?” diye sordu Gökhan konuyu değiştirerek. “Ne dersin?”

“Paylaş gitsin. Güzel fotoğraf.”

Yağız ayağa kalkıp gitar çalan gençlerin yanına gittiğinde Gökhan yine yalnız kaldı. Bir süre daha fotoğrafa baktıktan sonra paylaşmaya karar verdi. Dün akşam fotoğrafçıyla konuşmasından kısa bir süre sonra fotoğrafçı fotoğrafı e-posta adresine göndermişti. E-posta adresinden fotoğrafçının kimliği hakkında bilgi alabileceğini düşünse de e-posta adresinin isminin de “kadrajdakidunyalar” olduğunu görünce bunun mümkün olmayacağını anlamıştı.

Genç adam fotoğrafı seçip bir süre açıklama kısmına ne yazabileceğini düşündü. En sonunda aklına fotoğrafı çeken kişinin yazdığı açıklama geldi: “Tuz kokardı şarkılar.” Evet, kendisinin de çok sevdiği bu cümleyi yazabilirdi. Uzun ince parmaklarını klavyenin üzerinde gezdirip bu şarkı sözünü yazdıktan sonra, “Fotoğraf: @kadrajdakidunyalar” diye ekleyip fotoğrafı çeken kişiyi de belirtti. Kendisi de bir sanatçı olduğu için telif hakları konusunda hassastı ve bu hakkın yok sayılmasına tahammülü yoktu.

Fotoğrafı takipçilerinin beğenisine sunduktan sonra ayağa kalkıp o da diğerlerinin yanına ilerledi. Yağız ve birinci sınıflardan bir delikanlı gitarlar hakkında sohbet ediyordu. Gökhan da sessizce onları dinlemeye başladı. İki genç de müzik hakkında konuşmayı, arkadaşlarıyla fikir alışverişinde bulunmayı çok seviyordu ama gençler Gökhan’ın on -ki bu süre onun hayatının yarısına tekabül ediyordu-, Yağız’ın da sekiz senedir çaldığı gitar hakkında sohbet etmeyi ayrı bir seviyordu. Hayatlarının en büyük parçası hâline gelen bu enstrüman hakkında hiç bıkmadan konuşabilirlerdi.

“Bu yaz eve dönünce haftada birkaç gün bir yerlerde çalmayı düşünüyorum,” dedi genç. “Daha iyi bir gitar almak için para biriktirmem gerek.”

“Bir yerde çalmaktansa düzenli olarak gideceğin bir iş bulursan onu yapmanı öneririm,” dedi Gökhan. “Kimse haftada birkaç gün için çok iyi para vermez.”

“Katılıyorum,” dedi Yağız. “Gitar çalarak bir ayda kazanacağın parayı işine göre bir haftada bile kazanabilirsin. Sevdiğin işi yapmak önemli tabii ama para biriktirmek istiyorsan düzenli iş şart.”

“Üniversite mezunlarının iş bulamadığı yerde ben nasıl iş bulacağım orası tartışılır ama uygun yerlere başvuru yaparım,” dedi genç. Belli etmese de morali bozulmuştu. “Neyse, bunları finallerden sonra düşünürüm. Şu an tüm odağım finallerde.”

 “En iyisi,” diyen Yağız gülümseyerek onun omzunu sıktı. “Önemli olan okulun.”

İki genç günü okulda geçirdikten sonra akşamüstü okuldan ayrıldılar. Evde yemekleri yoktu ama biraz paraları vardı ve onlar da akşam yemeğini dışarıda yemeye karar verip her zaman gittikleri bir mekâna gittiler.

“Ne yiyelim?” diye sordu Yağız.

“Canım etli bir şeyler çekiyor,” diye yanıt verdi Gökhan menüye bakarken. “Sanırım köfte ekmek yiyeceğim.”

“Olabilir, o zaman iki köfte ekmek söylüyoruz.”

Bir garsona siparişlerini verdiler.

Gökhan yemeklerini beklerken telefonuna bakmaya karar verdi. İnternetini açtığı zaman sosyal medya hesabından bir sürü bildirim geldi. Tüm bildirimler bugün paylaştığı fotoğraf için gelmişti. Hesabına girip fotoğrafını açtı. Yakın arkadaşları fotoğrafın altına övgü dolu yorumlar yapmıştı. Gökhan yüzünde sevimli bir gülümsemeyle yorumları beğendi.

“Niye gülümsüyorsun lan?” dedi Yağız.

“Fotoğrafımın altına gelen yorumları okudum,” dedi Gökhan gözlerini kaldırıp arkadaşına bakarak. “Güzel şeyler yazmışlar.”

Yağız da kendi telefonunu çıkarıp Gökhan’ın hesabına girdi. Fotoğrafa gelen yorumların yarısı fotoğrafın ne kadar güzel olduğuyla ilgiliydi.

“Burada takdiri fotoğrafı çeken kişi toplamış,” dedi Yağız. “Yorumların yarısı fotoğrafa yapılan övgülerden oluşuyor.”

“Fotoğraf çok güzel olduğu için normal,” dedi Gökhan. “Fotoğrafçının hak ettiği takdiri almasına sevindim.”

Fotoğrafı beğenen kişileri açıp dikkatle incelemeye başladı. Yaklaşık elli isme baktıktan sonra arkadaşlarının arasında duran hesabı gördü. Fotoğrafın sahibi fotoğrafını beğenmişti.

“O da beğenmiş,” diye mırıldandı Gökhan.

“Kim?”

“Gök,” dedi ona ilk kez ismiyle hitap ederek. “Fotoğrafçı.”

“Beğenir tabii,” dedi Yağız. “Fotoğrafını çektiği kişi tarafından takdir edilmek hoşuna gitmiştir.”

“Takdir edilmeye çok alışkın olduğunu sanıyorum. Hesabında paylaştığı fotoğrafların hepsi çok güzel.”

“Oturup onlara mı baktın?”

“Şöyle bir göz gezdirdim canım,” deyip kıpkırmızı kesildi. “Dün fotoğrafımı paylaştığını görünce hesabına hızlıca baktım, o arada gördüm. Oturup stalk yapmadım yani.”

Yağız arkasına yaslanıp gür bir sesle kahkaha attı. İçerideki birkaç göz onlara dönünce Gökhan eliyle yüzünü sakladı.

“Utandın,” diyen Yağız işaret parmağını hınzır bir ifadeyle ona salladı. “Domates Gökhan. Pardon Gök.”

Gökhan uzanıp onun koluna bir tane yapıştırdı. “Uğraşma oğlum benimle.”

“Seninle uğraşmak çok zevkli. Utanıp kızarmana bayılıyorum, domatese dönüyorsun.”

“Şimdi ben de senin suratını patlıcana döndüreceğim,” deyip yumruğunu gösterdi Gökhan. “Kendisiyle tanışmak ister misin?”

“Yok canım, ben yedim de geldim.”

Gökhan çantasından su şişesini çıkarıp biraz su içti. Bu sırada kızaran yüzü yavaştan da olsa tekrar beyaza dönmeye başladı.

“Bu fotoğrafçı ilgini çekmiş gibi,” dedi Yağız. “Dünden beri hesabında epey zaman geçirmişsin.”

“Ne ilgimi çekmesi canım?” diye yükseldi Gökhan. “Beni çektiği fotoğrafı beğenince hesabına şöyle bir baktım ve güzel fotoğrafları olduğunu gördüm.”

“Hem dün hem de bugün yaptın.”

“Bugünkü fotoğrafın beğeni sayısına bakmak içindi.”

“İyi bakalım,” dedi Yağız ona yemediğini belli eden bir bakış atarak. “Sen öyle diyorsan.”

Konunun uzamamasına sevinen Gökhan telefonunu eline alıp yeniden sosyal medya hesabına girdi. Takip ettiği hesapların gün içinde paylaştıklarına bakıp bazı gönderileri de beğendi. Genç adam sosyal medyada fazla zaman geçiren biri değildi, buna zamanı da yoktu; okul ve iş onu fazlasıyla meşgul ediyordu, geri kalan zamanlarda da normal olarak dinlenmeye vakit ayırıyordu. Gün içindeki boş zamanlarını sosyal medyada geçiriyor, kısa dakikalarını arkadaşlarının ve takip ettiği müzisyenlerin neler paylaştığına bakarak harcıyordu.

Siparişleri gelince çok aç olan iki genç köfte ekmeklere adeta gömüldüler. Üniversitesinin ilk senesinden beri geldikleri bu yerin yemekleri oldukça lezzetliydi ve fiyatları da cep yakan türden değildi. Çoğu öğrenci gibi ikisinin de aylık gelirleri çok azdı ve bu az miktarla çok fazla gideri karşılamak zorunda oldukları için bir şey alırken ilk kriterleri ucuzluk oluyordu.

“Uzun zamandır kırmızı et yiyememiştik,” dedi yemeğini bitiren Gökhan. “Özlemişim.”

“En az iki hafta daha yiyemeyiz,” dedi arkadaşı. “Gerçi o zamana okul bitiyor.”

“Aile evinde hiç yoktan haftada bir yersin tabii.”

“Birkaç günlüğüne sen de gel istiyorsan,” diye öneride bulundu Yağız. “Batı tarafına gidip tatil yaparız, arabayla gezeriz. Sana da değişiklik olur.”

Yağız aslen Balıkesirliydi ve ailesiyle beraber orada yaşıyordu. Üç senelik dostlukları süresince Gökhan onunla beraber pek çok kez Balıkesir’e gidip onun ailesinin evinde kalmış ve muhteşem zamanlar geçirmişti.

“Okul biter bitmez tam zamanlı çalışmaya geçeceğim,” dedi Gökhan. “Sezon sonuna doğru gelebilirim ya da patrondan birkaç günlük izin alıp yaz ortasında da gelebilirim.”

“Ben senenin yorgunluğunu hemen at diye dedim ama sen ne zaman istersen gelebilirsin. Orası senin de evin, biliyorsun.”

“Biliyorum kardeşim, teşekkür ederim.”

Gökhan camdan dışarı baktı, gözleri sokağa daldı ve sessizce iç çekti. Geçmişten bir anı hatırladı, verdiği acıya alıştığı ve geride bıraktığı bir andı ama aklına geldiğinde sızısını hâlâ hissediyordu. İnsanın alışmak zorunda kaldığı bir durumu beyni kabul etse bile kalbi bu konuda hep yaralı kalırdı ve bu durum insanın aklına her geldiğinde kalbin üstündeki yaraya bir miktar tuz dökerdi. Hayat bir yara açmak ve onun üstüne tuz basmaktan hiçbir zaman çekinmez, fırsatını bulur bulmaz bunu büyük bir gaddarlıkla yapar ve buna yaşamak derdi.

“Hey!” diye seslendi Yağız. “Dünyadan Gökhan’a. Aramıza dön.”

Gökhan daldığı düşüncelerden sıyrılıp arkadaşına baktığında yüzündeki bütün hüzün kayboldu.

“Bir şey mi diyordun?” diye sordu.

“Ne düşünüyordun öyle?” dedi Yağız. “Daldın gittin.”

“Önemli bir şey değildi.”

Yağız ona anlayışla baktı. Arkadaşının aklına neyin geldiğini, onun moralini neyin bozduğunu anlamıştı.

“Kalkalım mı?” diye sordu Gökhan. “Biraz sahilde yürürüz.”

“Sahilde yürüyüşe asla hayır demem,” diyen Yağız çantasına uzandı. “Hadi gidelim.”

İkili yediklerinin ücretini ödedikten sonra mekândan ayrıldı. Sahile çok uzak sayılmazlardı, bu yüzden kısa bir yürüyüş sonrası sahile vardılar. Hava son derece sıcaktı ama denizden esen rüzgâr insanı ferahlatıyordu. Gökhan gövdesini denize doğru döndü, gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak tuzlu deniz kokusunu ciğerlerine çekti. Özellikle İstanbul’a taşındıktan sonra ne zaman hayat koşuşturmasından uzaklaşmak, ara vermek, kafasını dinlemek istese soluğu deniz kenarında alıyor; kendisini iyi hissedene kadar sahilde vakit geçiriyor ve dalgaların onun zihnindeki her şeyi içine katıp kendisinden uzaklaştırmasına izin veriyordu. İnsanın bazen bir deniz kenarında vakit geçirmeye, eğer buna imkânı yoksa da en azından başını kaldırıp gökyüzüne bakmaya ihtiyacı vardı. Bu iki engin mavilik insanı yatıştırıyor, ona nefes aldırıyordu.

Gökhan gözlerini açıp Yağız’ı aradı. Arkadaşı da hemen onun sol tarafında duruyor ve kısık gözleriyle manzarayı izliyordu.

“Kim ne derse desin bu şehri seviyorum,” dedi Yağız. “Ayrılık vaktimiz yine yaklaşıyor. Balıkesir’e gidince birkaç gün şehrin sakinliğinde kafa dinlesem de hemen sonrasında İstanbul’u özlüyorum, arkadaşlarımı özlüyorum, okulu özlüyorum.”

“Bu kadar kalabalık olmasaydı ve her yerine hoyratça betonlar dikilmeseydi çok daha güzel bir şehir olurdu,” dedi Gökhan. “Çok kalabalık, çok karışık, çok yorucu. Bazen buradan kaçıp kafa dinlemek gerekiyor, sen de yaz tatilinin tadını çıkar.”

“İki buçuk ay dinlenir, eylülün başında soluğu yine burada alırım. Okulda son senemize başlayacağız, her gününü dolu dolu geçirmek ve güzel anılarımın sayısını katlamak istiyorum.”

“Katlarız elbette,” diyen Gökhan onun omzunu sıktı. “Daha önümüzde koca bir sene var.”

İki genç yavaş adımlarla sahil boyunca yürümeye başladı. Bir süre sessizlik içinde ilerlediler, dalga seslerini dinlediler. Güneş batma aşamasına geçmiş, gökyüzünü renklendirmeye başlamıştı. İkisi de günün bu zamanını seviyordu, özellikle de şimdi olduğu gibi deniz kenarında olduklarında. Günün bu vaktinde trafik inanılmaz yoğun oluyordu, keza insan kalabalığı da ve İstanbul’un bu yoğunluğunun içine karışmaktansa deniz kıyısında huzur bulmayı tercih ediyorlardı.

“Sınavlardan önceki son huzurlu günümüz,” dedi Yağız. “Yine boyumuzun ölçüsünü alacağımız bir final haftası olacak.”

“İki buçuk senede boyumun ölçüsünü çok iyi aldım,” diye cevap verdi Gökhan. “1 metre 81 santimetreyim. Biraz kötü bir espri oldu ama kusuruma bakma. Bu dönem çok çalıştım biliyorsun. Vize sonuçlarım çok iyiydi, inanıyorum ki finaller de öyle olacak.”

Yağız güldüğünde ufak gözleri adeta yok oldu. “Ben de çalıştım ama söz konusu bizim okul olunca her an her şey olabilir. En son boyumun ölçüsünü aldıklarında 1 metre 79 santimetreydim. Bakalım bu sefer ne çıkacak ya da boyumun ölçüsünü alabilecekler mi? Umuyorum ki almazlar.”

“Almazlar. İkimiz de çalışıyoruz, bunu da hallederiz.”

Konservatuvar okumak küçük yaşlardan beri gitar çalan, şarkı söyleyen, müzikle iç içe olan iki gencin de en büyük hayaliydi. Yetenek sınavlarını başarıyla geçip konservatuvarda okumaya hak kazandıktan sonra ikisi de öğrenmeye ve gelişmeye açık bir tavır sergilemiş, müziğin her alanına ilgi duyarak ve okulun onlara sunduğu tüm imkânlardan sonuna kadar faydalanarak kendisini geliştirmeye odaklanmıştı.

“Bütünlemelere kalmadan bir an önce evime dönmek istiyorum,” dedi Yağız. “Ailemi özledim. Görüşmeyeli epey oldu.”

“Haftaya kavuşursunuz umarım.”

“Umarım kardeşim. Sen tatilde çalışmak dışında ne yapmayı planlıyorsun?”

“Şarkıların üzerinde çalışacağım. Yarım kalan çok proje var, onları tamamlamakla uğraşacağım.”

“Bana da gönder. Kulaklarım kaliteli bir şeyler dinlesin.”

Gökhan ilk gitarını aldığından beri kendi şarkılarını yazıp besteliyordu fakat bu zamana kadar onları ev arkadaşı, aynı zamanda en yakın arkadaşı olan Yağız’dan başkasına dinletmemişti. Genç müzisyen şarkı yazma konusunda son derece yaratıcı, üretken ve yetenekliydi fakat yaşı henüz çok gençti; bu yüzden şarkılarını paylaşmak için acele etmiyor, onların üzerinde uzun uzun çalışıp mükemmel hâline gelmeleri için uğraşıyordu. Günün birinde insanlarla sanatını paylaştığında bunun üst düzey bir iş olduğundan emin olmak istiyordu.

“Bitenleri gönderirim elbette,” diyen Gökhan’ın yüzünde arkadaşının iltifatından dolayı tatlı bir gülümseme vardı. “Sen de kıymetli yorumlarını yaparsın.”

Yağız onun omzuna kolunu atıp arkadaşını kendisine çekti ve kafasını kafasına yasladı.

“Bizi sevgili sanıp taşlayacaklar şimdi,” dedi Gökhan. “Ahlaklarını bozup Türk aile yapısına zarar veriyoruz şu an.”

Yağız içten bir kahkaha attı. “Hissediyorum geliyorlar.”

Gökhan ondan uzaklaşıp ellerini ceplerine soktu. “Finaller öncesi linç edilip hastanelik olmayalım şimdi. Bu vücutlar bize sağlam lazım.”

İki kafadar kendi aralarında gülüşerek sahilde biraz daha yürüdü. Batmakta olan güneş, yeryüzünü altın renkli ışıklarıyla sularken gökyüzünü de kızılın her tonuna bürümüştü. İki yakanın arasındaki yer yer kızıl ve sarıya boyanan deniz yavaşça dalgalanıyor, denizin iki yakasındaki hayatsa tüm hızıyla akmaya devam ediyordu. Yollar arabadan, kaldırımlar insandan geçilmiyordu ama deniz kenarında yürüyen bu iki genç şehrin telaşındansa denizin sakinliğine ve güzelliğine odaklanmayı tercih etmişti. Yağız’ın evine dönmesine daha zaman olsa da sınavlar başladıktan sonra bu kadar rahat bir kafayla burada yürüyemeyeceğini bildiği için bu anın tadını çıkarıyordu, Gökhan da bunun bir süreliğine geçirecekleri son anları olduğunu bildiği için anı yaşıyordu. Yağız Balıkesir’e dönünce Gökhan evlerinde yalnız kalacaktı. Gökhan’ın çok arkadaşı vardı, onlar sık sık evlerine de geliyordu ama hiç kimse en yakın arkadaşının yerini tutmuyordu ve Gökhan onu çok özlüyordu. Bu yaz tatili de böyle olacaktı ama en azından bunun bu şekilde geçecek son yaz tatili olması onu teselli ediyordu. İkilinin üniversiteden mezun olduktan sonra müzik dünyasına atılmak ve beraber profesyonel olarak müzik yapmak gibi hayalleri vardı.

“Manzara çok güzel,” diyen Yağız durdu. Cebinden telefonunu çıkardı. “Bir fotoğrafımı çeksene şurada.”

Gökhan onun telefonunu aldığında Yağız da deniz kenarına geçip üstünü düzeltti. Gökhan kamerayı açıp kadraja Yağız’ı ve arkasındaki manzarayı aldı.

“Nasıl görünüyor?” diye sordu Yağız. “Fotoğraflara hâkim olan sensin.”

“Dalga geçmek için mi fotoğraf çektiriyorsun oğlum?” diye sitem etti Gökhan. “Telefonunu denize fırlatırım bak.”

“Fırlat da peşinden sen de nasıl denizi boyluyorsun gör bakayım.”

Gökhan ona bir el hareketi yaptı.

“Terbiyesizlik yapma da nasıl göründüğümü söyle Gök.”

Yağız, Gök’ü bastırarak söyledi. Gökhan bunu fark etse de fark etmemiş gibi davrandı.

“Biraz soluna dönüp ellerini ceplerine sokabilirsin,” dedi Gökhan. “Aşağıdan çekeyim de daha uzun çık.”

“Adam gibi adam,” dedi Yağız elini sallayarak. “Poz vermeye başlıyorum şimdi.”

Yağız birkaç poz verdi, Gökhan da biraz eğilerek onu aşağıdan çekti. Yağız adının hakkını tam veremese de buğday tenli, koyu kestane saçlı ve ufak kahverengi gözlü yakışıklı bir gençti. Şimdi olduğu gibi kirli sakalları yüzündeyken olduğundan daha olgun görünse de gözlerindeki gençlere özgü o parıltı onun toyluğunu ele veriyordu.

“Nasıl çıktım?” diye soran Yağız arkadaşının elinden telefonu aldı. Yağız Gökhan’ın aşağıdan çekme taktiğiyle gerçekten olduğundan daha uzun ve ince çıkmıştı. Aslında kısa bir genç değildi ama yanlış açıdan çekildiği için olduğundan 10 santimetre daha kısa çıktığı bir ton fotoğrafı vardı. Neyse ki Gökhan onu bu şekilde hiç harcamıyor, her zaman doğru açıdan çekmeye özen gösteriyordu. “Bir fotoğrafçı tarafından fotoğraf makinesiyle çekilmesem de güzel çıkmayı başarmışım. İşte insanın karizması olacak.”

“Karizmadan çok egon var sanki,” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak.

“Ben yalnızca gerçekleri söylüyorum canım,” dedi sırıtarak. “Neyse, teşekkür ederim. Fotoğrafın üzerinde biraz oynayıp bir ara paylaşırım.”

“O bir ara bir gün de olabilir, on sene de.”

“Tanıyorsun malını.”

“Tanımaz mıyım?”

İkili, kendi arasında konuşmaya devam ederek insanların arasına karıştı ve ufuk çizgisinde kaybolan güneş gibi insanlar arasında gözden kayboldu.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 18:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 3. Kare: Gizemli Fotoğrafçı https://edebiyatblog.com/kd-3kare-gizemli-fotografci https://edebiyatblog.com/kd-3kare-gizemli-fotografci Sıcak bir haziran günüydü. Ayın ortasının gelmesiyle beraber havalar iyice ısınmaya, güneş İstanbul’u kavurmaya başlamıştı. Önceki iki haftada finallerini başarıyla veren Göksel bugün hem kafa dağıtmak hem de birkaç fotoğraf çekmek için dışarı çıkmıştı. Genç kadın çoğu zamanın aksine bugün yalnız değildi, yanında liseden arkadaşı Ahsen de vardı ve ikili günü Beyoğlu civarında geçiriyordu. Sokakta yürüyen yüzlerce kişinin arasındaki iki genç kadın hemen göze çarpıyordu. Kafasında krem rengi bir şapka olan Göksel’in güzel yüzü şapkanın gölgesine saklanmıştı, üstünde kahverengi bir bluzla şapkasıyla aynı tonda krem rengi bir şort vardı, boynundan aşağı da fotoğraf makinesi sarkıyordu. Onun hemen yanında yürüyen Ahsen de kırmızı elbisesiyle metrelerce öteden belli oluyordu; bu iddialı renk onun beyaz tenine çok yakışmış, kahverengi boyalı uzun saçlarıyla da büyük bir uyum yakalamıştı.

“Galata’ya gidelim mi?” diye sordu Ahsen. “Belki birkaç fotoğrafımı çekersin.”

“İyi fikir,” dedi Göksel. “Bugün çok güzel görünüyorsun, ölümsüzleştirmek lazım. Hem belki kulenin de fotoğraflarını çekerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Ahsen gülümseyerek. “Sen de çok hoşsun. Ben de seni çekeyim.”

“Hayır,” diye atıldı hemen Göksel. Kameranın önünde olmaktan nefret ederdi. “Benim yerim kameranın arka tarafı.”

“Hiç de bile. İtiraz kabul etmiyorum Göksel Hanım, bugün birkaç fotoğrafınızı çekeceğim.”

Göksel oflasa da bir şey söylemedi. Fotoğraf çekmeyi ne kadar seviyorsa fotoğrafının çekilmesini de o kadar sevmiyordu. Bilgisayarında, telefonunda, hafıza kartlarında binlerce fotoğraf vardı ama kendisinin olduğu fotoğraf sayısı oldukça azdı. Onların neredeyse tamamı da arkadaşlarıyla çekildiği fotoğraflardı.

“Senin finallerin ne âlemde?” diye sordu Göksel konuyu değiştirip. “Açıklandılar mı?”

