EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & eylemoykuozdemir https://edebiyatblog.com/rss/author/eylemoykuozdemir EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & eylemoykuozdemir tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Kadrajdaki Dünyalar | 25. Kare: Prova Gösterisi https://edebiyatblog.com/kd-25kare-prova-gosterisi https://edebiyatblog.com/kd-25kare-prova-gosterisi Bölüm Fotoğrafı: Wendy Wei

Göksel ve Gökhan zihnime düştüğünde tarihler 14 Mart 2021'i gösteriyordu, kitabı yazmaya başladığım tarihse 19 Mart 2021'di. Bugün Kadrajdaki Dünyalar'ın ikinci yıl dönümü. Son senelerdeki en büyük iyi ki'lerimden biri Kadrajdaki Dünyalar'ı yazmak, yayımlamak ve kahramanlarının öyküsünü paylaşmaktı. İki sene önce bugün ilk satırlarını yazıyordum, bugünse son bölümlerini yazıyorum. Benim için muhteşem bir yolculuk oldu/oluyor, eşlik eden herkese teşekkürler. Tepki vermeyi lütfen unutmayın, keyifli okumalar! -EÖÖ

Göksel ve sınıf arkadaşları Akın’la Sinem yoğun bir vize haftası geçirdi. Günlerden cumaydı, bugün son vizelerine gireceklerdi ve ocak ayında olacak finallerine kadar bir daha sınav dertleri olmayacaktı.

Göksel öğlenki sınav için erkenden yola çıktı. Diğer dört gün gibi bugün de arabayla gidiyordu. Genç kadın Dervişali’deki evinden Davutpaşa’ya doğru yol alırken Akın da Halkalı’dan geliyordu. Akın’ın üniversitenin metro istasyonunda inmesinden birkaç dakika sonra Göksel de kampüse ulaştı ve arkadaşını metro istasyonundan aldı.

“Selam,” dedi arabaya binen Akın. “Zamanlamamız harika, aynı anda geldik.”

“Selam,” dedi Göksel. “İstanbul’da nereden nereye ne kadar sürede gidilir, çözmüşüz.”

“Kesinlikle. Nasılsın? İyi çalıştın mı diye sorardım ama cevabını zaten biliyorum.”

“Çalıştım,” dedi Göksel gülerek. Kampüsün girişine doğru sürdü. “Sen dün akşam dediğin son tekrarı yaptın mı?”

“Yaptım,” diye onayladı Akın. “Konuları yalayıp yuttum, 100 bile alabilirim.”

“Hadi bakalım.”

“Sinem’le konuştun mu? Gelmiş mi?”

“Yirmi dakika önce okula vardığını yazdı, fakültedeymiş.”

“Yola bayağı erken çıkmış desene. Ataşehir’den gelince normal.”

“Aynen. Geç kalma lüksü yok.”

Göksel girişten geçip kampüse girdi ve fakülteye doğru sürmeye devam etti. Kampüsün içinde tüm sınav haftalarında olan yoğunluk vardı. Her yer öğrencilerle doluydu.

“Ortalık yine ana baba günü,” dedi çevreye bakan Akın. “Neyse ki bugün bitiyor da rahatlıyoruz. Çıkışta ne yapıyoruz? Kutlamaya gidelim.”

“Olabilir,” dedi ona kısa bir bakış atan Göksel. “Bir şeyler içebiliriz.”

“Senin bir şeylerden kastın kahve falan ama biraya ne dersin? Bu vizelerin üstüne ilaç gibi gider.”

“Fena olmazdı. Sinem’e de soralım, öyle kararlaştırırız.”

“Umarım Berat’la bir program yapmamıştır.”

“Berat’ın sınavının öğleden sonra olduğunu söylemişti diye hatırlıyorum, buluşamazlar.”

“Çok iyi o zaman.”

Fakülteye varan Göksel arabayı boş bulduğu bir yere park etti. Genç kadın arka koltuktan çantasını aldıktan sonra aynı anda araçtan indiler. Soğuk hava Göksel’i ürpertti. Kasımın son günleri kışı aratmıyordu.

“Son güz dönemi vizemiz,” dedi Akın. Göksel ona döndü. “2022’ninse son sınavı. Vay be! Bugünler de gelecekmiş.”

“Gelecekti tabii ya,” dedi Göksel. “Şu vizeyi de halledelim de finallere kadar rahat bir nefes alalım.”

İkili birlikte fakülteye girdiler. Sinem kantindeydi, onun yanına gittiler.

“Selam gençler,” dedi onları fark edince önündeki notları okumayı bırakan Sinem. “Hoş geldiniz.”

Göksel’le Akın da masaya oturdu. Boş iki sandalyeyi almak isteyen birkaç kişi olmuştu fakat Sinem arkadaşları için o iki sandalyeyi tutmayı başarmıştı.

“Sınav sonrası bir planın var mı?” diye sordu Akın.

“Yok,” dedi Sinem. “Ama sanırım artık var.”

“Zeki kızsın, seviyorum seni. Bira içmeye gitmeye ne dersin?”

“Allah derim. Çıkışta bir şeyler yapmayı ben de istiyordum. Vizelerimizin bitişini kutlamalıyız.”

“Kutlayacağız.”

“Nereye gidelim?” diye sordu Göksel.

“Çok uzak olmasın,” dedi Sinem. “Cuma trafiğine minimum düzeyde maruz kalmak istiyorum.”

“Beyoğlu’na ne dersiniz?” diye bir öneride bulundu Akın. “Daha önce de gittiğimiz mekâna gideriz. Sessiz, sakin bir yer zaten.”

“Bana uyar,” dedi Göksel. “Beyoğlu’na gitmeyeli de biraz oldu, özledim.”

“Bana da uyar,” dedi arkasına yaslanan Sinem. “Birkaç şişe birayı devirir, birkaç lafın da belini kırarız.”

“O zaman anlaştık?” dedi Göksel arkadaşlarına bakarak

“Anlaştık,” dedi ikisi de. Böylece mekân seçilmiş oldu.

“Hangi notlar onlar?” dedi Akın çenesiyle Sinem’in önündeki kâğıtları işaret ederek. “Ne çalışıyorsun?”

“Al bak,” diyen Sinem ona notları uzattı. “Önemli şeyleri not ettim, iyice aklıma girsin diye de bol bol okudum.”

Akın, Sinem’in notlarına göz gezdirirken, Göksel de telefonunu çıkarıp internete bağlandı. Gökhan ona sekiz dakika önce okuldan bir fotoğraf atmıştı. Arkasında enstrümanlar olan genç adam gülümseyerek poz verdiği ve başparmağını da havaya kaldırdığı bir özçekimi kız arkadaşına göndermişti. Fotoğrafın altında da işimizin başındayız yazıyordu.

Kendi kendine gülen Göksel de kamerasını açtı ve bir özçekim de o yaptı. Arkada çıkan masalar genç kadının kantinde olduğunu belli ediyordu. Fotoğrafın altına ben de işimin başındayım, kantinde sınav saatini bekliyoruz yazdıktan sonra fotoğrafı Gökhan’a gönderdi.

“Güzel not çıkarmışsın,” dedi Akın. “Sınavı halledersin.”

“Umarım,” diyen Sinem karton bardaktaki çayından bir yudum aldı. “Bu sınavı da sağ salim atlatalım da başka bir şey istemiyorum.”

“Berat’ın sınavı kaçtaydı?” diye sordu Göksel, arkadaşına bakarak.

“15.00’te,” diye yanıtladı Sinem. “Onunla da yarın buluşup vizelerin bitişini kutlayacağız.”

“Ne yapacaksınız?”

“Noodle yemeye gideceğiz. Güzel bir Çin restoranı biliyormuş, beni oraya götürecek.”

“Seversen söyle, belki biz de Gökhan’la gideriz.”

“Tamam, haber veririm.”

“Benim takıldığım tek nokta fiyatı,” diye bir yorumda bulundu Akın. “Yabancı ülke restoranlarının fiyatları kol gibi.”

“Türk restoranları çok farklı sanki,” dedi Sinem göz devirerek. “Vizelerin bitişi şerefine biraz masraf edebiliriz, sıkıntı yok.”

“Ayda yılda bir yapılabilir tabii. Yemeklerin tadını ben de merak ederim, gruba yazarsın. Belki bir gün hep beraber gideriz.”

“Kendimi gurme gibi hissettim. Engin yemek bilgilerimle yaptığım restoran incelememi çok yakında WhatsApp grubumuzda okuyabilirsiniz.”

Gülüştüler.

Biraz daha sohbet eden üç arkadaş sınav saati yaklaşınca kantinden ayrılıp sınıfa gitti. Bu sırada Gökhan da dersteydi. Cuma, son sınıf müzik öğrencilerinin en yoğun günüydü, bir sürü dersleri vardı ve bir dersten öbürüne girmek Gökhan’ı gün sonunda yorgunluktan içi geçmiş bir hâle getiriyordu. Yine de bu yoğunluğu, kafasını okulla doldurmayı ve müzikle bu kadar iç içe olmayı seviyordu. İstanbul’a taşındığından beri günleri sürekli bir yoğunluk ve koşuşturmayla geçtiği için bu tempoya alışmıştı.

Ders bitince Gökhan telefonuna baktı. Göksel’in dakikalar önce gönderdiği fotoğrafı görünce gülümsedi. Kafa yorucu bir dersin ardından bu güzel yüzü görmek genç adama iyi gelmişti.

“Caz dersine girmeden önce bu yüzü gördüğüm iyi oldu,” dedi Gökhan, Yağız’a dönerek. “Enerji depoladım.”

“Bu gariban ne yapsın?” dedi Yağız kendini işaret ederek. “Neyden güç alsın, nasıl enerji depolasın?”

“Sana çikolata alayım mı?”

“Olur.”

İkili sıradan kalkarken Gökhan güldü.

“Şarkının türü caz değil ama ne zaman caz dense aklıma şu şarkı geliyor,” dedi Yağız ve George Micheal’in meşhur Careless Whisper’ının girişteki müziğini ağzıyla söylemeye başladı. Bir yandan da yumuşak hareketlerle dans ediyordu.

Gökhan bir kahkaha patlatırken sınıftaki birkaç kişi de Yağız’a güldü.

Yağız ağzıyla giriş müziğini çaldıktan sonra Gökhan da şarkıyı söylemeye başladı.

“Yerli George mübarek,” dedi Yağız. “Onların George’u varsa bizim de Gökhan’ımız var.”

“Yeni yıl programında bunu da mı söylesek?” diye sordu Gökhan şakayla karışık. “Saksafon işini birinin halletmesi gerekecek.”

“Bu şarkının müziğini duyduğumda ciddi kalamıyorum, tüm programı mahvederim.”

“Normalde çok ciddi kalıyorsun ya.”

“Doğru bir noktaya parmak bastın,” dedi Yağız başını sallayarak. “İşler daha da kötü olur işte, gerisini sen düşün.”

“Bence hiç kimse ciddi kalamaz,” dedi onların arkasında yürüyen ve konuştuklarına kulak misafiri olan İpek. İki delikanlı da ona döndü. “Bizi de seyircileri de bir gülme alır.”

“Kesinlikle,” dedi Yağız. “Ama Sevgililer Günü programı yapacak olsaydık bu şarkıyı düşünebilirdik. Gökhan’a beyaz bir takım elbise giydirip göğüs cebine de kırmızı gül koyarak şarkıyı söyletirdik.”

“Tabii efendim,” dedi Gökhan. “Hatta gülü dişlerimin arasında tutayım, şarkıyla uyumlu olur.”

Yağız ve İpek gülüştü.

“Hayali bile komik,” dedi Yağız. “Bir de gerçeğini görsem gülmekten kırılırdım herhâlde.”

“Gerçekten de komik olurdu,” diye ona katıldı İpek. “Ama şarkı listemizi çoktan hazırladık, provalara da tam gaz devam ediyoruz.”

“Bir ay kaldı,” dedi Gökhan. “Heyecanlıyım.”

“Ben de öyle. Provalar harika ilerliyor, sahnede muhteşem iş çıkaracağımıza eminim.”

“Kesinlikle çıkaracağız. Biz kantine ineceğiz, görüşürüz İpek.”

“Görüşürüz gençler.”

Gökhan’la Yağız kantine indi. Gökhan, Yağız’a söylediği gibi çikolata alırken kendisine de su aldı.

“Caz dersi öncesi buna ihtiyacım vardı,” dedi çikolatadan ilk ısırığını alan Yağız. “Eyvallah Gök.”

“Afiyet olsun,” dedi Gökhan ve suyundan büyük bir yudum içti. “Bu da bana iyi geldi.”

İki arkadaş dersin olacağı sınıfa çıktı. Onlar dersteyken Göksellerin de sınavı bitti ve üç arkadaş sınıftan ayrıldı.

“Nasıldı?” diye sordu Akın.

“Çok iyi geçti,” dedi Göksel. “Epey yüksek alırım.”

“Benim de iyi geçti,” dedi Sinem. “Senin nasıldı?”

“Evelallah hakkından geldim,” dedi Akın göğsünü kabartarak. “Ben de çok yüksek bekliyorum. Son vizeyi de verdiğimize göre artık rahatız. Hepimize geçmiş olsun.”

Akın ve Sinem önden yürürken arkadan ilerleyen Göksel de erkek arkadaşına mesaj attı.

Biz sınavdan çıktık. Çok iyi geçti, sonucumu epey yüksek bekliyorum. Şimdi bizimkilerle Beyoğlu’na geçiyoruz, minik bir kutlama yapacağız

Göksel mesajı sevgilisine gönderdikten sonra arkadaşlarına yetişti.

“Hemen Beyoğlu’na geçelim mi?” diye sordu Göksel. “İşiniz var mı?”

İkisi de olmadığını söyledi.

“O zaman istikamet Beyoğlu,” dedi Göksel. “Gündüz içmeyeli bayağı olmuştu.”

“Ne içeceğiz sanki?” dedi ona bakan Akın. “Bira ama biz ona su da diyebiliriz.”

“Rakı masasına oturacak hâlimiz yok ya,” dedi Sinem. “Efendi gibi birkaç şişe biramızı içeriz, sohbet muhabbet ederiz.”

Gülüştüler.

“Okulu bitirince rakı masasına oturalım mı?” dedi Akın. “Şöyle kalabalık bir masa ve bembeyaz rakıyla mezuniyetimizi kutlarız.”

“Oturalım,” dedi Göksel. “Ailem hariç kimseyle rakı masasına oturmadım, yakın arkadaşlarımla bunu tecrübe etmeyi isterim.”

“Ben de babam hariç kimseyle oturmadım,” dedi Sinem. “Çok güzel bir mekân biliyorum, oraya gidelim.”

“Asıl ben çok güzel bir mekân biliyorum,” dedi Akın. “Oraya gidelim.”

“Niye senin dediğin mekâna gidiyormuşuz?”

“Niye seninkine gidecekmişiz?”

“Çünkü güzel.”

“Benimki de güzel.”

“Hop hop!” diye araya girdi Göksel. “Sakin olun gençler. Gideceğimiz yere hep beraber karar vereceğiz. Hem daha yaza çok var, şimdiden mekân kavgasına tutuşursanız işimiz var.”

“Göksel hangisine gidelim?” diye sordu Sinem. “Akın’ın dediği yere mi yoksa benimkine mi?”

“Pardon da henüz dediğiniz mekânların adını, yerini bile söylemediniz. Bu şekilde sağlıklı bir iletişim kurmamız mümkün değil.”

“Ben sana benim mekânı anlatırım,” diyen Akın onun omzuna kolunu attı. “Mekân Bakırköy’de, nezih ve sakin bir işletme. Fiyatları biraz tuzlu ama mezuniyetimiz için değer. İnternetten fotoğraflarını gösteririm.”

“Gök’ün aklını çelmeye çalışma!” dedi Sinem ve Göksel’i kendine çekti. “Sen bunu bırak, biricik arkadaşına kulak ver. İkimiz beraber daha çok yere gittik, zevklerimiz uyuyor.”

“İkinizden de ellerinizi üstümden çekmenizi istiyorum,” deyip onlardan uzaklaştı Göksel. “Sizin hemfikir olamayacağınız ortada, bu yüzden mekânı ben seçeceğim.”

Akın ve Sinem aynı anda bağırdı: “Ne?”

“Duydunuz,” dedi Göksel. “Mekânı ben seçeceğim, itiraz kabul etmiyorum.”

“Senin yüzünden!” dedi Sinem, Akın’a bakarak. “Arıza çıkarmasan olmaz.”

“Ben mi arıza çıkardım?” dedi Akın. “Sen arızanın ta kendisisin be kızım.”

Onlar arkada atışmaya devam ederken önden yürüyen Göksel başını iki yana sallıyordu. Bazen iki çocukla uğraşıyormuş gibi hissediyordu.

“Gideceğimiz yerde de sakın kavga etmeye çalışmayın,” dedi Göksel, üç arkadaş arabanın yanına geldiğinde. “Bu olayı burada bırakın ve hep birlikte keyifli vakit geçirelim.”

Akın ve Sinem arasında bir bakışma yaşandı.

“Tamam,” dedi Akın.

“Kabul,” dedi Sinem de. “Hadi vizelerin bitişini kutlayalım.”

Göksel şoför koltuğuna otururken Sinem ön koltuğa, Akın da arka koltuğa oturdu. Kampüsten ayrılan gençler Beyoğlu’na doğru yola çıktı. Sinem de Akın da Göksel’in müzik zevkini beğeniyordu, bu yüzden Göksel bir çalma listesini fonda kısık seste çalması için gönül rahatlığıyla açtı.

“Sinem’inkinin sınavı var,” dedi üst gövdesini iki koltuğun arasından öne uzatan Akın. “Seninki ne yapıyor?”

“Okulda,” diye yanıtladı Göksel. “Bugün ders programı çok yoğun, dersten derse giriyor. Akşama kadar dersi var.”

“Yazık,” dedi Akın ikinci heceyi biraz uzatarak. “Konservatuvar dersleri de ne zordur var ya. Müzik terminolojisi tek başına aşırı zor.”

“Öyle,” diye onayladı Göksel. “Ama Gökhan’ın dersleri çok iyi, bölüm ikincisi.”

“Enişteme bak be,” diyen Akın bir ıslık çaldı. “Yakışır. Peki bölüm birinciliğini kime kaptırmış?”

“Bir kıza. Gökhan’ın anlattığına göre kız çok küçük yaşlardan beri dersler alıyormuş: Piyano, keman, gitar, şan vesaire. Kız resmen müzisyen olmak için yetiştirilmiş, ailesinin durumu iyiymiş ve bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Kızın şanslı olduğu çok açık ama Gökhan aşırı çalışkan ve hırslı biri olduğunu da söyledi, birinci sınıftan beri yüksek onur öğrencisiymiş.”

“Vay anasını, ne hayatlar var. Ben ilk kameramı aldırana kadar akla karayı seçmiştim, üstelik ilk birkaç sene kendi öz ailem bile boş işlerle uğraştığımı düşünmüştü.”

“O kızın sıralamaya dahil edilmemesi gerekir,” dedi Sinem. “Kızın önüne tüm imkânlar serilmiş, pek çoğumuzun asla sahip olmadığı imkânlar. Biz Gökhan’ı bölüm birincisi olarak düşünebiliriz.”

“Aynı fikirdeyim,” dedi ona kısa bir bakış atan Göksel. “O kadar imkân Gökhan’a verilmiş olsaydı şu an bulunacağı konumu hayal bile edemiyorum. Erkek arkadaşım diye demiyorum fakat gerçek bir müzik dehası.”

“Bizzat izlemiş biri olarak hemfikirim, hem yetenekli hem de çok donanımlı biri.”

“Ben izlemedim,” dedi Akın. “Konuya Fransız kaldım.”

“Bir gün izlersin, illa denk gelirsin.”

“Çok merak ettim, denk gelmek farz oldu.”

Üç arkadaş Beyoğlu’na gidene kadar pek çok konu hakkında sohbet etti. Oturacakları mekâna ulaştıklarında Göksel arabayı işletmenin biraz ilerisine park etti.

Mekâna giren üçlü duvar kenarındaki bir masaya ilerledi. Vakit öğleden sonra olduğu için içerisi kalabalık değildi, sadece birkaç masa doluydu ve fonda yerli grupların şarkıları çalıyordu.

“Şansımıza sakin,” dedi yumuşak koltuğa oturan Akın. “Tam içip sohbet etmelik ortam.”

“Güzel bir zamanda geldik,” dedi onun yanında oturan Göksel. “Bu tarz yerlerin kalabalığı ruhumu daraltıyor, böyle iyi.”

“Hepimiz bira mı içiyoruz?” diye soran Sinem menüyü karıştırmaya başlamıştı bile. “Ortaya da bir şeyler isteyelim.”

“İsteyelim tabii,” dedi Akın. “Tek başına gitmez. Bu arada karnınız aç mı?”

İkisi de tok olduğunu söyleyince üç şişe bira, kuruyemiş ve patlamış mısır sipariş ettiler.

“Berat’tan ses seda yok,” dedi telefonunu kontrol eden Sinem. “Hâlâ sınavda olmalı.”

“Yüksek ihtimalle,” dedi Göksel. “Gökhan’dan da ses seda yok. Her cuma aynı olduğu için alıştım artık, ancak akşama konuşabiliriz.”

“Benim olmayan sevgilimden de ses seda yok,” diye onların konuşmasına katıldı Akın. “Ne kendisi var ne de sesi sedası. İdeal sevgili dediğin budur işte.”

Kızlar gülüştü.

“Sen birine âşık olduğun zaman göreceğim seni de,” dedi Sinem. “Bize dert yanacaksın.”

“Şubatta yirmi üç olacağım ama henüz hiç âşık olmadım,” dedi Akın. “Bu yaştan sonra birini sevsem de o aptal aşık rollerine gireceğimi hiç sanmıyorum çünkü artık olgunlaştım. Aşkın çocuksu heyecanları için fazla büyüğüm gibi geliyor.”

“Sen öyle san,” dedi Göksel mavi gözlerini biraz açarak. “Adı üstünde, aşkın çocuksu heyecanları. Kaç yaşında olursan ol sana bir çocuk gibi hissettirebiliyor, karnında kelebekler uçuşturuyor. Gökhan’la tanışmadan önce ben de seninkine benzer düşüncelere sahiptim ama ilişkimizin üçüncü ayında bile hâlâ o kelebekler karnımda dans etmeye devam ediyor ve sanırım çok uzun bir süre daha buna devam edecekler.”

“Aynen öyle,” diye ona arka çıktı Sinem. “Berat’ı düşünmek bile beni mutlu ediyor, içimi sıcacık yapıyor. Muhteşem bir his.”

“Ne güzel,” dedi Akın gülümseyerek. “Eğer ben de şanslıysam bana böyle hissettiren biriyle tanışabilirim. O kelebekleri merak ettim.”

“Karnının içinde durmadan uçarlar. Sevdiğin kişinin gülümsemesini görmek, dokunuşunu hissetmek, onu öpmek ve onun tarafından öpülmek kelebekleri daha da hareketlendiren şeylerden birkaçı.”

“İkinizin de bu kadar romantik olduğunu bilmezdim. Aşk insanı cidden çok değiştiriyor.”

“Ya da insanın içinde kendisinin bile bilmediği tarafları ortaya çıkarıyor,” dedi Göksel. “Kendini tanımak adına da çok faydalı.”

“O kadar övdünüz ki aşk bir ürün olsa parasını verip satın alacağım, o derece.”

Hep beraber gülüştüler. Sınavlardan sonra gündelik şeylerden konuşmak hepsine iyi geldi. Kafa dağıtmaya ihtiyaçları vardı ve bu ortam kafa dağıtmak için birebirdi.

Biraz sonra siparişleri geldi.

“Vizelerin bitişine,” dedi kendi şişesini kaldıran Akın.

Kızlar da kendi şişelerini kaldırınca hep birlikte şişeleri tokuşturdular, ardından biralarından içtiler.

“İşte bu iyi geldi,” dedi Akın büyük bir yudum içtikten sonra. “Keyiflendim.”

“Ben de öyle,” dedi Sinem. “Finallerden sonra da yine bir kutlama yaparız.”

“Kutlamalar bitmiyor,” diyen Akın yanında oturan Göksel’e baktı. “Sonraki hafta da Gök’ün doğum günü var. Ben yirmi üç olacağım ama sen daha yeni yirmi iki oluyorsun.”

“Aralıkta doğunca böyle oluyor işte,” dedi Göksel. “2000 doğumluyum ama 2001’li sayılırım, onlarla aramda daha az ay farkı var.”

“Mesela ikimiz de 2000 doğumluyuz ama senden 10 ay büyüğüm.”

“Demek istediğim şey tam olarak bu ama bu durumu seviyorum, kendimi bir yaş daha genç hissediyorum.”

“Öylesin de.”

Akın ve Sinem’in Gökhan’la birlikte hazırladıkları bir sürpriz kutlama partisi vardı. Gökhan günler öncesinden Sinem’e ulaşmış ve ona Göksel’in yakın arkadaşlarıyla beraber bir kutlama hazırlamak istediğinden bahsetmişti. Sinem plandan çok hoşlanmış, bunu Akın’a da söylemişti ve Akın da memnuniyetle kabul edince üçü beraber Göksel’in yakın arkadaşları ve Gökhan’ın olduğu küçük bir kutlama planlamaya başlamıştı.

“Yeni yıl için planlarınız var mı?” diye sordu Sinem. “Hiç konuşmadık.”

“Henüz kesinleşmedi ama arkadaşlarımla dışarıda kutlayacağız gibi duruyor,” dedi Akın. “Siz ne yapacaksınız? Sevgililerinizle olursunuz herhâlde.”

“Tabii canım, babam kesin izin verir. Yeni yıla Berat’la girmeyi çok istesem de evde babamla oturuyor olacağım. Gök sen ne yapacaksın?”

“Henüz bir planım yok,” diye cevapladı Göksel. “Gökhan’la hiç konuşmadık.”

“Siz beraber girersiniz,” deyip omzuyla onu dürttü Akın. “Seninkiler izin verir.”

“Ben dışarıda kutlamayı sevmiyorum ama Gökhan teklif ederse kabul ederim. Şu an sınıfça düzenledikleri yeni yıl programı nedeniyle çok yoğun ama ilerleyen günlerde bu konunun bahsi açılır, biz de konuşuruz.”

“Konuşun konuşun,” dedi Akın ona anlamlı bir bakış atarak. “İlk yılbaşınız sonuçta, plan yaparsınız.”

“Beraber kutlasak ya,” diye konuşmaya dahil oldu Sinem. “Berat, ben, sen ve Gökhan. Babama seninle olacağımı söylediğimde izin verir, yalan da söylememiş olurum.”

“Mantıklı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bizimkilere soralım, eğer onlar da olur derse dördümüz birlikte kutlarız.”

“Anlaştık.”

Yılbaşına Berat’la beraber girme ihtimali olan Sinem’in neşesi arttı. Bu yılbaşı onların da ilk yılbaşı olacaktı ve genç kadın yeni yıla erkek arkadaşıyla beraber girmek, o gün onunla zaman geçirmek istiyordu.

Göksel’in telefonuna yeni bir bildirim gelince genç kadın mavi kılıf takılı sarı telefonunu eline aldı. Bu kılıfı geçenlerde almıştı ve renk tercihindeki en önemli faktör mavinin Gökhan’ın en sevdiği renk olmasıydı. Açık mavi renkli kılıfı gördükçe Gökhan aklına geliyordu ve bu onu mutlu ediyordu.

Ekranı açtığında Gökhan’ın mesaj attığını gördü.

Çok sevindim, hadi geçmiş olsun balım. Benim de dersim şimdi bitti, siz ne yapıyorsunuz? Beyoğlu’na gittiniz mi?

Onunla olan konuşmasını açıp genç adama cevap verdi.

Teşekkür ederim sevgilim *sarı kalp emojisi*

Evet, Beyoğlu’na geldik, bir mekânda oturuyoruz şimdi

Gökhan onun mesajını hemen gördü ve çabucak cevap yazdı.

İyi yapmışsınız, vizelerin bitişini mi kutluyorsunuz?

Yüzüne bir gülümseme yayılan Göksel parmaklarını hızlıca ekranda gezdirip mesaj yazdı.

Evet, bira içerek ve biraz da atıştırmalık yiyerek küçük bir kutlama yapıyoruz. Vize haftası ve öncesi çok yorucuydu, bunu hak ettik

Gökhan onun bu mesajlarını yürürken okudu. Bir sonraki ders için farklı bir sınıfa gidiyorlardı.

“Önüne bak önüne,” dedi onun yanında yürüyen Yağız. “Sınıfa geçince yazarsın.”

“Yazmıyorum ki, okuyorum,” dedi Gökhan. Başını telefondan kaldırdı. “Sınavı iyi geçmiş, çıkışta arkadaşlarıyla beraber Beyoğlu’na bira içmeye gitmişler.”

“Ne hayatlar var be! Biz burada dersten derse koşalım, millet bira içip keyfine baksın.”

“Vizeler bitince biz de kutlamaya gittik, unuttun sanırım.”

“Yo, unutmadım ama dram yaratmak hoşuma gidiyor. Şu an biz de bira içip keyfimize bakıyor olabilirdik ama okulda ders bombardımanı altındayız.”

“Bugün ders programı cidden çok yoğun. Bugünkü derslerin bir kısmını bir ders koydukları günlere dağıtsalar ne olurdu sanki?”

“Mesela canımız çıkmamış olurdu ya da, ‘Konservatuvarı kazandığım güne lanet olsun!’ dememiş olurduk. Yüksek dozda müziğe maruz kalmaktan hastaneye kaldırılmama şu kadarcık kaldı.”

Yağız işaret ve başparmağını iyice birbirine yaklaştırıp aralarında minicik bir boşluk bırakınca Gökhan güldü.

“Al benden de o kadar,” dedi Gökhan. “Ama daha gün devam ediyor, bu yüzden derin bir nefes alıp güç topluyoruz.”

“Dünyadaki tüm havayı ciğerlerime doldursam bile güç toplayamam şu an Gök.”

Sınıfa girdiklerinde bir sıraya oturdular. Telefonunun ekranını açan Gökhan, kız arkadaşına cevap verdi.

Kutlayın tabii, yarasın

Seninkilere selam söyle, hepinize geçmiş olsun

Bu sırada arkadaşlarıyla sohbet eden Göksel, yeni bildirim gelince telefonuna baktı. Gökhan’ın mesajlarını okudu.

“Gökhan’ın selamı var,” dedi. “Sınavlar için geçmiş olsun diyor.”

“Aleykümselam,” dedi Sinem. “Sen de selam söyle, teşekkür ediyoruz.”

“Aynen sen de selam söyle,” dedi Akın. Sinem’e anlamlı bir bakış attı. “Sağ olsun eniştemiz.”

Göksel erkek arkadaşına cevap yazdı.

Onların da selamı var, teşekkür ediyorlar

Sen ne yapıyorsun?

Gökhan onun mesajlarını hemen gördü. Sınıfta hareketlilik devam ediyordu ama genç adamın tek odak noktası Göksel’le olan konuşmasıydı.

Aleykümselam. Ben de Yağız’la beraber sonraki ders için başka sınıfa geçtim, dersin başlamasını bekliyorum

Sesini özledim, akşama konuşalım

Onun ikinci mesajını okuyan Göksel güldü. Genç kadın sevimli bir ifadeyle birkaç saniye ekrana baktıktan sonra ona cevap yazdı.

Konuşalım, ben de senin sesini özledim

Pazartesi günü kesin olarak Fatih’teki kampüse geliyorsunuz değil mi? Planda bir değişiklik yok diye umuyorum

Gökhan gülümseyerek onu yanıtladı.

Planda bir değişiklik yok, pazartesi öğleden sonra prova için ana kampüste olacağız. Geliyorsun değil mi?

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı son sınıf öğrencilerinin yeni yıl programı ana kampüste olacaktı, Gökhanlar da sahne alacakları yerdeki ilk provalarını önümüzdeki pazartesi yapacaklardı. Organizasyonun başı Melek hocayla görüşen Gökhan, Göksel’in gelmesi için izin almıştı ve Göksel pazartesi günü onları izlemeye gidecekti.

Planda değişiklik olmadığını öğrenen Göksel sevinerek ona cevap yazdı.

Elbette geliyorum, orada olacağım. Yine konuşuruz zaten

Gökhan sırıtarak ona cevap yazdı.

Güzel bir gün olacak, sabırsızlıkla bekliyorum. Sen arkadaşlarınla takıl, benim de daha derslerim var zaten. Akşama görüşürüz balım

Göksel ona çabucak mesaj attı.

Sana iyi dersler sevgilim, görüşürüz

Uygulamadan çıkıp ekranı kapatan Göksel arkadaşlarının arasına geri döndü.

“Yüzünde güller açıyordu,” dedi Akın. “Ne oldu?”

“Gökhanlar pazartesi günü ana kampüste yeni yıl programı için prova yapacak,” diye yanıtladı Göksel. “Gökhan hocasından benim için izin almıştı, onları izlemeye gideceğim. Henüz iki gün var ama şimdiden heyecanlandım, sabırsızlıkla bekliyorum.”

“İyiymiş. Sınıftan arkadaşlarıyla, hocalarıyla da tanışmış olursun.”

“Evet, bir de bu konu var. Gökhan’ın okul ortamını epeydir merak ediyordum, gidip görmeme çok az kaldı.”

“Ay çok heyecanlı,” dedi Sinem. “Ben de Berat’ın ders çıkışına gittiğimde epey arkadaşını görmüştüm, hâliyle çok gerilmiştim ama sıcak bir ortamla karşılaşınca hoşuma gitmişti.”

“Gökhan sınıf arkadaşlarını seviyor. Zaten az kişi oldukları için hepsinin birbirini yakından tanıdığından ve beraber takıldıklarından bahsetmişti. Sıcak bir ortamları var gibi görünüyor, umarım öyledir ve ben de hemen alışırım.”

“Alışırsın,” diyen Akın destek olmak adına onun koluna dokundu. “Bize de olanları anlatırsın.”

Üç arkadaş akşama kadar oturup sohbet ettiler, bol bol güldüler. Akın’ın fotoğraf makinesi yanındaydı, hem mekânın içinde hem de mekândan çıktıklarında sokakta fotoğraf çektiler. Akın poz verme konusunda en istekli olandı, Sinem’le Göksel onu bol bol çekti. Göksel fotoğrafının çekilmesi konusunda elbette ki en isteksiz olandı fakat arkadaşları ısrar edince o da birkaç poz verdi.

“Bana da hafta sonu üzerinde çalışacak fotoğraflar çıkmış oldu,” dedi makinesini Göksel’den alan Akın. Genç kadın sokağın birkaç fotoğrafını çekmişti. “Düzenledikten sonra fotoğrafları size de atarım. Beyoğlu âşığı olan Gök epey fotoğraf çekti, belki aralarında çok sevdiğin olur ve hesabına atarsın.”

“Çok iyi olur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Uzun zamandır Beyoğlu’na gelmeyince biraz fazla fotoğraf çektim, mazur gör.”

“Yok canım, olur mu öyle şey? İstiyorsan çekmeye devam edebilirsin. Çektiğin fotoğrafların büyük hayranı olduğumu biliyorsun.”

“Çok tatlısın, teşekkür ederim.”

“Ben yalnızca gerçekleri söylüyorum Gök.”

Akın ona göz kırptı.

“Yavaştan arabaya gidelim mi artık?” dedi Sinem. “Yolum biraz uzun da.”

“Gidelim,” dedi ona bakan Göksel. “Akşam trafiği de var zaten, hepimizin yolu uzun.”

Üç arkadaş Göksellerin beyaz arabasına yürüdü ve arabaya bindi.

“Güneşin batmasıyla hava bir anda buz gibi soğuyor,” dedi ellerini ovuşturan Sinem. “Size de bir üşüme geldi mi?”

“Ben de biraz ürperdim,” dedi Akın. “Hava çok soğuk değil ama rüzgâr buz gibi esiyor.”

Göksel onları binecekleri toplu taşıma araçlarının duraklarında bıraktıktan sonra Dervişali’deki evine tek başına devam etti. Yoldayken Batuhan Mutlugil’in Yadigar isimli solo albümünü dinledi. Bu albümü Gökhan’dan duymuştu, dinlediği Sürgün ve Yor Beni parçalarını sevince tüm albüme bir şans vermişti ve o zamandan beri albümü severek dinliyordu. Genç kadın Gökhan’ın müzik zevkini beğeniyordu, erkek arkadaşı birlikte oldukları bu üç ayda onu pek çok sanatçı ve şarkıyla tanıştırmıştı.

Göksel evine girdiğinde saatler 19.17’ydi. Annesiyle babasını salonda otururken buldu.

“Hoş geldin güzelim,” dedi babası. “Seni daha erken bekliyorduk.”

“Hoş buldum,” diyen Göksel diğer koltuğa oturdu. “Bizimkilerle sohbete fena daldık, zaman nasıl geçmiş anlamadık bile. Üstüne akşam trafiği de eklenince ancak gelebildim. Yemek yediniz mi?”

“Hayır, seni bekledik,” dedi Güzin. “Şimdi hep beraber yeriz. Sınavın nasıl geçti?”

“Çok iyi geçti, yüksek bekliyorum.”

“Hiç şaşırmadım,” dedi Engin gülümseyerek. “Vizeleri bitirdin. Geçmiş olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Ne yaptınız?” diye sordu annesi.

“Beyoğlu’ndaydık,” dedi Göksel. “Bir yerde oturup ikişer şişe bira içtik, sohbet ettik. Kendi aramızda mini bir kutlama yaptık.”

“İyi yapmışsınız. Karnın aç değil mi?”

“Açım. Yemek yemedik zaten, bira yanında birkaç şey atıştırdık sadece.”

“İyi bakalım. Sen elini yüzünü yıka, istersen üstünü değiştir; biz de babanla sofrayı hazırlayalım.”

“Olur sultanım.”

Aile üyeleri dakikalar içinde mutfaktaki yemek masasında toplandı. Yemekte Göksel’in çok sevdiği brokoli yemeği vardı.

“Hafta sonu için planların var mı?” diye sordu Engin.

“Evde oturup sevdiğim şeyleri yapmak haricinde mi? Hayır yok,” dedi Göksel. “İzlemek için üç film seçtim, okumak için de bir şiir kitabım var.”

“Son dönemde şiir kitaplarına pek ilgilisin,” dedi Güzin kızına bakarak. “Kitapları okuduğunu görüyorum ama kitaplığında göremedim.”

“Çünkü kitapları ödünç alıyorum,” dedi Göksel lokmasını yuttuktan sonra. “Kitaplar Gökhan’ın, okuduktan sonra ona geri veriyorum.”

“Epey bir kitap gördüm. Anlaşılan Gökhan şiirleri çok seviyor.”

“Evet, şiir okumayı çok seviyor. Şiirler şarkı yazarken ona ilham da oluyormuş.”

“Kimleri okuyor mesela?” diye sordu Engin. “Ben pek odana girmediğim için kitaplara denk gelmedim.”

“Çoğu Türk şairi severek okuyor,” dedi Göksel. “Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Ahmed Arif, Ümit Yaşar vesaire.”

“Hepsi de aşk şiirleriyle ünlü isimler.”

“Evet, Gökhan aşk şiirleri okumaktan hoşlanıyor. Romantizmi seviyor.”

“Belli oluyor. Anlaşılan artık sen de seviyorsun.”

“Kurgu okumayı daha çok sevsem de arada şiir de okurdum ama Gökhan’dan sonra şiirlere olan ilgim ve sevgim arttı, bu bir gerçek. Beni çok güzel şairlerle, şiirlerle tanıştırdı.”

“Ne hoş,” dedi Güzin gülümseyerek. “Şiirler romantik eserler. Gökhan’ın sana kitaplarını ödünç vermesi de ayrıca çok hoş.”

“Romantik bir ilişkimiz olduğu doğru, bu durumdan çok da memnunum. Hafta sonu okumayı planladığım şiir kitabını kendim aldım. Gökhan’ın kütüphaneden ödünç aldığı bir kitap olduğu için kendisinde yokmuş ama önermişti, ben de ikimize birden aldım. Pazartesi günü vereceğim.”

“Çok iyi düşünmüşsün. Çok sevinecektir.”

“Pazartesi demişken,” dedi Engin. “Provaları kaçta başlıyor?”

“Ders çıkışı gelecekleri için vakitte biraz dalgalanma olabilir ama dört civarı başlayacaklar. Gökhan çok uzun sürmeyeceğini söyledi ama birkaç saat sürer tabii.”

“Tabii ki sürer, hemen olup bitecek bir şey değil. Akşam döndüğümüzde evde olmazsın o zaman?”

“Kesin bir şey diyemem ama muhtemelen olmam.”

“Fotoğraf çekmeyi düşünüyor musun?” diye sordu Güzin. “Kameranı götürecek misin?”

“Aslında çekmek isterim,” dedi Göksel annesine bakarak. “Kameramı yanımda götürürüm, eğer oradakiler de müsaade ederse çekerim. Hep beraber olacakları için Gökhan’ı çeksem bile kareye dahil olurlar, öncesinde sormam gerekir.”

“Haklısın ama dert edeceklerini sanmam, sen de ortaya muhteşem fotoğraflar çıkarırsın.”

“Umarım. Teşekkür ederim canım benim.”

Göksel ailesiyle beraber akşam yemeğini yedikten sonra onlarla salona geçti. Saat yeni sekiz olmuştu. Genç kadın, Gökhan’ın son dersinin sekize doğru bittiğini ve erkek arkadaşının dokuz gibi evine gittiğini bildiği için o evine dönene kadar ailesiyle birlikte oturmaya karar verdi.

“Sizin gününüz nasıldı?” diye sordu Göksel.

“Yıl sonu yaklaştığı için yoğunluğumuz arttı,” dedi Güzin. “Sene boyunca neler yaptığımıza bakıyor, önümüzdeki sene neler yapabileceğimizi düşünüyoruz. Günlerimiz koşuşturmacayla geçiyor.”

“Bizim de aynı,” dedi Engin. “Müdür olarak her şeye yetişmeye çalışıyorum, sağlam bir tempo içindeyim.”

“İkinize de kolay gelsin,” dedi Göksel.

“Teşekkür ederiz güzelim benim.”

Engin onun saçlarını öpünce Göksel bir anlığına gözlerini huzurla kapattı. Koltukta annesiyle babasının ortasında oturuyordu. Çocukluğundan beri onların arasında oturmayı çok seviyordu.

Aile üyeleri bir saat kadar oturup dizi izlediler. Saat 21.08’ken Göksel’in telefonu çalmaya başladı. Arayan Gökhan’dı.

“Bana ayrılan sürenin sonuna geldik,” diyen Göksel ayağa kalktı. “Görüşürüz.”

“Yüzünde gül tarlaları açtı yine,” dedi Engin. Güldü. “Görüşürüz küçük hanım.”

Salondan çıkan Göksel telefonu açtı.

“Alo?” dedi neşeli bir sesle. “Göksel Dinçer’in cep telefonu, size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Şu an yanımda olsaydın ve ben de seni rahatça kollarımın arasına alsaydım çok yardımcı olurdun aslında,” dedi Gökhan. Onun da sesi yorgun olmasına rağmen neşeliydi. “Nasılsın bal peteğim?”

“Sesini duydum çok daha iyi oldum,” derken odasına girdi Göksel ve kapısını kapattı. “Sen nasılsın?”

“Çok yorgunum ama sesini duymak ilaç gibi geldi. Ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle dizi izliyordum, şimdi odama geçtim. Sen ne yaptın? Eve varmışsındır muhtemelen.”

“Evet, eve döneli biraz oldu. Elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirdikten sonra seni aradım. Kafam kazan gibi, biraz sesini duyup yatacağım.”

“Yemek yedin mi?”

“Yedim, merak etme. Çıkışta Yağız’la birlikte ayaküstü döner yedik. İkimiz de çok acıkmıştık.”

“Hâliyle. Dur tahmin edeyim, şu an yatakta iki seksen yatıyorsun.”

“Nokta atışı,” dedi Gökhan gülerek. “Üzerimde yorgan bile var. Tüm gün okulda olacağımız için evden çıkarken kaloriferi iyice kısmıştık, şu an ev çok soğuk ve ben de kendimi yorganın altına attım.”

“Kaloriferi biraz açsaydınız, valla donarsınız.”

“Açtık canım, açmaz olur muyuz? Ama evin ısınması biraz zaman alacak, ben de çareyi yorgan altında buldum.”

“İyi yapmışsın,” diyen Göksel güldü. “Zaten telefonu kapatınca yüksek ihtimalle uyuyakalırsın.”

“Aynen öyle. Yattıktan sonra ayağa kalkamam diye ışık bile kapalı, karanlıkta uzanıyor ve seninle konuşuyorum. Hâlim olsa ortam loş, içim bir hoş deyip konuyu ilgi çekici noktalara çekerdim ama hiç havamda değilim.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan genişçe gülümsedi. Onun bu tatlı kıkırdamalarını duymaya âşıktı.

“Havanda değilken bile bunun hakkında düşünebiliyorsan gerçekten de için bir hoş olmalı,” dedi Göksel.

“Benim içim senin için her zaman hoş,” derken esnedi Gökhan. “Seni çok özledim. Pazartesiyi iple çekiyorum.”

“Pazartesi için ben de sabırsızım. Sana ufak bir sürprizim de var.”

“Hım?” dedi Gökhan kalın bir sesle. “Ne sürprizi? Gerçi söyleyecek olsan sürpriz demezsin, benimki de soru işte. Nasıl bir sürpriz peki? Biraz ipucu ver.”

“Gerçekten ufak bir sürpriz,” derken masasında duran kitaba baktı Göksel. “Pazartesi görürsün.”

“Meraklandım ama mecburen bekleyeceğim. Sinemlerle ne yaptınız?”

“İçtik, sohbet ettik, bol bol güldük. Her sınav haftasında olduğu gibi yorucu ve stresli günler geçirmiştik, kafa dağıttık.”

“İyi yapmışsınız. Finallere kadar rahatsınız artık. En azından sınav stresi olmayacak.”

“Aynen. Artık finalleri de ocak geldiğinde düşünürüz, daha vakit var.”

“Senin düşünmene gerek bile yok aslında. Notların muhteşem.”

“Düşündüğüm için muhteşem. İyi çalışıyorum.”

“Aferin benim güzel sevgilime,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Mezuniyetini dört gözle bekliyorum. Ne giyeceğimi şimdiden düşünmeye başladım. Gururlu bir erkek arkadaşa yaraşır bir kombin yapmalıyım.”

“O nasıl oluyormuş?”

“Ben de bilmiyorum ki, düşünüyorum dedim ya. O gün gelince göreceğiz.”

“Çok uzakların hayalini kuruyor, planını yapıyorsun.”

“Böyle bir huyum var hatta daha uzak zamanların bile hayalini kurduğum oluyor.”

“Mesela?”

“Seneler sonrası. Nasıl bir konumda olacağım, nasıl işler yapacağım diye sık sık düşünüyorum.”

“Kafanda canlanan sahneler var mı?”

“Var tabii,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Profesyonel olarak müzik yaptığımı, albümlerim olduğunu ve çoğu akşam sahnede olduğumu hayal ediyorum.”

“Başka? Özel hayatında neler düşünüyorsun mesela?”

“Daha çok gencim ama bundan yıllar sonra evlenmiş olurum diye düşünüyorum. Bir köpek ya da duruma göre iki köpek babasıyım, çok daha ilerisini düşündüğümde çocuk sahibi olduğumu da görür gibiyim. Mutlu bir ailede büyümemiş olsam da ileride kendi ailemi kurmayı istiyorum, hep hayalini kurduğum o mutlu aileye kavuşmayı istiyorum. Toparlamak gerekirse ailemle ve müzikle geçen bir hayatım olacağına inanıyorum.”

Göksel onu gülümseyerek dinledi. Gökhan’ın hayallerini zihninde canlandırabilmişti. Kendini o hayallere dahil etti, Gökhan’ın bahsettiği o mutlu ailenin bir ferdi olduğunu düşündü.

“Ne güzel hayaller,” dedi genç kadın. “Biraz sıradan ama huzurlu, mutluluk dolu.”

“Hayır, bu konuda sana katılmıyorum çünkü huzur ve mutluluk sıradan değildir, aksine onlara günümüz dünyasında pek nadir rastlanır.”

Onun bu cümlesi Göksel’i irkiltti. “Haklısın. Gerçekten haklısın. Huzurlu ve mutlu bir ailede büyüdüğüm için bu kavramlar bana çok tanıdık ama dünya geneline baktığımızda dediğin gibi onlara epey nadir rastlanıyor.”

“Mutsuz ailelerin çoğunlukta olduğu bir dünyada mutlu bir ailenin hayalini kurmak belki de çok aptalca, çocukça bir hareket ama insan neyden yoksun kalmışsa onu ister ya, benimki de o hesap işte. Neyse canım, bu derin konulara dalmak için fazla yorgunum.”

“Bence ne aptalca ne de çocukça bir istek. Mutlu olmayı istemek her insanın en doğal hakkı. Bir kere geldiğimiz ve ne zaman gideceğimizi bilmediğimiz bu dünyada mutlu olmayı hepimiz istiyoruz.”

“Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, seninle olmaktan ve şu an bulunduğum konumdan mutluyum. Ben gelecek hakkında konuşuyorum, bir aileye sahip olmak ve beni mutlu eden müziği işim olarak yapmak hakkında.”

“Biliyorum sevgilim, biliyorum.”

“Göksel?”

“Efendim?”

“Bahsettiğim hayallerde yerin olduğunu da biliyorsun değil mi? Yani bunu dillendirip aceleci görünmek, seni korkutmak istemedim ama haberin olsun.”

“Biliyorum,” dedi Göksel sırıtarak. “Haberim var.”

“Tamam o zaman,” diyen Gökhan da sırıtıyordu. “Rahatladım.”

“Ben de öyle.”

Gülüştüler.

“Şu iki gün çabucak geçsin istiyorum,” diyen Gökhan konuyu değiştirdi. “Pazartesi bir an önce gelsin.”

“Sınıf arkadaşlarını, hocalarını merak ediyordum; hepsini görmek için sabırsızlanıyorum,” dedi Göksel. “Fotoğraf makinemi de yanımda getireyim diyorum, sınıftakiler sorun eder mi?”

“Bizimkiler mi? Fotoğraflarının çekilmesi hoşlarına bile gider hatta özel olarak fotoğrafının çekilmesini isteyenler bile olur. Uğraşmak istemezsen bence makineni hiç getirme. Gösterinin olacağı gün getirip çekersin.”

“Uğraşmak istemezsem mi? Fotoğraflar uğraşmayı en sevdiğim şeyler, arkadaşlarını da büyük bir keyifle çekerim.”

“Sen nasıl istersen balım. Bizim işimize gelir.”

“O zaman karar verildi. Makinemi pazartesiye hazırlarım, küçük bir bakım yapayım.”

“Heyt be! Göksel Usta’ma bak sen. Beni çırak olarak yanına almaya ne dersin ustam?”

Göksel gülerek, “Çırağım değil misin zaten?” diye sordu. “Fotoğraf makinesi kullanmayı epey epey öğrendikten sonra bakım kısmına da geçeriz.”

“İşte bu be! Yeni bir fotoğrafçı yetişiyor. Şu an çok yorgunum ama sonra buna sevinirim.”

“Yorgunluk sesinden akıyor zaten. İstersen kapatalım, sonra yine konuşuruz.”

“Olur,” diyen Gökhan esnedi. “Sesini duymak ninni gibi geldi zaten, bebek gibi uyurum.”

“Tamam sevgilim. O zaman sana iyi geceler.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Muhtemelen bir şeyler izlerim. Ben o kadar yorgun sayılmam, biraz daha takılırım.”

“Tamam bal peteğim. Sana iyi akşamlar, öpüyorum.”

“Ben de öpüyorum. Tatlı rüyalar.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi. Gökhan’sa ağzını kocaman açarak ve ses çıkararak esnedi. Göksel’in sesini duymak ona gerçekten de ninni gibi gelmiş, onu iyice mayıştırmıştı.

Odasının kapısı tıklatıldı.

“Gel,” diye seslendi Gökhan.

Kapıyı açıp başını içeri uzatan Yağız, “Konuşmanız bitti mi?” diye sordu.

“Bitti, ne oldu?”

“Ev epey ısındı,” dedi kapıyı biraz daha açan Yağız. Gökhan onun üst tarafının çıplak olduğunu gördü. “Duşa gireceğim. Sen ne yapacaksın, uyuyacak mısın?”

“Hem de horul horul. Dehşet yoruldum, başımı kaldıracak hâlim yok.”

“Ben de duş aldıktan sonra bayılırım gibime geliyor. Yarın da erken kalkacağız zaten, dinlenelim.”

“Aynen, akşama da sahnede olacağım için şöyle uzun ve deliksiz bir uykuya ihtiyacım var.”

“Tamam kardeşim. İyi geceler, sabah görüşürüz.”

“İyi geceler.”

“Kapıyı kapatıyorum?”

“Çok iyi olur.”

Yağız kapıyı kapatınca arkadaşını görmek için başını yastıktan kaldıran Gökhan, başını yeniden yastığa koydu. Oldukça yorgun olan genç adamın uykuya dalması çok kısa sürdü.

***

Hafta sonu çabuk geçti. Tüm hafta sonu evde olan Göksel cumartesi gününü bir şeyler izlemeye ve okumaya ayırdı, pazar günüyse çoğunlukla ebeveynleriyle vakit geçirdi ve akşam geç saatlerden sonrasını kendine ayırdı. Gökhan’a da bir tane aldığı Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Şiir Denizi 1 kitabını bitirdi. Kitabı oldukça beğenen genç kadın erkek arkadaşının şiir zevkine bir kez daha hayran kaldı.

Hafta sonu Gökhan içinse daha yoğundu. Genç adam cumartesi günü önce okula gitti, akşama da Parça’da sahne aldı. Parça’da ona Yağız eşlik etti. Gökhan’ın performansı bittikten sonra ikili Caferağa’da biraz daha vakit geçirdi ve eve biraz geç döndü. Pazarsa Gökhan işteydi. Sabah 10’dan öğleden sonra 15’e kadar çalışan genç adam çıkışta da öğrencisi Aras’ın evine geçip ona bir saat ders verdi.

Bugün günlerden pazartesiydi. Gökhan’la Yağız’ın derse gitmek için erkenden kalkıp yola çıktıkları haftanın ilk gününde Göksel 11’e kadar uyudu. Evde tek başına olan genç kadın kendisine güzel bir kahvaltı hazırladı ve video izleyerek kahvaltısını etti.

Gökhan’ın derste olduğu vakitlerde Göksel de hazırlandı. Genç kadın ne giyeceğine hafta sonu karar vermişti ve kararında değişiklik yapmadan boğazlı sarı kazağıyla düz paça açık mavi kotunu giydi. Dalgalı saçlarını salık bırakmayı tercih eden genç kadın makyajını da sade tuttu.

Göksel’in telefonu çaldığında saatler üçü geçiyordu. Arayan Gökhan’dı.

“Alo balım,” dedi Gökhan’ın enerjik sesi. “Ne yapıyorsun?”

“Hazırlanıyordum,” diye cevapladı Göksel. “Sen ne yapıyorsun? Anlaşılan dersiniz bitmiş.”

“Aynen öyle. Şimdi Fatih’e geçeceğiz, geliyoruz.”

“Çok iyi. Benim yolum daha kısa, yaklaştığınızda haber ver de ben de yola çıkayım.”

“Arabayla mı geleceksin?”

“Evet, araba bugün de bende.”

“Tamam balım, ben yaklaştığımızda sana söylerim.”

Dakikalar sonra Gökhan’dan haber geldi, Göksel de evinden ayrılıp İstanbul Üniversitesine doğru yola çıktı. Genç kadın lisedeyken İstanbul Üniversitesini gezmişti, bu yüzden kampüse çok yabancı değildi. Kampüse giren Göksel, Gökhan’ın söylediği binaya ilerledi. Gökhan onu dışarıda bekliyordu, dostunu yalnız bırakmayan Yağız da onun yanındaydı.

“İşte geldi,” dedi beyaz Hyundai’yi fark eden Gökhan. Araba yaklaşınca içindeki Göksel’i de gördü. “Yine sarı sarı giyinmiş. Boşuna bal peteği demiyorum.”

“Ve Romeo sahneye giriş yapar,” dedi Yağız yavaşça. “Biricik Juliet’i de sahneye girmek üzeredir.”

“Senin Juliet’in yok diye kıskanma.”

“Ne demezsin canım, kıskançlıktan yataklara düştüm.”

“Belli oluyor.”

İki dost atışırken Göksel arabayı binanın önüne park etti. Gökhan hemen arabaya doğru ilerledi. Çantasını alan Göksel’in kapı koluna uzandığı sırada Gökhan kapıyı dışarıdan açtı.

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz güzel bayan,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gözüm yollarda kaldı.”

Göksel gülerek arabadan inerken, “Hoş buldum bayım,” dedi. “Çok bekletmedim değil mi?”

“Hayır, biz de az önce geldik.”

“İyi o zaman.”

Öpüştüler.

“N’aber?” diye fısıldadı alnını onun alnına yaslayan Gökhan.

“İyiyim,” dedi Göksel de fısıldayarak. “Senden n’aber?”

“Bu güzel yüzü görünce nasıl olunuyorsa öyleyim, yani çok iyiyim. Seni çok özledim.”

“Ben de seni özledim ama bir şeyi merak ediyorum.”

“Neyi?”

“Neden fısır fısır konuşuyoruz?”

Gökhan güldüğünde sıcak nefesi Göksel’in yüzüne çarptı.

“Seninle fısır fısır konuşmayı seviyorum,” dedi Gökhan. “Birbirimizi daha iyi duyabilmek için aramızdaki mesafeyi minimuma indiriyoruz. Bana sokulup bir şeyler anlatman hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Göksel gülümseyerek. “O zaman sana daha sık sokulayım.”

“Canıma minnet.”

Yeniden öpüştüler.

Gökhan’dan uzaklaşan Göksel, arkada duran Yağız’a döndü.

“Merhaba Yağız,” dedi genç kadın. Gülümsedi. “Nasılsın?”

“Merhaba, hoş geldin,” diye karşılık verdi Yağız. “İyiyim, sen nasılsın?”

“Hoş buldum. Ben de iyiyim, prova için heyecanlıyım.”

“O tatlı heyecan hepimizde var. Hadi içeri geçelim, bizimkiler hazırlığa başlamıştır bile.”

“Aynen,” diyen Gökhan kolunu Göksel’in omzuna attı. “Hadi gidelim.”

Üçü birlikte binanın içine girip performans sergileyecekleri salona ilerledi. Diğer öğrenciler sahneye çıkmış, hazırlıklara başlamıştı bile.

Gökhanları fark eden Melek hoca, “Hoş geldiniz gençler,” dedi. Göksel’e baktı. Genç kadın Gökhan’ın hesabında gördüğünden daha da güzeldi. “Sen de aramıza hoş geldin Göksel.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel. “Aranıza seyirci olarak katılmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.”

“Ne demek, biz seyircileri çok severiz.”

“Doğru,” dedi hocasına arka çıkan Gökhan. “Bir müzisyenin sahip olduğu en kıymetli şeylerden biri seyircileridir.”

“Aynen öyle,” dedi Melek hoca gülümseyerek. Melek ellilerin başında, kırlaşmış saçları kumral boyalı, ela gözlü hoş bir kadındı. Uzun senelerdir konservatuvarda akademisyenlik yapan kadın sayısız müzisyen yetiştirmişti. Gökhan da en sevdiği öğrencilerinden biriydi. “Keyfine bak lütfen.”

“Teşekkür ederim. Bu kadar eğitimli bir grubu izlemek benim için eşsiz bir tecrübe olacak.”

“Öğrencilerim diye demiyorum ama hepsi gerçekten de çok eğitimli ve şahane sanatçılardır.”

“Göğsümüzü kabartıyorsunuz hocam,” dedi Yağız. “Siz hocalarımız sayesinde bu seviyeye ulaşabildik.”

“Günün yağcısı da belli olduğuna göre artık yavaştan provaya başlayabiliriz.”

“Aşk olsun hocam. Gerçekleri söylemek ne zamandan beri yağcılık oldu?”

Melek hoca gülerek onun koluna dokunduktan sonra sahneye ilerledi.

“Tatlı kadınmış,” dedi Göksel, erkek arkadaşına. “Bahsettiğin kadar var.”

“Melek hoca bir tanedir,” dedi Gökhan. “Hem müzik hem de hayat hakkında kendisinden sayısız şey öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum. Şimdiye kadar her konuda bana çok destek oldu.”

“İyi bir hoca gerçekten büyük şans.”

“Kesinlikle öyle. Hadi gel seni bizimkilerle tanıştırayım.”

“Olur.”

Üçü de sahneye çıktığında diğerlerinin bakışları onlara döndü. Ellerini önünde birleştiren Göksel onları inceledi. Kızların çoğunlukta olması ilgisini çekse de buna şaşırmadı.

“Millet sizi bugünkü izleyicimizle tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel bugünkü provamızda bizi seyredecek.”

Gökhan önce yakın arkadaşlarını gösterip adlarını söyledi, ardından geri kalanları da tanıttı.

Gökhan, “İpek,” dediğinde Göksel bakışlarını ona çevirdi. İpek de iri kahverengi gözleriyle ona bakıyordu. Göz göze geldiklerinde İpek gülümsedi ve ona bir baş selamı verdi. Göksel de gülümsedi ve onu başıyla selamladı.

“Hoş geldin,” dedi İpek.

“Hoş buldum,” diye karşılık verdi Göksel. Onu hızlıca baştan aşağı süzdü. İpek güzel, alımlı bir kızdı ve tatlı birine benziyordu. Gökhan’ın onun hakkında iyi konuşmasının nedenini anlıyordu.

Gökhan herkesin adını saymayı bitirdiğinde kız arkadaşına döndü.

“Biz sahne hazırlıklarını yapacağız,” dedi. “Sen de oturup keyfine bakabilirsin. Bugün bize Kerem de eşlik edecek, az sonra gelir.”

“Kerem mi?” diyen Göksel şaşırmıştı. “Onun da geleceğinden hiç bahsetmemiştin.”

“Minik bir sürpriz yapmak istedim.”

“Benim de sana küçük bir sürprizim var,” dedi Göksel gülümseyerek. Çantasını eline aldı ve içinden şiir kitabını çıkardı. “Okuduğum en iyi şiir kitaplarından biri oldu. Bana bu güzel kitabı önerdiğin için küçük bir teşekkür olarak düşün.”

Kitabı gören Gökhan’ın gözlerine duygu dolu bir ifade yayılırken dudakları da yukarı kıvrıldı. “Kitabı beğendiğini duyduğuma çok sevindim,” dedi onun gök mavisi gözlerinin içine bakarak. “Çok ince düşüncelisin, asıl ben teşekkür ederim. Kütüphaneme eklemek istediğim kitaplardan biriydi ama temel ihtiyaçlardan kitap almaya sıra gelmemişti. Kitaplığımın ilk rafına koyacağım hatta öncesinde bir kere daha okuyacağım.”

“Tekrar tekrar okunmayı hak edecek şiirler. Al bakalım.”

Kitabı eline alan Gökhan kitabın ilk sayfasını açtığında Göksel’in el yazısıyla yazılmış bir şiir olduğunu gördü. Kitabın içinde yer alan şiirlerden bir tanesiydi, Adak adlı şiirin bir kıtasıydı.

Sana avuç avuç yıldız getireceğim

Güneşimden başka

Sana engin denizlerin maviliğini getireceğim

Köpük köpük, dalga dalga

“Şiiri hatırlayamadım ama ne güzel satırlarmış,” dedi Gökhan ona bakarak. “Kitabı yeniden okuyunca unuttuğum kaç güzel şiiri hatırlayacağım ve seni düşüneceğim kim bilir.”

“Tıpkı benim yaptığım gibi,” diyen Göksel ona yaklaştı ve onun yanağını öptü. “Kitabı bitirdiğinde şiirler üzerine konuşuruz.”

“Büyük bir memnuniyetle.”

Bu esnada salonun kapısı açıldı ve Kerem içeri girdi. Genç adam kahverengi gözlerini sahnede gezdirince kalabalığın içindeki Gökhan’la Yağız’ı gördü ve sırt çantasını düzelttikten sonra sahneye doğru yürümeye başladı.

“Gök,” diye seslendi Kerem’i fark eden Yağız. “Kerem geldi.”

Gökhan’la Göksel aynı anda salonun ortasındaki koridora baktı ve sahneye doğru yürüyen Kerem’i fark etti. Kerem onlara gülümsedi.

“Hoş geldin kardeşim,” dedi Gökhan.

“Hoş buldum,” diyen Kerem sahneye çıktı ve onların yanına ilerledi. “Merhaba gençler.”

Kerem, Gökhan ve Yağız’la tokalaştı.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Göksel, Kerem; Kerem, Göksel.”

“Merhaba,” dedi Göksel kibar bir gülümsemeyle. Elini ona uzattı. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Kerem onunla tokalaştı. “Ben de tanıştığıma memnun oldum Göksel.”

“Biraz geciktin,” dedi Gökhan. “Dersin yeni bitti sanırım.”

“Evet, hoca bugün uzun tuttu,” dedi Kerem. “Sınıfın dikkatinin iyiden iyiye dağıldığını fark edince anca bıraktı. Çıkar çıkmaz buraya geldim, geciktiğimi düşünüyordum ama daha başlamamışsınız bile.”

“Biz de anca geldik. Birazdan başlayacağız.”

“Çok iyi. Upuzun bir dersin ardından müzik dinlemek ilaç gibi gelecek.”

“Arkana yaslan ve keyfine bak yavrum,” dedi Yağız. “Müziğin ruhunu beslemesine izin ver.’

“Planlarım o yönde yavrum.”

Gülüştüler.

“Göksel de bizi izleyecek,” dedi Gökhan kız arkadaşının beline dokunarak. “Biz sahnedeyken siz de beraber takılırsınız, sohbet muhabbet edip tanışırsınız.”

“Olur,” dedi Kerem gülümseyerek. Göksel’e baktı. “Gökhan senden çok bahsetti, aslında sana hiç de yabancı değilim ama seni bir de kendi ağzından duymak isterim tabii.”

“Gökhan senden de çok bahsetti,” diyen Göksel gülerek erkek arkadaşına baktı. Gökhan’ın çevresinden Gökhan’ın kendisi hakkında çok konuştuğunu duymayı seviyordu. “Tanışmak bugüne kısmetmiş.”

“Gençler,” diye seslendi Melek hoca. “Sohbetinizi bölüyorum ama yapmamız gereken bir prova var.”

“Geliyoruz hocam,” dedi Gökhan. “Hemen başlarız.” Göksel’le Kerem’e döndü. “Siz keyfinize bakın lütfen.”

“Tamam kardeşim,” dedi Kerem. “Size kolay gelsin.”

“Eyvallah kardeşim.”

“Kolay gelsin,” dedi Göksel. “İyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederiz bal peteğim,” diyen Gökhan onun yanağına hızlı bir buse kondurdu. “Umarım keyifli vakit geçirirsin.”

“Bundan hiç şüphem yok.”

Kerem’le Göksel sahneden inerken Gökhan’la Yağız da arkadaşlarının yanına ilerledi.

“Bugün iyi günündesin,” dedi omzuyla Gökhan’ı dürten Yağız. “En yakın arkadaşların ve sevgilin burada.”

“Kesinlikle öyleyim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bugünden en büyük keyfi ben alacağım.”

“Hadi bakalım.”

Gökhanlar Melek hocayla konuşurken Göksel’le Kerem de en öndeki koltuklardan ikisine yan yana oturdu.

“Provalarına ilk kez mi geliyorsun?” diye sordu Kerem.

“Evet,” diye onayladı Göksel. “Fatih’te oturduğum için konservatuvar bana çok uzak kalıyor, okuldan fırsat da bulamamıştım ama bugün iyi denk geldi. Sen daha önce geldin mi?”

“Geldim. Ben de Maltepe’de oturuyorum, bundan önce bir kere izlemeye gittim.”

“Orası da sana yakınmış.”

“Aynen. Fatih’in neresinde oturuyorsun peki?”

“Dervişali’de. Buraya uzak kalıyor.”

“Balat’a yakın mı?”

“Evet, hemen yan mahallesi.”

“Anladım, o civarları biliyorum. Birkaç kere gittim.”

“Doğma büyüme İstanbullu musun?”

“Evet, ya sen?”

“Ben de öyleyim.”

“Aslen nerelisin peki? Biraz göçmenlik varmış gibi hissediyorum.”

“Haklısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hem annemin hem de babamın ataları Balkan göçmeni. Bulgaristan’dan gelmişler, babamın dedesiyse Selanik’te doğup büyümüş.”

“Sarışın mavi gözlü olmandan göçmen olduğun anlaşılıyor. Bizde de biraz göçmenlik var.”

“Sen de biraz benziyorsun aslında.”

“Evet, andırıyorum.”

Sahneyi hazırlayan Gökhan sohbet eden Göksel’le Kerem’e baktığında gülümsedi.

“Seninkiler kaynaşıyor,” dedi Yağız. “Bugün itibarıyla Göksel’in tanışmadığı yakın arkadaşın kalmadı.”

“En yakın arkadaşlarımla tanıştı sahiden,” dedi Gökhan ona dönerek. “Ben de haftaya doğum günü kutlamasında onunkilerle tanışacağım.”

“Heyecan var mı?”

“Olmaz mı? Hepsini öyle ya da böyle tanıyorum ama hiç uzun süre aynı ortamda bulunmadık, doğum günü kutlaması bu anlamda bir ilk olacak ve çok heyecanlıyım.”

“Bunlar tatlı heyecanlar.”

“Öyle.”

Onlar sahneyi hazırlarken Göksel birkaç fotoğraf çekti.

“Ne zamandır fotoğrafçılıkla uğraşıyorsun?” diye sordu Kerem.

“Çocukluğumdan beri,” dedi Göksel. “Ortaokulda başladım.”

“Uzun bir geçmişin varmış.”

“Evet. Kendimi bildim bileli fotoğraf çekiyorum desem abartmış sayılmam, başlarda sadece hobiydi ama kısa sürede en büyük tutkuma dönüştü.”

“Fotoğrafçılık çok güzel bir sanat dalı, bir o kadar da zor çünkü hem teknik bilgi hem de anı yakalama becerisi istiyor.”

“Kesinlikle. Gelişmek için de çok sabır isteyen bir dal çünkü kimse eline bir kamera alır almaz kusursuz fotoğraflar çekmeye başlamıyor.”

“Tabii ki. Herkes seneler içinde gelişiyor, üzerine koyarak ilerliyor. Fotoğraf ve Video mu okuyordun? Gökhan bahsetmişti.”

“Evet. Fotoğraf kadar eski olmasa da bir video geçmişim de vardı ama tamamen amatör çekimler yapıyordum, üniversiteye başladıktan sonra bu alanda çok geliştim.”

“Ne güzel. Bu alanlarda ne kadar tutkulu olduğun konuşmandan belli, çok büyük bir hevesle konuşuyorsun.”

“Genelde böyle söylerler,” dedi Göksel gülümseyerek. “Senin de Sanat Tarihi öğrencisi olduğunu biliyorum, Gökhanlar fotoğraf alanında da bilgili olduğunu söylemişti hatta Yağız bana bir sürü fotoğrafçı sayabileceğini bile söylemişti.”

“Doğru,” dedi Kerem gülerek. “Sanat Tarihi öğrencisi olmamdan daha önemlisi çok büyük bir sanatseverim, sanatın bütün dallarına ilgiliyim ve bir şeyler öğrenmeye çok hevesliyim.”

“Gitar çaldığını da biliyorum. Başka enstrümanlar çalıyor musun ya da başka alanlarda kendin bir şeyler yapıyor musun?”

“Hayır, şu anlık sadece gitar çalıyorum ama ileride başka enstrümanlar çalmayı isterim. Bölümden arkadaşlarımın kurduğu bir site var, çok sık değil ama bazen site için sanat tarihi hakkında bilgilendirici içerik hazırlıyorum. Resimlerin ilgilisi çok, çoğunlukla meşhur resimler ama bazen de pek bilinmese de benim çok sevdiğim resimler hakkında yazılar yazıyorum. Sanatçının hayatı, sanatçı kişiliği, parçası olduğu akım ve eğer bunun hakkında bilgiler varsa resmin yapılış süreci hakkında şeyler yazıyorum. Güzel geri dönüşler alıyorum, hobi olarak yaptığım keyifli bir iş.”

“Çok iyiymiş,” dedi onu ilgiyle dinleyen Göksel. “Siteyi merak ettim, ismini söylersen bir girip bakmak isterim.”

“Tabii,” diyen Kerem ona sitenin adını söylediğinde Göksel telefonuna not aldı. “Fotoğraf sanatına çok ilgili bir arkadaşımız var, onun yazılarına da göz atabilirsin. Gerçekten güzel şeyler paylaşıyor.”

“Öyle mi? Mutlaka bakacağım. Teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

İkisi sohbet ederken konservatuvar öğrencileri de sahnedeki hazırlıklarını tamamladı. Sahnenin solunda kuyruklu bir siyah piyano vardı, koronun duracağı yer de piyanonun hemen yan tarafında ama biraz daha arkada kalıyordu; bateri ve mikrofon ayakları sahnenin tam ortasındaydı, enstrüman çalacakların oturacakları sandalyeler de sahnenin sağına yerleştirilmişti.

“Sahne hazır olduğuna göre Gökhan açılış konuşmasını yaptıktan sonra herkes yerine geçebilir,” dedi Melek hoca. “Unutmayın, sahne alacağınız yerde prova yapacaksınız. Sanki sahne alacağınız gündeymişsiniz gibi davranmanızı istiyorum. Aksaklıklar olabilir ama hepsini bu süreçte düzelteceğiz. Gökhan sen açılışı yapabilirsin.”

Gökhan açılış için kısa bir konuşma hazırlamıştı ve konuşmayı yazdığı kâğıdı elinde tutuyordu. Yazdığı satırlara bir kere daha göz gezdirdi.

“Hazırım hocam,” dedi genç adam. “Arkadaşlar siz de hazırsanız başlayalım mı?”

Diğerleri de hazır olduğunu söyleyince sahne boşaltıldı. Gökhan da dahil olmak üzere hepsi sahnenin arkasına geçti. Onların başladığını anlayan Göksel’le Kerem de dikkatini sahneye verdi.

“İşte başlıyorlar,” dedi Göksel. “Açılışı Gökhan yapacak.”

“Açılış konuşmasını ilk kez duyacağım,” dedi Kerem. “Gökhan kısacık bir konuşma olduğundan bahsetmişti ama merak ediyorum.”

Derin bir nefes alan Gökhan sahne arkasından çıktı ve ortadaki mikrofona doğru yürüdü. Bu esnada en ön koltukta oturan Göksel’le göz göze geldi. Göksel ona göz kırptığında Gökhan da gülümsedi. Kız arkadaşının bugün ve gösterinin yapılacağı gün tam karşısında olacağını bilmek ona çok iyi hissettiriyordu.

Mikrofonun önünde duran Gökhan, “Pek kıymetli iki konuğumuz da yerlerini aldığına göre provamıza başlayabiliriz,” dedi. Boğazını temizledi ve sırtını dikleştirdi. “Son iki üç dört.”

]]>
Sun, 19 Mar 2023 11:35:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 24. Kare: Portredeki Notalar https://edebiyatblog.com/kd-24kare-portredeki-notalar https://edebiyatblog.com/kd-24kare-portredeki-notalar Bölüm Fotoğrafı: Pixabay

Kasımın üçüncü haftası

“Bugün burada bırakalım,” dedi masasında oturan öğretim görevlisi. “Yeni konuya geçmeyeceğim. Vizede anlattığım bu kısma kadar sorumlusunuz. Sorusu olan var mı?”

Akın elini kaldırdı.

“Söyle Akın,” dedi akademisyen.

“Ekim başından bu yana epey konu işledik,” dedi Akın. “Hepsinden soracak mısınız?”

“Üzerinde durduğum konuları takip ettiğini düşünüyorum, onlara iyi çalışın.”

“Peki kaç soru soracaksınız?” diye sordu Akın’ın yanında oturan Göksel.

“Sınav sorularını hazırlamayı henüz bitirmedim ama ya yirmi ya da yirmi beş soru soracağım, belki otuza çıkabilirim ama bu düşük bir ihtimal. Akın’ın da söylediği gibi epey konu işledik, müfredatımız kalabalık; dengeli bir konu dağılımı yapmaya çalışıyorum.”

“Çıkmış sorma ihtimaliniz yoktur değil mi hocam?” dedi Akın.

“Ben ne zaman çıkmış sordum Akın?” dedi kadın akademisyen gülümseyerek. “İyi çalışın. Sadece bu derse değil, tüm derslerinize. Son senenizde sıkıntı çıkmasın.”

“Ben de öyle düşünmüştüm,” diye mırıldandı Akın.

Onun söylediğini duyan Göksel güldü. Akın ona göz kırptı.

“Başka sorusu olan var mı?” diye sordu akademisyen. Sınıfa baktı ama kimseden ses çıkmadı. “O hâlde dersimiz bitmiştir. Vizelerinizde başarılar.”

“Sağ olun hocam,” dedi Akın. “İyi günler.”

“İyi günler gençler.”

“Nihayet bitti,” dedi Sinem. Eşyalarını çantasına koymaya başladı. “Berat gelmiş olmalı, umarım çok beklememiştir.”

“Gökhan ne yaptı acaba?” diyen Göksel telefonunu eline aldı. “Bir arayıp sorayım.”

“Hainler sizi,” dedi onlara bakan Akın. “Aynı dönemde sevgili yapıp beni sap bıraktınız. Sizin yaptığınızı düşman yapmaz.”

Kızlar gülüştü.

“Sen de bize bir yenge getir,” dedi Sinem. “Kızlarla biraz flört ettikten sonra iletişimi kesiyorsun, kimseyi beğenmiyorsun.”

“Biraz yüksek kriterlerim olduğunu kabul ediyorum,” dedi Akın. “Ama bir gün ben de kriterlerimi karşılayan bir kadın bulacağım, görürsünüz.”

“Umarım bulursun,” deyip onun koluna dokundu Göksel. “Seni çekiştirmek için yeni bir arkadaş çıkar bize de.”

“Demek öyle. Gökhan’la Berat gelince sizin hakkınızda atıp tutayım da görün siz.”

“Yapacağın son şey olur,” dedi Sinem sevimli bir gülümsemeyle. “Aklından bile geçirme.”

“Korkmadım desem de inanmayın. Size bulaşmam ben. Hem dalga geçiyordum, ikiniz de gayet tatlı kızlarsınız.”

“Ha şöyle.”

“Sen de çok tatlısın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu arada ben de dalga geçiyordum.”

“Biliyorum,” diyen Akın da gülümsedi. “Sağ ol Gök.”

Eşyalarını toplayan gençler sıradan kalktılar. Sinem Berat’ı ararken Göksel de Gökhan’ı aradı. Genç adam birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Sevgilim?” dedi Göksel. “Ne yapıyorsun? Geldin mi?”

“Güvenlikler beni içeri almadı,” dedi Gökhan. “Dışarıda kaldım.”

“Nasıl almadılar? Kimliğini verdiğinde ziyaretçi kartı veriyorlar, sen de giriş yapabiliyorsun.”

“Ben de böyle söyledim ama tipimi beğenmediler sanırım, öğrenciler ve personel harici kimseyi almadıklarını söylediler.”

“Öyle bir şey yok. Neredesin şu an? Oraya geleceğim.”

“A girişinin oradayım. On dakikadır falan buradayım.”

“Tamam, birazdan orada olurum. Oraya geldiğimde yine ararım. Sen oradan ayrılma.”

“Tamam güzelim. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapattı.

“Ne oldu?” diye sordu Akın.

“Gökhan’ı kampüse almamışlar,” dedi Göksel. “A girişinin orada kalmış.”

“Nasıl almamışlar? Ziyaretçi olarak giriş yapabiliyor. Üstelik başka üniversitede öğrenci, her türlü alırlardı.”

“Ben de anlamadım ki. Güvenliklere ağzının payını veririm birazdan.”

“Berat binadaymış,” dedi Sinem. “Gökhan nasıl girememiş? Şaka yapıyor olmasın.”

Bu sırada sınıftan çıkıyorlardı.

“Bilmem,” diyen Göksel koridorun az ilerisinde tanıdık bir sima görünce adımlarını durdurdu. Sinem haklıydı, Gökhan ona şaka yapmıştı. Genç adam güvenlikten sorunsuz geçmiş ve kampüse girmiş, Göksellerin fakültesine gelmiş ve derslerinin olduğu sınıfın önünde durarak onları beklemişti.

Göksel’le göz göze gelen Gökhan sırıtmaya ve aynı zamanda onlara doğru yürümeye başladı. Genç adam Akın’la Sinem’in de ilgisini çekti. Gökhan’ın fotoğraflarını gördükleri için onu hemen tanıdılar.

“Sürpriz,” dedi Gökhan, Göksel’in önünde durduğunda. Elindeki ziyaretçi kartını salladı. “Güvenlikler tipimi beğendiler hatta gitar çantamı görünce birkaç soru bile sordular. Konservatuvar öğrencisi olmam hoşlarına gitti sanırım.”

“Çok fenasın,” diyen Göksel gülüyordu. “Hoş geldin. Arkadaşlarımla tanıştırayım. Akın, Sinem; erkek arkadaşım Gökhan.”

“Merhaba,” dedi Gökhan. Önce Akın’la, sonra da Sinem’le tokalaştı. “Göksel sizden çok bahsetti. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Biz de öyle,” dedi Akın. “Göksel senden de çok bahsetti.”

“Aynen,” diye onayladı Sinem. “Nihayet tanışabildik.”

Yan koridordan onların olduğu koridora dönen Berat ileride duran grubu fark etti. Berat bu üniversitenin öğrencisi olduğu için okul açıldıktan sonraki bir buçuk aylık süreçte buraya birkaç kez gelmiş, Sinem’in yakın arkadaşları Göksel ve Akın’la tanışmıştı hatta onlarla birlikte oturup bir şeyler yiyip içmişti.

“Berat da geldi,” dedi onu gören Sinem.

“Merhaba gençler,” dedi onların yanına giden Berat. “Umarım bekletmedim.”

“Biz de sınıftan şimdi çıktık,” dedi Sinem. Onunla yanaktan öpüştüler. “Nasılsın?”

“İyiyim güzelim, sen nasılsın?”

“Seni görünce daha iyi oldum. Ders fazlasıyla uzun ve sıkıcıydı. Seni Göksel’in erkek arkadaşı Gökhan’la tanıştıralım.”

Sinem’le Berat, Gökhan’a bakınca Gökhan da onlara döndü.

“Merhaba,” diyen Berat elini ona uzattı. “Ben Berat.”

“Merhaba,” deyip onunla tokalaştı Gökhan. “Ben de Gökhan. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Ben de memnun oldum. Bahsin geçmişti. Gitar çantanı görünce konservatuvar okuduğunu anımsadım.”

“Doğru hatırlıyorsun,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında son sınıf öğrencisiyim. Sen ne okuyorsun?”

“Ne güzel. Ben de Mekatronik Mühendisliği okuyorum, benim de son senem. Yani öyle umuyorum.”

Gülüştüler.

“Bu üniversitedesin değil mi?” dedi Gökhan.

“Aynen,” diye onayladı Berat. “Yıldız Kampüsü’ndeyim ama buraya da sık geliyorum.”

Berat bunu derken Sinem’e kısa bir bakış attı, Sinem gülümsedi.

“Yıldız Kampüsü’nün büyük olduğunu biliyorum ama burası da çok büyükmüş. Bu fakülteyi bulana kadar epey zaman harcadım, fakülte benim girdiğim girişe çok uzakmış.”

“B girişi daha yakın,” dedi Göksel. “Ama metroyla geldin değil mi?”

“Evet, bu tarafları hiç bilmediğim için güvenli liman metroda kaldım. Kampüse girince biraz yürüdüm ama iyi geldi, açıldım.”

“İyi o zaman ama bir sonraki sefer B’den girersin, aklında bulunsun. Ben sana buraya gelen otobüsleri söylerim.”

“Çok iyi olur.” Gökhan diğerlerine baktı. “Kadıköy’de yaşadığım ve Maltepe’de okuduğum için Avrupa’yı pek bilmem, bu tarafları ise hiç bilmiyorum. İlk kez geldim.”

“Bilinecek yerler de sayılmaz,” dedi Akın. “Buraları burada oturanlar ve YTÜ öğrencileri hariç kimse bilmiyordur. Turistik bir yer değil sonuçta, dışarıdan en çok insan çeken şey Teknokent. O da YTÜ’nün zaten.”

Gülüştüler.

“Kampüsü niye burada yaptılarsa?” dedi Sinem. “Bir Yıldız Kampüsü’ne bak, bir de buraya bak. Adamların okulu deniz kenarında, Boğaz manzaralı. Biz de burada üvey evlat muamelesi görüyoruz.”

“Haklısın,” dedi Göksel. “Yıldız Kampüsü gerçekten çok güzel. Bu kampüs de hoş, büyük falan ama bir Yıldız da etmez.”

“Yıldız’ın da bir olayı yok demek isterdim,” dedi Berat. Herkes ona baktı. “Ama yalan söylemiş olurum. Gerçekten çok güzel bir kampüs. Vizelerden sonra bir gün gelin, takılırız. Sinem düzenli olarak geliyor zaten, siz de gelebilirsiniz.”

“Olur, vizelerden sonra bakalım.”

“Bana da uyar,” dedi Akın. “Biraz yeşilin tadını çıkaralım.”

“En azından kampüsünüz var,” dedi Gökhan. Bu sefer herkes ona baktı. “Bizim konservatuvar binası mahalle arasında tek başına duruyor. Önünde de güya bir bahçesi var, ilkokulların bahçeleri daha büyük.”

“Hadi ya,” dedi Sinem. “Koskoca İstanbul Üniversitesinin konservatuvarı lise gibi mi?”

“Ne yazık ki. Muhteşem bir eğitimi var ama bina konusunda çok sıkıntı yaşıyoruz.”

“Üniversitesinde hiç sorun yaşamayan kimse yoktur bence,” dedi Göksel. “İlla bir şeyler yolunda gitmiyor.”

“Orası öyle,” dedi Gökhan. “Biz de olumlu taraflarına odaklanıyoruz.”

“En iyisi. O zaman yavaştan dağılalım mı?”

“Olur,” dedi Sinem. “Biz daha Beşiktaş’a geçeceğiz, Gökhan’la sizin yolunuz da uzun.”

Sinem’le Berat Beşiktaş’ta zaman geçirecekti, Gökhan’la Göksel de Gökhan’ın müzisyen arkadaşlarıyla buluşacaktı, Akın’ın planıysa evine gitmekti.

Grup üyeleri vedalaştı.

“Sizlere iyi eğlenceler,” dedi Akın. “Kendinize dikkat edin. Yarın görüşürüz.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel. “Sen de kendine dikkat et.”

Sinem, Berat ve Akın giderken Göksel’le Gökhan koridorda durmaya devam etti.

“Küçük bir okul turuna ne dersin?” dedi Gökhan. “Müzik bölümlerinin de olduğunu öğrendikten sonra bu fakülteyi merak ettim.”

“Olur,” dedi Göksel. “Hadi sana etrafı gezdireyim.”

“Öncesinde öpücüğümü alayım,” diyen Gökhan onu dudaklarından öptü. “İşte şimdi gezmeye hazırım.”

“Ben de gezdirmeye,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun elini tuttu. “Hadi başlayalım.”

Göksel, Gökhan’ı fakültede gezdirmeye başladı, bir yandan da fakülte hakkında bilgiler veriyordu. Gökhan’sa onu dikkatle dinliyor, bir yandan da etrafı inceliyordu. Fakülte oldukça büyüktü, konservatuvardan sonra bu büyüklük Gökhan’ın resmen başını döndürdü.

“Şu grup Ses Sanatları Tasarımı okuyor,” dedi Göksel ileride duran birkaç kişilik grubu çenesiyle işaret ederek. “Derslerine denk gelmiştik.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan. “Sen deyince bölümü biraz araştırmıştım da güzel bir bölüme benziyordu. Biraz sohbet etsem mi?”

“İstersen et. Aynı dilden konuşacağınıza eminim.”

Çift gruba yaklaşırken grup da onları fark etti. Gökhan’ın sırtındaki gitar çantası grubun dikkatini çekti.

“Merhaba,” dedi Gökhan.

Neredeyse üç aydır sevgiliydiler ama Göksel, Gökhan’ın bu girişkenliğine henüz alışmış sayılmazdı. Göksel’in bu gençlerle bir kez konuşmuşluğu yoktu fakat onları ilk kez gören Gökhan hemen bir konuşma başlatabiliyordu.

“Merhaba,” dedi gençlerden biri. “Tanışıyor muyuz? Çıkaramadım.”

“Kendimi tanıtayım, ben Gökhan. Burada okumuyorum ama kız arkadaşım okuyor, sizin Ses Sanatları Tasarımı okuduğunuzu söyleyince biraz sohbet etmek istedim. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında son sınıf öğrencisiyim.”

“Öyle mi? Ne güzel, elbette sohbet edebiliriz. Ben Burak, arkadaşlarım da Latif ve Eda.”

Gökhan hepsiyle tokalaştı.

“Sen ne okuyorsun?” diye sordu Eda. Göksel’e bakıyordu. “Seni arada görüyorum.”

“Fotoğraf ve Video okuyorum,” diye cevapladı Göksel.

“Ben de öyle düşünmüştüm.”

“Gitar çalıyorsun demek,” dedi Burak. “Kaç sene oldu?”

“On bir oldu,” dedi Gökhan. “On yaşımdan beri çalıyorum.”

“Bayağı olmuş. Hobi olarak başlayıp en büyük tutkuna dönüşmüş olmalı.”

“Aynen öyle oldu. Dinlediğim müzisyenlerden çok etkilendim ve ben de çalmak istedim, biraz zaman geçince baktım ki içimde alev alev yanan bir ateş var.”

“Genelde böyle söylerler. Okul ne durumda?”

“Çok iyi. Vizelerimiz önceki hafta bitti, hepsi iyi geçti. Çocukluğumdan beri hedefim olduğu için büyük bir aşkla okuyorum, oldukça hevesli bir öğrenciyim.”

“Ne güzel. Başka neler çalıyorsun?”

“Piyano ve org, son zamanlarda bateri öğrenmeye de başladım. Ev arkadaşım yeni bir bateri aldı, onunla bol bol pratik yapma şansım oluyor.”

“Çok iyi. Şarkı da söylüyor musun?”

“Evet, söylüyorum. Her cumartesi Kadıköy’de bir kafede çıkıyorum hatta, iki sene oldu.”

“Hangisi?”

“Parça Kafe. Caferağa’da.”

“Hiç duymadım ama orada milyon tane kafe var zaten, hepsini bilmek mümkün değil.”

“Orası öyle. Siz neler yapıyorsunuz? Enstrüman çalıyor musunuz ya da şarkı söylüyor musunuz?”

“Evet,” diye onayladı Burak. “Ben de gitarla piyano çalıyorum, bir şeyler söylüyorum.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Çok iyi. Ne zamandır?”

“Dört beş sene kadar oldu. Ben şarkı söyleyerek başladım, gitarla piyano çalmayı sonradan öğrendim. Sadece şarkı söylemek değil, enstrüman çalmak istediğime de kanaat getirdim.”

Ortak noktaları çıkan Burak’la Gökhan koyu bir sohbete dalarken Eda da Göksel’le konuşmaya girişti.

“Kaçıncı sınıfsın?” diye sordu Eda.

“Son sınıfım,” dedi Göksel. “Sen?”

“Üçüncü sınıfım, hepimiz üçüncü sınıfız. Bölümle aran nasıl?”

“Çok iyi. Çok isteyerek yazmıştım, çok da severek okuyorum. Sen?”

“Bölüm çok zor, en azından beni çok zorluyor. Keyif alıyorum ama sürekli değil.”

“Sanat alanındaki her bölüm zor. Bir de sizin teknik bilgi kısmı aşırı ağır diye biliyorum, zorlaması çok normal.”

“Mühendisler kadar teknik bilgi görüyoruz resmen,” diyen Eda güldü. “YTÜ sanat bölümlerinde bile adının hakkını vererek teknik bilgiyi es geçmiyor.”

“Haklı bir bakış açısı,” dedi Göksel de gülerek. “Kolay gelsin.”

“Sağ ol, sana da,” dedi Eda. “Bu arada ismin neydi?”

“Göksel.”

“Gökhan’la Göksel, ha? Çok uyumluymuş. Memnun oldum Göksel. Ben de Eda. Burak söyledi ama ben de bir daha söyleyeyim.”

“Uyumluyuzdur. Ben de memnun oldum Eda.”

“Ne zamandır birliktesiniz?”

Onun bu sorusu Göksel’i şaşırttı. Bu kadar çabuk kişisel sorular sorulmasından hoşlanmazdı ama Eda kötü niyetli birine benzemediği için aldırış etmedi.

“Birkaç gün sonra üç ay olacak,” diye cevapladı Göksel.

“Çiçeği burnundaymışsınız.”

“Öyle.”

Göksel’le Eda sohbet ederken Gökhan’la Burak ayaküstü arkadaş oldular.

“Okul dışında etkinlik yapıyor musunuz?” diye sordu Gökhan. “Fırsat bulursam katılmayı çok isterim.”

“Arada yapıyoruz,” dedi Burak. “Sınıftan birkaç arkadaşımız oluyor, diğer yerlerden de birileri var. İstiyorsan katılabilirsin. Anladığım kadarıyla epey donanımlı birisin, seninle vakit geçirmekten hoşlanacaklardır.”

“O zaman bir yerden iletişim sağlayalım. Numaramı verebilirim ya da Instagram kullanıyorsan oradan takipleşiriz.”

“Numaranı verebilirsin,” diyen Burak cebinden telefonunu çıkardı. “Buradan daha kolay iletişim sağlarız.”

Gökhan ona cep numarasını söyleyince Burak numarayı yazdı ve Gökhan İÜDK diye rehberine kaydetti.

“Sana mesaj atayım,” dedi Burak. “Sen de beni kaydedersin. Bizimkilere söylerim, onlar da tamam deyince sonraki görüşme için yazarım.”

“Çok iyi olur, teşekkür ederim.”

“Rica ederim.”

“Biz ufaktan kaçalım,” dedi Gökhan. “Tanıştığıma çok memnun oldum gençler. Vizelerde şimdiden başarılar dilerim.”

“Biz de memnun olduk,” dedi Burak. “Teşekkür ederiz. Kendinize dikkat edin.”

“Siz de.”

Göksel’le Gökhan grubun yanından ayrılıp çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Benim kaç senedir tanışmadığım insanlarla tanıştın,” dedi Göksel ona bakarak. “Girişkenliğine hayranım.”

“Müzikle iç içe olan yeni birilerini tanıdım, fena mı?” deyip ona göz kırptı Gökhan. “Şimdi de müzisyenlerin yanına gidiyoruz. Bu ne kadar güzel bir gün böyle.”

Fakülteden çıkan genç çift Göksellerin beyaz arabasına doğru ilerledi. İstanbul trafiğine iyiden iyiye alışan ve eviyle okulu arasındaki yolları iyice öğrenen genç kadın okul başladığından beri çoğu zaman arabayla gidip geliyordu.

“Bugün hava da serin,” dedi Gökhan. “Akşama iyice soğuyor. Neyse ki kalın giyinmişsin. Ayrıca sen bugün ne güzel olmuşsun böyle. Sarı mont çok yakışmış. Gerçek bir civcivsin.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Montu yeni aldım, beğendin mi?”

“Beğendim, çok hoş. Güzel günlerde giy balım.”

“Teşekkür ederim sevgilim,” diyen Göksel ona uzanıp yanağına bir öpücük kondurdu. “Sen de çok yakışıklı olmuşsun. Deri ceket çok yakışıyor, kazağını da çok beğendim. Açık renkler seni açıyor.”

“Evet, mesela bana en çok yakışan renk sarıdır.”

“Bak sen,” dedi Göksel ona anlamlı bir bakış atarak. “Kahverengi de bana çok yakışır.”

“Bilmez miyim canım?”

Arabanın yanına vardıklarında Gökhan onun saçlarına bir öpücük kondurup kokusunu içine çekti.

“Atla bakalım,” dedi anahtarla kapıları açan Göksel. “Şişli’ye kadar daha çok yolumuz var.”

Beraber arabaya bindiler. Göksel içeride terlememek için montunu çıkarıp arka koltuğa bırakırken Gökhan da içinde elektro gitarının olduğu gitar çantasını arka koltuğa koydu.

Gökhan, Göksel’e bakınca onu uzun uzadıya inceledi. Genç kadının üstünde beyaz triko bir kazak vardı, altın renkli iki kolyeyi kazağın üstüne takmıştı; altında da düz paça mavi bir kot vardı. Genç kadın son derece günlük giyinmişti ama Gökhan’ın gözlerinden olağanüstü görünüyordu.

Gökhan’ın kendisine yaklaştığını fark eden Göksel başını ona doğru çevirmişti ki Gökhan yüzünü onun boynuna gömünce kıkırdadı.

“Beyaz da ne kadar yakışıyor,” diye mırıldandı Gökhan. “Çok hoş olmuşsun.”

Gökhan onun boynunu öpünce Göksel gözlerini kapattı. Genç adamın, boynuna bıraktığı bu öpücükler huzur veren ama bir o kadar da tutkulu öpücüklerdi.

“Hâlâ kampüsteyiz,” dedi Göksel. “Üniversitedekilerin gözünde arabada yiyişen insanlardan biri olmak istemem.”

Gökhan onun tenine öpücükler bırakmaya devam ederek yavaşça yukarı çıktı ve yüzünü onun yüzüyle aynı hizaya getirdi.

“Nerede yiyişen insanlardan birisi olmak istersin?” diye sordu Gökhan. “Orada yiyişelim.”

“Deli.”

“Sadece sana deliyim. Hem araban duvara bakıyor kızım, bizi kim görecek? Kolonlar mı?”

Göksel karşıya kısa bir bakış attıktan sonra, “Olsun,” dedi. “Her an bir yerlerden insanlar çıkabilir. Öğrenciler umurumda değil de hocalara yakalanmak istemem.”

“Onların kendi otoparkı vardır, merak etme.”

“Niye bu kadar mantıklı konuşuyorsun sen?”

“Seni öpmeye zemin hazırlıyorum da ondan,” diyen Gökhan ona yaklaştı. “Vizelerden çıkmış bana moral öpücüğü vermeye ne dersin?”

Göksel onun dolgun pembe dudaklarına bakıp, “Lip balm mı sürdün sen?” diye sordu. “Evet evet, sürmüşsün.”

“Havalar soğudu, dudaklarım çatlamasın. Senin için de sürüyorum.”

“O niyeymiş?”

“Çatlamış dudakları öpmek zorunda kalmıyorsun, aksine dudaklarım pamuk gibi yumuşacık oluyor.”

“Öyle mi?” diyen Göksel de ona yaklaştı ve burnunu onun burnunun yanına bastırdı. “O hâlde bir kontrol etmem gerekir.”

Öpüşmeye başladılar. Gökhan onun bacağını okşamaya başladığında Göksel de onun ensesindeki saçları avuçladı. Elleri de dudakları kadar hareketli olan çift, uzun saniyeler boyunca öpüştükten sonra nefesleri biraz bozulmuş şekilde ayrıldılar.

“Haklıymışsın,” dedi Göksel. “Pamuk gibiler.”

“Sana söylemiştim,” dedi Gökhan. Onunla daha iyi öpüşebilmek için poposunu koltuktan biraz kaldırdığını o an fark etti. “İkinci bir kalite kontrolden önce yola çıksak iyi olacak. Makinen yanında mı? Biraz kurcalayayım.”

“Çantamın içinde,” dedi Göksel arabayı çalıştırırken. “Kurcala bakalım.”

Şişli’ye gidene kadar sohbet ettiler. Gökhan oradaki stüdyoların birinde Barışlarla buluşacaktı. Barış’ın bir arkadaşına ait olan stüdyoya Barışlar bir süredir gidiyordu. Stüdyo büyük bir yerdi, içeride pek çok enstrüman vardı ve delikanlılar yalnızca kayıt almak için değil, şarkıları üzerinde çalışmak için hatta bazen prova yapmak için bile oraya gidiyordu. Bugün de Barış, Elçin ve Kuzey oradaydı. Sarp hasta olduğu için evinde dinleniyordu, Lale de işteydi.

“Şu bina,” dedi Gökhan stüdyonun olduğu yere geldiklerinde. “Uygun bir yere park et de inelim.”

“Park yapılmaz tabelası görmüyorsun değil mi?” dedi etrafına bakan Göksel.

“Görünmüyor,” dedi onunla beraber dışarı bakan Gökhan. “Şu araçlar da park ettiğine göre sıkıntı çıkmaz herhâlde.”

Göksel yavaşça kırmızı arabanın arkasına ilerlerken etrafa bakmayı sürdürüyordu. “Bunlar da buraya bıraktığına göre park ediliyordur sanırım,” dedi. “Tabela da yok. Ben burada duruyorum.”

“Dur gitsin.”

Göksel arabayı park ettiğinde araçtan indiler. El ele tutuşan çift giriş katında bir müzik mağazasının olduğu, içinde de birkaç stüdyonun yer aldığı iş hanına ilerledi.

“Müzik mağazası da varmış,” dedi orayı fark eden Göksel. “Sanırım genelde müzik amacıyla kullanılan bir han.”

“İçinde birkaç stüdyonun olduğunu biliyorum,” dedi Gökhan. “Muhtemelen öyledir. Ben de ilk kez geliyorum.”

“Hayatımda ilk kez bir müzik stüdyosunda bulunacağım. Heyecanlandım.”

“Benim kız arkadaşım olduğuna göre bundan sonra sık sık bulunacaksın demektir. Siftahı bugünle yapıyoruz.”

Hanın içine giren çift, asansörle üçüncü kata çıktı. Sağdaki çelik kapıya ilerleyip zile bastıklarında saniyeler içinde kapı açıldı. Kapıyı açan kişi Elçin’di.

“Hoş geldiniz gençler,” dedi Elçin neşeli bir sesle. Onların iç içe geçmiş ellerine bakıp gülümsedi. “Buyurun gelin içeri.”

“Hoş bulduk,” dedi Gökhan, Göksel’in peşinden içeri girerken. “N’aber?”

İkisi de Elçin’le yanaktan öpüşüp ayaküstü birbirlerinin hâlini hatırını sordu.

“İkinizi sevgili olduktan sonra ilk kez görüyorum,” dedi Elçin. “Tebrik ederim. Çok tatlı bir çift oldunuz, Gökhan’ın hikayelerinden görüyorum.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Aşk böcekleri de geldi,” diye seslendi Barış. Gitarını çıkarıp yere koyduktan sonra ikisine doğru yürümeye başladı. “Hoş geldiniz gençler.”

Gökhan onunla kafa tokuştururken Göksel de tokalaştı.

“Kadro tamamlandı,” dedi Kuzey. “Biraz geciktiniz.”

“Göksel bana fakülteyi gezdirdi,” diye açıkladı Gökhan. “Ses Sanatları Tasarımı okuyan birkaç kişiyle tanıştım, ayaküstü sohbet ettik.”

“Yine müzikle ilgilenen birilerini buldun demek,” diyen Barış güldü. “İyi yapmışsın.”

“Bulurum.”

“Göksel sen nasılsın?” diye sordu Barış. “Neler yapıyorsun?”

“İyiyim,” dedi Göksel. “Okul koşturması içindeyim. Haftaya vizelerim başlayacak, onlara çalışıyorum. Tabii bugün kısa bir mola verdim, burada olmanın eğlenceli olacağını düşündüm.”

“Kesinlikle olacak. Size stüdyoyu gezdirelim.”

Stüdyoda iki delikanlı daha vardı. Stüdyonun sahibinin yeğeni ve yeğeninin arkadaşı olan gençler elektro gitar çalıyordu. Barış onların kim olduğunu çifte söyleyip stüdyoyu gezdirmeye öyle başladı. Stüdyonun en sonunda küçük bir kayıt odası vardı, Barışlar bugün kayıt için değil de çalışmak için burada olduğu için şu an kullanılmıyordu. Stüdyonun içinde gitardan orga, kemandan piyanoya kadar pek çok enstrüman vardı. Gökhan köşedeki duvar piyanosunu görünce gülümsedi ve Göksel’e kısa bir bakış attı. Bugün beraber piyano çalabilirlerdi.

“Dolapta içecekler var,” diyen Barış köşedeki mini buzdolabını işaret etti. “Su, kola, bira vesaire. İstediğinizi içebilirsiniz. Acıkırsanız söyleyin, sipariş veririz. Keyfinize bakın gençler.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Gökhan. “Burası epey güzel bir yermiş, sevdim.”

“Kapısı sana her zaman açık, sevdiysen istediğin her zaman gelebilirsin. Arkadaşım bugün burada değil ama bir gün sizi tanıştırırım.”

“Olur, çok iyi olur. O zaman ben şu çantayı çıkarayım.”

“Fender’ı getirdin değil mi?”

“Evet, canavar aramızda.”

“İşte buna çok sevindim.”

Gökhan önce gitar çantasını, sonra da deri ceketini çıkarırken Göksel de montunu çıkardı. Kıyafetlerini girişin yanındaki vestiyere astılar.

“Bugün bana güzel fotoğraf ve video malzemesi çıkacak,” dedi Göksel gülümseyerek. “Burası çekim yapmak için güzel bir yer.”

“Canın ne isterse onu yap balım,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “Canın sıkılırsa erkenden gidebilirsin, darılmam.”

“Sıkılacağımı hiç sanmıyorum. Zaten Elçin de burada, onunla takılırım.”

“Yine de aklında bulunsun.”

“Tamam bir tanem.”

Gökhan tanıdık bir melodi duyunca gitar çalan iki delikanlıya baktı. Esmer olan genç Metallica grubunun meşhur Enter Sandman şarkısını çalıyordu. En azından çalmaya çalışıyordu. Gitarın akordu iyi değildi, ses ayarlarında da Gökhan gibi donanımlı bir müzisyenin duyar duymaz fark ettiği terslikler vardı. Gökhan yanlarına gitmeye karar verdi.

“Şu çocuklara bakacağım,” dedi genç adam Göksel’e. “Sen bizimkilerin yanına gidebilirsin.”

“Tamam,” dedi Göksel ama Gökhan delikanlıların yanına ilerlerken onları izlemeyi tercih etti. Ne olacağını merak etmişti.

“Selam beyler,” dedi Gökhan.

“Selam,” dedi esmer olan. “Barış ağabeyin arkadaşı olmalısın.”

“Evet, sen de stüdyonun sahibinin yeğeni misin?”

“Aynen.”

Metallica ha,” dedi Gökhan sadede gelerek. “Enter Sandman efsane bir parçadır.”

Metallica sever misin?” diye sordu diğer genç.

“Tabii ki. Muhteşem bir gruptur.”

“Biz de çok seviyoruz. Çalması çok keyifli bir grup.”

“Bilirim.” Gökhan esmer olana döndü. “Ne zamandır çalıyorsun?”

“Bir buçuk sene kadar oldu,” dedi delikanlı. Gökhan onun yirmi yaşında bile olmadığını düşündü. “Senin de gitar çantan vardı, ne zamandır çalıyorsun?”

“Biraz oldu,” dedi Gökhan zaman belirtmekten kaçınarak. “Çal bakalım, dinleyelim.”

“Henüz öğrenme aşamasındayım, daha çok yolum var.”

“Hepimiz o yollardan geçiyoruz,” dedi Gökhan anlayışlı bir sesle. “İnsan zamanla gelişiyor.”

“Orası öyle.”

Delikanlı şarkının 55. Saniyesinde başlayan efsanevi girişi çalmaya başladığında Gökhan kaşlarını biraz kaldırdı. Bir şeyler kesinlikle yolunda değildi ve bunu uygun bir dille gence söyleyip işleri düzeltmesi gerektiğini düşünüyordu. Genç, gitarda çok yeniydi, yanlışının farkına ne kadar erken varırsa onun için o kadar iyiydi.

“Solosu üzerinde de çalışmaya başladım,” dedi şarkının başını çalmayı bitiren genç. “Adım adım ilerliyorum.”

“Bu akortla mı?” diye düşündü Gökhan.

“Bence soloya geçmeden önce üzerinde durman gereken başka noktalar var,” dedi Gökhan yumuşak bir sesle. “Gitarla amfinin ses ayarlarında güncelleme yapmak iyi bir fikir olabilir.”

“Ne gibi? Ses ayarları zaten yapılı.”

“Yapılı, evet ama geliştirilmeleri gerekiyor.”

“İnternetten de kontrol etmiştim aslında,” diyen gencin alındığı belli oluyordu. “Neyin ters olduğunu anlayamadım. Ne zamandır gitar çaldığını söylemiştin?”

Gökhan’ın yüzünde bir tebessüm oluştu. “Bir süredir,” diye tekrar etti Gökhan. “İstersen gitarla amfiye bir de ben bakayım.”

“Bak bakalım,” diyen genç gitarı çıkarıp ona uzattı. “Bir de senin ayarlarını görelim.”

Gökhan arkasını dönüp Göksel’e baktığında genç kadına göz kırptı. Az sonra olacakları tahmin eden Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Şov başlamak üzereydi.

Gökhan gitarı akort ederken Barışlar da ona bakıyordu. İçerideki herkes Gökhan’ın önce gitarı akort etmesini, sonra amfinin ses ayarlarını değiştirmesini izledi. Küçük bir ses kontrolü yapan genç müzisyen her şeyin yolunda olduğuna emin olduktan sonra pedalları da açtı. Gökhan’ın ne yaptığını çok iyi bilen hareketleri hızlıydı. Uğraştığı şey onun uzmanlık alanıydı.

“Sanıyorum ki her şey hazır,” dedi Gökhan. “Çalabilir miyim?”

“Tabii,” dedi delikanlı. “Seni dinliyoruz.”

Gitarı omzuna asan Gökhan şarkının girişini çalmaya başladı. Aceleci davranmayan genç müzisyen şarkının yumuşak girişini tıpkı orijinalindeki gibi sakin bir tempoda çaldı.

“Çocukların yüzüne iyi bakın,” dedi Barış. “Az sonra moraracaklar.”

“İsabet olur,” dedi Kuzey. “James Hetfield az önceki faciayı duysaydı kalp krizi geçirirdi. Tamam bilmiyor olabilirsin ama kulağın duyuyor sonuçta, sence şarkının orijinali öyle mi be kardeşim?”

Gökhan soloyu çalmaya başladığında stüdyo bir anda konser alanına dönüştü. Gökhan’ın zevki yüzünden okunurken onu izleyen delikanlılarsa neye uğradığını şaşırmıştı. Esmer olan irileşmiş gözlerle Gökhan’a bakarken diğeri de şaşkın bir şekilde gülüyordu. Böyle bir performansı ikisi de beklemiyordu.

Gökhan solonun can alıcı kısmına geldiğinde arka tarafta onu dinleyen Göksel’in gülümsemesi gülüşe dönüştü. Metal sevdiği bir tür değildi ama gitarı çalan kişi Gökhan olunca oldukça gürültülü bulduğu bu tür bile kulağına çok güzel geliyordu.

“İşte bu be!” dedi kafasını sallayan Barış. “Pas çözücü gibi adam mübarek.”

Gökhan soloyu müziğin sonunu uzatarak ve sesi oldukça kirleterek bitirdiğinde içeridekiler onu alkışladı.

“Böyle nasıl?” diye sordu Gökhan, esmer gence bakarak. “Daha iyi sanki.”

“Dürüst olmam gerekirse böyle bir performans beklemiyordum,” diye itiraf etti genç. “Bir süredir derken tam olarak kaç seneyi kastettin?”

“On bir senedir çalıyorum.”

Delikanlı bir ıslık çaldı. “Bu, durumu açıklıyor. Çok iyiydin, ellerine sağlık.”

“Teşekkür ederim.”

“Kaç yaşındasın?” diye sordu diğer genç.

“Yirmi bir yaşındayım.”

“Yirmi bir senenin on biri gitar çalarak geçti yani? Resmen ana karnında başlamışsın be ağabey.”

Gökhan gülerek, “Doğru sayılır,” dedi. “Bundan sonra ses ayarlarına dikkat edeceğinizi varsayıyorum?”

“Senin yaptığın şey bir profesyonelin sihirli dokunuşuydu,” dedi esmer delikanlı. “Bana da öğretir misin?”

“Bu hemen öğretilecek bir şey değil ama dikkat etmen gereken noktaları açıklayabilirim.”

Gökhan gençlere gitar hakkında bir şeyler anlatmaya başladığında Göksel de diğerlerinin yanına ilerledi.

“Seninki yine fırtına kopardı,” dedi Elçin.

“Esti gürledi,” diye ona katıldı Kuzey. “Önümüzden yürüsün kral.”

Gülüştüler.

“Söz konusu müzik olduğunda dahil olmadan duramıyor,” dedi Göksel. “Şimdi de çocuklara bir şeyler anlatıyor. Bir süre aranızda olmayacak gibi.”

“Sıkıntı değil,” dedi Barış. “Deminden beri onların şarkıyı katletmesini dinliyorduk, doğrusunu öğrensinler de bir daha kimsenin kulağını kanatmasınlar. Birisi onlara doğrusunu göstermeden yanlış olduğunu fark edemeyecek kadar toylar.”

“Siz neden uyarmadınız?”

“Onlara laf anlatmakla uğraşasımız gelmedi. Laf anlatmak Gökhan’ın işidir, şu anda da tam olarak onu yapıyor.”

“Gitar çalmayı öğretme konusunda çok hevesli.”

“Sana da öğretiyor mu?” diye sordu Elçin.

“Bazen çalıyoruz,” diye cevapladı Göksel. “Bir şeyler öğrendim. Gökhan öğretme konusunda çok hevesli, ben de öğrenmekten hoşlanıyorum. Gitar çok güzel bir enstrüman, öğrenirken eğlenceli vakit geçiriyorum.”

“Gökhan gibi olağanüstü bir gitaristten özel gitar dersi almak ha?” dedi Kuzey. “Üstelik bedava. İşte bu herkesin başına gelmez.”

“Farkındayım,” diyen Göksel erkek arkadaşına kısa bir bakış attı. “Bu konuda çok iyi.”

“Elçin de başlarda hevesliydi ama işin zorluğunu görünce tüm hevesi geçti,” dedi Barış sevgilisine bakarak. “Birkaç gün dayanabildi.”

“Hukuk okumak tek başına limitlerimi zorluyor,” dedi Elçin kaşlarını kaldırıp gözlerini de biraz açarak. “İkincisine gerek yok. Üstelik gitar fiyatlarını benden iyi biliyorsun, ne kadar zaman ayırabileceğimi bilmediğim ve öğrenme konusunda ciddi şüphelerim olan bir şeye o kadar para verecek hâlim yok. Şu üniversite bir bitsin, belki hobi olarak başlarım.”

“Heves ve tutku olmadan sanat olmaz,” dedi Barış. Kolunu onun omzuna atıp kız arkadaşını kendine çekti ve kumral saçlarına bir öpücük kondurdu. “Ama ne zaman istersen sana öğretmeye hazırım, aklında bulunsun.”

“Biliyorum bebeğim ama daha önce de dediğim gibi yazılım öğrenme konusunda daha hevesliyim. Devre ayak uydurmak lazım, bu devirde bunlar önem arz ediyor.”

“Daha önce de dediğim gibi yazılım benim sana anlatmamla öğrenebileceğin bir şey değil, hele de Hukuk okurken. Anayasayı yedin yuttun, yazılım kaldı.”

“Niye kalmasın? Belki şu an vakit ayıramam ama üniversiteden sonra öğrenebilirim. Ne o, yoksa senden iyi olmamdan mı korkuyorsun?”

Elçin dirseğiyle onu dürttüğünde Barış güldü.

“Benden iyi olman beni sadece gururlandırır,” dedi Barış. “Ama bu çok da mümkün değil. Dört sene bunun eğitimini aldım, iki buçuk senedir de bu alanda çalışıyorum. Övünmek gibi olmasın ama gerçek bir profesyonelim.”

“Böyle söyleyince kulağa çok havalı geliyor,” diyen Elçin ona sırnaştı. “Biraz da seksi. Hem mühendis hem de müzisyensin.”

“Etkileyici unvanlar değil mi?”

Kuzey öksürünce çiftle beraber Göksel de ona baktı.

“Yüzlerinizdeki bakışlardan hiç hoşlanmadım,” dedi Kuzey. “Hem olan var olmayan var kardeşim, biraz anlayış göstermenizi rica ediyorum.”

“Çalış senin de olur,” dedi Barış. “Kıskançlık yapma.”

“Sınıfta metre kare başına elli erkek düşüyor lan, ne anlatıyorsun sen? Fakülteye hiç girmiyorum bile. Okulun duvarları bile erkekten yapılmış, o derece.”

Gruptan kahkaha sesleri yükselince Gökhan onlara kısa bir bakış attı. Neye güldüklerini merak etmişti.

“Ben sana fakülteden bul demiyorum ki oğlum,” dedi Barış. “Kampüs kız kaynıyor, etrafına bak.”

“Tabii,” dedi Kuzey. “Kızlar da beni bekliyordu zaten. Olanları çok çabuk unutmuşsun.”

“Doğru ama reddedilmek herkesin başına bir kez de olsa geliyor. Eyvallah deyip önüne bakacaksın, dünyada başkaları da var.”

“Biraz içime oturdu. Lisede popüler bir çocuktum ben, üniversiteye başladıktan sonra her şey değişti. Mühendislik bana hiç yaramadı dostlarım, hem de hiç.”

Barış onun omzunu sıkarken, “Saçmalama be oğlum,” dedi. “Sevgili aramakla bulunan bir şey değil. Ha birini elbette bulursun ama sevgili kelimesinin karşılığı olmaz. Doğru kişinin ne zaman, nerede karşına çıkacağı hiç belli olmaz. Mesela ben Elçin’le üniversite bittikten sonra tanıştım. Bir baktım grubun içinde yeni bir sima var ve üstelik bizim üniversiteden.  Konuşmamız bu ortak noktayla başlamıştı, bak konu ta nerelere geldi? Bir buçuk senedir birlikteyiz.”

“Ne güzel zamanlardı,” dedi o günleri hatırlayan Elçin. “İlk kez baş başa oturup saatlerce sohbet ettiğimiz o günü dün gibi hatırlıyorum. O gün sana âşık olmuştum. Hukuk kazanınca fakülteden birini bulacağımı düşünmüştüm ama gönlümü bizim üniversiteden mezun bir mühendise kaptırdım. Barış haklı Kuzey, bu işlerin nasıl olacağı hiç belli olmuyor.”

“Aynı arkadaş grubunda mıydınız?” diye sordu sessizce onları dinleyen Göksel.

“Evet. Sınıftan bir arkadaşım Barış’ın müzisyen arkadaşlarıyla tanışıyormuş, bir gün onları dinlemeye gitmiştik ve orada tanışıp takılmaya başlamıştık. O zamanlar Barış’ın tam zamanlı bir işi vardı, sadece hafta sonları sahneye çıkabiliyordu ve biz de ancak zaman buldukça gidiyorduk. Bir gün sürekli gittiğimiz kafede denk geldik, ikimiz de yalnızdık ve oturup epey bir sohbet ettik. O gün aramızdaki ilişki için bir kilometre taşı oldu, sonrasında bir baktık ki sürekli buluşuyoruz ve beraber zaman geçiriyoruz. Çok geçmeden de sevgili olduk zaten.”

“En güzel zamanlar,” dedi Göksel. “İlk buluşmalar, ilk heyecanlar. İnsanın ayaklarını yerden kesiyor.”

“Kesinlikle öyle. Bir buçuk seneyi devirdik, ikinci yılımıza doğru ilerliyoruz.”

“Epey de olmuş. Birlikte nice güzel seneler geçirirsiniz umarım.”

İkisi de gülümseyerek Göksel’e teşekkür etti.

“Hadi çalışmaya geri dönelim,” dedi Kuzey. “Bu kadar mola yeter.”

“Dönelim,” diye onayladı Barış. Göksel’e baktı. “Bir şarkı üzerinde çalışıyoruz da onun bestesini yapıyoruz.”

“Ne güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. Onların grup olarak kendi şarkıları olduğunu biliyordu. “Ben de piyanoya bakabilir miyim? Lisede kısa bir dönem çalmıştım, burada görünce yeniden bakmak istedim.”

“Elbette, istediğin her enstrümana bakabilirsin. Keyfine bak.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel siyah piyanoya ilerleyip taburesine oturdu. Tuşların üzerindeki kapağı kaldırdı. Elini siyah beyaz tuşların üstünde yavaşça gezdirirken gülümsedi. Zihni onu birkaç sene öncesine, lise yıllarına götürmüştü. Genç kadın okulundaki müzik sınıfındaydı, Yamaha marka duvar piyanosunun taburesinde oturuyordu; önünde notaların yazdığı defter vardı ve yanlış yapmaktan korkarak fakat piyanonun sesine de hayran kalarak parmaklarını tuşlarda gezdiriyor, parçayı çalıyordu. Lisedeki piyanonun tuşlarının üzerine notaların adlarının yazdığı kâğıtlar yapıştırılmıştı, bu yüzden hangi tuşun hangi nota olduğunu biliyordu fakat bu piyanoda öyle bir durum söz konusu değildi. Ortadaki do notasını bulmak için notaları piyanonun en başından saymaya başladı.

Göksel parmaklarıyla tuşları sayarken arkasından ona yaklaşan Gökhan onu bileğinden kavradı ve genç kadının sol elinin orta parmağını do notasının üzerine getirdi.

“Do mu?” diye sordu başını çevirip ona bakan Göksel. Gökhan’ın kafası hemen onun kafasının yanındaydı.

“Do,” diye onayladı Gökhan. “Onu aradığını anladım.”

Göksel tuşa bastı, ardından sırasıyla diğer tuşlara da basıp bir oktavdaki tüm notaları çaldı.

“Şu an yeniden on altı yaşındayım,” dedi Göksel gülümseyerek. “Lisedeki müzik sınıfındayım. Çok gerginim ama içimde tatlı bir heyecan da var, piyanonun büyüsü altındayım.”

“Bugün beraber çalalım mı?” diye sordu Gökhan.

“Çalmayı bilmiyorum ki. Bildiğim birkaç şeyi de aradan geçen bunca senede unuttum.”

“Ben sana hatırlatırım. Bugün benimle birlikte piyano çal.”

“Çok isterim.”

Yüzlerini birbirine yaklaştıran çift dudaktan öpüştü.

“Biraz yana kaymanı rica edeceğim,” dedi Gökhan.

“Gel böyle,” diyen Göksel taburede yana kayıp ona yer açtı. “Neyse ki geniş bir tabure.”

Gökhan onun soluna oturdu. Parmaklarını tuşların üzerine koyan genç adam yanında oturan kız arkadaşına baktı.

“Açılışı güzel bir parçayla yapmak istiyorum,” dedi Gökhan.

“Seni dinliyorum,” dedi Göksel. “Bu işin ehli sensin.”

Gökhan, Ay Işığı Sonatı’nı çalmaya başladı. Genç müzisyenin ince uzun parmakları piyanonun tuşları üzerinde zarafetle hareket ediyor, bu ünlü eserin büyüsünü başarıyla yansıtıyordu. Gökhan yanında oturan kız arkadaşına baktığında gülümsedi. Bu eseri Maltepe Sahili’nde ona gitarla çaldığı günü hatırlıyordu. Bir gün piyanoda da çalmayı çok istemişti ve bugün o gündü.

Gökhan bir piyanoya doğru eğiliyor, bir arkaya çekiliyordu; bir tuşlara bakıyor, bir gözlerini kapatıyor, bir gülümsüyordu. Vücudu bu büyülü müziğin etkisiyle oturduğu yerde adeta dans ediyordu. Göksel’se yüzünde hayran bir gülümsemeyle onu seyrediyordu. Müzik muhteşem bir sanattı ve Gökhan da bu sanat dalını başarıyla icra eden muhteşem bir sanatçıydı. Genç kadının buna dair hiç şüphesi yoktu.

“Seninle beraber basit bir şeyler çalalım,” dedi Gökhan. Eserin kısa bir kısmını çalmakla yetindi.

“Olur,” dedi Göksel. “Ama bana başka eserler de çalmanı istiyorum. Seni dinlemeyi çok isterim.”

“Çalarım. Öncesinde seninle bir şeyler çalalım, ben de ısınmış olurum.”

Gökhan internetten Göksel’le birlikte çalmak için basit parçalar buldu. Genç kadın piyanonun sağında oturduğu için tiz notaları onun çalmasını istedi, kendisi de soldaki pes notaları çalacaktı.

“Birbirimizi tamamlarız,” dedi Gökhan. “Hata yapmaktan korkma, keyif almaya bak.”

“Çok keyif alacağımdan eminim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Başlayalım mı?”

“Başlayalım balım.”

Çift birlikte piyano çalmaya başladı. Göksel bazen yanlış notalara bassa da umursamadı, şu an o kadar iyi vakit geçiriyordu ki umursadığı tek şey buydu. Genç kadının eksiklerini yıllardır piyano çalan Gökhan kapattı, onu destekledi. İçeridekiler ikisini dinliyordu, onların birlikte piyano çalmasından ilham alan Barış’sa aklına gelen cümleleri telefonuna not ediyordu. Daha sonra bu sözler üzerinde çalışmak için sabırsızlanıyordu.

Göksel’le Gökhan dakikalar boyunca piyano çaldılar. Bir ara Gökhan piyanoyu sadece Göksel’in çalması için genç kadına bıraktı, Göksel de hangi nota olduklarını bile bilmediği tuşlara basarak ortaya hoş melodiler çıkardı. Bunu yaparken yüzünde o kadar içten bir gülümseme vardı ki Gökhan gözlerini onun gülümsemesinden ayıramadı. Onun yüzündeki bu çocuksu mutluluğu seyretmek genç adamın yapmayı en sevdiği şeylerden biriydi.

“Hadi şimdi sen çal,” dedi Göksel ikili bir parçayı çalmayı bitirdiğinde. “Ünlü eserleri çal. Mozart, Beethoven gibi isimleri.”

 “Nasıl istersen,” dedi Gökhan. “Für Elise ve Türk Marşı’nı çalayım. İkisi de çok sevdiğim eserlerdir, iyi de çalarım.”

 “Ben de çok severim,” dedi gözleri parlayan Göksel. “Can kulağıyla dinliyorum.”

 Gökhan ilk olarak Beethoven’a ait Für Elise adlı eseri çalmaya başladı. Genç adam bu eseri çocukluk yıllarından beri biliyor, severek dinliyordu. Eseri ilk nerede dinlediğini anımsamıyordu ama bilgisayardan açıp dinlediği anlar zihninde çok netti.

 Eseri çalarken adeta kendinden geçti, kendini dış dünyadan soyutlayıp müziğin büyülü dünyasında kayboldu. Onun için sadece notalar vardı, nota portresinin üzerinde dans eden ve attıkları her adımda büyüleyici sesler çıkaran notalar. Çizgilerin üzerine sıralanan notalar sanki vücudunu sarmalamış gibi hissediyordu, onların sıcaklığını ve verdikleri huzur duygusunu hissediyordu.

 Müzik onun için gerçekten de ruhun gıdasıydı.

 Gökhan eseri bitince Göksel onu alkışladı.

 “Yüzündeki adanmışlık ifadesi öyle güzel ki,” dedi çenesini onun omzuna yaslayan genç kadın. Onun şakağını öptü. “Hayatımın sonuna kadar senin enstrüman çalmanı seyredebilirim.”

 “Müzik benim için etkisinden asla çıkamayacağım bir sihir, bir büyü,” dedi Gökhan. Başını ona çevirdiğinde yanağı Göksel’in burnuna değdi. “Bana böyle sokulup müziği benim için daha da güzelleştiriyorsun.”

 “Ne güzel işte.”

 “Sen dikkatimi dağıtmadan Türk Marşı’nı da çalayım,” diyen Gökhan önüne döndü. Tuşlara şöyle bir dokundu. “Epey bir süredir çalmadım. Notalarını açıp önüme koyayım, yanlışlık olmasın.”

 Gökhan telefonundan parçanın notalarını açıp telefonu piyanonun nota sehpasına yerleştirdi. Genç müzisyen notalara göz gezdirdikten sonra parmaklarını tuşlara yerleştirdi ve eseri çalmaya başladı.

 Onun hızlıca hareket eden parmaklarına bakan Göksel gülümsüyordu. Bu yetenekli parmakların piyanonun üzerinde zarifçe hareket edişini izlemek, ortaya çıkardığı zarif sesleri dinlemek onun için büyüleyiciydi.

 Gökhan ona kısa bir bakış attığında genç kadın başparmağını havaya kaldırdı. Gülen Gökhan bakışlarını yeniden klavyeye çevirdi. Göksel’in tüm bu piyano çalma süreci boyunca sessizliğini koruyup onu saygıyla dinlemesi çok hoşuna gitmişti.

 “Adam canavar çıktı,” dedi esmer olan delikanlı. “Gitardan sonra piyanoyu da ağlatıyor, bakalım sonraki enstrüman hangisi olacak? Moralimi bozdu.”

 “Konservatuvar okuyormuş, bir zahmet,” dedi diğer genç. “Bizim çok ama çok üstümüzde.”

 “Yanında sevgilisi var ya şov yapıyor herif.”

 “Yine de etkileyici.”

Gökhan bu parçayı da çalmayı bitirdiğinde Göksel onu yine alkışladı.

“Ellerine, yüreğine sağlık,” dedi Göksel. “Söz konusu müzik olduğunda muhteşem olmadığın hiçbir şey yok.”

“Teşekkür ederim bal peteğim,” diyen Gökhan onun yanağını öptü. “Müzik ruhun gıdasıdır, ruhunu besleyebildiysem ne mutlu bana.”

“Beslemez olur musun? Hem besledin hem de şifa oldun. Hazır profesyonel kameram buradayken minik bir çekim yapalım mı? Seni piyano çalarken çekmeyi çok isterim.”

“Onur duyarım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Senin kadrajına girmek benim için her zaman büyük bir zevk ve ayrıcalık.”

“Seni yerim.”

Göksel bir koşu çantasından profesyonel fotoğraf makinesini aldı ve Gökhan’ın yanına geri döndü.

“Bileğindeki dövmenin görünmesini istiyorum,” dedi Göksel. “Kazağının kollarını biraz sıyırır mısın? Doğal fotoğraflar olmasını istiyorum, piyanoyu gerçekten çal.”

“Sen nasıl istersen,” diyen Gökhan kazağını dövmesini kapatmayacak kadar sıyırdı. Göksel onun saçlarını, yakasını düzeltirken Gökhan da parmağındaki yüzükleri düzeltti.

“Çekime hazırız,” dedi biraz geri çekilen Göksel. “Sen müziğine odaklan, gerisini bana bırak.”

Gökhan piyanoyu çalarken Göksel onu farklı açılardan çekmeye başladı. Genç adamın etrafında gezinen fotoğrafçı onu hem sağla soldan, arkadan ve iki çaprazdan çekti. Gökhan’ın klavye üzerinde gezinen uzun ince parmaklarını da çekti. Göksel, Gökhan’ın ellerini seviyordu. 

“Fotoğraflardan birini ya da birkaçını mutlaka hesabımda paylaşacağım,” dedi Göksel. “Ortaya enfes fotoğraflar çıktı. Birkaç ufak dokunuştan sonra daha da güzelleşecekler.”

“Bakabilir miyim?” diye sordu Gökhan. “Her zamanki gibi muhteşem bir iş çıkardığından eminim.”

“Elbette bakabilirsin,” diyen Göksel onun yanına oturup kamerayı ona verdi. “İncele bakalım.”

Gökhan kız arkadaşının çektiği fotoğraflara bakarken hem yüz ifadesiyle hem de verdiği sesli tepkilerle fotoğrafları ne kadar beğendiğini açıkça belli etti. Göksel onu çok farklı ama hepsi birbirinden iyi açılardan çekmişti.

“Gerçekte bu kadar iyi görünmüyorum,” dedi Gökhan. “Ama senin kadrajına girince bir anda her şey daha iyi bir hâle geliyor. Bunu nasıl başarıyorsun bilmiyorum ama muhteşemsin.”

“Yılların getirdiği deneyim diyelim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğrafını çektiğim kişinin önemi de büyük tabii. Emin ol gerçekte de bu kadar iyi görünüyorsun.”

“Bence olay fotoğrafı çeken kişinin sen olmasından kaynaklanıyor ama teşekkür ederim. Düzenlemeden sonraki hâllerini dört gözle bekliyorum.”

“Gönderirim.”

Piyano başından kalkan çift diğerlerinin yanına ilerledi. Barış’la Kuzey gitar çalarken Elçin de onları dinliyordu.

“Yeni beste mi?” diye sordu diğer koltuğa oturan Gökhan.

“Evet,” diye onayladı Barış. “Birkaç gündür üzerinde çalışıyoruz.”

“Notaları varsa inceleyebilir miyim?”

“Tabii,” diyen Barış ona önündeki kâğıdı uzattı. “Taslak hâli bu şekilde. Son hâlini almasına henüz var.”

Kâğıdı alan Gökhan notaları incelemeye başladı. Fotoğraf makinesini çantasına koyan Göksel onun yanına oturduğunda bir kolunu genç kadının omzuna atıp onu kendine çekti. Gökhan dikkatle notalara bakıp, kafasında bir melodi oluştururken Göksel de kâğıda kısa bir bakış attı. Gördüğü şeyler genç kadın için en az bir matematik denklemi kadar karmaşıktı.

“Çalabilir miyim?” diye sordu Gökhan. “Duymak istedim.”

“Benim gitarı al,” diyen Barış ona siyah akustik gitarını verdi. “Yorumlarını duymak isterim.”

Gökhan notalara bakarak besteyi çalmaya başladı. Genç adam duyduğu şeyden hoşlanmıştı. Barış’ın müzisyenliğini, yaratıcılığını zaten seviyordu ve bu beste de güzel bir besteydi. Sakindi, yumuşaktı, dinlendiriciydi.

“Bir aşk şarkısı mı?” dedi başını kaldırıp Barış’a bakan Gökhan. “Bana o hissi verdi.”

“Doğru hissetmişsin,” dedi Barış gülümseyerek. “Bir aşk şarkısı. Sözlerini Sarp’la birlikte aylar önce yazdık, bestesi üzerinde de Kuzey’le beraber çalışıyoruz. Elektro gitar kullanmayı düşünmüyoruz, tamamen akustik gitardan oluşan yavaş, romantik bir aşk şarkısı olmasına karar verdik.”

“Aslında bir solo fena olmazdı. Sadece Senin Olmak’taki gibi. Siz şarkının sadece solosunda elektro gitar kullanabilirsiniz ama ritimde yine akustik gitar olur, bateriyle bas da şarkıyı besler.”

“İlginç bir fikir,” dedi Kuzey. “Hoşuma gitti. Denemeye değer. Sen ne dersin Barış?”

“Benim de hoşuma gitti,” diye onunla hemfikir oldu Barış. “Ben akustik gitarı çalarken sen de elektroyu çalmak ister misin Gök?”

“Çok isterim,” dedi Gökhan gülümseyerek. Onlarla beraber çalmayı seviyordu. “Aynı notaları mı çalacağız?”

“Evet, eğer duyduğumuz şey hoşumuza giderse solo için güzel bir beste yaparız.”

Gökhan elektro gitarını amfiye bağladı, Barış akustik gitarını aldı ve Kuzey de bas gitarını omzuna asınca şarkıyı çalmak için hepsi hazırdı.

“Hazırsanız başlıyoruz beyler,” dedi Barış. “Son iki üç dört.”

Hep beraber şarkının nakarat kısmındaki müziğini çalmaya başladılar. Bateri olmadığı için enstrümanın boşluğu çok net hissediliyordu fakat gitarların sesi de tek başına iyi iş çıkarıyordu.

“Bir daha,” dedi Barış nakarat bitince. “Devam.”

Grup nakaratı bir kere daha çaldı.

“Gök kesinlikle haklı,” dedi Barış. “Elektro gitarla bir solo yazmalıyız.”

“Bence de,” diye ona arka çıktı Kuzey. “Ortaya olağanüstü bir iş çıkar. Gök sen bu müzik işinin ustasısın be kardeşim.”

“Estağfurullah,” dedi Gökhan. “Ben yalnızca bir fikir verdim, beğenmeniz çok sevindirdi.”

“Sen de sevdin mi?”

“Sevdim. Bir şans vermeye kesinlikle değer.”

“Bunun üzerinde çalışacağız,” diyen Barış onun omzuna vurdu. “Eyvallah kardeşim.”

“Lafı bile olmaz.”

Barış kendi şarkılarından birini çalmak için Gökhan’ın elektro gitarını aldı. Barış şarkıyı çalıp söylerken diğerleri de onu dinledi.

“Sarp iyileşip aramıza döndüğünde bu şarkıyı kaydetmeye başlayacağız,” dedi Barış. “Ne düşünüyorsun?”

“Çok iyi,” dedi Gökhan samimiyetle. “Bestesi özgün, sözleri de sade ama vurucu olmuş.”

“Sen ne düşünüyorsun Göksel?”

Barış’ın kendisine fikrini sorması Göksel’i şaşırttı.

“Ben de beğendim,” dedi Göksel. “2000’ler rock havası var. O zamanlardan mı ilham aldınız?”

“Evet, 2000’lerin Türkçe rock müziğinden ilham aldık. Beğenmenize sevindim, sağ olun gençler.”

“Stüdyo versiyonunu dinlemek için sabırsızlanıyorum,” dedi Gökhan. “Kaydedince hemen bana gönderin.”

“Oldu bil,” dedi Barış. “Senin şarkı çalışmaları ne alemde?”

“İyi gidiyor. Konsept bir albüm üzerinde çalışıyorum, yedi şarkıdan oluşmasını düşünüyorum ve dört tanesinin tüm işleri bitti; kalan üçünün de sözleri ve bestesi üzerinde çalışmayı sürdürüyorum.”

“Konsept bir albüm mü?” diye sordu Kuzey şaşırarak. “Konusu ne?”

“Ev,” diye cevapladı Gökhan. “Aynı çatı altında yaşayan insanlar, yaşanmışlıklar.”

“Güzel düşünmüşsün,” dedi Barış. “İstesek de ayrıntı vermeyeceğini biliyoruz ama umarım çok kısa bir zamanda bir şeyler dinleriz.”

“İlginiz için teşekkür ederim. Hazır hissettiğimde sizlerle paylaşmayı ben de çok istiyorum.”

Barışlar Gökhan’ın ailesinin genç adamın konservatuvar okumasını istemediğini ama Gökhan’ın onları dinlemeyip hayallerinin peşinden gitmeyi tercih ettiğini, bu yüzden genç adamın ailesiyle görüşmediğini biliyorlardı. Gökhan onlara yaşananları anlatmamıştı ama gençler çok tatsız şeyler yaşandığını tahmin ediyordu ama ona saygı duyarak bu konuyu hiç sormamışlardı. Aile kavramının ne kadar özel ve ince bir mesele olduğunu biliyor, ona empatiyle yaklaşıyorlardı.

“Ortaya muhteşem işler çıkardığından eminim,” dedi Kuzey. “Dinlemek için sabırsızlanıyorum hatta sahnede seninle beraber çalmayı da çok isterim.”

“Ben de öyle,” dedi Barış. “Senin imzanı taşıyan şarkıları çalmak harika bir deneyim olur.”

“Seviyorum lan sizi,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sizlerle beraber şarkılarımı çalmayı ben de çok isterim. Sahnede ikincilik koltuğunda Yağız oturuyor ama kalan pozisyonlar için bir karar veririz.”

“Biz onu gerektiği takdirde saf dışı bırakırız, sen orasını düşünme. Sıra çok kalabalık, görevini yerine getirdikten sonra aradan çıkmayı bilmeli.”

“İşte bu konuda ciddi şüphelerim var ama bir şekilde hallederiz. Biraz laf eder ama anlayış da gösterir.”

“Ne lafı edecek daha?” dedi Kuzey. “Aynı evde yaşadığınız için senin şarkılarını duyuyordur zaten. Bu kadar ayrıcalık da fazla olmaya başladı. Onu ayağımın altına alırım bak.”

Gülüştüler.

“Yağız senden biraz kısa ama seni evire çevire dövecek potansiyeli var,” dedi Elçin yanında oturan Kuzey’e bakarak. “Hiç bulaşma derim.”

“Teessüf ederim,” dedi Kuzey elini gerdanına koyarak. “Bir baba ve ağabeyle büyüdüm ben. Dayak nedir, nasıl atılır konusunda tez yazacak donanıma sahibim, duymamış olayım.”

Bu sefer gruptan daha yüksek sesli kahkahalar yükseldi.

“Bak işte bu işlerin rengini değiştirir,” diye konuşmaya dahil oldu Göksel. “Benim de bir ağabeyim var, hiç dayak yemedim ama kavga ederken birbirimize vurmuşluğumuz çoktur; ağabey eli ne demektir ben de iyi bilirim.”

“Sadece dokunduğunu iddia eder ama beş parmağının izi çıkmıştır,” dedi Kuzey. “Benimki bir keresinde koluma öyle bir vurdu ki kolum bir hafta ağrıdı. Neyse ki babam onu dövmüştü de ödeşmiştik. Sen kız çocuğu olduğun için şanslıymışsın.”

“Evet, öyleydi. Babam beni çok korur kollardı, onun da etkisi çok.”

“Hem kız hem de küçük çocuk olunca normal tabii. Yüksek ihtimalle bir de uslu, sakin bir çocuktun.”

“Çoğunlukla öyleydim ama bazen ben de fena oluyordum, hâlâ oluyorum.”

“Ben çok yaramazdım işte,” dedi Kuzey. Arkasına yaslandı. “Yapma dedikleri her şeyi yapardım, her defasında da dayağı yiyip aşağı otururdum ama yapmaktan da asla vazgeçmezdim.”

“Sen de fena kaşınmışsın be oğlum,” dedi Gökhan gülerek. “Biraz akıllı dursaydın ya.”

“Yok, duramazdım. Çok yaramaz, iflah olmaz bir çocuktum. İleride çocuğum olursa umarım benim gibi olmaz diye dua ediyorum.”

“Paşama bak,” dedi Elçin. “Sen seninkileri bezdirmişsin ama kendine gelince uslu çocuk istiyorsun. Öyle bir dünya yok.”

“Niye olmasın? Belki annesine çeker. Ağırbaşlı bir kadınla evlenmem lazım yoksa işim iş.”

“Çocukluğunda uslu mu yaramaz mı olduğunu sorman farz oldu.”

“Tanışır tanışmaz sorarım diyorum.”

Elçin güldü.

“Ben de uslu bir çocuktum,” dedi kız arkadaşına dönen Gökhan. Göksel de ona baktı. “Bir şey ima etmiyorum ama aklında bulunsun diye söyleyeyim dedim.”

“Ne anlamam gerekiyor ki?” diye sordu Göksel anlamazlıktan gelerek. “Ne ima ediyormuşsun?”

“Ben de onu diyorum ya, bir şey ima etmiyorum. Sadece aklında bulunsun. Belki bir gün lazım olur.”

“Hafızam pek güçlü değildir,” diyen Göksel omzunu silkti. “Hatırlatman gerekecek.”

“Bak ya,” dedi Gökhan gülerek. “İstediğinde gerçekten de çok fena oluyorsun.”

“Bunu sen mi diyorsun Bay İma?”

“Evet Bayan Fena.”

“Öyleyimdir Bay İma.”

“Ben de öyleyimdir Bayan Fena.”

Onların konuşmasına kulak misafiri olan Barış kendi kendine gülümsedi. Gökhan değer verdiği arkadaşlarından biriydi ve Gökhan adına çok mutluydu. Göksel’le birbirlerini ne kadar sevdikleri ve birlikteyken ne kadar mutlu oldukları belli oluyordu.

Kuzey ve Barış şarkıları üzerinde çalışmaya devam ederken Gökhan da onlara katıldı. Üç genç müzisyen fikir alışverişinde bulunurken Göksel’le Elçin de sohbet etti.

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu Elçin.

“İyi,” diye cevapladı Göksel. “Önümüzdeki hafta vizelerimiz başlıyor, ben de sınavlara çalışıyordum fakat bugün çalışmaya kısa bir ara verip okul çıkışı buraya geldim.”

“İyi yapmışsın, arada kafa da dağıtmak lazım.”

“Kesinlikle. Senin okul ne alemde?”

“Fena değil. Bu sene iyice zorlamaya başladı ama düzenli olarak çalışmaya gayret ediyorum. Bizim vizelerimize henüz var, akademik takvimimiz biraz farklı ama son dakikaya bırakmadan dersleri güncel olarak takip ediyorum.”

“En mantıklısı. Hukuk zor bir bölüm, ipin ucu kaçtı mı toparlaması çok zahmetli olur.”

“Evet, birinci sınıfta bu hatayı yaptığım için dersimi aldım. İkinci sınıfta da çok düzenli çalıştığım söylenemez, çevresel faktörler izin vermemişti ama bu sene görmezden gelme konusunda kendimi geliştirdiğimi görüyorum. Umuyorum ki sınav sonuçlarım da iyi gelecek.”

“Başka hiçbir şeyi düşünmeden sadece ders çalışmak bence imkânsız, özellikle de günümüz şartlarında ama en azından bir kısmını göz ardı etmek gerekiyor. Umarım emeklerinin karşılığını alırsın.”

“Teşekkür ederim Gök. Sana böyle seslenebilirim değil mi?”

“Elbette seslenebilirsin. Arkadaşlarım hep böyle seslenir zaten, biz de arkadaşız.”

“Arkadaşız,” diye onayladı Elçin gülümseyerek. “Sana da vizelerinde başarılar dilerim. Gökhan’dan duyduğum ve hesabındaki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla çok başarılısın; önümüzdeki yaz başarıyla mezun olacağına inanıyorum.”

“Çok teşekkür ederim. Bu sene de elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Saatler 19.30’u gösterirken delikanlılar yaptıkları işe bir son verdi. Stüdyonun sahibinin yeğeni ve onun arkadaşı bir saat kadar önce gitmişti, stüdyoda yalnızca beşi kalmıştı.

“Ben çok acıktım,” dedi Barış. “Siz ne durumdasınız?”

Diğerleri de acıktığını söyleyince yakınlardaki bir dürümcüden beş tavuk dürüm ve içecek sipariş ettiler.

“Ben ısmarlamış olayım,” dedi Barış. “Gökhan’la Göksel siz zaten misafirsiniz, Kuzey bu sefer sen de bendensin hadi.”

“Lütfettin paşam ya,” dedi Kuzey. “Elçin’i niye saymadın?”

“Bilmem, sevgilim olduğu için olabilir mi acaba?”

“Vay arkadaş. Elçin sevgilin, Gökhan’la Göksel misafir diye ısmarlıyorsun; banaysa ayıp olmasın diye. Çok ayıp oldu ama haberin olsun.”

“Özel gününde misin diyeceğim ama biyolojik olarak böyle bir şey mümkün değil. Niye bu kadar alıngansın lan sen bu sıralar?”

“Bilmem, sadece günler önce reddedildiğim için olabilir mi acaba?” dedi Kuzey onu taklit ederek. “Bir süre kimse bana şaka falan yapmasın, valla kaldıracak hâlde değilim.”

“Reddedilmek cidden çok kötü bir şey,” dedi Elçin destek olurcasına onun omzuna dokunarak. “Ama şu da var ki sen çok iyi birisin, o kız neyi elinin tersiyle ittiğini bile hiç bilemeyecek.”

Onun bu cümlesi Barış’ı şaşırttı.

“Sen de mi reddedildin?” diye sordu genç adam.

“Evet,” diye onayladı Elçin. “Lisedeyken hoşlandığım çocuğa açılmıştım, o da beni reddetmişti. Bunu o dönemki arkadaşlarım hariç kimse bilmez, ilk kez dile getiriyorum ama o zamanlar cidden acıtmıştı.”

“Seni mi reddetti?” dedi kulaklarına inanamayan Barış. “Dünyanın en güzel, en tatlı, en eğlenceli, en hoşsohbet, en anlayışlı, en mükemmel kızını mı reddetti? Böyle bir aptallık dünya tarihinde görülmemiştir. Sığır.”

“Başınızı çevirin,” dedi Elçin diğerlerine dönerek. “Sakın bize bakmayın.”

Diğerleri bakışlarını kaçırdığında Elçin erkek arkadaşına uzandı. Onu saçlarını severek, yanaklarını okşayarak uzunca öptü. Hâlinden oldukça memnun olan Barış’sa ona büyük bir aşkla karşılık verdi.

“Eee daha daha nasılsın?” dedi Göksel’e bakan Gökhan. “Annenler babanlar nasıllar? Afiyettelerdir inşallah.”

Göksel kahkaha attığında Gökhan da güldü.

“İyiler çok şükür,” dedi Göksel. “Ne yapsınlar? İş güç uğraşıp duruyorlar.”

“Ne güzel. İkisinin de ellerinden öpüyorum.”

“Onlara yaşlı muamelesi mi yapıyorsun? Ağabeyimle bana henüz bir kere bile el öptürmediler.”

“Yok efendim, ne münasebet? Yanaklarından öpüyorum demek istedim de dilim sürçtü.”

“Tamam, şimdi oldu.”

“Artık bakabilirsiniz,” dedi Barış’tan ayrılan Elçin. Genç kadın fısıldayarak devam etti: “Sana çok âşığım biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum,” diye fısıldadı Barış da. “Ben de sana çok âşığım ve dediğim her şeyde son derece ciddiydim.”

“Dünyanın da dünyamın da en harika erkeğisin.”

“Seni seviyorum,” derken gülümsedi Barış. Genç adamın iri kahverengi gözleri kısıldı ama parıltısından hiçbir şey kaybetmedi. “Bugün bende kalsana.”

“Bu saatten sonra bizimkilere bir şeyler uyduramam.”

“Uydurursun. Kızların birinin evinde ders çalışmaya karar verdiniz, geceyi de orada geçireceksin.”

“Annemle konuşurum,” diyen Elçin ona çekici bir gülümseme gönderdi. “Duruma göre bakarız.”

“Lütfen bakalım.”

Siparişleri gelince hepsinin odak noktası karnını doyurmak oldu. Stüdyoda geçirdikleri uzun saatlerde hepsinin karnı çok acıkmıştı ve lezzetli tavuk dürümleri afiyetle yediler.

“Kesene bereket kardeşim,” dedi Gökhan. “Eyvallah.”

“Kesene bereket,” dedi Göksel de. “Teşekkür ederiz.”

“Afiyet olsun gençler,” dedi Barış. “Doydunuz mu?”

İkisi de doyduğunu söyledi. Kuzey ve Elçin de doymuştu.

“Güzel bir gün oldu,” dedi Kuzey. “Verimli vakit geçirdim ama yarın yine okul var. Evime gidip dinlenmek istiyorum.”

“Çok geçe kalmayız,” dedi Barış. “Yarın meslektaşlarımla görüşeceğim malum.”

“Biz birazdan kalkarız,” dedi Gökhan. “Yarın ikimizin de okulu var, yolumuz da uzun.”

“Olur. Bugün bize eşlik etmenize çok sevindik, mutlaka yine gelin.”

“Kesinlikle,” diye erkek arkadaşına arka çıktı Elçin. “Ortama renk kattınız.”

“Hepimizin programının uyuştuğu bir gün gelmeyi biz de isteriz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Fotoğraf stüdyoları favorim fakat müzik stüdyolarını da çok sevdim.”

“Bundan sonra ikisi arasında mekik dokursun,” dedi Gökhan ona bakıp. “Özellikle ikimiz de mezun olduktan sonra.”

“Zaman geçirmek için harika iki yer.”

Eşyalarını toparlayan Göksel’le Gökhan gitmek için hazırlandı. Çift, arkadaşlarıyla vedalaştı. Elçin bu sefer Göksel’e sarıldı, bundan çok hoşlanan genç kadın da gülümseyerek ona sarıldı. Elçin iyi bir kızdı ve aralarında oluşan bu arkadaşlığı seviyordu.

“Kendine iyi bak Gök,” dedi Elçin. “Vizelerinde yeniden başarılar dilerim. Görüşmek üzere.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel. “Görüşürüz. Sen de kendine iyi bak.”

Stüdyodan ayrılan çift el ele asansöre ilerleyip düğmesine bastı.

“Elçin’le gittikçe yakınlaşıyorsunuz,” diyen Gökhan bu durumdan çok memnundu. Elçin sevdiği bir arkadaşıydı. “Bugün epey sohbet ettiniz.”

“Evet,” dedi Göksel. “Çok tatlı ve iyi bir kız. Anlaşıyoruz da.”

“Çok sevindim. Elçin cidden iyi kızdır, iyi arkadaştır. Anlaştığınızı görmek güzel.”

“Ben de senin arkadaşlarınla anlaştığım için çok seviniyorum.”

Gökhan onun yanağını öperken asansör bulundukları kata geldi. Asansöre binen çift zemin katın düğmesine bastı.

“Stüdyoyu sevdin mi?” diye sordu Göksel.

“Çok güzel yermiş,” dedi Gökhan. “Özellikle piyanosuna vuruldum.”

“Piyanosu gerçekten çok güzeldi. Bize asla unutmayacağım eşsiz dakikalar yaşattı.”

“Ben de asla unutmayacağım. Bir müzisyen olarak kız arkadaşımla birlikte piyano çalmak benim için tahmin bile edemeyeceğin kadar muhteşem bir olaydı.”

“Müzisyen değilim ama benim için de öyleydi.”

Asansör zemin kata geldiğinde indiler. Güneşin batmasıyla beraber iyice kendini belli eden soğuk havayı daha koridordayken hissettiler. İkisi de üstündekinin fermuarını çekti.

“Seni iskeleye bırakayım değil mi?” diye sordu Göksel. “Bugün Eminönü’nden bin.”