“Bir tane kaldı sadece,” dedi Ahsen. Yüzüne düşen bir tutam saçını zarif bir hareketle kulağının arkasına sıkıştırdı. “O da en zor olanı. Bugün yarın açıklanır ama kalmadım diye umuyorum.”

Ahsen, Boğaziçi Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyordu. Onun da Göksel gibi üçüncü senesiydi. İsteyerek yazdığı bir bölüm olmasına rağmen ilk senesinde bölüm onu çok zorlamıştı ve bölümü bırakmayı bile düşünmüştü. Birinci sınıf derslerinin çoğunu kıl payı vermiş, iki tanesini de alttan almak zorunda kalmıştı ama yaz tatilinde epey kafa dinleyip, bölüm hakkında araştırmalar yaparak ikinci senesine daha zinde ve hazırlıklı başlamıştı. Bu çalışmaları sonuç vermiş, notları bir anda yükselmiş ve Ahsen’in tutkusu da yeniden canlanmıştı. Şimdi bölümde oldukça başarılı bir öğrenciydi ve mezun olduktan sonraki hedefi çevirmenlik yapmaktı.

“Geçeceğine eminim,” deyip dirseğiyle onu dürttü Göksel. “Çalışkan ve başarılı bir öğrencisin.”

“Ben de geçeceğimi umuyorum. Bütünleme sınavına çalışmayı hiç istemiyorum.”

“Bu sıcak ve güzel günlerde kimin içinden çalışmak geliyor ki? İnsanın tek istediği dışarı çıkıp güzel havanın tadını çıkarmak oluyor.”

“Neyse ki tam da onu yapıyoruz,” diyen Ahsen arkadaşının koluna girdi. “Bayılıyorum yaza.”

İkili sakin adımlarla insanların arasından sıyrılıp Galata’ya doğru yol aldı. Havanın güzelliğini fırsat bilen İstanbullular sokağa dökülmüştü. Sokaklar, caddeler rengârenk kıyafetler giymiş insanlarla dolup taşıyordu. Kimisinin adımları telaşlı, kimisinin sakindi; kimisi tek başına kulağında kulaklıklarıyla yürüyordu, kimisi yanında bir ya da birden fazla kişiyle sohbet ederek ilerliyordu; kimisinin gözlerinin içi gülüyordu, kimisinin yüzü bir deniz kadar durgundu. Her zamanki gibi bu şehrin kalabalığında vücutları bir arada olan insanların ruhları birbirinden çok uzakta ve çok farklıydı.

İkili Galata’ya vardı. Galata yine kalabalıktı ama onların Galata’ya çıkmak gibi bir fikirleri olmadığı için bunu dert etmediler. Göksel çok sevdiği bu kuleyi görüp birkaç fotoğrafını çekmek için buradaydı, Ahsen de kuleyle fotoğrafının çekilmesini istediği için buradaydı.

“Buraya gelmeyeli epey olmuştu,” dedi Ahsen kuleye bakarken. “Tarihî havasını özlemişim.”

“Ben de öyle,” dedi Göksel. Fotoğraf makinesini açtı. “Bu açıdan muhteşem görünüyor.”

Göksel kuleyi kadrajına alıp görüntüyü ayarlarken Ahsen de gülümseyerek onu izliyordu. Göksel’in fotoğraf çekerken ciddileşmesini ve yüzündeki o adanmışlık ifadesini izlemeyi çok seviyordu. Arkadaşının bir şeye bu kadar tutkuyla bağlı olup o şeyi de çok iyi yapması onu gururlandırıyordu.

Göksel deklanşöre basıp her zamanki gibi muhteşem bir fotoğraf çekti. O çektiği fotoğrafa bakarken Ahsen de kafasını uzatıp ona eşlik etti.

“Kusursuz,” dedi Ahsen. “Yapıyorsun bu işi kızım.”

“Öyle mi dersin? Bana sıradan geldi.”

“Hiç de bile. Bulunduğumuz yerden çekilebilecek en güzel fotoğrafı çektin.”

Göksel gülümseyip içten içe mutlu oldu. Yaptığı işin takdir edilmesi hoşuna gidiyordu.

“Senin sıran,” deyip sağ eliyle kuleyi gösterdi. “Geç bakalım karşıma.”

Ahsen küçük çocuklar gibi sevinerek Göksel’in karşısına geçti. Göksel ona biraz uzaklaşmasını söyleyip dizini kırarak yere çömeldi. Arkadaşına nasıl poz vermesi gerektiğiyle ilgili birkaç yönlendirmede bulunduktan sonra mükemmel duruşu buldu.

“Hiç bozma,” deyip parmağını deklanşöre götürdü. “Biraz gülümse.”

Ahsen çekici bir şekilde gülümseyince Göksel fotoğrafını çekti. Ahsen hemen farklı bir poz verip bu sefer ciddi bir ifadeyle kameraya baktı. Göksel bunu da çektikten sonra makineyi yüzünden uzaklaştırdı.

“Nasıl oldular?” diyen Ahsen arkadaşına doğru atıldı. “Bakayım.”

İkili fotoğraflara baktı.

“Ay çok güzel,” dedi Ahsen. “Hadi birkaç tane daha çek ama bu sefer yandan olsun.”

“Fotoğraf başına beş lira,” dedi Göksel. “Ücreti çekim sonrası alırım.”

“Ha ha ha, amma da komiksin sen.”

Ahsen yeniden kuleye yaklaşırken Göksel de sırıttı. Onun içinde aslında çok eğlenceli ve espri yeteneği gelişmiş biri vardı ama bunu çok az kişi görmüştü. Göksel’in birine bu tarafını göstermesi için o kişiyi sevmesi ve ona kendini yakın hissetmesi gerekiyordu. Aksi takdirde çoğu zaman olduğu gibi soğuk ve mesafeli kişiliğiyle öne çıkıyordu.

Ahsen yan durdu, başını biraz kaldırıp kuleye baktı. “Burnum nasıl görünüyor? Kocaman çıkmıyor değil mi?”

Göksel bir süre doğru açıyı aradıktan sonra onu nihayet buldu. Arkadaşının makinedeki görüntüsüne baktı. “Burnun kocaman değil ki kocaman çıksın,” dedi. “Kaşlarını çok az yukarı kaldırıp minicik tebessüm et.”

Ahsen onun söylediğini yaptı.

“Sakın bozma, çekiyorum.”

Göksel fotoğrafı çektikten sonra Ahsen ona doğru döndü.

“Hadi bir tane de gülerken çek,” dedi. “Cici kız elbiseme uyumlu bir poz vereyim.”

Göksel ona zaman tanıyarak üstünü düzeltip gülmesine müsaade etti. Ahsen ona onaylayıcı bir bakış atınca da deklanşöre basıp onu çekti.

“Ay yeter,” deyip koşarak onun yanına gitti Ahsen. “Etraf kalabalık ve bakanlar oldu. Utandım yahu.”

Ahsen son iki fotoğrafı da uzun uzun inceledi.

“Teşekkür ederim,” deyip Göksel’in yanağına bir öpücük kondurdu. “Hepsi çok güzel olmuş. Ellerine sağlık bir tanem. Artık aralarından bir ya da iki tanesini seçip hesabımda paylaşırım.”

“O zaman eve gidince fotoğraflar üstünde biraz oynarım,” dedi Göksel. “Sen de aralarından en beğendiğini paylaşırsın.”

“Çok iyi olur. Kendimi bir profesyonelin ellerine bırakmak çok işime gelir.”

“Profesyonel olmak için kırk fırın ekmek yemem gerek ama kibar sözlerin için teşekkür ederim.”

“Bırak bu mütevazı tavırları. Ne kadar iyi olduğunu herkes biliyor.”

Göksel utangaçça gülümseyip başını biraz yere eğdi.

“Daha fotoğraf çekecek misin?” diye sordu Ahsen.

“Sanmıyorum,” diye cevapladı Göksel. “Çeksem de öncekinden farklı olmayacak, bu yüzden boşu boşuna hafızayı doldurmaya gerek yok.”

“Mantıklı. O zaman dondurma yiyelim mi?”

“İşte bu çok daha mantıklı.”

İki arkadaş biraz yürüdükten sonra karşılarına çıkan ilk marketten dondurma aldılar. Göksel çok sevdiği Maraş dondurmasını tercih ederken Ahsen de iyice serinlemek adına buzlu olanlardan aldı. İkili dondurmalarını yiye yiye Karaköy’e doğru yürümeye başladı.

“Bunu çok özlemişim,” dedi Ahsen.

“Neyi?” diye sordu Göksel.

“Seninle beraber dışarıda bir şeyler yapmayı, zaman geçirmeyi.”

“Ben de çok özlemişim.”

İkili başta okul olmak üzere birçok nedenden ötürü marttan beri görüşememişlerdi. Arada telefon üzerinden iletişime geçseler de yüz yüze iletişime geçmeleri, yan yana gelip bir şeyler yapmaları ancak bugünü, haziranın ortasını bulmuştu.

“Biraz da deniz kenarına gidelim,” dedi Ahsen. “Tuz kokusunu içime çekmek istiyorum.”

Göksel’in aklına bir anda o şarkı sözü geldi: Tuz kokardı şarkılar. Genç kadının kaşları havaya kalkarken zihni onu ayın başına götürdü. Gökhan Uygur isimli genç müzisyenin fotoğrafı büyük bir patlama yaşamış, bin 500’den fazla beğeni alarak hesabının en çok beğenilen fotoğrafı olmuştu -ki bu sayı onun takipçi sayısının neredeyse üç katıydı. Bunun yanında bu iki haftalık süreçte kırktan fazla takipçi kazanmıştı ve hesaptaki etkileşim birdenbire çok yükselmişti. Hesabının ve fotoğraflarının gördüğü tüm bu ilgi onu şaşırtsa da hoşuna da gitmişti.

“Hey!” diye seslendi Ahsen. “Aramıza dön.”

Göksel irkilerek kendine gelip arkadaşına baktı. “Ne diyordun?”

“Asıl sen ne düşünüyordun? Dalıp gittin kızım.”

“Galata’nın fotoğrafını hikayeme atsam mı diye düşünüyordum,” diye çok hızlı bir yalan uydurdu Göksel. “Final haftası boyunca hesaba hiçbir şey atamadım, arayı kapatmam gerek.”

“Doğru,” dedi Ahsen. Bu yalanı yemişe benziyordu. “En son deli beğeni alan o genci atmıştın. Son beğeni sayısı kaç?”

“Bin 500 küsur.”

“Feci bir sayı. Özellikle takipçi sayını göz önüne alınca.”

“Hiç beklemediğim bir patlama yaşadı.”

“Gencin haberi olsaydı ne tepki verirdi acaba? Ben çok havalanırdım.”

Göksel o gençle irtibata geçtiğini, onun kim olduğunu öğrendiğini ve gencin bu fotoğrafı kendi hesabında paylaştığını kimseye anlatmamıştı. Ahsen tüm bu olanları duysa Göksel ona anlatmadı diye onun saçını başını yolardı ama Göksel olanların üstünde durmak istemediği için her şeyi kendisine saklamayı tercih etmişti.

 “Muhtemelen o da havalanırdı,” dedi düşünceli bir sesle. “Enstrüman çalanların çoğu çok havalı tipler zaten.”

“Bak bu bayağı doğru. Hepsinin burnu Kafdağı’nda.”

Kısa sürede Galata Köprüsü’ne vardılar. Göksel yine kamerasına sarılıp şehirde en sevdiği yerlerden biri olan bu yeri kadrajına aldı. Kadrajında karşıdaki Galata Köprüsü, çevresindeki binalar ve deniz vardı. Genç fotoğrafçı açı ve ışık ayarlarını yaparken ikili yolun yan tarafında duruyordu.

“Dünyanın en ciddi işini yapıyor gibisin,” dedi Ahsen. “İşini bu kadar ciddiye alman çok güzel.”

Göksel gülümseyerek deklanşöre bastı ve güzel bir fotoğraf çekti. Bu açıdan pek çok fotoğraf çekse de şimdi çektiği bu fotoğraf onun favorilerinden biri oldu.

“Ben de seni çekmek istiyorum,” dedi Ahsen, Göksel işini bitirince. “Bugün çok güzel görünüyorsun ve bu güzellik ölümsüzleştirilmeyi hak ediyor.”

“Burada mı?” diye sordu Göksel. “Bu kalabalığın içinde?”

“Evet, manzara da çok güzel.”

“Hayır.”

“Evet. Benim istediğim her şeyi yaptırdığımı biliyorsun, fazla zorlama da kamerayı bana verip poz düşünmeye başla bebeğim.”

Ahsen onun tüm itirazlarına rağmen kamerayı alıp Göksel’i köprü korkuluklarının önünde durdurdu, kendisi de kaldırımın öteki tarafında durup makineyi yüzüne yaklaştırdı.

“Açısı çok uzak,” dedi. “Şu yuvarlağı mı çeviriyordum?”

“Söylemiyorum. Kendin bul.”

“Bulurum ki. İzle şimdi.”

Ahsen biraz uğraşsa da nihayet uzaklığı istediği şekle getirdi. Göksel ona bir makineyi temel olarak kullanmayı öğretmişti; anlatılanlar genç kadının kafasını çok karıştırsa da ve duyduklarını aklında pek tutamasa da biraz uğraşınca hallediyordu.

“Gülümse,” dedi Ahsen. “Çekiyorum.”

Göksel gülümsediğinde Ahsen onun fotoğrafını çekti. Bunu fark eden Göksel poz vermeyi bırakıp hemen arkadaşına doğru yürüdü. Bu sırada Ahsen onun bir fotoğrafını daha çekti.

“Bir saniye yerinde dursan ölürsün,” diye söylendi. “Çok güzel çıktın.”

Göksel onun elinden makineyi alıp çekilen fotoğrafları açtı. Son fotoğrafta Göksel biraz utangaç biraz da şaşkın bir ifadeyle arkadaşına doğru yürüyordu.

“Çok sevimli çıkmışsın,” dedi Ahsen incecik bir sesle. “Bu güzel yüzü kameranın arkasına sakladığına inanamıyorum.”

“Ben de önüne almak için bu kadar çaba göstermene. Benim yerim kameranın arkası.”

“Hiç de bile.”

Göksel diğer fotoğrafı açtı.

“Muhteşem,” dedi Ahsen. “Artık kişisel bir hesap açman ve bu güzel fotoğrafları paylaşman gerekiyor.”

“Kendimi paylaşmaktansa çektiğim şeyleri paylaşmayı tercih ediyorum ama iltifatın için teşekkür ederim. Fotoğrafları saklayacağım.”

İki arkadaş bir süre köprünün kenarında durup etrafı izlediler. Buradan İstanbul oldukça güzel görünüyordu. İnsana hem şehrin içinde olduğunu hem de şehrin dışında bir noktadan şehri izliyormuş gibi hissettiriyordu. Hem yaşamın içinde hem de yaşamın dışında. İkili buranın verdiği bu hissiyatı seviyordu.

Çok oyalanmadan yeniden yürümeye başladıklarında gittikleri yön Eminönü tarafıydı.

“Bugünkü fotoğraflardan hesabına atmayı düşündüğün var mı?” diye sordu Ahsen. “Son zamanlarda hesabı çok boşladın.”

“Farkındayım,” dedi Göksel düşünceli bir sesle. “Eve gidince bakarım ama muhtemelen bir şey paylaşırım.”

“Köprüden çektiğin fotoğraf enfes oldu, onu gönderi olarak paylaşıp Galata Kulesi’ni de hikayene atabilirsin.”

“Olabilir. Hikayeme genelde gönderi atacak kadar beğenmediğim ama paylaşmak istediğim fotoğrafları atıyorum, onu da atabilirim.”

“Kesinlikle atmalısın. Arşivinde çürümesin.”

“O hesabı da tam bu yüzden açtım: Fotoğraflarım arşivde çürüyüp gitmesin diye.”

“Çok da güzel yaptın,” diyen Ahsen onun koluna girdi. “Hesabını çok seviyorum.”

“Teşekkür ederim. Çok tatlısın.”

Ahsen başını onun başına yaslayıp gülümsedi.

“Sana asıl ne diyeceğim,” dedi Ahsen başını onun başından kaldırıp. “Hazır finaller bitmişken ve bu senenin de sonuna gelmişken bir akşam çıkıp bunu kutlayalım diyorum.”

“Olabilir. Aklından geçen ne?”

“Kız kıza eğlenceli bir akşam geçirmek istiyorum. Ben Şevval’i çağırırım, sen de Sinem’e teklif edersin. Kalabalık olalım ki tadı çıksın. Ne dersin?”

“Çok iyi düşünmüşsün. Sinem bildiğim kadarıyla henüz Ankara’ya annesini ziyarete gitmedi, akşama mesaj atıp sorarım.”

“Şevval kesin gelir. Sen Sinem’e sor, o da tamam derse hafta sonu buluşuruz. Nasıl plan?”

“Muhteşem. Dürüst olmam gerekirse böyle bir şeye çok ihtiyacım vardı.”

“Bir de bana sor! Bu sene aşırı zordu, ders çalışmaktan başka hiçbir şey yapamadım resmen. Kız kıza bir akşam beni kendime getirecek tek şey.”

“Beni de öyle. Nereye gidelim peki?”

“Buluruz bir yer. Kızlarla konuşalım da hep beraber karar veririz.”

Günün kalanını beraber geçiren iki dost evlerine ancak akşam döndüler. İkisi de Fatih’te oturuyordu ama oturdukları semtlerin arasında biraz mesafe vardı. Göksel İstanbul’da her yerin birbirine uzak olmasını sevmiyordu ama doğduğundan beri bu şehirde yaşadığı için bu duruma alışmıştı.

Genç kadın eve girip elindeki ayakkabılarını ayakkabılığa bıraktı. Evde hem salonun hem de yatak odasının ışıkları yanıyordu. Salona doğru ilerlediğinde babasını koltukta oturmuş televizyon izlerken buldu. Babası onun sesini duyunca ona döndü.

“Hoş geldin bebeğim,” dedi gülümseyerek. “Nasıl geçti günün?”

“Hoş buldum,” deyip babasının yanına oturdu. “Çok güzel geçti. Ahsen’i çok özlemiştim, onu yeniden görmek iyi geldi.”

“Epeydir görüşmemiştiniz sanırım.”

“Marttan beri görüşmemiştik. Size de çok selam söyledi, yanaklarınızdan öpüyor.”

“Sağ olsun cimcime.”

“Annem odada ne yapıyor?”

“Duş aldı, giyiniyordu.”

“Tamam, ben de üstümü değiştireyim o zaman.”

Göksel elini yüzünü yıkayıp odasına çekildi. Çantasını masasının yanına attıktan sonra makinesini de masanın üzerine bıraktı.

“Yorulmuşum yahu,” dedi kendi kendine. Kollarını iki yana açıp gerindikten sonra üstüne şortuyla askılısını giydi. Telefonuyla makinesini alıp yatağına kuruldu. Bir yandan vücudunu dinlendirirken bir yandan da makinesindeki fotoğrafları telefonuna attı. Ciddi bir ifadeyle fotoğrafları düzenlemeye başladı. Bu an genç fotoğrafçının en ciddi göründüğü andı.

Göksel’in fotoğrafları düzenlemeyi bitirdiği sırada odasının kapısı tıklatıldı. Gelen kişi onun da tahmin ettiği gibi annesiydi.

“Merhaba bir tanem,” dedi annesi gülümseyerek. Onun yanına oturdu. “Hoş geldin.”

Anne kız birkaç dakika Göksel’in gününün nasıl geçtiği hakkında konuştu. Annesi Göksel’in çektiği fotoğrafları inceledi, başta Ahsen’in fotoğrafları olmak üzere hepsini çok beğendi. Annesinden de onay almak Göksel’i sevindirdi.

“Hem arkadaşınla gezmişsin hem eğlenmişsin hem de işini yapmışsın,” dedi annesi. “Her zamanki gibi formundasın.”

“Ama canım çıktı. Bir süre uzanacağım.”

“Çok yer gezmişsiniz, çoğunu da yürümüşsünüz, çok doğal.”

“Kalabalık da çok yoruyor insanı. Sokaklarda birilerine çarpmadan yürümeye çalışırken şekilden şekle giriyorsun.”

“Alan olarak çok büyük olmayan şehirde on altı milyon insan yaşıyor, çok normal. Neyse sen dinlen. Babanla bana yorgunluk kahvesi yapacağım, ister misin?”

“Hayır, size afiyet olsun.”

Annesi odadan çıkınca Göksel başını yastığa koyup Ahsen’in fotoğraflarını ona gönderdi. Ardından sosyal medya hesabına girip takip ettiği kişilerin neler paylaştığına baktı. Hesabında çoğunlukla yerli yabancı fotoğrafçıları takip etse de yakın arkadaşlarını, bölümden arkadaşlarını ve başka üniversitelerde fotoğrafla ilgili bölümde okuyan birkaç kişiyi de takip ediyordu. Hem kendi bölümünde okuyanların hem de benzer bölümde okuyanların yaptıkları işleri görmek onun ufkunun açılmasında, yeni şeyler öğrenmesinde önemli bir role sahipti ve Göksel’e göre bu hesabın en verimli noktası da buydu.

Ana sayfasındaki birkaç fotoğrafı beğendikten sonra kendisi de bir fotoğraf atmaya karar verdi. Galata Köprüsü’nde çekip üstünde minik düzenlemeler yaptığı fotoğrafı konum bilgisi ya da açıklama eklemeden direkt paylaştı.

“Sonunda bir yaşam belirtisi gösterdim,” diye düşündü. “Tabii bunu kaç kişi umursuyor orası tartışılır.”

Bir süre Galata Kulesi’nin fotoğrafını inceledikten sonra onu da hikayesinde paylaşmaya karar verdi. Fotoğrafın pek bir numarası yoktu ama fena bir fotoğraf olmamıştı, Ahsen de beğendiğini söyleyince hikayesine attı. Hikayesinde nadiren bir şeyler paylaşırdı, onlar da bunun gibi aşırı beğenmediği ama paylaşmak istediği fotoğraflar olurdu. Tam da böyle bir fotoğraf olan Galata Kulesi’ni hikayesinde paylaşıp uygulamadan çıktı.

Sinem’le kısa bir mesajlaşma yaptı. Ona hafta sonu dışarı çıkıp zaman geçirme planları olduğunu, gelmek isteyip istemeyeceğini sordu; Sinem de pazar akşamı Ankara’ya gidebileceğini fakat cumartesi günü boş olduğunu, onlara memnuniyetle eşlik edeceğini söyledi ve böylece Sinem’in geleceği kesinleşti. Bu meseleyi de açıklığa kavuşturan Göksel telefonunu komodine bıraktı. Bugün çok yorucu bir gün olmuştu, artık dinlenebilirdi.

***

Gökhan gözlerini açtığında saat öğleden sonra 2’yi geçiyordu. Kafasını yastıktan kaldırmadan komodindeki telefonuna uzandı. Saati görünce oflayarak sırtüstü döndü. Uyuduğunda saat sabaha karşı 4’e geldiği için ancak bu saatte uyanabilmişti. Dün neredeyse bütün gün müzikle ilgilenmişti; gitar çalmıştı, şarkı sözü yazmıştı, beste yapmıştı. Final haftası boyunca kendi sanatıyla ilgilenecek vakti ve hâli olmamıştı, bu yüzden iki haftada kendi eserlerinden uzak kalmıştı fakat sınavlar bitince dört elle gitarına ve eserlerine sarılmıştı.

Ev arkadaşı Yağız cuma sabahı Balıkesir’e dönmüştü, evde tek kalan Gökhan da bu hafta sonunu evde geçirmeye karar vermiş ve dün ne işe ne de kafeye gitmişti. Bugün pazardı, bugünü de evde geçirecekti. Yarınsa satış danışmanlığı yaptığı müzik mağazasında tam zamanlı çalışmaya başlıyordu ve okulu başlayana kadar haftanın altı günü orada çalışacaktı. Gökhan yaptığı işi seviyordu, müzik aletleriyle iç içe olmaktan ve onlar hakkında müşterilerle sohbet etmekten hoşlandığı için bu işi zevkle yapıyordu.

Genç adam yatağında doğrulup odasına baktı. Birkaç eşya ortalıktaydı ama odası dağınık sayılmazdı. Son günlerde odasına sadece üstünü değiştirmek ve uyumak için girdiğinden burada pek işi olmuyordu ama salon için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Gökhan zamanının çoğunu salonda geçiriyordu; gitarını orada çalıyor, şarkılarını orada yazıyordu ve bu yüzden etraftaki kâğıdın, kalemin, penanın haddi hesabı yoktu. Salon ne kadar dağınık olsa da aradığı her şeyi anında bulmak gibi bir yeteneğe sahip olduğu için o dağınıklığa çok dokunmazdı fakat yarın tam zamanlı çalışmaya başlayacağı için bu akşam orayı temizleyip toparlaması gerekiyordu. Çalışmaya başladıktan sonra evi temizleyip düzenlemek için pek vakti olmuyordu, bugün hazır vakti ve hâli varken temizliği aradan çıkaracaktı.