“Olur,” dedi Gökhan. “Beşiktaş uzak kalıyor zaten, buradan direkt Fatih’e geçeriz. Hem biraz daha vakit geçirmiş oluruz.”

Kapıya ulaştıklarında sensörlü kapı iki yana açıldı. Soğuk hava ikisinin de yüzüne çarptı.

“Bayağı soğumuş,” dedi büzüşen Göksel. “Arabayla gideceğiz ama montumu giymekle akıllılık etmişim. Sen üşümüyorsun değil mi?”

“Hayır, kazağım kalın,” dedi Gökhan. “Ceketim de öyle.”

“İyi o zaman.”

Handan çıktıklarında birkaç saat uzak kaldıkları şehir karmaşasına geri döndüler. Arabalar caddeyi doldururken yayalar da kaldırımda ilerliyordu. İstanbul’un tipik bir akşamıydı.

Göksel’in arabayı nereye park ettiğini hatırlamayan Gökhan önce soluna baktı, ardından başını sağa çevirdi fakat yeniden soluna dönmesi bir saniye bile sürmedi. İleride tanıdık bir sima görür gibi olan Gökhan sol tarafa baktığında yayaların arasında bu tarafa doğru yürüyen gerçekten de tanıdık bir sima gördü.

Uzun boylu zayıf genç adamın sırtında gitar çantası takılıydı. Üzerinde dizlerine kadar uzanan krem rengi bir palto vardı, içine kahverengi boğazlı bir kazak giymişti ve siyah bir kot pantolon da uzun ince bacaklarını sarıyordu. Kumral saçlarının önleri biraz dağınıktı, zeytin yeşili gözleri kaldırıma sabitlenmişti. Adımları her zamanki gibi uzun ama sakindi. Düşünceli görünüyordu, ince seyrek kaşlarını biraz çatmıştı ama onu düşündüren şeyin kötü bir şey olmadığı da anlaşılıyordu.

Gökhan hareket etmeyince Göksel ona baktı, erkek arkadaşının bakışlarının bir yere sabitlendiğini görünce onun baktığı tarafa baktı. Kendilerine yaklaşan genç adamı fark etti. Aynı saniyelerde o genç adam da bakışlarını yerden kaldırdı ve yalnızca birkaç metre uzağında duran çifti fark etti. Genç adamın gözleri Gökhan’ın yüzünde durunca çatık kaşları havaya kalktı, hemen ardından bir gülümseme yüzünü süsledi.

“Merhaba ağabey,” dedi Gökhan.

“Merhaba Gökhan,” dedi genç adam onların yanında durduğunda. Bir anlığına arkadaki hana baktı. “Bu ne güzel bir tesadüf böyle.”

“Güzel ve şaşırtıcı bir tesadüf,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu. Sen stüdyodan ayrıldıktan sonra bir daha denk gelmedik.”

“Öyle oldu,” dedi genç adam başını sallayarak. “Yeni bir stüdyoya geçtim, şimdi de oradan geliyorum. Üçüncü albümün kayıtlarını burada yapıyorum, bir sene olacak.”

“Üçüncü albüm de yolda demek. Çok sevindim. İlk iki albümünü severek dinlemeye devam ediyorum.”

“Bunu duyduğuma çok sevindim,” dedi genç adam gülümseyerek. Sağ yanağında ona sevimli bir hava katan bir gamzesi vardı.

“Bu arada sizi tanıştırayım,” diyen Gökhan kız arkadaşına döndü. “Göksel kız arkadaşım, Poyraz ağabey de birinci sınıfta arkadaşlarımla gittiğim bir stüdyoda tanıştığım muhteşem bir müzisyen.”

“Merhaba,” dedi Göksel başıyla onu selamlayarak. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Poyraz isimli genç adam ona elini uzattı. “Ben de memnun oldum.”

Göksel’le tokalaştılar.

“Sanırım arkadaki handan çıktınız,” dedi Poyraz. “Stüdyodan mı? İçeride birkaç tane olduğunu biliyorum.”

“Evet, bir grup arkadaşımla stüdyodaydık,” diye onayladı Gökhan. “Bir şeyler çalıp söyledik, sohbet ettik. Senin geldiğin stüdyo nerede?”

“Birkaç bina geride,” diyen Poyraz başparmağıyla arkasını işaret etti. “Çok yakın.”

“Yakınmış sahiden. Benim arkadaşlarım da bir süredir buraya geliyor, onlar da stüdyo değiştirdiler.”

“Grup mu?”

“Evet, grup ama henüz çıkardıkları bir çalışma yok. Mekânlarda sahne alıyorlar, bir yandan da kendi şarkıları üzerinde çalışmaya devam ediyorlar.”

“Ne güzel. Sen neler yapıyorsun? Bu sene son senen değil mi?”

“Evet, son senem. Zamanım okul koşturmasıyla geçiyor; dersler, müzik kulübü, etkinlikler derken başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum desem yeridir. Bir yandan da bildiğin gibi müzik mağazasında yarı zamanlı olarak çalışıyorum, onun dışında haftada bir gün Parça’da çıkmaya devam ediyorum. Bir tane de gitar öğrencim var, ona özel ders veriyorum.”

“İşte bu yeni bir şey.”

“Aslında bir sene olacak ama o kadar uzun zamandır görüşmüyoruz ki senin için yeni tabii. Sen neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?”

“Zamanımın çoğu şu an çıktığım stüdyoda geçiyor,” diye cevapladı Poyraz. “Günlerim söz yazmakla, beste yapmakla, enstrüman çalmakla ve kayıt almakla geçiyor. Üçüncü albümüm için yeni bir prodüktörle beraber çalışıyorum. Bu albümde yönümü biraz daha alternatife döndüm, rock vazgeçilmezim ama yeni bir şeyler denemek de çok iyi geliyor.”

“Farklılık iyidir. Senin gibi çok yönlü birinden de bunu beklerim.”

“Teşekkür ederim Gök. Senin de kendi eserlerin olduğunu biliyorum, ne durumdasın?”

“Ben de yazıyorum, besteliyorum, çalıyorum, kaydediyorum. Yakın zamanda çıkacağından değil ama ilk albümüm üzerinde çalışmaya devam ediyorum.”

“O zaman daha çok işin var?”

“İş her zaman var. Yaşım henüz çok genç olduğu için bir şeyler paylaşma konusunda aceleci davranmıyorum. Sen de kendi şarkılarını yazdığın için biliyorsundur, deneyimlerinden yola çıkarak yazdığın şeyler özel oluyor ve ben henüz paylaşma taraftarı değilim. Şimdilik kendime saklıyorum ama zamanı geldiğinde ilgilisine elbette sunacağım.”

Onu dikkatle dinleyen Poyraz, Gökhan konuşmasını bitirdiğinde gülümseyerek başını salladı.

“Çok haklısın,” diye ona hak verdi. “Ben de ilk şarkılarımı paylaşırken çok gergindim, benim de uzun bir zamana ihtiyacım olmuştu ama şu an kariyerimin altıncı senesindeyim, üçüncü albümüm üzerinde çalışıyorum. İlk adımı attıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor.”

“Öyledir tabii. Önemli olan ve zor olan da o ilk adımı atmak değil mi zaten?”

“Kesinlikle öyle. Albüm üzerinde çalıştığını duyunca meraklandım bak. Takipleşiyoruz, gelişmelerden haberim olur diye düşünüyorum ama sana geri dönüş yapmazsam anla ki görmedim, bana mutlaka ulaş.”

“Sağ ol ağabey, aklıma not ettim.”

“Ne demek Gök. O zaman ben sizi daha fazla tutmayayım, zaten arkadaşım da beni almaya gelecekti. Az sonra burada olur.”

“Beraber bekleyelim,” dedi Gökhan. “Kız arkadaşımın arabası da hemen ileride zaten, biz de senden sonra binip gideriz.”

“Kız arkadaşın için sorun olmayacaksa neden olmasın?”

“Beraber bekleyebiliriz,” dedi Göksel. “Bir acelemiz yok zaten.”

“Tamam o zaman. Bu arada ne zamandır birliktesiniz?”

“Birkaç gün sonra üç ay olacak,” dedi Gökhan. “Daha çiçeği burnunda bir çiftiz.”

“İlk ayların güzelliği bir başka. Göksel sen ne yapıyorsun?”

“Ben de öğrenciyim,” dedi Göksel. “Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde dördüncü sınıfım. Uzun senelerdir fotoğraf ve video çekimleri yapıyorum.”

“Ne güzel. Mesleğim gereği fotoğraflara, videolara çok aşinayım. Fotoğrafçılar ve video grafikerler olarak muhteşem işler yapıyorsunuz.”

“İşimi ben de çok seviyorum.”

Bu sırada beyaz bir BMW onların hemen yan tarafında durdu. Poyraz başını çevirip arabaya baktığında arabayı hemen tanıdı.

“Koray da geldi,” dedi genç adam. “Beni alacağını söylediğim arkadaşım.”

Arabanın şoför kapısı açıldığında içinden uzun boylu, gürbüz bir genç adam indi. Başını çevirip arabanın üstünden kaldırıma bakan sarışın genç adamın mavi gözleri üçünün üzerinde sabitlendi.

“Şimdi geliyorum,” dedi Poyraz ona. “Sen inme.”

“İndim bile,” dedi Koray. Gökhan’la Göksel’e baktı. Gökhan’ı bir kere daha görmüştü, genç adamın yüzü ona tanıdık geldi. “İyi akşamlar gençler. Poyraz’la işiniz bittiyse ben alabilir miyim?”

“İyi akşamlar,” dedi Gökhan. O da Koray’ı tanıdı. Yine bir gün stüdyo çıkışı Koray, Poyraz’ı almaya gelmişti. Poyraz’ın Koray’ın bilgisayar mühendisi olduğunu ve bir şirkette iyi bir pozisyonda çalıştığını söylediğini hatırlıyordu. “Biz de seni bekliyorduk zaten, alabilirsin.”

“Eyvallah,” dedi Koray gülerek. Genç adamın düzgün beyaz dişleri ve etkileyici bir gülüşü vardı. “Siz vedalaşın, ben bekliyorum.”

Poyraz yeniden çifte döndü.

“Bir gün görüşelim Gökhan,” dedi Poyraz. “Benim stüdyomu da ziyaret etmeni çok isterim.”

“Asıl ben çok isterim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İletişimde olalım ağabey.”

“Olalım. Kendine iyi bak, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak ağabey, görüşürüz.”

Gökhan’la Poyraz tokalaştıktan sonra Poyraz, Göksel’e baktı.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Göksel,” dedi Poyraz. Ona elini uzattı. “Kendine iyi bak.”

“Ben de öyle,” diyen Göksel onunla tokalaştı. “Hoşça kal.”

Poyraz BMW’ye ilerlerken çift onun arkasından baktı.

“Görüşürüz gençler,” dedi Koray. “Kendinize dikkat edin.”

“İyi akşamlar ağabey,” dedi Gökhan elini kaldırarak.

Koray da arabaya bindi ve gaza bastı. Beyaz BMW caddede gözden kaybolurken Göksel’le Gökhan bir süre aracın arkasından baktı.

“Ne kibar bir adamdı,” dedi Göksel. Erkek arkadaşına baktı. “Kaç yaşında da ağabey diyorsun? Bizimle yaşıt gibi duruyor.”

“94 doğumlu diye hatırlıyorum,” dedi Gökhan. “Yirmi sekiz yaşında.”

“Yirmi sekiz mi? Taş çatlasa yirmi iki yirmi üç derim. Hiç göstermiyor.”

“Öyle. Çok çocuksu, şirin bir suratı var.”

“Arkadaşı da tam tersine çok olgun duruyor. Yaşıtlar mı?”

“Üniversiteden tanıştıklarını biliyorum, muhtemelen yaşıtlardır.”

“Çevrenin genişliği beni her defasında şaşkına uğratıyor. Şişli’de, ikimizin de ilk defa geldiği bir caddede bir arkadaşınla karşılaştık resmen.”

“Gökhan Uygur çevresi yavrum,” diyen Gökhan onun yanağından makas aldı. “Asla hafife alınmayacak bir çevre.”

“Yavrum mu?” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Senin ağzından duyana kadar hoşlanmadığımı düşündüğüm bir hitap şekliydi ama şu an dibim düştü. Bir daha söylesene.”

“Söylerim yavrum. Hoşuna gittiyse her zaman söylerim.”

Göksel onu ceketinden tutup kendine çekti ve dudaklarına bir öpücük kondurdu.

“Gidelim mi yavrum?” dedi Göksel onu taklit ederek. “Daha yolumuz uzun.”

“Kampüste yaptığımız araba içi etkinliğe devam etmek istiyorsun anlaşılan,” dedi ona bir adım yaklaşan Gökhan.

“Etkinlik mi? Kelime seçimlerin bir anda ilginçleşmeye başladı.”

“Açık açık söylememi istiyorsan söyleyebilirim de.”

“Yok, kalsın. Biz uslu uslu oturup Fatih’e gidelim en iyisi, etkinlik için çok geç oldu.”

“Asıl etkinlikler gece geç saatlerde oluyor zaten.”

“Tabii sen de haklısın, rüyayı gece görüyoruz nasıl olsa.”

Gökhan’ın yüzü düşerken Göksel ona göz kırptı ve arabaya doğru yürümeye başladı. Gökhan onu baştan aşağı süzdükten sonra peşine takıldı.

“Bu gece rüyamda çok güzel şeyler göreceğim,” dedi genç adam. “Birbirinden eğlenceli etkinlikler olacak.”

“Anca rüyanda görürsün dedikleri bu olsa gerek,” diye karşılık verdi Göksel. Kendi kendine güldü. “Ben gece mışıl mışıl uyuyor olacağım, sana da tavsiye ederim. Yarın senin de dersin var.”

“Elbette uyuyacağım. Seni rüyamda göreceğimi falan düşünmedin herhâlde?”

“Çevir çevir yanmasın,” dedi Göksel arabanın kapısını açarken. “Atla hadi, yolumuz cidden uzun.”

“Yandı, bitti, kül oldu Göksel Hanım. Sana darıldım, bilesin.”

“Gönlünü alırım.”

“Etkinlik?”

“Tabii ki hayır,” dedi Göksel hemen. “Ama daha küçük çaplı bir şey olabilir.”

“İnan hiç fark etmez,” diyen Gökhan adımlarını hızlandırdı. “Bu dediğinden sonra yolumuz çok ama çok uzun olacak.”

Gökhan ona göz kırpıp, arabanın sağ tarafına ilerlerken Göksel de gülerek şoför koltuğuna oturdu. Araba hareket ederken genç çift atışmaya devam ediyordu.

***

Dipnot: Poyraz ve Koray karakterleri henüz yayımlamadığım ama arka planda yazımına devam ettiğim bir diğer kurgumda yer alan yardımcı karakterler. Gökhan gerek kişiliği gerekse müziğe olan ilgisiyle Poyraz'a benzeyen bir karakter olduğu için (Poyraz geçmişi çok daha eskiye dayanan, kurguladığım ilk romanların birinde yer alan bir karakter) ikisinin arkadaş olabileceğini düşündüm ve iki kurgunun evrenlerini bu noktada denk getirdim. Eserlerde bu tarz evren birleşmelerini seviyorum, umarım sizlerin de hoşuna gitmiştir. Tepki vermeyi lütfen unutmayın. Yeni bölümde görüşmek üzere! -EÖÖ

]]>
Sun, 05 Mar 2023 12:02:44 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 23. Kare: Aile Üyeleri https://edebiyatblog.com/kd-23kare-aile-uyeleri https://edebiyatblog.com/kd-23kare-aile-uyeleri Bölüm fotoğrafı: Anete Lusina

Moda’da pazar yoğunluğu hâkimdi. İşletmeler müşterilerle, sokaklar da yayalarla doluydu. Gökhan ve Yağız’la buluşmak için buraya gelen Göksel, arabasını onlarla buluşacağı kafenin bir üst sokağına park edip araçtan indi. Krem rengi baget çantasını omzuna aşan genç kadın mavi elbisesinin eteğini de düzelttikten sonra yürümeye başladı. Bir alt sokağa vardığında haritadan kafenin yerine baktı, ardından sağa doğru yürüdü ve aradığı tabela karşısına çıktı. Derin bir nefes aldı.

İşte, gelmişti.

“Sakin ol,” diye düşündü. “Doğal davran, kendin ol, hiç kasma.”

Göksel kafeye ilerledi. Kafenin önünde küçük bir bahçesi vardı ve tanıdık iki sima kafe binasının önündeki masada oturuyordu. Onlar Gökhan’la Yağız’dan başkası değildi. Yağız, Gökhan’ın iş çıkışına gitmişti ve iki arkadaş buraya beraber gelmişti.

“Moda’ya vardığını yazmıştı,” dedi Yağız karşısında oturan Gökhan’a bakarak. “Şimdiye kadar gelmiş olması gerekmiyor mu?”

“Gelmek üzeredir,” diyen Gökhan çevresine bakındığında kafeye giren Göksel’i gördü. “Geldi bile.”

Yağız başını çevirip kafenin girişine baktığında Göksel’i gördü. Onları gören genç kadının yüzünde hoş bir gülümseme vardı. Gökhan ayağa kalkarken Yağız da ayaklandı.

“Merhaba,” dedi onların yanına giden Göksel. “Çok bekletmedim umarım.”

“Hoş geldin,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ve bekletmedin.”

Çift yanaktan öpüştü.

“Tanıştırayım,” dedi Gökhan. “Yağız, Göksel; Göksel, Yağız.”

“Merhaba,” diyen Göksel ona elini uzattı. Bu esnada onu inceledi. Yağız hafif dalgalı, koyu kestane rengi gür saçları omuzlarına gelen, ufak kahverengi gözlü; kemerli bir burnu, orta dolgunlukta pembe dudakları ve köşeli bir çenesi olan yakışıklı bir gençti. Tüm yazı denizde geçirdiği için ten rengi oldukça bronzdu, üzerine giydiği krem rengi tişörtü bronz teninde çok hoş duruyordu. “Tanıştığıma memnun oldum.”

“Merhaba,” diyen Yağız onunla tokalaştı. “Ben de tanıştığıma memnun oldum Göksel. Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Gökhan yanındaki sandalyeyi çekince Göksel oraya oturdu ve erkek arkadaşına bir gülümseme gönderdi.

“Nasılsın?” diye sordu Gökhan.

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Seni gördüm, daha iyi oldum. Arabayı yakınlarda bir yere park edebildin mi bari?”

“Evet, üst sokağa park ettim. Bu arada sipariş verdiniz mi?”

“Hayır, seni bekledik. Şimdi beraber veririz.”

“Tamam,” diyen Göksel gülümsedi ve Yağız’a döndü. “Sen nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim,” dedi Yağız gülümseyerek. “Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Buluşmaya zaman ayırdığın için teşekkür ederim. Gökhan senden çok bahsediyor, nihayet tanışabildiğimiz için mutluyum.”

“Gökhan senden de çok bahsediyor,” diyen Yağız arkadaşına kısa ve anlamlı bir bakış attı. “Zaman ayırdığın için ben de teşekkür ederim. Çok naziksin.”

“Sevdiğim insanlardan sevdiğim insanlara bahsederim,” dedi Gökhan. Göksel’in beline dokundu. “Hepimiz burada olduğumuza göre hadi siparişlerimizi verelim.”

Menü için masadaki karekodu okutan gençler menüyü inceledi. Kafenin geniş bir menüsü vardı ama hepsi güvenli limanda kalıp kahve sipariş etmeye karar verdiler. Göksel’le Gökhan kapuçinoda karar kılarken Yağız da Americano’yu tercih etti. Bir garsona siparişlerini verdiler.

“Gökhan bahsetti ama bir de senden duymak isterim,” dedi Yağız dirseklerini masaya yaslayıp. “Neler yapıyorsun, nelerle ilgileniyorsun?”

“Öğrenciyim,” diye başladı Göksel. “Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video bölümünde son seneme başlayacağım. Ortaokuldan beri fotoğraf çekiyorum; lisede videoya da merak saldım ve zamanla ikisinde de kendimi geliştirdim, geliştirmeye de devam ediyorum. @kadrajdakidunyalar isminde bir sosyal medya hesabım var, çektiğim fotoğrafları orada paylaşıyorum. Gökhan’ın fotoğrafını da orada paylaşmıştım ve bu şekilde tanışmıştık. Mezun olduktan sonra profesyonel olarak fotoğraf ve video çekimleri yapmak, bu sektörde bir kariyer inşa etmek istiyorum.”

“Çocukluğundan beri bu alanla ilgileniyorsun yani, ne güzel. Bu alanda lisans eğitimi aldığına göre bu sektörde çalışmak ergenliğinden beri hayalindi.”

“Evet, öyleydi. Liseye giderken bu alanda çalışmak istediğimden emindim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm okumak hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri.”

“Senin adına çok sevindim. Son senende başarılar dilerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Sen de kendinden bahsetmek ister misin?”

“Olur,” dedi Yağız. Arkasına yaslandı. “Ben de küçük yaşlarımdan beri müziğe ilgili biriyim. 13 yaşındayken ilk gitarımı aldım ve müziğin ilgim olmaktan çıkıp tutkuma dönüştüğü süreç başladı. Lisede gelecekte ne yapmak istediğimi, hangi meslek dalında çalışmak istediğimi çok düşündüm ve her zaman aynı sonuca ulaştım: Müzisyen olmak istiyordum. Yıllarca süren çalışmalar sonucu İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarını kazandım, ben de son sınıfım ve umuyorum ki önümüzdeki yaz sağ salim mezun olup yoluma bakabileceğim. Bu arada gitarın yanında piyano, bateri ve org da çalıyorum; şarkılar yazıyorum, besteliyorum, söylüyorum.”

“Çok hoş,” dedi başını sallayan Göksel. “Şarkılarını paylaşıyor musun yoksa Gökhan gibi sen de bu konuda çok ketum musun?”

“Gökhan gibiyim. Bu konuda ikimiz de hiç paylaşımcı değiliz. Öyle ki çoğu zaman birbirimizin eserlerini aynı evde yaşadığımız için duyuyoruz ve bir araya gelince, ‘Güzel şarkı/beste,’ diyoruz.”

“Hadi canım,” dedi Göksel gülerek. Gökhan’a baktı. “Bu kadar mı ketumsunuz?”

“Bu kadar,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Bir şarkı ya da beste son hâlini almaya yaklaşmadıysa birbirimize hiç çalmayız. Bir şeyler oluşunca çalıp fikir alışverişinde bulunuyoruz.”

“Senin kadar açık birinin müziği konusunda bu kadar gizemli olduğunu görmek çok ilginç.”

“Kendi tecrübelerimden yola çıkarak şarkı yazdığım için bunu başkalarıyla paylaşmak benim için ekstra zor, paylaşmaya değer şeyler ortaya koymaya çalışıyorum ve bu fikre ulaşana kadar da süreci gizli tutuyorum. Yağız’ın da dediği gibi aynı evde yaşadığımız için birbirimizin çaldığı şeyleri duyuyoruz, birkaç kelimelik yorumlarda bulunup karşı taraf fikrimizi sorana kadar da susuyoruz.”

“Bu çok güzel ve kıymetli bir şey aslında,” dedi Göksel. Yağız’a döndü. “Birbirinize saygı duyuyorsunuz.”

“Kesinlikle çok kıymetli,” diye onayladı Yağız. “Hem ikimiz de çok genciz, hiçbir acelemiz yok. Hâlâ daha kendimizi tanıyor ve gerçekten ne yapmak istediğimizi anlamaya çalışıyoruz.”

“Aynen öyle,” dedi Gökhan. “Sürecin tadını çıkarıyoruz.”

“Takdir ettim,” dedi Göksel ona yaklaşarak. “Yine güzel düşüncelerini konuşturuyorsun.”

“Sanırım,” diyen Gökhan ona uzandı ve onun yanağını öptü. “Bugün ne güzel olmuşsun sen böyle.”

“Ben de aynı şeyi senin için düşünüyordum,” deyip onu inceledi Göksel. Gökhan’ın üstünde yabancı bir şehrin fotoğrafının baskısı olan kısa kollu beyaz bir tişört, dizleri yırtık mavi bir kot ve beyaz spor ayakkabılar vardı. İkisi halka ikisinin de ucunda yıldız olan küpeler kulaklarındaydı, üç yüzüğü de uzun parmaklarını süslüyordu. “Çok hoş olmuşsun.”

“Bugün için süslendim.”

Onlar kısık seste flörtleşirken Yağız yüzünde bir gülümsemeyle onları seyrediyordu. İkisinin gözleri de birbirine bakarken aşkla parlıyor, yüzlerinde güller açıyordu. Birbirlerini ne kadar sevdikleri belliydi ve onları ilk kez beraber gören Yağız onların adına çok sevindi. Özellikle de biricik dostu Gökhan adına. Genç adam mutlu olmayı en çok hak eden kişilerden biriydi ve onun mutlu olduğunu görmek Yağız’ı da mutlu ediyordu.

“Okulunuz da başladı,” dedi Göksel. “Durumlar nasıl? Okulu, dersleri, ortamı özlemiş misiniz?”

“Şahsen çok özlemişim,” diye yanıtladı Gökhan. “Müzikle iç içe olmayı, arkadaşlarımla vakit geçirmeyi çok özlemiştim.”

“Ben de öyle,” dedi Yağız. “Aylar sonra arkadaşlarımı görmek çok iyi geldi, bu hafta hepsi gelmemişti ama yarından itibaren hepsi okulda olur. Senin okulun başladı mı?”

“Önümüzdeki hafta başlıyor,” dedi Göksel. “Bu sene biraz geç başlıyor.”

“Bayağı geç başlıyormuş, geç de biter ama en azından yaz tatilin uzun sürdü.”

“Aynen, ben de olumlu tarafından bakıyorum. Dolu dolu bir yaz tatili geçirdim.”

“Ne güzel. Benim için de öyleydi. Balıkesir’de yaşıyorum biliyorsun; tüm yaz deniz, kum ve güneşin tadını çıkardım. Balıkesir’de de çok arkadaşım var, onlarla vakit geçirip eğlendim ve tabii ki bolca oyun oynadım. Bilgisayar oyunlarını çok severim de.”

“Öyle mi? Favorilerin neler?”

“Sen de mi seviyorsun yoksa?”

“Hayır ama bir ağabeyim olduğu için aşinayım. Oyun oynamayı o da sever, evli bir öğretmen olmasına rağmen hâlâ daha oynuyor.”

“Kaç yaşında?”

“Yirmi yedi.”

“Gençmiş daha, şahsen ben yaşlansam da oynarım gibime geliyor.”

“Muhtemelen o da oynayacak.”

“İşte gerçek bir gamer. Oyunlardan tek bir favori seçemem ama aklıma ilk gelenler PES, GTA, Counter Strike, Valorant, Call of Duty. En çok bunları oynarken keyif alıyorum. Gökhan da oyun oynamayı çok sever.”

“Öyle mi?” diyen Göksel, erkek arkadaşına baktı. “Hiç bahsetmedi.”

“İroni yapıyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ben çalışan bir öğrenci olduğum için oyun oynamaya zamanım kalmıyor ama geçmişte GTA oynadım, PES’i hâlâ daha severek oynarım ve iyiyimdir de, CS’yi de bazen Yağız’ın hesabından oynuyorum.”

PES oynamayı ben de biliyorum.”

“Hadi canım.”

“Harbi mi?” diye atıldı Yağız.

“Harbi,” dedi Göksel gülerek. “Ne dediğimi duymadınız mı? Ağabeyim var. Elbette PES oynamayı biliyorum.”

“Bir gün beraber PES atıyoruz o zaman,” dedi Gökhan. “Hünerlerini görelim Göksel Hanım.”

“Manyak oynarım, şimdiden söyleyeyim.”

“Ben de iddialıyımdır.”

“Hadi bakalım.”

“Ben de gelmek istiyorum,” dedi Yağız. “Yarışma yaparız.”

“Çakala bak,” dedi Gökhan gözlerini kısarak. “Kan kokusuna gelen sırtlan gibisin yemin ediyorum.”

“Yenileceğini bildiğin için böyle yapıyorsun, seni de anlıyorum.”

“Belki ben seni yenemem ama Göksel yenebilir. Manyak oynadığını söylüyorsa gerçekten manyak oynuyordur.”

“En son ne zaman oynadın?” diye sordu Yağız Göksel’e bakarak.

“Geçen pazar olması lazım,” dedi Göksel. “Babamla kapıştık. Kazandım.”

“Evinizde var mı?”

“Var.”

“Başım biraz dertte olabilir,” dedi Yağız gözlerini büyüterek. “Bir gün ayarlayalım da oynamaya gidelim.”

“Olur, bana uyar.”

Genç bir kadın garson onların sipariş ettikleri kahveleri getirdi. Americano’nun sahibini öğrendikten sonra kahveyi Yağız’ın önüne koydu, kapuçinoları da çiftin önüne bıraktı.

“Afiyet olsun.”

“Teşekkür ederiz,” dedi hepsi birden.

Garson uzaklaşınca Göksel fincanı kendine yaklaştırdı. Fincan ağzına kadar doluydu ve kahvenin üstünde oldukça kalın bir köpük tabakası vardı. Lezzetli görünüyordu.

“İlk buluşmamızda kapuçinolarının çok güzel olduğunu söylediğim yer burasıydı,” dedi Gökhan kız arkadaşına dönüp. “Seversen dediğim gibi kışın da geliriz.”

“Öyle mi?” diyen Göksel ince kaşlarını havaya kaldırmıştı. “Bunu bilmeden kapuçino sipariş etmem çok tuhaf.”

“Seni biraz etkilemiş olabilirim ama kapuçino söylemen iyi oldu. Bakalım sevecek misin?”

“Sen güzel diyorsan güzeldir.”

“Bana bu kadar güveniyorsun yani?”

“Tabii ki güveniyorum, sen benim zevklerime güvenmiyor musun?”

“Beni erkek arkadaşın olarak seçtiğine göre güvenilecek bir zevkin var demektir.”

Üçü de gülüştü. Gökhan’a yaklaşan Göksel onun yanağını öptü.

“Haklısın,” dedi genç kadın. “Yetenekli sanatçı kişiliğin, beyefendiliğin ve harika kişiliğinle tam da istediğim gibi bir erkek arkadaşsın.”

Gökhan’ın yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Bak sen,” dedi keyifli bir sesle. “Beyefendiyi hanımefendi, erkeği de kız olarak değiştirirsek ben de senin hakkında tıpatıp aynı düşünüyorum.”

Gökhan da Göksel’in yanağını öperken Yağız kahvesinden büyük bir yudum aldı. Karşısında böyle sevgi dolu bir çift otururken genç adam biraz sap hissetmişti.

“Hadi tadına bak,” dedi Gökhan çenesiyle kahveyi göstererek.

“Bakayım,” diyen Göksel, kahveden bir yudum içti. Yüzünde memnun bir ifade beliren genç kadın başını salladı. “Çok güzelmiş gerçekten. Beğendim.”

“Afiyet olsun.”

“Size de.”

Göksel kahvenin köpüğünden de bir kaşık alıp tadına baktı. Kahve de köpüğü de oldukça lezzetliydi, şeker miktarı da yerli yerindeydi. Gökhan’ın övdüğü kadar vardı.

“Yarın dersiniz var değil mi?” diye sordu Göksel.

“Var,” diye onayladı Yağız. “Öğleden sonra orkestra dersimiz var. Bu dönem ders programımız çok yoğun, zorlu geçecek.”

“Orkestra diye bir dersinizin olması aşırı havalı. Müzikle bu kadar iç içe olmak, müziğin her dalında eğitim almak sizin gibi büyük müzikseverler için harika bir his olmalı.”

“Kesinlikle öyle. Müzikte a’dan z’ye her şeyi öğrendik sayılır, kalanları da bu sene tamamlayacağız. Senin bölümünün içeriği nasıl?”

“Adının hakkını veriyor, derslerimiz fotoğraf ve video temelli. Fotoğraf tarihi, fotoğraf ve video bilgisi, çekim teknikleri, görüntü, tasarım, stüdyo dersleri var; uygarlık tarihi ve sanat tarihi dersleri de aldık.”

“Sanat tarihini biz de aldık,” dedi Gökhan. “Bölüm derslerinden daha çok zorladı vicdansız.”

“Beni de öyle ama çok şey kattı.”

“Aynen. Yağız’ın en iyi olduğu derstir, o kadar iyi ki kıl payı geçti.”

“Geçtim mi geçtim,” dedi Yağız. “Ben Hatice’ye değil neticeye bakarım. Hem ben tarihi sevmem ki sanat tarihini seveyim. Tarihin her türlüsü iç şişiriyor. Tarihçiler alınmasın.”

“Kerem duymasın,” dedi Gökhan gülerek. Kız arkadaşına baktı. “Sanat Tarihi öğrencisi ve bölümünü çok seviyor. Sanat hakkında o kadar bilgili ki insanın ağzını açık bırakıyor.”

“Henüz tanışmadım ama Kerem bana aşırı entelektüel bir hava veriyor,” dedi Göksel. “Sanat Tarihi okuyor, gitar çalıyor falan; boş biri olmadığı belli.”

“Öyledir. Tanıdığım en entelektüel kişi olabilir. Çok kitap okur, dizi/film izler; sürekli kendine bir şeyler katıyor.”

“Bu çok güzel bir şey. Helal olsun.”

“Hakkında sohbet edemeyeceği konu yoktur,” dedi Yağız. “Oturup seninle fotoğrafçılık hakkında bile sohbet eder, bir sürü de fotoğrafçı sayar eminim.”

“Merak ettiğim biri. Bir gün onunla tanışmayı da isterim.”

“Tanıştırırım,” dedi Gökhan. “O da seni merak ediyor ve tanışmayı o da ister.”

“Anlaştık.” Göksel yeniden Yağız’a döndü. “Sen ne tür müzikler dinlemekten hoşlanıyorsun? Pek çok türü dinliyorsundur da favorilerin hangileri?”

Yağız düşünmeden, “Rock favorim,” dedi. “Sert riff’ler, uzun ve melodik sololar dinlemekten büyük keyif aldığım şeyler. Yerli yabancı yüzlerce grubu çok severek dinliyorum. Metal müziği de çok severim, insanların birçoğu için şiddeti çağrıştırsa da benim huzur bulduğum bir tür. Müzik dinlediğimde yüzde doksan bu iki türü dinlerim. Üzerinde çalıştığım şarkılarım da rock türündeler bu arada. Bunlar dışında Gökhan kadar olmasa da blues da severim, Yavuz Çetin çok sevdiğim bir müzisyendir ve en çok dinlediğim blues sanatçısıdır.”

“En sevdiğin gruplar hangileri?”

“Of, cevaplaması en zor olan sorulardan bir tanesi. Rock müzikte eski grupları daha çok seviyorum; Led Zeppelin, Pink Floyd, The Beatles, Aerosmith, Queen, The Rolling Stones, Nirvana... Çok var ama aklıma ilk gelenler bunlar, rock müziğin efsanevi isimleri hatta tanrıları.”

“Bunları dinleyerek büyümüş olmalısın.”

“Aynen, beni çok etkileyen gruplar ve müzisyenlerdir. Sen neler dinliyorsun? Biraz da sen bahsetmek ister misin?”

Yağız’ın da ona bu konuda soru sorması, sohbeti devam ettirmesi Göksel’in hoşuna gitti. Bu tanışma buluşması iyi geçiyordu ve zaman ilerledikçe ikili arasındaki iletişim de gelişiyordu. Korktuğu hiçbir şey başına gelmemişti: Ne suspus oturuyordu ne de konuşunca saçmalıyordu.

“Bahsedeyim,” dedi Göksel gülümseyerek. Konuşmadan önce kahvesinden bir yudum içti. “Kafa şişirmeyen tüm şarkıları dinleyebilirim. Alternatif, pop, R&B, hafif rock türleri favorilerim. En sevdiğim müzisyen The Weeknd’dir, bütün şarkılarını çok severek dinliyorum. Grup olarak da Cigarettes After Sex’i çok severim. Yerli olaraksa çoğunlukla rock gruplarını dinliyorum: Duman, mor ve ötesi, maNga, Pinhani; daha yeni olanlardan Yaşlı Amca, Dolu Kadehi Ters Tut, Son Feci Bisiklet gibi.”

“Yerli müzik konusunda çok zevkliymişsin,” dedi Yağız memnun bir surat ifadesiyle. “Eski rock grupları efsane, yenileri de çok güzel ve gelecek vaat eden gruplar. Yabancı olanları dinlemiyorum ama The Weeknd çok popüler olduğu için tarzına aşinayım, farklı ve özgün bir tarzı var.”

“Evet ve onunla ilgili en sevdiğim şey de bu. Sanat insanın kendini hiçbir kalıba sokmadan özgürce ve dilediği şekilde ifade edebileceği bir alan, The Weeknd ya da gerçek adıyla Abel da bunu başarıyla yapan sanatçılardan biri.”

“Böyle düşünüyorsan böyledir tabii. Sonuçta sen de bir sanatçısın ve başka sanatçılara da bir sanatçının gözüyle bakabiliyorsun.”

“Kendime sanatçı diyemem ama kendi de ortaya eser koyan birinin gözünden bakınca dediğin gibi pek çok şeyi görebiliyorum.”

“Gökhan çok mütevazı biri olduğundan da bahsetmişti.”

“Atladığın bir nokta var mı?” dedi Göksel, erkek arkadaşına bakarak. Hep beraber gülüştüler. “İddiasız bir yaşam sürmek hoşuma gidiyor diyeyim.”

“Öyle bir havan da var.”

“Genelde böyle söylerler.”

Gökhan elini Göksel’in beline koyup genç kadının belini okşamaya başladığında Göksel ona kısa bir bakış atıp gülümsedi, sol elini genç adamın dizine koydu ve ardından kahvesinden büyük bir yudum içti.

“Ailen ne yapıyor?” diye sordu Yağız. “Ne işle meşguller?”

“Babam bir mağazada müdür,” diye cevapladı Göksel. “Annem de bir şirketin pazarlama departmanında müdür yardımcısı. İkisi de İşletme mezunu ve uzun yıllardır bu sektörde çalışıyorlar. Ağabeyim coğrafya öğretmeni, geçen sene evlendiği eşiyle birlikte Ankara’da yaşıyor.”

“Ankara mı?” diyen Yağız şaşırarak Gökhan’a baktı. Onun ailesinin de Ankara’ya taşındığını biliyordu. “Merkezindeler mi?”

“Evet, Keçiören’deler.”

“Ziyarete gidiyor musunuz ya da sen tek başına gidiyor musun?”

“Ankara’da evlendikleri için düğün dönemi oradaydık ama sonrasında fırsatımız olmadı.”

“Anladım. Benim annem de Nüfus Müdürlüğü’nde memur, babam da bir fabrikada ustabaşı. 17 yaşında Yiğit adında bir kardeşim var, bu sene üniversite sınavına hazırlanıyor. Hedefi mühendis olmak, hiç bana çekmemiş ama bunun dışında birbirimize benzeriz. İkimiz de şakacı, enerjisi her daim yüksek, eğlenceli, oyun oynamayı çok seven insanlarız.”

“Bir kardeşe sahip olmak çok güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok yakın mısınızdır?”

“Etle tırnak gibiyizdir. Keratayı çok severim, tüm ailem bir yana Yiğit bir yana; o derece.”

“Kardeşin yeri gerçekten çok ayrı oluyor, seni iyi anlıyorum.”

“O zaman senin de ağabeyinle aran iyi?”

“Evet, her kardeş gibi bizim de atışmalarımız, birbirimizi gıcık etmelerimiz oluyor ama bunlar da birbirimizi sevdiğimiz için zaten. Ağabeyim Giray çok esprili, komik, eğlenceli, deli dolu biridir; ailemizin neşesidir.”

“Adı Giray mı? Bizim isimlerimiz gibi sizinkiler de uyumluymuş.”

“Aynen, ebeveynlerim uyumlu olmasını istemiş.”

“Bizimkiler de öyle.”

İkili birbirine gülümsedi.

“Tek çocuk olan ben konuya aşırı Fransız kaldım,” dedi Gökhan. Kahvesinden içti. “Aslında bir kardeşim olmasını isterdim ama annemle babam onun da travması olacağı için tek çocuk olmam en iyisi olmuş. Bir başka çocuğun da travmatize edilmesini istemezdim.”

Göksel destek olurcasına onun kolunu sıvazladığında Gökhan ona gülümsedi ve eliyle genç kadının kolundaki elini okşadı.

“En azından kardeşinin sana destek olacağını, seni anlayacağını düşünüp bir kardeşin olmasını isteyebilirdin,” dedi Göksel. “Ama kalbin öyle büyük ki kendini düşünmektense hiç var olmamış kardeşini düşünüyorsun. Çok tatlısın.”

“Ne kadar zor olduğunu biliyorum ve bunu hiç kimsenin yaşamasını istemem. Ben yaşanılanları göğüsleyebildim, aileme karşı gelip istediğim hayatı kurabildim, kendi ayaklarımın üzerinde durabildim ama kardeşim olsaydı belki de bunu başaramazdı ve onun için çok üzülürdüm. Bazen yalnız yol almak en iyisi.”

“Haklısın,” dedi onu dikkatle dinleyen Yağız. “İki kişilik hüzün yaşamaktansa tek kişilik hüzün yaşamak daha iyi. Despot aileler tüm çocuklarına aynı şeyi yaşatıyor.”

“Aynen öyle. Hem belki öz kardeşim olmayabilir ama öz kardeşim gibi yakın olduğum, değer verdiğim dostlarım var. Sen varsın, Kerem var, Barışlar var, Buğralar var. Sizler bana kardeş olmak için kan bağına gerek olmadığını gösterdiniz.”

“Bak ya, duygulandırmasına pezevenk.” Yağız, Göksel’e döndü. “Pardon, özür dilerim.”

“Sıkıntı değil,” dedi Göksel gülerek. “Pezevenk hariç aynı şeyleri düşünüyorum.” Erkek arkadaşına baktı. “Ortamı duygulandırma.”

“Duygular yasaklandı mı?” dedi Gökhan. “Size de iki güzel laf söylemeye gelmiyor. Tamam, artık güzel söz yok.”

“Güzel söz elbette yasaklanmadı ama sen güzel ve çok duygusal şeyler söylüyorsun; hâliyle biz de çok duygulanıyoruz ama şu an duygulanmasak daha iyi olacak.”

“Öyle olsun. Aile üyelerimle aynı masada oturunca çok duygusallaştım, mazur görün.”

“Aile üyelerin mi?” diyen Göksel’in yüzünde şaşkın bir gülümseme oluştu.

“Evet, aile üyelerim. Biricik sevgilim ve kardeşimle aynı masada oturuyorum.”

Göksel başını onun omzuna yaslayınca, Gökhan gülümseyerek onun yanağını okşadı.

“Göksel’i de kaybettik,” dedi Yağız. “Çabuk kendinize gelin yoksa harbiden bozuşuruz.”

“Tamam tamam,” diyen Göksel başını erkek arkadaşının omzundan kaldırdı. “Çok tatlı ve kıymetli bir cümleydi, bunu söylemeden geçemeyeceğim. Sen de benim ailemin bir üyesisin.”

“Bunu duyduğum iyi oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Bak şimdi çok keyiflendim.”

Genç adam kahvesinden bir yudum içti.

“Biraz fotoğrafçılığın hakkında sohbet etmek istiyorum,” dedi Yağız, Göksel’e bakarak. “Ne tarz fotoğraflar çekiyorsun?”

“Konuşmayı sevdiğim bir konu,” dedi Göksel. “Sokak ve mimari fotoğrafçılığı favorilerimdir. Fotoğraf çekmeye de sokakları, binaları çekmekle başladım ve aradan geçen uzun yıllarda bu iki türe olan sevgim hiç azalmadı. Doğma büyüme İstanbullu olarak bu tarihî şehrin eski sokaklarını, görkemli yapılarını çekmekten büyük keyif alıyorum. Gökyüzünü çekmeyi de çok seviyorum, özellikle gün doğumu ve gün batımı vakitleri çoğu kişi gibi benim de favorim. Analog fotoğrafçılığı da çok severim, fotoğraflardaki eski hava aşırı hoşuma gidiyor. Son yıllarda film fiyatları müthiş arttı ama ara sıra çekmeye devam ediyorum. Bir de polaroid kameram var, makine fotoğrafın fiziksel kopyasını çıkardığı için çoğunlukla kendimi ve çevremdekileri çekip anı olarak saklıyorum. Genelde insanları çekmem, birinin fotoğrafını çekmeyi istemem için kişinin o an yaptığı şey ilhamımı uyandırmalı; onun dışında fotoğraf çekesim gelmiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan sırıtarak. “Demek ilhamını uyandıran insanların fotoğraflarını çekiyorsun.”

“Aynen öyle yapıyorum,” dedi Göksel ona yandan bir bakış atarak. “Mesela bir kafede sahne alan olağanüstü bir müzisyen benim ilhamımı uyandırabilir, beni kendine hayran bırakabilir ve ben ölünceye dek onun fotoğraflarını çekmek isteyebilirim.”

“Mesela sen de bir kafede sahne alan bir müzisyenin ilhamını uyandırabilir, onu kendine hayran bıraktırabilir ve müzisyen ölünceye dek senin için şarkılar yazıp çalmasına neden olabilirsin.”

“Mesela siz de bu tatlılığınızla birilerini çok sap hissettirebilirsiniz,” diye araya girdi Yağız. Parmağıyla kendini işaret etti. “Birileri.”

Göksel ve Gökhan gülüştü.

“Maşallah de,” dedi Gökhan. “Nazar değmesin.”

“Maşallah,” dedi Yağız. “Tü tü tü tü. Kıçınızı kaşıyın.”

Gökhan onun dediğini gerçekten de yapınca masadan kahkaha sesleri yükseldi.

“Sen de kaşı,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Aman diyeyim nazara gelmeyelim.”

“Bir şey olmaz,” dedi Göksel. “Aramızdaki şey kem gözlerin art niyetinin etki edemeyeceği kadar gerçek.”

“Hatırlat da ortam müsait olunca seni öpeyim.”

“Unutabilirsin yani?”

“Yok, unutmam da formaliteden söyledim, sana haber vermek için.”

“Peki.”

Göksel onun gözlerinin içine bakarak kahvesinden bir yudum içti.

“Konu da dağıldı ama fotoğrafçılığım hakkında bunları söyleyebilirim,” dedi Göksel, Yağız’a bakarak. “Kısa ve öz şekilde anlatmaya çalıştım.”

“Sokak ve mimari demek,” dedi Yağız. “Dijital fotoğrafların yanında analog ve polaroid fotoğraflar da çekiyormuşsun. Epey geniş bir fotoğrafçılık alanın varmış, takdire şayan.”

“Teşekkür ederim. Fotoğrafçılığın her türünü, her alanını seviyorum ve farklı fotoğraflar çekmekten hoşlanıyorum.”

“Hesabını takibe alabilirim değil mi? Fotoğraflarını görmeyi çok isterim.”

“Elbette alabilirsin, buna çok da sevinirim.”

“O zaman hemen takip edeyim,” diyen Yağız telefonunu aldı ve hesabına girip Göksel’in hesabını buldu. Hesabın isim ve biyografi kısmında hâlâ aynı şeyler yazıyordu fakat profildeki sayılarda değişiklikler vardı. Hesabın 71 gönderisi, 826 takipçisi ve takip ettiği 227 hesap vardı. Genç fotoğrafçının aktif olarak fotoğraf paylaştığı hesabı gün geçtikçe büyümeye devam ediyordu.

Dünya, kadrajımıza yansıdığı kadardır,” diye dile getirdi Yağız biyografide yazan cümleyi. “Çok güzel bir cümle. Sana mı ait?”

“Evet,” dedi Göksel gülümseyerek. “Hesabımın adını açıklayan bir cümle. Teşekkür ederim.”

“Epey renkli bir hesaba benziyor.” Yağız hesabı takip etti. “Müsait olduğumda inceleyeceğim.”

“Ben de seni takip ederim. Kişisel bir hesabım yok, bu yüzden tanıdıklarımı buradan takip ediyorum.”

“Kişisel hesabın yok mu?” diyen Yağız çok şaşırdı. “Bu devirde böyle birini bulmak çok zor.”

“Sanırım öyle. Kendimi paylaşmaktansa çektiğim fotoğrafları paylaşmak daha cazip geliyor.”

“Herkesin kendi kararı sonuçta.”

“Aynen.”

Göksel de kendi cep telefonunu çıkardı. Gökhan’la Yağız okul hakkında konuşurken Göksel de sosyal medya hesabına girdi. Yeni takipçisinin bildirimi hemen gelmişti.

Yağız Korkmaz

Balıkesir/İstanbul

İÜ Devlet Konservatuvarı

Genç adamın profil fotoğrafında dışarıda çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Yağız gülümsemeden poz vermiş, yüzünün iki yanından omuzlarına dökülen dağınık saçları ona şirin bir hava katmıştı. Hesabı gizliydi; 25 gönderisi, 957 takipçisi ve takip ettiği 736 hesap vardı. Gökhan gibi Yağız da çevresi çok geniş biriydi ve bu sayılar bunu açıkça gösteriyordu.

Onun hesabını incelemeyi bitiren Göksel genç adama takip isteği gönderdi. İlk görüşmeden birbirlerini takip de ettiklerine göre bu tanışma buluşması gerçekten de iyi geçiyordu.

“Aha ben,” dedi Gökhan, Yağız’ın biyografisinin altındaki hesabını göstererek. Gökhan, Yağız’ı takip ettiği için hesabı orada görünüyordu. “Profil fotoğrafım çok eskidi, değiştirsem mi acaba?”

“Olabilir,” dedi ona bakan Göksel. “Bir sürü güzel fotoğrafın var.”

“Senin çektiklerin favorim. Bir tanesini koyayım.”

“Nasıl istersen.”

Gökhan onun yanağından makas aldıktan sonra Yağız’a döndü. “Senden bir ricam olacak,” dedi. “Fotoğrafımızı çeker misin?”

“Çekerim tabii,” dedi Yağız. “Kimin telefonuyla?”

“Göksel’inkiyle. Malum benimki fosil sayılacağı için fotoğraf çekme konusunda da çağın çok gerisinde.”

“Telefonlar da aşırı pahalandı,” dedi Göksel. Telefonunu Yağız’a uzattı. “İlk fırsatta yenisini alırsın artık.”

“Öyle yapacağım.”

Birbirine iyice yaklaşan çift samimi pozlar verdiğinde Yağız onları çekti.

“Çok tatlı çıktınız,” dedi Yağız. “Alıp inceleyin bakalım.”

Göksel’le Gökhan çekilen birkaç fotoğrafı incelediğinde fotoğraflara bayıldılar. Hepsinde çok hoş çıkmışlardı.

“Bunu hikayeme atacağım,” dedi Gökhan. Ekranda açık olan fotoğrafta Göksel yanağını Gökhan’ın omzuna yaslamıştı, Gökhan da kolunu genç kadının beline sarmıştı. “Çok sevdim. Hemen bana gönderir misin?”

“Ben de çok sevdim,” dedi gülümseyen Göksel. “Göndereyim.”

Göksel fotoğrafların linkini oluşturarak erkek arkadaşına gönderdi. Gökhan fotoğrafları hemen indirdi ve söylediği fotoğrafı hikayesinde paylaşmak üzere seçti. Fotoğrafın altına Gök Yüzlü yazıp sonuna da mavi kalp emojisi ekledi.

Gök Yüzlü,” dedi onun ekranına bakan Göksel. “Bana böyle söylemen aşırı hoşuma gidiyor.”

“Benim de,” dedi gülümseyen Gökhan. “Tam olarak seni yansıtan bir hitap.”

Gökhan hikayeyi paylaştı. Bu fotoğraf Maltepe’de piknik yaparken çekilen fotoğraftan sonra paylaştığı ikinci fotoğraflarıydı.

“Ayda bir bizi paylaşıyorsun,” dedi Göksel. Çenesini onun omzuna yasladı. “Yani henüz ikinci ayımızdayız zaten ama şimdiden iki kere paylaştın. Hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak. “Benim de gidiyor.”

“Ben de buradayım,” dedi Yağız el sallayarak. “Selamlar, merhabalar, iyi günler.” Çift ona döndü. “N’aber?”

“Aa Yağız sen de mi buradaydın?” dedi Gökhan. “Seni unutmuşuz ya kusura bakma.”

“Ulan dua et de Göksel yanımızda yoksa sana verecek çok iyi bir cevabım vardı ama kızın yanında beyefendiliğimi bozmayayım. Eve geçince görüşürüz.”

“Görüyorsun değil mi?” dedi Gökhan kız arkadaşına dönüp. “Herkesin içinde alenen beni tehdit ediyor.”

“Yakın arkadaşınla atışmak çok keyifli,” dedi Göksel gülerek. “Siz de epey komiğe benziyorsunuz.”

“Görüp görebileceğin en komik ikiliyizdir,” dedi Yağız. “Sen bunun âşık tarafını görüyorsun ama bir de benim yanımda gör. Bambaşka birine dönüşüyor. Kötü anlamda demiyorum tabii, çok komik, eğlenceli ve biraz da manyak biri oluyor.”

“En yakın arkadaşımızın yanında hepimizin içinden farklı biri çıkıyor, çok normal.”

“Kesinlikle.”

“Senin hayatında biri var mı?”

“Hayır, yok.”

“O yalnız kurt,” dedi Gökhan. “Ben de öyleydim ama artık değilim tabii.”

“Satıldım,” diyen Yağız gülümsedi. “Şaka yapıyorum elbette, ciddiye alma lütfen Göksel.”

“Farkındayım,” dedi Göksel. Erkek arkadaşına döndü. “Arkadaşını satman hiç hoş bir davranış olmamış Gökhan.”

“Hainin tekiyim,” diye onların şakalaşmasına ortak oldu Gökhan. “Bana yazıklar olsun.”

“Pü!” dedi Yağız ama hemen ardından bir kahkaha patlattı. “Göksel sen de eğlenceli birine benziyorsun, bundan hoşlandım. Kasıntı bir tip olsaydın çoktan surat asmaya başlamıştın ama ne olur ne olmaz diye sorayım: Buradan kalktıktan sonra bu konuşmalar için Gökhan’a dünyayı dar etmeyeceksin değil mi?”

Göksel eliyle ağzını kapatıp gülerken, Gökhan da başını kaldırıp güldü.

“Onu doğduğuna pişman edeceğim,” dedi Göksel gözlerini kısarak. “Bana mesaj attığı o güne lanet okuyacak.”

“Bu bana dünyayı dar etmenden bile daha imkânsız,” dedi Gökhan. “Çünkü hayatımda yaptığım en doğru şeylerden biriydi.”

“Ben bile düştüm,” dedi Yağız. Göksel’e baktı. “Bu olmuş değil mi?”

“Hem de harika olmuş,” dedi Göksel gülümseyerek. “Daha iyi bir oluşum düşünemezdim.”

“Sen varsın ya,” dedi Gökhan. Bir an durdu. “Benden harbiden olmuş lan. Aferin bana.”

Göksel onun diğer yanağından tutarak kendi tarafındaki yanağını öptü.

“Seni çok seviyorum,” diye fısıldadı genç kadın onun kulağına. “Çok.”

“Ben de seni,” diyen Gökhan da fısıldadı. “Çok ama çok.”

Yağız yeniden fincanına uzandı ama kahvesinin bittiğini görünce suratını astı.

“Artık hem sap hem de kahvesizsin oğlum,” diye düşündü. “Yenisini mi söylesem? Söyle tabii canım, nasıl olsa bedava. Hem sap hem kahvesiz hem de çulsuzsun be oğlum. Olsun, hâlâ komik, yakışıklı ve iyi bir müzisyenim.”

Kendi kendine gülümseyen genç adam arkasına yaslandı.

“Yağız kahvesini bitirmiş,” dedi Gökhan onun boş fincanını fark edince. “Biz de bitirince kalkalım mı? Sen ailenle akşam yemeği yiyeceksin, biz de eve dönüp işlerimizi yaparız.”

“Olur, kalkarız,” diye onayladı Göksel. Ailesine akşam yemeğine kadar döneceğini ve yemeği onlarla yiyeceğini söylemişti. Dinçerler özellikle pazar günleri kahvaltı ve akşam yemeğini birlikte yemeye özen gösteriyordu. “Benim kahvem de bitmek üzere zaten.”

“Felaket bir trafik vardır şimdi,” dedi Yağız.

“Yaklaşık yirmi iki senelik bir İstanbullu olarak alışkınım, bir şey olmaz.”

“Yirmi iki sene mi? Yirmi iki yaşına mı gireceksin?”

“Evet, 2000 aralık doğumluyum. Sizden biraz büyüğüm.”

“Anladım. Gökhan aralık doğumlu olduğunu söylemişti diye hatırlıyorum ama 2001 olduğunu sanmıştım. Öğrenmiş oldum.”

“Söylemedim mi?” diye sordu Gökhan. “Hayret, bundan bahsetmemişim. İşte bu şaşırttı.”

Gülüştüler.

“Senin doğum günün ne zaman?” diye sordu Göksel.

“22 Temmuz,” diye yanıtladı Yağız. “Gökhan’dan 13 gün küçüğüm.”

“Benim doğduğumu anlayınca hemen peşimden gelmiş,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçek dost dediğin budur.”

“Tabii ki. Kardeşim doğmuş, ben de durur muyum, attım kendimi dışarı.”

“Çok romantiksiniz,” dedi onlara bakan Göksel. “Sizi yakıştırmamak için kendimi zor tutuyorum.”

Gökhan’la Yağız gür sesle kahkaha attılar.

“Bizi yakıştıran ilk kişi olmazdın,” dedi Yağız. “Muhtemelen sonuncu da olmazsın.”

“Kesinlikle olmaz,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Geçmişte bizi yakıştırdığını söyleyen ya da sevgili olduğumuzu düşünen birkaç kişi oldu. Biriyle aynı sınıftayız. Kızı sevgili olmadığımıza ikna edemedik resmen. Defalarca kez uzaktan bizi izlerken hatta resmen dikizlerken bulduk, olası bir yakınlaşma için tetikte bekliyordu manyak. Neyse ki seninle fotoğrafımı görünce ikna olmuş olmalı ki bu hafta görüştüğümüzde tebrik etti.”

“Hadi canım,” dedi Göksel gülerek. “Biraz manyakmış sahiden. En azından ikna olmuş.”

“Bana pek ikna olmuş gibi gelmedi ama bilemiyorum,” dedi Yağız gözlerini büyüterek. “Bizi dikizlemesin de ne düşünüyorsa düşünsün.”

“İlginç biriymiş.”

“Emin ol en ilginç insanlardan biri. Garip bir havası var zaten, hiç ısınamadım.”

“O konuda haklısın,” diyen Gökhan kahvesinin son yudumunu da içti. “Kızın da arkasından konuşmuş olduk ama yapacak bir şey yok.”

“O da bizim arkamızdan konuşuyordur, boş ver.”

“Yüksek ihtimalle.”

“Bir de kadınlara dedikoducu derler,” dedi Göksel gülerek. “Siz erkekler de hiç geri kalmıyorsunuz.”

“Sen buna dedikodu diyorsan bizi gerçekten dedikodu yaparken görsen şoka girersin.”

“Haklı,” dedi Yağız. “Bu kız hakkında konuşacak çok bir şeyimiz yok, kendisini gerçek anlamda tanımıyoruz bile ama tanıdığımız kişiler hakkında yaptığımız konuşmaları bir duysan şoke olursun.”

“Mesela?” dedi Göksel.

“Şu an örnek veremeyiz,” diye cevapladı Gökhan. “Bir gün denk gelince görürsün.”

“İyi bakalım, öyle olsun.”

Göksel ona yandan bir bakış attıktan sonra kahvesini bitirdi ve peçeteyle ağzını sildi.

“Göksel de kahvesini bitirdi,” dedi Gökhan. “İsterseniz yavaştan kalkalım.”

“Olur,” dedi Göksel. “Sizin evde işleriniz vardır, ben de eve dönüp akşam yemeğine yetişirim.”

“Yemeğimiz yok,” dedi Yağız. Ofladı. “Çamaşırları da toplayıp yerleştirmemiz gerek.”

“Yemek yapmadın mı?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Ne işe yarıyorsun lan sen? Ben çalışıp eve ekmek getiriyorum, sen bir tencere yemek yapamıyor musun? Bari çamaşırları toplasaydın.”

“Ben evden çıkarken daha kurumamışlardı. Yemeğe de vakit bulamadım. Kahvaltı edip duş aldıktan sonra evden çıktım.”

“Sus, tek kelime daha etme.”

“Affet beni evimin direği.”

Göksel kendini tutamayıp bir kahkaha patlattığında delikanlılar da güldü.

“Ciddi değilsiniz değil mi?” dedi Göksel. “Şakalaştığınızı düşünüyorum.”

“Elbette ciddi değiliz,” dedi Gökhan. “Sürekli yaptığımız gibi atışıyoruz.”

“Ama çalışma konusunda haklısın,” dedi Yağız dostuna bakarak. “Sen çalıştın, yemek işini de ben halledeyim. Ne istiyorsan söyle, ısmarlayacağım.”

“Eyvallah kardeşim ama cidden dalga geçiyordum, birlikte bir şeyler pişiririz.”

“Ben de ciddiyim, bugün sana yemek ısmarlamak istiyorum.”

“Hiç zahmet etme, bir makarna pişirip yeriz.”

“Israr ediyorum.”

“Peki o zaman,” dedi Gökhan çok zorlamadan. “Bir hamburgerini yerim.”

“Hayhay, istediğin hamburger olsun. Akşama sipariş ederiz.”

“Adamsın.”

“Sen de.”

“Hadi yine iyisin,” diyen Göksel omzuyla erkek arkadaşının omzuna dokundu. “Oturduğun yerden hamburgeri de kaptın.”

“Şanslı günümdeyim,” dedi Gökhan sırıtarak. “Midem bayram ediyor.”

Üçlü masadan kalktı.

“Bugün ben ısmarlamış olayım,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Ben davet ettim, ben ödeyeyim.”

“Hafta içi görüştüğümüzde de sen ısmarladın,” dedi Göksel. “Üst üste ikinci olacak.”

“Sonrakini sen ısmarlarsın.”

“Ondan sonrakini de.”

“Tamam, ondan sonrakini de.”

“Anlaştık.”

Gökhan hesabı ödediğinde kafeden ayrıldılar.

“Arabam üst sokakta,” dedi Göksel. “Siz hangi tarafa gideceksiniz?”

“Biz de yukarı gideceğiz,” dedi Gökhan. “Caddeden otobüse binip eve geçeriz. Birlikte yürüyelim.”

“Tamam.”

Göksel’le Gökhan el ele tutuştu, Yağız da onların yanında yürümeye başladı.

“Çok güzel bir buluşmaydı,” dedi Gökhan. “Umarım sizler için de keyifli olmuştur.”

“Kesinlikle keyifliydi,” dedi Yağız gülümseyerek. “Bir gün PES oynamak için de buluşalım.”

“Buluşalım,” diyen Göksel başını eğip Gökhan’ın yanındaki Yağız’a baktı. “Ve benim için de çok keyifli bir buluşmaydı. Mutlaka tekrar edelim.”

“Ederiz. Organizatörümüz ayarlar, değil mi?”

“Tabii ki,” dedi Gökhan. “En sevdiğim iki kişiyle vakit geçirmek en çok benim için güzeldi, siz de istediğinize göre bunu vakit buldukça yapmalıyız.”

Göksel yanağını onun omzuna sürttüğünde Gökhan onun sarı saçlarına bir öpücük kondurdu. Saniyeler sonra üst sokağa vardılar. Göksel’in beyaz arabası hemen ileride duruyordu.

“Tanıştığıma çok memnun oldum Yağız,” dedi Göksel genç adamın karşısında durarak. Ona elini uzattı. “Çok keyifli vakit geçirdim. Zaman ayırdığın için teşekkür ederim.”

“Ben de çok memnun oldum,” diyen Yağız onunla tokalaştı. “Benim için de çok keyifliydi, zaman ayırdığın için ben de teşekkür ederim.”

“Ben Göksel’e aracına kadar eşlik edeyim,” dedi Gökhan. “Onu yolcu ettikten sonra biz de gideriz, olur mu?”

“Olur, ben burada beklerim.” Yağız yeniden Göksel’e döndü. “Kendine iyi bak. Görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak,” dedi Göksel. “Tabii Gökhan’a da. Görüşmek üzere.”

“Hiç merak etme, kerata bana emanet.”

Gülüştüler. Ardından Göksel’le Gökhan beyaz arabaya doğru yan yana yürümeye başladı.

“Bugünün benim için ne kadar anlamlı olduğunu tahmin edemezsin,” dedi Gökhan kız arkadaşına bakarak. “Burada olduğun, bize zaman ayırdığın için teşekkür ederim.”

“Sizinle takılmaktan çok hoşlandım,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok eğlencelisiniz. Mutlaka tekrar edelim.”

“Elbette ederiz.”

“Sana söylemek istediğim bir konu var,” dedi Gökhan arabanın yanına vardıklarında. “Geçmişte kalan bir konu ama bilmenin iyi olacağını düşünüyorum.”

“Nedir?” diye sordu Göksel ona doğru dönüp.

“Üniversitenin birinci senesinde sınıftan bir kızla kısa süren bir ilişkim oldu. Adı İpek, o zamanlar aynı arkadaş grubundaydık ve birinci dönemi hep beraber geçirdik; ikinci dönemde de dört ay süren kısa bir ilişki yaşadık. Çok geçmeden ikimiz de birbirimize olan hislerimizin tamamen arkadaşça olduğuna kanaat getirip arkadaş kalmaya karar verdik. Eski yakınlığımız elbette kalmamıştı, artık aynı grupta da takılmıyorduk ve denk geldikçe ayaküstü sohbet edip hâl hatır soruyorduk. Bu hafta okula gelmedi ama yarından itibaren okulda olacaktır, bu yüzden onu görmeden önce durumu sana açıklamak istedim çünkü yine ayaküstü de olsa sohbet ederiz, biliyorum. Şu an onun hayatında da biri var zaten, o da benim gibi ilişkisinde çok mutlu görünüyor ve onun adına seviniyorum. O da benim adıma sevinecek türden bir kız, kötü ayrılmadık ve dediğim gibi arada sohbet ettiğimiz için durumu sana açıklamak istedim. Eski sevgili deyince insanın kafasında direkt potansiyel bir düşman canlanıyor ama lütfen böyle düşünme, şu an ikimiz de kendi yolumuzda gerçekten sevdiğimiz insanlarla yürüyoruz.”

Göksel onu pürdikkat dinledi. Gökhan konuşmasını bitirince onun söylediklerini düşünmek için kendine birkaç saniye tanıdı.

“İlk olarak bunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim,” dedi Göksel onun gözlerinin içine bakarak. Genç adamın ellerini tuttu. “Geçmişine saygı duyuyorsun ve kız arkadaşın olarak benim yapacağım şey de budur. Önemli olan dün değil, bugün ve bugün biz varız, birlikteyiz ve birbirimizi seviyoruz. Anladığım kadarıyla İpek de olgun bir kız, bu durumda ne yapacağını biliyor ve yapıyor da.”

“Seni çok seviyorum biliyorsun değil mi? Harikasın.”

“Biliyorum, bildiğim için sana dair hiçbir şüphem de yok zaten. Peki İpek’in senin hayatında biri olduğundan haberi var mı?”

“Takipleşiyoruz, hikayelerimden görmüştür.”

Göksel ona bir adım yaklaştı. “Birazcık, çok azıcık kıskanmış olabilirim ama o kadar olacak,” deyip gülümsedi. “Geçmiş adı üstünde geçip gitti, önemli olan şimdi.”

“Senin benden önce sevgilin olmamış ama çevrende bir zamanlar görüştüğün birileri varsa sen de söyleyebilirsin,” dedi Gökhan. Omzunu silkti. “Haberim olsun diye yani.”

“Sadece bu yüzden yani?”

“Hı hı.”

“İçin rahat olsun,” dedi Göksel gülerek. “Çevremde öyle biri yok. İkinci sınıfta görüştüğüm biri olmuştu ama o mühendislik öğrencisiydi, bir terslik çıkmadıysa da bu yaz mezun olmuş olmalı.”

“Ne kaybettiğinin hiçbir zaman farkında olmayacak. Üzüldüğümü söyleyemem.”

Göksel kıkırdadıktan sonra ona uzandı ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Genç kadın elini onun ensesine götürürken, Gökhan da onu belinden kavrayıp kendine yasladı. İkilinin dudakları nazikçe birbirine karışmaya başladı.

Biraz ileriden onlara bakan Yağız, ikili öpüşmeye başlayınca bakışlarını kaçırdı. Genç adamın yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı geri çekilen Gökhan. Dudaklarının sonraki durağı genç kadının alnı oldu. “Bunu aklından bir an olsun çıkarma.”

“Beni sevdiğini her an hissederken böyle bir şey mümkün değil,” dedi Göksel. Elleriyle onun yanaklarından tuttu. “Ben de seni seviyorum. Dününle, bugününle ve yarınınla. Sen de bunu aklından bir an olsun çıkarma.”

“Şu an seni arabaya yaslamamak için kendimi o kadar zor tutuyorum ki verdiğim mücadeleyi bilseydin bana ödül verirdin.”

“Bakışlarından anlaşılıyor.”

“Az sonra başka yerlerimden de anlaşılabilir.”

“Yavaş.”

“Asıl sana yavaş. Bu kadar güzel şeyler söyleyen, beni kendine daha çok âşık eden sensin. İçimdeki ateşi harlıyorsun.”

“İçindeki ateş harlanmaya dünden meraklı olmasın sakın?”

“O da var ama senin tahrik gücün en etkili faktör. Bakma öyle, o masmavi iri gözlerini gözlerimin içine dikmen hiç yardımcı olmuyor.”

Göksel gülümsediğinde Gökhan şaşırdı. Genç kadın alt tarafa doğru kısa bir bakış attı.

“Böyle kıvrandığını görmek çok keyifliymiş,” dedi Göksel gülümseyerek. “Gururum okşandı.”

“O kadar fenasın ki,” diyen Gökhan ona doğru iki adım attı ve onu arabaya yaklaştırdı. “Seni kollarımın arasına alıp öyle bir öperdim ki aklın dururdu ama yine kıyamıyorum çünkü domatesten bile daha kırmızı olacağını biliyorum. Tabii biri bizi videoya alır, internette paylaşır ve baban da izler; sonra beni bulup beni kendi çok şefkatli kollarının arasına alır diye korkmuyor da değilim.”

“Allah korusun!” diyen Göksel işaret parmağıyla arabaya vurdu. “Düşüncesi bile korkunç.”

Gökhan bir kahkaha patlattı. “İşte şimdi ben de çok keyiflendim,” dedi. “Yüzündeki dehşet görülmeye değerdi.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” diyen Göksel onu çimdiklediğinde Gökhan inledi. “Babamdan önce benim şefkatli kollarımın tadına bakmak istiyorsun anlaşılan.”

“İşte bunu çok isterim,” dedi Gökhan yüzünü onunkine yaklaştırıp. “Lütfen tadayım.”

“Sen ancak avcunun tadına bakarsın, bir yala bakayım.”

“Yalama demişken—”

“Tek kelime daha etme.”

“N—”

“Sakın!”

“Tamam be. Zaten intikamımı aldım, seni domatese döndürdüm. Görev başarılı. Artık ben gideyim, Yağız daha fazla beklemesin.”

“İntikam mı aldın?”

“Evet. Benim kıvrandığımı görmek çok keyifliymiş ya, asıl senin kıvrandığını görmek çok keyifliydi.”

“Haklısın, ödeşmiş olduk. Eğlenceliydi.”

“Kesinlikle öyleydi. Gel, son kez öpeyim. Yağız’ı bekletmeme konusunda ciddiydim.”

“Öp,” dedi Göksel. “Sonra giderim.”

Gökhan onun dudaklarına uzun bir öpücük bıraktı.

“Dikkatli sür,” dedi. “Eve geçince de haber ver.”

“Sürerim. Siz de kendinize dikkat edin, sen de eve geçince yazarsın.”

“Tamam bebeğim. Kendine iyi bak, görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Göksel kapıyı açıp arabaya bindiğinde Gökhan onun kapısını kapattı. Genç kadın camı indirip başını camdan çıkardı.

“Az kala söylemeyi unutuyordum,” dedi Göksel. “Annemin selamı var.”

“Gerçekten mi?” dedi Gökhan şaşkına dönerek. “Bana selam mı söyledi?”

“Evet, aynen öyle yaptı.”

“En azından annenin kara listesinde değilim. Aleykümselam, sen de ona selam söyle.”

“Aslında babam annemden çok daha yumuşak biridir, onlarla tanıştığında anlarsın ve selamını da anneme iletirim.”

“Tabii canım, eminim daha yumuşaktır.”

“Gerçekten yumuşaktır ama sen biricik kızının, üstelik küçük çocuk olan kızının, erkek arkadaşısın; şansına küs.”

“Sağ ol ya, çok yardımcı oluyorsun.”

Göksel kıkırdadı. “Şaka yapıyorum,” dedi. “Babamın da selamı var. Okuldaki yeni senen için başarılar dileklerini de iletti.”

“Ne?” dedi Gökhan neredeyse bağırarak. “Ciddi misin?”

“Çok ciddiyim.”

Gökhan’ın yüzüne duygulu bir gülümseme yayılırken, “Çok teşekkür ettiğimi iletirsin,” dedi. “Selamımı da söyle.”

“Söylerim. Çok sevinecektir.”

Göksel ona göz kırptığında Gökhan çocuksu bir mutlulukla gülümsedi.

“Görüşürüz sevgilim,” dedi Göksel. “Kendine iyi bak.”

“Görüşürüz güzelim,” diyen Gökhan biraz geriye gitti. “Sen de kendine iyi bak.”

Göksel park yerinden çıktıktan sonra kornoya basıp Gökhan’ı selamladı, ardından gaza basıp yola koyuldu.

“Göksel’in babası bana selam söylemiş!” diye bağıran Gökhan, Yağız’a doğru koşmaya başladı. “Okulda da başarılar dilemiş. İşte bu be, işte bu!”

Gökhan, Yağız’a sarılıp genç adamı havaya kaldırdığında Yağız da can havliyle ona sarıldı.

“Sakin olmazsan en yakın arkadaşını kaybettiğin için taziye dileklerini de iletebilir,” dedi Yağız. “Ya da ölümüme sebep olduğun için sana bela da okuyabilir.”

“Ölecek zaman değil şimdi, iki dakika canlı kal. Göksel’in babası bana selam söyleyip başarılar dilemiş lan! Benden nefret etmiyor hatta ısınmaya başlamış gibi duruyor. Allah be!”

Gökhan, Yağız’ı biraz daha havaya kaldırdı.

“Allah’a kavuşmama azıcık kaldı,” dedi Yağız yukarı bakarak. “Ben de ona selam versem selamımı alacak, o derece.”

“Tamam tamam,” diyen Gökhan onu yere bıraktı. “Ölüm korkun gittiyse dostun için sevinir misin?”

“Gel lan buraya.”

Yağız Gökhan’a sarılıp onun sırtına birkaç kez yavaşça vurdu.

“Seninle tanıştığında seni çok seveceğinden eminim,” diyen Yağız ondan uzaklaştı. “Hem annesi hem de babası. Göksel’in senin gibi efendi biriyle sevgili olduğunu görünce hem çok rahatlayacak hem de çok sevinecekler.”

“Adamsın adam,” dedi Gökhan onun kolunu sıvazlayarak. “Engin amca bana selam söyleyip okulda da başarılar dilediyse bu saatten sonra bana havada, karada ya da suda ölüm yok demektir. Çok keyiflendim, hadi gidelim.”

“Zıplayarak yürüyeceksin diye korkmaya başladım.”

“Şarkı da söyleyeyim mi? Çizgi filmlerdeki gibi.”

“Seni tanımazlıktan gelirim. Yok yok, deli olduğunu söyleyip seni Bakırköy’e kapattırırım.”

“Senin de deli olduğunu söylerim ben de. Bizi aynı hücreye koyarlar mı dersin? Orada da ayrılmayalım.”

“Sülük gibi yapıştın bana. Korkmaya başlamalı mıyım?”

“Ha ha ha! Çok geç kaldın.”

Yağız elini Gökhan’a doğru savururken, Gökhan ondan koşarak birkaç adım uzaklaştı. İki dost atışmaya devam ederek otobüs durağına doğru yürüdü.

***

Eylülün son haftasının ilk günü Yağız ve Gökhan için erken başladı. Bugün okulun ikinci haftasıydı, bu da demek oluyordu ki üniversite gerçek anlamda bugün başlıyordu. Erkenden kalkıp kahvaltı eden gençler Maltepe’deki okullarına gitmek için yola koyuldu. Dersleri öğleden sonraydı, okula vardıklarında güneş tepedeydi ve mevsim her ne kadar sonbahar olsa da hava sıcaklığı yüksekti.

“Ne güzel bir gün,” dedi Yağız. “Ekime girmek üzere olduğumuza inanmak zor, hava hâlâ yazdan kalma.”

“Bir anda soğur,” dedi ona bakan Gökhan. “Hep öyle oluyor.”

İkili okula girdi. Koridorlarda tanıdık simalar vardı. Yakın arkadaşlarını gören gençler onların yanına gidip selam verdi. Gruptan iki kız İstanbul’a bu hafta sonu dönmüştü, onlarla yaz tatili hakkında sohbet ettiler.

“Yeniden burada olmak çok güzel,” dedi kızlardan biri. “Yeniden ve son kez. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.”

“Okul bittiğinde çok özleyeceğiz,” dedi Gökhan. “Ortamı, arkadaşlarımızı, enstrümanları... Her şeyi.”

“Kesinlikle. Bu yüzden tadını çıkarmaya bakalım.”

Biraz daha sohbet ettikten sonra sınıfa gitmeye karar verdiler.

“Ben bir tuvalete gideyim,” dedi Gökhan, Yağız’a. “Peşinizden gelirim.”

“Tamam Gök,” dedi Yağız. “Sınıfta görüşürüz.”

Grup sınıfa ilerlerken Gökhan da tuvalete gitti. Kabinden çıkan genç adam alt dönemden bir delikanlıyla karşılaştı.

“Selam Gökhan,” dedi genç gülümseyerek. Onunla kafa tokuşturdu. “N’aber?”

“Selam,” dedi Gökhan da. “İyiyim, senden n’aber? Geçen hafta göremedim, yoktun sanırım.”

“Evet, bu hafta geldim. Evle ilgili birtakım şeyler vardı, gelemedim ama bugünden itibaren buradayım.”

“Bir sıkıntı yoktur umarım?”

“Hallettik, teşekkür ederim. Sen ilk haftadan gelmişsin, hiç şaşırmadım. Yağız döndü değil mi?”

“Evet, o da burada.”

“Onu da görürüm. Kulüp toplandı mı?”

“Hayır, henüz toplanmadık. Bu hafta içi bir toplantı yapmayı düşünüyoruz, duyurusunu yaparız zaten.”

“Çok iyi, kaçırmadığıma sevindim. Orada olacağım.”

Genç, tuvalete girerken Gökhan da ellerini yıkadı ve tuvaletten çıktı. Ellerini pantolonunun paçalarına şöyle bir silen genç adam başını kaldırdığında bu tarafa doğru yürüyen tanıdık bir sima gördü. Gelen kişi İpek’ti. İpek de onu fark etti ve yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Merhaba,” dedi İpek, Gökhan’ın karşısında durduğunda. Genç kadın kumral saçlarını biraz kestirmiş, önlerine de perçem attırmıştı; teni bronzlaşmıştı ve iri kahverengi gözleri bronz yüzünde ışıl ışıl parlıyordu. İpek güzel bir kızdı, hoş bir havası vardı.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Gökhan. “Nasılsın?”

“İyiyim, teşekkür ederim; sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Ne yapıyorsun, nasıl gidiyor?”

“Bu hafta sonu geldim,” diye cevapladı İpek. Ellerini önünde birleştirdi. “Cumartesi öğleden sonra İstanbul’daydım. Hafta sonu eve yerleşmekle geçti, bugün de buradayım işte.”

“Yaz tatilin nasıldı?”

“Çok güzeldi. Harika vakit geçirdiğim, pek çok aktivite yaptığım dolu dolu bir yaz tatili oldu. Seninki nasıldı?”

“Benimki de güzeldi. Çoğunluğu çalışmakla geçti ama sosyal hayatım da hareketliydi; arkadaşlarımla vakit geçirip eğlendim, yazın ve İstanbul’un tadını çıkarmaya baktım.”

“Ne güzel,” dedi İpek gülümseyerek. “Senin adına sevindim. Yağız’la Balıkesir’de olduğunu gördüm, kısa ama güzel bir tatil yapmışsın gibi görünüyordu.”

“Göründüğü gibiydi de,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Teşekkür ederim.”

“Şimdi de buradayız,” diyen İpek etrafına baktı. “Okulu özlemişim.”

“Ben de öyle. Artık son senemiz, son aylarımız.”

“Bitiyor olması ne garip değil mi? Seçmelere geldiğim günü dün gibi hatırlıyorum, okulun ilk gününü, birinci sınıfı; bizim grubu, çömezliğimizi, okulu ve şehri keşfetme serüvenimizi... Güzel zamanlardı.”

“Kesinlikle,” diyen Gökhan o günleri hatırlamıştı ve gülümsüyordu. “Her zaman güzel hatırlayacağım. Bu senenin tadını da sonuna kadar çıkaracağım.”

“Ben de. Sınıfa geçelim mi? Ders başlamak üzere.”

“Geçelim.”

Yan yana sınıfa doğru yürümeye başladılar. İpek gözlerini kaldırıp yanında yürüyen Gökhan’a baktı. Gökhan’da onu son gördüğünden bu yana değişen bir şey vardı: Genç adam çok mutlu görünüyordu. Gözlerinde mutlu insanlara özgü o ışıltı, sesinde bariz bir neşe ve hareketlerinde de mutluluğun getirdiği canlılık vardı. İpek bunun sebebini de gayet iyi biliyordu, Göksel’le paylaştığı fotoğrafları görmüştü ve onu bu kadar mutlu eden bir ilişki içinde olduğu için genç adam adına çok sevinmişti. Bunu ona söylemesi uygun olmazdı, nihayetinde geçmişte bir dönem sevgiliydiler ama Gökhan’ı tanıyordu ve bunu ona söylemeyecek olsa da genç adamın bunu bildiğini biliyordu.

İpek gülümsedi.

Sınıfa vardıklarında Gökhan geçmesi için İpek’e öncelik verdi. Sınıfa peş peşe girdiler.

“Görüşürüz,” dedi Gökhan arkadaşlarının yanına gitmeden önce.

“Görüşürüz,” dedi İpek. “Umarım ikimiz için de başarılı bir sene olur.”

“Umarım.”

Gökhan, Yağız’ın yanına ilerledi.

“Ne konuştunuz?” diye sordu Yağız.

“Sohbet ettik öyle,” dedi Gökhan. “Nasılsın, ne yapıyorsun, tatil nasıldı vesaire. Tuvaletten çıktığımda karşılaştık.”

“Dün Göksel’e bu durumdan bahsederek sahiden iyi yapmışsın.”

“Elbette, bilmesi gerekiyordu.”

“Şanslısın ki bu durumu iyi karşıladı, arıza çıkarmadı. Kızın kıymetini bil.”

“Emin ol biliyorum.”

Ders bittikten sonra sınıftan çıktılar. Gökhanlar dersteyken Kerem Gökhan’a mesaj atmıştı ve ikili arasında kısa bir mesajlaşma gerçekleşmişti:

Kerem: Okulda mısınız?

Gökhan: Evet, ne oldu?

Kerem: Çıkışta işiniz yoksa bir yerde oturalım mı?

Gökhan: Olur, dersten çıktığımda ararım

Kerem: Kaç gibi biter?

Gökhan: 15.30 civarı biter

Kerem: Tamam, çıkınca ararsın. İyi dersler

Gökhan: Ararım. Sağ ol

“Ben bir Kerem’i arayayım,” dedi Gökhan, Yağız’a dönerek. “Neredeymiş öğreneyim.”

“Ara bakalım,” dedi Yağız. “Görüşmek istediğine göre dersi bitmiştir onun da. Maltepe’ye dönüyordur.”

Gökhan, Kerem’i aradığında Kerem birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Biz dersten çıktık,” dedi Gökhan. “Sen neredesin?”

“Maltepe’ye vardım ben de,” dedi Kerem. “Bugün arabayı aldım, konservatuvara geliyorum.”

“Bak sen,” dedi Gökhan gülerek. “Ayaklarımız yerden kesilecek desene.”

“Kerem Köse Lojistik hizmetinizde,” diyen Kerem de direksiyon başında gülüyordu. “En fazla on dakikaya orada olurum. Geldiğimde de ararım.”

“Tamam kardeşim. Görüşürüz. Dikkatli sür.”

“Eyvallah Gök, görüşürüz.”

Gökhan aramayı sonlandırdı.

“Anladığım kadarıyla arabayla geliyor,” dedi Yağız. “Neredeymiş?”

“Evet,” diye onayladı Gökhan. “En fazla on dakikaya burada olacağını söyledi. Biraz daha vaktimiz var. Bu arada Göksel’i de bir arayayım, bugün hiç konuşmadık.”

“Tamam. Ben sohbet edecek birini bulurum, sen Göksel’le konuş. Selam söyle.”

“Söylerim.”

Yağız iki kızın yanına ilerlerken Gökhan da Göksel’i aradı. Bu sırada evde olan genç kadın dizi izliyordu. Gökhan’ın aradığını görünce, diziyi durdurup telefonu açtı.

“Selam,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Selam,” diyen Gökhan da onun sesini duyar duymaz gülümsedi. Hiç şüphesi yoktu, bu kalın sesi duymak onu her zaman mutlu edecekti. “Ne yapıyorsun?”

“Dizi izliyordum, sen ne yapıyorsun? Anlaşılan dersin bitmiş.”

“Evet, bitti ama hâlâ okuldayım. Kerem geliyor, onunla buluşacağız.”

“Yağız, Kerem ve sen mi buluşacaksınız?”

“Aynen. Bu arada Yağız’ın selamı var.”

“Aleykümselam, sen de selam söyle.”

“Söylerim.”

“Ders nasıldı? Bu hafta artık herkes gelmiştir, okul canlanmıştır.”

“Çok doğru bir tespit,” diyen Gökhan sırtını duvara yasladı. “Herkes buradaydı, yoğun bir gündü ama yaz boyunca görüşmediğim arkadaşlarımla görüşmek, sohbet etmek çok iyi geldi.”

“Özlemişsindir tabii. Şimdi de Kerem’le buluşacaksınız demek.”

“Evet, onunla görüşmeyeli de biraz oldu. Fatih’ten geliyor, keşke sen de onunla gelseydin.”

Onun bu cümlesi Göksel’i güldürdü. “Daha dün görüştük, hemen özledin mi?”

“Tabii ki özledim,” dedi Gökhan gözlerini biraz açarak. “Yoksa sen beni özlemedin mi?”

“Bilmem.”

“Ne demek bilmem?”

“Basbayağı.”

“Ne demek basbayağı?”

“Ben mi Türkçe konuşmuyorum yoksa sen mi Türkçeyi unuttun?”

“Konuştuğun dil Türkçe ama benim konuştuğum Türkçe olduğunu hiç düşünmüyorum. Sen şimdi beni özlemedin mi gerçekten?”

“Dalga geçiyorum şapşal,” dedi Göksel gülerek. “Elbette özledim.”

“Dalga mı geçiyorsun?” diyen Gökhan’ın sesi bir anda tizleşti. “Şapşal mı?”

“Tamam en tenor sensin, ikna oldum.”

Gökhan bir kahkaha patlattığında koridorun diğer ucundaki Yağız bir anlığına ona baktı ve kendi kendine güldü.

“Bu en tiz sesim bile değil,” dedi Gökhan. “Eğer o şekilde konuşmaya devam etseydin duymak için çok beklemen gerekmezdi, orası ayrı.”

“O kadar tiz bir ses kulağımda çınlamadığı için şanslıyım o zaman,” dedi Göksel gülerek. “Ses tonun çok komikti, yüz ifadeni de görmek isterdim.”

“Hâlâ eğlenme derdindesin.”

“Biraz öyle ama sen de çok eğlencelisin.”

“Sus kız, ben burada beni özlemediğini düşünüp üzülüyordum.”

“Gerçekten şapşalsın. Seni özlememem mümkün mü?”

“Ha şöyle,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Bana bunlarla gel, canımı ye.”

Göksel kıkırdadı. “Gönlünü almam iki saniye sürüyor.”

“Sana en fazla o kadar dargın kalabiliyorum.”

“Çok tatlısın. Bugün ne yapacaksınız? Bir planınız var mı?”

“Yok, muhtemelen bir yere oturup sohbet muhabbet ederiz.”

“Kadıköy’e mi geçeceksiniz?”

“Hayır, Maltepe’de takılırız. Burada da güzel mekânlar var, batı taraflarına göre daha sakin ve uygun fiyatlılar üstelik.”

“Doğrudur. Merkeze gittikçe her şey pahalanıyor, her yer kalabalıklaşıyor.”

“Aynen öyle. Kerem burada yaşıyor zaten, güzel yerler biliyor; biz de keşfetmiş oluyoruz.”

“Okuluna çok uzakmış,” dedi Göksel kaşlarını kaldırıp. “Haftada birkaç gün Maltepe’den Fatih’e gidip gelmek büyük sabır ister.”

“Kerem de bu durumdan hiç memnun değil ama yapacak bir şey yok, İstanbul’da yaşayan pek çok kişi bu durumdan muzdarip.”

“Orası öyle. YTÜ’yü tercih etmemdeki en büyük sebeplerden biri evime yakın olmasıydı, kolayca gidip geliyorum.”

“Biz de konservatuvar Kadıköy’de diye buradan ev tuttuk ama okulu Maltepe’ye taşıdılar. Konservatuvar okumamı o kadar istemediler ki o tarihî binada okuyamadım resmen.”

“Konuşma böyle,” dedi Göksel. “Önemli olan aldığın eğitimin kalitesi ve sen de ülkenin en iyi sanat okullarından birinde eğitim alıyor, muhteşem hocalar tarafından yetiştiriliyorsun.”

“Haklısın,” diyen Gökhan gülümsedi. “İşte bu konservatuvar okumamı istemeyenlerin ya da asla okuyamayacağımı söyleyenlerin hiçbir zaman başaramayacağı bir şey.”

“Kesinlikle.”

“Sen de beni iyi hissettirme konusunda çok başarılısın, eksik olma güzelim.”

“Her zaman. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Bu sırada Gökhan’a yeni bir çağrı geldi. Arayan kişi Kerem’di. Genç adam konservatuvara varmıştı.

“Kerem arıyor,” dedi Gökhan. “Gelmiş olmalı. Şimdi kapatayım, sonra yine konuşuruz.”

“Tamam,” diye cevapladı Göksel. “Görüşürüz sevgilim. Size iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederim bebeğim, görüşürüz.”

Gökhan, Göksel’le olan çağrısını sonlandırdıktan sonra Kerem’in çağrısına döndü.

“Geldin mi?” diye soran Gökhan aynı anda Yağız’a doğru yürümeye başladı.

“Geldim,” dedi Kerem. “Binanın önünde durdum.”

“Biz de şimdi geliyoruz.”

“Tamamdır, görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra Yağız’a Kerem’in geldiğini söyledi ve ikili, arkadaşlarıyla vedalaşıp binanın çıkışına ilerledi. Keremlerin beyaz arabası okul binasının hemen karşısında duruyordu.

“Selam gençler,” dedi Kerem onları gördüğünde.

“Selam,” diye karşılık verdiler.

“Atlayın hadi. Sizi güzel bir mekâna götüreceğim.”

Yağız öne otururken Gökhan da arka koltuğa geçti. Nasıl olduklarına, günlerinin nasıl geçtiğine dair sohbet ettiler. Kerem de okuldan dönüyordu. Babası iş nedeniyle şehir dışına çıktığı için araba birkaç gün ona kalmıştı ve genç adam bu durumdan son derece hoşnuttu.

“Bizi nereye götürüyorsun?” dedi etrafına bakan Yağız. “Bu taraflara geldiğimizi sanmıyorum.”

“Bu yaz keşfettiğim hoş bir kafe,” diye cevapladı Kerem ona kısa bir bakış atarak. “Yeni açılmış bir yer. Tatlıları da içecekleri de oldukça lezzetli ve kısmen uygun fiyatlı.”

“Kulağa hoş geliyor. Gidip görelim bakalım. Zaten biraz acıktım, boğazımdan bir şeyler geçsin.”

“Sıcak bir kahve ve tatlı çok iyi gider şimdi,” dedi Gökhan gövdesini iki koltuğun arasından uzatarak. “En sevdiğim iki dostumla birlikte midemi memnun etme zamanı.”

“Kaptan sağa çek,” dedi Yağız şoför koltuğunda oturan Kerem’e bakarak. “Yağcılar’da inecek var.”

“Sağa çekmene gerek yok, şunun kapısını aç da aşağı tekmeleyeyim lavuğu.”

“İkinizin de arabada kalmasını tercih ederim,” dedi Kerem gülerek. “Ama iki yetişkin erkekle değil de iki yaramaz oğlan çocuğuyla yolculuk ediyormuşum gibi hissettiğimi de söylemeliyim.”

“Şu an ben de bir babayla yolculuk ediyormuş gibi hissediyorum,” dedi Yağız. “Kerem ama babacık olan.”

Arabanın içinden kahkaha sesleri yükseldi.

“21 yaşında babacık da oldum,” dedi Kerem. “Bakalım bu kulaklar daha neler duyacak?”

“Emin ol çok şey duyacak,” dedi Yağız ona anlamlı bir bakış atarak. “Babacık Kerem.”

“Kuş gibi babacık deyip durma lan,” diyen Gökhan onun kafasına vurdu. “Muhabbet kuşu musun oğlum sen?”

“Olabilirim, çok tatlı canlılar. Aynı benim gibi.”

“Tabii efendim.”

“Siz atışırken kafeye geldik bile,” diyen Kerem yan sokağa döndü. “İnsan içinde beni rezil etmeyin sakın, düzgün durun.”

“Yoksa dilimize acı biber mi sürersin babacık?” diye sordu Yağız.

“Çükünü keserim.”

“Ay!” dedi Yağız ürpererek. “Çocukluğumun kâbusu olan o tehdit.”

“Yetişkinliğinin de kâbusu gibi duruyor,” dedi Gökhan gülerek. “Ucundan da olsa kestiler zaten, artık korkmana gerek yok.”

“Bu savunma büyüktür Sokrates’in savunması,” derken arabayı durdurdu Kerem. “Atışmalarınız bittiyse hadi inelim.”

Üç arkadaş arabadan inip kafeye ilerledi. Kafenin girişinde küçük, sevimli bir bahçe vardı, içeri girmek yerine dışarıda oturmayı tercih ettiler ve duvarın önündeki bir masaya oturdular.

“Gerçekten de güzel bir yere benziyor,” dedi içeriyi inceleyen Yağız. “Siparişlerimizi de seversek arada geleceğimiz yeni bir yer bulduk demektir.”

“Seversiniz,” dedi Kerem. “Dört kişi gelmiştik ve hepimiz siparişlerimizi sevmiştik, hepsi çok lezzetliydi.”

“O zaman menüye bakalım,” diyen Gökhan karekodu okuttu. “Yiyince biz de karar veririz.”

Menüyü inceleyen grup siparişlerini verdi. Hepsi birer kahve ve kahvenin yanında yemek için tatlı sipariş ettiler.

“Göksel’le ne konuştunuz?” diye sordu Yağız. “Kahkahan koridoru inletti. O kadar komik olan neydi?”

“Kendi aramızda şakalaşıyorduk,” dedi Gökhan. Konuşmayı hatırladığı için gülüyordu. “Söylediklerinde ciddi olduğunu düşündüğüm için sesim bir anda tizleşti, o da tenor olduğuma ikna olduğunu söyledi; ona güldüm.”

“Şaşırınca tizleşen sesin kulaklarımda çınladı şu an. Cam çatlatırsın.”

“Okulun camlarında bir hasar yoktur umarım.”

Gülüştüler.

“Seni aradığımda Göksel’le konuşuyordun demek,” dedi Kerem. “Ben de öyle düşünmüştüm.”

“Sürekli konuşuyorlar,” dedi Yağız memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle. “Her akşam konuşuyorlar, bazen sabahları da konuşuyorlar. Telefon faturan ne alemde sahi?”

“Sevgilimle tabii ki konuşacağım,” diyen Gökhan’ın sesi yine tizleşti. Genç adam boğazını temizledi. “Ne o, yoksa seninle eskisi kadar ilgilenmiyorum diye kıskandın mı?”

“Ya ne demezsin! Kıskançlıktan çatlıyorum.”

“Kıskanmışsın,” dedi Kerem gülerek. Onun omzuna dokundu. “Zamanla alışırsın.”

Gökhan’la Kerem beşlik çakarken Yağız onlara kaşlarını çatarak baktı.

“Tamam, biraz kıskanmış olabilirim,” diye mırıldandı Yağız. “Ama kim olsa kıskanırdı. 7/24 beraber takılırken bir anda Göksel ortaya çıktı ve Gökhan’ın ilgisi de hâliyle ona kaydı.”

“Saçmalama be oğlum,” diyen Gökhan kolunu onun omzuna atıp arkadaşını kendisine çekti. “Sen benim kardeşimsin, biricik dostumsun; duymamış olayım. Evet, Göksel sevgilim ve onu çok seviyor, onunla vakit geçirmekten büyük keyif alıyorum ama sen de benim kardeşimsin, en yakın arkadaşımsın. İkinizin yeri de çok farklı.”

“Bana bunlarla gel,” dedi Yağız gülümseyerek. Kerem’e baktı. “Gördüğün üzere bana karşı da çok romantik. Seviyorum lan seni.”

“Ben de seni seviyorum. O şekilde değil tabii.”

“Yok bir de o şekilde olsaydı.”

Gökhan onun ensesine yavaşça vurup ondan uzaklaşırken, “Bunun ciddi kalma süresi de işte bu kadar,” diye söylendi. “Sana uzun süre romantiklik yok.”

“Sen öyle san,” dedi Yağız sinsice ona bakarak. “Az önceki gibi bir duygusal konuşmama bakar. Hemen gönlümü almaya çalışırsın.”

“Haklı,” dedi Kerem gülerek. “Kimse sana dargın kalmasın istiyorsun.”

“Dargın kalmak nedir çok iyi bildiğim için,” diyen Gökhan iç çekti. “Karşımdaki kişinin şakalaştığını bilsem de her şakanın içinde biraz gerçeklik olduğuna inanırım ve bu yüzden hemen durumu toparlama ihtiyacı hissederim. Geçmişte çok kişiye dargın kaldım, artık kimseyle dargın kalmak istemiyorum.”

“Şimdi de sen duygusal konuştun,” dedi Yağız. Dostane bir tavırla onun omzuna vurdu. “Çok iyi düşünüyorsun. Seni dargın bırakan herkes de umarım yaşattığını yaşıyordur.”

“Kimse yaşattığını yaşamadan ölmez, ben buna inanıyorum. Karma gerçek.”

“Kesinlikle,” dedi onunla hemfikir olan Kerem. “Karma gerçek, adil ve acımasız.”

“Keşke kahvelerimiz gelmiş olsaydı,” dedi Yağız. “Bu lafın üstüne birer yudum içerdik, güzel olurdu.”

“Gelince içeriz,” dedi Gökhan gülerek. “Kerem senin okuldan ne haber? Özlemiş misin?”

“Özledim,” dedi Kerem. Sırtını sandalyenin arkasından ayırıp kollarını masanın üzerine dayadı. “En çok arkadaşlarımı özlemiştim, ortamımızı. Dersleri de özledim ama sınavlar şimdiden tadımı kaçırıyor. Sınavlar olmasa bölüm muhteşemliğe ulaşacak.”

“Sınavlar olmasa her bölüm çok iyi ama sınavlar olmadan da olmaz. Bir noktada neyi ne kadar öğrendiğimizi ölçmek zorundalar. Fakültelerin sınavları nasıl oluyor, pek hâkim değilim ama bizim sınavlar bu şekilde.”

“Fakültelerde çok değişiyor ya. Çıkmış soran da var, bilgi soran da var, yorum soran da var, anlatmadığı şeyleri soran da var, var oğlu var. Tek avantajım dördüncü sınıf olduğum için artık tüm hocaları tanıyorum ve soru sorma tarzlarını biliyorum; geçen sene buna göre çalışmıştım, bu sene de aynı taktiği uygulayacağım.”

“En mantıklısı.”

“Sizin okul ne alemde?”

“Yeni seneye hızlıca başladık. Programımız çok dolu zaten, bu sene de çok yoğun geçecek.”

“Bir sürü dersimiz var,” diyen Yağız yumruk yaptığı elini yanağına yasladı. “Dördüncü sınıf resmen bölüm sonu canavarıymış.”

“Siz halledersiniz,” dedi Kerem. “Müzik kulübünden ne haber? Ne zaman toplanıyoruz? Ne tür etkinlikler yapacağız?”

Kerem de üniversitenin müzik kulübüne üyeydi. Gökhan kulübün başkanıydı, Yağız yardımcısıydı. Gökhan, Kerem’e de yardımcılık teklif etmişti fakat Kerem böyle bir sorumluluk altına girmek istemediği için teklifi kabul etmemişti.

“Bu hafta içi toplanmayı düşünüyoruz,” diye yanıtladı Gökhan. “Cuma günü olabilir. İlk toplantı zaten yeni üyelerle tanışma, kulübü tanıtma üzerine oluyor; bir de sene içinde neler yapabileceğimize dair konuşuruz. Aslında Yağız’la beraber bir yılbaşı programı yapabileceğimizi konuşmuştuk ama hocalarımız konservatuvar son sınıf öğrencileri olarak bir program yapmayı düşündüklerini söyledi, yüksek ihtimalle sınıftakilerle beraber bir program yapacağız.”

“Nasıl bir program?”

“Hep beraber şarkı çalıp söyleyeceğimiz bir program. Herkesin yer alması için bir koro oluşturma fikirleri varmış, koroda yer almayanlar da enstrüman çalacak. Melek hoca benim organize etmemi istedi, ben de seve seve kabul edeceğimi söyledim. Derste bizimkilere açıklayacak, hep birlikte ortak bir karara varacağız ama bizimkiler net kabul eder.”

“Bu organizasyonda yer alamayacağım için üzüldüm ama en azından izlemeye gelebilirim değil mi?”

“Elbette, çok da mutlu oluruz.”

“Aynen,” diye ona arka çıktı Yağız. “İstersen provalara da gelirsin.”

“Fırsat bulursam çok isterim,” dedi Kerem gülümseyerek. “Bu tarz etkinliklerden çok hoşlanıyorum. Bir de hepiniz konservatuvar öğrencisisiniz, ortaya muhteşem bir sonuç çıkacağından eminim.”

“Orası kesin. Övünmek gibi olmasın ama en iyi konservatuvarlardan biriyiz, öğrenci kadrosu çok başarılı. Şimdi bir de üç senelik lisans eğitimi birikimimiz var, dünden bugüne hepimiz çok geliştik.”

“Tabii ki. Gösteriye kesin gelirim, provalar da müsait olduğum zamanlarda yapılırsa uğrarım.”

“Her zaman bekleriz,” dedi Gökhan. “Kesinleşirse sana da haber veririz.”

“Mutlaka verin. Vay be, şaka maka son senemizdeyiz. Gökhan’la tanıştığımız etkinliği dün gibi hatırlıyorum, sonra beni Yağız’la tanıştırman; ardından müzik kulübüne üye olmam… Hepsi çok net. Büyüdük lan.”

“Valla büyüdük.”

“Hayır büyümedik,” diye karşı çıktı Yağız. “Daha yirmi bir yaşındayız, çok genciz. Döneme yeni başladık, daha önümüzde kocaman bir sene var. Tadını çıkarmaya bakın oğlum, bırakın bu büyüdük edebiyatlarını.”

“Üç senedir düzenli olarak çalışan biriyim, ek iş olarak iki senedir kafede sahne alıyor ve yaklaşık bir senedir de özel ders veriyorum. Çok genç olabilirim ama yetişkinlik hayatının tüm yüzlerini gördüm. Bu edebiyat değil, hayatın ta kendisi.”

“Hayatın ta kendisinin edebiyatı. Ayrıca biz niye bir anda rakı masası muhabbeti yapmaya başladık? Her şey senin başının altından çıktı Köse.”

Yağız parmağıyla Kerem’i işaret ettiğinde Kerem vücudunu biraz geriye çekti ve ellerini yukarı kaldırdı.

“Zamanda geriye gittiğim için özür dilerim,” dedi Kerem. “Suç olduğunu bilmiyordum.”

“Bir daha duymayayım,” dedi Yağız tek kaşını kaldırarak. O sırada garson onların siparişlerinin olduğu tepsiyle bahçeye çıktı. “İşte güzel bir zamanlama, siparişlerimiz geldi.”

Garson onların tatlılarını masaya bıraktıktan sonra, “Kahvelerinizi de şimdi getiriyorum,” dedi. İçeri giren garson sadece saniyeler sonra kahvelerle geri döndü. “Afiyet olsun.”

“Teşekkür ederiz,” dediler.

Çatalını eline alan Gökhan tatlısının tadına baktı. “Hım,” dedi genç adam kelimenin sonunu uzatarak. “Başarılı.”

“Afiyet olsun,” dedi Kerem.

“Eyvallah kardeşim, size de.”

Kerem’le Yağız da siparişlerinin tadına bakarken Gökhan kahvesinden büyük bir yudum içti. Telefonunu eline alan genç adam sosyal medya hesabına girdiğinde Göksel’in iki saat önce yeni bir fotoğraf paylaştığını gördü. Boğaziçi Köprüsü’nün gün batımı zamanı çekilmiş güzel bir fotoğrafıydı. Gülümseyerek fotoğrafı beğenen genç adam açıklamada yazan cümleyi okuduğunda gülümsemesi yerini şaşkınlığa bıraktı.

Henüz batan güneşin özlemi.

Bu cümle Yavuz Çetin’in Sahil şarkısında geçiyordu. İlgi çekici noktaysa Çetin’in Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar etmiş olmasıydı. Gökhan, kız arkadaşının yaptığı göndermeyi anladığında yüzüne bu sefer buruk bir gülümseme yayıldı ve yorum kısmını açarak cümlenin devamında gelen satırı yazdı:

Ve bu yalnızlık çekilmez gibi.” Cümlelerin geçtiği şarkı kadar muazzam bir fotoğraf.

Yorumunun sonuna bir de mavi kalp ekledikten sonra yorumu paylaştı. Gökhan, Göksel’in paylaştığı tüm fotoğrafları çok beğeniyordu ve ağustostan beri paylaştığı fotoğraflara kısa da olsa yorum yaparak ona hem destek oluyor hem de motive olmasını sağlıyordu.

“Pişt!” dedi Kerem. “Ne oluyor? Niye gülümsüyorsun?”

“Bu soruyu gerçekten sordun mu?” dedi Yağız ağzındaki lokma yüzünden boğuk çıkan sesiyle. “Ne olacak? Göksel mesaj falan atmıştır.”

“Fotoğraf atmış,” diyen Gökhan telefonunun ekranını arkadaşına doğru çevirdi. “Açıklamayı oku, tanıdık gelecektir.”

Yağız açıklamayı okuduğunda cümleyi hemen tanıdı.

Sahil,” dedi Gökhan’a bakarak. “Kıza Yavuz’un tüm diskografisini öğrettin, helal olsun.”

“Dinlemesini ben istemedim ama onu Yavuz’la ben tanıştırdım, orası doğru,” dedi Gökhan. “Benim çaldığım şarkıları beğenince geri kalanlara da şans vermişti, o zamanlar hâlâ flört ediyorduk.”

“Bana da göstersene,” dedi Kerem. Gökhan telefonu ona uzatınca telefonu eline alıp fotoğrafa baktı. “Vay,” deyip bir ıslık çaldı. “Çok güzel fotoğrafmış. Açı muhteşem, düzenlemesini de çok güzel yapmış.”

“Sevgilim olağanüstü bir fotoğrafçıdır,” dedi Gökhan göğsünü gererek. “Bütün fotoğrafları muhteşem.”

“İyi bir fotoğrafçı olduğu anlaşılıyor.”

“Gökhan haklı,” dedi Yağız. “Dün Göksel’le takipleştik, akşamına da oturup hesabında gezindim ve çektiği fotoğrafları inceledim. Bu işte gerçekten iyi, yetenekli ve eğitimli biri.”

“Takipleştiniz mi? O zaman birbirinizi sevdiniz.”

“Aynen, yengem diye demiyorum ama Göksel iyi bir kız, sohbeti de keyifliydi.”

“Göksel ona yenge dediğini duysa düşüp bayılır,” dedi Gökhan gülerek. “Yüzüne karşı asla söyleme.”

“Yok be oğlum, söylemem tabii. Dalga geçiyorum.”

“Aslında şaka da olsa söyleme ihtimalin var,” dedi Kerem ona kaşlarını kaldırıp bakarak. “Hatta aranız çok iyi olursa sinir etmek için bile söylersin.”

“O kadar haklısın ki,” dedi Gökhan. Ona elini uzattığında iki dost tokalaştı. “Bu deliden her şeyi beklerim ben.”

“Deli demek,” diyen Yağız başını anlamlı anlamlı salladı. “Bunu bir kenara not ettim Uygur.”

“Bu bir tehdit mi?”

“Nasıl adlandırmak istersen.”

“Evet sayın seyirciler ortalık karışıyor,” dedi Kerem bir spiker edasıyla. “Gökhan ve Yağız’ın ikisi de kalenin önünde, golü kimin atacağı belli olacak.”

Delikanlılar gülüştü.

“O kadar fotoğraf dedik, bir tane de biz çekelim,” dedi Kerem. Gökhan’ın telefonunu sahibine verdikten sonra kendi telefonunu eline aldı. “Hem hatıra kalır hem de paylaşırız.”

Gökhan’la Yağız da hemfikir olduğunu belirtince Kerem’in telefonundan iki tane fotoğraf çektiler. Çekilen iki fotoğrafı inceleyen delikanlılar fotoğrafları beğendi.

“Hikayemde paylaşacağım,” dedi Kerem. “Siz de eklemek isterseniz etiketleyebilirim.”

“Etiketle,” dedi Gökhan. “Ben paylaşırım.”

“Ben de,” dedi Yağız ona katılarak. “Kaç gündür bir şey paylaşmıyordum, ölüm döşeğindeki hesabı canlandırayım.”

Kerem fotoğrafı kendi hikayesinde Gökhan’la Yağız’ı etiketleyerek paylaştı. Kerem de sosyal medyada fazla paylaşım yapan biri sayılmazdı, genç adamın paylaşımlarının çoğu sanat eserlerinden oluşuyordu ve kalanlar da arkadaşlarıyla olan fotoğraflarıydı.

Kerem hikayeyi paylaştıktan sonra Gökhan da paylaşmak için kendi hesabına girdi. İki yeni bildirimi vardı. Göksel onun kendi fotoğrafına yaptığı yorumu beğenmiş ve cevap olarak sarı kalp atmıştı. Gökhan da gülümseyerek onun yorumunu beğendi.

“Sarı kalbini yesinler senin,” diye geçirdi içinden. “Civciv.”

“Gülümsemene bakılırsa Göksel yorumuna cevap vermiş,” dedi ona bakan Yağız. “Ne demiş?”

“Yine dalga geçeceksin ama bir şey dememiş,” dedi Gökhan bakışlarını telefon ekranından ayırıp ona bakarak. “Sarı kalp atmış.”

Dudaklarını birbirine bastıran Yağız yumruğunu da bir saniyeliğine ağzına bastırdı. “Yorum yapmayacağım,” dedi kendi kendine. “Yorum yapmayacağım, yo— Oğlum sen harbiden Leyla’sın lan. Söz konusu Göksel olunca en ufak şeyden bile mutlu oluyorsun, mutlu olman çok güzel ama benim de sevgili istememe neden oluyorsun. Sen benim başıma bela mı açacaksın lan?”

“Niye bela olsun? Doğru kişiyle beraber olduğunda hayatın daha da güzelleşiyor.”

“Şu an çevremde öyle biri yok.”

“Birkaç ay öncesine kadar benim de yoktu. Ne zaman karşına çıkacağı belli olmaz, bu yüzden ön yargılarından kurtul derim.”

“Ön yargı demeyelim de geçmiş kötü tecrübelerin tekrarlanması korkusu diyelim. Göksel’le karşılaştığın o an ne hissetmiştin mesela? O kişi olduğunu anlamış mıydın?”

“Onu ilk gördüğümde ondan etkilendim, benim için sadece o an ayaküstü konuştuğum sıradan biri olmayacağını hissettim ama onun doğru kişi olduğunu anladığım zaman ilk buluşmamızdı. Onunla konuştukça, onu tanıdıkça ondan daha çok etkilendim ve onunla güzel bir ilişki yaşayabileceğimi anladım. Yani kısacası evet, belki ilk görüşte değil ama ilk buluşmamızda o kişi olduğunu anladım.”

Gökhan konuşurken sadece Yağız değil, Kerem de onu pürdikkat dinledi.

“Vay be!” dedi Yağız dudaklarını aşağı kıvırıp. “Muhteşem bir his olmalı.”

“Kesinlikle öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Özellikle günümüzdeki ilişkilerin hiç de azımsanmayacak bir kısmı çok toksik ama doğru insanla bir araya gelip muhteşem ilişkiler yaşayanlar da var. Bir gün senin de hayatına doğru kişinin gireceğini biliyorum. Çok şanslı bir kadın olacak.”

“Göksel gibi.”

“Aşktan daha güzel bir şey varsa o da dostluktur,” diye araya girdi onları dinleyen Kerem. “Sizin sahip olduğunuz gibi, bizim sahip olduğumuz gibi.”

“Kesinlikle,” dedi Yağız yükselerek. “Ha şöyle ya, bana bunlarla gelin. Kadınlar gelip geçer ama dostların her zaman yanında olur.”

“Aynen öyle.”

Yağız’la Kerem yumruklarını tokuşturdu.

“Saplar Dayanışma Derneği,” diyen Gökhan gülüyordu. “Dostluk elbette çok önemli, doğru kişiyle beraber olduğunda o da en yakın dostlarından biri oluyor zaten.”

“Nihayet mantıklı konuşmaya başladın,” diyen Yağız onun omzuna vurdu. “Böyle devam.”

Gülüştüler.

Bir saat daha kafede oturup sohbet eden delikanlılar vakit akşamüstüne yaklaştığında kalkmaya karar verdi. Gökhan’la Yağız’ın Merdivenköy’e kadar uzun bir yolu vardı, evde yemekleri olmadığı için yemek de yapmak zorundaydılar; Kerem de okulda yorulmuştu ve evine gidip dinlenmek istiyordu.

Hesabı ödedikten sonra kafeden ayrıldılar.

“Eve geçerken sizi de metro durağına bırakayım,” dedi Kerem. “Metroyla da geçebilirsiniz değil mi?”

“Olur,” dedi Gökhan. “Metrodan da otobüse binip eve geçeriz.”

“O zaman atlayın.”

Arabaya binip yola koyuldular. İş çıkış saatinin yaklaşmasıyla beraber yollar yavaştan dolmaya başlamıştı. Bir saat sonra buralar tıklım tıklım olacaktı.

“Kafe güzeldi,” dedi Yağız. “Arada gideriz.”

“Aynen, ben de sevdim,” diye ona katıldı Gökhan. “Ders çıkışlarında gidilecek yerlere yeni bir yer eklendi.”

“Maltepe benden sorulur,” dedi Kerem gülümseyerek. “Arada size yeni yerler keşfettirmeye devam edeyim.”

“Mutlaka et. Eyvallah kardeşim.”

“Her zaman.”

Kerem doğma büyüme Maltepeliydi, bu yüzden ilçede bilmediği yer yoktu. İlçe şehrin batı taraflarına göre kısmen daha sakin olduğu için çoğu zaman burada zaman geçiriyordu. Şehrin korkunç kalabalığına işi olmadıkça girmeyi tercih etmiyordu.

En yakındaki metro istasyonuna vardıklarında Kerem arabayı istasyonun altındaki yolda durdurdu.

“Kerem Köse Lojistik’le yaptığınız yolculuğun sonuna geldiniz,” dedi Kerem. “Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.”

“Bir Yağız Turizm etmez ama fena değildi,” dedi Yağız gülerek. “Eyvallah kardeşim.”

“İlk fırsatta yine görüşelim,” dedi arka koltuktaki Gökhan. “Yılbaşı programının durumunu da kesinleşince söyleriz.”

“Çok iyi olur,” dedi Kerem. “Kendinize dikkat edin beyler, görüşürüz.”

Kerem ikisiyle de tokalaştı.

“Dikkatli sür,” dedi Gökhan. “Yoğunluk başladı.”

“Eyvallah kardeşim,” dedi Kerem gülümseyerek. “Siz de kendinize dikkat edin.”

Gökhan’la Yağız arabadan indi. İki kafadar yan yana metro istasyonuna yürümeye başladığında Kerem bir süre onların arkasından baktı, ardından gaza basıp yola koyuldu. Gökhan’la Yağız’ın istasyona ulaştığı saniyelerde Kerem de alt sokaktan doğuya dönüp evine doğru yol aldı.

]]>
Sun, 26 Feb 2023 11:00:24 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 22. Kare: Kıyıya Vuran Huzur https://edebiyatblog.com/kd-22kare-kiyiya-vuran-huzur https://edebiyatblog.com/kd-22kare-kiyiya-vuran-huzur Bölüm Fotoğrafı: Saeid Anvar

Haftanın ilk gününde dünün yorgunluğu üzerinde olan Gökhan’la Yağız 12’ye kadar uyudu. Sibel’le Atilla işe, Yiğit de okula gittiği için iki delikanlı evde yalnızdı. İlk uyanan Yağız oldu, kaba bir ses çıkararak gerneşen genç adam yatakta sağına döndü ve yan taraftaki koltukta uyuyan Gökhan’a baktı. Gökhan yüzü ona dönük şekilde sol tarafının üzerinde yatıyordu, yanakları biraz kızarmıştı ve yüzüne dökülen saçları neredeyse gözlerini kapatıyordu.

Yağız yatakta oturma pozisyonuna geçtikten sonra esnedi, pikesini üstünden attı ve ayaklarını yere koydu. Komodinindeki telefonun ekranını açıp saati gördüğünde gözleri irice açıldı.

“Yuh!” diye mırıldandı. “Kış uykusuna yatmışız resmen.”

Koltukta uyuyan Gökhan’ın göz kapakları aralandı. Genç adam yatakta oturan Yağız’ı fark ettiğinde gözlerini açıp kapattı ve ona daha dikkatli baktı.

“Günaydın,” dedi onun uyandığını gören Yağız.

“Günaydın,” dedi Gökhan boğuk bir sesle. Sırtüstü uzandı. “Saat kaç?”

“12 olmuş.”

“Ne?” diyen Gökhan ona baktı. “Ciddi misin?”

“Evet.”

“11 saat falan uyumuşum.”

“Dün çok yorulduk, normal. Bir de senin üzerinde ayların yorgunluğu vardı, dün de üstüne tuz biber oldu.”

“Gerçekten öyle ama var ya bebek gibi uyumuşum, çok iyi hissediyorum.”

“Al benden de o kadar. Şimdi de güzel bir kahvaltı hazırlayıp karnımızı doyururuz.”

“Doyuralım. Kurt gibi açım.”

“Ben de.”

Yağız odadan çıkarken Gökhan da yatağından kalktı. Her sabah yaptığı esneme hareketlerini yaptıktan sonra telefonunu eline alıp internete bağlandı. Yeni mesajı yoktu. Göksel’i aramayı sonraya erteleyip banyonun yanındaki tuvalete girdi.

“Kahvaltıya ne yapalım?” diye sordu az sonra banyodan çıkan Yağız. Genç adam elini yüzünü yıkayıp kendine gelmişti. “Ne istersin?”

“Omlet yapalım mı?” dedi üzerini değiştiren Gökhan. Tişörtünü başından geçirmeden önce odanın kapısında duran Yağız’a baktı. “Yanında da klasik kahvaltılıklardan yeriz.”

“Olur. O zaman ben malzemeleri çıkarayım, sen de üstünü değiştirince gelirsin.”

“Tamam kardeşim.”

Gökhan siyah tişörtünü giyip altına da gri şortunu geçirdi. Saçlarını eliyle şöyle bir düzelttikten sonra telefonunu aldı ve Göksel’i görüntülü aradı. Kız arkadaşı saniyeler içinde onun aramasını kabul etti ve yüzü telefonun ekranında belirdi. Genç kadın saçlarını topuz yapmıştı, yüzünde hiç makyaj yoktu fakat sürdüğü nemlendirici ve güneş kreminin etkisiyle cildi sağlıkla ışıldıyordu.

“Günaydın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Yeni mi uyandın?”

“Günaydın,” dedi onun yüzünü incelemeyi bitiren Gökhan. “Aynen, az önce uyandım. Sen ne yapıyorsun?”

“Salonda oturuyordum öyle. Ben uyanalı çok oldu, kahvaltımı edip salona geçtim. Bir şeyler izleyecektim.”

“Biz dün çok yorulunca bugün Yağız’la beraber öğlene kadar uyumuşuz. Evde yalnızız zaten; Yağız’ın ebeveynleri işe, kardeşi de kursa gitti.”

“Kahvaltı mı edeceksiniz?”

“Aynen, çok acıkmışız.”

“Hâliyle. Kendinize güzel bir kahvaltı hazırlayın da karnınızı doyurun.”

“Öyle yapacağız. Sen ne izleyecektin?”

“Bilmem,” dedi Göksel omzunu silkerek. “Henüz karar vermedim.”

“Sen de evde yalnızsın değil mi? Seninkiler işe gitmiştir.”

“Evet, tekim. Sen aramasaydın ben yazacaktım fakat sen önce davrandın.”

“Güne seni görerek başlamak istedim,” diyen Gökhan gülümsedi. “Yüzünü görünce günüm güzelleşiyor.”

“Benim de öyle. Gözlerin şişmiş, çok tatlı görünüyorsun.”

“11 saat uyuyunca şiştiler tabii.” Telefonu yüzüne yaklaştıran Gökhan gözlerini açarak kameraya baktı. “Bu hâlimle tatlı olduğumu düşünüyorsan beni gerçekten seviyorsun demektir çünkü bana kalırsa zombi gibi görünüyorum.”

Göksel küçük bir kahkaha attı. “Hiç de bile,” dedi gülerek. “Çok tatlı görünüyorsun, ayrıca uykulu ses tonun da çok çekici.”

“Hım,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Uyanır uyanmaz senden böyle güzel şeyler duymak iyi geldi, teşekkür ederim bebeğim. Ben de şunu söylemeliyim ki makyajsız çok güzel görünüyorsun. Çok durusun, çok hoşsun.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel yüzündeki kocaman gülümsemeyle. “Beni makyajsız da gördüğüne göre ilişkimiz bir adım daha ilerledi demektir.”

“Sen de benim yeni uyanmış hâlimi gördün, bu da bir adım dersek toplamda iki adım ilerlemiş oluyoruz.”

“Ne güzel işte.”

“Bence de,” diyen Gökhan odadan çıktı ve mutfağa ilerledi. Tezgâhın başındaki Yağız kâseye kırdığı yumurtayı çırpıyordu. “Yağız omleti hazırlıyor.”

Onun sesini duyan Yağız omzunun üzerinden arkadaşına baktı.

“Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu Yağız.

“Göksel’le,” dedi Gökhan. “Kahvaltı etmeden önce bir sesini duyayım, yüzünü göreyim istedim.”

“Selam söyle.”

“Aleykümselam,” dedi onun sesini duyan Göksel. “Kolay gelsin.”

Göksel’in sesini ilk kez duyan Yağız duyduğu bu kalın ama kadınsı ses karşısında şaşırdı. Göksel’in çok narin bir dış görünüşü olduğu için onun ince bir sese sahip olduğunu düşünmüştü fakat genç kadının sesi hiç de düşündüğü gibi değildi. Göksel’in olgun bir sesi vardı.

“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi Yağız.

“Ben de birazdan gelirim,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak.

“Tamam.”

Gökhan mutfaktan çıkıp salona girdi.

“Bugün ne yapacaksınız?” diye sordu Göksel.

“Gündüz evdeyiz,” diye yanıtladı Gökhan. “Yağız’ın yeni bir baterisi var, bir şeyler çalacağız. Akşama da buradaki birkaç arkadaşımızla buluşacağız, Yağız’ın beni tanıştırdığı kişiler.”

“Çok iyi, biraz da onlarla takılırsınız.”

“Öyle yapacağız. Senin bugün için bir planın var mı?”

“Yok, tüm gün evdeyim. Bir şeyler izler, fotoğraf ve video düzenlemeleriyle uğraşırım. Dün iyi gezdik, bugün dinleneceğim.”

“İyi bakalım.”

“Siz Yağız’la karnınızı doyurmaya ve zaman geçirmeye bakın, biz yine konuşuruz.”

“Tamam güzelim. Görüşürüz, öpüyorum seni.”

“Görüşürüz sevgilim, ben de öpüyorum.”

Göksel ona parmaklarıyla bir öpücük gönderdiğinde Gökhan gülümsedi ve ona öpücük attı.

“Bu dudağınaydı,” dedi genç adam. “O pembe, dolgun, öpülesi kiraz dudaklarına.”

“Yağız duyuyordur!” dedi Göksel utanarak. “Serseri. Hadi kapat.”

“Yabancı değil, bir şey olmaz.”

“Olur. Utanıyorum ben.”

Gökhan gülerek, “Tamam tamam,” dedi. “Kapatıyorum. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan aramayı sonlandırınca kendi kendine güldü.

“Duyuyordum,” dedi Yağız mutfaktan. “Pembe, dolgun, öpülesi kiraz dudaklarmış! Böyle bir betimleme en son divan edebiyatı döneminde Fuzûlî tarafından yapılmıştır.”

Gökhan bir kahkaha patlattıktan sonra, “Yine diline düştüm,” dedi. “Ayrıca sen neden bizi dinliyorsun? Çok ayıp.”

“Hemen yan odada konuşuyorsun, insan ister istemez duyuyor.”

“Duymak istemezsen duymazsın.”

“Fuzûlî’den anlamlı dizeler gelmeye devam ediyor,” diye dalga geçti Yağız. “Çok pis dilime düştün oğlum.”

Mutfağa giren Gökhan yavaşça onun kafasına vurdu. “Çok konuşma da kahvaltıyı hazırla, karnım kazınıyor.”

“Kiraz dudaklardan yemeyi deneyebilirsin.”

Gökhan ona vurmak için elini salladığında Yağız geriye kaçtı ve kahkaha attı.

“Son kiraz bükücü seni,” dedi Yağız. “Dolaptan kahvaltılıkları çıkarıp masaya yerleştir hadi.”

“Senin sevgilin olduğunda seni de göreceğim,” dedi Gökhan buzdolabına ilerlerken. “O zaman sen de benim dilime düşersin.”

“Beni kendinle karıştırma çakma Romeo.”

İki dost birbiriyle atışmaya devam ederek kahvaltıyı hazırladı ve masaya oturdu. Yağız’ın yaptığı omlet leziz olmuştu, omleti masadaki diğer kahvaltılıklarla ve taze demlenmiş çayla birlikte mideye indirdiler.

Yağız’ın odasına geri döndüklerinde saat öğlen 1’i geçiyordu. Gökhan, Yağız’ın Tama marka akustik davul setinin taburesine oturup bateriyi yakından incelemeye başladı. Bateri çok hoş bir kırmızı tonundaydı ve asil görünüyordu.

“Canavar gibi duruyor,” diye bir yorumda bulundu Gökhan. Yan taraftaki bagetleri aldı. “Biraz tıngırdatayım. Test sürüşümüzü yapalım.”

“Canavarla tanışmaya hazır ol,” dedi Yağız sırıtarak. “Bir baterim olduğuna hâlâ inanamıyorum. Hayatım boyunca aldığım en iyi hediye.”

“Maddi değeri de yüksek bir hediye fakat manevi değerinin yanında bir hiç.”

“Kesinlikle öyle.”

Gökhan bateriyi çalmaya başladığında yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bagetleri zillere, davula vurup çıkan hoş sesi dinledi ve bunu hızlıca yapıp ortaya bir melodi çıkardı.

“Heyt be!” dedi Yağız. “Baban da mı bateri çalıyordu?”

“Yok, o enstrümanları çalmak yerine duvara vurup kırmayı tercih eder,” dedi Gökhan şakayla karışık. “Bu canavar bizim evde olacağına göre çalmayı bildiğim enstrümanlar listesine yeni bir üye ekleniyor demektir.”

“Şaka amaçlı söylenmesi bile çok kötü lan,” diyen Yağız kaşlarını çattı. “Her ayrıntısıyla korkunç bir şey.”

“Biliyorum, bizzat oradaydım ama üç sene sonra neden düşünüp ilk günkü gibi acıtmasına izin vereyim ki? Dalgasını geçmek daha kolay geliyor.”

“Elbette düşünüp acı çekme. Hepsi geride kaldı, çok eskide.”

“Çok şükür ki,” diyen Gökhan tebessüm etti. “Neyse ne canım, müziğe odaklanalım. Bana bateri çalmayı öğretmeye ne dersin? Oldukça hevesli olduğumu söylemeliyim.”

“Temel olarak biliyorsun.”

“Biliyorum ama en baştan senden dinlemek isterim.”

“Konservatuvar öğrencisinden müzik öğretmenliğine terfi ettim demek, bana hava hoş.”

Yağız ona bateri çalmayı bateri üzerinden uygulamalı olarak anlatırken Gökhan onu can kulağıyla dinledi. Yağız’ın da söylediği gibi Gökhan temel olarak bateri çalmayı, enstrümanın çalışma mekanizmasını biliyordu ­—tıpkı pek çok enstrüman gibi­— ama pek pratik yapma fırsatı olmamıştı ve bir parçayı baştan sona çalacak birikime sahip değildi. Yağız ona bateri hakkında öğrendiği her şeyi tıpkı bir öğretmen gibi aktardı.

“Burada işin sırrı pratik yapmak,” diye bitirdi sözlerini Yağız. “Yoksa John Bonham da gelip sana bateriyi anlatsa sen kendin çalmadığın sürece bir adım ilerleyemezsin. Senin de çok iyi bildiğin üzere enstrüman çalmaktaki asıl sihir yetenek değil, pratiktir. Çalmayı öğrenirken onlarca videosunu izlediğim kanallar var, istersen sen de onları izler ve onlarla pratik yaparsın.”

“Çok iyi olur,” dedi Gökhan. “Zaman buldukça düzenli bir şekilde çalmak isterim.”

“Ne zaman istersen.”

“Eyvallah kardeşim. O zaman ben bateriyi ustasına teslim edeyim ve bir gitar kapayım. Jackson Bey beni bekler.”

“Ne çalalım? Şaka şaka, tabii ki Yavuz Baba’yı çalacağız. Bir Yaşamak İstemem patlatır mıyız? Girişini.”

“Anasını bile satarız!”

Yağız bir kahkaha patlatırken, Gökhan da gülerek Yağız’ın Jackson marka elektro gitarını aldı ve amfiye bağladı. Genç adam ses ayarlarını yaparken baterinin taburesinde oturan Yağız onu izledi.

“Benim gitarımı benden iyi çalmak üzeresin,” dedi Yağız. “Biraz kıskanıyor olabilirim ama çok az.”

“Sen de çok iyi bir gitaristsin,” dedi Gökhan gitarı omzuna asarken. “Kendine haksızlık etme.” Pena kutusundan rastgele bir pena aldı ve gitarın sesini kontrol etti. “Pedalları açayım ve başlayalım, olur mu?”

“Olur.”

Gökhan gereken tüm hazırlıkları yaptığında artık şarkıyı çalmak için hazırdılar.

“Başlıyoruz,” dedi Gökhan. “Son iki üç dört.”

Gökhan şarkının başındaki bol efektli girişi çaldıktan sonra Yağız da bateriyi çalmaya başladı ve beraber şarkıya girdiler. Gökhan kafasını baterinin ritmine uygun olarak sallarken yüzünde zevk dolu bir ifade vardı. Bu şarkı en sevdiği Çetin parçalarından biriydi ve hem dinlemeyi hem de çalmayı çok istiyordu. Yağız’ın yüzünde de bir gülümseme vardı. Gökhan gibi olağanüstü bir gitaristle birlikte çalmak onun için her zaman büyük bir zevkti.

“Ne şarkı be!” dedi Yağız girişi çalmayı bitirdiklerinde. “Efsane.”

“Solosunu da çalalım mı?” dedi Gökhan. “Biraz daha ısınmış oluruz.”

“Çalmaz mıyız yahu? Ama önce soloyu duymam lazım, bir hatırlatma yapalım.”

“Çalayım, ayıpsın.”

Gökhan şarkının solosunu çalmaya başladığında Yağız notaları hemen hatırladı.

“Tamam, hatırladım.”

Bu sefer de şarkının efsanevi solosunu çalmaya başladılar. Bateriyi çalan Yağız’ın yüzü gülüyordu, Gökhan’sa usta parmaklarıyla gitarda harikalar yaratırken çoğu zaman gitara bakmıyor ve duyduğu şeyin tadını çıkarıyordu. Çetin’in şarkıları çalması zor parçalardı fakat yıllardır onun parçalarını çalan Gökhan’ın çoğu zaman gitara bakmasına gerek bile yoktu. Genç müzisyen ne çaldığını çok iyi biliyordu.

“Sen bu sporu yapıyorsun,” dedi Yağız soloyu da bitirdiklerinde. “Seni dinlemeyi özlemişim, seninle çalmayı ise daha çok özlemişim.”

“Ben de öyle,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sen de bateride epey gelişmişsin, hazirandan bu yana çok yol kat etmişsin.”

“Teşekkür ederim Gök, bunu duymak sevindirdi. Hadi bir şeyler daha çalalım.”

İki arkadaş Yiğit okuldan dönene kadar enstrümanlarla vakit geçirdi. Yiğit okuldan dört sularında döndü ve ağabeyiyle Gökhan’ı ağabeyinin odasında otururken buldu.

“Hoş geldin,” dedi Yağız’la Gökhan.

“Hoş buldum,” diyen Yiğit sandalyeye oturdu.

“Okulun ilk günü nasıldı?” diye sordu Gökhan.

“Fena değildi. Çok boş vaktimiz oldu, ödevlerimi yaptım.”

“Aferin.”

“Siz neler yaptınız?”

“Ayıptır söylemesi 12’de uyandık,” diye cevapladı Yağız. “Kahvaltı ettikten sonra soluğu burada aldık, o zamandan beri de çalıyoruz.”

“Hani bensiz çalmayacaktınız?”

“Bu akşam olmaz ama yarın akşam size küçük bir konser veririz, onun için prova yaptık diyelim.”

“Biraz erken bir prova olmuş ama öyle olsun bakalım. Yemek ne durumda? Yapmadın sanırım.”

“Seninle yaparız,” diyen Yağız kardeşine gülümsedi. “Yardım edersin.”

“Ben okuldan geldim ya, yemekle falan uğraştırma.”

“Okulda taş taşıdın sanki, zırlama.”

“Ders çalıştım, fiziksel olarak pek bir şey yapmamış olsam da zihinsel olarak epey yoruldum.”

“Ağza bak ağza, başıma Einstein kesildi lavuk.”

“Şşh,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak. “Çocuk okulda yorulmuştur, yemeği biz yaparız. Hem buranın benim de evim olduğunu sen söylüyorsun ve ben evimde yemek yaparım.”

“Bak bak,” dedi Yağız, Gökhan’ı göstererek. “Gökhan adamlığın kitabını yazmış, oku da örnek al.”

“Eyvallah ama uğraşma çocukla. Mantarlı tavuk soteyle pilav yapalım mı?”

“Güzel seçim. Çorba olarak da hazır Ezogelin çorbası var, onu pişiririz. Sen ne dersin Yiğit?”

“Allah derim,” dedi Yiğit. “Mantarla tavuğu almaya giderim, siz de yemeği hazırlarsınız.”

“Olur. Sana para vereyim de marketten bir koşu gidip al.”

Yiğit markete gidip malzemeleri aldıktan sonra Gökhan’la Yağız yemeği hazırladı. Ebeveynlerinin ikisi de çalıştığı için tatil günlerinde yemek işini Yağız’la Yiğit hallediyordu. Sibel oğullarına yemek, temizlik, bulaşık, çamaşır gibi tüm ev işlerini öğretmiş ve onları tek başlarına hayatta kalacak donanıma sahip hâle getirmişti. Yağız da üç senedir İstanbul’da okuduğu ve evde yaşadığı için tüm ev işlerinde kendisini çok geliştirmişti.

Saatler altıyı geçerken Sibel’le Atilla eve birkaç dakika arayla döndü. Atilla çalıştığı fabrikanın servisiyle işe gidip geliyordu; Sibel de genelde arabayı kullanıyor, bazen de evlerine yakın olan iş yerine yürüyerek gidip geliyordu. Bugün Gökhan’la Yağız’ın evde olacağını bildiği için arabayı almıştı.

“Ne güzel kokutmuşsunuz,” dedi mutfağa giren Sibel. “Mantar ve tavuk kokusu alıyorum, sote mi yaptınız?”

“Evet,” dedi Yağız. “Yiğit malzemeleri aldı, Gökhan’la ben de yemeği yaptık.”

Tencerenin kapağını kaldıran Sibel yemeğe baktı. “Leziz görünüyor, ellerinize sağlık. Üstümüzü değiştirip elimizi yüzümüzü yıkayalım da yiyelim.”

Dakikalar içinde yemek masasında toplandılar.

“Bugün neler yaptınız?” diye sordu Atilla.

“Öğlene kadar uyuduk,” dedi Yağız. “Kahvaltı ettik, Yiğit dönene kadar bir şeyler çaldık; sonra akşam yemeğini hazırladık ve şimdi de yiyoruz.”

“Yağız’ın baterisini beğendin mi Gökhan?”

“Çok beğendim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçek bir canavar. Çok iyi bir bateri tercihi yapmışsınız.”

“Gönül isterdi ki daha iyisi olsun ama gücümüzün yettiğini aldık.”

“O nasıl laf öyle?” dedi Yağız babasına bakarak. “Sahip olduğum en iyi şeylerden biri, duymamış olayım. Daha iyi bir bateri düşünemezdim.”

“Harika bir evlatsın.”

“Harika ebeveynlersiniz,” dedi Yağız sevgiyle onlara bakarak. “Harika bir aileyiz. Beşimizin bir arada olmasını özlemişim.” Gökhan’ın omzuna dokunup gülümsedi. “Bu ortamı özlemişim.”

Gökhan güldü ama dolan gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Bu aile onun için çok kıymetliydi, bu aileyle geçirdiği anlar onun için çok şey ifade ediyordu. Hiçbir kelimeyle anlatılamayacak, sadece kalbin derinliklerinde hissedilebilecek bir şey.

“Duygulandırmasına yahu,” dedi Sibel duygulu bir sesle. “Hadi yemeklerinizi yiyin. Arkadaşlarınızla ne zaman buluşacaksınız?”

“Yediden sonra,” dedi Yağız. “Yemeğimizi yedikten sonra hazırlanıp çıkarız.”

Aile üyeleri sohbet ederek akşam yemeğini yediler. Diğerleri mutfağı toparlarken Yağız’la Gökhan da buluşma için hazırlandı. Yağız’ın liseden yakın arkadaşları İlke, Efe, Meriç ve Ebrar’la buluşacaklardı. Yağız onlarla Gökhan’ı birinci sınıfın yaz tatilinde tanıştırmıştı ve o zamandan beri Gökhan Balıkesir’e geldiğinde görüşüyorlardı. Onlar Gökhan’ı sevmişti, Gökhan da onları sevmişti.

“Yürüyen karizma be!” dedi Gökhan’ı süzen Yağız. Gökhan üstüne beyaz bir gömlek, mavi kot pantolon giymiş; her zamanki takılarını takmış, uzamış saçlarını da ön tutamları alnına gelecek şekilde şekillendirmişti. “Kızların senden uzak durması için alnına sevgilim var yaz da Göksel’le sıkıntı çıkmasın.”

“Kızlar da beni bekliyordu zaten,” dedi Gökhan. “Ben hayatımın aşkını bulup piyasadan çekildim. Öncesinde de piyasada olduğum söylenemezdi gerçi, kendi hâlimde takılıyordum.”

“Göksel şu an seni duyamaz.”

“Hadi canım, ben de Fatih’teki evinde oturmuş beni dinliyor zannediyordum.”

“Saçını yapmamış olsan ensene şaplağı yerdin ama dokunmayayım hadi. Hazırsan çıkalım, bizimkiler çıkmış.”

“Gördüğün üzere hazırım.”

Yağız arabanın anahtarını aldıktan sonra evden ayrıldılar. Balıkesir’in ana caddelerinin birindeki kafede buluşacaklardı, kafe evlerine uzak sayılmazdı ama yürümek istemedikleri için ulaşımı arabayla yaptılar.

“Sen ehliyeti ne zaman alacaksın?” diye sordu Yağız yolda giderlerken. “İlk fırsatta al da arabayı hep ben sürmek zorunda kalmayayım.”

“Daha çok var,” dedi Gökhan. “Okul bitmeden alamam. Okul başlıyor, yarı zamanlı çalışmaya geçeceğim ve zaten üç kuruş para kazanırken bir de ehliyet masrafını karşılayamam.”

“Sen de haklısın. Neyse, önümüzdeki yazdan sonra şoför koltuğunda seni görürüz artık.”

“Hayırlısı.”

Kafeye vardılar. Diğerleri gelmiş, köşedeki bir masaya oturmuştu bile. Kafeye girince onları fark eden ikili, arkadaşlarının oturduğu masaya ilerledi. Kısa bir selamlaşma merasimi yaşandı, ardından hepsi masaya oturdu. Kış tatilinden bu yana görüşmeyen Gökhan ve diğerleri nasıl olduklarına, neler yaptıklarına dair sohbet etti.

“Okullar başlamadan görüşmemiz iyi oldu,” dedi Meriç. “Bu hafta hepimizin Balıkesir’de olduğu son hafta. Ben ve Ebrar hafta sonu gidiyoruz, Yağız zaten hafta içi seninle dönecek diye biliyorum.”

“Aynen, çarşamba İstanbul’a döneceğiz,” diye onayladı Gökhan. “Gitmeden sizi yakaladığıma sevindim.”

“Biz de öyle,” dedi İlke. “Yaz nasıldı diyeceğim ama çalıştığını biliyorum, iş güç uğraşıp durmuşsundur.”

“Evet, zamanımın çoğu işte geçti fakat işten artakalan zamanlarda da arkadaşlarımla görüşme, eğlenme, müzikle ilgilenme fırsatım oldu. Yoğundu, dolu dolu geçti.”

“Ne güzel. Kız arkadaşınla olan hikayeyi de gördüm, hayırlı olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Çok güzel bir kızmış,” diye konuşmaya katıldı Ebrar. “Biraz bahsetmek ister misin? Ama bundan önce sormak istediğim bir soru var: Saçları boya mı?”

Gülümseyen Gökhan, “Doğal rengi,” dedi. “İsmi Göksel, fotoğrafçı ve bu alanda eğitim alıyor. Sahne aldığım kafeye geldiğinde tanıştık, konu buraya kadar geldi.”

“Göksel mi? Senin isminle ne kadar uyumlu.”

“Gerçekten,” dedi İlke. “Ona da kısaca Gök diyorlar mıymış? Diyorlardır.”

“Evet,” dedi Gökhan. “Bazen birbirimize de böyle sesleniyoruz.”

“Çok tatlı. Tekrardan hayırlı olsun, umarım çok mutlu olursunuz.”

Diğerleri de benzer şeyler söyleyince Gökhan hepsine teşekkür etti. Siparişlerini veren gençler iki saat boyunca sohbet etti. Yağız bulunduğu her ortamın olduğu gibi bu ortamın da neşesi oldu, esprileriyle masayı pek çok kez kahkahalara boğdu. Gökhan da bu eğlenceli ortamın tadını çıkardı, başka hiçbir şeyi düşünmeden arkadaşlarıyla sohbet edip vakit geçirdi. Yarın erkenden kalkıp işe gitme düşüncesi olmadan bir yerde oturup arkadaşlarıyla vakit geçirmek, anın tadını çıkarmak onun için muhteşem bir histi.

“Yarın ne yapacaksınız?” diye sordu Efe.

“Ayvalık’a gideceğiz,” dedi Yağız. “Pazar günkü gibi sabahtan akşama kadar denizde olacağız, serin suların sefasını süreceğiz.”

“Sürün tabii. Sen tüm yaz denizdeydin zaten ama Gökhan bu sene ilk kez tatil yapıyor, çocuk biraz tadını çıkarsın.”

“Hiç merak etme,” dedi Gökhan. “O iş bende. Pazar günü inanılmaz iyi vakit geçirdim, bir günde bile bronzlaştım resmen; yarın da yine bol yüzmeli ve güneşlenmeli bir gün olacak.”

“Benim yerime de yüzüp güneşlenin.”

“Sen de Yağız gibi denize doymadın,” dedi İlke ona bakarak. “Bu yaz o kadar denize gittin ki kararmaktan ırk değiştirdin resmen.”

“Yani? Ne olmuş? Yaz tatilleri denize girmek ve bronzlaşmak için vardır.”

“Haklı,” diye ona arka çıktı Yağız. “Yazın denize girmeyip de ne yapacağız? Hele de Balıkesir gibi bir şehirde yaşarken.”

Yağız ve Efe yumruk tokuştururken İlke onlara yandan bir bakış attı, Gökhan’sa genç kadına bakarak gülümsedi.

“Fotoğraf çekilelim,” dedi Ebrar. “Hem hatıra kalır hem de hesaplarımızda paylaşırız. Meriç sen başta oturuyorsun zaten, kolların da uzun; sen çeker misin?”

“Çekerim,” diyen Meriç telefonunu çıkardı ve kamerasını açtı. “Gülümseyin beyler ve bayanlar.”

Hepsi poz verdiğinde Meriç deklanşöre bastı.

“Bir tane daha,” dedi İlke. “Hiç bozmayın.”

Meriç bir fotoğraf daha çekti. Hepsi fotoğrafları beğenince Meriç fotoğrafları onlara gönderdi.

“Güzel çıkmışız,” dedi gülümseyerek fotoğrafa bakan Gökhan. “Hikayemde paylaşacağım.”

“Ben de atarım,” dedi Yağız. “Kankalarımla İstanbul’a dönmeden son bir kez buluşmuşum, bunu atmayacağım da neyi atacağım?”

Gökhan fotoğrafı hikayesinde paylaşmak üzere seçti, Balıkesir’i konum olarak ekledi ve fotoğrafın altına da bir mavi kalp koyduktan sonra fotoğrafı paylaştı.

“Kalabalık olduğumuz için bizi etiketlemeye üşendin değil mi?” diye sordu Yağız.

“Tanıyorsun malını,” dedi Gökhan gülerek. “Sen etiketlersin, almak isteyen senden alsın.”

Gençler sohbet etmeye devam ederken İstanbul’daki evinde odasına çekilen ve sosyal medya hesabına giren Göksel, erkek arkadaşının yeni bir hikaye paylaştığını görerek hikayesini açtı. Fotoğrafta ikisi tanıdık —Yağız’ı Gökhan’ın hesabındaki birkaç fotoğrafta görmüştü—, dördü yabancı altı yüz vardı; hepsini inceledi ama bakışları Gökhan’ın yüzünde daha uzun süre gezindi. Erkek arkadaşının bronzlaşmış yüzünü süsleyen tatlı gülümsemesini, alnına doğru şekillendirdiği düz saçlarını, beyaz gömleğini ve gömleğin açık yakasından görünen gerdanını uzunca inceledi.

Genç adam kesinlikle baş döndürücü görünüyordu.

Göksel onun hikayesini beğendikten sonra hikayesine yanıt olarak üç tane sarı kalp gönderdi.

Bildirim seslerini duyan Gökhan telefonunu eline aldı. Göksel’in hikayesini beğendiğini ve hikayesine sarı kalp attığını görünce gülümseyerek mesaj bildiriminin üstüne dokundu.

“Göksel mi?” diye sordu onun telefonuna bakan Yağız. “Kalp atmış.”

“Aynen,” dedi Gökhan bakışlarını ekrandan ayırmadan. “Ben de cevap vereyim.”

Gökhan da cevap olarak üç tane mavi kalp gönderdi.

“Fenerbahçeli sevgililer gibisiniz,” dedi Yağız. “Sarı, lacivert; en büyük Fener.”

“Ha ha ha!” dedi gözlerini kısan Gökhan. “Sarı Göksel’in en sevdiği renk olduğu için genelde sarı kalp atıyor, ben de maviyi çok sevdiğim için mavi atıyorum.”

“Olsun, yine de Fenerbahçeli sevgililere benziyorsunuz. Sen takım tutmuyorsun, Göksel tutuyor muymuş?”

“Hiç konusu geçmedi ama sanmıyorum, Göksel futbolla ilgilenecek biri değil.”

“Tam kafana göre birini bulmuşsun.”

“Ne sandın? Biz sanatla ilgileniyoruz, spor ilgimizi çekmiyor.”

“Tamam Mozart.”

Gökhan dirseğiyle yavaşça ona vurduğunda Yağız sırıttı. Gökhan’la uğraşmak, onu sinir etmek yapmayı en çok sevdiği şeylerden biriydi.

Saatler 10’a yaklaşırken grup üyeleri ayaklandı.

“Bugün bendensin,” dedi Yağız, Gökhan’a dönerek. “Hesabı ben öderim.”

“İyi bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Eyvallah kardeşim benim.”

Diğerleri kendi siparişlerini ödedikten sonra Yağız da Gökhan’la kendisinin siparişlerini ödedi.

“Çok güzel bir akşamdı,” dedi İlke dışarı çıktıklarında. “Size şimdiden iyi yolculuklar dilerim beyler. Okulda da bol şans.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Yağız onun koluna dokunup gülümseyerek. “Hepimiz için başarılı bir okul yılı olur umarım.”

Vedalaşan grup üyeleri dağıldı. Diğerleri yakınlardaki evlerine yürürken, Gökhan’la Yağız da arabaya binip kendi evlerine doğru yola koyuldu. Saat geç olduğu için etraf çok tenhalaşmıştı.

“Güzel vakit geçirdin mi?” diye sordu Yağız. “Özlemiş misin bizimkileri?”

“Özlemiştim tabii,” dedi Gökhan. “Harika vakit geçirdim. Arkadaşlarımla zaman geçirmek benim için her daim çok keyifli bir aktivite.”

“Benim için de öyle. İstanbul’a dönmeden bizimkileri de son bir kez görmüş oldum, iyi oldu.”

“Evet, bir daha kış tatiline kadar görüşemezsiniz.”

“Aynen.”

“İstanbul’a döndüğümüzde,” dedi Gökhan konuyu istediği meseleye getirerek. “Seni Göksel’le tanıştırmak istiyorum. Sen de ister misin?”

“Harbi mi?” diye sordu ona dönen Yağız.

“Harbi. İlişkimizin çok başındayız ama Göksel gerçekten sevdiğim ve değer verdiğim biri; en yakın arkadaşımla tanışmasını çok isterim.”

“Ben de çok isterim,” dedi Yağız gülümseyerek. “Kardeşimi bu kadar mutlu eden, ona iyi gelen kişiyle tanışmak isterim.”

“O zaman İstanbul’a döndüğümüzde bir buluşma ayarlarız.”

“Olur.”

İkili eve geri döndüğünde Sibel’le Atilla’yı salonda dizi izleyip meyve yerken buldular, Yiğit’se odasındaydı.

“Hoş geldiniz çocuklar,” dedi Sibel. “Buluşmanız nasıl geçti?”

“Hoş bulduk,” diyen Yağız kendini koltuğa attı. “Güzeldi, epey sohbet ettik.”

“İyi yapmışsınız. Gökhan özlemiş misin buradakileri?”

“Özlemişim elbette,” diye yanıtladı Gökhan. “Aylar sonra görüşmek, sohbet etmek çok iyi geldi.”

“İyi bakalım. Meyve ister misiniz? İçerseniz çay da var.”

“Ben bir şey yiyip içmeyeceğim.”

“Ben de öyle,” dedi Yağız. “Yiğit odasında mı?”

“Evet,” dedi Atilla. “Çayını ve meyvesini alıp odasına çekildi. Oyun oynuyor sanırım.”

“Bak sen, gidip bir kontrol edeyim.”

“Ben de geleyim,” dedi Gökhan onun peşinden ayağa kalkarak.

Yağız’la Gökhan Yiğit’in odasına girince delikanlıyı bilgisayarda oyun oynarken buldular.

“Siz mi geldiniz?” dedi Yiğit kulaklıklarını çıkararak. “Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk,” diyen Yağız kardeşinin yanına ilerleyip bilgisayar ekranına baktı. “CS ha? Üstelik bensiz? Yazıklar olsun.”

“Sen dışarıda arkadaşlarınla takılıyorsun diye oynamasa mıydım? Çok da eğlenceli vakit geçirdim.”

“Benim de canım çekti bak.”

“Oynayalım mı?” diye sordu Gökhan. “Benim de oynayasım geldi şu an.”

“Gel oyna ağabey,” diyen Yiğit sandalyesinden kalktı. “Sana müsaade ediyorum.”

“Valla oynarım,” diyen Gökhan sandalyeye oturdu. “Sizin kadar iyi değilim ama benim de birkaç numaram var.”

“Ve Gökhan Uygur CS’de,” dedi Yağız bir sunucu edasıyla. “Burası karışacak, vaziyet alın.”

“Bu parmaklar sadece enstrüman çalmıyor,” dedi Gökhan parmaklarını çıtlatarak. “Hadi ava çıkalım beyler. Yüksek ihtimalle ava giderken avlanacağım ama biz eğlenmemize bakalım.”