Ayağa kalkıp kaba bir ses çıkararak gerindi. Altına giydiği eşofman kalçalarından düşmek üzereydi. Bir eliyle eşofmanı yukarı çekiştirirken diğer eliyle de çıplak karnını kaşıdı. Evde tek başına olduğu sıcak yaz akşamlarında üstü çıplak uyumayı seviyordu. Nasıl olsa onu gören de ona laf edecek biri de yoktu.

“Ne uyumuşum be,” diye mırıldandı.

Pencerenin önüne yürüyüp güneşliği çekti ve camı açtı. Tek bir bulutun bile olmadığı masmavi gökyüzünde güneş insanı kavururcasına parlıyordu. Gencin yüzünde sevimli bir gülümseme peyda oldu. Yaz mevsimini seviyordu. Sıcak hava, masmavi gökyüzü ve uzun saatler boyunca dünyayı aydınlatan güneş onun ruhuna çok iyi geliyordu, çok da ilham oluyordu.

Telefonunu alarak odasından çıktı. Banyoda işlerini hallettikten sonra salona girdi. Her yerin her yerde olduğu salona kısa bir bakış attıktan sonra dün gece yazdığı şarkı sözlerini hemen buldu. Koltuğa oturup yazdıklarına şöyle bir göz gezdirdi. Şimdiye kadar pek çok konu hakkında şarkı yazmıştı ama şu an üzerinde çalıştığı şarkı onun için en duygusal ve kişisel olanlardan bir tanesiydi. Yazdığı şarkılar ezelden beri kendi hislerinden, deneyimlerinden oluşuyordu ama bu kadar çıplak bir şarkıyı ilk defa yazıyor, acıyı ilk kez bu kadar yoğun işliyordu. Üniversiteye kadar genelde aşk hakkında, hayalleri hakkında şarkılar yazardı; hayatının kırılma noktasını henüz yaşamadığı o dönemleri özlüyordu, o küçük oğlan çocuğunu özlüyordu. Üniversiteye başladığından beri genelde karanlık teması olan şarkılar yazıyordu; geçmişini, hayal kırıklıklarını, yalnızlığını, hayatın acı yüzünü kaleme alıyordu.

Kâğıdı masaya bırakıp telefonunu eline aldı. İnternete bağlandığında bir mesaj bildirimi geldi. Gitar dersi verdiği öğrencisi ona bir video atmıştı. Gökhan bildirimin üstüne tıklayıp mesaj sayfasına girdi.

Merhaba Gökhan ağabey. Bir türlü çalamadığım o kısmı nihayet çalabiliyorum. Müjdesini bu videoyla vermek istedim. Sabrın ve öğrettiğin teknikler için çok teşekkür ederim.

  Gökhan mesajı okuyunca gülümsedi ve videoyu açıp izlemeye başladı. Gökhan’ın öğrencisi Aras on üç yaşında bir oğlan çocuğuydu. Genç adam sekiz aydır ona özel ders veriyordu. Aras yeteneği olan bir çocuktu, çok hırslıydı da ve sıfırdan başlamasına rağmen sekiz ayda çok yol kat etmişti. Gökhan’la haftada bir gün iki saat boyunca görüşüyorlardı, Gökhan ona haftalık ödevler veriyordu ve bu şekilde dersleri devam ediyordu. Aras’ın babası Gökhan’ın sahne aldığı kafenin sahibi Zülfikar’ın arkadaşıydı. Adam, oğlu için gitar kursu baktıklarını ama çok pahalı olduğu için bunu karşılamakta zorlanacaklarını Zülfikar’a söylemişti; Zülfikar da ona Gökhan’dan bahsetmiş, onun konservatuvar öğrencisi ve mükemmel bir müzisyen olduğunu söyleyerek Aras’a gitar dersi verebileceğini dile getirmişti. Zülfikar Gökhan’a bu durumu anlatıp, küçük çocuğa ders verip veremeyeceğini sorunca Gökhan aileyle ve çocukla tanışmak istemişti, tanışıp hepsini çok sevince de gitar kursundan çok daha uygun bir fiyata ona gitar dersi vermeye başlamıştı. Buradan kazandığı para Gökhan’ın ay sonunu getirmesi konusunda ona epey yardımcı oluyordu.

Harikasın, aynen böyle devam. Parmakların hakkında söylediğim şeyleri dinleyince performansının ne kadar değiştiğini görüyorsun. Haftaya bu konuda biraz daha pratik yapalım ama sen şimdi bu şarkıya odaklan, görüştüğümüzde baştan sona çalmanı isteyeceğim.

Gökhan ona cevap verdikten sonra mesajlaşma uygulamasından çıktı. Bu güzel haberi almak onu sevindirmişti. Aras potansiyeli olan bir çocuktu, onun gelişimine katkıda bulunmaktan memnun oluyordu; ayrıca bu işi Zülfikar sayesinde bulduğu için ona karşı da sorumlu hissediyordu ve Aras’ın ailesinin Zülfikar’a kendisi hakkında kötü şeyler söylemesini istemiyordu.

Ayağa kalkıp amfiye bağlı elektro gitarını kucağına aldı. Telleri biraz tıngırdattıktan sonra üstünde çalıştığı şarkıyı çalmaya başladı. Gözleri kapalıydı ama parmakları perdeler arasında ustaca geziniyor, tellere zarafetle dokunuyordu. Cuma akşamı bestelemeye başladığı şarkının giriş kısmını birkaç kez çalıp kulağa nasıl geldiğini iyice dinledi. Gökhan Blues ve rock dinleyerek büyümüştü, bu şarkısında da ikisini harmanlayarak kullanacaktı; tıpkı diğer şarkılarında olduğu gibi. Özellikle üniversiteye başladıktan sonra Blues müziğin hüznünü şarkılarının sözlerinde ve gitarın ritminde kullanmaya ağırlık vermişti ama şarkılarının temelini oluşturan rock müzikten, sert ve kirli gitar riff’lerinden vazgeçmemişti.

“Güzel,” diye düşündü giriş kısmı için. “Bateriyle de birleşince kaymak gibi olur.”

Şarkıyı söylemeye başladığında güzel sesi salonun içini doldurdu. Gökhan mükemmel bir tenordu, ince ama keskin sesi elektro gitarla birleştiğinde adeta parlıyordu. Tiz seslerini kullanmakta hiç zorlanmıyor, pes seslerini de okulda öğrendiği teknikler ve sayısız pratik sonucunda birkaç seneye göre çok daha rahat kullanıyordu. Yine de onu dinlemeyi keyifli hâle getiren şey göğüs sesiyle desteklediği tiz sesleriydi. Genç müzisyen çoğu şarkıcı gibi şarkılarının kıta kısımlarında daha yumuşak, kısmen pes sesler kullanıyordu, tiz seslerini nakaratta gösteriyor ve en tizlerini şarkının sonuna doğru kullanıp ortalığı resmen kasıp kavuruyordu.

Nakarata girdiğinde sesi artık tüm apartmandan duyuluyordu. Gökhan bunun farkındaydı ama umursamadan hem söylemeye hem de çalmaya devam etti. Günlerden pazardı fakat saat bir hayli geç olduğu için bu saatte herkesin uyanık olduğunu düşünüyordu. Komşuları onu bir süre hoş görebilirdi. Yağız da Gökhan da enstrüman çalarken süreyi mümkün olduğunca kısa tuttuğu ve komşuları da bunu bildiği için aralarında herhangi bir tartışma yaşanmıyordu. Bazen kendilerini müziğe çok kaptırsalar ve komşulardan uyarı alsalar da onlarla nazikçe konuşup konuyu tatlıya bağlıyorlardı.

Nakaratı birkaç kez çalıp kulağına hoş gelmeyen bazı noktaları tespit etti ve hemen not alarak yapabileceği değişimleri yazdı. Şarkının sözlerini kısa sürede yazıp bestesini de aynı zamanda yapmış olsa da şu an şarkı çok hamdı ve Gökhan’ın şarkı üzerinde yapacağı sayısız değişim vardı. Genç müzisyen şarkılarının tek bir notasından tek bir hecesine kadar her parçasının kusursuz olması ve hiçbir pürüz olmadan akıp gitmesi için çok çabalıyordu.

Gitarla kâğıdı bir kenara bırakıp telefonunu yeniden eline aldı. Öğrencisi Aras ona cevap vermişti.

Teşekkür ederim Gökhan ağabey. Gitarı elime aldığım tüm zamanlarda bu şarkı üzerinde çalıştığıma emin olabilirsin. Bir sonraki dersimiz için çok heyecanlıyım.

Gökhan ona cevap yazdı.

Aferin, pratik yapmaya devam. Haftaya seni bomba gibi görmek istiyorum.

Midesinin kazındığını hisseden Gökhan mutfağa yöneldi. Buzdolabını açıp içine baktı. Kısa sürede bir mutfak alışverişi yapması gerekse de bugünlük kahvaltı hazırlayacak malzemesi vardı. Kaşarı çıkarıp sucukla da birkaç saniye bakıştı ama onu bir başka gün yemek üzere bırakmaya karar verdi. Onun gibi hem çalışıp hem de okuyan bir öğrenci için kaşarlı ve sucuklu tost yemek ne yazık ki lüks sayılacak bir durumdu.

Kahvaltısını yirmi dakika içinde hazırlayıp yedikten sonra mutfaktan çıktı. Bulaşık yıkama merasimini çoğu gün olduğu gibi akşam yemeğinden sonraya erteledi. Yağız’ın aile evinden getirdiği bol miktardaki kap kacak sayesinde sürekli bulaşık yıkamak zorunda kalmıyorlardı. Bu şekilde de yıkanacak bulaşık sayısı artıyordu ama hepsini tek bir seferde yıkamak iki seferde yıkamaktan daha kolay geliyordu.

Gökhan kendini koltuğa atıp şişen göbeğini ovaladı, bir yandan da telefonunu açtı. Aras ona, “O iş bende hocam,” yazmıştı. Onun mesajını okuduktan sonra sosyal medya hesabına girdi. Takip ettiği kişiler dün akşamdan bu yana bir sürü yeni paylaşım yapmıştı. Birkaç dakika boyunca paylaşılan yeni şeylere baktı. Dün cumartesi akşamı olduğu için arkadaşları gezmeye gitmiş ve bolca şey paylaşmıştı. Koltukta tembelce yatarken onların eğlence fışkıran hikayelerini izledi. Yazın gelmesiyle beraber bu tarz hikayelerin artacağını biliyordu ama onun için bu yaz da önceki iki yaz gibi çalışmakla geçecekti. Eğer şansı olursa eylülde birkaç gün denize girip son yaz sıcaklarının tadını çıkarabilirdi.

Ana sayfasındaki tüm yeni paylaşımlara baktıktan sonra mesaj sayfasına girdi. Finallerin bitmesiyle kendi kabuğuna çekildiği, hiç kimseyle konuşmadığı için hiç yeni mesajı yoktu. Son mesajlaşması cuma günü Yağız’la olmuştu, evine ulaşan Yağız ona fotoğraf atarak bunu haber vermişti ve ikili kısa bir konuşma gerçekleştirmişti. Gökhan onu bugün yarın aramayı aklına not edip mesaj sayfasından çıkacaktı ki birkaç sohbet alttaki hesap gözüne takıldı. @kadrajdakidunyalar isimli hesabın profil fotoğrafının çevresinde yeni bir hikaye paylaştığını gösteren pembe-turuncu bir halka vardı. Gökhan kavisli kaşlarını havaya kaldırdı. Bu iki haftalık süreçte birkaç kez bu hesaba bakmıştı ama hesabın sahibi onun fotoğrafını paylaştıktan sonra adeta kayıplara karışmıştı. Şimdiyse uzun bir zamandan sonra yaşam belirtisi göstererek hikaye atmıştı. Merakına yenik düşüp hesaba girdi. Hesapta yeni bir gönderi paylaşıldığını görünce o fotoğrafı açtı. Galata Köprüsü’nden çekilen bu hoş fotoğraf on dokuz saat önce paylaşılmıştı. Fotoğrafı uzun uzun inceledi ve fotoğrafın her ayrıntısının çok güzel olduğuna kanaat getirdi. Binalar, binaların arasında zarafetle yükselen Galata Kulesi, deniz, vapur, bulutsuz mavi gökyüzü ve martılar bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlamış ve ortaya bir tabloya benzeyen bu fotoğrafı çıkarmıştı.

Genç adamın kahverengi gözleri beğeni sayısına gitti. Fotoğraf yaklaşık üç yüz beğeni almıştı. Onun bin 500 küsur beğeni alan fotoğrafını geçemeyeceği belliydi. Bu gizemli fotoğrafçının en çok beğeni alan fotoğrafının kendi fotoğrafı olduğunu bilmek hoşuna gidiyordu.

Fark etmeden yine ekranı aşağı kaydırıp hesaptaki diğer fotoğraflara bakmaya başladı. Kadrajına aldığı her şeyi güzelleştiren, onları başka bir boyuta taşıyan bu fotoğrafçı oldukça yetenekliydi.

“Gök,” diye düşündü. “Kimsin sen?”

Bir süre gidip geldikten sonra içindeki meraka karşı koymayı bırakıp hikayeye bakmaya karar verdi. Onu tanımıyordu, onu takip de etmiyordu ama ne paylaştığını görmek istiyordu. Hesabın sahibi hikayelerine bakan kişileri kontrol ediyorsa onu görecekti ve muhtemelen tanıyacaktı ama genç adam bunu umursamadı. Hesap neticede kişisel bir hesap değildi, gizli bir hesap da değildi. Böyle bir hesap kullanan birisi hikayesine kimlerin baktığını uzun uzun incelemezdi. En azından o böyle düşünmek istedi ve hikayeyi açtı.

Galata Kulesi. Yine muhteşem bir açı, muhteşem ışık ve yüksek kaliteli bir fotoğraf. Bu fotoğraf da Galata Köprüsü’yle aynı zaman diliminde, on dokuz saat önce paylaşılmıştı. Anlaşılan, fotoğrafçı dün o civarda bir gezintiye çıkmıştı.

“Yani İstanbul’da yaşıyor,” diye mırıldandı. “Çok zekisin Gökhan, anlamak zor olmadı mı?”

Kendi kendine söylendikten sonra hikayeyi kapattı ve fotoğrafçının hikayesine bakanları incelememesini umdu. Son fotoğrafının paylaşılmasının üstünden bir gün geçmeden aldığı beğeni sayısına bakacak olursa hesabı fazla etkileşim alıyordu, bu da hikayesini yüzlerce kişinin gördüğü anlamına geliyordu ve fotoğrafçının tüm bu kişilere tek tek bakması için en kaba tabirle hayatsız biri olması gerekirdi. Fotoğrafçının hesabına farklı yerlerden fotoğraflar attığı düşünülünce; bunları çekmek, düzenlemek ve paylaşmak için harcadığı vakit de göz önüne alınınca meşgul biri olduğu ortadaydı.

En azından Gökhan öyle umdu.

“Sahte hesap bazen cidden gerekli oluyor,” diye düşündü. “Bu devirde kendi hesabından stalk yapan tek enayi benim muhtemelen.”

Kendisini daha fazla ele vermeden hesaptan çıktı. Geçmişte yanlışlıkla beğendiği gönderiler, takip ettiği ya da takip isteği attığı hesaplar dikkate alınınca bir profilde gezinmek Gökhan için bir mayın tarlasında yürümekle eş değerdi. Zamanında bu konuda çokça mağdur olan genç adam sosyal medyada artık son derece dikkatli geziniyor, parmaklarının dokunduğu yerlere ekstra özen gösteriyordu.

Telefonu çalmaya başlayınca irkildi. Arayan kişi çalıştığı mağazanın sorumlusu Ayşegül’dü.

“Efendim Ayşegül Hanım?” diye açtı telefonu.

“Merhaba Gökhan,” dedi telefonun ucundaki ince ses. “Pazar günü rahatsız ediyorum ama iş hakkında konuşmak için aradım. Müsait misin?”

“Müsaitim, sizi dinliyorum.”

“Patron dün akşam arayıp pazartesi günü yeni enstrümanlar geleceğini söyledi. Temizliği, bakımı, yerleştirilmesi yapılacakmış. Bize ekstra iş yükü çıktı ama senin tam zamanlı çalışmaya başlayacağını, pazartesi de mağazada olacağını söyledim. Yarın sabah geç kalma olur mu? Patron, çok erken gelmez, dedi ama şimdi adamlara belli de olmaz. Bir anda gitarı, kemanı, onu bunu mağazanın önüne yığabilirler. Sen mesai saatinden önce mağazada ol, enstrümanlar gelince bakımlarını yaparsın, akort edersin, yerleştirirsin.”

“Elbette,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Erkenden orada olurum, ne gerekiyorsa da yaparım.”

Gökhan taşıma işlerinden hoşlanmıyordu ama enstrümanları eline alıp onların bakımını yapmaya, onları akort etmeye başladığında içi huzurla doluyordu. Enstrümanın ne olduğunun bir önemi yoktu, parmakları enstrümana dokunduğunda mutlu oluyordu. Gitarlarla, kemanlarla, çellolarla, sazlarla, piyanolarla ve daha pek çok enstrümanla ilgilenip onları bilgisi dahilinde çalmak onun için bir terapiydi.

Müzik; onun ciğerlerine dolan hava, damarlarında dolaşan kan, tenine dokunan güneş kadar hayatiydi.

“Bu senenin ilk tam zamanlı iş gününe bu kadar yoğun başlamanı istemezdim ama şansına böyle denk geldi işte,” dedi Ayşegül. “Hafta sonu dinlenebildin mi bari?”

“Dinlendim,” diye onayladı Gökhan. “İzin verdiğiniz için tekrardan teşekkür ederim. Yarın oldukça dinç bir şekilde orada olacağım.”

“Bunu duyduğuma sevindim ve rica ederim. Mesai saatinden on beş dakika kadar erken gelsen yeter, sakın çok erkenden uyanıp yollara düşme, olur mu?”

“Olur, düşmem.”

“İyi bakalım. Sabah yine haberleşiriz. Ben şimdi ne seni ne de kendimi pazar pazar işle fazla meşgul etmeden telefonu kapatayım. Yarın görüşmek üzere.”

“Tamam Ayşegül Hanım. Görüşmek üzere.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra karnının üstüne koydu.

“Bir de bu iş çıktı,” diye düşündü. “O zaman ben yavaştan kalkıp evi temizlemeye girişeyim ki akşama dinleneyim.”

Genç adam ayağa kalkıp temizlik için hazırlıklara başladı. Okul arkadaşları evlerine geri dönüp yaz tatilinin tadını çıkarmaya başlamış olabilirdi fakat çalışıp para kazanmak zorunda olan Gökhan’ın böyle bir imkânı ne yazık ki yoktu. Onu motive eden tek şey bunun bu şekilde geçecek son yaz tatili olmasıydı. Seneye mezun olunca kendi yolunu nihayet çizebilecekti.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 18:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 4. Kare: Meraklı Bir Yabancı https://edebiyatblog.com/kd-4kare-merakli-bir-yabanci https://edebiyatblog.com/kd-4kare-merakli-bir-yabanci Tatlı bir esinti salonun açık pencerelerinden perdeleri havalandırarak içeri giriyor, odada geziniyordu. Fonda yerli alternatif gruplardan birinin şarkısı açıktı, sesi çok yüksek olmayan şarkıyla sokaktan gelen sesler iç içe geçiyordu. Büyük koltuğun üstünde oturan Göksel’in üstünde kısa bir şortla askılı bir bluz vardı, sarı saçlarını sıcak hava yüzünden tepeden dağınık bir topuz yapmıştı ve kucağına koyduğu bilgisayarda çalışıyordu. Yılbaşından beri düzensiz aralıklarla şehrin farklı noktalarında videolar çekmiş, hoşuna giden manzaraları kaydetmişti ve kahvaltısını yaptıktan sonra çektiği videoları birleştirip tek bir video hazırlamak için çalışmaya başlamıştı. Amacı kısa film tadında olan bir İstanbul videosu hazırlamaktı. Videoyu bitirdikten sonra hesabında paylaşmayı düşünüyordu. Bu onun paylaşacağı ilk videosu olacaktı ve genç kadın bunun için son derece heyecanlıydı. Geçen sonbaharda açtığı hesabında şimdiye kadar kırk yedi fotoğraf paylaşmıştı, sayısı altı yüze merdiven dayanan takipçilerini de bu fotoğraflarla kazanmış ve bu zamana kadar onlardan övgü dolu sayısız geri dönüş almıştı; şimdiyse onu fotoğrafçı olarak tanıyan takipçilerinin karşısına ilk videosuyla çıkmaya hazırlanıyordu ve onların ne tepki vereceğini çok merak ediyordu. Dileği bu ilk videosunu da fotoğrafları kadar beğenmeleriydi. Okulda video çekimleri ve düzenlemeleri yapmıştı fakat hepsi ödeviydi ve herhangi bir yerde paylaşmamıştı. Şimdi düzenlediği bu video kendi isteğiyle çekip düzenleme ve paylaşıma hazırlama bakımından da bir ilkti.

Buzlu kahvesinden bir yudum içerken çektiği videoyu izleyip nasıl bir düzenleme yapabileceğini düşündü. Videosu bir grup güvercinin kanat çırpıp havalanmasıyla başlıyordu, onların düzenlemesini bitirmiş ve ortaya çıkan sonucu gayet beğenmişti; şu an iskeleden kalkan ve yavaşça kıyıdan uzaklaşan bir feribotun videosu vardı, yolda yürüyen insanlar kameranın önünden geçiyor ve feribot da arkada, deniz üstünde uzaklaşmaya devam ediyordu.

Bardağını koltuğun koluna koyup videoyu düzenlemeye başladı. Aklına bir fikir gelmişti. Dakikalar boyunca bu videonun düzenlemesiyle uğraşsa da nihayet yapmak istediği şeyi yaptı ve videoyu istediği şekle getirdi. Yüzünde memnun bir gülümsemeyle ekrana bakarken arkasına yaslandı. Videoları düzenlemeye başlamadan önce çektikleri arasında bir uyum yakalayamamaktan, videoyu akıcı hâle getirememekten korkuyordu ama işler gayet yolunda gidiyordu ve videoları farklı günlerde, farklı yerlerde ve günün farklı saatlerinde çekmiş olsa da birbiriyle oldukça uyumlu olduklarını anlamıştı.

İki saat boyunca oturduğu yerden hiç kalkmadan videonun düzenlemesini yaptı. Sayısı on beşe ulaşan videolardan sadece sekiz tanesini videosunda kullanmaya karar verdi ve diğer yedisini başka videolarda kullanmak üzere kenara ayırdı. Video düzenleme işi yorucu olsa da genç kadın bunu yaparken büyük keyif aldı. Okul haricinde video kurgulaması ve düzenlemesi yapmak ona iyi hissettirdi.

Saat öğleden sonra 4’ü geçtiğinde bilgisayarını kapatıp yanına koydu. Koltuğun koluna koyduğu cep telefonunu eline aldı. Yeni bir takipçisi olduğuna dair bir bildirim gelmişti. Göksel sosyal medya hesabına girip kendisini takip eden hesaba baktı. Üsküdar Üniversitesinde Görsel İletişim Tasarımı bölümünde okuyan bir kadındı. Onu tanıyıp tanımadığını anlamak için profil fotoğrafını inceledi ve en sonunda tanımadığına kanaat getirdi, ismi de hiç tanıdık gelmiyordu.

Yeni takipçisinin profilinden çıkıp kendi profiline girdi. İki gün önce paylaştığı Galata Köprüsü’nün fotoğrafı üç yüz elli küsur beğeni ve üç yorum almıştı. Bu beğeni sayısı onun alışık olduğu aralıktaydı. Gökhan Uygur isimli genç müzisyenin fotoğrafının bin 600 beğeniyi geçmesine, hepsi övgü dolu dokuz yorum almasına çok sevinse de diğer gönderilerinin şimdilik bu kadar etkileşim almadığını biliyordu ama günün birinde hepsinin bu kadar çok kişiye ulaşmasını umuyor, bunun için çabalıyordu.