***

Kalabalık olmayan sahil sakindi. Bir grup kumsalda güneşlenirken bir grup da denizde yüzüyordu. Gökhan ve Yağız da denizdeydi, denizin üstünde yatan delikanlılar elleriyle ayaklarını hafifçe sallayarak hem denizin hem de tepede parıl parıl parlayan güneşin tadını çıkarıyordu.

Saat 12 olmak üzereydi, buraya vardıklarında saat 9’u biraz geçiyordu ve o zamandan beri denizin içindeydiler. Derinlerde beraber uzun uzun yüzdükten sonra kıyıya yaklaşmış ve suya uzanmışlardı.

“Şu an kafamda Bikinisinde Astronomi çalıyor,” dedi Yağız. “Huzuruma huzur katıyor.”

“Güzel şarkı,” diyen Gökhan gülümsedi. Onun da gözleri arkadaşı gibi kapalıydı. “Söylesene.”

Yağız şarkıyı söylemeye başladığında Gökhan’ın gülümsemesi genişledi. Yüksek bariton olan Yağız’ın sesinin rahatlatıcı bir tonu vardı, özellikle de pes sesleri bir ninni gibi yatıştırıcıydı. Gökhan onu dinlemeyi çok seviyordu, onun ses tonunu çok beğeniyordu ve böyle güzel bir ses tonu bir de eğitimli olunca insanda hayranlık uyandırıyordu.

“Sıkılırsan güneşten,” diye başlayan kısımda Gökhan ona eşlik etmeye başladı ve şarkıya beraber devam ettiler. “Gece oluruz erkenden / Sen istersen.”

Gökhan’ın tiz sesiyle Yağız’ın pes sesi karışınca ortaya büyülü bir ses çıkıyordu. Suyun üstünde usulca hareket eden iki dost düet yaptı, onları şarkının onun ağzından yazıldığı deniz dinledi.*

(*: Bu şarkının denizde boğulan bir kadın hakkında denizin ağzından yazıldığı biliniyor.)

“Ağzımıza, yüreğimize sağlık,” dedi Yağız şarkı bitince. “Güzel söyledik.”

“Bence de,” diye ona katıldı Gökhan. “Seninle şarkı söylemeyi özlemişim.”

“Ben de öyle. Karnım acıktı, kıyıya çıkıp bir şeyler yiyelim mi?”

“Olur, ben de acıktım.”

Denizden çıkan iki arkadaş kumsalın ilerisine park ettikleri arabaya ilerledi. Yemek için yanlarında poğaça, gazoz ve atıştırmalık olarak bisküvi getirmişlerdi. Poğaçalarla gazozları, oturmak için plaj havlusunu ve telefonlarını alıp kumsala geri döndüler.

“Deniz insanı ne kadar acıktırıyor,” diyen Gökhan poğaçadan büyük bir ısırık aldı. “Şunları yiyeyim de kendime geleyim.”

“Ayvalık’a gelmişken Ayvalık tostu yemeden olmaz,” dedi Yağız. “Dönüşte tost yiyelim.”

“Ben de aynısını düşünüyordum. Buraya kadar gelmişken Ayvalık tostu yemeden dönmem.”

Sohbet ederek karınlarını doyurdular.

“Ben bir Göksel’i arayayım,” dedi Gökhan. “Çoktan uyanmıştır, bir sesini duyayım.”

“Ara bakalım Romeo,” dedi Yağız ona yandan bir bakış atarak. “Ben de sap hâlimle Instagram’da gezinirim.”

“Kimseyi istemeyen sensin.”

“Evet ama sap muhabbeti yapmak hoşuma gidiyor.”

“Manyak. Görüşmeyi kısa tutarım, merak etme.”

Ayağa kalkan Gökhan uzaklaşırken Yağız onun arkasından baktı.

“Sırıtmasına saniyeler kaldı,” diye düşündü genç adam. Gökhan yan dönünce onun güldüğünü gördü. “İşte. Göksel telefonu açmış bile.”

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Gökhan.

“Video düzenliyordum,” diye cevapladı Göksel. “Sen ne yapıyorsun?”

“Bugün çalışma günü anlaşılan. Biz de dediğim gibi Ayvalık’a geldik, kumsaldayız şimdi; bir şeyler yedikten sonra seni aradım.”

“Ne yediniz?”

“Poğaçayla gazoz getirmiştik, onları yedik.”

“Afiyet olsun ama Ayvalık tostundan da yiyin.”

“Yiyeceğiz tabii ki,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Dönüşte yeriz.”

“İyi bakalım. Tatil nasıl gidiyor?”

“Harika. Sabah epey yüzdük, birazdan yine denize girer ve yüzmeye devam ederiz. Hava çok güzel, su da öyle.”

“Sadece Yağız’la sen varsın değil mi?”

“Aynen, ikimiziz. Sibel ablayla Atilla ağabey çalışıyorlar, Yiğit de okulda.”

“İki kafadar beraber takılıyorsunuz desene. Ayvalık güzel bir yer, tadını çıkar.”

“Hiç geldin mi?”

“Birkaç kez gittik,” dedi Göksel. “En son üniversitenin birinci sınıfının yaz tatilinde gitmiştik, ondan önce de lisede ve ortaokulda gittik.”

“Bak sen, o zaman buraları da biliyorsun.”

“Evet, gelip gördüm. Ayvalık, Edremit, Gömeç gezdiğim yerlerden.”

“Bir gün beraber gezelim,” dedi Gökhan. Yüzünde şirin bir gülümseme vardı. “Mesela önümüzdeki yaz olabilir.”

“Hım,” diyen Göksel’in sesi oldukça keyifli çıktı. “Çok güzel olur. Benden daha iyi biliyorsundur, beni gezdirirsin.”

“Benim de çok bildiğim söylenemez ama tanıdığım yerler, beraber keşfederiz.”

“O zaman anlaştık?”

“Anlaştık. Dün Yağız’a da sizi tanıştırmak istediğimi söyledim, o da memnuniyetle kabul etti. Bu cumartesi buluşabiliriz, Parça’ya gelirsen orada hep beraber vakit geçiririz. Ne dersin?”

“Bu cumartesi olmaz,” dedi Göksel. “Kızlarla buluşacağım. Akşamı onlarla geçireceğim.”

“Öyle mi? Planınız ne?”

“Beşiktaş’ta bir yere oturup zaman geçireceğiz. Okullarımız başlamadan önce son bir kez buluşup eğlenmek istedik. Ahsen, Şevval ve Sinem olacak, seninle tanıştığım akşam yanımda olan arkadaşlarım. Aslında Ahsen’le Şevval’in dönemi başladı bile ama daha ilk hafta olduğu için henüz tam anlamıyla başlamış sayılmaz. Geçen hafta hepimiz müsait olamadık ama bu hafta programlarımızı buna göre ayarladık, sizinle görüşmeyi de çok isterim ama kızları ekmem mümkün değil.”

“Yok canım, elbette ekme,” dedi Gökhan hemen. “Böyle bir şeyi asla istemem, düşünmem bile. Hem zaten acelesi yok. Biz de önümüzdeki hafta görüşürüz.”

“Tamam ama Parça’da buluşmasak olur mu? Sen sahnedeyken Yağız’la yalnız kalırım, gerilirim ve muhtemelen çok fena saçmalarım. Senin her zaman yanımızda olduğun bir yerde buluşsak çok daha iyi olur.”

Gökhan gülerek, “Tamam o zaman,” dedi. “Pazar iş çıkışımdan sonra görüşebiliriz. Bu hafta Aras’la dersim var, okulum da başlayacağı için işlerim olur fakat önümüzdeki pazar gününe ayarlamalarımı yaparım. Uygun mudur güzelim?”

“Hem de çok uygundur,” dedi Göksel rahat bir nefes alarak. Yağız, Gökhan’ın en yakın arkadaşı ve aynı zamanda ev arkadaşı olduğu için ondan çekineceğini biliyordu ve onun yanında ne suspus oturmak ne de konuşunca saçmalamak istiyordu; bu yüzden Gökhan’ın sürekli masada olacağı ve ortama canlılık katacağı bir tanışma olması onlar için en iyisiydi. “Ayrıntıları yine konuşuruz. Önümüzde bir haftadan uzun bir süre var nasıl olsa.”

“Aynen, tabii ki konuşuruz. Hepimize uyacak şekilde bir görüşme ayarlarız. O günü sabırsızlıkla bekliyorum.”

“Bir de bana sor,” diye mırıldandı Göksel. Bu tanışma için gergindi. “Yarın dönüyorsunuz değil mi?”

“Evet, yarın akşam İstanbul’da olacağız.”

“Bilet aldınız mı?”

“Henüz almadık, ya bu akşam ya da yarın sabah alırız. Yine otobüsle geliriz zaten, çok fazla sefer oluyor.”

“Bileti alınca bana haber ver lütfen.”

“Veririm güzelim. O zaman ben şimdi kapatayım, sana video düzenlemede kolay gelsin.”

“Teşekkür ederim. Size de iyi eğlenceler.”

Vedalaşan çift konuşmayı sonlandırdı. Gökhan, Yağız’ın yanına döndüğünde genç adamı söylediği gibi sosyal medyada gezinirken buldu.

“Görüşmeniz bitti demek çifte kumrular,” dedi onu fark eden Yağız. “Denize geri dönelim mi?”

“Dönelim.”

Eşyalarını yeniden arabaya koyduktan sonra denize koştular ve kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar. İki dost saat 5’e kadar denizde vakit geçirdi. Açılıp derinlerde yüzdüler, Gökhan’ın hepsini kaybettiği yüzme yarışları yaptılar, suyun üzerine uzanıp bedenlerini gevşettiler. Pazar günü gibi bugün de Gökhan için muhteşem bir gün oldu. Denizden çıktıklarında saatler beşi birkaç dakika geçiyordu ve iki dostun da karnı kazınıyordu.

“Öldüm,” diyen Gökhan kendini kumlara atıp yere uzandı. “Çok eğlendim ama öldüm.”

“Hayatın özetini yaptın şu an,” diyen Yağız da onun yanına uzandı. “Ne yüzdük be! Kardiyo yapmış kadar olduk.”

“Sadece kardiyo mu? Ben tüm sporları yapmış kadar oldum.”

Gülüştüler.

“Biraz dinlenelim,” dedi Gökhan. “Güneşlenmiş de oluruz, sonra gideriz.”

“Olur,” diye onayladı Yağız. “Yemek yeriz, sonra da Balıkesir’e döneriz. Bizimkiler aradı mı acaba? Aradılarsa da aradılar, şu an kalkıp arabaya gidemem.”

“Gidince bakarsın.”

15 dakika boyunca kumsalda yatıp hem dinlenip hem de güneşlendikten sonra ayaklandılar. Arabadan kıyafetlerinin olduğu çantayı alıp ilerideki duşlara ilerlediler. Her yerleri kum olmuştu, sahilden ayrılmadan önce duş alıp temizlenmeleri gerekiyordu.

“Saçlarımda milyarlarca kum tanesi var,” dedi Yağız ellerini uzun saçlarının arasına sokarak. “Bunun olacağını bildiğim için yanımda şampuan getirmiştim.”

“Ben de istiyorum,” dedi Gökhan. “İnsan içine çıkmadan önce saçlarımı bir temizleyeyim.”

İki arkadaş duş alıp temizlendikten sonra temiz havlularla da kurulandılar ve kıyafetlerini giydiler. Gökhan kısa kollu beyaz bir tişörtle gri şortunu getirmişti, Yağız da mor tişörtüyle siyah keten şortunu giydi.

“Balık formumdan insan formuma geçiş yaptım,” dedi çantayı omzuna asan Yağız. “Hadi gidelim.”

Yağız onları çok meşhur bir tostçuya götürdü. Genç adamın yazları tatil beldelerinde geçtiği için buraları çok iyi bilirdi. Tostçuya oturan iki arkadaş Ayvalık tostuyla yayık ayran sipariş ettiler. Siparişlerini beklerken Yağız da annesiyle konuştu ve ona sahilden ayrıldıklarını, tost yiyip karınlarını doyurduktan sonra Balıkesir’e döneceklerini söyledi.

“Tosttan sonra dondurma da yiyelim,” dedi Gökhan. “Canım Maraş çekti.”

“Yeriz,” dedi Yağız. “Her zaman gittiğimiz dondurmacıya gideriz.”

“Anlaştık.”

Karınlarını doyurup dondurmalarını da yedikten sonra yola koyulan ikili eve döndüğünde saat yediyi çeyrek geçiyordu. Tüm aile halkı evdeydi.

“Hoş geldiniz,” dedi kapıda onları karşılayan Sibel. İkilinin kızarmış yanaklarına bakıp gülümsedi. “Yanmışsınız.”

“Tüm gün güneşin altında durunca normal,” dedi plaj çantasını yere koyan Yağız. Annesinin yanağını öptü. “Hoş bulduk sultanım, nasılsın?”

“İyiyim. Siz nasılsınız, neler yaptınız?”

“Yüzdük, yüzdük, sonra yine yüzdük; yarış yaptık, hepsinde Gökhan’ı yendim.”

“Yağız su altında nefes alacak kadar suya alışmış,” dedi Gökhan. “İstanbul’a dön de kara hayatına adapte ol yoksa cidden balığa dönüşebilirsin.”

“Düşünsene bir sabah uyanıyormuşum ve belden aşağım balığa dönüşmüş, deniz adamı olmuşum. İlginç olurdu.”

“Deli deli konuşma,” dedi Sibel. “Başına güneş geçmiş anlaşılan.”

“Yo, bu benim normal hâlim.”

Sibel onun ensesine yavaşça vururken yüzünde şefkat dolu bir gülümseme vardı.

“Hoş geldiniz beyler,” dedi odasından çıkan Yiğit. “Tiplere bak, kızarmış tavuğa dönmüşsünüz.”

“Kıskanma,” dedi Yağız. “Deniz de güneş de harikaydı, tabii sen gelemediğin için bize laf atıyorsun.”

“Yani biraz kıskanmış olabilirim ama yüzünüz cidden yanmış. Ilık suyla duş alın da güneş sonrası kremden sürün.”

“Aynen, iyi dedin,” dedi Sibel. “Girip güzelce temizlenin, sonra da güneş sonrası kremden sürün. Karnınız aç mı?”

“Benim değil,” dedi Yağız. “Duş aldıktan sonra kendimi yatağa atacağım, çok yoruldum.”

“Ben de tokum,” dedi Gökhan. “Temizlenip uzanmak istiyorum ben de.”

“Tamam o zaman,” dedi Sibel. “Yağız sen bizim odadaki banyoda yıkan, Gökhan da asıl banyoyu kullansın. Birbirinizi beklemeyin. Baban tatlı almış, duştan sonra getiririm.”

“Tamam sultanım,” dedi Yağız. “Biz bir soyunup dökülelim, yıkanalım, sonra tatlıdan da yeriz.”

Yağız ebeveyn banyosuna, Gökhan da asıl banyoya ilerledi.

***

Gökhan’la Yağız Balıkesir’deki son günlerini dışarıda geçirmeyi tercih edip kahvaltı etmeye gittiler. Hoş bir işletmede içeriği kalabalık iki kişilik serpme kahvaltıyı yedikten sonra Atatürk Parkı’na geçtiler. Şehrin içinde yer alan park büyük, yeşil ve huzurlu bir yerdi. Çimlere oturup bir kahve zincirinden aldıkları buzlu kahvelerini de çimlere koydular.

“Maviliğe doyduk, biraz da yeşillik,” dedi Yağız derin bir nefes alarak. “Huzurlu bir tatil oldu, ha?”

“Kesinlikle,” diyen Gökhan kahvesinden bir yudum içti. “İstanbul’dan birkaç günlük kaçış çok iyi geldi.”

“Geri dönmeye hazır mısın?”

“Göksel’e ve okula evet, işe hayır. Neyse ki sadece dört gün daha tam zamanlı çalışacağım, önümüzdeki haftadan sonra yarı zamanlıyım. Evet, maaşım büyük oranda azalacak ama yazın biraz birikim yaptım; bir şekilde idare ederim.”

“Ederiz,” dedi Yağız onun omzuna dokunarak. “Üç seneyi öyle böyle bitirdik, bu seneyi de bitiririz. Konservatuvarda son senemiz olduğuna hâlâ inanamıyorum. Sınavlara geldiğim gün daha dün gibi, zamanın bu kadar hızlı geçmesi hiç adil değil.”

“Biliyorum. İnsanların konservatuvar okumak hakkında söylediği onca şeyi dinlemek zorunda kaldığım zamanlar dün gibi, üzerinden üç sene geçtiğine ve şu an konservatuvarda dördüncü sınıf olduğuma inanmak çok zor.”

“Ay onlar çok biliyor zaten. Beyinleri yok, fikirleri var.”

Gökhan gülerek, “Gerçekten öyle,” dedi. “Konservatuvar okumak hayatımda verdiğim en iyi karardı, gelecek için çok heyecanlıyım.”

“Ben de öyle. İkimiz için de parlak bir gelecek görüyorum, bizi güzel günler bekliyor.”

“Hayatın karşımıza neler çıkaracağı hiç belli olmaz ama ben istediğim o başarılı kariyeri elde etmek için çok çalışacağım. Şimdiye kadar çok çalıştım, bundan sonra daha çok çalışacağım.”

“Yürü be! Geleceğin gitar virtüözü Gökhan Uygur’a yol açın.”

Gökhan gülerek dirseğiyle onu dürttüğünde Yağız da sırıttı.

“İstanbul’a dönmeden önce yüzlerce insanın olmadığı bir parkta zaman geçirmek iyi bir fikirdi,” dedi Gökhan konuyu değiştirerek. “İnsan burada yeşilin tadını çıkarıp huzur bulabiliyor.”

“Değil mi?” diye ona katıldı Yağız. “İstanbul’da parka gidince kalabalıktan yoruluyorsun zaten.”

“Aynen öyle. Burada biraz doğanın tadını çıkarabiliriz. Nasıl olsa otobüsümüze daha var.”

İki delikanlı sabah uyandıklarında 17.00 seferi için bilet almıştı. Aşağı yukarı gece yarısına doğru evde olurlardı, yarın işbaşı yapacak olan Gökhan da bir duş alıp yol yorgunluğuyla da güzel bir uyku çekebilir ve yarın sabah kalkıp işe gidebilirdi. İstanbul’a erkenden gitmeyi ikisi de istememişti. Sibel ve Atilla bugün işten biraz erken çıkacak ve onları uğurlayacaktı, Yiğit zaten okuldan dönmüş olacaktı ve iki dost onlarla vedalaşma şansı yakalayacaktı.

“İstanbul’u özledim,” dedi Yağız kahvesinden bir yudum aldıktan sonra. “Okulu, arkadaşlarımı, takıldığımız mekânları. Geri dönmek için sabırsızlanıyorum. Bu haftanın kalanında eve yerleşmekle uğraşırım zaten, pazartesiden sonra da okul maratonu başlar. Son kez.”

“Deli dolu bir dört sene oldu,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Teknik olarak henüz olmadı ama olmak üzere. İyisiyle kötüsüyle yüzlerce anı biriktirdik, harika ve korkunç insanlar tanıdık; yeri geldi çok güldük, yeri geldi çok üzüldük ama her bir anı bize çok şey öğreten, bizi büyüten ve yetişkinlik hayatına hazırlayan anlardı.”

“Kesinlikle öyleydi,” diyen Yağız kahve bardağını kaldırdı. “Geride kalan üç senemize ve önümüzdeki dördüncü ve son senemize.”

Bardaklarını tokuşturan gençler kahvelerinden birer yudum içtiler. Parkta oturup sohbet etmeye devam eden iki arkadaş saat üçte eve geri döndü. Yağız valizini kontrol edip, kalan eşyalarını da yerleştirirken Gökhan da kendi küçük valizini topladı.

“Valizim de hazır olduğuna göre ciddi ciddi İstanbul’a geri dönüyorum demektir,” dedi valizin fermuarını çeken Yağız. “İstanbul bekle beni bebeğim, efsane geri dönüyor.”

“Bekleyenin gerçekten de çok,” dedi Gökhan. “Görüştüğüm herkes seni soruyor, ne zaman geleceğini merak ediyor.”

“Sevenim çok, benim gibi sempatik birini kim sevmez ki zaten? Döndüğümde hepsiyle ama hepsiyle görüşeceğim. Göksel’le sonraki hafta görüşebilecekmişiz zaten, bu haftayı bizimkilerle görüşerek geçirelim diyorum.”

“Sempatik ama hiç de mütevazı olmayan biri,” dedi Gökhan gülerek. “Görüşürüz. Barışlarla buluşuruz, Kerem de gelir belki; o gün müsait olmazsa başka bir gün de onunla görüşürsün. Konuşup ayarlarız.”

“Mütevazı benim sözlüğümde yer almayan bir kelime canım. Hayırlısıyla bir gidelim de konuşuruz.”

Eve ilk dönen Yiğit oldu. Okuldan çıkan delikanlı hiç oyalanmadan eve döndü.

“Toplanmışsınız,” dedi kapı yanında duran valizlere ve gitar çantalarına bakarak. “Tamamen hazır mısınız?”

“Hazırız,” diye onayladı Yağız. “Babamlar da döndüğünde hemen terminale geçeceğiz. İstersen üstünü değiştir.”

“Değiştireceğim zaten.”

Saat dördü geçerken Atilla ve Sibel de eve döndü. Sibel işten çıktıktan sonra Atilla’yı da çalıştığı fabrikadan almıştı ve karı koca beraber eve gelmişti.

“Karnınız tok mu?” diye sordu Sibel.

“Şu an tokuz,” dedi Yağız. “Otobüs Bursa’da illa durur, acıkırsak oradan yiyecek bir şeyler alırız.”

“Beş saat kadar yolunuz var, acıkırsınız; dediğin gibi Bursa’dan bir şeyler alın da yolda yersiniz.”

“Biz başımızın çaresine bakarız güzelim, çocuk değiliz ya.”

“Sus, çocuksunuz işte. Daha yirmi bir yaşındasınız, küçücüksünüz.”

“Kazık kadar oldular,” dedi Atilla. “Kocaman delikanlılar, hallederler.”

“Anne yüreği bu, siz ne anlarsınız? Hazırsanız çıkalım hadi, otobüsü kaçırmayalım.” Saatini kontrol etti. “Çok az kalmış, hadi herkes bir şey alsın ve evi terk etsin.”

Yağız kendi valizini alırken Yiğit de Gökhan’ın valiziyle Yağız’ın elektro gitarını aldı, Gökhan da arkadaşının akustik gitarını omzuna takıp evden çıktı.

“Bir şey unutmadınız değil mi?” diye sordu Sibel arabaya vardıklarında. “Cüzdan, telefon, şarj aleti, kulaklık gibi önemli şeylerinizi aldınız mı?”

“Hepsini aldık,” dedi Yağız. “Banyodaki eşyalarımızı da aldık. Yeni aldığın şampuan, duş jeli, diş macunu ve diş fırçalarını da unutmadık.”

“Parfümün, deodorantın?”

“Kendimi unuturum ama onları unutmam.”

“İyi bakalım. O zaman istikamet terminal.”

Arabaya binen aile üyeleri terminale doğru yola çıktı. Şoför koltuğunda Yağız vardı, genç adam arabayı son bir kez sürmek istedi. Terminale varan grup yazıhaneden otobüsün peronunu öğrendikten sonra perona ilerledi. Otobüs peronda duruyordu.

“Eşyalarınızı verin de öyle vedalaşırız,” dedi Atilla. “Muavin şu sanırım.”

Gökhan’la Yağız eşyalarını bagaja koyması içim muavine verdiler.

“Gitarlar sağlam bir yerde durursa çok makbule geçer,” dedi Yağız. “Sağa sola çarpmasınlar, düşmesinler.”

“Bu arada bir şey olmaz,” dedi muavin. “Çantaları da kalına benziyor, sıkıntı çıkmaz.”

“Eyvallah.”

İki dost aile üyelerinin yanına döndü. Otobüs on dakika içinde kalkacaktı.

“Her şey için teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Sayenizde çok iyi vakit geçirdim.”

“Ne demek oğlum, burası senin de evin,” dedi Sibel gülümseyerek. “Kış tatilinde de mutlaka bekleriz.”

“Gelmeye çalışacağım. Belki bu sefer Yağız’la beraber gelirim, birkaç gün de o zaman kalırım.”

“Mutlaka gel,” dedi Atilla. “Kapımız sana her daim açık.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Gökhan duygulanmıştı. “Gelin bir sarılayım size.”

Gökhan hepsine teker teker ve sıkı sıkıya sarıldı. Korkmazlar onun ailesi gibiydi, öz ailesinin aksine sıcak, sevgi dolu ve her zaman onun yanında olan bir aile. Bir insanın isteyeceği türden bir aile. İhtiyacı olan türden bir aile.

“Sınav çalışmalarını aksatma,” dedi Gökhan, Yiğit’e. “Yüksek bir hedefin var ve ben sıkı bir çalışmayla başaracağına inanıyorum.”

“O iş bende Gökhan ağabey,” dedi Yiğit. “Umuyorum ki önümüzdeki yaz siz istediğiniz bölümden mezun olurken ben de istediğim bölümü kazanmış olacağım.”

“İnşallah. Çalışmalarda kolaylıklar dilerim.”

“Teşekkür ederim.”

Yağız da ailesiyle vedalaştıktan sonra ikili otobüse binip dördüncü sıradaki koltuklarına oturdular. Yağız cam kenarına geçerken Gökhan da koridor tarafına oturdu.

“Ve Balıkesir bölümü biter,” dedi Yağız. “İstanbul bölümü başlar.”

“Benim Balıkesir maceram bölüm denmeyecek kadar kısaydı,” dedi Gökhan. “Balıkesir paragrafı bitti diyeyim ben de. İstanbul romanına kaldığım yerden devam ediyorum.”

Yağız gülerek, “Haklılık payın var,” dedi. “Ama olsun, bazen bir paragraf bir romandan daha çok şey anlatır.”

“Haklısın. Göksel’e yola çıktığımızı söyleyeyim, haber vermemi istemişti.”

“Ver ver, kızın aklı kalmasın.”

Gökhan, Göksel’e mesaj yazarken otobüs hareket etti ve perondan çıkmaya başladı.

Güzelim biz otobüse bindik ve an itibarıyla yola çıktık, haberin olsun

Gökhan mesajı ona gönderdikten sonra vücudunu koltuğun arkasından çıkarıp peronda duran ve onlara el sallayan üçlüye el salladı.

Onları özleyecekti.

Terminalden ayrılan otobüs otoyola çıktı ve İstanbul’a doğru yola koyuldu.

***

Cumartesi

Beşiktaş’ın cumartesileri bu akşam da aynıydı: Kalabalık, gürültülü, eğlenceli. Şehrin dört bir yanından insanlar eğlenmek için ilçeye akın etmişti; Göksel, Ahsen, Sinem ve Şevval de onlardan dördüydü. İçkili bir mekâna gelen kızlar bahçedeki masaların birinde oturuyor, sipariş ettikleri içkileri içerek sohbet ediyordu. Haziranda Parça Kafe’de yaptıkları buluşmadan sonra ilk buluşmalarıydı. Sinem’in temmuz ayını Ankara’da annesinin yanında geçirmesi, Göksel’in ağustosun yarısından çoğunu Muğla’da geçirmesi ve başka şeyler derken ancak bu hafta buluşabilmişlerdi. Haziranda üçüncü sınıfın bitmesini kutlamışlardı, bugünse dördüncü sınıfın başlamasını kutluyorlardı. Hepsi şık elbiseler giymiş, saçıyla makyajını yapmış ve bu buluşma için özenle hazırlanmıştı. Buraya geldikleri bir saati geçmişti, içtikleri içkiler yavaştan etkisini göstermeye başlamıştı.

“Fotoğraf çekelim,” dedi Göksel. “Bu gidişle bazılarımız, belki de hepimiz, sarhoş olacak ve düzgün fotoğraf çekmemiz mümkün olmayacak.”

“Ben asla sarhoş olmam, demek isterdim,” dedi Şevval. “Ama akşamın ilerleyen dakikalarında muhtemelen deli gibi gülüp saçma sapan konuşacak ve dans edeceğim. Bu yüzden evet, şimdi fotoğraf çekmek en mantıklısı.”

“Kıçı başı dağıtmaya kararlısın yani,” dedi Ahsen yanında oturan arkadaşına bakarak.

“Önümüzdeki aylar benim için çok yoğun, yorucu ve stres dolu aylar olacak; yani evet, bu akşam içip kıçı başı dağıtacak ve kafamı sıfırlayacağım.”

“Böyle söyleyince hak verdim.”

“İyi ya, beraber dans ederiz.”

“Anlaşılan bize de arkanızı toplamak kalıyor,” dedi masanın karşısında oturan Sinem. “Ne yapalım? Başa gelen çekilir.”

“Sizin okulunuzun başlamasına daha iki hafta var,” dedi Şevval. “Yani daha eğlenerek geçireceğiniz on beş gününüz var, bu da yetmezmiş gibi çok mutlu olduğunuz tatlı birer ilişki içindesiniz. Tanrım, bu akşam kesinlikle kıçı başı dağıtacağım.”

“Berat’la henüz iki haftadır sevgiliyiz,” dedi Sinem kaşlarını kaldırarak. “Ayrıca maşallah de.”

Bütün yazı konuşarak ve birkaç kez buluşarak geçiren Sinem’le Berat bu ayın ilk haftasında birbirlerine olan hislerini itiraf ederek sevgili olmuşlardı. Berat kibar ve tatlı bir delikanlıydı, Sinem’e de gerçekten değer veriyordu ve ikilinin hoş bir ilişkisi vardı.

“Bizim de daha yeni bir ay oldu,” dedi Göksel. “Sahi bir ay oldu ya. Zaman ne çabuk geçiyor.”

“Canım cicim zamanları,” dedi Ahsen yumruğunu çenesine yaslayarak. “Aşkımlar, hayatımlar, bebeğimler havada uçuşur; ilk öpücükler insanın aklını başından alır, durmadan güzel şeyler söylenir ve çoğunlukla küçük hediyeler verilir. Ay böyle söyleyince insanın canı çekiyor fakat sonra insanları görünce tiksinme geliyor. Bu devirde böyle ilişkiler artık çok ama çok nadir yaşanıyor, herkes çok garip.”

“Daha da sarhoş olmamı mı istiyorsun?” dedi Şevval sesini biraz yükselterek. “Üzerinden biraz zaman geçse de hâlâ adiliğini atlatamadığım bir eski flörtüm var, bana insanlardan bahsetme. Hadi fotoğraf çekilelim.”

Kızlar gülüştü. Telefonunu çıkaran Göksel oldu. Kamerasını açan genç kadın telefonu herkesi kadraja alacak şekilde tuttu. Grup birkaç fotoğraf çekildi.

“Fotoğraf işi de halledildiğine göre kokteylimi içiyorum,” dedi Şevval. “Hadi kadeh tokuşturalım.”

“Ne için kadeh kaldırıyoruz peki?” diye sordu kendi kokteyl kadehini alan Göksel.

“Çiçeği burnunda çiftlerimiz için kaldıralım. Sinem’le Berat, Göksel’le Gökhan için.”

“Kulağa hoş geliyor. Ayrıca çok tatlısın.”

“Kesinlikle,” diye ona arka çıktı Sinem. “O zaman bize.”

Kadehlerini tokuşturan dört arkadaş içkilerinden birer yudum içtiler. İlişkileri için kadeh kaldırmaları Göksel’le Sinem’in çok hoşuna gitmişti.

“Kızlar gecesi yapmayı özlemişim,” dedi Ahsen. “En yakın arkadaşlarımla kızlar gecesi yapmayı ise çok daha fazla özlemişim. Gönül isterdi ki bu yaz daha sık görüşelim ama planlar uymadı. Sinem Hanım’ı Ankara’dan, Göksel Hanım’ı da Muğla’dan zorla döndürdük resmen.”

“Muğla’da bir üç hafta daha kalabilirdim,” dedi Göksel. “Gerçi o zaman da Gökhan’ı aşırı özlerdim ama onun dışında gerçekten kalabilirdim. Muhteşem bir tatildi.”

“Ben de Ankara’da harika vakit geçirdim,” dedi Sinem. “Tabii bir de tatil için gittiğimiz Mersin’de. Annemi ancak tatillerde görebiliyorum ve hâliyle özlüyorum, onunla zaman geçirmeyi çok seviyorum.”

“Ben de ağabeyimi, anneannemle dedemi ve Banu ablayı çok özlemiştim.”

“Aile üyelerinin uzakta olması berbat,” dedi Şevval kaşlarını çatarak. “Annemle babam ve kardeşlerimle bir arada olduğum için şanslıyım.”

“Ben de öyle,” dedi Ahsen. “Tatilde ailenizle görüştüğünüz için uzun süre şehir dışında olmanız affedildi.”

“İşte bu!” dedi Göksel yumruğunu sıkarak. “Önümüzdeki yaza kadar İstanbul’dayım, sizler de öyle. Bu da demek oluyor ki okuldan vakit buldukça görüşebiliriz.”

“Okuldan ve sevgililerinizden.”

“Yani, insan sevgilisini sık sık görmek istiyor tabii. Mesela Gökhan döneli üç gün oldu fakat henüz görüşemedik, çok özledim. Hafta içi buluşacağız, pazar da ev arkadaşı ve en yakın arkadaşıyla tanışacağım.”

“Bundan bahsetmemiştin,” dedi Sinem. “Birkaç arkadaşıyla tanıştığını söylemiştin ama bu yeni bir haber.”

“Ev arkadaşı Yağız Balıkesir’de yaşadığı için tüm yaz oradaydı, Gökhan birkaç günlüğüne onun yanına gitti ve dönüşte beraber geldiler. Gökhan buluşma için bugünü teklif etti ama sizinle buluşacağımı söyledim, biz de önümüzdeki haftada karar kıldık. Tanıştığım ilk arkadaşı olmayacak ama Yağız’la gerçekten çok yakınlar, aynı evde yaşıyorlar ve bu yakınlık ödümü kopartıyor.”

“Gerilmekte haklısın ama gerilmemen gerekiyor, gerginlik her şeyi batırmasıyla ünlüdür.”

“Sinem haklı,” dedi Ahsen. Onun bu buluşmadan haberi vardı. “Doğal davran, kendin ol; zaten Gökhan da sizinle olacağı için o kadar da sıkıntı olmaz.”

“Bir de bana sor,” dedi elini yanağına yaslayan Göksel. “Elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

“Abartma be kızım,” dedi Şevval. “Ailesiyle tanışmıyorsun ya, alt tarafı bir arkadaş.”

“Yağız Gökhan’ın kardeşi gibi; bu yüzden evet, bir nevi ailesiyle tanışıyorum.”

“Ailesiyle tanıştığında kalp krizi geçirmesen bari.”

Göksel’in gözleri daldı. Onun ailesiyle tanışması bu şartlarda hiç yaşanmayacak bir şeydi ve bunu fark etmek onu durgunlaştırdı. Gökhan da bunun farkında olmalıydı ve her ne kadar belli etmese de bu durum genç adamı üzüyor olmalıydı. Böyle önemli ve güzel şeyleri paylaşacak bir ailenin olmaması insanı derinden yaralayacak bir şeydi.

“Sen Berat’ın arkadaşlarıyla tanıştın mı?” diye sordu Ahsen.

“Henüz değil,” dedi Sinem. “Ama okul başladıktan sonra tanışırım, illa denk geliriz.”

“Aynen, farklı kampüslerde olsanız da aynı üniversitedesiniz sonuçta. O da seninkilerle tanışır.”

“Evet, Göksel ve Akın’la tanışmalarını çok istiyorum zaten. Bu konuda Gökhan’la tamamen aynı fikirdeyim.”

“Biri bitmeden diğeri başlıyor,” diyen Göksel içkisinden bir yudum aldı. “Hepinize yetişemem, bir taneyim.”

“Gerçekten de öylesin,” dedi Sinem gülümseyerek ve başını onun omzuna yasladı. “Sen Gökhan’ın arkadaşlarıyla tanışıyorsun, Gökhan da senin arkadaşlarınla tanışır, değil mi?”

“Tanışmak ister misin?”

“Elbette,” dedi Sinem başını kaldırarak. “Çok isterim. Kızlar siz de istemez misiniz? Ahsen tanışıyormuş ama çok ayaküstü olmuştur, onu gerçekten tanımalı.”

“Tabii ki,” diye ona katıldı Ahsen. “Berat’la da Gökhan’la da tanışmayı isteriz. Oturup kalkmaları, konuşmaları, hâl ve hareketleri, size davranışları nasıl, görmüş oluruz.”

“Aynen öyle,” dedi Şevval. “Siz ne zaman isterseniz biz de o zaman hazırız.”

“Aklıma not ettim,” dedi Göksel kadehiyle onları selamlayarak. “Ama biraz zaman geçince bakarız. Ben bu konuda Gökhan kadar aceleci olamam.”

“Berat gibi düşünüyorsun,” dedi Sinem. “Henüz hiç konusunu açmadı, sanırım okulun başlamasını bekliyor.”

Akşamın ilerleyen dakikalarında masadan yükselen konuşma sesleri ve kahkahalar gittikçe arttı. Şevval inkâr etse de çoktan sarhoş olmuştu, Ahsen de sarhoştu ve arkadaşının aksine bunu kabul ediyordu; Göksel ve Sinem sarhoş sayılmazdı ama çakırkeyif durumdaydılar.

“Hadi dans edelim,” dedi cin toniğini bitiren Şevval. “Oturmaya mı geldik? Kıymetlilerinizi kaldırın hanımlar.”

Şevval ayaklanınca kızların hepsi onu durdurmaya çalıştı fakat genç kadın hiçbirini dinlemeyip ayağa kalktı. Üstündeki siyah elbiseyi düzelttikten sonra çalan şarkıyla uyumlu olarak yavaşça salınmaya başladı.

“Gerçekten oturmaya ve bana bakmaya mı geldiniz?” dedi Şevval. “Çok sıkıcısınız. Ahsen bari sen yapma. Okul başlamadan önce eğlenmeyi hak etmiyor muyuz?”

“Biliyor musun? Haklısın,” dedi Ahsen. Sandalyesinden kalktı. “Sikerler. Hadi biraz dans edelim.”

“İşte benim kızım!”

Ahsen’le Şevval dans etmeye başladığında Sinem telefonunu eline aldı.

“Bunu kesinlikle kaydedeceğim,” dedi genç kadın.

“Çok fenasın,” dedi Göksel. “Bana göndermezsen bozuşuruz.”

“Oldu bil.”

Ahsen’in önüne geçen Şevval başını onun omzuna yasladı. Ahsen’den uzun olduğu için bunu yaparken dizlerini kırıp biraz eğildi ve bir kolunu kaldırıp dans etmeye devam etti.

“Dansözmüşsün gibi hissediyorum,” dedi Ahsen. “Parayı alnına mı yapıştırayım yoksa elbisenin askısına mı sıkıştırayım?”

“Paraları üstüme fırlat,” dedi Şevval. “Şöyle şişkin bir deste olursa çok sevinirim.”

“Tabii ki. Kızlar, dansözümüzü parayla donatalım.”

Göksel sanki para fırlatıyormuş gibi sağ elini sol elinin üzerinde hızlıca kaydırırken hepsi gülüştü.

“Alevli meyve tabağı da gelecek mi?” diye sordu Sinem. “Fena olmazdı.”

“O tarz bir mekânda olduğumuzu sanmıyorum,” dedi Göksel. “Ama meyve tabağı, tercihen alevsiz, gerçekten güzel olurdu.”

“Alev olmasın,” dedi Şevval onlara bakarak. “Bu kadar içki içtikten sonra ateşin yanında hepimiz alev topuna döneriz valla.”

 “En başta da sen dönersin,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Sünger gibi içtin.”

“İçtiklerimden pişman değilim, aklım hâlâ içemediklerimde.”

“Ailem düzgün arkadaşlar edinmemi söylerken kesinlikle bunu kastetmiyordu.”

Şevval onu duymadan dans etmeye devam etti. Çalan şarkıyı bilmiyordu ama uydurma sözlerle şarkıya eşlik ediyordu. Göksel’le Sinem bir süre daha onları izlemeye devam ettikten sonra Sinem de onlara katılmaya karar verdi.

“Bana da yer açın,” dedi ayaklanan Sinem.

“İşte bu be!” dedi Şevval. “Gök hadi sen de gel.”

“Ben böyle iyiyim,” dedi Göksel elini kaldırarak. “Biramdan içip sizi izleyeceğim.”

“Tamam babaanne.”

Göksel ona dil çıkardığında Şevval de aynı şekilde karşılık verdi. Üç genç kadın dans ederken, Göksel de gülerek onları seyretti. Sarhoş olmak başta mantıklı gelmese de şu an çok eğleniyordu, öyle ki arkadaşlarının sarhoş olmasına sevinmişti bile. Üstelik dans eden sadece onlar değildi, ilerideki masaların birinde oturan bir grup genç de onların dans etmesinden cesaret alarak dans etmeye başlamıştı. Onların da sarhoş olduğu belliydi ve onlar da tıpkı kızlar gibi yaptıkları şeyden çok zevk alıyordu.

“Sende ne numaralar varmış,” dedi Ahsen, Sinem’e bakarak. “Yılan gibi kıvrılıyorsun.”

“Göstermeyi pek tercih etmem ama gerçekten de numaralarım vardır,” diyen Sinem sırtını onun omzuna yasladı. “Alkol utangaçlığımın önüne geçti, iyi ki de geçti çünkü şu an çok eğleniyorum.”

“Bir de bana sor,” dedi uzun kollarını iki yana savuran Şevval. “İnsanlar engelli olduğumu düşünüyor olmalı ama ne düşündükleri o kadar umurumda değil ki.”

Göksel gülerek başını iki yana salladıktan sonra telefonunun ekranını açıp saate baktı. Saat 23.12’ydi. Genç kadın internete bağlanıp mesajlarını kontrol edecekti fakat Ahsen kolundan tutunca bunu yapmak yerine arkadaşına baktı.

“Kalk hadi,” dedi Ahsen. “Sadece sen oturuyorsun ve şu andan itibaren oturmanı yasaklıyorum.”

“Ben böyle iyiyim,” diye karşı çıktı Göksel. “Sizin kadar sarhoş sayılmam, yani hâlâ utanıyorum.”

“Muhtemelen bir daha asla görmeyeceğin insanlardan mı utanıyorsun? Hadi ama, boş ver onları.”

“Orası öyle ama—”

“Aması maması yok, kalk hadi.”

“İyi, peki.”

Göksel ayağa kalktığında Şevval’le Sinem sevinç belirten bir ses çıkardılar.

“Assolist sahnede,” dedi Şevval. “Nihayet aramıza katıldınız hanımefendi.”

“Burada kendi kendime salınsam olur mu?” diye sordu Göksel.

“Hayır çünkü o zaman tadı çıkmaz. Gel böyle, çok eğleneceğiz.”

Göksel diğerleriyle beraber dans etmeye başladığında başlarda utansa da birkaç dakika içinde utangaçlığı gitti ve genç kadın dans etmenin tadını gerçek anlamda çıkarmaya başladı. Sürekli eş değiştirerek dans eden genç kadınlar uzun dakikalar boyunca buna devam etti. Dans ederken hepsinin yüzü gülüyor, gözleri sevinçle ışıldıyordu. Bu akşam hepsi için harika geçiyordu.

Kadıköy’deki evindeki Gökhan içinse durum tam tersiydi. Göksel’e ulaşamayan genç adam evin içinde endişeli bir şekilde dolaşıyordu.

“Sakin ol be oğlum,” dedi koltukta oturan Yağız. “Dışarıda olduğu için telefona bakmıyordur.”

“İnterneti kapalı,” dedi Gökhan ona dönerek. “Aramalarıma da cevap vermedi. Hiç böyle yapmazdı. Bir şey mi oldu acaba? Saat de geç oldu.”

“Arkadaşlarıyla beraber, telefonuna bakmıyordur.”

“Üç kez aradım, üçüne de cevap vermedi. Telefonu çantasında olsa bile illa duyardı.”

“Belki sessizde kalmıştır, belki de gürültülü bir ortamda olduğu için duymuyordur. Aklına kötü şeyler getirme, her şeyin yolunda olduğuna eminim.”

“Öyle mi dersin?”

“Dedim bile. Birazdan aradığını görüp geri döner, rahatla.”

“Umarım döner,” diyen Gökhan diğer koltuğa oturdu ve WhatsApp’a girdi. “Mesajlarım hâlâ tek tik. Sekizden beri haber alamıyorum, dört saat oldu. Ben sahneye çıktım, iki buçuk saat performans sergiledim, eve geri döndüm ve Göksel’den hâlâ ses seda yok. Beni bu kadar merakta bırakmamalıydı.”

“Gerçekten sakinleşmen gerek,” dedi Yağız sırtını koltuğun arkasından ayırarak. “Dışarıda olduğu için aklına en kötü senaryolar geliyor, anlıyorum ama çok yüksek ihtimalle arkadaşlarıyla sohbet etmeye daldı ve bu yüzden de aradığını duymadı.”

“İlk aramamın üzerinden yarım saat geçti, yarım saatte bir kere telefona bakabilirdi. Neyse ya, biraz daha bekleyeyim; zaten beklemekten başka yapacak hiçbir şey de yok.”

Kızlar dakikalarca dans etti. Ahsen’le Sinem masaya otururken, Şevval’le Göksel de lavaboya giderken saatler gece yarısını biraz geçiyordu. Lavaboda işlerini gören ikili masaya döndü.

“Kalkıyor muyuz?” diye sordu Sinem. “Saat gece yarısını geçmiş, hepimizin de uzun bir yolu var.”

“Kalkalım,” dedi Şevval. “Biraz yürüyüp hava da almış oluruz. Eve dönmeden önce kendime gelmem gerek.”

Sandalyesine oturan Göksel telefonunu eline aldığında Gökhan’dan gelen üç cevapsız arama olduğunu gördü.

“Of!” dedi Göksel kendi kendine.

“Ne oldu?” diye sordu Ahsen.

“Gökhan biz dans ederken üç kere aramış. Çok merak etmiş olmalı. Kartımı sana versem ve benim hesabımı da ödesen olur mu? Ben Gökhan’ı arayayım.”

“Olur tabii. Sen Gökhan’ı daha fazla merakta bırakmadan konuş.”

“Çok teşekkür ederim,” diyen Göksel kartını çıkardı. “Temassızla ödersin, biliyorsun zaten. Ben çıkışta olacağım.”

“Tamam bebeğim.”

Çantasını alan Göksel masadan kalktı. Genç kadın mekândan çıktığında Gökhan’ı aradı. Erkek arkadaşı telefonu saniyesinde açtı.

“Göksel?” dedi Gökhan telaşlı bir sesle. “Seni ne kadar merak ettiğime dair en ufak bir fikrin var mı?”

“Özür dilerim,” dedi Göksel mahcup bir sesle. “Kızlarla dans ediyorduk, telefonum da masadaydı. Kafamız iyiydi, telefona bakmak aklıma bile gelmedi. Çok özür dilerim.”

“Sarhoş musun? Lütfen bana araba sürmeyeceğini söyle.”

“Elbette sürmeyeceğim. Zaten arabayla gelmedik, otobüsle döneriz.”

“Ödümü kopardın be kızım. Dışarıdasın, alkollü mekândasın; aklımdan binbir türlü kötü senaryo geçti.”

“Çok haklısın ama işte kızlarla o kadar eğlenceli vakit geçiriyorduk ki telefonun varlığını unuttum. Aslında mesajları kontrol etmek için internete bağlanacaktım ama Ahsen dansa kaldırınca yapamadım. İçin rahat olsun, ben iyiyim.”

“Sarhoşluk durumun?”

“Kendime geleli çok oldu. Ben iyiyim, gerçekten. Artık telaş etmene gerek yok.”

“Bir saatte beş sene yaşlandım ama evet, artık telaş etmeyeyim.”

“Haklısın, çok haklısın ama beni affetsen ve bu hiç yaşanmamış gibi davransak olur mu?”

“Hiç yaşanmamış gibi davranamam ama bir daha hiç yaşanmayacağına dair söz verirsen affedebilirim.”

“Söz veriyorum, böyle bir şey bir daha asla yaşanmayacak.”

“Tamam,” dedi Gökhan. İç çekti. “Şimdi neredesin, ne yapıyorsun?”

“Mekânın dışında kızların hesap ödemesini bekliyorum. Kalktık, eve döneceğiz.”

“Kızlar nerede yaşıyor? Sana yakın yaşayan, yolda yanında olacak biri var mı?”

“Ahsen’le beraber döneceğiz,” diye cevapladı Göksel. Kasada duran arkadaşlarına göz attı. “O da Fatih’te oturuyor, evi bize yakın.”

“Oh iyi bari, yol arkadaşın varmış.”

“Var var, merak etme.”

“Eve varınca haber et,” dedi Gökhan net bir dille. “Bu gece senden bir daha haber alamamak istemiyorum.”

“Apartmana adımımı atar atmaz haber vereceğim, söz. Sen ne yapıyorsun?”

“Evdeyim, senden haber bekliyordum.”

“İyi olduğumu duyduğuna göre sen de iyisin değil mi?”

“İyiyim, sana kızgınım ama iyiyim.”

“Gönlünü almamın bir yolu var mı?”

“Buluştuğumuzda bana sıkı sıkıya sarılsan yeter. Seni özledim.”

“Büyük bir memnuniyetle,” dedi Göksel gülümseyerek. Hesabı ödeyen kızların çıkışa yöneldiğini gördü. “Sana sımsıkı sarılacağım. Ha unutmadan, ben de seni özledim.”

“O zaman anlaştık.”

“Anlaştık. Kızlar geldi, ben artık kapatsam iyi olacak. Eve vardığımda sana haber veririm, sen de rahat bir uyku çekersin.”

“Tamam güzelim. Kendine dikkat et.”

“Ederim. Görüşürüz.”

Göksel telefonu kapatıp yanına gelen arkadaşlarına döndü.

“Telefonlarını açmayınca Gökhan çok endişelenmiş,” diye açıkladı. “İlk gerginliğimizi de bu olay sayesinde yaşamış olduk.”

“Endişelenir tabii,” dedi Ahsen. Onun koluna girdi. “Gönlünü alabildin mi bari?”

“Hı hı, aldım.”

“İyi o zaman. Hadi gidelim.”

“Şevval sen iyi misin?” diye sordu Göksel arkasını dönüp arkadaşına bakarak. Şevval de Sinem’in koluna girmişti. “Sarhoşluğun geçti değil mi?”

“İyiyim bebeğim,” dedi Şevval başını sallayarak. “Kendime epey epey geldim, şimdi yürüyünce de iyice açılırım.”

Şevval’le Sinem vapurla karşıya geçecek, oradan da evlerine gidecekti; Göksel’le Ahsen de ulaşımlarını otobüsle sağlayacaktı. Beşiktaş Meydanı’na kadar kol kola ve sohbet ederek yürüdüler. Saat çok geçti ama cumartesi olduğu için etraf kalabalıktı.

“Siz buradan biniyorsunuz değil mi?” diye sordu Sinem.

“Aynen,” dedi Göksel. “Buradan Fatih’e geçeriz.”

“O hâlde veda vakti geldi.”

Birbirlerine sıkı sıkıya sarılan arkadaşlar vedalaştı.

“Çok dikkatli olun,” dedi Ahsen. “Eve varınca da haber edin.”

“Siz de,” dedi Şevval. “Kendinize iyi bakın.”

Sinem’le Şevval ilerideki iskeleye yürürken Göksel’le Ahsen de onları Fatih’e götürecek otobüse bindiler. Otobüste yan yana oturan iki arkadaş dönüş yolunda müzik dinledi. İkisi de yorulmuştu ve ikisinin üzerinde de alkolün getirdiği bir ağırlık vardı; onlar da konuşmak yerine sessizce müzik dinlemeyi ve yolu izlemeyi tercih etti.

Eminönü’nde inen iki arkadaş buradan evlerine geçmek için taksi çağırdılar.

“Önce seni bırakırız,” dedi Ahsen. “Oradan da ben kendi evime geçerim.”

“Olur,” dedi Göksel. “Taksi gelir umarım. Gelmezse de mecburen babamı ararım, o bizi almaya gelir.”

Yaklaşık on dakikalık beklemenin ardından taksi geldi. Kızlar hemen bildi.

“İyi akşamlar,” dedi Göksel orta yaşlı taksi şoförüne. “Önce Dervişali’ye gideceğiz.”

“Sonra?” diye sordu dikiz aynasından onlara bakan taksi şoförü.

“Silivrikapı,” diye yanıtladı Ahsen. “Ben de oraya gidiyorum.”

“Tamam.”

Taksi dakikalar sonra Göksel’in oturduğu sokağa vardı.

“Burada inebilirim,” dedi Göksel. Arkadaşına döndü ve kısık sesle devam etti: “Taksi ne kadar tutarsa söyle, yarısını hesabına atayım.”

“Bir şey olmaz,” dedi Ahsen elini sallayarak.

“Rica ediyorum.”

“Tamam, söylerim.”

İki arkadaş sıkı sıkıya sarıldı.

“Kendine dikkat et,” diye fısıldadı Göksel onun kulağına. “Eve varınca haber et.”

“Ederim bebeğim,” dedi Ahsen gülümseyerek. “Sizinkilere selamımı söylersin.”

“Başüstüne. Görüşürüz.”

“Görüşürüz güzelim.”

Göksel taksiden inince taksi yoluna devam etti. Taksinin plakasına bir daha bakan genç kadın not aldığı plakada herhangi bir yanlışlık olmadığından emin oldu. Ardından apartman kapısına ilerleyip anahtarıyla kapıyı açtı. O içeri girince sensörlü lamba yandı ve karanlık koridor bir anda aydınlandı. Genç kadın telefonunu çıkardı ve Gökhan’a mesaj yazdı.

Ben eve vardım sevgilim, haberin olsun. Bugün için yeniden özür dilerim, seni seviyorum. Görüşürüz

Mesajı gönderdikten sonra asansöre ilerledi ve evine çıktı.

Sonunda biraz tatsızlık çıkmış olsa da onun için gerçekten de eğlenceli, keyifli ve güzel bir akşam olmuştu.

]]>
Sun, 05 Feb 2023 11:00:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 21. Kare: Kısa Bir Tatil https://edebiyatblog.com/kd-21kare-kisa-bir-tatil https://edebiyatblog.com/kd-21kare-kisa-bir-tatil Bölüm fotoğrafı: Shravan K. Acharya

Eylülün gelmesiyle beraber şehrin havasına güz kokusu karışmıştı. Güneş gökyüzünde parlamaya ve insanın içini ısıtmaya devam etse de kapıdaki sonbaharın varlığı kendini belli ediyordu. Temmuz ve ağustos sıcakları etkisini yitirmiş, yerini daha normal —ve dayanılabilir— sıcaklıklara bırakmıştı; şehre dönüşler başlamış ve açılmak üzere olan okulların telaşı tüm şehri sarmıştı. Eylülün ikinci haftasında İstanbul’da her zamankinden daha yoğun bir koşuşturma vardı, haftanın altı günü çalışan Gökhan da bu koşuşturmaya bizzat şahit oluyordu. Yeni ayın ilk haftası genç adam için yorucu geçmiş olsa da yıllık iznine ayrılacağı ve birkaç gün bile olsa İstanbul’dan uzakta olup tatil yapacağı için sevinçliydi. Daha uzun bir tatile ihtiyacı vardı fakat hayat ona elindekiyle yetinmeyi öğretmişti.

Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra kupayı yere bıraktı ve gitarını çalmaya devam etti. Saat 21.25’ti, amfiye bağlı elektro gitarı kucağındaydı ve kulaklıkları da kulağındaydı. Bu yaz müzik yapma konusunda umduğu performansı gösterememişti; çalışma hayatı, sosyal hayatı ve aşk hayatı derken müzik önceliği olamamıştı fakat durum o kadar kötü değildi. İçlerinin birinin Yıldızlar Yatağı olduğu üç şarkısını tamamen bitirmişti. Sözleri ve müziği tamamlanan şarkıların kaydını almış, üzerinde çalışmak üzere bilgisayarına kaydetmişti ve son birkaç gününü de şarkılar üzerinde çalışarak geçirmişti. Genç müzisyen ortaya çıkan sonuçlardan son derece memnundu. Kendi adından yola çıkarak gökyüzü temalı bir albüm yapma fikri aklına geldiğinde bu fikri çok beğenmiş, adı ve sözleri gökle ilgili şarkılar yapmak için kolları sıvamıştı. Şu an elinde hazır durumda üç şarkı vardı, pek çoğunun da sözleri ve bestesi üzerinde çalışmaya devam ediyordu. Çalışmalar böyle devam ederse bir sonraki yaza kadar bir albüme sığacak kadar şarkısı olabilirdi ve bu düşünce Gökhan’ı inanılmaz heyecanlandıran, aynı zamanda motive eden bir düşünceydi.

Bir şarkısında kullanmayı düşündüğü  soloyu çalarken kaşları çatıktı. Duyduğu şeyden nefret etmemişti fakat hayran da kalmamıştı. Birkaç dakikalık ses denemelerinden sonra solo için daha tiz ve kirli bir ses istediğini anlayıp gitarla amfinin ses ayarlarında değişikliğe gitti. Soloyu yeniden çalmaya başladığında yüzünde keyifli bir gülümseme belirdi. İşte şimdi duyduğu şey çok hoşuna gitmişti.

Defterine gerekli notları aldıktan sonra soloyu baştan sona bir kez çaldı ve ses ayarlarının kesinlikle böyle olmasına karar verdi. Birkaç efekt, bas ve bateriyle beraber istediği soloyu elde edecekti.

Saat 10’a kadar gitar çalmaya devam etti. Bugün uzun ve yorucu bir gün olmuştu, böyle günlerin sonunda müzik onun için her zamankinden daha güvenli ve huzurlu bir limandı.

Kulaklıklarını çıkarıp amfinin üzerine bıraktıktan sonra kucağındaki gitarı da amfiye yasladı ve ayağa kalktı. Bacakları için birkaç esneme hareketi yaptı. Artık iyiden iyiye yorulduğunu hissediyordu ama dinlenmeyi daha sonraya erteleyerek masa başına oturdu. Gitar çalarken ses kaydı almıştı. Dosyayı tatil dönüşü üzerinde çalışmak için bilgisayarına kaydetti.

Bakışlarını bilgisayar ekranından alıp masaya çevirdiğinde geçen sene defterine yazdığı satırlara gözü ilişti.

Senin evinde çok kimsesiz hissettim

Hiçbir değerim ve önemim yokmuş gibi

Bu odada duran bir gölgeden fazlası değilim

Sanırım hiçbir zaman da olmadım

Duvara vurup kırdığın tüm hayatım gibi

Sanırım artık sen de paramparça bir geçmişten fazlası değilsin

Kalbinde o tanıdık burukluğu hissettiğinde derin bir nefes alma ihtiyacı duydu. Bu satırları bir anlık iç dökme sonunda kaleme almıştı, o an ne hissediyorsa hiçbir filtreden geçirmeden yazmıştı. Bir süre bu satırları besteleyip şarkıya dönüştürmeyi düşünse de bu fikirden vazgeçmesi uzun sürmemişti. Bu satırlar çok kişiseldi ve kendisine saklaması en iyisiydi.

Defterin kapağını kapattı. Keşke geçmişin de bir kapağı olsaydı ve o kapağı kapattığında geçmiş tamamen geride kalsaydı, ona hiçbir şey hissettirmeseydi. Kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı şarkıları yüzünden son günlerde oldukça duygusal bir ruh hâlindeydi, hatırlamak ona buruk hissettiriyor ve gözlerini uzaklara daldırıyordu; yine de acı ona ilham veren şeydi ve acıyı hissetmek onun sanatçı kişiliğini besliyordu. Yazdığı her bir satırda, her bir bestede geçmişin parmak izleri vardı ve bu onun eserlerine anlam kazandıran şeydi.

Telefonu çalmaya başlayınca irkildi. Bakışlarını salonun içinde gezdirince telefonunun koltuğun üzerinde olduğunu gördü. Sandalyeden kalkıp koltuğa ilerledi ve telefonunu eline aldı. Arayan kişi Göksel’di.

“Efendim?” diye açtı telefonu.

“Gökhan?” diyen Göksel’in sesi biraz endişeli geliyordu. “Ne yapıyorsun? Yediden beri yazmayınca merak ettim, iyi misin?”

“Evdeyim,” derken koltuğa oturdu. “İyiyim. Gitar çalıyordum, telefona bakmadım.”

“Her şey yolunda mı?”

“Evet, bir sıkıntı yok. Uzun ve yorucu bir gündü, eve gelip yemek yedikten sonra gitara sarıldım. Sana eve geldiğimi söylemedim değil mi?”

“Hayır, söylemedin. Ben de bu yüzden merak ettim, mesajlara bakmayınca arayayım dedim.”

“Kusura bakma, haber verdiğimi sanıyordum.”

“Sen gerçekten iyi misin? Kafan çok dağınık gibime geldi. İş yerinde bir şey mi oldu?”

“İştekilerle biraz sürtüştüm, birkaç müşteriyle de uzun dakikalar boyunca ilgilendim ve bitmek tükenmek bilmeyen sorularına cevap verdim. Gerçekten yıpratıcı bir gündü, sadece gitarımla vakit geçirmek istedim.”

“İştekilerle ne oldu? Anlatmak ister misin?”

“Saçma sapan işler,” diye söylendi Gökhan. “Eylül başı yoğun olur diye geçen hafta izne çıkamadım; bu ay okulum başlıyor ve artık tam zamanlı çalışamayacağım için en azından ay başındaki yükü hafifleteyim diye ilk hafta çalıştım ama Ayşegül Hanım bu hafta için de izin konusunda mırın kırın etti. ‘Okulum başlayacak Ayşegül Hanım, bu hafta da izne çıkmazsam ne zaman çıkacağım? Tüm yaz çalıştım zaten, bırakın da birkaç gün dinleneyim,’ dedim. Kendisiyle Ufuk yaz ortasında izinlerini sonuna kadar kullandılar ama benim birkaç günlük iznim sorun yaratıyor. Benim izin hakkım var mı? Var. O zaman söke söke kullanırım. Tüm yaz it gibi çalışmışım, birkaç gün tatili kimse bana çok göremez. Ben insanlara karşı kibar oldukça insanlar beni enayi yerine koymaya çalışıyor. Biraz sesimi yükseltince hemen, ‘Ben öyle mi diyorum canım? İzin kullanmak en doğal hakkın, elbette kullanacaksın; dinlenmek senin de hakkın,’ demeye başladı. Yarından itibaren izinliyim, Perşembe günü işbaşı yaparım; o güne kadar ne hâlleri varsa görsünler, bu onların sorunu. Personel yetersiz geliyorsa işe alım yapsınlar. Ben okulum başlayınca okuluma giderim, boş olduğum günlere göre de bir çalışma programı hazırlarım ve yarım maaşımı alıp yoluma bakarım.”

Göksel iç çektikten sonra, “Ne kadar saygısızlar,” dedi. “Dediğin gibi bütün yaz çalıştın, okulun başlamadan önce birkaç gün tatil yapmak en doğal hakkın ama onu bile çok görüyorlar. Sen gereken konuşmayı yapmışsın, hiç kafana takma; birkaç günlük tatilinin tadını çıkarmaya ve dinlenmene bak.”

“Bugün biraz sinirlerim bozuk ama yarın uyanınca hatırlamam bile, hafızamı onlarla dolduramam.”

“Tatlı canını sıkmana değmezler.”

“Haklısın,” diyen Gökhan gülümsedi. “Sesini duymak iyi geldi. Aradığın için teşekkür ederim.”

“Elbette arayacağım,” dedi Göksel hemen. “Mesaj atmayınca merak ettim, insanın aklına her şey geliyor ama neyse ki ciddi bir şey yokmuş.”

“Yok güzelim benim, biraz canım sıkıldı ama iyiyim. Sen ne yapıyorsun?”

“Bizimkilerle salonda oturuyordum, dondurma yiyip bir şeyler izledik. Senden cevap gelmeyince seni aramak için odama geçtim, odamdayım şimdi.”

“Seni de meraklandırdım, kusura bakma. Kendimi kötü hissedince dış dünyadan soyutlanıp kendi içime çekiliyorum ama bundan sonra haber veririm, senin de aklın bende kalmış olmaz.”

“Benimle her şeyi paylaşabilirsin,” dedi Göksel. “Sevgiliyiz ama aynı zamanda arkadaşız da, bu konuda beni Yağız ya da Kerem’den farklı görme lütfen.”

“Görmüyorum tabii ki ama kötü hissettiğimde hep kendi içime çekilen bir insan oldum, huyum böyle.”

“Belki de içini açacağın birileri olmadığı için böyle bir huyun olmuştur, hiç düşündün mü? Şimdi içini açabileceğin insanlar var, onların başında da ben geliyorum ve bir yerlerde tek başına kötü hissettiğin düşüncesi bana da çok kötü hissettirir.”

Gökhan gülümsedi. Göksel bunu nasıl başarıyordu bilmiyordu ama her defasında içini sıcacık yapmanın bir yolunu buluyordu.

“Haklılık payın olabilir,” diyerek ona katıldı. “Bunun üzerinde düşüneceğim.”

“Çok sevinirim,” dedi Göksel. “Gitarda ne çalıyordun? Valiz hazırlıyorsundur diye düşünmüştüm.”

“Kendi şarkılarımdan birinin solosunu besteliyordum. Valizimi hazırladım, zaten çok bir şey götürmeyeceğim için hemencecik hazırladım.”

“Son günlerde çok üretkensin.”

“Evet, bugünlerde ilham perilerimle aram çok iyi.”

“Maşallah diyelim de nazar değmesin. Yarın otobüsün 12’deydi değil mi?”

“Evet. Sen kaçta geleceksin?”

“Kaçta geleyim?”

Gökhan, Balıkesir’e otobüsle gidecekti ve erkek arkadaşını yolcu etmek isteyen Göksel onu terminale bırakmayı teklif etmişti, Gökhan da kabul etmişti.

“Senin için sıkıntı olmayacaksa biraz erken gelebilirsin,” diye cevap verdi Gökhan. “Birlikte kahvaltı ederiz, biraz da zaman geçiririz ve terminale gideriz.”

“Sıkıntı olmaz,” diyen Göksel gülümsedi. Duyduklarından hoşlanmıştı. “O zaman dokuz gibi gelirim, dediğin gibi beraber kahvaltı eder ve biraz zaman geçirmiş oluruz.”

“Sucuk sever misin?”

“Sucuklu yumurta mı yapacaksın bana?” dedi Göksel gülerek. “Severim.”

“Kızarmış ekmek?”

“Bayılırım.”

“O zaman kahvaltı menümüz belli oldu demektir. Başka bir şey ister misin? Ne istiyorsan onu hazırlayayım.”

“Aslında sucuklu yumurta ve kızarmış ekmeğe bile zahmet etmene gerek yok, ne varsa ondan yerim.”

“Olur mu öyle şey?” dedi Gökhan. “İlk kez evime geleceksin, birlikte kahvaltı edeceğiz ve ben sana bir şeyler hazırlamayacağım öyle mi? Sence böyle bir şey mümkün mü? Ben size geliyor olsam sen bana bir şeyler hazırlamaz mısın? Elbette hazırlarsın, ben de hazırlayacağım.”

Göksel onu gülümseyerek dinledi. Gökhan’ın ince ruhunu, kibarlığını, düşünceli oluşunu çok seviyordu.

“Yola çıkacağın için uğraşmanı istemiyorum,” dedi Göksel. “Yoksa yaptığın şeyleri yemekten çok hoşlandım.”

“Alt tarafı kahvaltı hazırlayacağım, bir şey olmaz,” dedi Gökhan. “Hafta sonu kahvaltılarını çok severim, seninle de güzel bir cumartesi kahvaltısı edelim. Hem bak yaptığım şeyleri yemeyi de seviyormuşsun, bu sefer de sucuklu yumurtamın ve kızarmış ekmeklerimin tadına bakarsın.”

“Tamam o zaman, benim ve midemin işine gelir.”

“O zaman anlaştık. Ben şimdi etrafı şöyle bir toplayayım, valizimi kontrol edeyim, üşenmezsem duş alayım; sonra da yatıp uyurum. Yarın sabah yine haberleşiriz, olur mu bir tanem?”

Bir tanem. Bu hitabı duyan Göksel’in yüzünde güller açtı. Gökhan son günlerde ona bu şekilde de hitap etmeye başlamıştı ve onun kendisine böyle seslenmesi çok hoşuna gidiyordu.

“Olur,” dedi biraz sonra. “Sana kolay gelsin. Yarın görüşürüz.”

“Görüşürüz. İyi geceler güzelim benim.”

“İyi geceler sevgilim.”

Gökhan telefonu kapattıktan sonra kendi kendine gülümsedi. Göksel’in sesini duymak gerçekten de iyi gelmişti. Kendisini dakikalar önceye göre çok daha iyi hisseden genç adam koltuktan kalkıp iş olarak bilgisayarını kapattı. Ardından gitar çalıp beste üzerinde çalıştığı için dağılan salonu toparlamaya girişti.

Göksel’se telefonu kapattıktan sonra odasından çıkıp ebeveynlerinin yanına döndü. Göksel salona girince ikisi de ona baktı.

“Ne oldu?” diye sordu Güzin. “Konuştunuz mu?”

“Konuştuk,” diye onayladı Göksel. Tekli koltuğa oturdu. “Onun için biraz zor bir gün olmuş, iş dönüşü gitarına sarılıp müzikle uğraşmış.”

“Neden zor bir gün olmuş?” dedi Engin. “İşle ilgili mi?”

“Evet, patronu izin konusunda biraz laf etmiş. Ay başı yoğun oluyor diye geçen hafta izne çıkmadı, patronu bu hafta da çalışmasını istemiş ama Gökhan’ın okulu başlamak üzere ve o da hâliyle okul başlamadan önce birkaç gün de olsa tatil yapıp dinlenmek istiyor. Biraz atışmışlar, doğal olarak canı sıkılmış; eve dönünce de kafasını dağıtmak için müziğe sarmış ve telefona bakmamış.”

“Ben de bir patronum ama pek çok patron gerçek bir kan emici,” dedi Engin onaylamaz bir sesle. “Çalışanların birkaç günlük yıllık iznine bile göz dikiyorlar. İstiyorlar ki 7/24 köle gibi çalışsın millet. Yahu bu çocuk daha yirmi bir yaşında gencecik bir üniversite öğrencisi, okulu başlamak üzere; bırak da gidip birkaç gün tatil yapsın, kafasını dağıtsın.”

“İşte Gökhan da buna sinirleniyor. Biraz konuştuk, dertleştik; sesi daha iyi geliyordu.”

“İyi yapmışsın. Yalnız olmadığını hissettirmekte fayda var, insan böyle anlarda sevdiklerinden destek görmek istiyor.”

“Gökhan orada geçici olarak çalışıyordur zaten,” dedi Güzin. “Mezun olduktan sonra istifasını basar, severek yapacağı başka işler bulur.”

“Tabii ki,” dedi Göksel. “Elinde konservatuvar diploması olacak, neden satış danışmanlığına devam etsin? Bir yerde iş bulamasa bile özel ders verir, geçimini o şekilde sağlar.”

“Aynen öyle. Bir saatlik özel dersler kaç lira olmuş? Her gün bir öğrencisiyle dersi olsa epey para eder.”

“Gerçekten,” diye eşine arka çıktı Engin. “İş yerinden birkaç arkadaş çocuklarına özel ders aldırıyormuş, fiyatları duyunca dudağım uçukladı. Sanat derslerinde fiyatlar daha da pahalıymış, öyle diyorlardı. Sahi Gökhan neden daha çok kişiye özel ders vermiyor?”

“Kolay iş mi baba?” dedi Göksel. “Daha kendisi öğrenci, başka öğrencilerle nasıl uğraşacak? Her öğrenci için haftalık program, ders içeriği, ödev hazırlamak saatlerini alır; Gökhan’ın öyle bir vakti yok.”

“Doğru, haklısın. Başka bir işe ihtiyaç duymaması için fazla sayıda öğrencisi olmalı, bunun için de yeterli zamanı olmalı ama Gökhan’ın yok.”

“Son senesi,” dedi Güzin. “Biraz daha dişini sıkar, yazdan sonra önüne bakar. Hakkında hayırlısı olsun. Çocuk resmen kendi kendini okuttu, helal olsun.”

“O da böyle düşünüyor,” dedi Göksel. “Üç seneyi bir şekilde halletmiş, bu seneyi de hallettikten sonra kendisine bir yol çizer.”

“Hayırlısı olsun,” dedi Engin. “Yarın otobüsü kaçtaymış?”

“12’de. Biraz erken gelirsen birlikte kahvaltı ederiz, dedi; ben de kabul ettim. Sıkıntı olur mu?”

“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi Engin biraz yüksek sesle. “Çocuğun tekliflerini kabul ettikten sonra gelip sıkıntı olur mu diye soruyorsun ya, deliriyorum. Bunu tekliflerini kabul etmeden önce sorman lazım, sonra değil.”

“Ama sıkıntı etmiyorsunuz ki.”

“Gökhan’ın evinde mi kahvaltı edeceksiniz?” diye sordu Güzin.

“Evet,” dedi Göksel çekinerek.

“Eğer üniversitede biz de birbirimizin evlerinde kahvaltı etmemiş olsaydık buna kızardık ama aynısını yaptığımız için —hem de defalarca— böyle bir hakkımız yok. Biz bir de ailelerimize söylemiyorduk, sen haber de veriyorsun.”

“Bak bak,” dedi Göksel gülerek. “Sizi çifte kumrular, fındıkkıranlar sizi. İyi ki böyle şeyler yapmışsınız yoksa şimdi elimde koz olmazdı. O zaman yarın Gökhan’la kahvaltı ediyoruz, sonra da onu terminale bırakıyorum.”

“Kahvaltı meselesini söylemek zorunda mıydın?” dedi Engin eşine bakarak. “Aklımda çok güzel bir reddetme konuşması vardı.”

“Aklında kalmaya devam edebilir,” diyen Göksel koltuktan kalktı ve onların yanaklarını öptü. “Size iyi geceler, ben biraz odamda takılacağım.”

Göksel salondan çıkarken ebeveynleri onun arkasından baktı.

“Cimcime dedik, cadıya dönüşmeye başladı,” diye söylendi Engin. “Kahvaltı edeceklermiş! Bu Gökhan’la erkek erkeğe bir konuşma yapma vaktim gelmiş de geçiyor.”

“Hayatım,” dedi Güzin uyarı dolu bir sesle. “Aynı yollardan biz de geçtik, üstelik biz gizli saklı yapıyorduk ama Göksel bize her şeyi söylüyor. Aramızda çok güzel bir güven bağı var, bırakalım da o da gençliğinin tadını çıkarsın.”

“Ben kötü niyetli bir delikanlı değildim.”

“Gökhan’ın da olmadığını nereden biliyorsun? Göksel’in ona güvendiği belli ve onunla mutlu olduğu da ortada. Onlara baktığımda bizi görüyorum, bize çok benziyorlar.”

“Mutlu olmasına mutlu da bu devirdeki erkeklere yine de güven olmaz.”

“Hiçbir devirdeki erkeklere güven olmaz hayatım, en azından birçoğuna.”

“Gözüm yine de üstlerinde, haberleri olsun.”

“Emin ol vardır. Rahatla biraz, bırak da gençliklerinin tadını çıkarsınlar.”

“Ben iyi bir babayım, tatlı bir babayım, modern bir babayım. Öyleyim değil mi Güzin?”

“Tabii ki öylesin,” dedi Güzin gülerek. Onun yer yer kırlaşan kumral saçlarını sevdi. “Dünyanın en iyi, en tatlı ve en modern olmaya çalışan babasısın.”

“Güzin!”

Engin bağırırken Güzin kahkaha attı.

***

Göksel ertesi sabah 7.30’ta uyandı. Annesiyle babası daha erkenden işe gittikleri için evde yalnızdı, sessizlik içindeki evde yatağında biraz uzanıp kendine geldikten sonra yataktan kalktı ve banyoya girip hızlı bir duş aldı. Her ne kadar Gökhan’ın evine gidiyor olsa da şık olmak istedi ve beyaz keten şortuyla sarı bluzunu giydi. Saçlarına hiçbir şey sürmedi, eliyle şöyle bir avuçlayıp dalgalarını belirginleştirdikten sonra kendi kendine kurumaya bıraktı. Makyajını da pembe parlatıcı ve sarı kirpiklerini görünür kılmak için sürdüğü kahverengi maskarayla sınırlı tuttu.

Sarı çantasına birkaç kişisel eşyasını attıktan sonra cep telefonunu eline aldı. Saat 07.55 olmuştu. Mesajlaşma uygulamasına girip Gökhan’a mesaj attı.

Günaydın hayatım

Ben şimdi yola çıkıyorum, haberin olsun

Beyaz spor ayakkabılarını giydikten sonra apartmandan çıktı. Gün içinde havalar hâlâ sıcak olsa da sabahları serin olmaya başlamıştı, şimdi de hoş bir serinlik vardı ve Göksel güneş doğar doğmaz başlayan kavurucu sıcaklar bittiği için mutluydu.