Gökhan’ın fotoğrafını açıp fotoğrafa baktı. Bu fotoğrafı çekip ölümsüzleştiren kişi Göksel’di ama fotoğrafı bu kadar güzel yapan şey fotoğraftaki genç müzisyenin yüzündeki adanmışlık ifadesi ve huzurdu. Şarkı söylemek bu gencin dünyada yapmayı en sevdiği şeydi, bunu bu fotoğrafa bakan herkes anlayabilirdi ve Göksel bu fotoğrafın bu kadar beğenilmesinin sırrının da bu olduğunu düşünüyordu. Bu fotoğrafla ilgili onu en çok memnun eden şey ise Gökhan’ın bu fotoğrafı görmesi, çok beğendiğini söyleyerek kendi hesabında paylaşmak için izin alması ve fotoğrafın onun hesabını da süslüyor olmasıydı. Genç kadının fark ettiği bir başka şey de vardı: Bu fotoğraf sadece kendi hesabında değil, Gökhan’ın hesabında da en fazla beğeni alan gönderiydi. Gökhan’ın paylaşımına da beş yüzü aşkın beğeni gelmişti ve fotoğrafın altına fotoğrafın ne kadar güzel olduğuna dair onlarca yorum yapılmıştı. Genç fotoğrafçı eserine yapılan bu tatlı yorumları yüzünde geniş bir gülümsemeyle okumuştu.

Hikaye arşivine girdi. Burayı nadiren kullandığı için arşivdeki fotoğrafların sayısı da son derece azdı. Öyle ki Galata Kulesi’nden önce attığı son hikayeyi mart ayında paylaşmıştı. İstiklal Caddesi’nin bir fotoğrafıydı, gönderi atacak kadar beğenmese de bir köşede kalmasına da göz yumamamış ve hikayesine atmıştı. Buraya attığı fotoğrafları da öne çıkarılanlar kısmına ekliyordu ve böylece bu fotoğraflar da profilinde durmuş oluyordu.

Galata Kulesi’nin fotoğrafına dokunduğunda gözü sol alttaki görüntülenme kısmına gitti. 417 kişi hikayesini görüntülemişti. Listeyi açıp kimlerin gördüğüne şöyle bir göz atarken beklenmedik bir isim görünce durakladı.

Gökhan Uygur hikayesini görüntülemişti.

İnce kaşları havaya kalkarken hesaba dokunup profiline girdi. Hiç şüphesiz ki bu profil genç müzisyene aitti.

“Neden hikayeme bakmış ki?” diye düşündü Göksel. “Onun fotoğrafını paylaşmamın ve konuşmamızın üzerinden iki haftadan uzun bir süre geçti. Bunca zaman sonra profilime girip niye hikayeme baktı?”

Gökhan’ın kendisinin hesabını incelediğini görmek onu şaşırttı ama bunu bu kadar açık bir şekilde belli etmesine daha çok şaşırdı. Bu tarz şeyler genelde sahte hesaplardan yapılırdı ama genç adamın kimliğini gizlemek gibi bir kaygısı olmadığı belliydi.

Göksel gözlerini kısarak bir süre onun hesabına baktıktan sonra uygulamadan çıktı ve odasına doğru yürüdü.

“Hiç çekinmen yok anlaşılan,” diye düşündü. “Stalker.”

Beş dakika sonra apartman merdivenlerinden iniyordu. Dün akşam annesi ona bir alışveriş listesi hazırlamıştı, o da listedekileri almak için yakınlardaki bir markete gidiyordu. Serin apartmandan çıkınca sıcak hava yüzüne çarptı. Kendi kendine gülümseyerek apartmanın biraz ilerisinde park hâlinde duran arabalarına doğru yürüdü. Annesi iş yerinin servisiyle gidip geldiği, babası da İstanbul’un kanser eden trafiğine girmek yerine toplu taşıma araçlarını tercih ettiği için araba hafta içi genelde kullanılmıyordu ve çoğu zaman Göksel’e kalıyordu. Bugün de evlerine çok da yakın olmayan markete gitmek için arabaya binmeyi tercih etti.

Şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdıktan sonra ilk yaptığı iş her zamanki gibi kapıları kilitlemek oldu. Dikkatli bir şekilde iki aracın arasından çıktıktan sonra gaza basıp sokakta ilerlemeye başladı.

“Hiç sanmıyorum ama umarım ben dönene kadar kimse oraya park etmez,” diye düşündü.

İstanbul’da sadece araba kullanmak değil, park yeri bulmak da çok zordu ve Göksel bundan resmen nefret ediyordu. Defalarca kez dakikalarca park yeri aramak ve evinin ya da gittiği yerin çok uzağına park etmek zorunda kalmıştı. Böyle bir şehirde şoför olunca da normalde çok sessiz ve sakin biri olmasına rağmen araba kullanırken agresif ve hazırcevap birine dönüşüyordu. Sırf genç bir kadın olduğu için ona trafikte türlü zorbalıklar yapmaya çalışan insanlara ancak bu şekilde diş geçirebiliyordu. Zamanla onlarla anlayacağı dilden konuşmayı öğrenmişti.

Birkaç dakika sonra markete ulaştı. Marketin çevresinde bir tur attıktan sonra boş bulduğu bir yere arabayı park edip çantasını alarak arabadan indi. Annesinin almasını istediği şeyleri cep telefonuna not etmişti, alacağı şeylerin ücretini de yine annesi vermişti. Yakıcı güneşin altında hızlı adımlarla markete ilerledi. Klimaları çalışan market dışarıya göre oldukça serindi ve bu serin havada alışveriş yapmak Göksel’in hoşuna gidiyordu.

Bir alışveriş arabası aldıktan sonra büyük markette gezmeye başladı. Telefonunun ekranında alışveriş listesi açıktı. Reyonlarda sırasıyla gezip karşısına çıkan ürünleri sepetine attı. Liste çok uzun değildi ama listedeki ürünlerin çoğu büyük ve ağır şeyler olduğu için markete arabayla gelmişti. Tüm bunları eve kadar elinde taşıması mümkün değildi.

Tatlı reyonuna gelince durup raflara baktı. Son aylarda abur cubur yemeyi çok azaltmıştı ama canı çok tatlı çekince tablet çikolatalardan yiyordu. Üç tablet çikolatayı da sepetine attıktan sonra alışveriş listesini bir kez daha kontrol etti. Listede yazan her şeyi aldığından emin olunca kasaya ilerledi. Kasada bekleyen birkaç kişi vardı ama sıranın ona gelmesi çok da uzun sürmedi. Genç kadın aldıklarına yüklü bir miktar ödedikten sonra kendi kendine söylenerek elindeki poşetlerle beraber marketten çıktı.

“Ödediğim ücreti duyan marketi satın aldığımı sanır,” dedi poşetleri bagaja yerleştirirken. “Her şey çok ama çok pahalı.”

Oturdukları sokağa döndüğünde park yeri dolmuştu.

“Çok şaşırdım,” diye söylenerek başka park yeri aradı. Neyse ki sokağın biraz aşağısında boş yer vardı. Orayı da başkası kapmadan önce aracı oraya sürüp dikkatlice park etti. Göksel on sekizine girer girmez ehliyetini almıştı ve yaklaşık üç buçuk senedir düzenli olarak araba kullanıyordu, bu sayede şoförlüğü çok gelişmişti. İstanbul gibi bir şehirde bile herhangi bir sorun yaşamadan araba sürebiliyordu. Tabii bunda ehliyet almadan önce babasıyla beraber boş arazilerde yaptığı sürüş denemelerinin payı da büyüktü ama bu onun iyi bir sürücü olduğu gerçeğine gölge düşürmüyordu.

Arabadan indiğinde bir üst katlarında oturan ailenin oğlu Emrah’la karşılaştı.

“Selam,” dedi Emrah.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Göksel.

“Ne yapıyorsun?”

“Markete gidip geldim. Sen ne yapıyorsun?”

“Ben de spor salonundan dönüyorum. Poşetlerin çoksa eve taşımana yardım edeyim.”

“Ben hallederim, teşekkür ederim.”

“Olmaz öyle,” dedi Emrah. “Arabayla gittiğine göre epey şey almışsındır. Hepsini tek başına taşımana bir centilmen olarak göz yumamam.”

“Peki, bu kibar teklifi geri çevirmek kabalık olur.”

İkili bagajdaki poşetleri bölüşüp apartmana doğru yürümeye başladı.

“Okulun ne âlemde?” diye sordu Göksel.

“Bir dersimi veremedim ama onun dışında fena değil.”

Emrah, Göksel’den bir yaş küçüktü ve Marmara Üniversitesinde Endüstriyel Tasarım bölümünde ikinci sınıf öğrencisiydi. Emrah ve ailesi Göksellerin apartmanına beş sene önce taşınmıştı, ikili de birbirini o zamandan beri tanıyor olsa da samimi oldukları söylenemezdi. Emrah, Göksel’in tam zıttı bir karaktere sahipti. İkili ilk başlarda beraber dışarı çıkıp bir şeyler yapmaya çalışmışlardı ama kafa yapıları ve takılmayı sevdikleri ortamlar hiç uyuşmadığı için bunu bir daha yapmamışlardı. Bir araya geldikleri zamanlar iki ailenin beraber akşam yemeği ya da kahvaltı yedikleri günler oluyordu. Onun dışında çok nadir iletişime geçiyorlar, birbirlerini gördüklerinde ayaküstü sohbet etmekle yetiniyorlardı.

“Seneye telafi edersin,” dedi Göksel. “Üniversitenin en iyi yanlarından biri de telafi hakkının olması.”

“Öyle yapacağım artık. Senin okuldan ne haber diye soracağım ama ne kadar başarılı olduğunu bildiğim için tüm dersleri verdiğini de tahmin ediyorum.”

“Evet, hepsini verdim. Son senemde kafamın alttan aldığım derslerle de meşgul olmasını istemediğim için bu sene biraz daha çok çalıştım.”

“Bu lafını bazıları yiyebilir ama ben onlardan biri değilim. Bölümünü, kameraları ne kadar sevdiğini ve okulunu da nasıl bir aşkla okuduğunu çok iyi biliyorum.”

“Haklısın. Sevdiğim bölümde okuduğum için şanslıyım.”

“Kesinlikle öylesin.”

Apartmana giren iki komşu asansöre ilerleyip asansörü çağırdı.

“Bugün keyfin yerinde görünüyor,” dedi Emrah. “İyi bir şeyler mi oldu?”

“Öyle mi görünüyorum?” dedi Göksel şaşırarak. “Evet, iyi şeyler oluyor.”

“Neler olduğunu sorsam çok mu özele girmiş olurum?”

“Hayır, olmazsın. Okul dışında çektiğim videoları düzenliyorum ve hepsinden bir İstanbul videosu hazırlayıp hesabımda paylaşmaya hazırlanıyorum. Çektiğim fotoğrafları paylaştığım bir sosyal medya hesabım var, orada son zamanlarda güzel geri dönüşler aldım ve videoyu da yakın zamanda paylaşacağım için heyecanlıyım.”

“Sosyal medya kullandığını bilmiyordum. Hesabının adını söyle de takip edeyim.”

“Kadrajdaki dünyalar.”

“Kadrajdaki dünyalar mı? Kişisel bir hesap değil sanırım ama ismini sevdim.”

“Evet, değil ve teşekkür ederim.”

Asansör oldukları kata gelince ikili asansöre bindi. Göksel önce kendisinin oturduğu dördüncü katın, ardından Emrah’ın oturduğu beşinci katın düğmesine bastı.

“Eve gidince takip ederim,” dedi Emrah. “Açıkçası çektiğin fotoğrafları da merak ediyordum. Senin gibi farklı birinin kadrajından dünyayı görmek değişik bir deneyim olacaktır.”

“Sence farklı biri miyim?”

“Evet. Çevresi geniş biri olduğumu biliyorsun ama senin gibisini ben bile görmedim. Her anlamda farklısın.”

“Eğer farklı olmaktan kastın sosyal biri olmamak, kendi hâlinde yaşamaktan keyif almak, Fotoğraf ve Video gibi bir bölümde okumaksa evet, farklıyım ama genel olarak bakınca ben de bir insanım işte.”

“Genel olarak bakınca hepimiz insanız ama bizi farklılaştıran şeyler ayrıntılarımız. Seninkiler de epey özgün.”

“İltifat sayayım mı?”

“Nasıl istersen.”

“O hâlde teşekkür ederim.”

Asansör dördüncü kata geldiğinde kapıları açıldı. Göksel Emrah’ın elindeki poşetlere uzandı.

“Yardım ettiğin için çok teşekkür ederim,” dedi. Poşetleri eline aldı. “Kendine dikkat et.”

“Görüşürüz Gök.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdikten sonra asansörden indi. Evine girip poşetlerle mutfağa ilerledi ve aldıklarını yerlerine yerleştirmeye başladı. Önceden bu yerleştirme işini yapmaktan hiç hoşlanmazdı ama üniversiteye başlayıp yetişkinlik hayatına adım attıktan sonra ehliyetini de alınca annesi ondan belli aralıklarla alışverişe çıkıp evdeki eksikleri almasını rica etmeye başlamıştı; Göksel de üç senedir küçük ihtiyaç alışverişlerini -geniş çaplı alışverişleri hafta sonları ailecek yapıyorlardı- yapa yapa buna alışmış hatta hoşlanmaya başlamıştı. Bugün de aldıklarını şarkı mırıldanarak yerlerine yerleştirip mutfaktaki işini bitirdi.

Salona geri dönüp koltuğa kuruldu. Videosunu düzenlemeye devam etmeden önce telefonunu eline aldı ve birinin hesabını takip ettiğine dair yeni bir bildirim olduğunu gördü. Onu takip eden bu hesap Emrah’tan başkası değildi. Genç adam söylediği gibi evine gidince onu takip etmişti. Göksel bildirimin üstüne dokunup onun hesabını açtı.

Emrah Demirkan

MÜ Endüstriyel Tasarım

Profilinde yazanlar bu ikisinden ibaretti: İsmi ve okulu. Son derece sade olan hesabın profil fotoğrafında da Emrah’ın sol taraftaki kameraya ciddi bir ifadeyle bakıp poz verdiği bir fotoğraf vardı. Genç adamın kemerli burnu ve köşeli çenesi bu açıdan son derece belirgindi. Belirgin olan bir diğer şey de genç adamın ciddi mizacının sahip olduğu karizmaydı. Emrah yakışıklı bir gençti.

Göksel ona takip isteği gönderdi. Bir kişisel hesaba sahip olmadığı için aile üyelerini ve arkadaşlarını bu hesabından takip ediyor, böylece onların paylaşımlarını kaçırmamış oluyordu. Tek bir hesapta hem tanıdığı insanların paylaşımlarını hem de severek takip ettiği fotoğrafçı ve video grafikerlerin paylaşımlarını görmek ona çok pratik geliyordu ve bunu seviyordu.

Emrah onun takip isteğini bir dakika içinde kabul ettiğinde onun bu hızı Göksel’i şaşırttı. Onun da bir yere uzanıp telefonuna baktığını düşündü. Emrah’ın yoğun bir spor programı olduğunu ve her spor dönüşü doğal olarak bir süre uzanıp dinlendiğini biliyordu. Göksel onun spor konusunda bu kadar tutkulu ve istikrarlı olmasını takdir ediyordu. Kendisinin de aynı istikrarı gösterip sporu bırakmayacağını bilse o da bunu hayatının bir parçası hâline getirmek istiyordu ama şimdilik göbeğiyle yaşamına devam ediyordu.

Ana sayfasında yeni bir paylaşım göremeyince telefonunu bir kenara koydu, bilgisayarını kucağına aldı ve video düzenleme işine yeniden girişti.

***

Caddebostan Sahili sıcak yaz akşamının tadını çıkarmak için deniz kenarına akın eden insanlarla doluydu. Denizden kıyıya doğru esen rüzgâr deniz kokusunu etrafa yayıyor, dalgaların huzur verici sesi de konuşma seslerine karışıyordu. Sahil kalabalıktı, insanlar çoğunlukla gruplar hâlinde oturuyor ve sohbet ediyordu. O insanlardan ikisi de Gökhan ve okuldan arkadaşı Kerem’di. Kerem, Sanat Tarihi öğrencisiydi, bir yandan da gitar çalıyordu ve Gökhan’la da okulda düzenlenen bir müzik etkinliğinde tanışıp arkadaş olmuşlardı. İkilinin ortak yönleri, ilgi alanları vardı ve bu onları kısa sürede yakın arkadaş hâline getirmişti.

“Nereden aldık bu çekirdeği?” diye söylendi Gökhan. “Bırakamıyorum illeti.”

İkili buraya gelirken marketten çekirdekle kola almıştı ve sahilde dakikalardır çekirdek çitliyordu.

“Sigara bağımlılığı da neymiş çekirdek çitleme bağımlılığının yanında?” dedi Kerem.

Gökhan plastik bardaktaki kolasından büyük bir yudum içti. “Çok da tazeymiş. Yarın çıkacak sivilcelerim de çok taze olacak.”

“Senin yüzünde doğru dürüst sivilce görmedim.”

“Cips ve çekirdeği çok kaçırmadığım sürece kolay kolay çıkmaz ama bu sefer ipin ucu kaçtı. İki kişi koca paketi bitirdik.”

“Yarın sahnede kötü görünürüm diye endişe ediyorsun ama sen her hâlinle yakışıklısın kardeşim, endişelenme.”

“Evet, sahnede iyi görünmek benim için önemli.”

“İyi görünüyorsun zaten. Kirli sakal da ayrı bir hava katmış, genelde tıraşlısın ama sakal yakışıyor sana.”

Gökhan sakallarını ovdu. “Öyle mi diyorsun? Ben yüzüm biraz dinlensin diye uzatmıştım. Kendime sakalı yakıştıramıyorum, doğru dürüst çıkmıyor da.”

“Daha yirmi bir yaşındasın, yüzünün oturması için birkaç senen var ama sakalın sana yakıştığından emin olabilirsin.”

“Yirmi bir,” dedi Gökhan düşünceli bir sesle. “Şunun şurasında üç hafta sonra yirmi bir oluyorum gerçekten. Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Üniversiteye başladığım gün daha dün gibi.”

“Hayat bir nehir gibi hızlı akmasıyla meşhurdur. Üniversitenin ilk gününü ben de çok net hatırlıyorum, şimdiyse son sınıfa geçtim.”

“Hayat, sahip olduğumuz her şeyi alıp götürmesiyle de meşhurdur ama şimdi o konulara hiç girmeyeceğim,” diyen Gökhan derin bir nefes aldı. “Çok güzel bir akşam, bunun tadını çıkarmak için buradayız. Üstelik yarın izin günüm, öğlene kadar uyuyabilir ve akşama kadar da canım ne isterse onu yapabilirim; akşama da üç hafta sonra ilk defa sahne alacağım ve bunu yapmayı o kadar özledim ki yarın akşamı iple çekiyorum.”

“Geçen hafta neden gitmedin? Sınavlar bitmişti.”

“Yoğun bir okul dönemi ve sınav haftası olduğu için geçen hafta dinlenmek istedim. Tüm hafta sonu evdeydim, çok iyi geldi.”

“Çok iyi yapmışsın. Yarın da özlediğin sahneye kavuşacaksın. Bizimkilerle akraba ziyaretine gitmeyecek olsam ben de izlemeye gelirdim.”

“Yaz boyunca her cumartesi sahne alacağım, bir tanesine illa denk gelirsin.”

Aralarında kısa bir sessizlik yaşandı. Gökhan kolasından bir yudum içerken karanlık denize baktı. Etraftaki ışıklandırmalar suyun üstünde yansımalar meydana getiriyor, denizin yer yer görünmesini sağlıyordu. Birkaç saniye çevresindeki sesleri duymazdan gelip yalnızca dalga seslerine odaklandı, denizi dinledi. Bu onun yapmayı çok sevdiği bir eylemdi.

“Doğum gününden konu açılmışken,” dedi Kerem. Gökhan dikkatini ona verdi. “9 Temmuz çok yaklaştı. Planlar var mı?”

“Benim bir planım yok,” dedi Gökhan. “Çalışıyorum zaten, o gün de koşuşturmayla geçer. Arkadaşlarım bir sürpriz düşünüyorsa orasını bilemem, o gün gelince görürüm.” Kerem’e anlamlı bir bakış attı. “Ağzımı mı arıyorsun sen?”

“Bilmem,” dedi Kerem de anlamlı bir sesle. “Belki evet, belki de hayır.”

Gökhan gülerek onun koluna dokundu. “Karda ayak izlerin belli oluyor kardeşim, biraz daha pratik yapman lazım.”

Kerem kahkaha attı. “Şanslıyım ki ağzını aramak gibi bir niyetim yoktu o hâlde. Cidden merak ettiğim için sormuştum. Bir planın olsaydı kendimi dahil edecektim.”

“Olursa söylerim elbette, ayıpsın. Senin gitar çalışmaları nasıl gidiyor? Düzenli çalıyor musun?”

“Çalıyorum elbette,” dedi Kerem başını sallayarak. “Final haftası gitar çalma lüksüm olmadı ama tatil başladığından beri günümün çoğunu gitar çalarak geçiriyorum. Zaman geçtikçe bu enstrümana daha çok bağlanıyorum, daha çok severek çalıyorum. Bunu bana sen söylemiştin: Gitarda geliştikçe çalmayı daha çok seversin, gitara bağımlı olursun. Gerçekten de öyleymiş.”

“Bu zehir kana bir kez girdiğinde ondan kurtulmak mümkün olmuyor,” dedi Gökhan. “Ben kurtulmak istemiyorum, orası ayrı.”

“Ben de istemiyorum. Bir gün buluşup beraber gitar çalalım mı? Belki bana yeni şeyler öğretirsin.”

“Muhteşem bir fikir. İlk fırsatta gerçeğe dönüştürelim.”

“Çalmayı öğrendiğim birkaç parçayı öğrendikten sonra yapalım. Yorumlarını dinlemeyi çok isterim.”

“Meraklandım bak. Hangi parçaları öğreniyorsun?”

“Sürpriz olsun.”

“Hım, gizemliyiz de. Peki, nasıl istersen öyle olsun.”

İki genç kolayla çekirdeği bitirince ayağa kalkıp sakin adımlarla sahil boyunca yürümeye başladı. Gökhan ellerini şortunun cebine sokup tuz kokusunu içine çekti. Yaz akşamları yapmayı en sevdiği aktivite deniz kenarında üstünde ince kıyafetlerle yürüyüş yapmaktı. Bu yürüyüş boyunca ona genelde arkadaşları eşlik etse de genç adam tek başına müzik dinleyerek yürümeyi, hayat hakkında düşünmeyi de seviyordu. Gökhan’ın ilk bakışta fark edilen özgüvenli ve sosyal kişiliğinin altında sadece en yakınlarının bildiği derin ve duygusal bir kişi daha yatıyordu ve bu kişi de genelde o tek başınayken ortaya çıkıyordu.

“Hava dehşet güzel,” diyen Kerem onu düşüncelerinden ayırdı. “Sıcak ama öldüren bir sıcak değil, denizden de tatlı tatlı esiyor.”

“En güzel havalar,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak. “İnsanı ilhamla dolduruyor.”

“Sanatçı kişiliğinin en basit şeylerden bile ilham almasına bayılıyorum. Kimi sanatçılar için ilham almak çok zordur, çok nadir şeylerden ilham alırlar ama senin için böyle bir yürüyüş yapmak bile ilhamını uyandırmaya yetiyor.”

“Hayata biraz romantik bakıyorum, hayalperest biriyim ve ayrıntıları fark etme konusunda da iyiyim. Tüm bunlar üst üste gelince en ufak şeyi bile romantize edip ilham bulabiliyorum.”

“Tam bir Yengeç burcusun.”

“Huyum kurusun.”

“Yok, kurumasın; güzel bir şey bence. Bir sanatçının ihtiyacı olan tüm özelliklere sahipsin.”

“Bana göre sanatçı olmak için belli başlı özelliklere sahip olmaya gerek yok. Ben ortaya koyulan sanata bakar, gerisiyle de ilgilenmem. Her sanatçının kendine has bir kişiliği ve tarzı var, ortaya koydukları eserler de onların iç dünyasının bir aynası oluyor.”

“Yeteneğe de mi ihtiyaçları yok?” diye sordu Kerem başını Gökhan’a doğru çevirerek.

“Bunun yetenekten çok içgüdüyle ilgili olduğuna inanıyorum. On yaşımda gitarı elime ilk kez aldığımda beni onu çalmaya iten şey de bu içgüdüydü, bana şarkılar yazdırıp beste yaptıran da aynı içgüdüydü. Yetenek bence çok abartılıyor, eğer hedefin için çalışmıyor ve ona ulaşmak çaba göstermiyorsan o yetenek susuz kalan bir çiçek gibi kuruyup ölüyor.”

“Bak bu konuda haklısın. Tezimi fena çürüttün, susuyorum.”

Gökhan gülerek arkadaşının omzuna kolunu attı. “Fikrini çürütmek gibi bir amacım asla yoktu, yalnızca kendi fikrimi belirttim.”