Yolda dinlemek için Türkçe şarkıların olduğu çalma listesini açtıktan sonra yola koyuldu. Sabah trafiği olduğunu biliyordu ama Gökhan’la görüşeceği için dert etmiyordu. Erkek arkadaşıyla en son pazar görüşmüştü. Kadıköy’de güzel bir kahvecide buluşan ikili kahve içip sohbet etmiş, birlikte iki saat vakit geçirmişti. Gökhan cumartesi günü erkek arkadaşlarıyla buluştuğu için onların buluşması pazara sarkmıştı, zaten akşam buluştukları için o kadar da vakit geçirememişlerdi. Bugün de çok vakit geçiremeyeceklerdi ama ilk kez iki taraftan birinin evinde vakit geçirecekleri için bu her hâlükârda unutulmaz bir görüşme olacaktı.

Gökhan da sekizi geçe uyandı ve Göksel’e mesaj attı. Göksel onun mesajını yolda giderken okudu.

Günaydın bebeğim

Şimdi sabah trafiği vardır, dikkatli kullan lütfen

Ben de az önce uyandım, kahvaltıyı hazırlayacağım

Direksiyon başında olduğu için ona mesaj yazamayacak olan Göksel ses kaydı gönderdi.

“İstanbul’un sabah trafiği bildiğimiz gibi ama dikkatli sürüyorum, merak etme. Erkenden uyanıp yollara düştüğüm için karnım acıktı, kahvaltıyı iple çekiyorum.”

Trafiği atlatan Göksel, Gökhan’ın oturduğu sokağa vardı. Arabayı apartmanın karşısına park ettikten sonra yolda karşısına çıkan bir fırından aldığı simitlerin olduğu poşetle çantasını alarak arabadan indi. Apartmana ilerleyen genç kadın kapının önünde durup beş numaranın ziline bastı. Apartmanda her katta iki daire vardı ve Gökhan da üçüncü kattaki beş numaralı dairede oturuyordu. Göksel zile bastığında mutfakta masayı hazırlamakta olan Gökhan zil sesini duyunca irkildi.

“Göksel olmalı,” diye düşünen genç adam duvardaki saate baktı. “Çabuk geldi.”

Mutfaktan hole çıkıp daire kapısının yanında duran otomatiğe bastı. Girişteki dolabın aynasına bakarak, üstünü başını düzeltip boğazını temizledi.

“Sakin ol oğlum,” dedi aynadaki yansımasına bakarak. “Evet, önemli ve heyecanlı bir olay ama soğukkanlılığını koru.”

Daire kapısını açıp merdivenlerden çıkan ayak seslerini dinledi. Saniyeler sonra Göksel’in sapsarı saçları görüş alanına girdi, onu yüzü ve gövdesi takip etti. Renk seçimini beyaz ve sarıdan yana kullanan genç kadın çok hoş görünüyordu. Onun bu kombini Gökhan’a tanıştıkları akşamı hatırlattı. Göksel’in kız arkadaşlarıyla Parça’ya gittiği o akşam da üstünde beyaz bir bluzla sarı kotu vardı. O akşamı hatırlayan Gökhan gülümsedi.

“Hoş geldin,” dedi onun mavi gözlerinin içine bakan Gökhan. “Sefalar getirdin.”

“Hoş buldum,” dedi Göksel gülümseyerek. “Kokuları apartmana girer girmez aldım, mis gibi kokutmuşsun.”

“Kokuturum. Sen ne aldın?”

“Cadde üstünde bir fırın vardı, oradan bize sıcacık iki simit aldım. Çay ve peynirle güzel olur.”

“İyi yapmışsın, kesene bereket. Hadi gel içeri. Çantanla poşeti alayım istersen.”

“Çok iyi olur, teşekkür ederim.”

Göksel çantasıyla poşeti Gökhan’a verdikten sonra ayakkabılarını çıkardı ve paspasın kenarına koyarak evin içine girdi. İçeriyi şöyle bir inceledi. L şeklinde bir hol vardı, odalar da bu holün çevresinde yer alıyordu. Hol çok geniş değildi ama küçük de sayılmazdı, duvarları krem rengine boyandığı ve odaların pencerelerinden gelen ışığı aldığı için ferah bir havası vardı.

“Çantanı askıya asayım mı?” diye sordu Gökhan.

“Olur,” dedi Göksel. “Sağ ol.”

Gökhan onun çantasını askıya astıktan sonra kız arkadaşına döndü.

“Tekrardan hoş geldin,” dedi gülümseyerek. “Gel bir sarılayım sana.”

“Tekrardan hoş buldum,” diyen Göksel ona uzandı ve sarıldı. “Çok hoş buldum.”

Çift birkaç saniye boyunca sarıldı. İlk geri çekilen Gökhan oldu. Göksel’in saçlarına bir öpücük bıraktıktan sonra bakışlarını onun yüzüne çevirdi. Onun cilt makyajı yapmadığını fark eden genç adam gülümsedi.

“Öyle duru ve doğal bir güzelliğin var ki,” dedi parmaklarının tersiyle onun yanağını okşarken. “Güne bu güzel yüzle başlamak demek o gün harika geçecek demek.”

“Ben de aynısını düşünüyordum,” dedi Göksel gülümseyerek. Onun nemli saçlarına baktı. “Anlaşılan dün akşam duş almaya üşenmişsin.”

“Dün akşam etrafı da toparladıktan sonra hiçbir şey yapmaya hâlim kalmadı, kendimi yatağa atıp uyudum. Az önce kahvaltıyı hazırlamaya başlamadan önce hızlıca bir duş aldım, açılmam konusunda da epey yardımı oldu.”

“İyi yapmışsın.”

Gökhan nemli saçları ve vücudundan yükselen tertemiz kokuyla her zamankinden daha çekici görünüyordu ama Göksel bunu dillendirmeyi tercih etmedi. Onu ıslak bir şekilde hayal eden genç kadın yutkundu. Nefes kesici bir görüntü olduğuna dair hiç şüphesi yoktu.

“Sana evi gezdireyim,” dedi Gökhan. “Sonra kahvaltı masasına otururuz, olur mu?”

“Hı hı,” dedi Göksel. Aklındaki görüntüleri kovaladı. “Olur.”

“Gördüğün üzere burası hol,” diye anlatmaya başladı Gökhan. Sağ taraftaki salona ilerledi. “Burası salon. Geniş bir oda ama fazla eşyamız olduğu için içerisi doldu bile. Koltuklar, sehpa, çalışma masası ve müzik köşemiz. Ailesi Yağız’a doğum gününde bateri almış, o da buraya gelecek. Nereye koyacağımızı bilmiyoruz ama bir şeyler düşünürüz. Salonun yanındaki oda mutfak. Küçük sayılmaz, Yağız’la beraber rahatça hareket edebileceğimiz kadar geniş ve bu da bizim için yeterli. Tipik bir mutfak: Tezgâh, beyaz eşyalar ve masayla sandalyeler. Mutfağın yanında benim odam var ama burayı en son göstereyim. Ortadaki kapı banyonun, küçücük bir yer olduğu için hiç göstermeyeceğim bile. Soldaki oda da Yağız’ın, orası da onun özel alanı olduğu için göstermesem daha iyi olacak. Okul zamanı Yağız kalıyor, tatillerde de eve gelen arkadaşlarımı orada misafir ediyorum. Arkadaşlarımın hepsini Yağız da tanıdığı için ve kalmalı gelenler gerçekten çok yakın arkadaşlarım olduğu için Yağız onların kendi odasında kalmalarını dert etmiyor.”

“Şirin bir eviniz varmış,” dedi Göksel. “Mütevazı. Sıcak bir havası var, öğrenci evinden çok aile evine benziyor. Ayrıca çok temiz ve düzenli.”

“Seni ağırlayacağım için etrafı pırıl pırıl ettim ama teşekkür ederim. Çalıştığım için sürekli temizlemeye ve düzenlemeye vaktim olmuyor ama çok da boşlamıyorum. Yağız benden daha düzenlidir, benim odamın savaş alanına döndüğü çok olur ama onun odasında böyle bir şey mümkün değil.”

“O zaman senin odanı görme vaktim geldi.”

“Üç yıldır hiç olmadığı kadar temiz ve düzenli,” diyen Gökhan odasının kapısına ilerledi. “Ve muhtemelen bir daha hiç olamayacağı kadar.”

Göksel kıkırdarken Gökhan da odanın aralık kapısını açtı ve içeri girmesi için Göksel’e öncelik verdi. Onun yanından geçen Göksel odanın içine girdi. Küçük bir odaydı. Pencere hemen karşıda, duvarın ortasındaydı. Gökhan’ın tek kişilik bazası sağ taraftaki duvara yaslanmıştı, yatağın yanında da iki çekmeceli bir komodin yer alıyordu. İnce ve uzun bir kitaplık pencerenin soluna koyulmuştu, onun önünde de üzerinde ders kitapları olan bir çalışma masası vardı; üç kapaklı giysi dolabı da kapının yan tarafına, odanın sol köşesine yerleştirilmişti. Duvarlar krem rengine boyalıydı, mobilyalar açık mavi renginde seçilmişti ve yerde de gri tonlarında bir halı vardı.

“Odan çok cici,” dedi Göksel. Odayı incelemeyi bitirdikten sonra dikkatini duvardaki posterlere verdi. Duvarlarda pek çok poster asılıydı. Gökhan’ın başucunda Yavuz Çetin’in iki posteri vardı; mavi kot gömlek giyerken ve onunla bütünleşmiş Fender’ını çalarken çekilmiş meşhur fotoğrafı ve kucağında yavru bir köpek varken çekilen fotoğrafı. Çetin’in posterlerinin yanında da bir Blues müzik posteri vardı. “Posterlerine bayıldım.”

Karşı duvarda da birkaç poster asılıydı. Duman, mor ve ötesi gruplarının posterlerine ek olarak bir gitar, bir piyano ve bir tane de rock müzik posteri vardı. Rock müzik posteri hariç diğerlerinin eski posterler olduğu anlaşılıyordu, özellikle Duman posterinin çok eski olduğu belliydi.

“Odanda idollerine yer vermen çok hoş,” dedi Göksel ona bakarak. “Tam da senden beklediğim gibi bir odan varmış, tam bir müzisyen odası.”

“Posterleri gördükçe mutlu oluyorum,” dedi Gökhan. “Birkaç senede bir şehir değiştirmemize rağmen posterlerim her zaman odamı süslerdi, süslemeye de devam ediyor.”

“Odana hareket katmış, beğendim.”

“Teşekkür ederim.”

Göksel komodinin üzerinde duran müzik kutusunu fark etti. “Yakından bakabilir miyim?” diye sordu piyano şeklindeki müzik kutusunu işaret ederek.

“Elbette,” dedi Gökhan. “Eline alabilirsin, açabilirsin, dinleyebilirsin; nasıl istersen.”

Göksel müzik kutusunu eline aldığında gülümsedi. Müzik kutusunun kenarındaki düğmeye bastığında hoş bir müzik sesi yükseldi, piyanonun üstündeki balerin de yavaşça dönmeye başladı.

“Barışların doğum günü hediyesi,” diye açıkladı Gökhan. “Çocukken de bir müzik kutum vardı, geceleri onu dinleyerek uyurdum. Barışlara bundan bahsetmiştim, onlar da doğum günüm için kendi evimde de bir tane olsun diye bunu almışlar.”

“Ya,” dedi Göksel ince bir sesle. “Ne tatlılar. Çok ince düşünmüşler.”

“Evet, aldığım en anlamlı hediyelerden biri. Gözüm gibi bakıyorum. Diğer müzik kutusunu o hengamede almayı unutmuştum, Kütahya’da kaldı. Şimdiye çöpü boylamıştır.”

Göksel’in yüzüne buruk bir ifade yayıldı. “Artık kendi evinde de bir müzik kutun var. Dinliyor musun?”

“Bazen,” dedi Gökhan tebessüm ederek. “Yatışmak istediğimde açıyorum, iyi geliyor.”

“Gelir tabii. Anısı olan şeyler çok özel.”

“Kesinlikle öyleler.”

“Kitaplığına da bakabilir miyim?”

“Bakabilirsin.”

Gökhan’ın kitaplığı kitaplardan ve albümlerden oluşuyordu. Kitaplığın ilk sırasında Yavuz Çetin’in iki albümünün CD’leri vardı, Duman ve mor ve ötesi’nin albümleri de onların yanındaydı. Kitap olarak da Babalar ve Oğullar romanı, Nâzım Hikmet’in üç şiir kitabı ve Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri kitabı yer alıyordu. Diğer raflarda da Gökhan’ın severek dinlediği müzisyenlerin albümleri; büyük çoğunluğu şiir, bir kısmı klasik ve birkaç tanesi de bilinen romanlardan oluşan kitaplar vardı.

“Anlaşılan ilk rafa en sevdiklerini koymuşsun,” dedi Göksel. “Yavuz Çetin, Duman, mor ve ötesi; Nâzım Hikmet, Cemal Süreya ve Babalar ve Oğullar. Neden Babalar ve Oğullar?”

“Adından dolayı ilgimi çeken bir kitaptı ama okumaya cesaret edemiyordum,” diye cevap verdi onun biraz arkasında duran Gökhan. “Yağız doğum günümde hediye etti, ben de okudum ve çok sevdim. İçime dokunan bir kitap oldu.”

“İsmini duyduğum bir romandı ama okumadım. Okuma listeme ekleyeceğim, merak ettim.”

“Bak sen. Oku da hakkında sohbet ederiz.”

“Anlaştık. Nâzım Hikmet’in kitapları da var.”

“Sevdiğimi söylemiştim.” Gökhan, şairin Kuvâyi Milliye adlı şiir kitabını aldı. “Bu kitapta yer alan Piraye’ye yazdığı şiirler çok güzel. Okumadıysan sana ödünç vermek istiyorum.”

“Okumadım,” diyen Göksel gülümsedi. “Sen ödünç vermek istiyorsan ben okumayı daha çok isterim.”

“Mutlaka okumalısın. Mesela ben Balıkesir’deyken okuyabilirsin, döndüğümde de şiirler hakkında konuşuruz.”

“Anlaştık. Kitabına gözüm gibi bakacağımdan ve şiirleri dikkatle okuyacağımdan emin olabilirsin.”

“Hiç şüphem yok.”

Gökhan’ın odasından çıkan ikili mutfağa ilerledi. Gökhan sofrayı hazırlamıştı. Kızarmış ekmekler küçük hasır sepette duruyordu, sucuklu yumurta da tavadaydı; birkaç kahvaltılık masaya yerleştirilmişti, çay bardakları da doldurulmak üzere bekliyordu.

“Sen otur,” dedi Gökhan. “Ben çayları doldurayım, sonra yemeye başlarız.”

“Ellerimi yıkasam iyi olacak,” dedi Göksel. “Sonra başlarız.”

“Olur. Banyo ortadaki kapı, havluyu da yeni astım.”

“Tamam.”

Göksel banyoya gittiğinde Gökhan çayları doldurdu, sonra Göksel’in aldığı simitleri dilimleyip büyük bir tabağa koydu ve tabağı masanın ortasına, domatesle salatalığın yanına yerleştirdi.

Göksel, Gökhanların küçücük banyosunda ellerini yıkarken içeriyi inceledi. Lavabo ve çamaşır makinesi yan yanaydı, klozetle duş kabini de karşı tarafta yan yana duruyordu. Genç kadın ellerini yıkadıktan sonra havluyla kuruladı ve aynada üstüne başına çekidüzen verip banyodan çıktı.

“Gel,” dedi o içeri girince Gökhan. “Çayları da doldurdum, her şey hazır.”

Göksel onun karşısına oturup sandalyesini masaya yaklaştırdı. Masanın üstü gayet kalabalıktı. Gökhan genç kadının aldığı simitleri bile kesip masaya koymuştu.

“Ellerine sağlık,” dedi Göksel. “Her şey harika görünüyor.”

“Afiyet olsun,” diyen Gökhan onu kendi mutfağında, masasında otururken gördüğü için gülümsüyordu. Göksel evine ne kadar da yakışmıştı. “İstediğin şeyden istediğin kadar ye lütfen.”

“Sucuklu yumurtadan başlayacağım.”

“Hayhay, nasıl istersen.”

Gökhan onun tabağına biraz sucuklu yumurta koydu, Göksel üç dilim kızarmış ekmekle biraz domatesle salatalık da aldı. Genç kadın sucuklu yumurtadan ilk lokmasını yediğinde yüzünde beğendiğini gösteren bir ifade belirdi.

“Çok lezzetli,” dedi başını sallayarak. “Ellerine sağlık.”

“Afiyet bal şeker olsun.”

Kahvaltı ederken havadan sudan konuştular. Bugünkü havadan, Göksel’in Dervişali’den Merdivenköy’e yaptığı araba yolculuğundan, İstanbul’un trafiğinden bahsettiler. Birbirleriyle sıradan şeylerden, günlük şeylerden konuşurken bile sohbetlerinden keyif alıyorlardı. Konu ne olursa olsun ikisi de karşı tarafı can kulağıyla dinliyordu ve bu onların iletişiminin bu kadar sağlıklı olmasının ana nedeniydi.

“Doydum,” dedi peçeteyle ağzını silen Göksel. “Her şey çok güzeldi. Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun bir tanem,” deyip çaydanlığı kontrol etti Gökhan. “Bir bardak daha çay doldurayım mı, içer misin?”

“İki bardak içtim zaten, bu kadar yeter.”

“Tamam o zaman, ben içerim. Masayı toplayayım, bulaşıkları yıkayayım; sonra da salonda vakit geçiririz.”

“Yardım edeyim.”

“Sen misafirsin, ben hallederim.”

“Misafirim ama sevgilin olan misafirim, tüm bu işleri tek başına yapman hiç içime sinmez. Vaktimiz zaten kısıtlı, mutfağı beraber halleder ve salona geçeriz.”

“Seni seviyorum, biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum ama her seferinde söylemen hoşuma gidiyor.”

Sandalyesinden kalkan Gökhan ona yaklaştı ve elini masaya dayayıp kız arkadaşına doğru eğildi.

“Seni evimde görmek öyle güzel ki,” dedi onun gözlerinin içine bakarak. “Buraya çok yakıştın, tıpkı yanıma yakıştığın gibi.”

Göksel onu ensesinden tutup kendine çekti ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Gözlerini kapatmayan Gökhan genç kadının pembe göz kapaklarına bakarken gülümsedi. Ona bu kadar yakından bakınca maskara değmemiş kirpik diplerinin sapsarı olduğunu fark etti.

“Civciv,” diye düşündü. “Gerçek bir civciv.”

Ayrıldıklarında ikisi de dudaklarını yaladı.

“O zaman burayı toparlamaya başlayalım mı?” diye sordu Göksel.

“Başlayalım,” dedi Gökhan. “Ben bulaşıkları yıkarken sen de kahvaltılıkları yerlerine koyarsın. Yerlerini sana söylerim.”

Böyle de yaptılar. Göksel kahvaltılıkları yerlerine koyarken Gökhan bulaşıkları yıkadı, genç kadın sarı bezlerin biriyle masayı da sildi ve sandalyeleri düzeltti. Bu sırada Gökhan birkaç parça bulaşığı yıkamış, durulamaya geçmişti. Genç kadın ona yaklaştı ve ona arkadan sarılıp yanağını da omzuna yasladı.

“Ne kadar hamarat bir sevgilim varmış,” dedi onun yaptığı işi izlerken. “Elinden her iş geliyor. Yemek, temizlik, bulaşık... Maşallahın var.”

“Üç senedir kendi evinde yaşayınca hepsini öğreniyor insan,” diye cevap verdi Gökhan. “Aile evinde yaşarken kendi odamı da temizler, toparlardım ama o kadardı. Çamaşırla bulaşık yıkamayı, yemek yapmayı, temizliğin inceliklerini İstanbul’a taşındıktan sonra öğrendim. Başlarda çok zor geliyordu ama şimdi o kadar alıştım ki hemen hallediyorum.”

“Hayat seni kocaman bir adama dönüştürdü, öyle değil mi? Diğer herkese yaptığı gibi.”

“Aynen öyle yaptı.”

Gökhan uzanıp onun alnına bir öpücük kondurdu. Gökhan, Göksel’i ilk kez alnından öpüyordu ve bunu fark etmek ikisini de gülümsetti.

“Dört gün yoksun,” dedi Göksel. “Burada da çok sık görüşemiyoruz ama aynı şehirde olduğumuzu biliyordum, şimdi aramıza kilometreler girecek.”

“Kızım ben yine Balıkesir’e gidiyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ve sadece dört buçuk günlüğüne. Sen ta Muğla’ya gittin ve üç hafta kaldın. Üç hafta! Yirmi bir gün. Yirmi bir yıllık hayatım kadar uzun bir süreydi. Dört buçuk gün bunun yanında devede kulak kalır.”

“Beni bu kadar çok özledin demek,” diyen Göksel’in sesi keyifli çıktı. “Ben de seni çok özlemiştim, yine özleyeceğim ama nihayet tatil yapabileceğin ve birkaç gün de olsa İstanbul’un yoğunluğundan uzaklaşacağın için senin adına mutluyum.”

“Ben de seni özleyeceğim ama haftaya yine yan yana olacağız. Yağız’la beraber döneceğimizi söylemiştim, sizi tanıştırmak istiyorum.”

“Döndüğünüz zaman mı?”

“Evet, haftaya. Ne dersin?”

“Olur, derim. Yağız’a ne kadar değer verdiğini biliyorum, onunla tanışmayı isterim.”

“Tamam o zaman, ayarlarız.”

Gökhan bulaşıkları hallettikten sonra mutfaktan çıkıp salona girdiler. Salon evdeki en büyük odaydı. İki kanepe birbirine çapraz olacak şekilde yerleştirilmişti, ortada da küçük bir sehpa vardı; müzik köşesi odanın en sağındaydı. Büyük bir çalışma masasının üstünde dizüstü bilgisayar, şarkı defterleri, birkaç kalem; hoparlörler ve mikrofon duruyordu. Masanın çaprazında Gökhan’ın amfisiyle ayaklı orgu ve Göksel’in bilmediği birkaç müzik ekipmanı daha vardı. Duvardaki askılardaysa Gökhan’ın üç gitarı asılıydı: Kahverengi klasik gitarı, beyaz elektro gitarı ve bej akustik gitarı.

O köşeye yaklaşan Göksel masanın önündeki duvarda da bir şey astığını fark etti. Yavuz Çetin’in metalden yapılma bir tablosu.

“Her yerde Yavuz Çetin var,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bu adamı neden bu kadar seviyorsun? Tek neden müziği mi yoksa başka sebepler de mi var?”

“Uzun hikâye,” dedi Gökhan bir elini kaldırarak. “Otururken anlatayım.”

“Oturalım.”

Üç kişilik büyük kanepeye yan yana oturdular.

“Yavuz benim için diğer tüm müzisyenlerden daha farklı ve özel bir yere sahip,” diye konuşmaya başladı Gökhan. “Bayburt’ta yaşadığımız dönem —yani daha sekiz dokuz yaşlarımdayken— bir kapı komşumuz vardı: Serdar ağabey. Liseye gidiyordu ve büyük bir rock müzik hayranıydı. Birkaç kez onunla beraber müzik dinlemiştim, kendisi beni Duman, mor ve ötesi gibi gruplarla tanıştıran kişidir. Bir gün bilgisayarda YouTube’dan müzik dinliyorum, Duman çalıyordu sanırım; sağdaki şarkıların arasında da Yavuz’un Yaşamak İstemem şarkısı vardı. Daha küçücüğüm, ismi ilgimi çekince şarkıyı açıp dinlemeye başladım ve şarkıya bayıldım. Müzisyen olacağım o zamanlardan belli, şarkının müziğine tutuldum resmen. Tabii sonra Yavuz’u araştırmaya ve diğer şarkılarını da dinlemeye başladım; kısa sürede hayranı oldum ve her okuldan dönüşümde, hiç abartısız söylüyorum, açıp onu dinliyordum. Zamanla onun şarkılarını söylemeye başladım, bir baktım ki benim de sesim güzelmiş. ‘Ben bu adam gibi müzik yapmak istiyorum,’ dedim. Sonrasında sana anlattığım gitar alma ve çalma serüvenim başladı. Anlayacağın üzere beni müzik yapmaya başlatan kişi Yavuz oldu.”

“Ne güzel,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bir noktada hayatını o şekillendirmiş resmen.”

“Aynen öyle yaptı. Yavuz bana ve pek çok müziksevere göre ülkenin en iyi gitaristiydi. Bir sürü güzel gitarist var ama hiçbiri Yavuz etmez. Onun gitara kattığı ruhu metrelerce öteden tanırsın, duyar duymaz o olduğunu anlarsın; Yavuz işte bu kadar büyük bir adamdı. Bugün insanlar benim gitaristliğimi çok beğeniyor ve takdir ediyorsa bunun sebebi de Yavuz’dur çünkü ben gitar çalmayı ondan öğrendim, onun şarkılarıyla kendimi geliştirdim ve tüm içtenliğimle söylüyorum ki Yavuz’u çalmak her gitar çalan kişinin yapabileceği bir iş değildir.”

“Ona ne şüphe.”

Gökhan onun yanağına bir öpücük kondurdu.

“Müzisyenliğinin yanında kişisel olarak da pek çok ortak noktamız var,” diye devam etti Gökhan. “Yavuz’un babası bir gazeteci ve Yavuz babasının mesleği nedeniyle şehir şehir gezerek büyümüş; tıpkı benim babamın asker olması yüzünden şehir şehir gezerek büyüdüğüm gibi. Enstrüman çalmaya 10 yaşında curayla ­—en küçük bağlama— başlamış, sonrasında bağlama çalmayı öğrenmiş ve devamında gitarla tanışmış; ben de enstrüman çalmaya 10 yaşında gitarla başladım. Bir diğer güzel ayrıntı da gitar ve bağlamanın telli çalgılar sınıfının tezeneli çalgılar grubunda yer alması, yani akraba olan çalgılar olmaları. Bağlama güzel bir enstrüman, biraz tıngırdatırım da ama çalmayı bildiğim asla söylenemez. Çok güzel çalan arkadaşlarım var, onları dinlemeyi tercih ediyorum. Bunların yanında Yavuz’la babasının arasının bozuk olduğu biliniyor, babası sert yapılı bir adammış ve bu huyu Yavuz’un özgür ruhuna ters düştüğü için aralarında gerginlikler yaşanırmış; bu da bana bir yerden çok tanıdık geliyor.” Gökhan’ın yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. “Yavuz, Marmara Üniversitesinin Müzik Bölümünü kazanmıştı fakat müzik çalışmaları nedeniyle okulunu yarıda bırakmak zorunda kalmıştı; çok iyi bildiğin üzere ben de konservatuvar öğrencisiyim ve umuyorum ki bu seneyi de sağ salim bitirip mezun olabileceğim. Bir de aşk meselesi var tabii. Yavuz’un eşi bir gün bir arkadaşını ziyaret etmek için Marmara Üniversitesine gitmiş, orada piyano başındaki Yavuz’u görmüş ve sonrasında tanışmışlar, âşık olmuşlar. Çok tanıdık bir ilk görüş, değil mi?”

Göksel başını yere eğip gülerken, Gökhan da gülümseyerek onu izledi. Gözlerinin içi parlayan genç kadın erkek arkadaşına saf bir sevgiyle baktı, elini yanağına uzatıp onun tıraşlı yanağını sevdi.

“Çok yabancı gelmedi,” derken gülümsüyordu Göksel. “Gerçekten de çok fazla ortak noktanız varmış, şaşırtıcı derecede ortak noktalar. Enstrüman çalmaya başladığınız yaş bile nasıl aynı olabilir? İnanılmaz.”

“İnanılmaz ama gerçek. Yavuz’u dinler dinlemez çok sevmeme şaşmamalı, resmen hissetmişim. Enerjilerimiz uymuş, kan çekmiş; artık ne denilirse.”

“Bu kadar ortak noktanız olması tesadüf değil. Senin içinde de bir cevher yatıyor, onun gibi muhteşem bir müzisyen ve olağanüstü bir gitaristsin.”

“Bu söylediklerin benim için çok kıymetli, teşekkür ederim. Bak şimdi aklıma geldi, Yavuz ve Yağız tamamen aynı anlama gelmese de benzer anlamlara geliyor ve bazen birbirinin yerine kullanıyor.”

“Yok artık,” dedi Göksel. “Kelime olarak çok benziyorlar gerçekten, şu an sen deyince fark ettim. En büyük idolünle en yakın arkadaşının isimleri çok benzer.”

“Bu adamı tanımak benim kaderimdi, bundan eminim.”

“Gerçekten de öyle görünüyor. Tüm bunları göz önüne alınca bu adama bu kadar hayranlık beslemen çok normal.”

“Hâliyle. Tanışmayı, sohbet etmeyi çok isterdim hatta bu mümkün olabilseydi bunun uğruna pek çok şeyden vazgeçebilirdim. Ne yazık ki mümkün değil. Ben de onun mirasını layıkıyla icra etmeye çalışıyorum, yani müziği.”

“Seninle gurur duyardı. Tıpkı benim duyduğum gibi.”

“İyi ki varsın,” diyen Gökhan ona yaklaştı. “Yavuz’un da dediği gibi: Hayatıma girdin sıcaklığınla / Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden. İyi ki hayatımdasın.”

“Bu şarkıda ona Göksel’in eşlik etmesi,” deyip burnunu onun burnuna yasladı Göksel. “Bak, bir ortak nokta daha buldum: En büyük idolün tek bir kadınla düet yapmış, şu an sevgili olduğun kişiyle adaş olan kadınla.”

Gökhan güldüğünde ağzından çıkan sıcak nefesi Göksel’in dudaklarına çarptı.

“Adının kısaltması ve lakabı benimle aynı olan kadınla,” dedi Gökhan. “Üstelik sözlerinde bizi bulduğum şarkıda. Göksel, seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum ve şu an evinde olmaktan, koltuğunda oturmaktan ve az sonra seni öpecek olmaktan çok memnunum.”

“Ben de şu an evimde olmandan, koltuğumda oturmandan ve şimdi seni öpecek olmaktan çok memnunum.”

Dudakları birleşti ve saniyeler boyunca birbirinden ayrılmadı. Elleri birbirlerinin vücutlarına sevgi dolu dokunuşlar bırakırken dudakları tutkuyla hareket etti. Göksel’in karnına bir ağrı saplandı, Gökhan’sa karnının çok daha aşağısında bir karıncalanma hissetti. Genç adam bir anlığına onu koltuğa yatıracağını düşündü, bunu yapmayı gerçekten de istedi ama hormonlarının sesini dinlemektense mantığının sesini dinleyerek ileriye gitmedi. Göksel buraya bunun için gelmemişti, kendisinin de farklı bir amacı olduğunu düşünmesini istemedi; yanlış anlaşılmak istemedi.

Onun dudaklarına son bir öpücük bırakan Gökhan’ın dudaklarının sonraki durağı genç kadının yumuşak yanağı oldu, dudaklarını burnuyla beraber onun yanağına bastırıp kız arkadaşının güzel kokusunu içine çekti. Bu esnada Göksel de derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bu öpüşme onun nefesini kesmiş ve daha önce hissetmediği arsız bir duyguyu tüm hücrelerinde hissetmesine neden olmuştu.

“Şarkıyı çalar mısın?” diye sordu Göksel. “Onun Şarkısı’nı.”

Gökhan dudaklarını onun yanağından ayırdı. “Çalarım,” diye cevap verdi. “Ama bir şartım var: Şarkıyı benimle birlikte söyleyeceksin.”

“Kötü bir sesim olmasına rağmen mi?”

“Şarkı söylemek için güzel bir sese sahip olmaya gerek yok. Bana eşlik edecek misin?”

“Edeceğim,” diyen Göksel gülümseyerek başını salladı. “Birlikte söyleyelim.”

Ayağa kalkan Gökhan duvarda asan akustik gitarını aldıktan sonra koltuğa geri oturdu. Genç müzisyen gitarın gerekli ayarlamalarını yaparken Göksel ilgiyle onu izledi. Onun ne yaptığını bilmiyordu fakat yaparken yüzünde oluşan ciddiyeti izlemek keyifliydi.

“Gitar hazır,” deyip boğazını temizledi Gökhan. “Sözleri biliyor musun?”

“Biliyorum,” diye onayladı Göksel. “Ben de hazırım, sen de hazırsan başlayalım.”

“O zaman son iki üç dört.”

Gökhan gitarı çalmaya başladığında bakışları Göksel’in yüzündeydi, Göksel de ritimle uyumlu olarak yavaşça sağa sola sallanıyordu.

“Seni ilk gördüğümde,” diye şarkıya girdi Gökhan. “Senin olmayı istedim bir an önce.”

“Seni ilk öptüğümde,” diye ona eşlik eden Göksel’in sesi orijinal şarkıyı söyleyen Göksel gibi tiz çıktı. “Eskiler silindi dudaklarımdan.”

Göksel gülmemek için elini ağzına bastırdığında Gökhan başını iki yana salladı.

“Hayatıma girdin sıcaklığınla,” diye başlayan nakaratı beraber söylemeye başladılar. Göksel, Gökhan’ın sesinin kendi sesini bastırmasına sevindi. “Aşkını verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden / Rüyalarımdaydın derin uykularda / Kalbini verdin bana / Hiç korkmadan, düşünmeden.”

“Güzel,” dedi Gökhan nakarat bitince. “Bak, o kadar da zor değilmiş.”

“Tabii canım,” dedi Göksel.

Gökhan kısa gitar kısmını çaldıktan sonra şarkının ikinci kıta kısmına girdi.

“Seni ilk sevdiğimde / Senin kalmayı istedim tüm ömrümce.”

“Beni ilk üzdüğünde,” dedi Göksel yine tiz bir sesle. “Kaçıp gitmeyi istemedim bir an bile.”

Nakaratı yine birlikte söylediler. Gökhan’ın sesi ön plandaydı, Göksel daha kısık bir seste ona eşlik ediyor ve bir arka vokal gibi onu besliyordu. Göksel başta çekinse de şu an yaptıkları şeyden oldukça keyif alıyordu ve onun keyif aldığını görmek Gökhan’ı da sevindirmişti.

“Bir daha,” dedi Gökhan. “Son kez.”

Nakaratı son bir kez daha söylediler.

“Çok keyifliydi,” dedi Göksel şarkı bitince. “Seninle birlikte söyleyince sesimin kötülüğü o kadar da belli olmadı.”

“Çünkü o kadar kötü bir sesin yok,” dedi Gökhan. “Hayatım boyunca gerçekten kötü olan pek çok ses duydum; senin sesin onlardan biri değil, inan bana. Cesaretin için takdir eder, bu güzel şarkıyı benimle beraber söylediğin için de teşekkür ederim.”

“Çok keyif aldım.”

“Ben de öyle. Saat yaklaşıyor, gitarı yerine bırakıp eşyalarımı son bir kez kontrol edeyim ve çıkalım; olur mu?”

“Olur, geç kalmayalım.”

Ayağa kalkan Gökhan akustik gitarını yerine astı. Aklına günler önce Göksel’e söylediği şey gelince bakışlarını genç kadına çevirdi.

“Ebeveynlerimi merak ettiğini söylemiştin,” dedi. “Ben de bir ara fotoğraflarını gösteririm, demiştim. Şimdi göstereyim.”

Göksel’in kalp atışları hızlandı. “Tamam,” dedi. Yutkundu. “Göster.”

“Kitaplarımın birinin arasından üçümüzün bir fotoğrafı çıkmıştı. Lise mezuniyetimin olduğu gün çekilen bir fotoğraf. Hâlâ odamda, aynı kitabın arasında duruyor. Hadi odama geçelim.”

Göksel onunla beraber odasına ilerledi. Gökhan kitaplıktan bir kitabı çıkarıp sayfalarını karıştırdı ve aradığı fotoğrafı bulup çıkardı.

“Sorunsuz bir şekilde geçirdiğimiz son günümüzdü,” dedi fotoğrafa bakarken. Yutkundu. “Bu fotoğrafı ne ara kitabın arasına koyduğumu bile hatırlamıyorum, buraya taşındıktan sonra bir akşam kitaplığı düzenlerken kitabın arasından düşmüştü ve bir tır gibi üzerimden geçmişti. İşte, annemle babam.”

Gökhan fotoğrafı Göksel’e uzattığında Göksel çekingen bir tavırla fotoğrafı aldı ve bakışlarını fotoğraftaki Uygurlara çevirdi. Annesiyle babasının ortasında duran Gökhan’ın üstünde siyah bir cübbe vardı, kıyafet seçimini de siyah keten pantolonla mavi bir tişörtten yana kullanmıştı. Saçları kısa, yüzü sakalsızdı ve hoş bir gülümseme bu masum yüzü süslüyordu. Burun piercing’i yoktu, küpeleri yoktu, dövmeleri yoktu; şimdi olduğundan daha farklı, daha masum ve hâliyle daha çocuksu görünüyordu.

Göksel bakışlarını Gökhan’ın sağında duran annesine çevirdi, Hande Uygur’a. Hande Uygur koyu kumral saçları, iri kahverengi gözleri olan; 1,60 boylarında minyon ve orta kilolu bir kadındı. Bu fotoğrafta yüzünde bir gülümseme vardı, içten bir gülümseme. Bu gülümseme onun kaz ayaklarındaki kırışıklıkları derinleştirmişti ve onun elliye merdiven dayayan yaşını belli etmişti.

Göksel’in bakışlarının son durağı Gökhan’ın babası oldu, Göktuğ Uygur’un ta kendisi. Gökhan’ın solunda duran ve bir eliyle onun sırtına dokunan Göktuğ Uygur, Gökhan’dan daha uzun bir adamdı; düz çenesi, dik duruşu ve gözlerindeki ciddi ifadeyle tam bir askerdi. Üzerindeki lacivert takım elbise geniş omuzlarına tam oturmuş, onu daha da görkemli göstermişti. Gökhan dış görünüş olarak babasına çok benziyordu. Düz kahverengi saçlarını, badem şeklindeki kahverengi gözlerini, dolgun dudaklarını ve köşeli çenesini babasından almıştı; onun gibi uzun boylu, geniş omuzluydu ve şekilli bir vücuda sahipti. Birbirine oldukça benzeyen bu baba oğula bakınca insana geçen enerjilerse bambaşkaydı. Gökhan güler yüzlü, sevecen ve arkadaş canlısı karakterini dış görünüşünde de gösteriyordu; Göktuğ Uygur’un ise insanı delip geçen bakışları, ciddi bir yüzü ve soğuk bir havası vardı. Bu fotoğrafta da yüzünde bir tebessüm olmasına rağmen yüz ifadesi oldukça ciddiydi. Bu sert mizacı askerlik yaparak geçirdiği onlarca senede kazanmıştı.

“Babana ne kadar benziyorsun,” cümlesi Göksel’in dudaklarından dökülen ilk şey oldu. “Dış görünüş olarak tabii.”

“Sadece dış görünüş olarak,” dedi Gökhan. “Çok şükür ki.”

“Ne kadar ciddi ve baskın biri olduğu yüz ifadesinden anlaşılıyor. Tam bir askermiş.”

“Üstlerinin bile onu görünce duruşunu düzeltmesinin sebebi belli. Astlarını söylemiyorum bile, geldiğini gören saygı duruşuna geçerdi. ‘Kolay gelsin asker!’ ‘Sağ olun komutanım!’”

Gökhan esas duruşa geçip, asker selamı verince Göksel kıkırdadı.

“Asker duruşlarını, selamlarını da öğrenmişsin bakıyorum,” dedi Göksel sırıtmaya devam ederken. “Tıpkı askerler gibi yapıyorsun.”

“Çocukluğumla ergenliğim askeriyelerde geçti, bir zahmet,” dedi Gökhan. “Onun oğlu olduğum için bana çok iyi davranırlardı. Emrindeki askerlere birkaç kez gitar çalıp şarkı bile söylemiştim, babamın aksine onlar müzisyenliğimi takdir ediyorlardı.”

“Bu fotoğrafta mezun olduğun için mutlu görünüyor.”

“İkisi de mutluydu,” dedi Gökhan. İç çekti. “Onların istediği mesleklerden birini yapacağımı düşünüyorlardı. Ben de mutluydum çünkü artık istediğim bölümde okumak için somut adımlar atabilecektim. Hepimiz mutluyduk ama bizi mutlu eden şeyler farklıydı, her zamanki gibi. Önümüzdeki sene üniversiteden mezun olacağım ama böyle bir fotoğrafımız olmayacak. İşte bunu o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk. Onlar beni ikna edebileceğini düşünüyordu, ben de onları ikna edebileceğimi düşünüyordum ama kimse kimseyi ikna edemedi ve geride sadece birkaç fotoğraf karesiyle acı tatlı hatıralar kaldı.”

“Bizim olacak,” diyen Göksel ona yaklaştı. “Mezuniyet töreninde cübbeni giyecek, kepini takacaksın; ben de üstüme şık bir elbise giyeceğim ve o çok özel günde senin yanında olup seninle fotoğraf çekileceğim. Sen de benim mezuniyetime gelirsin, o zaman da cübbe giyme ve kep takma sırası bende olur; o şekilde de fotoğraf çekiliriz.”

Gökhan’ın az önce buruk bir ifadeye ev sahipliği yapan yüzünde içten bir gülümseme yuva kurdu. “Çok tatlısın,” dedi genç adam. “Ölene kadar yakandan düşmeyeyim de gör.”

“Düşmeni isteyen mi varmış?” dedi Göksel gülerek. Onun yanağını öptü. “Hadi son hazırlıklarını yap da çıkalım.”

“Nâzım Hikmet’in kitabını vereyim,” diyen Gökhan dediği kitabı raftan alıp Göksel’e uzattı. “Ben yokken sana eşlik etmesi için çok sevdiğim bu şiir kitabını sana ödünç veriyorum.”

“Bana çok iyi arkadaşlık yapacağından şüphem yok,” deyip kitabı aldı Göksel. “Teşekkür ederim.”

Gökhan üstünü değiştirip mavi keten bir şortla beyaz tişört giydi, valize diş fırçasını ve parfümünü de koyup fermuarı kapattı; omuz çantasını kişisel eşyalarıyla doldurdu ve odasından çıktı.

“Ben hazırım,” dedi salonun kapısında durup koltukta oturan Göksel’e bakarak. “Çıkalım.”

“Ne hoş olmuşsun,” dedi onu süzen Göksel. “Şortunu çok beğendim.”

“Teşekkür ederim.”

Daireden çıktılar. Kapıyı üç kere kilitleyen Gökhan, anahtarı çantasının ön gözüne attı. Apartmandan ayrılan çift, Göksel’in arabasına el ele yürüdü.

“Araba yıkatılmış,” dedi Gökhan bembeyaz arabaya bakarak. “Yeni gibi olmuş.”

“Araba dün babamdaydı, o yıkatmış,” dedi Göksel. “O yıkatmasaydı bugün ben yıkatacaktım ama sağ olsun beni bu işten kurtardı.”

Arabaya binip yola koyulan çift Dudullu’ya gidene kadar müzik dinledi, sohbet etti. Gökhan ona Balıkesir planlarını anlattı, orada kısa süre kalacağı için kısıtlı zamanını en verimli şekilde kullanmak için önceden tatil planını hazırlamıştı ve önceki senelerde olduğu gibi bu sene de bu plana uyacaktı. Göksel’e Yağız’ın ailesinden de bahsetti. Bunu yaparken gözleri ışıl ışıl parlıyor, yüzü gülüyordu. Göksel genç adamın onları çok sevdiğini, onların da Gökhan’ı kendi oğulları gibi gördüğünü anladı ve içi sıcacık oldu.

Korkmazlar, Gökhan’a aile olmuştu.

Dudullu’ya vardıklarında otobüsün kalkmasına 10 dakika vardı. Balıkesir otobüsünü bulduktan sonra Gökhan valizini muavine verdi.

“Balıkesir’in tadını çıkar,” dedi Göksel. “Gez, toz, eğlen, dinlen. Bana mesaj atmadın ya da beni aramadın diye darılmam, aksine beni arka plana atıp tatilinin tadını çıkarmanı isterim.”

“Seni arka plana atmak mı?” diyen Gökhan kollarını onun beline sardı. “Sence böyle bir şey mümkün mü? Tatilin tadını da çıkarırım, seninle de konuşurum; ben her şeye yetişirim, sen hiç merak etme.”

“Çok tatlısın. Tatil fotoğraflarını ve videolarını dört gözle bekliyorum.”

“Sana gönderirim, hesabımda da paylaşırım. Bir sen etmez ama Yağız da beni çekme konusunda iyidir.”

“Kankalığın ana maddelerinden biri iyi fotoğraf çekmektir.”

“Kesinlikle öyle ve Yağız bu işi de hallediyor.”

“Aferin ona.”

Otobüsün kalkış saati geldiğinde çift vedalaştı. Birbirlerine sıkı sıkıya sarılan ikili bir süre böyle kaldılar.

“Kendine çok iyi bak,” dedi Göksel. “Vardığında mutlaka haber et ve dediğim gibi her bir anının tadını çıkar.”

“Sen de kendine iyi bak,” dedi Gökhan onun saçlarını okşayarak. “Vardığımda yazarım ve her bir anın da tadını çıkarırım. Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Birbirlerinin dudaklarına küçük bir buse kondurdular.

“İyi yolculuklar,” dedi ona otobüsün kapısına kadar eşlik eden Göksel. “Güle güle gidip güle güle gel. Yolun açık olsun.”

“Teşekkür ederim bir tanem. Haftaya görüşmek üzere.”

“Görüşürüz.”

Gökhan otobüse binerken, Göksel de perona geçip onu izledi. Gökhan üçüncü sıradaki tekli koltuğa oturdu. Birkaç saniye sonra şoför de otobüse bindi ve otobüsü çalıştırdı. Geri geri giden otobüs perondan çıkarken Göksel el sallıyordu, üst gövdesini öndeki koltuğun arkasından çıkaran Gökhan da ona el salladı.

“Seni seviyorum,” dedi Göksel dudaklarını oynatarak ama otobüs Gökhan’ın bunu göremeyeceği kadar uzaklaşmıştı.

Perondan çıkan otobüs yola koyulduğunda Göksel otobüs görüş alanından çıkana kadar olduğu yerde durup otobüsün arkasından baktı. Otobüs gidince o da ileriye park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı.

Onunla farklı şehirlerde olacağını bilmek içini burkuyordu fakat Gökhan ona değer veren insanların evine gittiği ve onlarla birlikte zaman geçirip yılın yorgunluğunu atacağı için onun adına mutluydu.

*** 

Büyük yolcu otobüsü Balıkesir otogarındaki peronuna girerken saatler 5 olmak üzereydi. Peronun yakınlarındaki bir bankta oturan Yağız’la Yiğit otobüsü görünce ayaklandılar. Perona giren otobüs durduğunda kapıları açıldı ve yolcular inmeye başladı. Ön kapıdan inen iki kadından sonra Gökhan göründü. Genç adam ayağını yere basar basmaz kendisine yaklaşan tanıdık simayı gördü, en yakın arkadaşı Yağız’ı.

“Gök,” dedi kollarını iki yana açan Yağız. “Hoş geldin kardeşim.”

Gökhan cevap veremeden Yağız ona sıkı sıkıya sarıldı.

“Hoş buldum kardeşim,” diyen Gökhan onun kürek kemiğine vurdu. Bu esnada arkada duran Yiğit’i de fark etti. Sakallarını uzatan liseli genç Gökhan’ın onu son gördüğünden bu yana daha da büyümüştü. “Merhaba Yiğit.”

“Merhaba Gökhan ağabey,” dedi Yiğit. “Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Gökhan, Yağız’dan sonra Yiğit’e de sarıldı.

“Nasılsın?” diye sordu Yağız. “Yolculuk nasıl geçti? Rahat gelebildin mi?”

“Yolculuk güzeldi, çok rahat geldim,” dedi Gökhan. “İyiyim, sizi görünce daha da iyi oldum. Ne kadar bronzlaşmışsınız, Balıkesir’in sahilleri size yaramış.”

“Sana da yarayacak, hiç merak etme.”

“Yarasın, çok ihtiyacım var. Ben valizimi alayım, sonra eve geçelim.”

Gökhan valizini aldı ama Yağızlar onun taşımasına müsaade etmedi ve valizi taşıma işini Yiğit üstlendi. Üç delikanlı Yağızların terminal dışına park ettiği arabalarına doğru yürümeye başladı.

“Siz nasılsınız?” diye sordu Gökhan. “Neler yapıyorsunuz?”

“İyiyiz,” diye cevapladı Yağız. “Ben hâlâ tatil modundayım, Yiğit de kursa gidiyor.”

“Tam gaz sınava hazırlanıyorum,” dedi Yiğit. “Haftanın beş günü kurstayım, hafta sonları da ödevlerimi yapıyor ve robotlaşmamak için sosyalleşmeye çalışıyorum.”

“Sınava elbette hazırlan,” dedi Gökhan ona bakarak. “Ama dediğin gibi sosyalleşmek de lazım, sürekli ders insanı boğar.”

“Aynen öyle, zaten çalışmaya erkenden başladığım ve epey konu bitirdiğim için kendimi sıkmama gerek de kalmıyor.”

“Ne güzel. Hakkında hayırlısı olsun.”

“Sağ ol ağabey. Sen neler yapıyorsun?”

“Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum, eylülün ikinci haftası geldi ama ben daha yeni tatile çıktım.”

“Geç olsun güç olmasın. Ağabeyimin dediğine göre artık bir kız arkadaşın varmış, güzel haberleri aldık.”

“Hemen yetiştirdin mi?” diye sordu Gökhan, Yağız’a bakarak.

“Görüşmeyi sonlandırır sonlandırmaz hem de,” dedi Yağız sırıtarak. “Bu bomba gibi haberi bizimkilere söylemem gerekiyordu.”

“Dedikoducu mahalle karısı seni.”

Yağız, Gökhan’ın ensesine bir şaplak yapıştırdığında Yiğit bir kahkaha attı.

“Ah!” diyen Gökhan elini ensesine götürdü. “Ulan daha geleli iki dakika olmadı. İnsan misafirine böyle mi davranır?”

“Misafir mi?” dedi Yağız kaşlarını kaldırarak. “Bizim evin beşinci üyesisin lan sen, ne misafirliği?”

“Neyim neyim?”

“Bizim evin beşinci üyesisin.”

“Önce dövdü, şimdi de ağlatacak pezevenk,” diye mırıldandı Gökhan. “Balıkesir’e gelir gelmez bana bu kadar tezat duygular yaşatman hiç adil değil.”

“Gel lan buraya,” diyen Yağız onun omzuna kolunu attı. “Annem evde en sevdiğin yemekleri hazırlıyor, mercimek çorbasıyla köfte patates yaptı; ben de ıslak kek yaptım, biz çıkarken fırında pişiyordu. Akşam babam işten dönünce hep birlikte yeriz.”

“Çok tatlısınız. Hepsini mideme indirmek için sabırsızlanıyorum.”

Terminalden çıkan üçlü Yağızların gri arabasına ilerledi. Gökhan’ın valizini bagaja koyduktan sonra arabaya bindiler. Yağız şoför koltuğuna, Gökhan yolcu koltuğuna ve Yiğit de arka koltuğa oturdu.

“Ben Göksel’i arayıp geldiğimi haber vereyim,” dedi Gökhan. “Kısa tutarım.”

“Selam söyle,” dedi Yağız şakayla karışık.

Gökhan güldükten sonra Göksel’i aradı, kız arkadaşı birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Efendim?”

“Ben Balıkesir’e geldim güzelim,” dedi Gökhan. “Yağız’la kardeşi beni aldı, şimdi onların arabasıyla eve geçiyoruz.”

“İyi iyi, sevindim. Yolculuk nasıldı?”

“Güzeldi. Otobüs yolculuğu yapmayı özlemiştim, iyi geldi. Sen ne yaptın?”

“Seni bıraktıktan sonra eve döndüm. Malum cumartesi İstanbul her zamankinden daha kalabalık oluyor ve o kalabalığı hiç çekmek istemediğim için eve döndüm.”

“Mantıklı bir karar.”

“Öyle,” dedi Göksel. “O zaman ben seni tutmayayım, siz hasret giderin.”

“Yağız’ın selamı var,” derken Yağız’a kısa bir bakış attı Gökhan.

“Aleykümselam, sen de selam söyle.”

“Söylerim. Kendine iyi bak güzelim, görüşmek üzere.”

“Sen de kendine iyi bak ve tatilin tadını çıkar. Görüşürüz.”

Gökhan telefonu kapattı.

“Selam söyle derken ciddi değildim,” dedi Yağız ona bakarak.

“Laf ağızdan bir kere çıkar,” dedi Gökhan. “Onun da sana selamı var.”

“Aleykümselam.”

Balıkesir’in terminali şehir merkezinin dışında kalıyordu, bu yüzden yolları uzundu ve onlar da bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Dakikalar sonra Yağızların oturduğu sokağa vardılar. Yağızlar nezih bir mahallede, dört katlı güzel bir apartmanda oturuyordu. Yağız arabayı apartmanın önüne park ederken, Gökhan tanıdık kahverengi apartmana bakıp gülümsüyordu. Burayı özlemişti.

“Yağız Turizm’i tercih ettiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Yağız kontağı kapattığında. “Bir sonraki seferde görüşmek üzere.”

“Bir daha bu firmayı tercih edeceğimi sanmıyorum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Şoföre uyuz oldum.”

“Şoför de sana bayılmadı.”

“Kalp kalbe karşıdır, derler.”

“Atışmalarınızı özlemişim,” dedi arka koltuktan onları izleyen Yiğit. “Bana birkaç günlük eğlence çıktı.”

“Ağza bak ağza,” dedi Yağız. “Valizi al, arabayı kapat ve eve gel. Biz önden gidiyoruz.”

Yağız’la Gökhan apartmana ilerledi. Yağız kapı şifresini yazıp kapıyı açtı. Yağızlar ikinci katta oturduğu için asansöre binmek yerine direkt merdivenlere yöneldiler ve merdivenlerden bir üst kata çıktılar.

“Annem mutfaktadır,” dedi Yağız cebinden anahtarını çıkarırken. “Anahtarla girelim.”

Mutfakta yemeklerle uğraşan Sibel ev kapısının açıldığını duydu.

“Oğlum?” diye seslendi. “Yağız? Siz misiniz?”

“Evet,” dedi içeri giren Yağız. “Biz geldik.”

Sibel mutfaktan çıktığında kapının önündeki Gökhan’la Yağız’ı gördü.

“Gökhan,” dedi neşeyle. “Hoş geldin oğlum.”

“Merhaba Sibel abla,” dedi Gökhan gülümseyerek ve ona doğru ilerledi. “Hoş buldum.”

Sıkı sıkı sarıldılar. Gökhan, Sibel’in üçüncü oğlu gibiydi; onu Yağız ya da Yiğit’ten farklı görmüyordu. Sibel de Gökhan için bir anne gibiydi.

“Nasılsın? Yolculuk nasıl geçti?”

“Sizleri gördüm daha iyi oldum. Yolculuk da iyi ve rahattı. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim çok şükür.” Sibel onun parmaklarındaki dövmeleri fark etti. “Bak bak, yine mi dövme yaptırdın? Dört tane yaptırmış bir de.”

“Nasıllar? Beğendin mi? Adımla ilgili dövme yaptırmayı ne zaman istiyordum, bu yaza kısmetmiş.”

“Güzel olmuşlar, yakışmış. Tipin çok mülayim ama tarzın hiç de öyle değil.”

“Ben de böyle bir insanım işte.”

Elinde Gökhan’ın valizi olan Yiğit kapıda belirdi.

“Benim odama koy,” dedi Yağız ona bakarak. “Gök üstünü değiştirip rahat bir şeyler giymek istersen benim odamda giyinebilirsin, istersen duş da alabilirsin. Burası senin de evin biliyorsun, nasıl istiyorsan öyle takıl.”

“Biliyorum kardeşim, eyvallah,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim, sonra yanınıza gelirim.”

Dakikalar sonra salonda toplandılar. Yağız’la Gökhan bir koltukta, Sibel’le Yiğit de diğer koltukta oturuyordu.

“Neler yapıyorsun, nasıl gidiyor?” diye sordu Sibel. “Bu sene buraya biraz geç geldin.”

“Öyle oldu,” diye cevapladı Gökhan. “İş yerinde eylül başı yoğunluğu vardı, ben de ancak bu hafta sonu izne ayrılabildim. Tüm yaz iş güç uğraşıp durdum; işten kalan kısıtlı zamanlarda da müzik yaptım, arkadaşlarımla vakit geçirdim. Önceki iki yazdan bir farkı yoktu.”

“Çalışma hayatı,” dedi Sibel anlayışlı bir sesle. “Yağız’dan güzel haberi aldık, bir kız arkadaşın varmış.”

“Evet, üç hafta oldu. Yağız ne kadar anlattı bilmiyorum ama adı Göksel, Yıldız Teknik Üniversitesinde Fotoğraf ve Video son sınıf öğrencisi; çocukluğundan beri fotoğrafçılıkla uğraşıyor, aynı zamanda video grafiker. Sahne aldığım kafeye geldiğinde tanıştık, konu buralara kadar geldi.”

“Evet, Yağız bunlardan bahsetmişti. Senin adına çok sevindim, hayırlı olsun.”

“Sağ ol ablam, teşekkür ederim. Bu yaz yaşadığım en büyük değişiklik bu oldu, onun haricinde tipik bir yazdı.”

“Burada birkaç gün gezip tozar, yazın son günlerinin tadını çıkarırsınız.”

“Öyle yapacağız. Sen neler yapıyorsun?”

“Ben de beş gün işteyim, hafta sonları da genelde evle ilgilenmekle geçiyor.”

“Evin işi de bitmek bilmiyor tabii.”

“Her iş biter ama ev işi bitmez. İş yerimde sekiz saatlik mesaimi yapıyor, işimi bitirip eve geliyorum; evde mesai olmadığı gibi iş de hiç bitmiyor.”

“Of anam of!” dedi Yağız. “Hemen sıkıcı konulardan konuşmaya başlamanız gerçekten takdire şayan ama şimdiden içim şişti. Evi de işi de boş verin, yarın denize gidip sıcak kumlarla serin suların tadını çıkaracağız. Edremit bizi bekliyor.”

“Ben de Edremit’i bekliyorum,” dedi Gökhan. “Ne kadar uzun zamandır denizin, kumun ve güneşin hayalini kurduğumu bilemezsin. Yarın bir balığa dönüşeceğim ve saatlerce yüzeceğim.”

“Beraber yüzeriz. Sen geleceksin diye bu ay hiç denize gitmedik, seni bekledik.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten. Yiğit gitmek istedi ama, ‘Gökhan gelince hep beraber gideriz, otur aşağı,’ dedim.”

“Ben de kabul ettim ve Gökhan ağabeyi bekledim,” diye araya girdi Yiğit. “Açıkçası denizden biraz uzak kalmak iyi de geldi, tuzlu su cildimi ve saçlarımı çok kurutmuştu.”

“Tüm yaz balık gibi sudan çıkmadınız ki,” dedi Sibel. “Tatilin yarısından çoğunda denizdeydiniz.”

“Yaz tatilinde yapılacak en iyi aktivite,” dedi Yağız annesine bakarak. “Denizde geçirdiğim günlerden pişman değilim, aklım hâlâ geçiremediğim günlerde.”

Gülüştüler.

“İstanbul nasıl?” diye sordu Sibel. Muhatabı Gökhan’dı. “Değişiklik var mı?”

“Pek sayılmaz,” diye cevapladı Gökhan. “Her zamanki gibi kalabalık ve yoğun ama gözüme eskisi kadar yorucu gelmiyor.”

“Neden acaba?” dedi Yağız ona anlamlı bir bakış atarak. “Göksel de İstanbul’da olduğu için olabilir mi?”

“Zaten. İçinde sevdiğin insan olunca İstanbul gibi bir şehir bile çekilir oluyor.”

“Ben İstanbul’u çekilir kılmıyorum yani? Peki, öyle olsun.”

“Tabii ki kılıyorsun, seni de seviyorum ama o şekilde değil.”

“Ben anlayacağımı anladım.”

“Kıskanç,” dedi Yiğit, ağabeyine bakarak. “Göksel ablayla sevgili olduğunu öğrendikten sonra pabucunun dama atılacağını düşünüp üzülmüştü.”

“Lan!” diye bağırdı Yağız. “Şerefsiz. Hain.”

“Yağız,” dedi Sibel uyarı dolu bir sesle. “Kardeşinle ne biçim konuşuyorsun? Çok ayıp.”

“Hak ediyor. Hiçbir şeye üzülmedim, yalan söylüyor.”

“Ah be oğlum,” dedi Gökhan onun omzuna dokunarak. “Senin pabucunun dama atılması mümkün mü? Sen benim kardeşimsin. Hangi kardeşin pabucu dama atılabilir?”

“Bak ya, şimdi de sen beni ağlatacaksın. Seviyorum lan seni.”

“Ben de seni.”

İki dost birbirinin omzunu sıkarken Yiğit’le Sibel onlara gülümseyerek baktı. Dörtlü sohbet etmeye devam etti. Saatler 18.30’u gösterirken evin babası Atilla da işten döndü.

“Atilla?” diye seslendi kapı sesini duyan Sibel.

“Benim,” dedi Atilla’nın kalın sesi. İçeri girip kapıyı kapattı. “Çocuklar da geldi mi?”

“Çok oldu. Hepimiz salondayız.”

Atilla salona girince içeride oturan dörtlüyü gördü. Orta yaşlı adamın koyu kahverengi gözleri Gökhan’ın gözleriyle buluştuğunda yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Hoş geldin oğlum,” dedi.

“Hoş buldum ağabey,” derken ayağa kalktı Gökhan ve ona ilerledi. “Sen de hoş geldin.”

Sarıldılar.

“Nasılsın?” diye sordu Atilla. “Yolculuğun nasıl geçti?”

“İyiyim, yolculuğum da iyi geçti. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim ama çok açım, ellerimi yıkayıp üstümü değiştireyim de hep beraber yemek yiyelim.”

“Olur, biz de seni bekliyorduk zaten.”

Dakikalar sonra mutfakta yemek masasında toplandılar. Yemek sohbetli ve keyifli geçti. Gökhan onları, onlar da Gökhan’ı özlemişti ve aylar sonra bir arada olmak, birlikte yemek yemek hepsini sevindirdi.

Ailesiyle yemek masasına oturduğunda çıkan tartışmalar yüzünden tadı kaçan, iştahı kapanan, ilk fırsatta masayı terk eden Gökhan’ın yemek masalarıyla arası bu evde düzelmişti. Bu masaya oturduğunda kimse onu küçük görmüyor, hayallerine laf etmiyor, ona istemediği şeyleri dayatmaya çalışmıyordu. Bu masada yemek yemek onun için çok keyifliydi.

“Son yaz tatiliniz de bitmek üzere,” dedi Atilla. “Öğrenci olarak geçirdiğiniz son yaz tatiliydi.”

“Aslında benim öğrenci olarak geçirdiğim son yaz tatili yıllar önceydi,” dedi Gökhan. “Üç senedir yaz tatili diye bir tatilim yok, haftada altı gün mesaim var.”

“Haklısın, bu durum sadece Yağız için geçerli.”

“Kötü hissettiriyor,” dedi Yağız. “Öğrenci olmaktan çok memnunum, konservatuvar öğrencisi olmaktan daha da memnunum ama sona çok yaklaştım. Bu sene her günün tadını çıkaracak, konservatuvar öğrencisi olmanın sefasını sonuna kadar süreceğim.”

“Bu konuda sana katılıyorum,” dedi Gökhan. “Ben de son senemizin tadını çıkaracağım. Bugünler geri gelmeyecek.”

“Tabii ki çıkarın,” dedi Sibel. “Öğrencilik yılları hayatınızın en güzel yılları, yetişkinlik hayatı ne yazık ki çok zor.”

“Evet, bu yüzden üniversite hayatımı doya doya geçirdim; müzik kulübü, müzik toplulukları, okul içi ve dışı etkinlikler derken hiçbir şeyden eksik kalmadım. Yağız da aynı şekilde.”

“Çok da iyi yaptık,” dedi Yağız onun omzuna dokunarak. “Bu sene daha fazla etkinliğe katılalım.”

“Katılırız, kendimiz de hazırlarız. Mezuniyet için kesin program hazırlarız zaten, yeni yıl ve birinci dönem sonu için de bir şeyler düşünebiliriz.”

“İyi fikir. Okul başlasın da bakarız.”

Yemekten sonra salona geçtiler. Yağız’ın yaptığı ıslak kekin yanında çay da demlediler ve televizyona bakarken onları yediler.

“Ellerine sağlık,” dedi Gökhan. “Kek çok güzel olmuş.”

“Afiyet olsun,” dedi Yağız gülümseyerek. “Siz bugün ne yaptınız? Göksel’in kahvaltıya geleceğini söylemiştin.”

“Kahvaltı ettik.”

“Hadi canım, yemin et.”

“Valla.”

“Dalga geçme de düzgünce cevap ver.”

“Kahvaltı ettik, biraz gitar çalıp şarkı söyledik. Vaktimiz çok kısıtlıydı, pek bir şey yapamadık.”

“Diyorsun?”

“Diyorum.”

“İyi bakalım.”

Yağız ona anlamlı bir bakış attıktan sonra çayını höpürdeterek içti. Gökhan’sa kendi kendine güldü.

Saat 10’u geçerken çok yorgun olduğunu söyleyen Atilla uyumaya gitti, ondan biraz sonra da Sibel yatak odasına çekildi. Yalnız kalan üç delikanlıysa Yağız’ın odasında toplandı.

“Vay vay vay,” dedi Gökhan onun baterisine bakarak. “Gerçekte daha da havalı görünüyor.”

“Saat çok geç olmasaydı size bir konser verirdim,” dedi Yağız. “Yarın da denizde olacağız ama hafta içi bir şov yaparız.”

“Yap tabii, ben de gitar çalarım.”

“İşte bana bunlarla gel.”

“Sakın ben kurstayken çalmayın,” dedi Yiğit. “Bu muhteşem konseri kaçıramam.”

“Çalmayız,” diyen Gökhan onun saçlarını karıştırdı. “Tüm aile üyeleri toplandığında çalarız. Size minik bir konser veririz.”

“Anlaştık.”

Gökhan gece yatağına dönüşecek koltuğa oturdu. Buraya geldiğinde Yağız’ın odasındaki bu koltukta uyuyordu.

“Sen de yorulduysan yatıp uyu,” dedi Yağız, Gökhan’a bakarak. “Yarın erkenden uyanacağız, Edremit buraya uzak malum.”

“Yorgun sayılmam,” dedi Gökhan. “Biraz oturalım.”

“Tamam o zaman. Bizimkiler ne yapıyor? Barışlar, Kerem?”

“Hepsiyle geçen cumartesi buluştum, hepsi çok iyi. Barışlar mekânlarda çıkmaya devam ediyor, bir yandan da müzik çalışmalarına devam ediyorlar; üzerinde çalıştıkları birkaç şarkıyı dinlettiler, bayağı beğendim. Kerem de benim akustik gitarı beğenince çalıştığım mağazadan kendisine bir akustik gitar aldı, günlerinin gitar çalarak geçtiğinden ve bir sürü yeni şarkı öğrendiğinden bahsetti.”

“Barışlarla arası iyi sanırım?”

“Aynen, iyi. Harun’la ikisi onlarla arkadaş oldu, birkaç kez buluşup beraber bir şeyler çaldılar. Cumartesi Harun’u da davet ettik fakat işi olduğu için bize katılamadı.”

“İstanbul’a döndüğümüzde hep beraber buluşalım, bu grupla vakit geçirmeyi çok isterim.”

“Onlar da aynısını dedi, döndüğümüzde hepimizin müsait olduğu bir gün bir buluşma ayarlarız.”

“Biraderlerimi özledim.”

“Onlar da seni özledi.”

“Özlenecek bir insanım. Bir kere komiğim, ortamların neşesiyim; kaliteli esprilerim ve şakalarımla bulunduğum yerlere renk katarım.”

“Çok da mütevazısın.”

“İnsan iyi olduğu konularda kendine hak ettiği değeri vermeli.”

“Yine başladı,” diye söylendi Yiğit. “Tamam ünsüz düşünür Yağız Korkmaz.”

“Kes lan sesini hem ünsüz hem düşünmez Yiğit Korkmaz. Ayağımın altına almayayım.”

Onların bu atışması Gökhan’ı güldürdü.

“Sizi gerçekten özlemişim,” dedi genç adam. “En çok da bu tatlı atışmalarınızı.”

“Önümüzdeki dört gün boyunca fazlasıyla maruz kalacaksın,” dedi Yiğit. Gülümsediğinde ağabeyinin gözleri gibi ufak olan gözleri adeta yok oldu. Bu hâliyle bir kediye benziyordu. “Ağabeyim bana da sana da sarar.”

“Saracağım tabii,” dedi Yağız. “Benden kurtuluşunuz yok.”

Üç delikanlı gece yarısına kadar oturup sohbet etti. Saatler gece yarısını gösterdiğinde Yiğit uyumak için kendi odasına gitti, Yağız’la Gökhan da kendi yataklarına yattı. Karanlık odada birkaç dakika boyunca hiç konuşmadılar.

“Gök,” diye fısıldadı Yağız. “Uyudun mu?”

“Hayır,” diyen Gökhan başını onun yatağının olduğu tarafa çevirdi. “Sen?”

Yağız güldüğünde Gökhan da gülümsedi.

“Aslında uyuyorum ama uykumda konuşuyorum,” dedi Yağız. Camdan içeri giren sokak lambasının ışığında parlayan Gökhan’ın gözlerini seçebiliyordu. “O kadar gevezeyim ki uykumda bile susmuyorum.”

“Yandık desene. Sana bir sessize alma tuşu taktırmak lazım.”

“O tuşun bile işe yarayacağını sanmam.”

“Yüksek ihtimalle. Saat çok geç oldu, yat da uyu.”

“Yarın için heyecanlıyım. Güzel bir gün olacak.”

“Evet, güzel bir gün olacak. Sıcak kumların üzerinde yatıp güneşin tenimi okşamasına izin verecek, sonra kendimi serin sulara atacağım ve bu döngüye akşama kadar devam edeceğim.”

“Ben de öyle. Yaz senin için çok yorucuydu değil mi?”

“Yorucuydu ama aynı zamanda geçirdiğim en güzel yazdı çünkü Göksel vardı.”

“Aşk güzel şey.”

“Öyle. Sende kimse yok değil mi?”

“He var hatta evliyim ben, üç de çocuğum var. Bu ne saçma bir soru oğlum? Biri olsa bilirsin, bilmediğine göre yok.”

“Ha şöyle.”

“Diyene bak. Göksel’le sevgili olduğunuzu bana iki gün sonra söyledin lan!”

“Açıklamasını yaptım ya.”

“Sus, bir de cevap veriyor. Biri olursa sana nikâhımızın olacağı sabah haber vereyim de gör sen.”

“Kesin yaşanır bu.”

“Görürsün bak.”

Gökhan esnedi. “Sonra görürüm, şimdi uyuyacağım. Hadi iyi geceler, sabah görüşürüz.”

“İyi geceler Gök.”

***

Sabah erkenden kalkan aile üyeleri kahvaltı ettikten sonra Edremit’e doğru yola çıktı. Balıkesir şehir merkezinden Edremit 1,5 saat kadar sürüyordu, bu uzun yolu sohbet ederek geçirdiler. Arabayı Yağız kullandı, Atilla ön koltukta oturdu; Sibel, Yiğit ve Gökhan da arka koltukta konuşarak yolculuk ettiler. Edremit’e vardıklarında eşyalarını kumsala bıraktılar. Diğerleri kumsala yerleşirken Gökhan’la Yağız tişörtlerini ve mayolarının üstüne giydiği şortlarını çıkarıp denize koştu ve kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar. Biraz sonra onlara Yiğit de katıldı ve üç delikanlı biraz açılıp yüzdüler. Onlar denizin tadını çıkarırken, Sibel’le Atilla da sahilde oturup güneşlenmeyi tercih etti.

“Bizim balıklar ikiydi, üç oldular,” dedi Sibel denizde yüzen gençlere bakarak. “Çok da açıldılar.”

“Bir şey olmaz,” dedi Atilla. “Bir aradalar, hem hepsi çok iyi yüzüyor.”

“Gökhan çok mutlu görünüyor. Çocukcağız tüm yaz çalıştı, şimdi tatilin tadını çıkarsın.”

“Çıkarsın tabii. Birkaç gün İstanbul’dan uzak kalmak, çalışmamak ve sadece tatilin tadını çıkarmak onun da hakkı.”

“En çok onun hakkı.”

Gökhanların açıkta bir saat yüzmesinden sonra Sibel ve Atilla da denize girdi. Kıyıya yaklaşan delikanlıların ayakları artık yere değiyordu.

“Topu da getirmişsin,” dedi Yağız. “Voleybol zamanı. Gök geç karşıma.”

“Ben de, ben de,” dedi onlara yaklaşan Yiğit. “Bu eğlenceden mahrum kalamam.”

“Hep beraber oynayacağız,” dedi Atilla. “Bizim başımız kel değil ya. Evet, önlerim biraz açılmış olabilir ama saçlarım hâlâ kafamda.”

Gülüştüler.

“Siz yüzersiniz diye düşünmüştük,” dedi Yağız. “Karı koca beraber denizin tadını çıkarırsınız diyorduk.”

“Çıkarırız,” dedi Sibel. “Deniz bir yere kaçmıyor. Öncesinde biraz top oynayalım.”

“Nasıl isterseniz.”

Bir halka oluşturan beşli yumuşak deniz topuyla voleybol oynamaya başladı. Biraz atışmalı, bolca gülmeli bir oyun oluyordu.

“Gâvura vurur gibi vurmasana,” dedi Gökhan, Yağız’a bakarak. “Tüm hıncını toptan çıkarıyorsun.”

“Eğlencesi böyle çıkıyor,” dedi Yağız. “Zaten yumuşacık top.”

“Gökhan haklı,” dedi Atilla oğluna bakarak. “Yavaş vur şu topa.”

“İyi be.”

Yağız topa daha sakin vurmaya başlayınca topun havada kalma süresi de arttı ve oyun daha eğlenceli bir hâl aldı. Bir saat kadar da topla oynadılar.

“Benden bu kadar,” dedi Atilla. “Yoruldum, kıyıya çıkacağım.”

Sibel ve Yiğit de yorulduğunu söyleyip Atilla’yla beraber kıyıya çıkınca Yağız’la Gökhan denizde yalnız kaldı.

“Biraz açılalım mı?” diye sordu Yağız. “Dubalara kadar yarış yapalım.”

“Kabul,” dedi Gökhan. “Yenilen ne ısmarlıyor?”

“Bir şişe buz gibi bira?”

“Anlaştık.”

“O zaman yarış başlasın. Üç iki bir başla!”

Aynı anda suya dalan ikili dubalara doğru yüzmeye başladı. Başlarda yan yana ilerleseler de Yağız’ın öne geçmesi uzun sürmedi. Yaz tatillerinin çoğunu denizde geçiren genç adam yüzme konusunda çok iyiydi ve gerçekten de bir balık gibi yüzüyordu. Gökhan ona yetişmeye çalıştı fakat aralarındaki mesafe kapanmak yerine daha da açıldı ve Yağız ondan saniyeler önce dubalara vardı.

“Biram Carlsberg olsun,” dedi Yağız, Gökhan yanına gelince. “Kutu.”

“Baba tarafın yunus mu oğlum senin?” dedi nefes nefese kalan Gökhan. “Jet gibi yüzdün.”

“Yunuslar yanımda halt etmiş.” Suyun içindeki omuzlarını gösterdi. “Bu omuzları yüzerek bu hâle getirdim ben. Kıyıya kadar da yarışalım mı?”

“İkinci birayı da beleşe getir diye mi? Tabii efendim.”

“En azından şansımı denedim. O zaman kıyıya doğru sakince yüzelim. Aşırı acıktım, bir şeyler yiyelim.”

“Olur.”

İki arkadaş kıyıya doğru yüzmeye başladı. Dalgaların da yardımıyla kısa sürede kıyıya ulaştılar. Sudan çıkan Gökhan kumsala yürürken alnına yapışan ıslak saçlarını eliyle arkaya doğru yatırdı.

“Yoruldunuz değil mi?” dedi onlara bakan Sibel.

“Hem de nasıl,” diyen Gökhan kendini havlunun üzerine attı. “Acıktık da.”

“Biz de acıktık,” dedi Atilla. “Keklerden getirdik, kola da var; onları atıştıralım.”

Gökhan kekten iki dilim yedikten sonra kola dolu plastik bardağını ve telefonunu alarak ayağa kalktı, gruptan biraz uzaklaştı ve Göksel’i aradı.

“Hayatım?” diye telefonu açtı Göksel.

“Selam,” dedi Gökhan. “N’aber?”

“İyiyim. Bizimkilerle dışarı çıkacağız, hazırlanıyorum. Senden ne haber?”

“Nereye gideceksiniz? Biz de Edremit’teyiz, denize geldik.”

“İyi yapmışsınız. Biz de Beşiktaş tarafına gideceğiz, ailecek pazar gezisi yapacağız.”

“İyi fikir.”

“Yağızlar nasıl?”