“Yine de çürüttün.”

İkili gülüştü. Kerem, Gökhan’ın en yakın arkadaşlarından biriydi. Gökhan ona çok değer veriyordu ve aynı değeri Kerem’in de kendisine verdiğini biliyordu. Kerem’le vakit geçirmeyi, onunla her konuda sohbet etmeyi; şimdi olduğu gibi gülüp eğlenmeyi ya da kötü hissettiğinde bunu çekinmeden onunla paylaşıp canını sıkan şeylerden bahsetmeyi seviyordu. Gerçek bir dosta sahip olmak hiç de kolay rastlanan bir şey değildi, bunu adı gibi iyi bilen Gökhan da onunla olan dostluğuna fazlasıyla kıymet veriyordu.

“Yarın kafede neler çalmayı düşünüyorsun?” diye sordu Kerem. “Çalma listeni şimdiden oluşturduğuna eminim.”

“Beni çok iyi tanıyorsun,” dedi Gökhan bundan son derece hoşnut olduğunu belli eden bir yüz ifadesiyle. “Üç haftalık aranın acısını çıkarmak gerektiğini düşünerek çok özel parçalar seçtim. Yavuz Çetin, Duman, mor ve ötesi, Seksendört, maNga başta olmak üzere efsane isimlerden çalacağım.”

“Bunu kaçıracağıma inanamıyorum. Benim geleceğim bir gün de çal lütfen.”

“Çalarım elbette hatta istek parça bile söyleyebilirsin. Sen yarın ailenle geçireceğin vaktin tadını çıkar; ben her hafta sonu aynı yerde, aynı saatte, aynı şeyi yapıyorum nasıl olsa.”

“İstek parça demek. Bunun hakkında düşüneceğim.”

“Bolca vaktin var.”

İkili, sahilde biraz daha sohbet ederek yürüdükten sonra ayrıldı. Kerem onu Maltepe’deki evine götürecek otobüsün durağına yürürken Gökhan da kendi bineceği otobüsün durağına doğru yürümeye başladı. İlk iş olarak kulaklıklarını takıp yerli rock şarkılarından birini açtı, sesi yükseltti ve müziğin ruhunu beslemesine izin verdi. Müzik onun ruhunu besliyordu, tıpkı sağ bileğindeki dövmede yazdığı gibi: “Musica est cibus pro anima.” Türkçesi müzik ruhun gıdasıdır olan bu cümle onun için büyük anlam ifade ediyordu ve bunu bileğinde taşımaktan çok memnundu.

Kısa bir yürüyüşten sonra durağa vardı. Durak boştu, banka oturup otobüsü beklemeye başladı ve bu sırada sosyal medya hesabına girdi. Kerem’le geçirdiği birkaç saatlik süreçte hesabına girmemişti ve bu süreçte arkadaşları yeni hikayeler paylaşmıştı. Evlerine dönüp yaz tatilinin tadını çıkaran arkadaşlarının eğlenceli cuma akşamı hikayelerini izledi. Bir arkadaşı konsere gitmiş ve sanki kameraman oymuş gibi tüm konseri kayıt altına alıp hikayesine atmıştı, genç adam gözlerini devirip onun hikayelerini hızlıca geçti.

“Başladı hikayelerden konser izleme mevsimi,” diye düşündü. “Milletin para verip gittiği konseri yine onlar sayesinde bedavaya izliyoruz. Hizmete bak be!”

 Otobüsü gelince, otobüse binip evine doğru yola koyuldu. Otobüs çok dolu olmadığı için cam kenarındaki boş bir koltuğa oturabildi. Sabah sekiz buçuktan beri ayaktaydı, gününün dokuz saati her zamanki gibi işte geçmişti ve mesai çıkışı da Kerem’le buluşup iki buçuk saat onunla vakit geçirdiği için oldukça yorulmuştu. Bir an önce evine gidip, ayaklarını uzatarak dinlenmek istiyordu.

Evine varabildiğinde saat 22.30’u gösteriyordu. Salona girip kendisini koltuğun üstüne attı ve koltuğa boylu boyunca uzandı.

“Evim evim güzel evim,” dedi. “Yoruldum yahu.”

Başını çevirip salona baktı. Dün akşam salonu temizleyip düzenlediği ve içeri o zamandan beri ilk kez şimdi girdiği için salon son derece temizdi ve her şey yerli yerindeydi. Elektro gitarı bile yerde ya da koltuğun üstünde olmak yerine duvardaki askısında asıyordu. Beyaz Fender’ının ortalıkta değil de yerinde durması salonun derli toplu olduğunu kanıtlamaya tek başına yetiyordu çünkü Gökhan sürekli onu çaldığı için sadece en ayrıntılı temizliklerde onu yerine asıyor, geri kalan tüm zamanlarda da bambaşka yerlerde bırakıyordu.

Genç adam temizlikten sonra adeta parlayan müzik köşesini inceledi. Yağız giderken kendi gitarlarını götürdüğü için müzik köşeleri biraz çıplak görünüyordu ama Gökhan bu sadeliği sevmişti. Müzik köşesinin en önemli parçaları olan kahverengi klasik gitarıyla beyaz elektro gitarı bütün ihtişamlarıyla duvarda asılı duruyordu. Şarkı yazdığı defterlerini, kalemliğini ve dizüstü bilgisayarını masanın üstüne yerleştirmişti. Masanın iki yanında da çok büyük olmayan iki hoparlör vardı. İki ayaklı orguyla onun altına yerleştirdiği amfisi de masanın çaprazında masayla beraber bir L şekli oluşturacak şekilde duruyordu. Elektro gitar pedalları amfinin önünde yerde duruyordu, mikrofonu da orgun yanındaydı. Yaz boyunca evdeki zamanının çoğunu geçireceği bu mini stüdyosunu dün büyük bir özenle hazırlamıştı. Hem eğitim hayatı hem de iş hayatı derken üniversiteye başladığından beri müzikle ilgilenecek aşırı vakti olmamıştı. Üç yıllık bu zaman diliminde yalnızca birkaç şarkısını tamamlamış olsa da genç müzisyenin demo hâlinde pek çok bestesi, şarkısı vardı ve hepsi bilgisayarının hafızasında tamamlanacağı günü bekliyordu. Bu yaz müziğine ağırlık verip önce şu an sözlerini yazıp bir yandan da bestesini yaptığı şarkısını, ardından diğer projeleri tamamlamayı planlıyordu.

Yirmi dakika koltukta uzanıp biraz da olsa dinlendikten sonra üstünü değiştirmek ve elini yüzünü yıkamak için ayaklandı. Önce odasına girip üstündeki tişörtle şorttan kurtuldu, onun yerine eski tişörtlerinden biriyle uzun eşofmanını giydi. Tam zamanlı çalışmaya başlayalı beş gün olmuştu ama bu beş günde bile kilo vermişti. Bir öğrenci olarak genelde karbonhidrat ağırlıklı ve çok sağlıklı olmayan bir şekilde beslendiği için göbeği vardı. Yoğun olarak çalıştığı bu beş günde göbeği gözle görülür bir şekilde küçülmüştü, genç adam ilerleyen zamanlarda daha da zayıflayacağını biliyordu ve bundan memnundu. Özellikle bu kış birkaç kilo birden almıştı, yoğun iş hayatı aldığı bu kiloları verme konusunda ona fazlasıyla yardımcı olacaktı.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra salona geri döndü. Masanın üstünde duran dizüstü bilgisayarını alarak koltuğa kuruldu. Saat çok geç olmuştu, hiç hâli de kalmamıştı ve her ne kadar bugün akşam olunca şarkısı üzerinde çalışacağını planlasa da bunu yarına erteleyerek yattığı yerden dizi izlemeye karar verdi. Gençlerin evinde bir televizyon yoktu, hem çok pahalı olduğu hem de neredeyse hiç izlemedikleri için televizyon almamışlardı. Haberleri internetten takip ediyor, dizi ve filmleri de yine internetten açıp bilgisayarlarından izliyorlardı.

Bu ay başında izlemeye başladığı diziyi açtı ve gece 1’e kadar başka hiçbir şeyle ilgilenmeden üç bölüm birden izledi. İki bölüm boyunca gözleri tamamen açık olsa da üçüncü bölümde gözleri kısıldı, uykusu geldi ama bölümü bitirmek için kendini zorlayıp son dakikaya kadar dayandı.

Ağzını kocaman açıp esnerken bilgisayarı masadaki yerine geri koydu ve uyuşuk adımlarla salonun çıkışına yürüdü. Diğer dairelerden gelen tüm seslerin kesildiğini de o an fark etti. Şu an apartmanda ayakta olan tek kişi kendisiydi. Sessizliğe gömülmüş apartmandaki evinin karanlık koridorunda odasına ilerledi. Işığı açmaya gerek duymadan üstündeki tişörtü çıkararak kendisini yatağa attı. Uykuya dalması bir dakika bile sürmedi.

***

Ertesi gün Gökhan için biraz geç başladı. Saat 11’i geçe son derece dinç ve aç uyanan genç adam önce kendisine güzel bir kahvaltı hazırlayıp karnını doyurdu, sonra salona geçip şarkısının geçiş kısmının sözleri ve bestesi üzerinde çalıştı; pek çok not alıp aklındaki besteleri daha sonra üzerinde çalışmak için kaydetti. Şarkı için onlarca cümle yazmıştı, tüm bu cümlelere şarkıda yer veremeyeceği için aralarından seçmesi gerecekti aksi takdirde şarkı on dakika gibi bir uzunluğa sahip olabilirdi. Gökhan şarkının dört dakika kadar bir uzunlukta olmasını ve yazdığı sözler arasından en çarpıcı olanlara şarkıda yer verip az sözle çok şey anlatmak istiyordu.

Saat öğleden sonra 4’e kadar şarkı üstünde çalıştıktan sonra hazırlanmaya başladı. Altı günlük sakal ve bıyığını tıraş edip duş aldı. Duş sonrası belinde havluyla dolabının önünde durup ne giyebileceğini düşündü. Üç hafta sonra ilk kez sahne alacağı için biraz şık görünmek istiyordu. Birkaç defadan fazla giymediği mavi gömleğini eline alıp şöyle bir baktı.

“Bu kadar şık olmaya da gerek yok,” deyip yerine astı. “Orkestrada sahne almıyorum sonuçta.”

En sevdiği renk olan maviden vazgeçmeyip kısa kollu mavi tişörtünü giymeye karar verdi, pantolon olarak da boru paça siyah kot pantolonunu seçti.

“Bayağı şıksın Gökhan, aynen,” dedi aynadaki yansımasına bakarken. “Grand tuvalet oldun. Şıklık paçalarından akıyor.”

Kendi kendine gülüp saçlarını her zamanki gibi şekillendirdi. Genç adam spor giyinmeye çok alışkındı ve kıyafette onun için tek kriter rahatlıktı. Gömlek, kumaş pantolon ya da ceket gibi parçaları çok çok özel bir gün olmadıkça giymekten hiç hoşlanmıyordu.

Parmaklarına yüzüklerini takıp parfümünden de birkaç fıs sıktıktan sonra hazırlanması tamamdı. Odasından çıkıp salona girdi ve duvardaki klasik gitarını indirip kılıfına yerleştirdi. Geçen akşam bakımlarını yaptığı gitarı bu akşam için hazırdı.

Evde gezip her yerin kapalı olduğundan ve bir şeyini unutmadığından emin olunca evden ayrıldı. Kafede akşam 8’de çıkacaktı ama öncesinde saat 5’te Aras’la gitar dersi vardı ve şimdi de oraya gidiyordu. Okul dönemi onunla çarşamba günleri görüşüyor olsa da yaz tatilinde hafta içleri çalıştığı için buna zaman ayırması zor olacağı için bu haftaki derslerini cumartesi işlemeye karar vermişti. Aslında genç adamın içinden geçen pazar günü görüşüp tatil günü olan cumartesiyi kafeye kadar tamamen evde geçirmek olsa da Aras’ın ailesi yarın ailecek gezmeye gideceklerini söylediği için geriye sadece bugün kalmıştı. Gökhan bu meseleye bir netlik kazandırması gerektiğini aklına not etmişti.

Genç adam, Arasların Göztepe’deki evine gitmek için otobüsü kullandı. Trafikte biraz zaman kaybetse de saat 5’teki derslerine yetişmeyi başardı. Ona kapıyı Aras’ın annesi Dilan açtı.

“Hoş geldin Gökhan,” diye karşıladı onu. “Gel içeri.”

“Hoş buldum,” diyen Gökhan ayakkabılarını çıkarıp eve girdi.

“Gökhan ağabey!” diye bağıran Aras odasından çıkıp koşar adımlarla Gökhan’a ilerledi. “Hoş geldin. Gelmeni dört gözle bekliyordum.”

“Öğrendiği şarkıyı sana çalmak için sabırsızlanıyor,” dedi Dilan. “Kaç gündür içi içine sığmıyor.”

Gökhan gülerek Aras’ın saçlarını karıştırdı. “Bak sen. Geldim işte, çalarsın şimdi.”

“Hemen başlayalım,” dedi Aras. “Gitarımı hazırladım, notlarımı hazırladım hatta parmaklarımı bile ısıttım.”

“Bayağı hazırlıklısın bakıyorum. Aferin.”

“Ödevime iyi çalıştım.”

Aras onun elinden tutup odasına götürmeye başladı.

“Bir şey ister misin?” diye seslendi Dilan. “Soğuk bir içecek?”

“Su iyi olur,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederim.”

Gökhan’la Aras küçük çocuğun odasına girdiler. Aras söylediği gibi gitarıyla notlarını hazırlamış ve yatağının üstüne koymuştu.

“Tüm hafta parçayı çalıp durdum,” dedi Aras. “Bu haftaki dersimiz geç olduğu için bolca pratik yapma fırsatım da oldu.”

“Aferin,” dedi Gökhan. “Çal bakalım parçayı.”

Aras sandalyeye oturup gitarını kucağına alırken Gökhan da yatağa oturdu. Çocuk, parçayı çalmaya başladığında hocası pür dikkat onu dinlemeye başladı. Aras bu parçayı çalmaya çalışırken klavyeyi kavrayış şeklinden dolayı istediği performansı gösteremiyordu; Gökhan ona bu konuda yardımcı olup, önemli noktaları gösterince çocuk sorunu anlayıp ortadan kaldırmak için çalışmalara başlamıştı ve bunda başarılı da olmuştu. Aras geçen haftaya kadar bir türlü güzel çalamadığı bu parçayı bugün son derece iyi ve neredeyse kusursuz çaldı. Parça bittiğinde Gökhan onu alkışladı.

“Muhteşem,” dedi içtenlikle. “Eline, yüreğine sağlık. Sen bu işi bitirmişsin.”

“Gerçekten mi?” dedi gözleri parlayan Aras. “Beğendin mi?”

“Bayıldım. Söylediğim şeylere dikkat çekince performansın boyut atlamış, sen de fazlasıyla pratik yapıp işin en önemli kısmını halletmişsin.”

“Çok teşekkür ederim Gökhan ağabey. Hepsi senin sayende oldu.”

“Estağfurullah. Ben öğrettim, evet ama öğrenmek için bu kadar hevesli ve çalışkan olmasaydın iş bu noktaya gelmezdi.”

Odanın kapısı aralandığında Dilan başını içeri uzattı. “Girebilir miyim?” diye sordu.

“Elbette,” dedi Gökhan.

Dilan içeri girdiğinde elindeki tepsi göründü. Tepsinin içinde iki bardak limonata, tabakta birkaç kurabiye ve Gökhan’ın istediği su vardı.

“Çalışırken atıştırırsınız,” deyip tepsiyi masaya koydu. “Kurabiyeyi sen geliyorsun diye yaptım.”

“Neden zahmet ettin?” dedi Gökhan mahcup olarak.

“Ne zahmeti canım? Hem Aras da çok seviyor, yersiniz işte.”

“Ellerine sağlık, çok teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun. Size iyi dersler. Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenmeniz yeterli.”

“Tabii. Teşekkür ederiz.”

Dilan odadan çıktığında Gökhan kalkıp Aras’ın yanına oturdu. “Sadece tek bir yerde biraz zorlandığını gördüm,” dedi. “Hadi o kısma yoğunlaşalım.”

İkili bir saati aşkın ders yaptı. Gökhan Aras’a öğrenmesi için biraz daha zor bir parçayı ödev verdi, parçayı kendisi çaldı ve Aras’a bazı püf noktaları gösterdi. Gökhan kendi gitarından bu parçayı çalarken Aras ona aşk dolu gözlerle bakıp hayranca izledi. Küçük çocuğun Gökhan’ın kahverengi klasik gitarına büyük bir ilgisi vardı, Gökhan’ın ustalığına ise hayrandı. Hedefi günün birinde onun kadar iyi gitar çalmaktı.

“Bugünlük bu kadar,” dedi Gökhan. “Haftaya kadar bu parçayı öğrenmeye çalışırsın. Diğer parçada da zorlandığın kısmı gösterdiğim şekilde çalıp zorlanmayı yok etmeye çalışalım, olur mu?”

“Tabii ki hocam, siz nasıl isterseniz.”

Gökhan gülerek onun saçlarını karıştırdı. “Ben bir annene bakayım, sen de odanı topla hadi.”

Gökhan, Aras’ın odasından çıkıp salona ilerlediğinde Dilan’ı içeride otururken buldu.

“Bitti mi?” diye sordu Dilan.

“Bitti,” diye onayladı Gökhan. “Bu haftalık bu kadar.”

“Nasıl ilerliyor?”

“Çok iyi. Aras yetenekli bir çocuk ama daha önemlisi öğrenmeye çok hevesli ve çok da çalışkan. Genelde ilk sekiz ayda bu kadar ilerleme olmaz ama Aras son derece iyi gidiyor. Yaz sonuna kadar aynı hızda ilerlerse bir tık üst düzey bir gitar alabilir.”

“Gerçekten mi?” dedi duydukları karşısında duygulanan Dilan. “Benim küçük kurabiye canavarıma bak sen. Seni çok seviyor ve ne kadar iyi gitar çaldığından, çok tatlı bir dille ona da öğrettiğinden bahsediyor. Burada senin de emeğin çok büyük Gökhan, çok sağ ol.”

“Ben de onu seviyorum ve beraber zaman geçirmekten keyif alıyorum.”

“Bir işin yoksa akşam yemeğine kalmaya ne dersin? Ferhat da birazdan gelir, hep beraber yeriz.”

“Teşekkür ederim ama gitsem daha iyi olur sanırım,” dedi Gökhan çekinerek.

“Acelen mi var?”

“Yok ama ne bileyim, siz yemeğinizi ailecek yeseniz daha iyi olur.”

“Duymamış olayım. Bize eşlik etmen hepimizi çok mutlu eder, lütfen kırma bizi.”

“Peki. Teşekkür ederim.”

Aras’ın babası Ferhat işten dönünce hep beraber masaya oturdular. Birkaç yıldır sadece Yağız’ın ailesiyle yemek masasına oturan Gökhan kendisini son derece gergin hissediyordu ama bunu belli etmeme konusunda çok başarılıydı. Yemek masası genç adam için aile sıcaklığını hissettiği bir yer olmaktan çok uzaktı. Yağız’ın ailesiyle tanıştıktan sonra bu sıcaklığı hissetmiş, ailecek yenen yemeklerin aslında ne kadar güzel olabileceğini fark etmişti. Şu an oturduğu bu yemek masasındaki ortam da hoşuna gitti.

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu Ferhat. “Geçen iki haftada sınavların vardı.”

“Finallere girdim,” dedi Gökhan. “Sonuçlar iyi. Bu seneyi de hallettim.”

“Çok sevindim,” diye araya girdi Dilan. “Tebrik ederim.”

“Teşekkür ederim.”

“Şimdi de çalışmaya mı başladın?” dedi Ferhat.

“Tam zamanlı çalışmaya geçtim. Haftanın altı günü çalışıyorum.”

“O zaman çarşambaları da işte olacaksın.”

“Evet. Aslında ben de sizinle bu konuyu konuşmak istiyordum. Cumartesi günleri izin günüm, onun dışında her gün çalışıyorum ama pazar günleri mağazayı birkaç saat daha erken kapatıyoruz. Size de uyarsa Aras’la yaz boyunca pazar günleri görüşelim diyorum.”

“Sen ne zaman uygunsan biz de ona uyarız. Çalışıyorsun sonuçta, iş çıkışı buraya gelip bir de gitar dersi vermeni isteyemeyiz.”

“Çalışanın hâlinden anlarız,” diye eşine arka çıktı Dilan. “Üstelik öğrencisin de. Sen pazar diyorsan pazar olsun. Sen ne dersin Aras?”

“Gökhan ağabey ne zaman yapmak isterse o zaman yapsın,” dedi Aras. “Bana gün fark etmez ki. Bundan sonra sürekli evdeyim sonuçta.”

“O zaman anlaştık,” diyen Gökhan ona yumruğunu uzattı.

“Anlaştık,” deyip küçük yumruğunu Gökhan’la tokuşturdu Aras.

Akşam yemeği bol sohbetli ve keyifli geçti. Sıcak bir aile ortamında akşam yemeği yemek Gökhan’a iyi geldi. Kış tatilinde Yağız’la beraber Balıkesir’e gittiğinden bu yana, yani dört aydır, böyle bir aile ortamında bulunmamıştı ve masada oturup gülerken bu ortamı özlediğini hissetti. İçinde varlığını reddedemeyeceği bir burukluk da vardı ama huzur duygusu daha ağır bastı.

“Ellerine sağlık Dilan abla,” dedi yemek bittikten sonra. “Yemeklerin hepsi çok lezzetliydi.”

“Afiyet olsun Gök, her zaman beklerim. Burası senin de evin sayılır.”

“Teşekkür ederim. Benim için çok keyifli bir akşamdı ama artık yavaştan kaçayım. Cumartesi trafiğini düşünürsem kafeye varmam kolay olmayacak hatta geç bile kaldım.”

“Zülfikar bir şey demez,” dedi Ferhat. “Anlayışla karşılar. Sen yine de bizimle olduğunu söyle hatta selamlarımızı da ilet.”

“Başüstüne.”

Ev halkıyla vedalaşan Gökhan kafeye gitmek için apartmandan ayrıldı. Kesinlikle geç kalmıştı. Kafenin sahibi Zülfikar’ı aramak için telefonunu çıkarırken adımlarını da hızlandırdı.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 18:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 5. Kare: Dalgalarla Demlenen Anlar https://edebiyatblog.com/kd-5-kare-dalgalarla-demlenen-anlar https://edebiyatblog.com/kd-5-kare-dalgalarla-demlenen-anlar Köprü trafiği sabah ve akşam vakitleri olduğu kadar yoğun değildi. Fatih’ten yola çıkan Göksel dakikalar sonra köprüye ulaşabildi. Radyodan çalan şarkının sesi yükselirken, Göksel de gaza basıp arabayı hızlandırdı.

“Manzaranın güzelliğine bak,” dedi yolcu koltuğunda oturan Ahsen camdan dışarısını işaret ederek. “Enfes görünüyor. Kameran nerede?”

“Çantamda,” dedi Göksel başıyla arka koltuğu işaret ederek. “Ben araba kullandığım için bugünlük fotoğrafçı sen oluyorsun demek.”

“Biraz öyle olacak,” diyen Ahsen onun çantasına uzanıp içindeki fotoğraf makinesini çıkardı. “Hatıralar biriktirmeye şimdiden başlayalım.”

Ahsen makineyle uğraşırken, Göksel de gülümseyerek arabayı sürmeye devam etti. Genç kadının siyah maskara sürerek öne çıkardığı mavi gözleri pür dikkat yola odaklanmıştı.

“Çekiyorum bak,” dedi Ahsen.

“Çek,” dedi Göksel e harfini biraz uzatarak. “Neyi istiyorsan onu çek, tabii çok abartma; kameranın da bir hafızası var.”

“Tüm hafızanı dolduracağım, görürsün sen.”

İki arkadaş gülüştüler.

Ahsen, masmavi gök ve denizle iç içe geçen Anadolu Yakası’nı kadraja alıp bu görkemli manzaranın bir fotoğrafını çekti. Makineyi elinden bırakmadan köprüye döndü ve önlerinde uzanıp giden köprünün de bir fotoğrafını çekti.

“Çok güzel oldular,” dedi heyecanlı bir sesle. “Bunları bana at.”

“Atarım tabii.”

Ahsen fotoğraf çekme işinden sonra video çekmeye karar verdi ve Göksel’in ona öğrettiği şekilde video kaydını başlattı. Ahsen manzarayı çekerken Göksel ona kısa bir bakış attı. Dostunun video çektiğinden haberi yoktu. Onun fotoğraf çektiğini düşünerek bakışlarını tekrardan yola odakladı.