“Onlar da iyi,” derken ileride oturan gruba kısa bir bakış attı Gökhan. “Hepsini çok özlemişim, uzun zaman sonra yeniden bir arada olmak iyi hissettiriyor. Bugün soluğu denizde aldık, denizin tadını çıkarıyoruz.”

“Onlar da seni çok özlemiştir. Edremit nasıl?”

“Çok güzel. Hava çok sıcak, temmuzla ağustosu aratmıyor.”

“İyi iyi, yazı sonundan da olsa yakaladın. Tadını çıkarmaya bak.”

“Öyle yapıyorum. Epey yüzdük, hâliyle yorulduk ve acıktık. Şimdi bir şeyler atıştırıyoruz, biraz dinlenip güneşlendikten sonra kendimi yeniden denize atarım.”

“Güneşlenmek çok güzel bir şey ama güneş kremini ihmal etme. Sürdün değil mi?”

“Tabii ki sürdüm yoksa kızarmış tavuktan beter olurum.”

Göksel kıkırdadı. “Olursun valla,” dedi. “Denize girince kremin etkisi azalmıştır, güneşlenmeye başlamadan önce mutlaka tazele.”

“Sen ne kadar düşüncelisin böyle,” diyen Gökhan gülümsüyordu. “Yağız’a sürdürürüm.”

“Biricik sevgilimi düşüneceğim tabii ki. Güneşte yanmanı ve acı çekmeni istemem.”

“Bu uyarılarından sonra güneş kremini aksatmam, için rahat olsun. Biricik sevgilimin aklı bende kalmasın.”

“Çok tatlısın.” Göksel onu şimdiden özlediğini söyleyecekti fakat ortamı duygusallaştırmamak için bunu dile getirmedi. “Fotoğraf çekmeyi unutma bak, merakla bekliyorum.”

“Doğru, fotoğraf,” dedi Gökhan bir aydınlanma yaşayarak. “Çekerim.”

“Çek, sonra da bana gönder.”

“Şu an üstüm çıplak ama,” dedi Gökhan gülerek. “Yine de göndereyim mi?”

“Gönder,” diye cevapladı Göksel. Kesinlikle gönder. “Ne olacak sanki?”

“İyi, gönderirim.” Genç adam sırıttı. “Aklıma senin tatil fotoğrafların geldi.”

“Aklından gittiler mi ki?”

Göksel’in bu sorusu Gökhan’a kahkaha attırdı.

“Bu iyiydi,” dedi gülmeye devam ederken. “Ne yalan söyleyeyim, gitmedi. Hayatımda gördüğüm en iyi tatil fotoğraflarıydı.”

“Serseri,” dedi Göksel keyifli bir sesle. “Ağzını sil, salyaların akmıştır.”

“Sen geç dalganı. Benim tatil fotoğraflarıma bakarken seni de göreceğim.”

“En iyilerini yüz yüze geldiğimizde göstermek için sakla o zaman.”

“Anlaştık. O zaman şimdi kapatayım; sen hazırlanmaya devam et, ben de diğerlerinin yanına döneyim. Size iyi gezmeler.”

“Tamam hayatım. Size de iyi eğlenceler. Kendine dikkat et, görüşürüz.”

“Sen de kendine dikkat et, görüşürüz. Öptüm.”

“Ben de öptüm.”

Göksel’le görüşmeyi sonlandıran Gökhan diğerlerinin yanına döndü.

“Sıfata bak,” dedi Yağız. “Yüzünde güller açıyor.”

“Utandırma çocuğu,” dedi Sibel. “Senin sevgililerin olduğunda seni de gördük.”

“Aman oldu da ne oldu sanki? Hepsinin sonu aynı şeye çıktı: Hayal kırıklığı.” Yağız, Gökhan’a baktı. “Seni ve Göksel’i tenzih ederek söylüyorum tabii, bunlar benim kendi tecrübelerim.”

“Biliyorum kardeşim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Benim tecrübelerim de pek iç açıcı sayılmaz ama şu anki hayatımdan çok memnunum.”

“Maşallah diyeyim nazar değmesin.”

“Maşallah maşallah,” dedi Sibel. “Göksel çok güzel bir kız, çok da tatlı birine benziyor; pek de yakışıyorsunuz.”

Sibel, Göksel’i Gökhan’ın hikayesinde görmüştü ve uzun uzun incelemişti.

“Göründüğünden de tatlı biri. Teşekkür ederiz ablam, sağ olasın.”

Korkmazlar denize girmeden önce Gökhan, Yağız’dan sırtına güneş kremi sürmesini istedi.

“Sabah sürdük ya,” dedi Yağız.

“Denize girip çıkınca etkisi azalmıştır,” dedi Gökhan güneş kremi kutusunu ona uzatarak. “Sana zahmet tazele.”

“Nereden duydun lan bunu?”

“Göksel söyledi, hem bak kutunun üstünde de yazıyor.”

“Tamam prens.”

“Dalga geçme be oğlum, ne kadar beyaz tenli olduğumu biliyorsun; kızarmış tavuğa dönmeyeyim. Sonra yoğurt sürmek zorunda kalırsın bak.”

“Iy, tamam tamam; güneş kremini ver. Kokusu burnuma geldi.”

Gökhan güldü. Yağız’ın süt ürünlerinin kokusunu hiç sevmediğini biliyordu.

Yağız onun sırtına güneş kremini sürdükten sonra denize, ailesinin yanına gitti; vücudunun kalanına güneş kremi süren Gökhan da havlunun üzerine boylu boyunca uzandı ve gözlerini kapattı.

İşte huzur buydu. Yorucu bir okul maratonu ve hemen ardından başlayan yoğun bir iş maratonundan sonra ihtiyacı olan şey de buydu. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyi düşünmeden uzanmak; yatıp dinlenmek. Yetişkinlik hayatının sorunlarından, endişelerinden uzakta olmak. Birkaç günlüğüne olsa bile.

Gökyüzünde parlayan güneş tenini okşarken havlunun üzerinde dakikalarca uzandı. Dalgaların sesini, çevredeki insanların sesini, uzaktan gelen araba seslerini dinledi. Yetişkinler sohbet etti, çocuklar bağırıştı; bazen sinirler gerildi, bazen kahkahalar yükseldi. Tüm bu sesleri dinleyen Gökhan’ın yüzünde şirin bir gülümseme vardı. İstanbul’un ruhsuz kalabalığından sonra böyle canlı ve enerjisi yüksek bir kalabalığın arasında olmak iyi gelmişti. Deniz kenarı herkesin kendini iyi hissettiği bir yerdi.

Genç adam bir süre sonra yüzüstü yatıp yanağını başının altında birleştirdiği kollarına yasladı. Gözlerini açmıştı, kumsaldaki ve denizdeki insanları izlemeye başladı. Güneşlenen yetişkinler, kumla oynayan çocuklar; yaşı fark etmeksizin denizin tadını çıkaranlarla plaj oldukça hareketliydi.

Uzun bir süre de yüzüstü güneşlendikten sonra oturma pozisyonuna geçen Gökhan telefonunu aldı. Kamerayı açan genç adam eliyle saçlarını düzelttikten sonra bir özçekim yaptı. Fotoğrafta göğsünden yukarısı görünüyordu ve yüzünde ciddi bir ifade vardı. Fotoğrafı beğenince mesajlaşma uygulamasına girerek Göksel’e gönderdi. Bu sırada arabalarının arka koltuğunda oturan Göksel fotoğrafı saniyeler içinde gördü. Yüzüne bir gülümseme yayılan genç kadın fotoğrafı uzun uzun inceledi, bakışlarını Gökhan’ın uzun boynunda ve geniş omuzlarında acele etmeden gezdirdi.

Nefes kesici bir fotoğraftı.

Bu kareyle günümü güzelleştirdin

Ona bu mesajı gönderdikten sonra kamerasını açtı ve o da bir özçekim yaptı. Gökhan’ın aksine gülümseyerek poz veren Göksel bu fotoğrafı ona gönderdi. Gökhan mesajları saniyesinde gördü ve bir yanı yukarı kıvrılan dudağıyla fotoğrafı inceledi. Göksel şekillendirdiği dalgalı saçları, yüzündeki günlük makyajı ve askılı beyaz elbisesiyle çok güzel görünüyordu.

Sen bu kareyle hayatımı güzelleştirdin. Güzele her şey yakışır ama sana beyaz ayrı bir yakışıyor

Gökhan’ın bu mesajını okuyan Göksel sırıtmaya başladı.

Üstündekilere ben de iltifat etmek isterdim ama görünüşe göre böyle bir şansım yok. Omuzların ne kadar genişmiş diyeyim bari, yapılılar da

Gökhan da sırıtmaya başladı. Omuzlarına kısa bir bakış atan genç adam göğsünü kabarttıktan sonra kız arkadaşına cevap verdi.

Babamdan aldığım geniş omuz genine, bu sene boşlamış olsam da basit ama etkili omuz ve kol rutinime ve gitara teşekkürler. İstanbul’a dönünce yakından bakmak istersen hiç çekinme

Göksel gülünce önde oturan annesiyle babasının bakışları bir anlığına ona döndü. Göz göze gelen karı koca birbirine gülümsedikten sonra bakışlarını yeniden yola odakladı.

Aklıma not ettim. Biz gideceğimiz yere varmak üzereyiz, sonra konuşuruz. Sana tekrardan iyi eğlenceler

Gökhan onun mesajını okurken, Yağız’ın denizden çıkıp kendisine yaklaştığını fark etti. Arkadaşı yanına gelene kadar Göksel’e cevap yazdı.

Teşekkür ederim bebeğim, size de iyi gezmeler

“Sırıtışını denizdeki balıklar bile gördü,” dedi onun yanına oturan Yağız. “Ne konuşuyorsunuz da bu kadar sırıtıyorsun?”

“Konunun önemi yok ki,” dedi Gökhan. “Göksel’in kendisi beni mutlu ediyor.”

“Dedi, Gökhan Mecnun Uygur. Romeo, Ferhat, Kerem ve Mecnun’dan sonra bir de Gökhan’ımız var artık.”

“Neyse ki ben sevdiğim kadına kavuştum. Başka neye kavuştum biliyor musun? Tüm sene boyunca hayal ettiğim tatile. Dubalara kadar yarışalım mı?”

“Dinlendiğin için bu sefer beni yenebileceğini düşünüyorsun değil mi? Gel de sana ikinci bir ders vereyim, sen de bana ikinci birayı alırsın.”

“Rüyanda görürsün canım.”

Ayağa kalkan Yağız denize doğru koşmaya başladı. “Dubalara ilk varan kazanır.”

“Lan şerefsiz!” diye bağıran Gökhan da ayağa kalktı ve onun peşinden denize koştu. “Şimdi yaktım çıranı.”

Peş peşe suya atlayan iki dost dubalara doğru yüzmeye başladı.

]]>
Sun, 29 Jan 2023 11:15:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 20. Kare: Yıldızlar Yatağı https://edebiyatblog.com/kd-20kare-yildizlar-yatagi https://edebiyatblog.com/kd-20kare-yildizlar-yatagi Bölüm fotoğrafı: Vlada Karpovich

Bir iş gününü daha bitiren Gökhan eve döneli kırk dakika olmuştu. Sipariş ettiği mercimek çorbasıyla peynirli makarnayı yiyen genç adam salona geçmiş, masaya oturmuş ve bilgisayarını açmıştı. Biraz önce mesajlaştığı Yağız onun dediğini yaparak görüntülü konuşacakları uygulamada çevrim içiydi. Gökhan onu aradığında Yağız birkaç saniye içinde onun aramasını kabul etti ve Gökhan’ın bilgisayarının ekranında göründü. Saçlarını aylardır kestirmeyen Yağız’ın saçları omuzlarına gelmişti, daha kısa olan ön tutamları perçem gibi alnının iki yanından aşağı sarkıyordu; uzamış koyu kestane rengi saçlarına bronzlaşmış yüzü, yüzünde zekâyla parlayan koyu kahverengi ufak gözleri ve Gökhan’ı görünce yukarı kıvrılan dudakları eşlik ediyordu. Yağız yakışıklı bir gençti ama uzun saç ve bronz ten ona daha çekici bir hava katıyordu.

“Selam,” dedi Gökhan. O da gülümsüyordu. “Sen gittikçe yakışıklı oluyorsun, sinirimi bozuyorsun bak.”

“Biz de kendi çapımızda değerleniyoruz,” dedi Yağız sırıtarak. Kafasını sallayarak saçlarını arkaya attı. “Merhaba kardeşim benim, yüzünü gören cennetlik. Nasılsın, ne yapıyorsun?”

“Yüzümü gören cennetlik mi? Son görüntülü konuşmamızın üzerinden sadece bir hafta geçti.”

“O kadar kısa mı? Bana bir ay gibi geldi.”

“Özlenecek bir insan olduğumu kabul ediyorum,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Çok iyiyim hatta harikayım, hayatımın en güzel dönemini yaşıyorum.”

“Ne oluyor lan? Piyango falan mı çıktı? Eğer çıktıysa beni unutmamışsın, adamsın adam. En sevdiğim arkadaşım olduğunu biliyorsun değil mi? Ne kadar kazandın?”

Gökhan bir kahkaha patlattıktan sonra, “Piyango da denebilir,” dedi. “Aşkta kazandım.”

“Aşkta mı kazandın?” diyen Yağız’ın kaşları havaya kalktı. “Aşkta kazanılıyor muymuş ya? Bu bir şehir efsanesi değil miydi?”

“Değilmiş,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Müjdemi isterim, Göksel’le sevgili olduk.”

Yağız’ın gözleri fal taşı gibi açıldığında ve bir şok ifadesi yüzüne yayıldığında Gökhan onun duyduklarını sindirmesi için ona zaman tanıdı. Yağız şoke olmuş bir şekilde ekrana bakarken Gökhan masanın üstündeki bardağa uzanıp bir yudum kola içti.

“Hassiktir,” dedi Yağız biraz sonra. “Ciddi misin? Benimle kafa bulmuyorsun değil mi lan?”

“Hayatımda bu kadar ciddi olmamıştım,” dedi Gökhan kendinden emin bir sesle. “Muğla’dan pazar döneceklerini söylemişti ya hani, aslında cuma dönmüşler. Cumartesi günü bana sürpriz yaparak kafeye geldi, onu karşımda gördüğümde neye uğradığımı şaşırdım. Sıkı sıkı sarıldık, öyle sıkı sarıldık ki ince kollarını hâlâ sırtımda hissedebiliyorum. Sahneye çıkmadan önce ve sahne alırken verdiğim kısa aralarda oturup sohbet ettik, hasret giderdik. Bana Muğla’dan hediyeler getirmişti, iki magnetle sapında adımın yazdığı gitar şeklinde bir anahtarlık almış. Çıkışta Moda’ya indik, orada olanlar oldu.”

“Neler oldu?” diye yükseldi Yağız. “Bu olaylar cumartesi oldu ve sen bana anca salı mı haber veriyorsun pezevenk? Seni gördüğüm yerde evire çevire döveceğim.”

“Terbiyesiz.”

“Ben sana göstereceğim terbiyeyi! Ama ondan önce olanları anlat.”

“Ona dövmecide hoşuma gittiğini söylemiştim,” diye anlatmaya devam etti Gökhan. “Kafedeyken de ondan hoşlandığımı söyledim, laf arasındaydı ama nihayetinde söyledim. Kafedeyken birbirimizi birkaç kez yanaktan da öptük, anlayacağın aramızdaki gerilim zaten en yüksek noktadaydı. Sahilde kayalıklara oturup dondurma yedik, ben ona kafede bir şeyler ısmarlayınca Göksel de bana dondurma ısmarladı. Bu ısmarlama konusunda çok hassas, asla geri kalmıyor. Neyse, dondurmalar bittikten sonra konuya girdi.” Göksel’in ona söylediği cümleleri tekrar etti. Hayatında duyduğu en güzel cümleleri hatırlamakta zorluk çekmiyordu. “Onu sevdiğimi söyledim, o da beni sevdiğini söyledi ve öpüştük.”

“Oh,” diyen Yağız arkasına yaslandı. “Öpüşme gelmiş, bir an gelmeyecek diye korkmuştum. Öpüştünüz demek? Nasıldı? Dilini kullandın mı?”

“O akşam kullanmadım. Dün de akşam yemeğine çıktık, dilimin öpüşme oyununda küçücük bir rolü oldu.”

“Güzel,” dedi Yağız ikinci heceyi uzatarak. “Yakında figürandan başrol aşamasına geçer.”

“Daha dur be oğlum, dün bir bugün iki.”

“Hep böyle söylerler. Şaka bir yana çok sevindim, tebrik ederim.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Cumartesi kendimden haberim yoktu zaten, keza pazar da; pazartesi akşamı da Göksel’le beraberdim ve eve dönünce biraz onu düşünüp uyudum, bugün eve gelip karnımı doyurduktan sonra seni aradım. Mesajda söylemek istemedim.”

“Yüz yüze gelince bir tane yapıştırırım ama şimdi laf etmeyeceğim. Kardeşim sevdiği kıza kavuşmuş, bunu kutlayalım. Dün neler yaptınız?”

“Beşiktaş’ta Boğaz manzaralı bir restoranda akşam yemeği yedik. Hesap biraz girdi ama sıkıntı değil, çok güzel bir akşamdı. Şarap içtik, kırmızı şarap. Şarap beni biraz çarpınca restoran çıkışı yakınlardaki bir sahil parkına gidip bankta oturduk, biraz oynaştık. Öpmelere doyamıyorum, dokunmalara doyamıyorum, bakmalara doyamıyorum. Çok güzel, gerçekten çok güzel ama hissettirdiği her şey kendinden bile güzel. Ben bu kızı çok seviyorum lan.”

Yağız ona gülümseyerek baktı. “Seni çok mutlu ediyor bu kız ve benim için önemli olan da bu. Mutlu olmayı en çok hak eden kişisin ve gerçekten mutlu olduğunu görmek beni çok sevindiriyor.”

“Dünyanın en mutlu insanıyım,” dedi Gökhan bu dediğine tüm kalbiyle inanarak. “Yuva gibi hissettiriyor; sıcak, sevgi dolu ve güvenli bir yuva gibi. İstediğim şey gibi, ihtiyacım olan şey gibi.”

“Hepimizin o yuvaya ihtiyacı var ve sen kendininkini bulmuşsun.”

“Buldum ve asla bırakmayacağım. Onun gök mavisi gözlerine bakarken evimde olduğumu biliyorum, onunla bu evin ev sahipleri olduğumuzu da biliyorum.”

“Laflara bak laflara,” dedi Yağız gülerek. “Zaten romantik ve ince ruhlu biriydin, Göksel’den sonra bu özelliklerin tepe noktasına ulaştı.”

Gülümseyen Gökhan başını sağ omzuna doğru eğdi. Cumartesinden beri kalbinde daha önce hiç hissetmediği bir sıcaklık, içinde daha önce bu kadar yoğun hissetmediği bir mutluluk duygusu vardı. Göksel ona gerçekten de yuvasındaymış gibi hissettiriyordu. Bu zamana kadar yaşadığı bir sürü evde hissedemediği o yuva duygusunu bir insanda bulmuştu. Şu an yaşadığı dairede huzurlu olmasına huzurluydu ama yalnızlık da çekiyordu, özellikle evde tek başına yaşadığı yaz ve kış tatillerinde fakat Göksel’le beraberken yalnız hissetmiyordu, eksiksiz bir huzur ve mutluluk hissediyordu.

“Beni dönüştürdüğü bu versiyonumu çok sevdim,” dedi Gökhan biraz sonra. “Beni daha iyi biri yapıyor.”

“Aşk gerçekten sihirli bir şey,” dedi Yağız. “Senin adına çok ama çok sevindim kardeşim, umarım hep böyle mutlu olursun.”

“Teşekkür ederim kardeşim, eksik olma. İstanbul’a dönünce sizi tanıştırmayı çok istiyorum. Şimdiden birçok arkadaşımla tanıştı; Barışları, Çağlar’ı, Doğuş’u tanıyor ve seni de tanımasını istiyorum.”

“Tanışırız tabii, zaten tanışmayı istiyorum; Göksel’i merak ediyorum.”

“O kadar anlattım ki merak etmen normal.”

“Aynen. Sevgili olduğunuzu benden önce başkalarına söylemedin umarım? Eğer söylediysen şimdi yola çıkıp İstanbul’a gelirim ve seni eşek sudan gelinceye kadar döverim.”

Gökhan bir kahkaha attıktan sonra, “Elbette ilk sana söyledim,” dedi. “Yoğun bir çalışma hayatım var, ancak vakit buldum.”

“Göksel’le akşam yemeğine çıkmaya vaktin var ama benimle birkaç dakika konuşup haber vermeye vaktin yok. Ben seni kara listeye yazdım oğlum.”

“Hadi ama, birkaç dakika konuşmayacağımızı çok iyi biliyorsun. Şu an bile dakikalardır konuşuyoruz.”

“Sus, tek kelime daha etme.”

“İyi be. İşte böyle, artık biliyorsun.”

“Biraz daha bekleseydin seneye söylerdin, acele etmeseydin.”

“Balıkesir’e geldiğimde de söyleyebilirdim.”

“Balıkesir’in ortasında meydan dayağını da yerdin.”

“Hâlâ daha yiyeceğime dair ciddi şüphelerim var.”

Bu sefer kahkaha atma sırası Yağız’daydı. Genç adam gür bir kahkaha patlattı. “Artık Balıkesir’e gelince görürsün,” dedi. “Zaten şunun şurasında kaç gün kaldı? Hemencecik geçer.”

“Şaka bir yana Balıkesir’e geleceğim için çok heyecanlıyım. Sadece birkaç gün kalacağım ama harika ve dolu dolu geçeceğinden eminim. Seni özledim, sizinkileri özledim, birkaç gün de olsa hayatın telaşından uzaklaşıp kafa dinlemeyi özledim.”

“Biz de seni özledik. Buraya geldiğinde hem hasret giderir hem de birkaç günün tadını çıkarırız. Sahilde sıcacık kumlara yatıp güneşleniriz, kendimizi Ege’nin serin sularına atıp yüzeriz.”

“Hayali bile o kadar güzel ki,” dedi Gökhan gülümseyerek. “İple çekiyorum. Gönül isterdi ki en azından bir hafta kalayım ama elimdekiyle yetineceğim.”

“Seneye mezun olduktan sonra şöyle upuzun bir tatil yaparız. Olmadı evden çıkarız, birkaç hafta Balıkesir’de kalırız; dört senenin yorgunluğunu gideren güzel bir tatil yaptıktan sonra İstanbul’a geri dönüp başka bir ev bakarız, yeni bir başlangıç yaparız.”

“Yeni bir ev, yeni bir iş,” diyen Gökhan’ın gözleri daldı. “Yeni bir başlangıç. Düşüncesi bile çok huzur verici, sevindirici. Mekânlarda sahneye çıkmaya başlarız; her akşam olmasa da haftada birkaç akşam farklı yerlerde çalar, ortalığı kasıp kavururuz.”

“Gökhan ve Yağız fırtınası İstanbul’un eğlence mekânlarını etkisi altına alır,” dedi Yağız gülümseyerek. “Bütün kalbimle inanıyorum ki her şey çok güzel olacak.”

“Ben de inanıyorum. Uğruna tüm hayatımı geride bıraktığım konservatuvarda son senemi okuyacağım, yazın onur öğrencisi olarak mezun olacağım; işimden istifa edip severek yaptığım başka bir iş bulacağım, müzik yapacağım; dostlarım yanımda olacak, sevgilim yanımda olacak.”

“Elbette olacağız. Dostların olarak şimdiye kadar yanındaydık, bundan sonra da olmaya devam edeceğiz; şimdi Göksel de var ve o da senin yanında.”

“İyi ki var. Sadece varlığı bile iyi gelirken bir de beni böylesine desteklemesi çok kıymetli. Aynı şey sizin için de geçerli tabii.”

“Ve senin için de geçerli. Bana şu anahtarlığı göstersene, Göksel’in hediye ettiğini.”

“Getireyim,” dedi Gökhan. “Kapıda takılı.”

Ayağa kalkan Gökhan salondan çıktı ve ev kapısında takılı duran anahtarlığı alıp salona geri döndü. Sandalyesine oturduktan sonra elindeki anahtarlığı kameraya yaklaştırarak Yağız’a gösterdi.

“Vay vay vay!” diyen Yağız bir ıslık çaldı. “Çok güzelmiş. Nereden bulmuş acaba?”

“Bilmem, sormadım ama çok havalı değil mi?”

“Havalı. Hem elektro gitar hem mavi hem de sapında adın yazıyor. Bu özellikleri taşıyan gerçek bir mavi elektro gitarın olmalı.”

“Ben de aynısını düşündüm. Bir gün sahip olabilirim umarım.”

“Olursun, beraber sahnede fırtınalar estirirsiniz.”

“Estiririz tabii,” dedi Gökhan gülerek. “Sen nasılsın, neler yapıyorsun?”

“Çok iyiyim,” dedi Yağız hemen. “Bu yaz tatili bana mental olarak çok iyi geldi, ailemle ve arkadaşlarımla vakit geçirmek harika hissettiriyor. Son günlerde çoğu vaktim benimkilerin doğum günümde aldığı bateriyi çalmakla geçiyor, bu yaz bateride çok geliştiğimi hissediyorum ve bunun için çok mutluyum.”

Onu gülümseyerek dinleyen Gökhan, “Ben de dinlemek için sabırsızlanıyorum,” dedi. “Bateriyi de aldığına göre artık bizi apartmandan kovarlar.”

Yağız bir kahkaha patlattı. “Ses yalıtımı yaptırma vakti gelmiştir,” dedi. “Bu ekonomik krizde İstanbul’da bir başka daire tutmamız mümkün değil. Ben zaten çalışmıyorum, sen de okul dönemi yarı zamanlı çalışıyorsun ve bu durumda köpek kulübesi bile kiralayamayız.”

“Haklısın, doğru söze ne hacet. Artık müzik çalışmalarını gündüz yapar ve çok uzun tutmayız. Zaten genelde okulda çalıyoruz, bateri evde kalacak ama dışarıda bateri mi yok? Bizimkilerle beraber çalarsın.”

“Ses yalıtımı konusunu ciddi ciddi düşünüyorum, ev sahibini ikna edebilir miyiz sence?”

“Konuşuruz. Tatlı bir adam, bence ikna edebiliriz.”

“Salona yapsak yeter, zaten çoğu zaman orada çalıyoruz. Baterimi salona koymak istiyorum ama onun için yer açmamız gerekecek. Bunları İstanbul’a döndüğümde ayrıntılı olarak konuşuruz.”

“Keşke bir odamız daha olsa da orayı direkt mini bir stüdyoya çevirsek.”

“Çok istediğim bir şey, umarım bir gün kendi evimde mini bir stüdyom olur.”

“Ben de çok istiyorum. Manifest mi diyorlar, ondan yapalım.”

Yağız güldü. “Aldım, kabul ettim, öyle de oldu.”

“Bir de bu vardı,” diyen Gökhan gülüyordu. “Ben de aldım, kabul ettim, hadi bakalım.”

“Evrene enerji bombardımanı da yaptığımıza göre bu iş tamamdır. Senin müzik çalışmaları ne alemde? Yaz bitmek üzere ama bana hiçbir şey göndermedin.”

“Birkaç şarkı var ama hâlâ üzerinde çalıştığım için henüz göndermek istemedim.”

“Olsun be oğlum, şu anki hâllerini de dinlerim.”

“İki tanesinin nakaratını çalayım o zaman. Bir tanesi çok kişisel bir şarkı, bu yüzden yapım aşaması çok uzun sürüyor ama ortaya çıkan şeyi sevdim.”

“İsmi ne?”

Gökhan ona nakaratlarını çalacağı şarkıların isimlerini söyledi.

“Gökhan isimli bir müzisyene yakışan şarkı isimleri,” dedi Yağız gülümseyerek. “Can kulağıyla dinleyeceğim.”

Akustik gitarını alan Gökhan önce çok kişisel olan şarkının nakaratını, sonra da sözlerini yakın zamanda yazmaya başladığı ve kısa sürede bestesini de sözlerini de tamamladığı aşk temalı şarkısının nakaratını çalıp söyledi.

“Çok iyiler,” dedi Yağız samimiyetle. “Besteleri senin gibi bir gitaristin elinden çıktığı için beklediğim gibi olağanüstü fakat sözleri de çok güzel, içten olmuş. İnsan ilkinde hüznü, ikincide aşkı hissedebiliyor. İkinci şarkıyı Göksel’e yazdın değil mi?”

“Teşekkür ederim,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Evet, ona yazdım. Bir akşam göğü izleyerek onu düşünüyordum, sözleri aklıma bir anda geldi ve ben de hemen not ettim.”

“Ona şarkı yazdığını öğrenince hem şaşıracak hem de çok sevinecektir. Dinletmeyi düşünüyor musun?”

“Evet, o da eserlerim konusunda çok ilgili ve yakın zamanda bir şeyler dinletmeyi düşünüyorum. Muhtemelen bu şarkıyı çalarım, ona yazdığımı söylemeyeceğim fakat anlayacaktır. Tepkisini görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Duygulanacaktır, kim olsa duygulanır. Ev temalı albümünde ev arkadaşın ve aynı zamanda en yakın arkadaşın olan benim için bir şarkı var mı peki?”

“Bilmem,” dedi Gökhan sırıtarak. “Var mı?”

“Ben de sana onu soruyorum.”

“Albümü tamamlayınca görürsün.”

“Sen bu hızla albümü on seneye tamamlayamazsın.”

“Ne zaman tamamlarsam sen de o zaman öğrenirsin o zaman, söylemeyeceğim.”

“Şerefsiz herif.”

“Terbiyesiz.”

“Asıl terbiyesiz sensin, insan en yakın arkadaşının sorusunu cevapsız bırakır mı? Yazıklar olsun.”

“Bir de bayıl istiyorsan Feriha.”

“Yok yok, sen şöyle iyi bir dayağı hak ediyorsun. Balıkesir’e gel de sana dayak atmak adına bestelediğim şarkıyı dinleteyim.”

“Söylemeyeyim diyorum ama sen beni hayatta dövemezsin. Böyle efendi durduğuma bakma, tersim çok pistir; elim de ağırdır.”

“Tersini yesinler,” dedi Yağız alaylı bir sesle. “Dayak atmayı dayak yiyerek öğrendim oğlum ben, seni çiğ çiğ yerim.”

“Öyle mi?” dedi Gökhan kaşlarını kaldırarak. “Bu artık bir şeref meselesidir, seni teke tek dövüşe davet ediyorum.”

Yağız gülmeye başladığında Gökhan’ın yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yayıldı.

“Biz daha kavgaya başlamadan babam ikimizi de yere serer,” dedi Yağız. “Tek yumrukta indirir valla.”

Gökhan da gülmeye başladığında iki arkadaş bir süre gülüştüler.

“Atilla amcanın varlığını unutmuşum,” dedi Gökhan. “Adam senelerin ustabaşı, vurdu mu ağlatır.”

“Ağlatır,” diye onayladı Yağız. “Nereden bildiğimi sormayın.”

Gökhan gülerek gitarını duvara yasladı. “Hepsine selamımı söyle,” dedi. “İki haftaya oradayım.”

“Söylerim. Seni sabırsızlıkla bekliyorlar, çok özlediler.”

“Ben de onları çok özledim,” dedi Gökhan duygu dolu bir sesle. Yağızların evi ona huzurlu hissettiren ilk aile eviydi, yemek masasına oturduğunda yemeğini afiyetle yediği ilk aile eviydi, ona her daim sevgiyle ve severek yaptığı işte destekleyici bir tavırla yaklaşılan ilk aile eviydi; o ailenin de evin de yeri onda çok özeldi. “Sizinle beraber zaman geçirmek için sabırsızlanıyorum.”

Biraz Yağız’ın ailesinden, onların neler yaptıklarından konuştular. Yağız’ın ebeveynleri çalışmaya devam ediyordu, kardeşi Yiğit de üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak için bir eğitim kurumuna yazılmıştı ve haftanın beş günü oraya gidiyordu.

“Sizin sonraki planınız ne?” diye sordu Yağız. “Göksel’le ne yapacaksınız?”

“Cumartesi günü Maltepe Sahili’nde piknik yapacağız,” diye cevapladı Gökhan. “Göksel de oranın sahilini seviyormuş, biz de neden orada vakit geçirmeyelim dedik ve piknik yapmaya karar verdik.”

“Vay anasını, plana bak! Çok iyi plan. Maltepe Sahili gerçekten çok güzel, Adalar manzarası eşliğinde keyifli vakit geçirirsiniz.”

“Muhteşem bir gün olacağına dair hiç şüphem yok. Sadece onunla olmak bile tek başına harika bir olayken bir de böyle güzel etkinlikler yapmak işi daha da güzelleştiriyor. Akşama sahne alacağım için gitarımı da götürürüm, ona bir şeyler çalmayı düşünüyorum.”

“Sen bu işin ustasısın. Göksel şanslı kız.”

“Birbirimizi bulduğumuz için ikimiz de şanslıyız. Bak yine manyak gibi sırıtıyorum, cumartesinden beri o kadar sırıtıyorum ki yanaklarım ağrıyor.”

“Sen bu kızı sevmiyorsun, sen bu kıza deli divane âşıksın.”

“Ben sevginin en yüce duygu olduğuna inanıyorum ve ona bu en yüce duygunun en yoğun hâlini besliyorum. Sevgi; merhameti, şefkati, anlayışı, huzuru içinde barındırıyor ve ben tüm bu duygularla donatılmış durumdayım.”

“Göksel gerçekten çok şanslı bir kız, böylesine yüce ve bilge bir yüreği senden başka hiç kimsede bulamaz.”

“Eyvallah kardeşim. Çok romantik konuştum, bu kadar yeter.”

“Bu yeteneğini şarkı yazarken kullanmaya devam edersen ortaya başka enfes şarkılar da çıkacak. Göreyim seni aslan parçası.”

“Görürsün koçum benim.”

Gülüştüler. Biraz daha sohbet ettikten sonra aramayı sonlandırdılar. Gökhan bir süre bilgisayar ekranına baktıktan sonra yan taraftaki şarkı defterine uzandı ve Yağız'la konuşurken aklına gelen cümleleri not etti.

Göksel artık onun en büyük ilham kaynağıydı. Göksel liseden sonra, aradan geçen birkaç yılın ardından ona yeniden aşk şarkıları yazdıran kadındı. 

***

Cumartesi

Bugün Gökhan’la yapacakları piknik için erkenden uyanan Göksel ilk iş olarak poğaça yaptı. Poğaçalar pişerken o da hızlı bir duş aldı. Duştan çıktıktan sonra fırındaki poğaçaları da çıkarıp soğumaları için masanın üzerinde bıraktı. Dün akşam yaptığı tiramisu da masada duruyordu, onun yanında kiraz, karadut, ahududu ve yaban mersini vardı. Gökhan’ın da kırmızı meyveleri sevdiğini öğrendikten sonra bugün için bunları almıştı. Çay işini Gökhan halledecekti, o da sonrasında içmek için mango suyu almıştı.

Her ne kadar örtü serecek olsalar da çimlerde oturacaklarından bugün için mavi bir kot giydi, üstüne kolsuz beyaz bir crop uydurdu ve bu sade kombinini kolyeler ve bileziklerle süsledi. Saçlarına biraz köpük sürüp kuruttuktan sonra ön tutamlarını beyaz bir tokayla topladı, makyajını da her zamanki gibi sade tuttu. Bez çantasına birkaç eşyasını ve hem polaroid hem de dijital kamerasını koydu. Bugünden hatıra olarak bir sürü fotoğraf kalsın istiyordu.

Hazırlandıktan sonra mutfağa geri dönüp eşyaları küçük piknik sepetine doldurmaya başladı. Gökhan onun pişirdiği yemekleri yiyeceği için çok heyecanlıydı, aynı şekilde o da Gökhan’ın pişireceğini söylediği pankek ve kurabiyeleri yiyecekti ve bunun için de heyecanlıydı.

Kaşık, çatal, bıçak ve bardak da koyduktan sonra sepetin kapağını kapattı. Etrafa bakıp bir şey unutmadığından emin oldu, ardından pantolonunun arka cebinden telefonunu çıkarıp Gökhan’ı aradı.

“Efendim?” dedi Gökhan’ın neşeli sesi.

“Ben tüm hazırlıklarımı bitirdim,” dedi Göksel. “Çantamı da piknik sepetini de hazırladım, sen ne yapıyorsun?”

“Ben hazırlamaya devam ediyorum. Kurabiyeler pişti, pankekler soğumasın diye onları sonra pişireceğim; kahvaltılıkları da saklama kaplarına koyup çantaya yerleştirdim.”

“Pankeklerle kurabiyeleri merakla bekliyorum.”

“Ben de poğaçalarla tiramisuyu, özellikle tiramisuyu.”

“İkisinin de tadına bakman için çok beklemen gerekmeyecek. Şimdi evden çıkıyorum, sen de istersen pankekleri pişirmeye başla.”

“Tamamdır, o iş bende. Yaklaşınca ara, ben de aşağı inerim.”

“Sokağa gelince ararım.”

“Yolu hatırlıyorsun değil mi? Hatırlamıyorsan konum atabilirim.”

“Hatırlıyorum.”

“Ezberlemişsin.”

“Öyle de denebilir. O zaman ben şimdi kapatıyorum, görüşürüz sevgilim.”

“Görüşürüz güzelim. Dikkatli kullan.”

“Kullanırım. Öptüm.”

“Ben de.”

Göksel telefonu kapattıktan sonra çantasıyla piknik sepetini alıp daireden ayrıldı. Annesiyle babası işte olduğu için evde kimse yoktu, kapıyı üç kere kilitleyip asansöre ilerledi. Asansör beşinci kattaydı, düğmesine basıp beklemeye başladı. Asansör saniyeler sonra onun beklediği dördüncü kata indi, kapıları açıldı ve Göksel asansörün içindeki Emrah’la göz göze geldi.

“Merhaba,” dedi Göksel asansöre binerken.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Emrah. Onu süzüp genç kadının elindeki piknik sepetine baktı. “Nasılsın?”

“İyiyim,” dedi Göksel. Düğmelere kısa bir bakış attığında Emrah’ın da zemin kata indiğini gördü. “Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Yolculuk nereye?”

“Maltepe Sahili’ne.” Göksel, Emrah’ı süzdüğünde genç adamın kısa kollu beyaz bir tişört, düz paça siyah bir kot; beyaz spor ayakkabılar ve üç renkli omuz çantasından oluşan gayet günlük bir kombin yaptığını gördü. Genç adamla ilgili gözüne çarpan farklılık onun irileşmesi oldu. Emrah kilo almış, aldığı bu kiloları da hemen kasa çevirmişti. “Sen nereye?”

“Beşiktaş’a gidiyorum, okuldan arkadaş grubumuzla takılacağız.”

“Tipik bir cumartesi desene.”

“Öyle,” diye onayladı Emrah. Gülümsedi. “Güzin teyze anneme son durumları anlatmış, o da bana söyledi. Gökhan’la sevgili olmuşsunuz, hayırlı olsun.”

“Annem hemen yetiştirmiş demek,” diyen Göksel güldü. “Evet, artık beraberiz. Teşekkür ederim.”

“Kaç gün oldu?”

“Bugün tam bir hafta oldu. Bugün de onunla buluşuyorum, beraber piknik yapacağız.”

“Orasını anladım. Harika bir cumartesi günü aktivitesi, iyi eğlenceler.”

“Teşekkür ederiz,” deyip gülümsedi Göksel. “Senin hayatında ne var ne yok?”

“Aynı,” dedi Emrah omuz silkerek. “Ev, spor salonu ve arkadaşlarla takılma üçgeninde devam ediyorum.”

“Büyümüşsün, cüsse olarak yani.”

“Evet, iki kilo kadar aldım ve onları da kas kütleme kattım.”

“Çok istikrarlısın, bu özelliğini gerçekten takdir ediyorum.”

“Teşekkür ederim. Spor en büyük tutkum, kendimi tamamen ona adadım diyebilirim.”

“Sonuçlarını da alıyorsun.”

“Eee ne demişler: Ne kadar ekmek, o kadar köfte.”

“Orası öyle.”

Asansör zemin kata inince beraber asansörden çıktılar.

“Hesabını ilgiyle takip ediyorum,” dedi Emrah, ikili kapıya yürürken. “Çok aktifsin ve muhteşem fotoğraflar paylaşıyorsun. Dikkatimi çeken en önemli noktaysa bu işte giderek gelişmen, paylaştığın her yeni fotoğrafta ortaya daha iyi bir eser koyman. Fotoğrafçılığın gerçekten takdir edilesi.”

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Bunları duymak çok kıymetli, sağ olasın.”

“Her zaman,” dedi Emrah da gülümseyerek. “Bu arada güzel bronzlaşmışsın, yakışmış. Tatiliniz nasıldı?”

“Teşekkürler. Tatil çok keyifliydi, harika zaman geçirdim. İstanbul’dan uzakta ailemle üç hafta geçirmek fiziksel ve ruhsal olarak çok iyi geldi, beni dinlendirdi.”

“İstanbul iyi hoş ama arada uzaklaşıp kafa dinlemek gerekiyor gerçekten. Senin adına sevindim.”

“Kesinlikle uzaklaşmak gerekiyor.”

İki genç apartmandan çıktığında Göksel vücudunu Emrah’a döndürdü.

“Beşiktaş’a neyle geçeceksin?” diye sordu.

“Arabayla,” dedi Emrah. “Bugün arabayı kaptım. Sen de arabayla gideceksindir. Maltepe çok uzak, üstelik yükün de var.”

“Aynen, ben de arabayla gideceğim. Gökhan’ı evinden alacağım, sonra beraber Maltepe’ye geçeceğiz.”

“Gökhan nerede oturuyor?”

“Kadıköy’de, Merdivenköy Mahallesi’nde.”

“Hadi canım,” dedi Emrah kaşlarını kaldırarak. “Bizim üniversitenin ana kampüsünün orası.”

“Evet, Gökhan’ın evi de oraya yakın. Birkaç kilometre.”

“Çok yakınmış. Sahne aldığı kafe Kadıköy’deydi, evi de oradaymış; Kadıköy’ü seviyor olmalı.”

“Evet, çok seviyor. Çalıştığı müzik mağazası da Caferağa’da, zamanının çoğu Kadıköy’de geçiyor anlayacağın.”

“Kadıköy çok güzel, hele bir de alışınca başka yer kolay kolay sarmaz.”

“Kadıköy’ü ben de seviyorum ama o kadar da bir numarası yok bence. Mekânlara akayım, içeyim, eğleneyim kafasında biri olmamamın da büyük bir etkisi var tabii.”

“Gökhan öyle biri mi? Pek sanmıyorum.”

“Mekân bilir, insan tanır ama o mekândan bu mekâna akan biri de değil. Zaten yazın haftanın altı günü çalışıyor, okul dönemi yarı zamanlı çalışsa da okula da gidiyor ve böyle şeylere vakti kalmıyor. Çok yoğun bir hayatı var.”

“Mekândan mekâna akan insandan uzak duracaksın zaten, ben bunu çok iyi öğrendim,” dedi Emrah kendinden emin bir sesle. “Bugün buluştuğunuza göre izin günü o zaman?”

“Evet, biraz deniz havası alıp sakince vakit geçirelim istedik.”

“Tabii ki geçirin, keyfinize bakın. Tekrardan iyi eğlenceler. Görüşürüz Gök.”

“Teşekkür ederiz,” dedi Göksel gülümseyerek. “Görüşürüz. Kendine iyi bak.”

“Sen de.”

Emrah’la ayrılan Göksel arabaya bindi. Piknik sepetiyle çantasını yolcu koltuğuna koyduktan sonra beyaz şapkasının torpidoda olduğuna emin oldu ve yola koyuldu. Merdivenköy’e kadar yapacağı bu uzun yolculukta ona eşlik etmesi için çalma listesini açtı. Köprü trafiği her zamanki gibiydi, yollarda cumartesi trafiği hüküm sürüyordu ama genç kadın en nihayetinde Gökhan’ın oturduğu sokağa varmayı başardı.

“Kapıdayım,” diyen Göksel kornoya bastı. “İnebilirsin.”

“Geldin mi?” dedi Gökhan şaşırarak. Bir eliyle telefonu tutan genç adam diğer eliyle de perdeyi aralayıp camdan aşağı baktı. Beyaz Hyundai apartman kapısının önünde duruyordu. “Eşyalarımı alıp iniyorum.”

“Tamamdır, görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Gökhan iki dakika sonra apartmandan çıktı. Elinde bir alışveriş çantası vardı, gitar çantasını da sırtına takmıştı. Genç adam arabaya doğru yürürken şoför koltuğundaki Göksel dikkatli bakışlarla onu süzdü. Onunla ilgili dikkatini çeken ilk şey ortadan ikiye ayırdığı ve uzun ön tutamlarını alnına doğru şekillendirdiği saçları oldu. Onda ilk kez gördüğü bu saç stili genç adama çok yakışmış, ona apayrı bir hava katmıştı. Dikkatini çeken ikinci şeyse yüzündeki kirli sakal oldu. Her zaman sinekkaydı tıraşlı gezen Gökhan’ın bugün tıraşsız olmasının en büyük sebebi Göksel’in ona sakalı yakıştırmasıydı. Bunun farkında olan Göksel gülümsedi ve bakışlarını onun yüzünden vücuduna indirdi. Gökhan üstüne 90’lara damga vurmuş rock grubu Nirvana baskılı siyah bir tişört giymişti, pantolon tercihini diz ve üst bacak kısmında birkaç yırtığı olan açık mavi kottan yana kullanmıştı, ayağında da siyah spor ayakkabıları vardı; bu Grunge giyim tarzını gümüş küpeleri, tişörtün üstünden sarkan iki gümüş kolyesi ve her zamanki gibi parmaklarını süsleyen marjinal yüzükleriyle destekliyordu. Bu tarz kesinlikle Göksel’e hitap eden bir tarz değildi ama Gökhan bu tarzı o kadar iyi taşıyordu ki onu başka bir tarzla düşünemiyordu.

Genç adam çok havalı görünüyordu.

“Selam,” dedi şoför kapısının yanında duran Gökhan. “Beni öyle bir inceledin ki podyumda yürüyormuş gibi hissettim.”

“Bu görüntünle orada sırıtmayacağın ortada,” dedi Göksel. Ona göz kırptı. “Muhteşem görünüyorsun.”

“Sen de öyle,” diyen Gökhan gülümsedi. “Şunları arkaya atayım da gidelim.”

Gökhan gitar çantasıyla alışveriş çantasını arka koltuğa koyduktan sonra Göksel de yolcu koltuğundaki sepetle çantasını oraya koydu ve Gökhan’ın yerini boşalttı. Ön kapıyı açan Gökhan yolcu koltuğuna yerleşti.

“Yeniden selam,” deyip Göksel’e uzandı ve onun yanağını öptü. “Nasılsın?”

“Selam, hoş geldin,” dedi Göksel. Gaza basıp yola koyuldu. “Seni gördüm çok daha iyi oldum, sen?”

“Ben de aynı şekilde. Çok hoş görünüyorsun, saçlarını beğendim.”

“Asıl ben senin saçlarını beğendim, çok yakışmış. Hep arkaya doğru taradığın için bu kadar uzadığını fark etmemiştim.”

“Kestirmeyeli üç ay oldu, uzadı tabii. İltifatların için de teşekkür ederim, bir süre böyle kullanmayı düşünüyorum.”

“Kullanmalısın da.”

Göksel mahalle arasından güneye doğru inen caddeye çıktı.

“Buradan gidelim, aynen,” dedi Gökhan. “Sahil yoluna iniyor, oradan da Maltepe’ye devam ederiz.”

“Ben de öyle düşündüm,” dedi Göksel. Navigasyondan Maltepe Sahili’ne bir yol tarifi aldı. “Bu güzergâhı takip ederim.”

“Et bakalım,” dedi Gökhan gülümseyerek. Ona uzanıp onun yanağını öptü. “Seni özledim.”

Gökhan burnunu onun boynuna bastırdığında Göksel, “Hey!” diye seslendi. “Araba kullanıyorum, dikkatimi dağıtma.”

“Ama sen de benim dikkatimi dağıtıyorsun,” diye mırıldandı Gökhan. Onun boynunu öptükten sonra geri çekildi. “Şanslıyız ki bugün muhteşem bir hava var.”

Onun boynuna bıraktığı öpücük Göksel’in tüylerini diken diken etmişti. Genç kadın yutkunduktan sonra, “Hı hı,” dedi. O öpücük de neyin nesiydi böyle? “Güzel havanın tadını çıkarırız.”

Çift, Anadolu Yakası hakkında konuşarak Maltepe Sahili’ne vardı. Göksel aracı boş bir park yerine park ederken Gökhan da sahili inceledi. Sahil çok kalabalık olmamakla beraber cumartesi gününü onlar gibi sahilde geçirmeye gelen insanlar görünüyordu.

“Hadi inelim,” dedi Göksel. “Pek kimse yok, kendimize güzel bir yer bulalım.”

Göksel şapkasını, piknik sepetini, çantasını alırken Gökhan da gitar çantasıyla alışveriş çantasını aldı.

“Gitar da çalarım,” dedi Gökhan.

“Olur,” dedi Göksel gülümseyerek. “Güzel bir fikir.”

“Sepet çok ağırsa ben taşıyayım.”

“Ben hallederim.”

“Peki.”

Sahil parkında yürüyen ikili denize yaklaştı ve bir ağacın gölgesinde kalan çim alana oturmaya karar verdi. Göksel sepetin üstüne koyduğu kareli piknik örtüsünü çıkardı ve Gökhan’ın yardımıyla örtüyü yere serdi.

“Arabada yastıklar da vardı,” dedi Göksel. “Getireyim.”

“İyi olur aslında,” dedi Gökhan. “Ben de sepeti boşaltayım mı?”

“Boşalt. Hemen dönerim.”

Göksel yastıkları almak için arabaya yürürken Gökhan da Göksel’in sepetindeki ve kendi alışveriş çantasındaki eşyaları çıkarıp örtünün üzerine yerleştirdi. Göksel’in pişirdiği poğaça ve tiramisuya ağzı sulanarak baktı. İkisi de çok güzel kokuyor ve çok lezzetli görünüyordu. Genç kadının getirdiği kırmızı meyveleri görünce kendi kendine güldü. Ona kırmızı meyveleri sevdiğini söylemişti ve Göksel de bugün için birkaç çeşit meyve getirmişti.

Göksel elinde iki küçük yastıkla geri döndüğünde Gökhan’ın her şeyi çıkarıp örtünün üzerine yerleştirdiğini gördü.

“Elin çok hızlıymış,” dedi gülümseyerek. “Bana yapacak iş bırakmamışsın.”

“Yapacağın bir iş var,” dedi Gökhan. “Yanıma oturup bana sokulabilirsin.”

“Memnuniyetle.”

Örtünün üzerine yan yana oturdular.

“Bir sürü kırmızı meyve almışsın,” dedi Gökhan.

“İkimiz de seviyormuşuz,” diye cevap verdi Göksel. “Beraber yeriz dedim.”

Gökhan ağzına bir tane ahududu attı. “Güzelmiş.”

“Afiyet olsun.” Göksel pankeklerle kurabiyeleri fark etti. “Yemek işinde gerçekten iyi gibisin. Pankeklerle kurabiyeler lezzetli görünüyor.”

“O zaman yemeye başlayalım. Zaten çok açım.”

“Ben de açım ama başlamadan önce birkaç fotoğraf çekeyim.”

Göksel çantasından dijital kamerasını çıkarırken Gökhan onu izledi.

“Bana fotoğraf makinesi kullanmayı öğretir misin?” diye sordu Gökhan.

Göksel ona döndüğünde yüzünde bir gülümseme vardı. “Öğretirim elbette,” dedi. “Hadi gel, birkaç şey göstereyim.”

Göksel ona fotoğraf makinesini açmayı, fotoğraf çekmeyi, zoom yapmayı, flaş ayarlamasını nereden ve nasıl yapacağını gösterdi.

“Fotoğraf çekerken temel olarak bunlara dikkat ederiz,” diye açıkladı. “Odak noktasını seçmek de çok önemli fakat bu makine o kadar gelişmiş değil, bir gün profesyonel makinemde gösteririm.”

“Olur,” dedi Gökhan. “Galeriyi bu tuşa basarak açıyorduk değil mi? Şu tuşlarla da diğer fotoğrafları görebiliyoruz.”

“Aynen öyle. Unutmamışsın, aferin. Video çekmeyi de göstereyim.”

“Video da mı çekiyor?”

“Tabii ki. Dijital kamera bu, hem fotoğraf hem de video çekebilirsin.”

“Cahilliğime ver, yeni öğreniyorum ben de.”

“Ben sana çoğu şeyi öğretirim, merak etme. Şu şekilde video modunu açabilir ve yine deklanşör düğmesine basarak kayıt alabilirsin.”

“Deneyebilir miyim?”

“Elbette.”

Gökhan video modunu açtıktan sonra kayda başladı ve Göksel’i kadraja aldı.

“Dünyalar sahiden de kadrajdaymış,” dedi Gökhan. “Şu an kadrajın içinde benim dünyam var.”

Göksel güldüğünde Gökhan ona çapkın bir bakış attı.

“Benim lafımın bir üst modelini bana sattın,” dedi Göksel gülümsemeye devam ederken. “Çok tatlısın.”

Göksel ona uzanıp erkek arkadaşının yanağını öptü.

“Oh, öpücüğü de kaptık,” dedi Gökhan keyifle. “Dudak olsaydı daha iyi olurdu ama yanak da iş görür.”

“Bulmuş da bunuyor,” diye söylendi Göksel. “Hadi videoyu bitir de birkaç fotoğraf çekeyim, sonra da kahvaltımızı edelim.”

Gökhan lensin olduğu tarafı kendisine doğru çevirdikten sonra Göksel’e yaklaştı ve genç kadının yanağına büyük bir öpücük kondurdu.

“Seni seviyorum,” dedi onun kulağına. “Günlerden 27 Ağustos 2022, güneşli ve sıcak bir yaz günü, yer Maltepe Sahili; kayıtlara geçmesi için söylüyorum, seni seviyorum.”

Göksel ona döndüğünde burunları birbirine değdi. “Benim de kayıtlara geçmesini istediğim bir şey var,” dedi onun kahverengi gözlerine bakarak. “Ben de seni seviyorum.”

Gökhan gülümsediğinde Göksel de gülümsedi ve ona uzanan genç kadın dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Kısa ama tutkulu bir öpücükten sonra ayrıldılar.

“Üç etti,” diye fısıldadı Gökhan. Göksel’den uzaklaşıp kameraya baktı. “Nereden kapatacağım bunu?”

“Deklanşör düğmesine basınca video kaydı biter,” dedi Göksel. “Tüm çekim işlemleri için o düğmeyi kullanabilirsin.”

Gökhan video kaydını bitirdikten sonra kamerayı Göksel’e uzattı. Fotoğraf modunu açan Göksel dizlerinin üstüne oturup yukarı doğru biraz uzandı ve piknik örtüsünün birkaç fotoğrafını çekti.

“Artık yiyebiliriz,” dedi. “Karnım kazınıyor. Pankekten başlayacağım.”

“Ben de poğaçadan,” dedi Gökhan. “Tiramisu bana göz kırpıyor fakat tatlıyı sona saklayacağım.”

Göksel, Gökhan’ın pişirdiği pankekin tadına bakarken Gökhan da Göksel’in pişirdiği poğaçanın tadına baktı.

“Bak sen,” dedi Göksel yüzünde memnun bir ifadeyle. “Pankek çok lezzetli olmuş. Ellerine sağlık.”

“Poğaça da çok güzel,” dedi Gökhan ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra. “Hamarat bir sevgilim varmış.”

“Ne tesadüf, ben de aynı şeyi düşünüyordum. Afiyet olsun.”

“Sana da afiyet olsun güzelim.”

Hazırladıkları kahvaltılıkları Gökhan’ın bardaklara doldurduğu sıcak çaylardan yudumlar alarak yediler. Pek konuşmadılar, aç olan karınlarını doyurmakla ilgilendiler. Gökhan kahvaltılık olarak beyaz peynir, siyah zeytin, yeşilzeytin, bal, vişne reçeli, çikolata, domates, salatalık gibi pek çok şey getirmişti; pankek ve poğaçaları bu kahvaltılıklarla birlikte mideye indirdiler.

“Tatilde verdiğim kiloları bugün alacağım sanırım,” dedi Göksel. Karnına baktı. “Hatta almış bile olabilirim.”

“Her hâlinle fıstık gibisin,” dedi Gökhan. Kutudan çıkardığı bir kurabiyeyi ona uzattı. “Aç bakalım ağzını, daha yiyecek çok şey var.”

“Her cümlenle beni mutlu ediyorsun.”

“Sadece varlığıyla beni dünyanın en mutlu insanı yapan kadına az bile.”

Göksel ağzını açınca Gökhan kurabiyeyi onun dişlerinin arasına soktu ve genç kadın kurabiyenin yarısını ısırıp çiğnemeye başladı. Gökhan onun yüz ifadesini inceledi.

“Resmen insanın ağzında dağılıyor,” dedi Göksel şaşırarak. “Bunun tarifini ve eğer varsa sırrını öğrenmek istiyorum.”

“İnternette ne yazıyorsa onu yapıyorum,” dedi Gökhan. Kurabiyenin kalan yarısını ağzına attı. “Linkini atarım ve afiyet bal şeker olsun.”

Göksel kurabiyeden bir tane daha yiyip memnun bir ifadeyle başını salladı. Bu kurabiyenin tarifini kesinlikle öğrenmeli ve kendisi de pişirmeliydi.

“Meyvelerden de ye,” dedi Göksel. “Hepsi bitecek.”

“Ayıpsın, arkamda adam bırakmam ben,” diyen Gökhan birkaç yaban mersinini ağzına attı. “Yok ya, şu yaban mersinini sevemedim gitti. O kadar da pahalıya satıyorlar ki asla değmez bence.”

“Zevk meselesi,” dedi Göksel. O da birkaç yaban mersinini ağzına attı. “Ben seviyorum. Sen hangilerini seviyorsan onlardan ye.”

“Ahududu candır, kirazı da çok severim.”

“İkisinden de istediğin kadar ye.”

“Peki ya bu kirazlar?” dedi Gökhan işaret parmağıyla Göksel’in dudaklarına dokunarak. “Bunlardan da istediğim kadar yiyebilir miyim?”

“Ağzın çok iyi laf yapıyor, biliyorsun değil mi? Tabii ki biliyorsun.”

“Sadece laf yapmıyor, başka yetenekleri de var. Mesela kiraz yemek gibi.”

Göksel onun koluna vurduğunda Gökhan bir kahkaha attı.

“Yürü git be!” diye söylendi Göksel. “İnsanı utandırma.”

“Ama nasıl hoşuma gidiyor,” dedi Gökhan ona yaklaşarak. “Öpeyim mi? Önceki soruma da cevap vermedin bak.”

“Cevabını bildiğini düşündüm.”

“Senden duymak istedim.”

“Evet,” diye fısıldadı Göksel. “İki soruna da evet.”

Öpüşmeye başladıklarında Gökhan’ın kolları Göksel’in ince gövdesini sarıp genç kadını kendine çekti. Genç adam sol kolunu onun çıplak beline sararken sağ eliyle de ensesinden tuttu, Göksel de bir elini onun saçlarına götürürken diğer eliyle de sol pazısını kavradı. Aralarından su bile sızamayacak kadar yakındılar. Dudakları gerçekte olduğundan daha uzun hissettiren birkaç saniye boyunca birbirine karıştı. Göksel onun pazısını sıktığında Gökhan gülümsedi, Göksel onun gülümsemesini de öptü.

“Bunun bu kadar iyi hissettirmesi normal mi?” diye sordu Göksel. “Daha iyi hissettiren başka bir şey yaptığımı sanmıyorum.”

“Hem de dünyanın en normal şeyi,” diye cevapladı Gökhan. Onu bir daha öptü. “İşte en sevdiğim kirazlar.”

Göksel kollarını onun boynuna sararken, “Çok mu tatlılar?” diye sordu.

“Bakıyorum da utangaçlığın geçti,” dedi başını geriye atıp ona bakan Gökhan.

“Öyle oldu, şımarmak hoşuma gitti. Şimdi soruma cevap ver bakayım.”

“Çok tatlılar,” derken onun dudaklarına baktı Gökhan. “Tadına doyum olmayacak kadar tatlılar.”

Göksel onu öptü. “Seninkiler kadar tatlılar mıdır?” diye sordu. “Sanmam.”

“Benden numaralar kapıyorsun bakıyorum,” dedi Gökhan son derece keyifli bir sesle. Elleriyle onun belini okşuyordu. “Dişi Gökhan Uygur’u yetiştiriyorum.”

“Tek romantik sen değilsin ya, benim de birkaç numaram var.”

“Hepsini görmek için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de göstermek için,” dedi Göksel. Gözleri arkadaki gitara takıldı. “Gitar çalsana.”

“Çalayım,” dedi Gökhan. Başını çevirip arkasında duran gitar çantasına baktı. “Sana çalmak istediğim bir şarkı vardı zaten.”

“Öyle mi? Meraklandım bak. Hangi şarkı?”

“Daha önce dinlediğini düşünmediğim bir şarkı. Aslında şarkının sahibinin en yakın arkadaşı hariç kimsenin dinlemediği bir şarkı.”

Göksel önce kaşlarını kaldırdı, sonra çattı. “Senin şarkılarından biri mi?” diye sordu.

“Hı hı,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Dinlemek ister misin?”

“Bir de soruyor musun? Hem de çok isterim.”

“O zaman çalıp söyleyeyim.”

Onun yanağını öpüp ondan uzaklaştı ve akustik gitarını siyah çantasından çıkarıp kucağına aldı.

“Adı ne?” diye sordu Göksel. “Bir isim buldun mu?”

“Buldum,” dedi Gökhan ona bakarak. “İsmi Yıldızlar Yatağı.”

Yıldızlar Yatağı mı?” diyen Göksel çok şaşırmıştı. “Ne kadar güzel bir isim.”

“Teşekkür ederim. Şarkının sadece nakaratını söyleyeceğim, kalanı için çalışmaya hâlâ devam ediyorum.”

“Nasıl istersen.”

Gökhan şarkının ana riff’ini çalmaya başladığında Göksel ona dikkat kesildi. Gökhan büyük bir Blues müzik hayranıydı, bu şarkısı da birçok şarkısı gibi Blues ve rock türlerini birleştirerek kullandığı bir parçaydı —tıpkı en büyük idolü Yavuz Çetin gibi. Bakışlarını klavyeye odaklayan genç müzisyen şarkının girişinde kullandığı ana riff’i çaldıktan sonra şarkının nakaratına girdi ve Göksel’in gözlerinin içine bakarak nakaratı söylemeye başladı.

“Yıldızlar yatağına uzanalım / Gök yastığımız olsun / Evren örtülsün üzerimize / Buluş benimle / Gök Tanrısının ve Tanrıçasının evinde.”*

(*Hatırlatma: Gökhan, eski Türklerde gök Tanrısına verilen isimdi. Yıldızlar Yatağı şarkısının adı da sözleri de orijinal olup tarafıma aittir.)

Gökhan şarkıyı bitirdiğinde Göksel ona uzanıp kollarını onun boynuna sardı. Gitarını yere bırakan Gökhan da kollarını onun ince beline doladı. Bir süre sessizce sarıldılar. Göksel onun saçlarını sevdi, Gökhan da onun kokusunu içine çekti.

Göksel kendini biraz geri çekip onun yüzüne baktı.

“Anladığını düşünüyorum,” dedi Gökhan. “Ama yine de söyleyeyim: Şarkıyı sana yazdım.”

“Anladım,” dedi Göksel başını sallayarak. Mavi gözleri dolmuştu. “Anladım bir tanem.”

“Biliyorsun değil mi? Benim Tanrıçam sensin.”

Göksel onu öptü. “Biliyorum,” diye fısıldadı. Bir öpücük daha. “Şarkıya bayıldım. Müziğiyle, sözleriyle, hissettirdikleriyle gerçekten çok güzel bir parça olmuş. Tamamını duymak için sabırsızlanıyorum.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan gülümsedi ve onu öptü. “Şarkının en güzel yanı ilham kaynağı. Gözlerinin ışıltısı yıldızları, rengi göğü kıskandıran o kadın. Gök Tanrıçası.”

“Seni seviyorum.”

“Seni seviyorum.”

Göksel yeniden ona sarıldığında bu ani sarılma karşısında Gökhan dengesini koruyamadı ve yere düştü. Her ne kadar zemin çim olsa da Göksel ellerini onun kafasının arkasına koyarak genç adamın başının yere çarpmasını engelledi. Burun buruna gelen ikili gülmeye başladı.

“Özür dilerim,” dedi Göksel. “Biraz sert sarıldım sanırım.”

“Sıkıntı değil,” dedi Gökhan içtenlikle. “Pozisyonumuzdan oldukça memnunum.”

Göksel kendini Gökhan’ın yanına attı ve vücudunun soluna yatıp Gökhan’ı da gövdesi kendi gövdesinin karşısına gelecek şekilde yan çevirdi. Yan yana yatan çift uzun bir süre hiç konuşmadan bakıştılar, birbirlerini yüzlerini ezberleyecek ve suratlarındaki en ufak ayrıntıyı hiç zorlanmadan hatırlayacak kadar dikkatli incelediler. Göksel ona yaklaşıp yanağını onun boynuna yasladı ve kolunu onun kolunun altından geçirip ona sarıldı; Gökhan da kolunu onun beline sarıp onun gövdesini kendi gövdesiyle birleştirdi. Gözlerini kapatan genç kadın burnunu onun omzuna yaslayıp genç adamın ferah kokusunu içine çekti. Gökhan’ın teninden yükselen koku duş jeliyle parfümün birleşimi olan bir kokuydu ve genç adam o kadar güzel kokuyordu ki Göksel ömrünün sonuna kadar ciğerlerini bu kokuyla doldurabilirdi.

“Kokun huzur veriyor,” dedi Göksel. “Güven veriyor. Yuvamdaymış gibi hissediyorum.”

“Yuvandasın,” dedi Gökhan hiç düşünmeden. “Şu an ben de yuvamdayım. Dört duvarın arasında bulamadığım yuvayı kaburgalarının arasındaki kalbinde buldum.”

“Kaburgalarımın arasındaki kalbimde ev sahibisin.”

Gülümseyen Gökhan, “Senden duyduğum iyi oldu,” dedi. “Göksel?”

“Efendim?”

“Seni seviyorum. Belki de çok sık söylüyorum ama söylemek hoşuma gidiyor.”

“Ben de seni seviyorum,” dedi Göksel ve onun omzunu öptü. “Seni sevdiğimi söylemek, senin tarafından sevildiğimi duymak benim de çok hoşuma gidiyor ve hayır, hiç de sık söylemiyorsun. Sevgiyi dile getirmenin sıklığı olmaz.”

“Haklısın, olmaz.”

Birkaç dakika boyunca bu pozisyonda uzanmaya devam ettiler. İkisinin gözleri de kapalıydı ve birbirine yaslanan göğüs kafeslerindeki kalplerinin atışı sakin, birbiriyle uyumluydu. Çok huzurluydular; daha önce hiç adım atılmamış sessiz bir orman, usulca akıp giden bir nehir, yuvasında annesini emen yavru bir hayvan gibi huzurluydular.

“Şu an neyi hatırladım biliyor musun?” diye sordu Gökhan.

“Neyi hatırladın?” dedi Göksel.

“Tiramisuyu yemediğimi.”

Göksel güldüğünde Gökhan da gülümsedi.

“Yiyelim mi?” dedi Göksel.

“Yiyelim,” diye onayladı Gökhan. “Ne zamandır o tiramisunun hayalini kuruyorum.”

“Bundan sonra ne zaman istersen yaparım.”

“Yaşadım desene.”

Ayrılan ikili yeniden oturma pozisyonuna geçti. Göksel bir tiramisu dilimini Gökhan’ın tabağına koyup ona uzattı.

“Muhteşem görünüyor,” diyen Gökhan dudaklarını yaladı. “Hemen gömeceğim.”

Gökhan tiramisudan ilk lokmasını yerken Göksel onu seyretti. Gökhan tatlıyı beğendiğini belli eden bir ses çıkardı.

“Bu nedir kızım?” dedi Gökhan ona bakarak. “Efsane olmuş. Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun,” diyen Göksel kocaman gülümsedi. “Ben de yiyeyim. Sonra yine gitar çalarsın, olur mu?”

“Beraber çalalım. Bugün ilk gitar dersimizi yapalım mı?”

“Ben sana fotoğraf makinesi kullanmayı öğreteceğim, sen de bana gitar çalmayı mı öğreteceksin?”

“Bence harika bir fikir.”

“Bence de.”

Beraber tiramisu yediler. Tatlıyı yerken sohbetlerinin konusu Maltepe oldu. İstanbul Üniversitesinin konservatuvar binası Maltepe’ye taşınmıştı, bu yüzden genç adam ilçeye hâkimdi. Okul çıkışı pek çok kez arkadaşlarıyla bu sahile gelip onlarla vakit geçirdiğinden, burada yürüyüş yapmaktan ve bisiklet sürmekten çok hoşlandığından bahsetti. Sonra konu sahilin karşısındaki Adalar’a geldi.

“Bir gün Adalar’a da gidelim mi?” diye sordu Gökhan. “Yazın aşırı kalabalık oluyor ama sonbahar dönemi daha sakin.”

“Her yeri mültecilerin doldurduğunu ve eski tadının kalmadığını söylüyorlar,” dedi Göksel ona bakarak. “Epeydir gitmedim, beraber gidip görebiliriz.”

“Doldurmadıkları yer kaldı mı ki?” diye söylendi Gökhan. “Havalar biraz soğuyunca gidelim.”

“Haklısın, her yerdeler. O zaman sonbahar gelince bakarız.”

“Anlaştık.”

Tatlıları bitirdikten sonra Gökhan yeniden gitarına uzandı. “İyice sağıma gel,” dedi Göksel’e bakarak. “İlk dersimiz gitarı tanımak üzerine olsun. Gitarın anatomisi, çalışma mekanizması, doğru gitar tutuşu ve teller hakkında konuşalım.”

“Senin gibi profesyonel bir gitaristten bedava gitar dersi alacağım demek,” diyen Göksel sırıttı. “Kendimi çok ayrıcalıklı hissettim.”

“Tabii ki ayrıcalıklısın. Başlamadan önce iltifatı da kaptığıma göre şimdi sana gitarın anatomisini anlatmaya başlıyorum.”

“Bir dakika,” dedi Göksel. “Bu dersimizi videoya almak istiyorum. Hatıra kalsın."

Göksel piknik sepetinin üstünde küçük bir düzenek hazırladı ve telefonunu düzeneğe yaslayıp video kaydına başladı.

“Selam,” dedi kameraya bakarak. “27 Ağustos 2022 günündeyiz, Maltepe Sahili’ndeyiz ve Gökhan’la ilk gitar dersimizi yapacağız. Söyleyeceği her şeyi ilk seferden anlamayacağımı biliyorum ama zamanla öğreneceğimden eminim.”

Göksel yeniden Gökhan’ın yanına döndü.

“Bu videoyu bana kesinlikle göndermelisin,” dedi Gökhan. “Şimdi derse başlıyorum. Gitar temel olarak üç bölümden oluşur; baş, klavye ve gövde. Baş bölgesinde akort burguları yer alır, bu burgular adından da anlaşılacağı üzere gitarı akort etmeye yarar. Bir enstrümanın sesinin kaliteli ve düzgün çıkmasının yolu onu akort etmekten geçer, gitarı da bu burgular aracılığıyla akort ederiz. Klavye bölgesinde perdeler yer alır; gitarın toplamda altı teli vardır ve teller perdelerle birleşerek gitarın en ince notasından en kalın notasına kadar olan tüm seslerini elde etmemize olanak sağlar. Gövde kısmının başrol oyuncusu ses deliğidir, tellerin titreşimiyle yaratılan sesler bu delik sayesinde bir varlık kazanır ve severek dinlediğimiz gitar sesini oluşturur.” Telleri boş çalıp hoş bir ses çıkardı. “İşte aynen böyle.”

“Sadece gitarı çalmakta iyi değilmişsin,” dedi Göksel. “Gitarı anlatmakta da oldukça iyisin. Sayende bu işi kapacağım gibi.”

“Bildiğin bir şeyi o şeyi hiç bilmeyen birine güzelce anlatamıyorsan o şeyi o kadar da bilmiyorsun demektir. Birinin bir şeyi ne kadar bildiğini ölçmek mi istiyorsun? Ondan o şeyi sana anlatmasını iste. Hayat dersimi de verdiğime göre gitar dersine devam ediyorum.”

“Çok haklısınız hocam.”

“Hemen de havaya girdin bakıyorum.”

“Girerim.”

Gökhan ona gitar tellerini ve perdelerini anlatmaya başladı. Genç müzisyen bunu yaparken o kadar tutkuluydu ki Göksel onu pürdikkat dinledi, gösterdiği her şeyi ilgiyle izledi. Gökhan muhteşem bir gitaristti, buna hiç şüphe yoktu ve buna ek olarak gitarı anlatma, gitar hakkında bildiği tüm her şeyi karşı tarafa aktarma şekli de oldukça etkileyiciydi.

“Anlamadığın bir nokta var mı?” diye sordu Gökhan.

“Hayır,” dedi Göksel başını iki yana sallayarak. “Çok güzel anlatıyorsun, hepsini anladım.”

“O zaman şu ana kadar anlattığım şeyleri özetle bakalım.”

Göksel, Gökhan’ın kendisine anlattığı şeyleri tekrar etti.

“Aferin,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Gerçekten de anlamışsın. O zaman doğru gitar tutuşu üzerinde çalışabiliriz. Bu zamanla oturacak bir şey ama ben sana doğrusunu göstereyim, pratik yaptıkça elin iyice alışır.”

Gökhan gitarı ikisinin ortasına kaydırırken, sol eliyle Göksel’in sol elini tutup klavyenin üzerine getirdi. “Başparmağınla klavyeyi destekle,” dedi başparmağını klavyenin arkasına bastırırken. “Kalan dört parmağın da klavyenin üzerinde dursun. Parmaklarını rahat bırakman önemli, kendini sıkmana hiç gerek yok. Belki fark etmişsindir, gitarı düz tutmak yerine sap kısmı daha yukarıda olacak şekilde eğimli tutarız. Dik değil ama düz hiç değil.” Gitarı biraz yukarı kaldırıp doğru çalış pozisyonuna getirdi. “Aynen böyle. Sağ elin de parmakların tellerin hizasına gelecek şekilde eğimli durmalı. Gitar çalarken tüm parmaklarını kullanman önemli, başta zor gelir ama alıştıktan sonra bunun işi ne kadar kolaylaştırdığına şaşıracaksın. Şimdi tüm telleri boş çal bakalım.”

Göksel onun söylediğini yaparak altı telin hepsini boş çaldı, her bir tele dokunduğunda Gökhan da bilgilerin iyice hafızasına yerleşmesi için notaların adını söyledi.

“Şimdi de aşağıdan yukarı,” dedi Gökhan. “Bu sefer notaları sen söyle.”

Göksel onun bu dediğini de yaptı.

“Çok iyi,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Şimdi bunu birkaç kez tekrar edelim ama gittikçe hızlanalım. Elin ısınsın.”

Göksel telleri boş çaldıktan sonra Gökhan ona perdeleri kullanarak aynı notaların daha tiz ve pes seslerini de çaldırttı. Gitardaki oktav olayını anlamaya başlayan Göksel bir aydınlanma yaşadı.

“Demek böyle,” dedi genç kadın ona bakarak. “Piyanoda tüm notaların ve farklı oktavlarının tuşu var, gitardaysa farklı oktavları perdeler sayesinde çalabiliyoruz.”

“Bir saniye,” dedi Gökhan. “Piyanodaki oktav meselesini nereden biliyorsun?”

“Lisede müzik sınıfında bir piyanomuz vardı, bazı müzik derslerinde çalıyorduk.”

“Ne?” Gökhan’ın sesi yüksek çıktı. “Piyano mu çalıyordun? Neden hiç bahsetmedin?”

“Birincisi piyano çalıyordum diyemem, sadece tuşlara basıp sesler çıkarabiliyordum; ikincisi konusu açılmamış olmalı ve dediğim gibi çalmayı bildiğim kesinlikle söylenemez.”

“Sonuçta pratik yapma şansın olmuş, görünüşe göre aklında birkaç şey de kalmış. Kız arkadaşımın küçük de olsa bir piyano geçmişi varmış ve ben bunu yeni öğreniyorum.”

“Yani, bir şeyler hatırlıyorum. Piyano çok asil bir enstrüman, kısacık bir dönem de olsa onunla zaman geçirmek harika bir deneyimdi.”

“Şu an beni o kadar şaşırttın ve etkiledin ki. İnanılmaz bir kadınsın.”

“Bu kadar etkileneceğini bilsem daha önce söylerdim.”