Ahsen on saniye kadar manzarayı çektikten sonra kadrajı ilerledikleri yola çevirdi. Boğaziçi Köprüsü’nün dev ayaklarından birini çekip kadrajı yavaşça önlerindeki yola indirdi, birkaç saniye boyunca da yolu çektikten sonra kamerayı Göksel’e çevirdi.

“Bugünkü istikametimiz neresi Gök Hanım?” diye sordu Ahsen. “Bizi nereye götürüyorsunuz?”

“Video mu çekiyorsun?” dedi Göksel şaşırarak. Güldü. “Seni kaçırıyorum.”

“Beni kaçırmana gerek yok ki. Ben seninle her yere gelirim.”

Göksel ona şirin bir ifadeyle bakıp öpücük attı. “Yerim seni. Bugünkü durağımız Kadıköy olacak, kız kıza bir cumartesi akşamı geçireceğiz. Şevval ve Sinem de gelecek, onlarla karşıda buluşacağız.”

Ahsen kamerayı kendisine çevirdi. “Göksel Hanım zengin olduğu için biz onun arabasıyla gidiyoruz.”

“Peki bundan benim neden haberim yok?”

“Bu ekonomide araba sahibi olmak ve onun deposunu doldurup kullanmak zenginlik göstergesi sayılıyor canım.”

“Araba ve yakıt fiyatlarını düşününce haklısın.”

“Her neyse, tatsız şeylerden konuşmayalım,” dedi Ahsen. Makineyi yeniden Göksel’e çevirdi. “Bugünkü planımızdan bahsetmek ister misin Gök?”

“Bahsedeyim,” diyen Göksel arabayı biraz yavaşlattı. “Şevval ve Sinem’le Kadıköy’de buluşup biraz deniz havası almayı düşünüyoruz, belki biraz çarşıda gezip bir şeyler bakarız; akşam olunca bir mekâna girip bir şeyler içeceğiz, müzik dinleyeceğiz, eğleneceğiz. Nereye gideceğimize tam olarak karar vermedik ama Kadıköy’de buluruz bir yer.”

“Güzel bir gün olacak.”

“Kesinlikle öyle olacak.”

Ahsen kaydı bitirdi. “Bugünden güzel bir anı olarak kalır. Bunu da bana atman gerektiğini söylememe gerek yok herhâlde?”

“Elbette yok.”

İkili dakikalar sonra Üsküdar’a vardı. Köprü çıkışında biraz yoğunluk olsa da çok zaman kaybetmeden Kadıköy’e doğru devam ettiler. Göksel üç hafta sonra, Ahsen’se neredeyse iki ay sonra ilk defa Anadolu Yakası’na geliyordu.

“Anadolu’yu özlemişim,” dedi Ahsen camdan dışarı bakarken. “Kızlarla buluşalım da biraz çarşıda gezelim.”

“Olur,” dedi Göksel. “Biraz dolaşırız.”

“Sorsan İstanbul’da yaşıyoruz ama oturduğumuz semtin dışına nadiren çıkabiliyoruz. Hayatım okulla ev arasında geçiyor, kalan zamanlarda da gezeyim desem ya zamanım ya da param olmuyor. Kadıköy’e gelmeyeli iki ay oldu, istediğim gibi gezmeyeli ise daha da uzun.”

“Arabanız yok ama olsa da trafik yüzünden insan bir yere gitmeye çekiniyor, toplu taşımaya bineyim desen çok kalabalık, ne olduğu belirsiz bir sürü tip de cabası ve o hengamede saatlerini yolda geçirmen gerekiyor. Öğrencisin, okuldan kalan zamanını da hâliyle yollarda geçirmek istemiyor, evinin ya da okulunun yakınındaki yerlere gidiyorsun. Artık yaz tatilindeyiz, vakit ve nakit buldukça şehrin farklı noktalarına gidip gezeriz.”

“Durum daha iyi özetlenemezdi, ağzına sağlık. Açılışı bugün Kadıköy’le yapıyoruz, sonraki günler için de planlar yaparız. Bu son yaz tatilimiz, tadını çıkarmak istiyorum.”

“Ben de öyle.”

Kadıköy’e vardıklarında saat öğleden sonra 4’ü geçiyordu. Şevval’le Sinem’i bekledikleri yerden alıp Kadıköy’ün merkezine doğru devam ettiler.

“Beklediğimden erken geldiniz,” dedi Şevval. “Cumartesi trafiğinde sizi epey bekleyeceğimizi Sinem’e söylemiştim.”

“Yoğunluk henüz artmadı,” dedi Göksel. “Bundan sonra sıkıntılı saatler başlıyor. Neyse ki biz bir araya geldik ve artık trafikle çok da işimiz yok. Kadıköy merkeze gidip biraz dolaşalım diyoruz, ne dersiniz?”

“Bana uyar,” dedi Şevval.

“Bana da uyar,” dedi Sinem. “Kız kıza biraz çarşı gezelim. Uygun fiyatlı güzel bir şeyler bulursam alırım belki. Malum yaz geldi, insan cıvıl cıvıl giyinip süslenmek istiyor.”

“Mağazaları gezeriz,” dedi Ahsen ona bakarak. “Akşam 7’ye kadar vaktimiz var, ondan sonra oturmak için bir mekâna gideriz.”

“Nereye gideceğiz harbiden?” dedi Şevval. “Birkaç yer konuştuk ama bir karara varmadık.”

“Benim dediğim yer fena değildi ama fiyatları biraz tuzlu olmakla beraber içinde takılan garip tipler var,” dedi Ahsen. “Mekân alkollü olunca gayet olağan bir durum. Kadıköy’ü biliyorsunuz.”

“Alkollü bir yere gitmeyelim,” dedi Sinem. “İçip içip kıçı başı dağıtıyorlar, sonra bizim başımızı ağrıtmasınlar. Efendi gibi gidip soğuk meşrubatlarımızı içelim, sohbet edelim; müzik dinleyelim, eğlenelim.”

Ahsen önüne dönüp yanında oturan Göksel’e baktı. “Senin geçen ay gittiğin kafe nasıldı?” diye sordu. “Güzel yere benziyordu.”

Göksel ona kaşlarını kaldırarak baktı.

“Şu meşhur olan fotoğrafı çektiğin kafe mi?” dedi Sinem. “Neydi adı?”

“Parça Kafe*,” diye yanıtladı Göksel. “İçeride çok oturmadım ama güzel bir yere benziyordu.”

[*Bahsi geçen kafenin ismi tamamen kurmaca olup o civarda bu isimde herhangi bir işletme bulunmamaktadır. (Yazar notu)]

“Alkollü mü?”

“Hayır, müşterilerden hiçbirinin alkol içtiğini görmedim. Daha çok gençlerin gittiği, uygun fiyatlı, küçük bir işletmeydi.”

“Canlı müziği nasıl?” diye sordu Ahsen. “Sahne alan gencin performansını sevdin mi?”

Göksel ona cevap vermeden önce sola dönüp hızını biraz yavaşlattı. Gidecekleri yere varmalarına çok az kalmıştı ve artık yavaştan park yeri aramaya başlayabilirdi.

“Beğendim,” dedi o günü hatırlayarak. “Güzel bir sesi vardı, gitarı da çok iyi çalıyordu.”

“Oraya gidelim mi?”

Ahsen’in bu ani sorusuyla Göksel neye uğradığını şaşırdı. Hızını daha da yavaşlatırken yan koltukta oturan arkadaşına biraz büyümüş gözleriyle baktı.

“Siz ne dersiniz kızlar?” diyen Ahsen arka koltuktakilere döndü. “Alkolsüz, uygun fiyatlı, gençlerin takıldığı ve canlı müziği güzel olan bir mekân. Tüm kriterlerimize uyuyor bence.”

Sinem’le Şevval kendi arasında bakıştı.

“Bana uyar,” dedi Sinem. “Kulağa makul geliyor.”

“Bana da uyar,” dedi Şevval omuz silkerek. “Kız gecesi için güzel bir mekâna benziyor.”

Göksel konuşulanları dehşet içinde dinliyordu. Parça Kafe’ye mi gidiyorlardı yani? Gökhan’ın sahne aldığı kafeye ve tam da onun sahne aldığı cumartesi gününde? Genç kadın buna hiç hazır değildi.

“Sen ne dersin Gök?” dedi Ahsen arkadaşına bakarak. “Gidelim mi?”

Ben her cumartesi orada çıkıyorum, sınavlarım sebebiyle önümüzdeki iki hafta çıkamayabilirim ama sonrasında yolunuz yine düşerse beklerim. Fotoğrafçı olduğunuzu söylemeniz sizi hatırlamam için yeterli.

Gökhan’ın bu mesajını hatırladı. Genç adamın tamamen kibarlık yaptığını, yolunun bir daha oraya düşüp düşmeyeceğiyle ilgilenmediğini biliyordu ve kendisi de yolunun bir daha oraya düşeceğini zannetmiyordu. Şimdiyse üç arkadaşı birden oraya gitmeye onay vermişti ve Göksel’e de fikrini sorup konuyu kesinleştirmek üzereydiler. Üçü birden bunu kabul etmişken Göksel’in reddetmesi pek mümkün değildi, hem bunu reddetmek için bir nedeni de yoktu ve o da arkadaşlarına uydu.

“Gidelim,” diye cevapladı. Kendi gerginliğini azaltmak, ortamı da neşelendirmek için eğlenceli bir şey söyleme ihtiyacı hissetti: “Şanslısınız ki yolu biliyorum.”

Arabanın içinden gülüş sesleri yükseldiğinde Göksel de tebessüm etti.

“Sen haftalar sonra bile hesabıma girip stalk yaptın,” diye düşündü. “Ben de haftalar sonra sahne aldığın kafeye geliyorum. Yine.”

Göksel arabayı caddenin altındaki bir ara sokağa park ettikten sonra arkadaş grubu araçtan inip caddeye yürüdü. Kadıköy’ün merkezi yerlerinden birindeydiler, kız kıza mağaza gezmeye başladılar. Yaz sezonunun açılmasıyla beraber kıyafetlere, ayakkabılara, aksesuarlara ve takılara renk gelmiş, mağazalar şenlenmişti ama fiyatlar cep yaktığı için bir şey alamayacaklarını, sadece bakmakla yetineceklerini daha gezinin başında anladılar.

Yol üstünde karşılarına çıkan bir mağazanın kapısının önünde rengarenk şapkaların olduğu bir reyon vardı. Hepsi beğendiği birer şapkayı başına takıp birbirlerine baktı.

“Çok yakıştı Gök,” dedi Ahsen, Göksel’in başındaki önünde küçük bir beyaz papatya olan sarı şapkaya bakarken. “Sarı kesinlikle senin rengin. Alsana bunu.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Ama kim bilir ne kadardır? Gelin şu aynada bir hatıra fotoğrafı çekelim, fiyatını sonra sorarız.”

Göksel çantasından kamerasını çıkardı. Reyonun üstündeki aynanın karşısına geçen dörtlü kısa bir üst baş düzeltmesinden sonra poz verdi ve Göksel deklanşöre basarak fotoğraf çekti. Üç çift meraklı göz hemen kendisine döndü.

“Tamam yahu gösteriyorum fotoğrafı,” dedi Göksel. “Aslanın antilobu yemesini ve sıranın kendisine gelmesini bekleyen sırtlanlar gibi bakıyorsunuz.”

Diğerleri onun bu cümlesine gülerken Göksel de çektiği fotoğrafı açıp arkadaşlarına gösterdi. Hepsinden fotoğrafı beğendiklerini belli eden nidalar yükseldi.

“Fotoğrafı biraz düzenleyip hepinize gönderirim. Siz söylemeden ben söyleyeyim.”

Mağazanın içine girip şapkaların fiyatını sorduklarında tanesinin 30 lira olduğunu öğrendiler.

“Çok uygun,” dedi Ahsen. “Hemen al. Gerçekten aşırı yakıştı.”

“Öyle mi dersin?” dedi Göksel.

“Evet. Kızlar sizce de çok yakışmadı mı?”

Diğerleri de yakıştığını söyleyince Göksel şapkayı satın aldı.

“Senin yüzünden 30 liram gitti,” dedi şakayla karışık. “İkna yeteneğin beni korkutuyor.”

Ahsen sırıtarak, “Özel gücüm,” dedi. “Güle güle kullan bebeğim. Bu yaz vazgeçilmez aksesuarlarından biri olacak, görürsün.”

“Görelim bakalım ve teşekkür ederim.”

Dörtlü bir saat kadar mağazalarda gezdi. Sinem birkaç parça kıyafet denese de hiçbirinin üzerindeki duruşunu beğenmedi ve mağazalardan eli boş ayrıldı.

“Biraz sahile inelim mi?” diye bir öneride bulundu Şevval. “Dondurma yiyip yürüyüş yaparız.”

“Güzel fikir,” dedi Göksel. “Saat daha erken zaten. Biraz sahilde takıldıktan sonra kafeye geçeriz. Siz ne dersiniz kızlar?”

Ahsen ve Sinem de planı sevince karar verildi. Kısa bir yürüyüşün ardından Göksel’in arabasına ulaştılar. Göksel biraz haritadan bakarak biraz da doğaçlama takılarak trafiğin içine çok girmeden ara sokaklardan kısa sürede sahile ulaştı. Cumartesi günü kalabalığı sahilde daha çok görülüyordu. Temmuz ve ağustos sıcakları bastırmadan önce yazın tadını çıkarmak isteyen bir sürü kişi sahile akın etmişti. Bu kalabalıkta park yeri bulması biraz uzun sürse de nihayetinde bir köşeye aracını park etmeyi başardı.

“Çok ters girdim ama kısa süre duracağımıza güveniyorum,” dedi kontağı kapatırken. “Umarım sıkıntı çıkmaz.”

“Bir şey olmaz,” diyen Ahsen emniyet kemerini çıkardı. “Millet nasıl park ediyor da bir sorun çıkmıyor.”

“Bende millette olan şanstan pek yoktur ama her neyse. Hadi gidelim.”

Araçtan inen kız grubu sahile doğru yürümeye başladı. Moda’daydılar ve hepsi burayı çok severdi. Özellikle bunun gibi sıcak yaz akşamlarında tanıdıklarıyla burada zaman geçirmekten, yürüyüş yapmaktan, sohbet etmekten hoşlanıyorlardı.

“Sahile inmeden şuradan dondurmaları alalım,” dedi Ahsen arkalarında kalan bir yeri göstererek. “Dondurmaları güzel oluyor.”

“Kesin sıra var,” dedi Şevval. “Benimki de laf işte. Bu şehirde nerede sıra yok ki? Gidip biraz da orada bekleyelim.”

Gençler gülüşerek Ahsen’in söylediği dondurmacıya gitti. Dondurmacıda gerçekten de sıra vardı ama korktukları kadar da değildi. Sıranın en arkasına geçip beklemeye başladılar.

“Saat kaç oldu?” diye sordu Ahsen.

Göksel cep telefonunun ekranını açtı. “18.24 olmuş,” dedi. “Yedi gibi kafeye geçeriz diyorduk ama artık mümkün görünmüyor.”

“Canlı müziğin kaçta başladığını biliyor musun?” dedi Sinem.

“Hiçbir fikrim yok. Ben gittiğimde saat sekiz buçuk sularıydı ve genç çoktan sahnedeydi.”

“İyi o zaman,” dedi Ahsen. “Daha vakit var. Ben zaten yediden sonra geçeriz anlamında demiştim. Canlı müzik o kadar erken başlamaz. En erken sekiz gibi başlar.”

“Doğru,” dedi Şevval. “Millet akşam gezmesine geliyor sonuçta, yedide hava bile kararmıyor. En geç bir buçuk saate gideriz, o zaman yavaştan başlamış olur.”

Vaktin iyice yaklaştığını fark eden Göksel gerildi. Gökhan onun ne adını ne yüzünü ne de sesini biliyordu, onu tanıması mümkün bile değildi ama kendisinin onu tanıyor olması tek başına genç kadını germeye yetiyordu. İkisi de birbiri için yabancıdan fazlası değildi, tek fark Göksel Gökhan hakkında biraz da olsa bilgiye sahipti.

Fotoğrafçı olduğunuzu söylemeniz sizi hatırlamam için yeterli.

Elbette bunu yapmayacaktı. Arkadaşlarıyla beraber bir masaya geçip oturacak, eğlenmesine bakacak ve Gökhan’ın fotoğrafını çeken fotoğrafçı olduğuna dair en ufak işaret bile göstermeyecekti.

Sıra kendilerine gelince dondurmalarını alan grup sakin adımlarla sahile doğru yürümeye başladı. Denizden esen rüzgâr, saçlarını uçuştururken deniz kokusunu da ciğerlerine dolduruyordu. Sessizliklerini bozmayan kızlar manzarayı izlemeyi tercih etti. Final haftası hepsi için son derece yorucu geçmişti ve şimdi deniz kenarındayken biraz huzur bulmak istiyorlardı.

Göksel kamerasını çıkarıp denizin fotoğrafını çekti, ardından sahili kadrajına alıp orayı da çekti. Ahsen onun sol elindeki dondurmayı alırken genç fotoğrafçı şaşırarak ona baktı.

“Fotoğraf çekiyormuşsun gibi poz ver hadi,” dedi Ahsen telefonunu ona doğrultarak. “Ben de seni çekeyim.”

Göksel kamerayı yeniden yüzüne yaklaştırıp sol gözünü kapattı. Ahsen onu bu şekilde çekerken Göksel de Ahsen’i çekti.

“Muhteşem bir fotoğraf oldu,” dedi Ahsen. “Çok güzel çıktın.”

“Işık güzel çünkü,” dedi Göksel. “Atarsın bana.”

“Sen de çok güzelsin bebeğim ve elbette atarım.”

Bu ani iltifat karşısında Göksel utanarak teşekkür etti.

“Birinden de dördümüzü çekmesini isteyelim,” dedi Şevval. “Bugünden bir hatıra kalsın.”

“Sahile ulaşınca rica ederiz,” dedi Ahsen. “Şevval’in de dediği gibi hatıra kalır.”

Dörtlü arkadaş grubu Moda Sahili’nde uzun dakikalar geçirdi. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra çimlerin üstüne oturdular, sohbet edip bolca güldüler, bir sürü fotoğraf çekildiler. Bir saat on beş dakika kadar sahilde vakit geçirdikten sonra kafeye geçmek için ayaklandılar. Saat 19.52’yi gösteriyordu, trafiğin durumunu da hesaba katarlarsa Kadıköy’ün içinde kalan kafeye varmaları biraz zaman alacaktı.

Şoför koltuğuna oturan Göksel kafenin tam konumunu görmek için navigasyonu açtı. Geçen sefer kafeye yaya olarak gittiği için araçla nasıl bir rota izleyeceğini görmek için navigasyondan destek alması şarttı. Bulundukları konumdan kafenin konumuna bir yol tarifi çıkarıp gaza bastı.

“Caddenin bir arka sokağındaymış,” dedi Ahsen ekrana bakarken. “Merkezde ama biraz ara sokakta kalıyor. Sen nereden buldun burayı?”

“Cadde aşırı kalabalık olduğu için bu sokaktan yürürken karşıma çıktı,” dedi Göksel o günü hatırlayarak. “Yorulmuş ve susamıştım, canlı müzik de olduğunu görünce girip oturdum. Tamamen tesadüf eseri yani.”

“Tesadüf eseri karşına çıkan kafede çektiğin fotoğraf bin 600 küsur beğeni alıp sana onlarca takipçi kazandırdı. Bazı tesadüfler gerçekten çok hoş olabiliyor, bu da onlardan bir tanesi.”

“Kimin aklına gelirdi, öyle değil mi? Dünya ilginç bir yer.”

“Kesinlikle öyle.”

Radyoyu açan Göksel müzik dinlediği uygulamaya girdi. Hem şehrin hem de batmakta olan güneşin ışıklarından ilham alarak çok sevdiği bir şarkıcının çok sevdiği bir şarkısını açtı.

The Weeknd, Blinding Lights

Arabanın içi bir anda hareketlenirken herkes oturduğu yerden dans etmeye başladı. Hiçbirinin güzel bir sesi olmasa da hep bir ağızdan şarkıya eşlik etmelerinin yaydığı enerji güzeldi. Ön koltukta oturan Ahsen sahnede binlerce kişinin önünde konser veriyormuş gibi bir tavırla şarkıyı söylerken arka koltuktaki Şevval ve Sinem de onun arka vokalleriymiş gibi dans ederek ona eşlik ediyordu. Şoför koltuğunda oturan Göksel’se arabayı kullandığı için yavaşça yerinde sallanıyor ve parmaklarıyla direksiyonda ritim tutuyordu.

Yol boyunca aynı enerjiyle şarkı söyleyip dans eden grup trafiğe rağmen hiç sıkılmadan en nihayetinde kafenin olduğu yere vardı. Göksel arabayı kafenin olduğu sokağın başına park etmeden önce araçtakiler indi. Genç yaşına rağmen iyi bir sürücü olan Göksel arabayı biraz küçük olan duvar kenarındaki boş yere başarıyla park etti. Genç kadın kontağı kapatırken bakışlarını hemen ilerideki Parça Kafe’ye dikti. Kafenin kapısı içerisi gibi sarı ışıklarla aydınlatılıyordu, “canlı müzik” tabelası yine yanıp sönüyordu. Her şey haftalar önce olduğu gibiydi.

Kontağı kapattı, çantasına uzandı ve derin bir nefes alarak arabadan indi.

“Hadi gidelim,” diyen Ahsen onun koluna girdi. “Umarım yer kalmıştır. Çok kalabalık bir yer mi?”

“Hayır, geçen sefer de boş yerler vardı.”

“İyi o zaman.”

Ahsen ve Göksel önde kol kola yürürken Şevval’le Sinem de hemen arkalarından ilerledi. Dörtlü arkadaş grubu kafenin kapısından içeri girdi. Sarı ışıklarla aydınlatılan kafenin içi kalabalıktı, çoğunluğu gençlerden oluşan müşteriler masalara dağılmıştı. Diğer kızlar boş masa bakınırken Göksel’in bakışları ilk olarak sahneye odaklandı.

Sahne boştu.

Yüksek bar taburesiyle mikrofon ayağı sahnede öylece duruyordu. Gökhan’a dair hiçbir iz yoktu. Ne sahnenin üstünde ne de çevresinde burada sahne alan gence ait gitar, su şişesi, şarkı sözlerine ya da notalarına bakabileceği kâğıtlar gibi şeyler vardı.

“Şu köşeye geçelim mi?”

Ahsen’in sorusuyla dikkatini sahneden aldı. Arkadaşı ona hemen çaprazlarında yer alan duvar kenarındaki bir masayı işaret ediyordu.

“Olur,” diyen Göksel kafenin içine baktı. Sahneye yakın olan tüm masalar doluydu, boş olan birkaç masa da bunun gibi arka taraflarda kalanlardı. “Çok da bir alternatifimiz yok.”

Grup masaya ilerledi. Göksel sahneyi gören tarafta duvar kenarına, Ahsen onun yanına; Şevval Göksel’in karşısına ve Sinem de Ahsen’in karşısına oturdu.

“Ambiyansı çok hoş,” dedi Şevval kafeyi incelerken. “Renk tercihleri çok iyi olmuş.”

“Ben de sevdim,” dedi Ahsen. “Sıcak bir havası var. Canlı müziğini de beğenirsek arada gelip oturabileceğimiz yeni bir yer keşfettik demektir.”

Bir garson masalarına geldiğinde Göksel onun geçen sefer siparişini alan garson olduğunu hatırladı. Garson da Göksel’i hatırlamış gibi bir ifadeyle genç kadına baktı. Göksel’in toplumda az rastlanan dalgalı sarı saçlarıyla mavi gözleri hatırlanması konusunda önemli bir role sahipti.

“Hoş geldiniz,” diyen garson elindeki iki menüyü masaya bıraktı.

“Hoş bulduk,” dedi Ahsen. “Canlı müzik ne zaman başlayacak acaba ya da bugün var mı?”

“Sekizde başlıyor aslında ama bugün müzisyen arkadaş biraz gecikti, az sonra burada olur.”

Göksel boğazını temizleyip menülerden birini aldı ve incelemeye başladı. Geçen sefer içtiği Churchill’in tadını beğenmiş olsa da bugün farklı bir şeyler denemek istiyordu. Kafenin menüsü hem içecek hem yiyecek hem de tatlı bakımından son derece zengindi. Yemeği evde yiyip çıksa da karnının biraz acıktığını hisseden genç kadın tatlı listesine göz gezdirirken, Ahsen de başını uzatıp menüye baktı.

“Ben biraz acıktım,” dedi Ahsen. “Tatlı mı yesek?”

“Aynısını düşünüyordum,” diyen Göksel gülümsedi. “Hem kafalarımız hem de midelerimiz aynı çalışıyor bizim.”

“Bu yüzden en yakın arkadaşız bebeğim,” deyip onun yanağını öptü. “Ne yiyelim? Ağır bir şey olmasın, bu sıcakta hiç gitmez.”

“Aslında ıslak keki gözüme kestirmiştim. Çok severim bilirsin. Siz ne alacaksınız kızlar?”

“Seçenek çok,” dedi Sinem. “Karar vermek de epey zor.”

Kısa bir konuşmadan sonra siparişlerine karar verdiler. Hepsi tatlı olarak ıslak kekte fikir birliğine varırken, içecek olarak Sinem’le Göksel limonatada, Ahsen’le Şevval de soğuk kahvede karar kıldılar ve siparişlerini verdiler.

“Müşterilerin neredeyse hepsi gençler cidden,” dedi Sinem. “Tam öğrenci mekânı. Fiyatları da diğer kafelere göre bir tık uygun.” Göksel’e baktı. “Güzel bir yer keşfetmişsin Gök.”

“Öyle oldu,” diye cevap verdi Göksel. “Umarım tatlılarla içecekler de güzel gelir.”

Kafenin kapısından içeri giren Gökhan biraz hızlı yürüdüğü için nefesi hızlanmıştı. Kafenin içine şöyle bir bakıp sahneye doğru yürümeye başladı. İçerisi son derece kalabalıktı ve bu kalabalığı görmek onu mutlu etmişti.

Masalarının yanından geçen gence yan gözle bakan Göksel onun sırtındaki gitar çantasını fark ettiğinde başını ona doğru çevirdi. Oturduğu yerden gencin sadece sol profilini görebilse de bu gencin Gökhan olduğunu hemen anladı. Geniş omuzları ve uzun ince bacaklarıyla zarif bir vücut yapısına sahip olan Gökhan, Göksel’in zannettiğinden daha uzundu. Göksel geçen sefer onu taburede otururken izlediği için boyunun uzunluğunu görme şansı olmamıştı, hesabındaki grup fotoğraflarında da yanındakilerin yanında çok uzun durmadığı için ortalama bir boya sahip olduğunu düşünmüştü ama anlaşılan Gökhan’ın arkadaşları da kendisi gibi uzun olduğu için genç adam aralarında sırıtmamıştı.

“Geldi,” dedi Sinem. “Sahne alan çocuk bu, değil mi?”

Bakışlarını Gökhan’dan ayırmayan Göksel onun sırtındaki çantayı çıkarıp sahneye bırakmasını ve arka taraftaki kapıdan geçip mutfak tarafına girmesini izledi.

“Çantasını sahneye bıraktı,” diye ona cevap veren kişi Ahsen oldu. “O olmalı. Birazdan sahneye de çıkar. Akşam başlıyor kızlar.”

Mutfağa giren Gökhan, kafenin sahibi Zülfikar’ın da burada olduğunu gördü.

“Merhaba ağabey,” dedi. “Geciktiğim için özür dilerim.”

“Sorun değil,” diyen Zülfikar onun omzunu sıktı. “Hoş geldin. Ferhatlar nasıl?”

“İyiler, sana da çok selam söylediler.”

“Aleykümselam.”

“Ben burada ses ve parmak egzersizlerini yaptıktan sonra sahneye çıkacağım hemen.”

“Tamam oğlum.”

Gökhan bir bardak su içip soluklanmak için kendisine zaman verdi.

“Hoş geldin Gökhan,” dedi garson olarak çalışan Doğuş. “Uzun zamandır yoktun.”

İkili nasıl olduklarına, neler yaptıklarına dair kısa bir sohbet ettiler. Doğuş Gökhan’dan üç yaş büyüktü ve yaşları arasındaki bu yakınlık onların iyi anlaşmasını sağlıyordu.

“Üç haftadır yokluğun çok belli oluyordu,” dedi Doğuş. “Şimdi yine sesini açacaksın değil mi?”

“Evet,” dedi Gökhan gülerek. “Operacıya dönüşeceğim yine.”

“Hadi bakalım, kolay gelsin.”

“Doğuş!” diye seslendi mutfakta çalışan kadın. “Bu ıslak keklerden kaç tane olacaktı?”

“Dört tane abla,” dedi Doğuş. “İki limonata ve iki tane de buzlu kahve var.”

“Tamam. Ben onları hazırlarken sen de şu Türk kahvelerini götür, sonra da havuçlu kekler var.”

“İkisini birden götürürüm abla, ayıpsın.” Gökhan’a döndü. “Sana sahnede bol şans.”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sana da kolay gelsin.”

“Eyvallah.”

Doğuş siparişleri alarak, mutfaktan çıkarken Gökhan da ayağa kalkıp ses açma egzersizlerini yapmaya başladı, bir yandan da parmak egzersizlerini yapıyordu. Normalde ikisini sırayla yapsa da bugün vakti olmadığı için ikisini aynı anda yapmak ve ısınma kısmını mümkün olan en kısa sürede bitirmek zorundaydı.

Beş dakika boyunca mutfağı sesiyle doldurduktan ve parmaklarını da gitar çalmaya hazırladıktan sonra hazır olduğuna karar verdi. Aynanın karşısında üstünü başını düzeltti, bir şişe suyunu aldı ve sahneye çıkmak için mutfaktan ayrıldı.

Gökhan platformun üstüne çıkıp hazırlıklara başladığında Göksel onu fark etti. Genç adamın mikrofon ayağını düzeltmesini, gitarını kılıfından çıkarmasını, tabureye oturup gitarını kucağına yerleştirmesini izledi.

“Ses deneme bir iki,” diye kontrol yapan genç adamın sesi gayet net duyuldu. “Hoş geldiniz. Hepinize güzel bir akşam dilerim.”

Birkaç tele dokunup doğru sesi aradıktan sonra ilk şarkısına girdi. Bu akşamın ilk şarkısı olarak Son Feci Bisiklet grubunun Elektrot adlı parçasını seçmişti. Bu şarkıyı gitarda çalmayı da söylemeyi de çok keyifli buluyordu.

“Bu işler biraz böyledir,” diye şarkıya girdiğinde onu izleyen Göksel gözlerini kıstı. “Deneyip de tutunamayan bilir.”

Şarkıya biraz titrek sesle giren genç müzisyen bunu anında fark etti. Derin bir nefes alıp duruşunu düzeltirken vücudunu rahatlatması gerektiğini kendisine hatırlattı. Gözlerini kapattı, ortamdan soyutlandı ve şarkıyı daha güçlü bir sesle söylemeye başladı.

“Bu şarkı çok güzel,” dedi Ahsen. “Ama çocuk pek iyi girmedi. İlk şarkısı olmasına veriyorum, birazdan açılır diye düşünüyorum. Sonuçta Göksel beğenmiş, güzel söylüyordur.”

“İlk şarkısı diyedir,” diye ona katıldı Göksel. “Gencin sesi gerçekten güzel.”

Gökhan kafa sesiyle nakarata girdiğinde gözlerini açıp dinleyicilerine baktı. Şarkının orijinaline göre çok daha yüksek perdeden okuduğu bu nakarat kısmında sesi bir anda parıl parıl parlamaya başladı. Tam bir tenor olan Gökhan tiz seslerini ustalıkla kullanıyordu.

“Vay!” dedi Ahsen memnun bir yüz ifadesiyle. “Bu yükselişi hiç beklemiyordum. Bayağı tiz bir sesi var, belli. Keyiflendim bak, uzun zamandır güzel bir canlı müzik dinlemiyordum.”

Gökhan ilk şarkısına devam ederken grubun verdiği siparişler geldi. Doğuş tepsidekileri masaya yerleştirirken Ahsen ona yardımcı oldu.

“Afiyet olsun,” dedi Doğuş. “Başka bir isteğiniz var mı?”

“Şimdilik yok,” dedi Ahsen. “Teşekkür ederiz.”

Siparişlerin hepsini masaya yerleştiren Doğuş boş tepsiyle uzaklaştı.

“Kızlar gecesinin şerefine ilk yudumlarımızı hep beraber içelim,” diyen Sinem bardağını kaldırdı. “Bize!”

Diğerleri de ona eşlik edip bardaklarını kaldırdı ve hep bir ağızdan tekrar ettiler: “Bize!”

İçeceklerin tadını beğenen kızlar ıslak keki de sevdiler. Yedikleri en iyi ıslak kek olmasa da birçok yerde yediklerinden daha lezzetli ve tazeydi.

“Güzel bir seçim yapmışız,” dedi Şevval. “Göksel’in zevkine güvenmek hiç hayal kırıklığına uğratmıyor.”

Onun bu cümlesi Göksel’i utandırdı. Genç kadın gülümseyerek, “Bunu duymak çok sevindirdi,” dedi. “Afiyet olsun güzelim.”

Gökhan şarkının nakaratını son kez söylemeye başladığında Göksel ona baktı. Gözleri açık genç müzisyenin bakışları seyircilere odaklanmıştı. Gitar klavyesine bakmadan parçayı bu kadar rahat çalması Göksel’in ilgisini çekti. Genç müzisyenin hareketleri sanki parçayı kendisi bestelemiş gibi rahattı. Göksel onun şarkıyı sayısız kere çaldığını, böylece tüm notaları ezberlediğini düşündü.

“Bu dünya aklındakine uymadı, uymasın,” derken tam sesini kullanan Gökhan’ın sesi hacmini geri kazandı.

Genç müzisyen şarkının son cümlesini söylerken Göksel de sessizce ona eşlik etti:

“Uymasın.”

Şarkısını bitiren Gökhan yere koyduğu su şişesine uzandı. Kötü bir başlangıç yapsa da şarkının devamında çok iyi performans sergilemişti ama bir sonraki parçaya geçmeden önce bir yudum su içip derin bir nefes almaya ihtiyaç duydu.

Suyunu içtikten sonra oturuşunu düzeltti ve bir sonraki parçasını çalmaya başladı. Bu akşamın ikinci parçası Seksendört grubunun Kendime Yalan Söyledim adlı şarkısıydı. Eski bir parça olsa da hem şarkının hem de klibinin Gökhan’daki yeri hâlâ tazeliğini koruyordu.

“Terk edilmiş bir şehrin ortasındayım,” diye şarkıya girdi. Sesi duygu yüklüydü ve şarkının sahip olduğu hüznü oldukça iyi yansıtıyordu. Onun bu muhteşem yorumunu duyan birkaç kişi ona eşlik etmeye başladı. Gökhan arada klavyeye baksa da asıl odak noktası seyircilerdeydi. Ona eşlik eden bu yabancı simalar şarkının hüznüne rağmen ona iyi hissettiriyordu.

“Kendime yalan söyledim,” diye nakaratı söylemeye başladığında şarkıya eşlik eden insan sayısı da arttı. Şarkı eski olmasına rağmen bu kadar insanın şarkıyı hatırlaması şarkının muhteşem bir iş olduğunun kanıtıydı. “Yalnızım, bunu ben istedim,” derken seyircilere baktı. Hayır, yalnız değildi. Buraya geldiğinde öyleydi ama artık değildi. Şimdi arkadaşları ve sahne aldığı yerde ona eşlik eden seyircileri vardı.

“Yaşadığım ne varsa ben seçtim, ben istedim,” satırı onun şu an hissettiklerini anlatıyordu. “Artık sabah uyandığım ses annem değil / Bazı şeyler kaybetmeden fark edilmiyor / Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor.”

İkinci kıtanın sonunda şarkının orijinal versiyonundan daha tiz bir notaya çıkarak tekrar nakarata girdi. Bir kişi ıslık çaldığında Gökhan ona kısa bir bakış atıp güldü.

“Çocuk bayağı iyiymiş cidden,” dedi omzunun üstünden onu izleyen Şevval. “Sesi çok güzel, gitarı da çok güzel çalıyor.”

“Tavırları çok rahat,” diyen Ahsen aklına gelen repliğe güldü. “Çok rahat, çok profesyonel.”

Masadakiler gülüştü.

“Göksel’in neden onun fotoğrafını çektiğini daha iyi anlıyorum,” diye devam etti Ahsen yanında oturan arkadaşına bakarak. “Genç yaptığı işte çok iyi, bunu severek yaptığı da belli ve bu ikisi birleşince sana ilham oldu.”

“Haklısın,” dedi Göksel dürüstçe. “İnsanların yaptığı işi yüzlerinde bunu yapmaktan memnun bir ifadeyle, aynı zamanda o işe tamamen odaklanmış bir şekilde yaptıklarını görmek bana çok ilham oluyor. Ölümsüzleştirilmeyi hak eden en değerli anlardan olduklarını düşünüyorum.”

Göksel, Ahsen’in bilgisayar başında eser okurken, çeviri yaparken; masada ders çalışırken, kitap okurken; kitapçıda gezinirken, kitapları incelerken sayısız fotoğrafını çekmişti ve tüm bu fotoğraflarda ona ilham olan şey Ahsen’in yüzündeki ifadeydi. O ifadede memnuniyetle adanmışlık vardı ve genç fotoğrafçı insanların fotoğrafını çekerken bu ifadeleri kadrajına almaya bayılıyordu. Gökhan’ın da sahne alırken yüzünde bu iki ifade vardı. Bu iki ifadeyi tüm çıplaklığıyla görmek Göksel’in ilhamını uyandırarak bin 600’den fazla beğeni alan o meşhur fotoğrafı çekmesine neden olmuştu.

“Fotoğrafları güzel ve ölümsüz yapan şey de duygular bence,” diye bir yorumda bulundu Sinem. “Fotoğrafta sadece bir yol bile olsa o yol sende bir duygu uyandırıyor; belki yolun ıssızlığı, belki o anki hava durumu, belki aklına gelen güzel bir tatil yolculuğu, belki de hüzünlü vedalar sana bir şeyler hissettiriyor ve o fotoğraf o hislerle birleşerek asıl ölümsüzlüğünü kazanıyor.”

“Ne güzel konuştun,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok haklısın. Fotoğrafların içeriği farklı olsa da hepsinin ortak bir yönü var: Sana bir şeyler hissettirmek. Bundan daha güzel olan şeyse insanların aynı fotoğrafa bakıp farklı şeyler hissedebilmeleri, objektife yansıyan karelerin objektif olmayışı.”

“Birtakım kelime oyunları,” diye konuşmaya dahil oldu Ahsen. “Edebiyatçı olan Şevval’le benim ama edebî konuşan siz oldunuz. İkinizin de muhteşem konuştuğunu belirterek söylediklerinize tamamen katılıyorum. Bunun şerefine garsondan fotoğrafımızı çekip bu anı da ölümsüzleştirmesini ve o fotoğrafa bakıp ileride güzel şeyler hissetmemizi sağlamasını rica edeceğim.”

“Harika fikir,” diyen Göksel çantasına uzandı ve fotoğraf makinesini çıkardı. “Bu akşamdan anı kalsın.”

Ahsen elini kaldırınca masaların arasında gezinen Doğuş onu görerek masalarına ilerledi.

“Rica etsem fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” diye sordu Ahsen.

“Elbette,” dedi Doğuş.

Göksel ona makineyi uzattığında genç adam makineyi alıp şöyle bir inceledi.

“Sağ üstteki tuşa basıp çekebilirsiniz,” diye açıkladı Göksel.

“Kullanmayı biliyorum,” dedi Doğuş. “Bir dönem fotoğraf makineleriyle yakındım. Sizin makineniz de epey güzel bir makineye benziyor.”

“Fotoğraf mı çekiyordunuz?” diye sordu Göksel.

“Ben değil, eski kız arkadaşım çekiyordu. Fotoğrafçılık onun en büyük tutkusuydu, ben de onun sayesinde epey şey öğrenmiştim. Aslında çok güzel bir alan ama sizin de bildiğiniz üzere fotoğrafçılıkla ilgili her şey fazlasıyla pahalı.”

“Maalesef. Ülkemizde bir alanla uğraşmak, bir hobi edinmek imkânsıza yakın hâle geldi.”

“Ne yazık ki. Siz de hobi olarak mı ilgileniyorsunuz?”

“Hobi olarak başladı ama işim olma yolunda ilerliyor. Bu alanda lisans eğitimi alıyorum.”

“Ne güzel. Hangi bölüm?”

“Fotoğraf ve Video diye bir bölüm.”

“Video var bir de,” dedi Doğuş kaşlarını kaldırarak. “Çok havalı. Eğitim hayatınızda başarılar dileyeyim o hâlde.”

“Çok teşekkür ederim, sağ olun.”

Masadakiler birkaç poz verdiğinde Doğuş onları çekti. İlk fotoğrafta hepsi gülümseyerek kameraya baktı, ikincide Ahsen Göksel’e yaslanırken Şevval de Sinem’e arkadan sarılıp çenesini omzuna yasladı, üçüncü ve son fotoğrafta da Göksel Ahsen’e yaslanırken Şevval da Sinem’in sırtına elini koyarak poz verdi.

“İsterseniz inceleyin, beğenmezseniz birkaç tane daha çekerim,” diyen Doğuş makinesini Göksel’e uzattı. “Ben işime döneyim, siz tekrar seslenirsiniz.”

“Tamamdır,” dedi Göksel. “Teşekkür ederiz.”

“Rica ederim, ne demek.”

Fotoğrafları inceleyen kızlar üç fotoğrafı da beğendi. Doğuş’un fotoğraflar konusunda bilgisi olduğu anlaşılıyordu. Genç adam odak, açı, ışık gibi şeylere dikkat ederek fotoğrafları çekmiş ve ortaya son derece güzel fotoğraflar çıkarmıştı.

“Hiç de amatör değil,” dedi Göksel. “Söylediği gibi bir şeyler öğrenmiş.”

“Bir eski sevgiliden alınabilecek maksimum verimi almış desene,” dedi Şevval. “Kötü biten ilişkinin ardında güzel bir şey kalmış.”

Masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“İyi dedin kraliçe,” dedi Ahsen. Ellerini ona bir şey takdim eder gibi uzattı. “Tacını düşürmüşsün canım, çabuk tak.”

Masadakiler yeniden gülerken bu öncekinden daha uzun sürdü. Göksel gülerken başını Ahsen’in omzuna yasladı, Ahsen de başını onun başına yasladı.

“Delisiniz siz,” dedi Göksel hâlâ sırıtırken. “Bundan yıllar sonra bile bu fotoğraflara baktığımızda bu akşamı böyle hatırlayacağız: Bol kahkahalı, eğlenceli ve samimi. Ve bu çok güzel.”

“Kesinlikle,” diye ona arka çıktı Sinem. “Ölümsüzleştirilmeyi hak eden güzel bir akşam oluyor.”

İkinci parçasından sonra hiç beklemeden üçüncü parçasına geçen Gökhan’ın sıradaki şarkısı mor ve ötesi grubundan Oyunbozan oldu. Harun Tekin, Gökhan’ın en sevdiği müzisyenlerden biriydi ve onu şarkı söylemeye başlatan kişilerdendi. Genç adam hayranı olduğu bu grubun bütün şarkılarını bilse de sahne alırken en meşhur olanları çalıyor ve seyircinin kendisine eşlik etmesinden hoşlanıyordu. Oyunbozan da fazlasıyla sevdiği bir parçaydı.

“Kanun mu bu yalnızlık?” diye şarkıya girdiğinde Göksel ona baktı. Genç müzisyen gözlerini kapatmış, kendisini bulunduğu ortamdan soyutlamıştı. Yüzünde yine aynı adanmışlık ifadesi, huzur duygusu vardı. Bu genç, gitar çalıp şarkı söylerken en sevdiği şeyi yapıyordu, buna hiç şüphe yoktu; bunu onu izleyen herkes çok rahat anlayabilirdi.

Kızlar onunla beraber şarkıyı söylerken Göksel fotoğrafları telefonuna atmakla uğraştı. Her fotoğrafa yaptığı gibi bu fotoğraflara da minik de olsa birkaç dokunuş bırakmaktan geri durmayarak ışık ve renklerin tonuyla oynadı. Bu işi normalde olduğundan daha kısa tutsa da birkaç dakika uğraştı.

“Hallettin mi?” diye sordu Ahsen.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Link oluşturup gruba atacağım şimdi.”

Göksel fotoğrafları her zaman kullandığı internet sitesine yükleyip bir link oluşturduktan sonra linki kızlarla olan sohbet grubuna gönderdi. Ahsen hemen fotoğrafları indirip kısa bir düşünme süresinin ardından ikinciyi, onun Göksel’e yaslandığı ve Şevval’in de Sinem’e sarıldığını, hikayesinde paylaşmaya karar verdi.

“Bunu atıyorum,” dedi kızlara. “Tamam mı?”

“Çok güzel fotoğraf,” dedi Sinem. “At tabii. Bizi etiketle de biz de senden alırız.”

“Hayhay,” diyen Ahsen sosyal medya hesabına girip fotoğrafı hikayesinde paylaşmak üzere seçti ve üçünün birden hesaplarını etiketleyerek kalp koydu. “Etiketledim. İsteyen benden alıp kendi hikayesine ekleyebilir.”

Ahsen hikayesini paylaşıp telefonunu kaldırdı. Sinem’le Şevval fotoğrafı kendi hikayelerine eklemek için telefonla uğraşırken Göksel bakışlarını sahneye çevirdi. Şarkısını az önce bitiren Gökhan gitarını kenara koymuş su içiyordu. Onun biraz mola verdiğini düşündü.

Bir masaya siparişlerini bırakan Doğuş kızların masasına yaklaştı. “Fotoğraflar nasıl?” diye sordu. “Beğendiniz mi?”

“Çok güzeller,” dedi Göksel. “Teşekkür ederiz. Elinize sağlık.”

“Rica ederim,” dedi Doğuş gülümseyerek. “Beğenmenize sevindim.”

Diğer kızlar da ona teşekkür ettiğinde Doğuş’un sevinci çoğaldı. Eline profesyonel bir kamera alıp fotoğraf çekmeyeli bir seneyi geçmişti ve bu kadar uzun bir süreden sonra ilk kez fotoğraf çekip fotoğrafların da fotoğrafını çektiği kişiler tarafından beğenilmesi genç adamın hoşuna gitti. Yüzünde bir gülümsemeyle masadan ayrıldı.

“İyi çocuğa benziyor,” diye bir yorumda bulundu Sinem. “Çok kibar.”

“Müşteri olduğumuz için kibar davranıyordur,” dedi Şevval. “Ama bana da kötü biri izlenimi vermedi. İçten bir havası var.”

“Ben sevdim,” dedi Göksel. “Kibar birine benziyor gerçekten ve fotoğraflarla ilgili.”

“Senin için yeterli iki etmen,” diye cevap verdi Ahsen. “Fotoğraf tek başına bile yeterli.”

“Çoğu zaman öyle.”

Kısa bir moladan sonra Gökhan yeni şarkısına girdi. Sıradaki parçası Pinhani grubunun Beni Sen İnandır adlı meşhur şarkısıydı. Genç müzisyen ayağıyla yerde ritim tutarken son derece rahat bir tavırla telleri tıngırdatmaya başladı. Tavırları her zamanki gibi özgüven doluydu.

Şarkıya girdiğinde masadaki kızlar ona eşlik etti. Elini çenesine yaslayan Göksel oturduğu yerde yavaşça sallanarak çok sevdiği bu şarkıyı söylüyor, bu sırada da genç müzisyeni dikkatle inceliyordu. Gökhan üstüne geçen seferki gibi düz bir tişört giymişti, bu seferki renk tercihiyse maviden yana olmuştu; boru paça bir siyah kot bacaklarını sarıyordu, ayaklarında da beyaz spor ayakkabıları vardı. Küpeleri yine kulaklarındayken yüzükleri de uzun, ince parmaklarını süslüyordu. Badem şeklindeki iri kahverengi gözleri yeni tıraşlı pürüzsüz yüzünde parıldıyor, seyircilerle gitar klavyesi arasında mekik dokuyordu. Gerek farklı tarzıyla gerek özgüven dolu hareketleriyle göze çarpan bir havası olan bu gencin aurası çekiciydi.

Gökhan’ın bakışları Göksellerin oturduğu köşeye kayınca genç kadın bakışlarını ondan alıp masaya indirdi. Onların oturduğu masaya bakan Gökhan, Ahsen’le göz göze geldi. Genç adam kısacık bir süre ona baktıktan sonra masanın geneline de şöyle bir baktı. Ahsen’in yanında, Sinem’le Şevval’in de karşısında oturan Göksel’i gördü. Daha önce burada görmediğine emin olduğu bu iki yabancı simaya bakıp bakışlarını gitar klavyesine çevirdi. İçerisi üç hafta önce sahne aldığı cumartesi akşamına göre daha kalabalıktı, tanıdık simaların yanında ilk kez gördüğü pek çok sima da vardı ve bu farklı kalabalık onun hoşuna gitti. Kalabalık önünde sahne almak onun için ne zor ne de korkutucuydu, tam aksine bundan büyük zevk alıyordu.

İlerleyen dakikalarda Gökhan farklı parçaları çalıp söylerken kızlar da masada koyu bir sohbete daldılar. Biraz okuldan konuşup dersler hakkında sohbet ettiler. Fotoğraf ve Video öğrencisi olan Göksel’le Sinem ve İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olan Ahsen’le Şevval üçüncü sınıfın finallerini başarıyla verip alttan ders bırakmadan bölümlerinde dördüncü ve son senelerine geçmişti. İki grup da bu senenin zor olduğunu söyleyip bazı durumlardan yakınsa, birkaç hocanın kulaklarını çınlatsa da severek okudukları bölümde son senelerine geçtikleri için mutluydular. Üniversitenin bitiyor olduğu, yetişkinlik hayatının koşar adımlarla kendilerine yaklaştığı ve dışarıdaki koca dünyanın onları beklediği gerçekleri gençleri biraz hüzünlendirip korkutsa da bunun hakkında çok düşünmeyip akşamın tadını çıkarmayı tercih ettiler. Konu her zaman olduğu gibi gönül işlerine geldiğinde Şevval flört ettiği çocukla hâlâ birbirlerini tanıma aşamasında olduğunu söyledi, Ahsen’le Göksel’in aşk hayatı uzun zamandır oldukça durgundu, bu yüzden onlar bir şey anlatmasa da gecenin bombasını Sinem patlattı.

“İki haftadır falan biriyle konuşuyorum,” dedi. “Her gün sohbet ediyoruz. Kibar ve ilgili birine benziyor ama başlarda hepsi böyle olduğu için çok kaptırmıyorum kendimi. Birbirimizi tanımaya yönelik sohbet ediyoruz.”

“Ne?” dedi Göksel yüksek sesle. “İki haftadır her gün konuşuyorsun ve bana daha yeni mi söylüyorsun? Çabuk ayrıntıları dökül!”

Sinem gülerek, “Ortada ciddi bir şey olmadığı için söylemek istemedim,” dedi. “İsmi Berat, Mekatronik Mühendisliği okuyor, benimle yaşıt. Bizim üniversitede.”

“Nasıl? Bizim üniversitede bir de.”

“Evet. Grafik Tasarım okuyan bir arkadaşı varmış, bizim fakülteye geldiğinde beni görmüş ve dikkatini çekmişim; sonra birkaç sefer daha gelip biz konuşurken adımı ve bölümümü duymuş, stalk sonucu da hesabımı bulmuş. Seni de tanıyor bu arada, senin sayende adımın Sinem olduğunu öğrenmiş. ‘Sarışın arkadaşına çok şey borçluyum,’ dedi. Bir adım atıp atmama konusunda çok tereddüt etmiş ama önümüzdeki sene son senem olduğunu öğrendiği ve çok geç olmasından korktuğu için istek atmaya karar vermiş. Profil fotoğrafını görünce siması tanıdık geldi, ben de isteğini kabul edip geri döndüm ve akşamına ilk mesaj geldi. Son finalimizin olduğu gündü işte, o günden beri konuşuyoruz. Tatlı bir çocuk, sohbeti de keyifli.”

“Vay anasını!” dedi Şevval. “Yere bakan yürek yakan Sinem’e bak sen. Te Yıldız Kampüsü’ndeki çocuğu etkilemişsin, yetmemiş birkaç sefer de ayağına getirmişsin. Yakışır kankama.”

“Ay konuşma böyle,” dedi Sinem utanarak. “O anlatınca yeterince utandım zaten.”

“Tatlı utangaçlıklar bunlar. O kaçıncı sınıfmış?”

“Onun da son senesi olacak. İkimiz de mezun olup gitmeden yazmak istemiş.”

“Nerede yaşıyor peki?” diye sordu Göksel.

“İstanbul’da o da.”

“Bak sen,” dedi Göksel anlamlı bir sesle. “Ortak noktalar ne kadar da çok.”

“En geç temmuzda buluşma teklif etmezse hiçbir şey bilmiyorum,” dedi Ahsen. “Nerede yaşıyormuş?”

“Üsküdar. Evet, bana çok yakın, biliyorum. Şimdi buluşma için çok erken ama ilerleyen zamanlarda olabilir elbette. Konuşmaya devam edersek ben de bir görmek isterim. Oturup kalkması, konuşması, tavırları nasıl; insan merak ediyor hâliyle.”

“Tabii ki canım. Görmeden olmaz zaten.”

“Görmek demişken biz de görelim bakalım Berat Bey’i,” dedi Göksel.

“Boydan gelir mi?” diyen Şevval masayı kahkahalara boğdu.

“Deli,” dedi Sinem gülerek. “Boydan da attı bu arada. Geçen gün Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş, orada birkaç fotoğraf çekilince de, ‘Sen fotoğrafçısın, seç bakalım birini de paylaşayım,’ deyip birkaç fotoğrafını atmıştı.”

“Bahaneye bak,” dedi ağzı açık kalan Ahsen. “Fena birine benziyor, korktum ben bundan.”

Sinem, Berat’ın kendisine attığı fotoğraflar arasında en beğendiğini açıp kızlara gösterdi. Berat uzun boylu, biraz zayıf, koyu kahverengi saçları ve son derece koyu renkli gözleri olan buğday tenli hoş bir gençti.

“Eli yüzü de düzgünmüş,” dedi Göksel. “Fotoğraf da güzelmiş. Bunu mu paylaştı?”

“Evet,” diye onayladı Sinem. “Ben de bunu beğendim, o da bunu attı.”

“Hoş çocukmuş,” dedi Şevval. “Tipi de tam mühendis tipi. Mühendislik diye bir meslek hiç olmasa bile, ‘Bu çocuk mühendis,’ derdim. O derece.”

“Çalışkan birine de benziyor,” dedi Ahsen.

“Ortalaması 3,3’müş,” dedi Sinem. “Bölümünü çok seviyor ve gerçekten de çok çalışıyor.”

“Güzel güzel,” dedi Göksel. “Ailesinden hiç bahsetti mi?”

“Bahsetti. Babası da makine mühendisiymiş, bir fabrikada çalışıyormuş, annesi insan kaynakları uzmanıymış; kendisinden dört yaş büyük ve evli bir ablasıyla üç yaş küçük bir erkek kardeşi varmış. Biraz kalabalık bir ailesi var, özellikle benim tek çocuk olduğumu ve babamla yaşadığımı düşününce.”

Sinem’in ebeveynleri o ortaokuldayken boşanmıştı. Sinem liseye geçene kadar annesiyle İstanbul’da yaşamıştı, onun liseye gideceği dönem annesi iş dolayısıyla Ankara’ya taşınacağını söylemişti ve o da Ankara’ya gitmek, babasını bırakmak istemediğini söyleyerek İstanbul’da babasıyla kalmıştı. Baba kız yıllardır Ateşehir’de 2+1 küçük bir evde birlikte yaşıyordu.

“Ne olacak canım?” dedi Şevval. “Ben de üç kardeşim ve açıkçası kalabalık aileleri çok eğlenceli buluyorum. Bizim evde gırgır şamata hiç eksik olmaz.”

“Aileden aileye de değişir şimdi ama demek istediğim bu konuda ortak noktamız olmamasıydı. Her neyse işte canım, iyi aile çocuğuna benziyor kısacası. Bir anda şak diye hayatıma girdi, devamının nasıl olacağını göreceğim.”

“Konuşmaya devam ettiğine göre onunla konuşmak hoşuna gitti sanırım?” dedi Göksel. “Seni tanıyorum, eğer negatif bir enerji alsaydın ya da hoşuna gitmeyen bir şeyler olsaydı bunu anında dile getirip konuşmayı keserdin. Devam ettiğine göre her şey yolunda demektir.”

“Aynen öyle. Komik biri, eğlenceli, hoşsohbet; aynı zamanda anlayışlı, samimi, olgun. Kesin bir yargıya varmam için aradan çok uzun zaman geçmeli elbette ama şimdiye kadar gördüklerim, hissettiklerim rahatsız etmedi. Hayırlısı diyorum.”

“Hayırlısı güzelim. Umarım ne yaşanırsa yaşansın seni mutlu eden, kalbini kırmayan bir sonucu olur.”

“Ya Gök, çok tatlısın! Teşekkür ederim sarı civcivim benim, umarım hayırlısı olur.”

İkili el ele tutuşup birbirlerine gülümsedi.

Akşamın ilerleyen saatlerinde pek çok konudan konuşup sohbet eden kızlar son derece eğlenceli vakit geçirdi. Bu esnada sahnede gitarıyla şahaneler yaratan Gökhan’ın performansı da hepsinden büyük beğeni topladı. Mekânı ve canlı müziği seven kızlar Göksel’e bu güzel yer önerisi için teşekkür etmeyi ihmal etmediler. Onların burayı sevdiğini duymak Göksel’i sevindirdi. Genç kadın da bu akşam burada son derece keyifli vakit geçirdi. Hem siparişlerini beğendi hem kafenin hizmetinden hoşnut kaldı hem de Gökhan’ın performansını sevdi.

Saatler 22.30’u geçerken kafenin içindeki kalabalık biraz azalmıştı. Masalar yavaşça boşalırken kızlar da çok geç olmadan kalkmayı düşünüyordu. Şevval’le Sinem Anadolu’da yaşasalar da biri Ataşehir diğeri de Beykoz’da oturduğu için yolları uzundu; karşıya geçip Fatih’e gidecek Göksel’le Ahsen’in yolu zaten çok uzundu. Kendilerini ve ailelerini endişelendirmemek için çok geç saatlere kalmadan eve dönmenin en iyisi olduğunu hepsi biliyordu.

Şişenin dibinde kalan suyu kafasına diken Gökhan bu akşamın son parçasını çalmak üzereydi. Boş şişeyi arkaya koyarken kucağındaki gitarı düzeltti ve en sevdiği müzisyenin, en büyük idolünün en sevdiği şarkısını çalmak için parmaklarını tellere götürdü.

İlk kez dinlediği günü hatırlayamadığı ama ilk kez hatasız bir şekilde çaldığı günü dün gibi hatırladığı, ruhunun en derin noktalarına ulaşıp o noktalara dokunmayı başaran, onun için bir eşi benzeri daha olmayan şarkıyı çalmaya başlar başlamaz gözleri kapandı. Notaları ezbere bilen parmakları tellere zarifçe dokunup şarkının yumuşacık giriş kısmını çalarken bedeni de yavaşça sallanıp kendisini şarkının büyüsüne bıraktı.

Onu pür dikkat izleyen Göksel ondaki bu değişimi fark etmişti. Genç müzisyenin vücut dili bu şarkının ondaki yeri hakkında çok şey söylüyordu ve çalmaya başladığı şarkının onun için ne kadar özel olduğunu şu an onu dikkatle izleyen herkes görebilirdi.

“Oyuncak dünya,” diye şarkıya giren Gökhan gözlerini açıp sahnenin karşısında oturan müşterilere baktı. Masadakiler kendi aralarında sohbet etmeye dalmış, dikkatlerini Gökhan’dan almıştı. “Oyuncak dünya / Bu oyun çok kolay, sen de oyna.”

Göksel şarkıyı bilmiyordu, ilk kez şimdi dinliyordu ama şarkının sahibinin de şarkıyı bu kadar hissederek söyleyip söylemediğini merak etti.

“Kır ve dök, yap ve boz / Yeniden başla / Hepimiz çocuklarız aslında.”

Gökhan iki saattir şarkı söylüyordu ama sesinde yorgunluğa dair bir emare yoktu, sesi hâlâ parıl parıl parlıyordu.

“Kimisi askercilik oynar / Kimisi hırsız polis oynar / Kimisi evcilik oyunu oynar / Ben de müzisyeni oynarım şimdi.”

Şimdinin sonunu biraz uzatarak söyledikten sonra öne doğru eğilip gitarı o şekilde çaldı. Biraz sonra başını kaldırıp gözlerini kapattı ve ikinci kıta kısmına kadar da o şekilde çaldı. Onun bu performansını ilgiyle izleyen Göksel kendisini tiyatro izliyormuş gibi hissediyordu. Gökhan seyircilere bir öykü anlatıyor, bunu yaparken duygu dolu bir ses tonu ve hissettiği her şeyi çok iyi yansıtan vücut hareketlerini kullanıyordu.

“Çok dikkatli izliyorsun,” dedi Ahsen arkadaşına bakarak.

“Dikkatle izlemeyi hak eden bir performans,” dedi Göksel dürüstçe. “Çok hissederek çalıp söylemiyor mu sence de?”

“Evet, öyle söylüyor. Onun için özel bir şarkı olduğu belli.”

Genç kadın öyle olduğunu biliyordu.

“Bazı çocuklar hiç uslanmazlar,” diye şarkının ikinci kıta kısmına giren Gökhan bakışlarını yere sabitledi. “Onlar hep oyunbozan oldular / Durmadan üzdüler diğer çocukları / Hep bozuldu oyunun kuralları.”

Derin bir nefes alıp yutkunan genç müzisyen başını kaldırdı, sırtını dikleştirdi ve şarkının devamını kafenin girişine bakarak söyledi.

“Kimileri saklambaç oynar / Kimileri kovalamaca oynar / Kimileri doktorculuk oynar / Ben de müzisyeni oynarım şimdi…”

Şimdi kelimesinin sonunu uzatırken diyaframına yüklenip göğüs sesini kafa bölgesine kadar taşıdı ve saniyeler boyunca sesini bu pozisyonda tutarak şarkının sözlü kısmının kapanışını başarıyla yaptı.

Asıl şov da bundan sonra başlıyordu.

Müşterilerin ilgisini çektiğini biliyordu, kendisine yönelen bakışları da hissediyordu ama genç müzisyen bakışlarını gitarın klavyesine odaklayıp bu dünyada en çok sevdiği ve en iyi yaptığı şeyi yaptı: Gitar çaldı.

“Solo,” diye mırıldandı Göksel. “Hem de klasik gitarla.”

Gökhan’ın parmakları klavyenin üstünde yere basan adımlar gibi hareket ederken Göksel o adımların ardında bıraktığı ayak izlerinin ruhuna bulaştığını hissetti. Bütün akşam boyunca performansıyla göz dolduran genç adam şimdi işi belki de en ileri seviyeye taşımıştı. Genç yaşına rağmen gitar çalmadaki ustalığını ilk kez bu kadar açık gösteriyor, inanılmaz zor bir parça çalmasına rağmen bunu sanki dünyanın en kolay işiymiş gibi yapıyordu ve yine tavırları o kadar rahat ve özgüven doluydu ki genç kadın ona hayranlık beslemekten başka yapacak bir şey bulamıyordu.

Notalar bir anda tizleştiğinde Ahsen dudaklarını u harfini söylüyormuş gibi büzdü. “Sen neymişsin böyle ya?” dedi. “İlk şarkısına detone giren çocukla bu çocuk aynı kişi mi şimdi?”

Sinem’le Şevval de arkalarına dönmüş pür dikkat Gökhan’ı izliyordu. Onun bu olağanüstü performansı kafedeki herkes gibi onların da ilgisini çekmişti.

Gökhan bakışlarını sol taraftaki masalara çevirdiğinde kendisini gülümseyerek izleyen simaları gördü. Genç adam gülümseyerek dikkatini yeniden klavyeye odakladı. Zor bir şarkı çalıyordu ve hata yapma lüksünü kendine tanımamıştı. Tüm bakışlar üstündeyken bu geceyi muhteşem bir performansla kapatmak, insanlar evine dönerken onların aklında bu performansla kalmak, sohbetlerinde biraz da olsa yer edinmek istiyordu.

Sinem telefonunu eline aldığında Göksel bir anlığına ona baktı. Sinem kamerasını açıp kamerayı video moduna aldı ve kayda başlayıp bu olağanüstü performansı çekmeye başladı. Göksel bu videoyu arkadaşından kesinlikle isteyecekti.

Şarkı biraz yavaşlayınca Gökhan tüm kafenin içine bakma fırsatı yakaladı. İçten gülümsemeler, hayran bakışlar ve kendisini kaydeden cep telefonları… Genç adam bundan daha güzel bir manzara olduğunu düşünmüyordu. Müzikle ilgilendiği için uzun yıllar boyunca hor görülmüş, bu tutkusu yüzünden aşağılanmıştı ama son üç senedir gitarı eline aldığında, mikrofonun başına geçtiğinde hayranlık dolu ve takdir eden bakışları görmek, içini sıcacık yapan yorumlar duymak bu uğurda gözden çıkardığı her şeye değdiğini gösteriyordu.

Verdiği tüm mücadele, göze aldığı ve gözden çıkardığı her şey tam da bu an içindi, bu bakışları görmek içindi.

Boğazının acıdığını hissederken yutkundu, bakışlarını klavyeye odakladı ve şarkının son kısmına geçti. Şarkı kaybettiği ivmeyi kat kat geri kazanırken genç adamın parmakları insanüstü bir şekilde hareket etmeye başladı. Gözleri klavyede olsa da şu an hissettikleri o kadar yoğundu ki klavyeyi görmüyordu bile. Parmakları dokunmaları gereken yerleri ezbere biliyordu ve sanki buna programlanmış bir makineymiş gibi görevini yerine getiriyordu.

Bir genç ıslık çalarken diğeri de bağırdı. Gökhan onların sesini çok uzaklardan geliyormuş gibi boğuk duydu. Şu an yaptığı şeye o kadar odaklanmış durumdaydı ki biri ona vursa dahi bunu hissetmesi uzun zaman alırdı.

Göksel’in gülümsemesi genişlerken Ahsen yan gözle ona baktı. Arkadaşının yüzünde hayranlık, memnuniyet ve takdir içeren bir ifade vardı. Onun genç müzisyenin sanatçılığını beğendiğini biliyordu ama bir şeyi daha biliyordu: Bu akşam Göksel’in genç müzisyenin sanatçı kişiliğine olan hayranlığı daha da artmıştı.

Gökhan penasını tellere birkaç kez sertçe vurup şarkıyı bitirdiğinde bu bir öykünün son satırı kadar çarpıcı bir kapanış oldu.

Kafenin içinden alkış ve ıslık sesleri yükselirken Gökhan bulunduğu ana geri dönüp başını kaldırdı ve içeri baktı. Performansı boyunca onu hayranlıkla izleyen yüzler şimdi onu alkışlıyor, ona ıslık çalıyordu.

“Çok teşekkür ederim,” diyen genç adam genişçe gülümsüyordu ama bu gülümseme utangaç bir gülümsemeydi. “Bu, akşamın son parçasıydı. Hepinize güzel akşamlar dilerim.”

Onu alkışlayan Göksel durdu.

“Ne performanstı be!” dedi Şevval. “Genç canavar gibiydi. Biz de kalkalım mı artık? Bu akşamı zirvede kapatalım.”

“Kalkalım,” diyen Ahsen saate baktı. “Oo bayağı da geç olmuş zaten.”

Göksel de saate baktığında saatin 22.41 olduğunu gördü. Öyle güzel bir akşamdı ki vaktin nasıl geçtiğini ne de o ne diğerleri anlamıştı.

Kızlar kendi arasında hesap muhabbeti yaptıktan sonra Ahsen’le Şevval hesabı ödemek için kasaya ilerledi. Ahsen Göksel’le kendisinin aldıklarını ödeyecekti, Sinem de Şevval’e kendi aldıklarının parasını vermişti.

“Çektiğin videoyu eve geçince bana gönderebilir misin?” diye sordu Göksel.

“Gönderirim tabii,” dedi Sinem. “Genci dinlemekten büyük keyif aldım gerçekten. İyi ki buraya gelmişiz.”

“İyi olduğunu söylemiştim ama bu kadarını ben de beklemiyordum. Keyifli bir akşam oldu sahiden.”

Gökhan da sahneyi toplamaya geçmişti. Gitarını dikkatlice kılıfına yerleştirip duvara yasladıktan sonra boş şu şişesini çöpe attı, tabureyle mikrofon ayağını da sahnenin en arka kısmına koydu.

Hesabı ödeyen Ahsen’le Şevval masaya geri döndü.

“Gidebiliriz,” dedi Ahsen. Göksel’in kendisine uzattığı çantasını aldı. “Teşekkür ederim bebeğim.”

Arkadaşları çıkışa yürürken Göksel başını çevirip son kez sahneye baktı. Sahneyi toplayan Gökhan gitar çantasını omzuna astıktan sonra sahneden indi ve mutfak tarafına yürüdü. Gökhan’ın mutfak kapısını açıp gözden kaybolmasını izledikten sonra arkasını dönerek arkadaşlarının peşine takıldı.

“Efsane bir akşamın sonuna geldik,” dedi Şevval. “Kesinlikle tekrar edelim.”

“Bence de,” dedi Sinem. “Çok keyif aldım.”

“Ederiz elbette,” diyen Ahsen gülümsedi. “Yaz uzun ve hepimiz İstanbul’dayız.”

“Öğrenci olarak geçirdiğimiz belki de son yaz,” deyip iç çekti Şevval. “Güzel geçirelim.”

“Atma şu zehirli oku kızım işte, atma.”

Kızlar gülüştü.

“O zaman biz gidelim,” dedi Sinem. “İleriden otobüse bineriz.”

“Ben bırakırım canım,” dedi Göksel. “Karanlıkta yürümeyin oraya.”

“Orası dediğin iki adımlık yer yahu. Sohbet ederek yürürüz biz. Hem sizin gideceğiniz tarafa da ters kalıyor zaten, şimdi hiç fazladan trafiğe girme güzelim.”

“Sinem haklı,” dedi Şevval. “Burada vedalaşıp ayrılalım. Eve geçince haber ederiz, siz de edin.”

“İyi madem,” dedi Göksel. “Dikkatli olun.”

“Siz de.”

Genç kızlar kısa bir vedalaşmanın ardından ayrıldı. Sinem’le Şevval caddeye doğru yürürken Ahsen’le Göksel bir süre ikilinin arkasından baktı.

“Kaldık baş başa,” dedi Ahsen. Göksel’e çapkın bir bakış attı. “Romantik olmaya çalışacaktım ama köprü trafiğinin bizi beklediğini hatırladım şu an.”

“Çok tatsız,” dedi Göksel yüzünü buruşturarak. “İyi tarafından bakacak olursak uzun bir süre daha beraberiz.”

“Çok haklısın bebeğim,” deyip onun yanağını öptü Ahsen. “Hadi gidelim.”

Ahsen ilerideki arabaya doğru yürümeye başladığında Göksel de ona eşlik edecekti ama şu an sokağın ne kadar güzel göründüğünü fark edince fotoğrafını çekmeye karar verdi. Çantasından kamerasını çıkardıktan sonra kaldırımın ucuna yürüyüp işletmelerin ışıklandırılmalarıyla aydınlatılan sokağı kadrajına aldı. Yüz ifadesi ciddileşirken kameranın ayarlarını görüntüyü istediği şekle getirmek için değiştirmeye başladı.

Onun yokluğunu fark eden Ahsen adımlarını durdurdu. Arkasına baktığında Göksel’in kafenin önünde durduğunu ve fotoğraf çektiğini gördü. Gülümseyerek onu beklemeye başlamıştı ki kafenin kapısındaki hareketlilik dikkatini çekti. Biri kafeden çıkıyordu.

Bu kişi genç müzisyenden başkası değildi.

Gökhan kafenin önünde duran Göksel’i fark etse de tüm odağını fotoğrafa veren Göksel onu fark etmedi. Genç adam ona baktığında onu içeride gördüğünü anımsadı. Köşedeki masada oturan kız grubunun sarışın üyesi olmalıydı. Genç adam ona şöyle bir bakıp ileri doğru bir adım attı.

“Gök!”

Ahsen’in sesi sokakta yankılandığında Gökhan başını çevirip onun olduğu tarafa baktı. Onlardan birkaç metre uzakta duran genç kadını gördü. Onun kim olduğunu bilmiyordu ama bu akşam kafede gördüğüne emindi.

Fotoğraf çeken sarışın kadının oturduğu masada.

“Hemen geliyorum,” dedi Göksel. Deklanşöre bastı. “Çektim bile.”

Göksel kamerayı yüzünden uzaklaştırdığında yanındaki genci fark etti. Mavi tişörtle siyah kot pantolonun tanıdıklığı onu irkiltirken başını kaldırıp yanındaki genç adamın yüzüne baktı.

Göksel’in mavi gözleriyle Gökhan’ın kahverengi gözleri ilk kez buluştu.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 17:17:00 +0300 eylemoykuozdemir