“Piyano benim için çok özel bir enstrüman, onunla aramda farklı bir bağ var. Bir tanesine sahip olmayı çok istesem de fiyatları yüzünden sahip olamadığımı sana söylemiş olmalıyım ama okulda ya da iş yerinde çalma fırsatı yakalıyorum ve daha koltuğuna oturur oturmaz bambaşka şeyler hissetmeye başlıyorum. Şimdi senin de bir dönem piyano çaldığını öğrendim ve bu çok hoşuma gitti. Neler çalıyordunuz mesela? Hatırlıyorsan anlatır mısın? Dinlemeyi çok isterim.”

Hafızasında lise zamanına giden Göksel neler yaptıklarını hatırlamak için biraz düşünmeye ihtiyaç duydu. Müzik öğretmenlerinin 10. sınıfın ikinci döneminde onları piyanoyla tanıştırdığını, 11. sınıfta da birkaç kez müzik parçalarından kısa yerler çaldırdığını anımsıyordu.

“Klasik batı müziği çalıştığımızı hatırlıyorum,” dedi Göksel biraz sonra. “Mozart, Beethoven, Bach gibi büyük sanatçıları işliyorduk. Aramızda çok yetenekli birkaç kişi vardı, onlar bu isimlerin eserlerini çalar ve bize bir ziyafet yaşatırdı. Hocamız çok hevesli bir kadındı, birkaç sefer bize de eserlerin daha yavaş versiyonlarını çaldırmıştı hatta not da vermişti. Genel olarak daha kolay besteler üzerinde çalışırdık ama hangi dönem olduğunu da kimlerin besteleri olduğunu da hatırlamıyorum.”

“Vay be!” dedi Gökhan duydukları karşısında şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşayarak. “İyi bir müzik öğretmenine benziyor, çoğu hiç umursamaz bile. Hangi eserleri çaldın mesela?”

Ay Işığı Sonatı üzerinde çalışmıştık, yavaş versiyonunda fena iş çıkarmamıştım ama normal hızında ve baştan sona tüm eseri çalabilmem tabii ki mümkün değil. Zaten dediğim gibi kısa kısımları üzerinde çalıştık, hepsini öğrenmemiz imkânsızdı. Sanat lisesi değildi sonuçta, haftada bir saat dersimiz olurdu.”

Ay Işığı Sonatı mı? En sevdiğim eserlerden biridir.”

“Benim de öyle. İnsana eşsiz bir huzur veriyor.”

“Çalayım mı?” diye sordu Gökhan. “Piyanoda dinlemesinin verdiği keyif bambaşka ama gitarda dinlemek de güzeldir.”

“Gitarda Ay Işığı Sonatı mı? Daha önce dinlediğimi sanmıyorum.”

“O zaman dinleme zamanın gelmiş,” diyen Gökhan akustik gitarını aldı. “Çok uzun zamandır çalmadım, hata yaparsam duymazdan gel lütfen.”

Ay Işığı Sonatı’nı çalacaksın, üstelik gitarda ve hata yaparsan bunu garipseme gibi bir lüksüm mü olacak? Hayır, bunun haddim olduğunu hiç sanmıyorum. Sadece büyük bir hayranlıkla seni dinleyeceğim.”

Gökhan, Beethoven’in en meşhur eserini çalmaya başladığında Göksel’in yüzüne hoş bir gülümseme yayıldı. Ona kısa bir bakış atan Gökhan da gülümsedi. Genç müzisyen bu eseri çalarken hata yapmaktan korkuyordu fakat notalar adı soyadı gibi ezberindeydi, usta parmakları da her zamanki gibi harikalar yaratıyordu. Onu dinleyen sadece Göksel değildi, sahilde çevrelerinde olan ve gitarın sesini duyan birkaç kişi de onu dinliyordu. Genç müzisyen ve olağanüstü performansı etraftakilerin dikkatini çekmişti.

Telefonuna kısa bir bakış atan Göksel telefonun hâlâ kayıtta olduğunu görünce sevindi. Bu performans ölümsüzleştirilmeyi kesinlikle hak eden bir performanstı.

Gökhan performansını bitirdiğinde Göksel’le beraber çevredekiler de onu alkışlamaya başladı. Şaşıran çift etraflarına baktığında gülümseyerek kendilerine bakan yabancı yüzler gördü.

“Bravo!” diye bağırdı genç bir kız. “Yüreğine sağlık.”

“Teşekkür ederim,” diye seslendi Gökhan. Elini gerdanına koydu. “Sağ olun. Alkışlayan elleriniz dert görmesin.”

“Harikaydın,” dedi Göksel. “Her seferinde seviyeyi biraz daha yükseltiyorsun. Henüz çok gençsin ama virtüöz denecek kadar ustasın.”

“Estağfurullah,” diye cevap verdi Gökhan. “O kadar gitar virtüözü varken bu unvan bana düşmedi ama çok teşekkür ederim.”

“Bence en çok sana düşüyor, mütevazılığa gerek yok.”

“Bunu sen mi diyorsun?”

“Evet. Gitarlar senin ellerinde normalde olduklarından çok daha sihirli enstrümanlara dönüşüyor. Bunu herkes başaramaz hayatım.”

“Birincisi çok teşekkür ederim, göğsümü kabartıyorsun; ikincisi hayatım diyen dilini yesinler senin. Ağzından bal damlıyor bal.”

Öpüştüler.

“Asıl sen benim göğsümü kabartıyorsun,” dedi Göksel. “Seninle çok gurur duyuyorum.”

“Bu kelimeyle aram pek iyi değildir ama teşekkür ederim, çok şey ifade ediyor.”

“Benim için gurur kaynağısın, hem de çok büyük bir kaynağı.”

“O şarkıyı bitirdim,” dedi Gökhan biraz hüzünlü bir sesle. “Kaydetmeye de başladım. Henüz kimseye baştan sona dinletecek cesaretim yok ama bir gün dinlemeni çok istiyorum.”

“Ne zaman hazır hissedersen,” diyen Göksel destek olmak istercesine onun eline dokundu. “Yıldızlar Yatağı gibi muhteşem bir parça olduğundan eminim, dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.”

“İnancın çok kıymetli, eksik olma güzelim.”

“Hep buradayım.”

“Hep burada ol. Neyse, duygusallaşmayalım. Piyano ha? Bir gün beraber çalmalıyız.”

“Piyano bulunca çalarız. Seni piyano çalarken dinlemeyi çok istiyorum zaten.”

“Denk gelirsin. O zaman bugünlük bu kadar gitar dersi yeter. Sana birkaç şey atarım, onları da okuyup incelersin.”

“Ödev veriyorsun yani?”

“Evet, tam olarak öyle yapıyorum. Şu an amacım sana gitar çalmayı öğretmektense seni gitarla tanıştırmak, onun hakkında bilgi sahibi olmanı sağlamak ve tabii ki ilgini uyandırmak. Eğer gitar gerçekten ilgini çekerse bir tane satın alırsın ve işte o zaman çalmayı öğrenmeye başlayabilirsin.”

“Çok mantıklı. Bir süre kendimi test edeyim, zamanla fikirlerim oluşacaktır.”

“Aynen öyle.”

Telefonuna uzanan Göksel video kaydını durdurdu. “Her anı kaydettim,” dedi Gökhan’a bakarak. “Bugünden güzel bir hatıra olarak kalacak.”

“O kadar büyük bir dosyayı bana nasıl göndereceksin bilmiyorum ama sen muhtemelen biliyorsundur.”

“O işi bana bırak,” dedi Göksel onun söylediğini haklı çıkararak. “Hadi fotoğraf çekelim. Bak yanımda ne getirdim?”

Göksel çantasından polaroid kamerasını çıkardığında Gökhan kaşlarını havaya kaldırdı.

“Polaroid mi deniyordu bunlara?” diye sordu genç adam.

“Evet,” dedi Göksel. “Çektiğimiz fotoğraflar fiziksel olarak elimizde olabilecek. Güzel olur diye düşündüm, saklarız.”

“Çok iyi düşünmüşsün. Hadi çekelim.”

“Bir tane selfie olarak çekeyim, ikincisi için birinden bizi çekmesini rica ederiz. Birini sen saklarsın, diğerini de ben.”

“Güzel fikir.”

Makineyi lensi onlara bakacak şekilde tutan Göksel fotoğraf makinesini biraz havaya kaldırıp uzaklaştırdı ve kamerayı biraz sağda tutarken, kendisi de sola doğru eğilip Gökhan’a yaslandı.

“Kadrajda nasıl göründüğümüze bakmadan çekeceksin,” dedi Gökhan. “Şu an kumar oynuyorsun.”

“Bu kamerayla pek çok selfie çektim,” dedi Göksel kendinden emin bir sesle. “Ne yaptığımı biliyorum, bana güven ve gülümse.”

Şakağını Gökhan’ın yanağına yaslayan Göksel gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi ve genç fotoğrafçı deklanşöre basarak ikisinin fotoğrafını çekti.

“Fotoğrafın kuruyup işlenmesi biraz zaman alıyor,” dedi Göksel. “Bu fotoğraf kururken biz ikinci fotoğrafımızı çekecek birini bulalım.”

Ayağa kalkan Göksel yakınlardaki bir genç grubunun yanına gidip Gökhan’la fotoğraflarını çekmelerini rica ettiğinde içlerinden bir kız kabul etti ve onunla beraber Gökhan’ın yanına ilerledi.

“Güzel kamera,” dedi Göksel’in siyah fotoğraf makinesini eline alan kız. “Nasıl çekmemi istersiniz?”

“Biz oturarak poz vereceğiz,” dedi Göksel. “Rica etsem sen de yere eğilip karşıdan bizi çeker misin?”

“Olur.”

Gökhan’ın biraz önüne oturan Göksel yan durup Gökhan’a yaslanarak poz verdi, Gökhan da bir koluyla onun belini sardı ve ikisi de gülümsediğinde genç kız onların fotoğrafını çekti.

“Teşekkür ederiz,” dedi ayağa kalkıp kızın yanına giden Göksel. “Çok sağ ol.”

“Rica ederim,” dedi genç kız gülümseyerek. “Bu arada çok yakışıyorsunuz. Hep mutlu olursunuz umarım.”

“Çok teşekkür ederiz, çok naziksin.”

“Ne demek. Size iyi eğlenceler.”

“Sağ ol, sana da.”

Kız uzaklaştığında Göksel erkek arkadaşının yanına döndü.

“Ne söyledi kız?” diye sordu Gökhan.

“Çok yakışıyormuşuz,” diye cevap verdi Göksel. “Umarım hep mutlu olurmuşuz.”

“Ne hoş. Kibar kızmış, sağ olsun.”

“Evet, çok tatlıydı.”

Biraz sonra iki fotoğraf da kurudu ve tamamen ortaya çıktı.

“Ay ikisi de çok güzel olmuş,” dedi fotoğraflara bakan Göksel. “Çok tatlı çıkmışız.”

“Ben de bayıldım,” dedi Gökhan. “Güzel çıkmışız.”

“Hangisini istersin? Hangisini istiyorsan onu al lütfen, bana hiç fark etmez.”

“Bunu,” diyen Gökhan kızın çektiği fotoğrafı işaret etti. “Diğeri de çok güzel ama burada piknik yaptığımız belli ve bugünden hatıra olarak kalır.”

“Al bakalım,” deyip fotoğrafı ona uzattı Göksel. “Aa ama önce fotoğrafın altına bugünün tarihini yazalım.”

Göksel iki fotoğrafın altındaki beyaz yere de 27/08/22, Maltepe şeklinde not düştü.

“Şimdi alabilirsin,” dedi fotoğrafı Gökhan’a vererek.

“Bu fotoğrafı hikayeme atmak istiyorum,” dedi Gökhan. “Paylaşayım mı, ne dersin?”

“İnsanlar bu fotoğrafı gördüğünde beraber olduğumuzu anlayacak,” diyen Göksel gülümsedi. “Paylaşmak istiyorsan paylaşabilirsin hatta bu hoşuma gider.”

“O zaman paylaşacağım. Fotoğrafın fotoğrafını çekeceğim, böyle düşününce garip hissettim.”

“Evet, dillendirince garip oluyor cidden.”

Gökhan ikilinin polaroid fotoğrafının fotoğrafını çektikten sonra sosyal medya hesabına girdi ve hikayesinde paylaşmak üzere fotoğrafı seçti. Çok da ilgili görünmemeye çalışan Göksel başını biraz uzatıp onun telefonunun ekranına baktı. Gökhan mavi kalp emojisini seçip fotoğrafın alt kısmına koyduğunda genç kadının yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.

“Paylaşıyorum,” dedi Gökhan ona yandan bir bakış atarak.

“Paylaş,” diyen Göksel sırıtmamak için kendini tutuyordu. “Güzel oldu.”

Gökhan fotoğrafı paylaştığında ikisi de derin bir nefes alma ihtiyacı hissetti. Bugün ilişkilerinin birinci haftası dolmuştu ve bu fotoğrafla Gökhan’ın çevresine sevgili olduklarını resmen duyurmuşlardı. Gökhan, Göksel’le sevgili olduklarından Yağız ve Kerem hariç kimseye bahsetmemişti, bu onun arkadaşları için ­—özellikle de Göksel’le tanıştırdığı Barış, Sarp, Kuzey, Elçin, Lale, Çağlar ve Doğuş için— güzel bir haber olacaktı.

“Birer tane de birbirimizi çekelim,” dedi Göksel. “Onları da saklarız.”

“Eski zamanlardaki gibi,” dedi Gökhan. “Çok romantik. Fotoğrafını cüzdanımda taşıyayım da gör sen.”

“Aynısını düşünüyordum,” dedi Göksel gülerek. Ona yaklaştı. “Birlikte olan fotoğrafımızı odama asacağım, senin fotoğrafını da cüzdanımda taşıyacağım.”

“Ben de tam olarak böyle yapacağım.”

“O zaman anlaştık?”

“Anlaştık.”

Göksel’in polaroid kamerasından birbirlerini çektikten sonra telefondan da birkaç fotoğraf çektiler. Fotoğraf işi bittikten sonra gitarını eline alan Gökhan, Göksel’e Dünyadan Uzak, Elleri Ellerime, Onun Şarkısı ve Giderdi Hoşuma şarkılarını çalıp söyledi. Gökhan tüm bu şarkıları onun gözlerinin içine bakarak söyledi, Göksel de büyük bir sevgiyle onu dinledi.

Onu seviyordu.

Onu çok seviyordu.

Gökhan küçük konserini bitirince yere uzandılar. Gökhan başını yastığa koyarken onun hemen yanına yatan Göksel de başını onun göğsüne yasladı ve sağ elini onun kalbinin üzerine yerleştirdi. Beraber göğü izlemeye başladılar. Göksel parmak uçlarıyla onun sol göğsünün üzerine minik daireler çizerken Gökhan da onun saçlarını, sırtını, belini okşuyordu.

“Hiç bulut yok,” dedi Göksel. “Sadece engin mavilik.”

“Gözlerin gibi,” diye cevap verdi Gökhan. “Ucu bucağı olmayan sonsuz bir mavilik. Baktıkça insanı dehşete düşüren ama kendine hayran bırakan bir mavilik.”

Çenesini onun göğsüne yaslayan Göksel bakışlarını erkek arkadaşının yüzüne çevirdi. “Bu laflar için çok düşünüyor musun?” diye sordu. “Yoksa doğaçlama mı gelişiyor?”

“Çoğunlukla doğaçlama gelişiyor,” dedi Gökhan ona bakarak. “Nadiren bu lafları önceden düşünmüş oluyorum ve yeri gelince dillendiriyorum.”

“Bu doğaçlama mıydı peki?”

“Pek sayılmaz. Artık ne zaman göğe baksam seni düşünüyorum, senin gözlerini görüyorum ve aklımda bunun gibi bir sürü cümle oluşuyor.”

“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.”

“Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin,” diye dile getirdi şiirin son dizelerini Gökhan. “Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat / Durma kendini hatırlat / Durma göğe bakalım.” (Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı)

Göksel gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi. Dirseğinden destek alarak doğrulan genç kadın Gökhan’a uzandı ve onun dudaklarına büyük bir öpücük bıraktı.

“Eğer şiir kitapların varsa görmek ve okumak isterim,” dedi Göksel. “Böyle güzel şiirler bilen bir delikanlının okuduğu tüm şairleri görmeliyim.”

“Şiir kitaplarım elbette var,” diyen Gökhan onun perçemini kulağının arkasına sıkıştırdı. “Gururla söyleyebilirim ki oldukça fazlalar da. Bir gün evime geldiğinde sana kitaplığımı gösteririm.”

“Hepsini okumak istediğimi söylesem ne dersin?”

“Bunun beni çok sevindireceğini ve istersen hepsini ödünç alabileceğini söylerim.”

“İşte bu da beni çok sevindirir. Teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

Göksel yeniden onun göğsüne yattı ve çift göğü izlemeye devam etti. Bir süre sonra Göksel gözlerini kapattı, yanağını Gökhan’ın göğsüne sürterek onun kokusunu içine çekti. Şu an burada uyuyabilirdi; dalgaların sesini dinleyerek, yavaşça esen rüzgârı yüzünde hissederken, Gökhan’ın kokusu ciğerlerini doldururken, ağacın dalları yüzüne gölge düşürürken ve Gökhan nazik dokunuşlarla onu okşarken huzurla uyuyabilirdi.

Onun gözlerini kapattığını fark eden Gökhan gülümsedi. Genç kadının ne kadar huzurlu olduğu her hâlinden belli oluyordu ve onun bu kadar huzurlu olmasına neden olmak genç adamı mutlu ediyordu.

“Hey,” diye mırıldandı Gökhan. “Uyuyor musun?”

“Rüya bile görüyorum,” diye cevap verdi Göksel.

“Nasıl bir rüya?”

“Şu an Maltepe’de değil de okyanusun ortasındaki küçük bir adadayız, tepemizde palmiye ağaçları var ve masmavi okyanusun tuzlu kokusu ciğerlerimizi dolduruyor. Hava çok sıcak, dehşet sıcak ama palmiyelerin gölgesi ve okyanus esintisi sıcağın etkisini azaltıyor. Çevremizde tropikal kuşlar var, birbirinden güzel sesleriyle şarkı söylüyorlar.”

“Ne güzel bir rüyaymış,” dedi onu gülümseyerek dinleyen Gökhan. “Orada tatil mi yapıyoruz?”

“Hayır, burada yaşıyoruz. Arkada küçük bir bungalov evimiz var. Kurabiye pişirmişsin, kokusu olduğumuz yere kadar geliyor.”

“Gözlerimi kapatsam ben de bu rüyayı görebilir miyim?”

“Görebilirsin, tek yapman gereken hayal etmek.”

Gökhan gözlerini kapattı ve Göksel’in anlattığı ortamı hayalinde canlandırdı. “Üzerinde beyaz bir elbise var,” dedi. “Eteği fırfırlı, beline tam oturup incecik belini ortaya çıkarmış. Tenin şimdi olduğundan daha da bronz, güneşin altında göz kamaştırarak parlıyor.”

“O hâlde ırk değiştirdim demektir.”

Gökhan gülmeye başladığında Göksel gözlerini açıp ona baktı. Gökhan’ın gözleri açıktı ama güldüğü için kısılmıştı, düzgün beyaz dişleri de yüzünde inci gibi parlıyordu.

“Dişlerin çok düzgün,” dedi Göksel. “Kusursuz bir diş genin mi var yoksa tel tedavisi mi gördün?”

“İki sene tel kullandım,” dedi Gökhan. “Yedinci ve sekizinci sınıfa giderken tedavi gördüm. O günden beri de çok iyi bakmaya özen gösteriyorum. Teşekkür ederim.”

“Tedavi işe yaramış, cidden çok güzel dişlerin var.”

“Tıp bilimine teşekkürler. Şarkı söylerken dişlerim göz önünde oluyor hâliyle, tel tedavisini bunun için de istemiştim ve şimdi özgüvenimi etkileyen herhangi bir etken olmadan rahatça şarkı söyleyebiliyorum.”

“Haklısın, zaten birçok şarkıcının da dişleri yapılmış ve düzgün oluyor.”

“Özellikle günümüz dünyasında evet.”

Göksel doğrulduğunda Gökhan da doğruldu.

“Mango suyu getirmiştim,” dedi genç kadın. “Boğazım kurudu, biraz ondan içeceğim. İster misin?”

“Olur,” dedi Gökhan. “Mango suyunun tadı güzel oluyor.”

Göksel bardaklara mango suyu doldurup birini Gökhan’a uzattı. Genç kadın kendi bardağından büyük bir yudum içtikten sonra ağzına da birkaç meyve attı.

“Meyveler az kalmış,” dedi erkek arkadaşına. “Sen de ye de bitsinler.”

“Kurabiyeler de bitecek,” dedi Gökhan. Bir tane alıp Göksel’e uzattı. “Aç bakalım ağzını.”

“Beni ellerinle besliyorsun resmen.”

“Beslerim.”

Gökhan, Göksel’e bir kurabiye yedirdi.

“Bunun tarifini bana mutlaka atmalısın,” dedi Göksel dolu ağzıyla. “Hemen yapacağım.”

“Atarım,” dedi Gökhan başını sallayarak. “Çok basit bir tarifi var ama ortaya çıkan sonuç gerçekten leziz oluyor.”

Mango suyundan içen ikili kurabiyelerle meyveleri bitirdi. Göksel fazladan bir dilim daha tiramisu getirmişti, Gökhan onu da yedi. Şişen göbeğini eliyle şöyle bir ovalayan genç adam peçeteyle ağzını ve ellerini sildikten sonra telefonunu eline alıp internetini açtı. Hikayesine verilen bir sürü yanıtın bildirimi peş peşe gelirken Gökhan kaşlarını hayretle havaya kaldırdı.

“Ne oluyor?” dedi bildirimlerin sesini duyan Göksel.

“Arkadaşlarım hikayeme yazmış,” diyen Gökhan hesabına girdi ve mesaj sayfasındaki mesajlara baktı. “Yağız, Kerem, Barış, Sarp, Kuzey, Elçin, Lale, Doğuş, Çağlar ve birkaç kişi daha.”

“Yuh! Benim hayatım boyunca bu kadar arkadaşım olmadı. Neler yazmışlar?”

“Hayırlı olsun, tebrik ederim, çok tatlısınız vesaire.”

Duyduklarından hoşlanan Göksel gülümsedi. “Ne tatlılar,” dedi. “Sağ olsunlar.”

“Tatlıdır arkadaşlarım,” dedi Gökhan ve hesabından çıktı. “Onlara sonra cevap veririm, zaten şimdi cevap vermeye başlasam üç saate ancak biter gibi.”

“Muhtemelen,” dedi Göksel gülerek. “Nasıl bu kadar çok arkadaşın var? Yorucu olmuyor mu?”

“Yo, ben sosyal biriyim ve insanlarla arkadaşlık etmek hoşuma gidiyor,” diye cevap verdi Gökhan. “Çocukluğumdan beri bu böyleydi, üniversiteye başladıktan sonra daha da sosyalleştim. Bunu daha önce kimseye söylemedim ama ailemle iletişimi kestikten sonra korkunç bir yalnızlık hissine kapıldım; daha da kötüsü gerçekten de yalnızdım. Koskoca İstanbul’a tek başıma gelmiştim, evim yoktu, tanıdığım tek bir insan bile yoktu. Bu yalnızlık hissini yok etmek için etrafımın insanlarla çevrili olması gerekiyordu, ben de herkesle tanışıp arkadaş olmaya ve vakit geçirmeye başladım. Arkadaş oldum derken herkese içimi açtığımı, kendimden çok fazla bahsettiğimi düşünme; söylediğim gibi çok kişiyle tanışırım ama beni gerçekten tanıyan insan sayısı çok azdır. İnsanların gözünde gitar çalıp şarkı söyleyen konservatuvar öğrencisi Gökhan’dım; sosyal, arkadaş canlısı, özgüveni yüksek, girişken, güler yüzlü Gökhan. ‘Bizim Gökhan var ya’daki Gökhan. Kötü niyetli insanlarla da tanıştım, muhteşem insanlarla da. Çok geniş bir çevrem var, gerçekten çok geniş. Konservatuvarda beni tanımayan insan yoktur, Kadıköy’de de tatmin edici bir tanınırlığım var. Peki o yalnızlık hissi tamamen gitti mi? Hayır ama çok derinlerde kaldı, artık kendini hissettirmiyor bile. En azından çoğu zaman.”

Göksel onun elini tutup destek olurcasına gülümsediğinde Gökhan da gülümsedi. Göksel’in elini kaldırıp yüzüne yaklaştıran genç adam onun elini öptü.

“Şimdi hayatımda sen varsın,” dedi Gökhan onun gözlerinin içine bakarak. “Bana bir yuva verdin ve geçtiğimiz bir haftada kendimi hiç yalnız hissetmedim. Bir an bile.”

“Ben her zaman yanındayım,” diyen Göksel ona yaklaştı. “Ellerimiz bir artık. Eğer o yalnızlık hissi gelirse elinden tuttuğumu hatırla, o zaman yalnız olmadığını da hatırlayacaksın ve o sevimsiz his kaybolacak.”

“Sen elimden tutarken o hissin bir daha geleceğini sanmıyorum. Göksel, iyi ki varsın. Bu koskoca şehre her şeyimi kaybetmiş olarak geldim ama burada geleceğimi kazandım, şimdi de sen varsın ve ben her şeye sahip bir adamım.”

“Sen de iyi ki varsın,” dedi Göksel gülümseyerek. “Nefret ederek baktığım bu şehrin kalabalığında seninle karşılaştım ve bu şehir bir anda gözüme daha güzel gelmeye başladı çünkü içinde sen varsın.”

“Seni çok seviyorum.”

“Ben de seni çok seviyorum.”

Göksel onun yanağını öpüp kollarını onun boynuna doladıktan sonra Gökhan da onun boynuna bir öpücük kondurdu ve kollarını onun beline sardı. Kayalıklardan havalanan bir martı sahil yolundan içeri doğru uçarken Göksel’le Gökhan’ın üstünden geçti. Tiz sesiyle bir çığlık koparan kuş, engin maviliğe doğru süzüldü. Yıldızlar Yatağı’na doğru.

]]>
Sun, 15 Jan 2023 13:30:00 +0300 eylemoykuozdemir
Kadrajdaki Dünyalar | 19. Kare: Şarap Kırmızısı https://edebiyatblog.com/kd-19kare-sarap-kirmizisi https://edebiyatblog.com/kd-19kare-sarap-kirmizisi Bölüm fotoğrafı: Andie Venzl

Pazar günü Dinçerlerin evinden 10.30’a kadar hiç ses yükselmedi. İlk uyanan Güzin oldu, orta yaşlı kadın yatakta uzanmaya devam ederken ondan dakikalar sonra Engin de uyandı. Bir süre yatakta sohbet eden karı koca yataktan kalktığında saatler 10.52’ydi. Onlar mutfakta kahvaltıyı hazırlarken Göksel de uyandı. Birkaç saniye uykulu gözlerle odasına bakan genç kadın dün akşamı hatırladığında gülümsedi. Uzun zamandır bu kadar rahat uyumamıştı ve bunun tek sebebi dün olanlardı.

Komodinindeki telefonuna uzanıp ekranı açtığında saatin 11.07 olduğunu gördü. İnternete bağlandı ve hem Gökhan’ın hem de Ahsen’in kendisine gönderdiği mesajların bildirimini aldı. Gökhan ona sabah 7 sularında yazmıştı, Ahsen de 10’da. Önce Gökhan’ın mesajlarını açtı.

Günaydınlar

Hayatımda bu kadar enerji dolu uyandığımı hatırlamıyorum, günlerden pazar ve saatlerden sabahın 7 olmasının hiçbir önemi yok; şu an oldukça enerjik ve iyi hissediyorum

Kahvaltı edip evden çıkacağım. 10-15 arası işteyim, Araslara ne zaman geçersem 1 saat de onunla dersim var. Günlük planım bu şekilde, akşam eve geçince de seni ararım

Göksel’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Gökhan’ın hissettiği her şeyi şu an o da hissediyordu. Genç adamın ona günaydın mesajı atıp günlük planlarından bahsetmesi ve akşama da kendisini arayacağını söylemesi çok hoşuna gitti.

Günaydın sevgilim

Ben de bebek gibi uyumuşum, az önce uyandım ve bu mesajlarını okumak bana daha da iyi hissettirdi

İşte ve derste kolaylıklar dilerim

Gökhan’a cevap verdikten sonra Ahsen’le olan konuşmasını açtı.

Ay ne oluyor, ne oluyor?

Saat ve konum bilgisi ver yeter, orada olacağım

Göksel ekrana gülerek baktı. Tam da Ahsen’den beklediği cevabı almıştı.

Ortada buluşalım, 15.00’te bizim mekânda ol

Genç kadının bizim mekân dediği yer ikilinin liseden beri gittiği Fatih’in ortasındaki bir kafeydi. Kafe gerçekten de ikisinin evlerinin ortasındaydı, konumu nedeniyle orayı sık sık tercih ediyorlar ve özellikle son dakika buluşmalarında orada görüşüyorlardı.

Göksel yataktan kalkıp birkaç açılma hareketi yaptı ve telefonunu alarak odasından çıktı. Mutfaktan sesler ve kokular geliyordu, oraya ilerledi. Tezgâhın başındaki ebeveynleri kahvaltıyı hazırlıyordu. Göksel içeri girince ikisi de ona baktı.

“Günaydın bebeğim,” dedi Güzin.

“Günaydın güzelim,” dedi Engin. “Epey uyudun.”

“Size de günaydın,” diyen Göksel onların yanaklarını öptü. “Pazar gününün hakkını verdim. Siz ne yapıyorsunuz? Burnuma güzel kokular geliyor.”

“Menemen ve sucuklu yumurta yaptık,” dedi Engin. “Biz de pazar gününün hakkını verelim istedik. Ailecek mükellef bir kahvaltı edelim.”

“İyi düşünmüşsünüz. Ben bir elimi yüzümü yıkayıp geleyim.”

Dakikalar sonra masada bir araya geldiler. Sofrada menemenle sucuklu yumurtanın yanı sıra domatesle salata, birkaç çeşit peynir ve diğer kahvaltılıklardan vardı; cam kupalara dökülen taze demlenmiş çayın dumanı tütüyordu. Sofra oldukça kalabalıktı.

“Dün neler yaptınız bakalım?” diye sordu Güzin. “Gece baban seni karşılamış ama ben derin bir uykudaydım.”

“Gökhan iki saatten uzun bir süre sahnedeydi,” diye cevapladı Göksel. “Kafeden çıktığımızda saat on buçuk civarıydı, biz de Moda’ya inip biraz sahilde oturduk ve dondurma yiyip sohbet ettik.”

“Baban eve on iki buçuktan sonra döndüğünü söyledi, epey vakit geçirmişsiniz. Birbirinizi çok özlemişsiniz sanırım?”

“Üç hafta sonra görüşünce vakit geçirelim dedik işte. Böyle şeyler söyleyip beni utandırmasanıza.”

“Gökhan’la saatlerce vakit geçirmek utandırmıyor da bizim bunu dememiz mi utandırıyor?” dedi Engin. “Saatlerce hasret giderdiniz işte.”

“Baba!” diye söylendi Göksel. “Ebeveynleriyle bu meseleleri konuşmaya herkes çekinir, sizinle arası çok iyi olan ben bile.”

“Tamam tamam,” dedi Güzin. “Biz anladık. Gökhan’a hediyelerini vermişsindir, sevdi mi?”

“Çok sevdi.”

“Özellikle gitar şeklindeki anahtarlık çok anlamlı bir hediyeydi. Magnetleri de buzdolabına asar ve senden hatıra olarak saklar.”

“Aynen, o da böyle söyledi.”

Kahvaltı esnasında bir daha bu konu açılmadı. Göksel onlara artık Gökhan’la sevgili olduklarını söyleyecekti fakat bunu kahvaltıdan sonraya erteledi. Kahvaltıyı bitiren ve mutfağı toparlayan aile üyeleri salona geçtiğinde Göksel de konuyu açtı.

“Sizinle bir şey paylaşmam gerekiyor,” dedi. “Dünle ilgili.”

Dün kelimesi Engin’in dikkatini çekti. “Neymiş?” diye sordu.

Göksel kendi gözlerine dikkatle bakan mavi gözlere baktıktan sonra destek bulmak istercesine annesine baktı. Annesinin ifadesi de meraklı ve dikkatliydi fakat babası kadar ciddi görünmüyordu.

“Artık Gökhan’la sevgiliyiz,” dedi bir çırpıda. Beklemenin getirdiği gerginlikten kurtulmak istedi. “Dün hislerimizi itiraf ettik. Artık beraberiz.”

Engin öksürdüğünde kızıyla eşi ona baktı. Engin elini göğsüne koyarken, “İyiyim,” dedi. “Bir an tükürüğümü yutamadım.”

“Su getireyim mi?” diye sordu Göksel.

“Gerek yok,” dedi Engin elini sallayarak. Yutkundu. “Gökhan’la sevgili misiniz?”

“Evet,” dedi Göksel çekinerek.

“Hislerinizi itiraf ettiniz demek,” diye araya girdi Güzin. “Senden hoşlandığını mı söyledi?”

“Beni sevdiğini söyledi, ben de onu sevdiğimi söyledim.”

Güzin gülümsedi. “Sevgi güçlü bir duygudur.”

“Benim hislerim de öyle ve Gökhan’ın bana hissettirdikleri de aynı şekilde.”

“Keşke bana da aynı şeyleri hissettirebilse!” dedi Engin. “Bana su getir. Çabuk.”

Göksel babasına bir bardak su getirmek için koşarak mutfağa giderken Güzin de eşine döndü.

“Hayatım?” dedi. “İyi misin? Kıpkırmızı oldun.”

“Sevgili olmuşlar!” dedi Engin sesini yükselterek. “Kızımıza onu sevdiğini söylemiş. Kesin öpüştüler de. Allah’ım sen bana yardım et.”

“Sakin ol, derin nefesler al.”

“Alamam Güzin, alamam. Göksel! Çabuk dedim!”

“Geldim,” diyen Göksel salona geri döndü. Elindeki bardağı babasına uzattı. “Al.”

Engin sudan birkaç yudum içtikten sonra arkasına yaslandı ve derin bir nefes aldı.

“İyi misin?” diye sordu Göksel telaşla.

“İyiyim,” dedi Engin. “İyiyim tabii. Neden iyi olmayacakmışım ki? Küçük kızımın artık bir sevgilisi var, sevdiği ve onun tarafından sevildiği bir sevgilisi var. Harikayım!”

“Bu elbette harika bir şey,” diye araya girdi Güzin. “Sadece ilk kez sevgilin olduğu için afalladık biraz. Gökhan’dan hoşlandığını ve onunla flört ettiğini biliyorduk fakat hemen tatil dönüşü onunla sevgili olacağını beklemiyorduk. Bu ani oldu.”

“Birbirimizden uzak olunca hislerimizden de emin olduk,” dedi Göksel. “Ondan ne kadar hoşlandığımı tatilde onu çok özleyince anladım. Dün de karşı karşıya gelince ikimiz de hislerimizden emin olduk ve bunu dile getirdik.”

Engin sudan biraz daha içti.

“Kendimi çok iyi hissediyorum,” diye devam etti Göksel. “Belki de hiç olmadığım kadar mutluyum. Lisede ve üniversitede birkaç kişiyle tanışmıştım hatta üniversitedekiyle neredeyse sevgili olduğumuzu ama onu tanıdıkça aslında o kadar da uyumlu olmadığımızı fark edip onunla görüşmeyi kestiğimi biliyorsunuz. Gökhan’ı tanıdıkçaysa onunla ne kadar uyumlu olduğumuzu fark ettim. Şimdiye kadar beni rahatsız eden tek bir hareketi ya da sözü olmadı. Tanıştığım en kibar, en saygılı, en terbiyeli, en görgülü erkek; oturmasını kalkmasını bilen, kültürlü, kendine çok şey katmış ve katmaya devam eden biri. Evet, sizin pek hoşlanmadığınız bir giyim tarzına sahip ama bu neyi değiştirir ki? Evet, ailesiyle görüşmüyor ama ne önemi var? Ben onu seviyorum, onunla ilgili olan şeyleri ve bana hissettirdiği bunca güzel duyguyu, yaşattığı bunca güzel şeyi seviyorum. Kendi seçimi olmayan ailesinden ya da birkaç parça kıyafetle aksesuardan çok daha fazlası. Diğer herkes gibi.”

Konuşmasını bitiren Göksel bir cevap bekleyerek karşısında oturan annesiyle babasına baktı. Güzin gülümsediğinde Göksel rahatladı, ondan sonra Engin de gülümsedi.

“Hiçbir şeyi değiştirmez elbette,” dedi Güzin. “Önemli olan aranızdaki bağ, birbirinizle ne paylaşabildiğiniz ve birbirinize neler hissettirdiğiniz.”

“Eğer sen mutluysan biz daha çok mutluyuz,” dedi Engin. “Gözümde hâlâ beş yaşındaki o küçük kız çocuğusun, kucağıma oturup bıcır bıcır konuşuyor ve o kocaman masmavi gözlerinle bana bakıyorsun. Bu yüzden sevgilin olacak kadar büyüdüğünü kabullenmekte zorlanıyorum ama her ne kadar kabullenmek istemesem de artık yetişkin bir genç kadınsın ve böyle şeyler yaşaman hem normal hem de çok güzel. Gel bakalım buraya.”

Babasının yanına oturan Göksel ona sarıldığında Engin de onun saçlarını öptü.

“Güzel kızım benim,” dedi Engin onun saçlarını okşayarak. “Ağzı laf yapan, kendini çok güzel açıklayan güzel kızım benim. Gökhan’ın tarzının da ailesiyle yaşadıklarının da bir önemi yok elbette; önemli olan seni sevmesi, sana saygı duyması ve sana karşı gösterdiği davranışlar. Eğer sen onunla mutluysan biz ikiniz için daha da mutluyuz. Şimdi daha erken ama önümüzdeki günlerde Gökhan’la tanışmak isteriz, biz de bir tanıyalım bakalım bu meşhur Gökhan Bey’i.”

Göksel gülümseyerek başını kaldırdı ve babasının yüzüne baktı. “Tanışırsınız,” dedi. “Tanışmak isteyeceğinizi bildiğim için önden Gökhan’a haber verdim. Biraz zaman geçince ve ilişkimiz rayına oturunca onunla tanışmanızı çok isterim. Tabii onu terletmemen şartıyla.”

Hep beraber gülüştüler.

“Bu konuda söz veremem,” dedi Engin. “Özellikle yapmam fakat onu daha yakından tanımak için bir sürü soru sorarım, kendini hazırlasın.”

“Çocuğu sorguya çekmeyeceksin baba.”

“Sorgu odasında olmayacak sonuçta.”

“Oradaymış gibi de hissettirme.”

“Ona zamanı gelince bakarız küçük hanım. Gökhan’la erkek erkeğe bir konuşma gerçekleştireceğim, seninle ya da diğer aile üyeleriyle konuştuğum gibi konuşmamı bekleme.”

“Buna da zamanı gelince bakarız babacığım.”

“Sarılma sırası bende,” dedi Güzin. Kollarını açtı. “Gel bakalım buraya.”

Göksel başını bu sefer de annesinin gerdanına yaslayıp ona sarıldı.

“Senin adına çok sevindik,” dedi Güzin onun saçlarını okşayarak. “İkiniz için de hayırlısı olsun güzelim benim. Hayatta ne yaşarsan yaşa, karşına nasıl insanlar çıkarsa çıksın bizim her zaman yanında olduğumuzu sakın unutma.”

“Hiç unutmuyorum,” dedi Göksel gözlerini huzurla kapatıp. “Benim için herkesten ve her şeyden önemlisiniz ve sizi çok ama çok seviyorum. Size sahip olduğum için çok şanslıyım ve bunun için her gün şükrediyorum. Siz de bunu unutmayın.”

“Biz de sana sahip olduğumuz için çok şanslıyız ve ağabeyinle seni herkesten çok seviyor, önemsiyoruz.”

Göksel onun yanağını öptü. “Bugün üçte Ahsen’le buluşacağım,” dedi. “Araba size lazım değilse ben alabilir miyim? Üniversitenin yakınındaki kafemize gideceğiz.”

“Market alışverişi yapacağız,” dedi Güzin. “Alışverişi şimdi yaparsak arabayı hepimiz kullanmış oluruz, hem alışveriş de aradan çıkar ve kalan işleri yaparız.”

“Şimdi yapalım,” dedi Engin. “Dediğin gibi aradan çıksın. Daha yemek, ütü, banyo var; günün kalanında da bunları hallederiz.”

Aile üyeleri hep beraber market alışverişine çıktılar. Muğla’ya gitmeden önce evdeki çoğu yiyecekle içeceği —özellikle de hemen bozulacak olanları— bitirdikleri için dolaplar büyük oranda boştu, alınacaklar listesi uzundu ve onlar da bir süpermarkete gidip ihtiyaçlarını aldılar. Alışveriş hepsi için eğlenceli bir aktiviteydi, onlar da markette uzun süre dolaşıp hem ihtiyaçlarını hem de istediklerini aldılar. Eve döndüklerinde saat iki olmuştu bile. Göksel onlara yerleştirme konusunda biraz yardım ettikten sonra üstünü değiştirip Ahsen’le buluşmak için yeniden evden ayrıldı.

“Neredesin?” diye sordu Göksel. Ahsen’i aramıştı.

“Yoldayım,” dedi Ahsen. “Otobüsteyim, geliyorum. Sen neredesin?”

“Ben de arabayla geliyorum, az önce evden çıktım.”

“Çabuk gel bak, meraktan çatlamak üzereyim.”

“Tamam,” diyen Göksel kıkırdadı. “Orada görüşürüz.”

Göksel kafeye vardığında aracı bir yere park etti ama inmeden önce yoldayken Gökhan’ın gönderdiği mesajları açtı. Genç adam sabah ona şöyle cevap vermişti:

Oh, ben pazar pazar erkenden kalkıp yollara düştüm ve işe geldim, sense 11’i geçe uyanmışsın, mis gibi

Şaka bir yana güzel uyuduğunu duyduğuma sevindim ve tatlı dileğin için teşekkür ederim

Göksel’se ona şöyle yazmıştı:

Benim de iş hayatına atılmama çok az kaldı, tadını çıkarmaya bakıyorum

Bizimkilerle güzel bir pazar kahvaltısı ettik, şimdi de markete gidip alışveriş yapacağız

Gökhan onun market alışverişi için evden çıkmadan önce attığı bu mesajlarını işte olduğu için biraz önce görmüş ve ona cevap vermişti:

Elbette tadını çıkar, en güzel zamanlar bunlar

Afiyet olsun. Tatil dönüşü evde bir şey kalmamıştır tabii, alışveriş yapmak şart

Göksel ona cevap yazdı.

Teşekkür ederiz

Aynen, boş dolapları tekrar ağzına kadar doldurduk. Şimdi Ahsen’le buluşmaya geldim, onunla da hasret gidereceğiz. Akşam ben de eve döndüğümde telefonda konuşuruz

Genç kadın arabadan inip kafeye ilerledi. İçeri girdiğinde Ahsen’in köşedeki masaların birinde oturduğunu gördü. Ahsen buraya geleli beş dakika kadar olmuştu.

“Gök!” dedi onu görünce ayağa kalkan Ahsen. “Bu ne güzellik kızım? Harika bronzlaşmışsın.”

“Teşekkür ederim,” dedi gülümseyen Göksel. “Sen de çok güzel bronzlaşmışsın. Gel buraya.”

İki arkadaş sıkı sıkı sarıldı.

“Nasıl özlemişim,” dedi Ahsen. Ondan ayrılıp yüzüne baktı. “Zayıflamışsın, belin incecik kalmış.”

“Evet, biraz kilo verdim,” diye onayladı Göksel. “Belim incecik kalmadı da göbeğim eridi, ondandır.”

“Göbek gidince yanlardan da gitmiş işte, çok da güzel olmuş.”

“Teşekkür ederim bebeğim.”

Masaya oturan iki arkadaş birer soğuk kahve ve tiramisu sipariş ettiler. Bir süre günlük şeylerden, tatilde yaptıklarından ve genel olarak hayatlarının nasıl gittiğinden konuştular. Göksel, Muğla tatilini uzun uzadıya anlattı, Ahsen de ailesiyle yaptığı bir haftalık Ayvalık tatilini anlattı. Aileleriyle beraber İstanbul’un kalabalığından ve yoğunluğundan uzakta yaptıkları bu tatiller ikisine de çok iyi gelmişti.

“Anlatacak bomba gibi olaylar olduğunu söylemiştin,” dedi Ahsen. “Neler oluyor? Dökül bakalım.”

“Müjdemi isterim,” dedi Göksel gülümseyerek. “Artık Gökhan’la sevgiliyiz.”

“Ne?” Ahsen’in sesi o kadar yüksek çıktı ki birkaç göz onlara döndü. Genç kadın daha normal bir sesle devam etti: “Ne diyorsun? Ne zaman, nerede, nasıl? Ayrıntıları dökül.”

Göksel dün Gökhan’a yaptığı sürprizi ve sonrasında gelişen olayları anlattı.

“Şaka yapıyorsun!” dedi Ahsen. “Öpüştünüz mü? Hem de dört kere? Kahvemden bir yudum almaya ihtiyacım var.”

“Evet,” diyen Göksel utanmıştı. “Üç tanesi ufak buselerdi ama o öpüşme var ya o öpüşme, aklımı başımdan aldı.”

“Güzel miydi? Nasıldı?”

“Güzeldi. Evet, biraz ıslak bir eylem ve rahatsız edici bir tarafı var ama sevdiğin kişiyi öperken bunları düşünmüyorsun; en azından ben düşünmedim. Dudakları yumuşacık, öpücüğü sevgi doluydu. Ben biraz beceriksizdim ama Gökhan iyiydi. Bunu düşünmek içimde garip bir kıskançlığa neden oluyor ama daha önce öpüştüğü belli. Zaten çevresi çok geniş biri, hayatında illa birileri olmuştur.”

“Olmuşsa olmuş,” dedi Ahsen. “Hepsi geçmişte kalmış, şu an hayatında sen varsın ve önemli olan da bu.”

“Haklısın, bunu ben de biliyorum ama biraz kıskandım. Neyse canım, güzel bir andı işte. O an kayalıklarda oturuyorduk ama ayaklarımın yerden kesildiğine yemin edebilirim.”

“Kesilmez mi be kızım! İlk öpücüğünü sevdiğin insanla yaşadın, böyle hissetmen çok normal. Sizin adınıza çok ama çok sevindim, tebrik ederim güzelim. İkiniz için de en hayırlısı olsun.”

“Çok teşekkür ederim bebeğim, eksik olma.”

“Gökhan’ın seni ne kadar mutlu ettiğini en iyi bilen kişiyim, ilk günden beri sana kendini hep iyi hissettirdi ve şimdi karşımda otururken önceden olduğundan daha iyi, daha mutlu görünüyorsun.”

“Evet, onun sayesinde hayatımda hissetmediğim kadar iyi ve mutlu hissediyorum. Annemle babamın aşkı bana aşkın ne kadar güzel bir şey olduğunu göstermişti, Gökhan’sa aşkın gördüğümden çok daha güzel olduğunu gösterdi.”

“Çok tatlısınız, maşallah diyeyim nazar değmesin.”

“Teşekkür ederiz güzelim. Yarın da akşam yemeğine çıkacağız, mekânı ben seçiyorum. Beşiktaş’ta bir restorana gidelim diyorum, sen ne dersin?”

“Muhteşem olur. Deniz kenarında bir restoranda rezervasyon yaptırabilirsin, Boğaz manzarası eşliğinde romantik bir akşam yemeği yersiniz.”

“Ben de böyle düşündüm. Birkaç yer biliyorum, arayıp müsaitlik durumlarını sorar ve bir tanesinde bize masa ayırtırım.”

“Aynen. Ne giyeceksin? Şık bir elbise lazım. V yaka siyah elbiseni giyebilirsin, ayağına da bir topuklu ayakkabı geçirirsin; uzun bir kolye ya da taşlı küpe takabilirsin, küçük bir çantayla da kombini tamamlarsın. Saçlarını açık bırakırsın, belki düzleştirir ve sadece uçlarına hafif dalgalar verirsin. O elbisene yakışır.”

“Makyaj?” diye sordu Göksel. “Söylediğin her şeyi kafamda canlandırdım ve çok beğendim, makyajı da söyle bakalım.”

“Hım,” dedi Ahsen işaret parmağıyla çenesine vurarak. “Eyeliner çekebilirsin, dudaklarına da belki kırmızı bir ruj? İddialı bir makyaj ama mekâna uyar, çok da güzel olur.”

“Kırmızı ruj mu?” dedi Göksel şaşırarak. “Hiç düşünmezdim ama fena bir fikir değil.”

“Yemeğin yanında da şarap söylersiniz. Al sana çift olarak yiyeceğiniz ilk akşam yemeği için harika planlar.”

“Şarabı ben de düşündüm,” deyip gülümsedi Göksel. “Bu harika fikirlerini benimle paylaştığın için teşekkür ederim, dikkate alacağım.”

“Lafı bile olmaz sarı civciv. Keşke yarın yanınızda olsam da sizi izleyebilsem.”

“Bir gün hep beraber buluşuruz. Ben Gökhan’ın arkadaşlarıyla vakit geçiriyorum, artık o da benim arkadaşlarımla vakit geçirebilir.”

“Çok isterim. Ayaküstü sohbet ettik ama eniştemi yakından tanımak isterim.”

“Enişten mi?”

“Evet, eniştem. Asu’nunkini adam yerine koymuyordum ama Gökhan anlattığın ve benim de gördüğüm kadarıyla iyi birine benziyor.”

Koymuyordum mu? Ayrıldılar mı?”

“Evet, tabii ki. Yürümeyeceği çok belliydi. Ayvalık dönüşü buluştuklarında tartışmışlar ve ayrılmışlar. Asu gelip, ‘Haklıydın, ondan bir halt olmaz,’ dedi. Ah be kızım, bir bildiğimiz var da konuşuyoruz değil mi? Neyse ki akıllı kız da gözü hemen açıldı.”

“Neden ayrılmışlar?”

“Ya bu mekânların çocuğu biz Ayvalık’tayken barlardan çıkmadı zaten, Asu’yla buluştuklarında da gece bara gitmeyi teklif etmiş ve Asu da bizim izin vermeyeceğimizi söyleyince bize laf etmiş. Geri kafalı, baskıcı, bağnaz falan demiş. Asu da ağzına sıçmış ve ayrılmış.”

“Şuna bak,” dedi Göksel kaşlarını kaldırarak. “Kıçımın kenarı.”

Ahsen bir kahkaha patlattı. “Kıçının kenarı daha kıymetlidir,” dedi. “Bir yerde karşıma çıksa da bağnaz ne demekmiş göstersem geri zekâlıya.”

“Parçalarsın valla.”

“Evelallah. Zaten orta boylu, zayıf bir şeydi; evire çevire döverim.”

Gülüştüler.

“Bu devirde düzgün birini bulmak gerçekten de zor,” dedi Göksel. “Herkes ayrı kafada.”

“Hay onların kafasına!” diye söylendi Ahsen. “Senin artık bunları düşünmene gerek yok, nasıl olsa şimdi Gökhan var. Ay gerçekten çok sevindim, seni böyle mutlu görmek beni de mutlu ediyor. Her şeyin en iyisini hak ediyorsun canımın içi.”

“Ağlarım bak, sonra dakikalar boyunca beni sakinleştirmekle uğraşırsın.”

“Ağlama ama ben içimden geçenleri söyleyeyim de rahatlayayım.”

“Senin içini de içinden geçenleri de severim. Çok teşekkür ederim bebeğim benim, iyi ki varsın. Seni seviyorum.”

Göksel, Ahsen’in elini tuttu.

“Ben de seni seviyorum,” diye karşılık verdi Ahsen. “Sen de iyi ki varsın Gök, eksik olma.”

İki dost kafede oturup sohbet etmeye devam ettiler. Konuşmalarının devamında aşk hayatından değil de günlük hayatlarından; biraz liseden, biraz da üniversiteden konuştular. Sonra ailelerinden konuştular, ikisi de  birbirinin ailesini tanıyordu ve onların neler yaptığı hakkında sohbet ettiler. Kalkmaya karar verdiklerinde saat altıyı geçiyordu.

“Seni davet eden bendim,” dedi Göksel masadan kalkarken. “Hesabı ben ödeyeceğim. Dan diye çağırdım, tatlıyla kahveyi ısmarlamış olayım.”

“Öyle olsun bakalım,” dedi Ahsen. “İlla ödeşiriz nasıl olsa.”

Göksel hesabı ödediğinde kafeden çıktılar.

“Eve de bırakayım istiyorsan,” dedi Göksel.

“Teşekkür ederim ama yapmam gereken birkaç şey var, hemen eve dönmeyeceğim,” dedi Ahsen. “Otobüse atlayıp giderim.”

“Peki, nasıl istersen. O zaman görüşmek üzere. Bugün geldiğin için teşekkür ederim, olanları en yakın arkadaşımla paylaşmak çok iyi geldi.”

“Elbette geleceğim ve benimle paylaşacaksın, aksi düşünülemez bile. Gel bir sarılayım sana.”

İki arkadaş sarıldı ve kısa bir vedalaşmanın ardından ayrıldı. Arabaya binen Göksel evine doğru yola koyulmadan önce mesajlarını kontrol etti. Gökhan’dan cevap vardı.

İyi yapmışsınız, iyi eğlenceler

Ben de işten çıktım, Araslara gidiyorum

Aradan üç saat geçtiği düşünülürse Gökhan şimdiye kadar Araslara gitmiş, onunla haftalık dersini yapmış ve belki de evine dönmüş olmalıydı.

Ben Ahsen’le ayrıldım, eve geçeceğim. Sen ne yaptın?

Göksel ona mesaj attıktan sonra yola koyuldu. İstanbul Üniversitesinin yanından geçerken yüzünde bir gülümseme vardı. Her ne kadar burası tıp fakültesi olsa da Gökhan bu üniversitenin öğrencisiydi ve onun okulunun tabelasına bakmak genç kadının hoşuna gitti.

Göksel eve döndüğünde saat yedi olmuştu bile. Kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdiğinde burnuna bir et kokusu çarptı. Birkaç saniyelik koku analizinden sonra bunun sebzeli güveç olduğuna kanaat getirdi.

“Kızım?” diye seslendi Güzin. “Sen mi geldin?”

Salona ilerleyen Göksel annesiyle babasını koltukta otururken buldu. “Selam,” dedi. “Döner dönmez burnuma leziz kokular geldi. Siz yediniz mi?”

“Seni bekledik.”

“O zaman ben bir ellerimi yıkayayım, sonra yiyelim, olur mu? Acıktım.”

“Biz de acıktık,” dedi Engin. “Sen ellerini yıkarken biz de sofrayı hazırlarız.”

Göksel ailesiyle akşam yemeğini yedikten sonra odasına çekildi. Gökhan’dan gelen yeni mesajını açtı.

Ben de evdeyim. Aras’la dersim biter bitmez eve döndüm, akşam trafiğine kalmak istemedim

Haklı bir gerekçeydi. Kadıköy, İstanbul’da yaşayanların özellikle hafta sonu gezileri için tercih ettiği ilçelerden biriydi ve ilçeye akın eden insanlar ilçede her yeri dolduruyordu.

Göksel, Gökhan’ı aradığında genç adam birkaç saniye içinde telefonu açtı.

“Alo?” dedi Gökhan’ın sesi.

“Selam,” dedi Göksel. “Müsait misin?”

“Selam, müsaitim. Nasılsın?”

“İyiyim, sen?”

“Sesini duydum daha iyi oldum. Ne yapıyorsun? Arama konusunda benden önce davrandın.”

“Öyle oldu. Akşam yemeğini yedikten sonra odama çekildim, sen ne yapıyorsun?”

“Ben de akşam yemeğini yedim ve şimdi de salonda oturuyorum öyle. Günün nasıldı?”

“Pazara göre yoğun bir gündü ama güzeldi. Bizimkilerle güzel bir kahvaltı ettim, market alışverişi yaptım; Ahsen’le buluştum, birkaç saat onunla zaman geçirip hasret giderdim. Sen ne yaptın?”

“İyi yapmışsın, sevdiklerinle zaman geçirmek gün fark etmeksizin güzel bir şey. Ben de işe gittim, işten sonra Aras’la özel dersim için onların evine gittim ve ders bitince direkt evime döndüm. Annesi akşam yemeği için durmamı istedi —bunu neredeyse her hafta istiyor— ama evde yemeğim olduğu ve bir an önce evime gitmek istediğim için kabul etmedim.”

“Tatlı bir ailesi var gibi.”

“Hem de çok tatlılar.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“Yarın akşam için aklımda birkaç yer var,” dedi Göksel biraz sonra. Bu kısa sessizlikler ona hep garip hissettiriyordu. “Beşiktaş’a gideriz diye düşünüyorum. Güzel bir restoranda sakin bir akşam yemeği yeriz, belki yanında şarap içeriz. Bildiğim güzel restoranlar var ama daha uygun fiyatlı bir yemek istersen başka yerler de bakabilirim.”

“Hayır hayır,” diye karşı çıktı Gökhan. “Restoran olsun, şarap fikrini de çok sevdim. Demek romantik bir akşam yemeği istiyorsun? O hâlde üstüne şık bir şeyler de giyersin. Dolabımı karıştırmam gerekecek.”

Göksel güldü. “Çift olarak ilk akşam yemeğimize özel bir şeyler düşündüm.”

“Çift olarak ilk akşam yemeğimiz gerçekten. Güzel bir akşam olacak.”

“Bundan eminim. Ne giymeyi düşünüyorsun?”

“Bir şeyler ayarlarım, yarın görürsün.”

“Peki, öyle olsun.”

“Şeyi merak ediyorum,” dedi Gökhan. “Seninkilere söyledin mi? Bizi yani.”

“Söyledim,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Nasıl karşıladılar?”

“Genel olarak iyi.”

“Genel olmayan kısmı nasıl?”

“Dürüst olayım,” diyen Göksel derin bir nefes aldı. “İlk kez sevgilim olduğunu duymak onları şaşırttı, özellikle babamı. Biraz hızlı gittiğimizi düşünüyorlar ama benim ne kadar mutlu olduğumu gördükleri için onlar da buna uyum sağlıyor, en azından sağlamaya çalışıyorlar.”

Kısa bir sessizlik yaşandı.

“İlk kez sevgilin olduğunu mu duydular?” diye sordu Gökhan. Genç adamın kaşları kalkıktı. “Odaklandığım nokta belki de burası olmamalı ama ilk sevgilin miyim?”

“Hı hı,” diye mırıldandı Göksel. “İlk sevgilimsin.”

“Nasıl ya? Bu kadar güzelken, tatlıyken ve hoşsohbetken nasıl mümkün olabiliyor böyle bir şey?”

“Basbayağı. İnsanlar konusunda çok seçiciyimdir ve karşıma sevgili olmayı isteyeceğim kadar düzgün biri çıkmamıştı. Senden önce yani.”

“İnsanlar konusunda çok seçicisin ve beni seçtin.”

“Öyle oldu.”

“Anlaşıldı, bu gece de uyuyamayacağım.”

Göksel kıkırdadı. “Yarın akşam seni dinç bir şekilde karşımda görmek isterim, bu yüzden lütfen uyu.”

“Ben ne kadar yorgun olursam olayım seni görünce kendime geliyorum zaten,” dedi Gökhan içtenlikle. “Benim gökyüzüm senin yüzün derken ciddiydim. Göğe bakmak bana nefes aldırıyor, senin yüzüne bakmak da öyle.”

Göksel derin bir nefes aldıktan sonra, “Senin cümlelerin de bana nefes aldırıyor,” dedi. “İlişkinin başları gerçekten de canım cicim aylarıymış, şu hâlimize bak.”

“Bu hâlimizden çok memnunum şahsen. Ben sevdiğim insanlara karşı hep canım cicim takılırım, buna alışsan iyi edersin çünkü her zaman böyle olacağım.”

“Alışmakta zorluk çekmeyeceğim kesin.”

“Neden?”

“Çünkü bu tavırların çok hoşuma gidiyor.”

“Bak sen,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Sen de benim çok hoşuma gidiyorsun. Yarın akşam için sabırsızlanıyorum.”

“Ben de öyle. Henüz nereye gideceğimiz kesinleşmedi fakat Beşiktaş’a nasıl geleceksin? Feribotla mı?”

“En mantıklısı feribot, iskeleden de otobüsle restorana geçerim.”

“Seni iskeleden alabilirim. Arabayla gelirim.”

“Hayır demem.”

“Tamam, o zaman anlaştık. İşten çıkar çıkmaz Beşiktaş’a geçer misin?”

“Aynen, üstümü değiştirip iskeleye giderim; çok yakın zaten. Vapur çeyrek geçe kalkıyor, kırk geçe gibi Beşiktaş’ta olurum.”

“Ben de o saatlerde iskelenin orada olacağım şekilde evden çıkarım. Yine haberleşiriz zaten.”

“Tamam güzelim.”

Bu kelimeyi yine duyan Göksel gülümsedi.

“O zaman ben şimdi kapatayım,” dedi Göksel biraz sonra. “Restoranlara bakacağım ve gözüme kestirdiklerimi arayıp rezervasyon durumunu soracağım.”

“İlk buluşmamızda benim seçtiğim bir restoranda akşam yemeği yemiştik,” dedi Gökhan. “O zaman ben de rezervasyon yaptırmıştım. Şimdiyse çift olarak ilk akşam yemeğimizi yiyeceğiz ve restoranı sen seçiyor, rezervasyonu da sen yaptırıyorsun. Böyle güzel denk gelişlerin hastasıyım. Senin benim sahne aldığım gün Parça’ya yolunun düşmesi ve sonra arkadaşlarınla oraya geldiğiniz akşam da çıkışta denk gelmemiz gibi.”

“Birbirimize denk gelmemiz gerekiyormuş.”

“İyi ki gelmişiz. Neyse, romantikliği yarına da bırakalım. Sen şimdi restoranlara bak, ben de bulaşık yıkayayım. Yarın görüşmek üzere güzelim.”

“İkimize de kolay gelsin. Görüşürüz sevgilim.”

“İkimize de kolay gelsin,” diye tekrar etti Gökhan. “Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum.”

Göksel telefonu kapatınca kendi kendine güldü. Haritaları açan genç kadın yarın akşam için restoran arayışına girdi.

***

Ertesi gün Göksel akşamki yemek randevusu için uzun bir hazırlanma süreci yaşadı. Biraz göğüs dekoltesi olan v yaka siyah elbisesini giydi, aksesuar olarak uzun gümüş bir kolyeyle gümüş bileklik taktı; makyajı için her zamankinden farklı olarak siyah bir eyeliner çekip kırmızı mat bir ruj sürdü ve saçlarını da dalgalı kullanmak yerine bu akşam için düzleştirmeyi tercih etti. Aynadaki görüntü gözüne çok farklı gelse de kendisini beğendi. Hoş görünüyordu.

Siyah baget çantasına cüzdanını, rujunu ve daha ufak olan dijital kamerasını koydu. Bu akşamdan hatıra kalacak fotoğraflar çekmeyi istiyordu.

Hiçbir şey unutmadığından emin olduktan sonra evden çıktı. Akşam için ince tokalı siyah topuklu ayakkabılarını giyecekti fakat topuklu ayakkabılar araba kullanırken —özellikle de sürekli dur kalk yapılan İstanbul trafiğindeyken— hiç rahat olmadığı için sadece arabadayken giymek için ayağında siyah babetleri vardı.

“Çok uyumlu oldular,” diye düşündü. “Moda tasarımcıları beni bu kılıkta görse intihar ederler.”

Arabayı çalıştırmadan önce Gökhan’a yola çıktığına dair mesaj attı, ardından yola koyuldu. Güzergâh olarak çevre yolu daha açık olsa da açık olduğu kadar uzun bir yoldu ve o da kısa ama daha yoğun olan sahil yolunu tercih etti. Trafiği her zamanki gibi müzik dinleyerek atlatıp Beşiktaş İskelesi’ne ulaştığında saat 19.50’ydi. Gökhan’ın vapuru iskeleye ulaşalı biraz olmuştu ve genç adam onu deniz kenarında bekliyordu.

“Ben geldim,” dedi onu arayan Göksel. “Sen neredesin?”

“Kıyıdayım,” diyen Gökhan etrafa baktı. “Kadıköy İskelesi’nin önündeyim.”

Göksel kornaya bastığında Gökhan sesin geldiği yere döndü ve biraz ileride duran beyaz Hyundai’yi fark etti.

“Gördüm seni,” dedi genç adam ona yürümeye başlayarak. “Sağına bak.”

Yolcu koltuğunun olduğu taraftaki camı indirip o tarafa bakan Göksel kendisine yaklaşan Gökhan’ı gördü. Genç kadın gülümseyerek onu süzdü. Gökhan beyaz bir gömlekle gri renkli keten bir pantolon giymişti, ayaklarında beyaz spor ayakkabıları vardı ve gri renkli omuz çantası da sağ omzundan aşağı sarkıyordu. Kahverengi saçları her zamanki gibi özenle şekillendirilmişti, yüzü sağlıkla ve sürdüğü nemlendirici kremin etkisiyle parıldıyordu.

Genç adam baş döndürücü görünüyordu.

Göksel’in daha da hoşuna giden şeyse Gökhan’ın elindeki çiçek buketiydi.

Gökhan arabanın yanına geldiğinde Göksel uzanıp kapıyı içeriden açtı. Gökhan arabaya binmek için eğilmişti ki Göksel’i görünce durdu. Dudakları biraz aralanırken hayran bakışlarla onu inceledi, tepeden tırnağa süzdü. Bakışları yeniden onun yüzüne çıktığında gözlerinin odak noktası kırmızı ruj sürülmüş dolgun dudaklar oldu.

“Teşekkür ederim,” dedi Göksel gülümseyerek.

“Asıl ben teşekkür ederim,” dedi Gökhan. “Sayende gözüm gönlüm açıldı, günüm güzelleşti, dünyam aydınlandı.”

Göksel güldü. “Çok tatlısın, teşekkür ederim. Ben de söylemeliyim ki sen de muhteşem görünüyorsun.”

“Sana layık olmaya çalıştım fakat pek başarılı olduğum söylenemez.”

“Duymamış olayım, bana daha layık bir erkek düşünemezdim. Atla hadi, daha yolumuz var.”

Gökhan yolcu koltuğuna oturup emniyet kemerini taktı. “Bunlar senin için,” dedi buketi Göksel’e uzatarak.

“Çok incesin, teşekkür ederim,” diyen Göksel buketi alıp kokladı. “Mis gibi kokuyorlar.”

“Rica ederim.”

Göksel ona uzanıp genç adamın dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu.

“Çok hızlı bir öpücük oldu,” dedi Gökhan. Parmaklarını kendine doğru büküp onu çağırdı. “Tam anlayamadım. Bir daha yaklaşsana.”

“Çok uyanıksın,” dedi Göksel. Gözlerini kıstı. “Ama çok da tatlısın. Yaklaşayım bari.”

“Yaklaş bari.”

Göksel ona yaklaştığında Gökhan da ona uzandı ve ikilinin dudakları yeniden birleşti. Birkaç saniye minik hareketlerle birbirlerini öptükten sonra ayrıldılar.

“Şimdi anladın mı?” diye fısıldadı Göksel.

“Hem de nasıl anladım,” dedi Gökhan. “Öyle iyi anladım ki bunun hakkında kitap bile yazabilirim.”

“Şu an rujumun dudaklarına bulaşıp bulaşmadığını merak etmiyor musun?”

“Şu an düşüneceğim son şey bu olur.”

“Neyse ki sabitlenen bir ruj seçtim, bulaşma yapmıyor.”

“Yapsaydı da önemli olmazdı, silerdim geçerdi. Beni seni öpmekten alıkoyamazdı.”

“Bak sen. Şu buketi arka koltuğa koyayım da restorana geçelim artık.”

“Geçelim. Karnım kazınıyor.”

“Ben de çok acıktım.”

Restorana giderken bugünün nasıl geçtiği hakkında sohbet ettiler. Göksel bu akşam için Boğaz ve köprü manzaralı bir restoranı tercih etmiş, restoranın cam kenarından bir masayı rezerve ettirmişti. Restorana vardıklarında aracı restoranın önündeki park yerlerinden birine park etti.

“Restoranın konumu çok güzelmiş,” dedi etrafı inceleyen Gökhan. “Köprünün ışıl ışıl manzarası yemek boyunca bize eşlik edecek desene.”

“Aynen öyle,” diye onayladı Göksel. “Ayakkabılarımı değiştireyim de içeri geçelim.”

“Ayakkabıların mı?”

“Topuklu ayakkabı araba sürerken çok zor oluyor, ben de bu yüzden babetlerimi giydim.” Arabanın arkasına uzanan Göksel yerdeki topuklu ayakkabılarını aldı. “Babetleri çıkarıp bunları giyeceğim.”

“İnanılmazsın cidden.”

“Sadece canımın kıymetini biliyorum.”

Göksel babetlerini çıkardığında Gökhan onun çıplak ayaklarına bakıp güldü. Göksel ona baktığında gülmeyi bıraktı.

“Ayak fetişim yok,” dedi elini sallayarak. “Aksine ayaklardan pek hoşlanmam.”

“Ben de hoşlanmam,” dedi Göksel. “Seni çıplak ayağa daha fazla maruz bırakmayacağım merak etme, şimdi ayakkabılarımı giyiyorum.”

“Senin ayaklarının rahatsız eden bir tarafı yok, pamuk gibiler. Bir de tırnaklarına siyah oje sürmüşsün, iyice beyaz görünmüşler.”

“İyi ki ayak fetişin yokmuş.”

“Bu laflarım benim genel olarak sana zaafım olmasından kaynaklanıyor. Sevdiğin insanın her şeyi gözüne güzel gelir sonuçta.”

Ayakkabısının tokasını bağlayan Göksel doğruldu. “Bak bu konuda haklısın. Seninle ilgili her şey de benim gözüme güzel geliyor.”

“Biz rujuna bulaşma testi yapmadan içeri girsek iyi olacak.”

Göksel gülerek, “Peki,” dedi. Babetlerini arkaya bıraktı. “Hadi gidelim.”

Arabadan inen çift, restorana el ele yürüdü ve içeri de el ele girdi. Bir garson hemen onları karşıladı.

“Hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek.

“Hoş bulduk,” dedi Göksel. “Dün akşam Göksel Dinçer adına rezervasyon yaptırmıştım. Cam kenarında bir masa ayırtmıştım.”

Genç garson takım elbise giyen bir adama işaret ettiğinde Göksellerle o adam ilgilendi ve ikiliye masalarına kadar eşlik etti. Onları takip eden genç garsonsa elindeki iki menüyü masada karşı karşıya oturan çiftin önüne bıraktı. Göksel çalışanlara teşekkür ettiğinde ikisi de uzaklaştı ve genç çift masada yalnız kaldı.

“Mekâna bayıldım,” dedi Gökhan. “Nezih bir yer olduğu anlaşılıyor. Hadi ne yiyeceğimize karar verelim.”

Bir süre menüye bakan ikili yiyecekleri yemekleri seçti. Göksel bir sebze yemeğinde karar kılarken Gökhan da tercihini et yemeğinden yana kullandı. Göksel elini kaldırınca bir garson masalarına yaklaştı ve onlar da siparişlerini verdiler.

“Küçük şişede kırmızı şarap da alalım,” dedi Göksel.

“Tabii,” dedi garson. “Başka bir isteğiniz var mı?”

“Şimdilik bu kadar, teşekkürler.”

Siparişleri alan garson masadan uzaklaştı. Gökhan camdan dışarısını inceliyordu, Göksel de ona katıldı ve ikili bir süre Boğaz’dan, Anadolu Yakası’ndan ve köprünün ışıklarından oluşan manzarayı izledi. Göksel ailesiyle beraber sık sık Boğaz manzaralı restoranlarda akşam yemeği yiyordu ve bu yapmayı çok sevdiği bir aktiviteydi, Gökhan’sa burada yaşadığı üç senede böyle bir restoranda çok nadir bulunmuştu ama Boğaz manzarası hoşuna gidiyordu. Bu restoranın ve oturdukları masanın manzarası da çok güzeldi.

“İstanbul akşamları daha güzel görünüyor,” dedi Gökhan. Bakışlarını karşısında oturan Göksel’e çevirdi. “Köprü manzarası harika.”

“İstanbul akşamları daha güzel,” diye cevap verdi Göksel ona bakarak. “Ambiyansını seviyorum.”

“İstanbul akşamları seninle daha da güzel,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Şu an gözlerimi kamaştırıyorsun. Düz saç çok yakışmış, göz makyajın da öyle; kırmızı ruj konusuna hiç girmiyorum bile.”

Göksel gülümseyerek onun elini sıktı. “Senin için hazırlandım, çift olarak yiyeceğimiz ilk akşam yemeği için. Bana böyle diyorsun ama sen de muhteşem görünüyorsun, gömlekle keten pantolon çok yakışmış. Daha sık giymelisin.”

“Ben kıyafette rahatına düşkün biriyimdir ama teşekkür ederim, böyle giyinmeyi çoğunlukla özel günlerde tercih ediyorum ve bu da fazlasıyla özel bir gün.”

“Kesinlikle öyle.”

“Burayı nereden biliyorsun? Daha önce gelmiş miydin?”

“Evet, ailemle iki kere gelmiştik. Müşterileri düzgün insanlardır, çalışanları iyidir ve yemekleri de son derece lezzetlidir. İlk çift yemeğimiz için çok uygun bir yer olduğunu düşündüm.”

“Biraz pahalı bir yer olduğu anlaşılıyor ama mekânı ben de sevdim, yemekleri de gelince tadarız.”

“Fiyat konusunu düşünme. Mekânı seçen benim, hesabı da ben halledeceğim.”

“Hayatta olmaz. Hepsini sana ödetmem.”

“İlk tartışmamızı hesap konusunda mı yapacağız? Bence yapmayalım.”

“O zaman Alman usulü yapalım, herkes yediğinin parasını ödesin. Şarabı da yarı yarıya öderiz.”

“Madem böyle istiyorsun, dediğin gibi olsun.”

“Teşekkür ederim.”

Dakikalar sonra ikilinin siparişleri geldi. Garson tabakları ikilinin önüne koyduktan sonra kadehlere de şarap doldurdu ve şişeyi de masaya bıraktı.

“Başka bir arzunuz var mı?” diye sordu kibar bir sesle.

“Şimdilik yok,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederiz.”

“Afiyet olsun.”

Garson boş tepsiyle uzaklaştı.

“Yemekler gerçekten lezzetli görünüyor,” dedi Gökhan. Derin bir nefes aldı. “Ve muhteşem kokuyorlar.”

“Lezzetlilerdir,” dedi Göksel. “Hadi başlayalım.”

İkisi de yemeklerinden biraz yiyip tatlarına baktılar.

“Nasıl?” diye sordu Göksel. “Beğendin mi?”

Gökhan lokmasını yuttuktan sonra, “Beğendim,” dedi. “Et çok lezzetli, sosu da çok güzelmiş.”

“Afiyet olsun.”

Gökhan kadehine uzandığında Göksel de kendi önündekine uzandı.

“Bize,” dedi Gökhan. “Bu akşama ve bundan sonraki tüm akşamlarımıza.”

“Bize,” diye tekrar etti Göksel. “Tüm akşamlarımıza.”

Genç çift kadehlerini tokuşturup birer yudum kırmızı şarap içti. Şarap ekşi bir tat bırakarak boğazlarından aşağı inerken ikisi de gülümsedi.

“Fena değilmiş,” dedi Gökhan. “Şarapla aram çok yoktur ama bunu beğendim.”

“İçki zevki kişiden kişiye çok değişiyor,” dedi Göksel. “Mesela ben şarabı çok severim.”

“Şaşırmadım. Ben tam bir biracıyım, favorim.”

“Ben de buna şaşırmadım nedense.”

“Sen bira sever misin?”

“Severim, yanında kuruyemiş ya da cips gibi atıştırmalıklarla güzel gidiyor.”

“İşte budur ya. O zaman bir gün de bira içmeye gidelim, bu sefer mekânı ben seçiyorum.”

“Bara mı götüreceksin? Sevdiğim yerler değildir.”

“Aklımda bir bar yoktu ama bu bilgiyi bir kenara yazdım. Sakin ve güzel mekânlar biliyorum, onlardan birine gideriz.”

“Tamam o zaman. Birayı pek dışarıda içmem, yani sırf bira içmek için bir yere giden biri değilimdir. Marketten alıp evde içmek daha çok hoşuma gidiyor, dizi ya da film izlerken güzel oluyor.”

“Hım,” dedi Gökhan kelimenin sonunu uzatarak. Gülümsüyordu. “Bir gün de öyle yaparız. Evimde televizyon yok ama dizüstü bilgisayarım da iş görür.”

“Televizyonunuz yok mu?” dedi Göksel şaşırarak.

“Hayır, Yağız da ben de izlemiyoruz; izlemediğimiz bir şeye de o kadar para verip almak akıllıca olmayacağı için almadık. Zaten oturup bir şeyler izlemeye pek vaktim olmuyor, izlemek isteyince de bilgisayarımdan izliyorum.”

“Doğru, haklısın. Boşu boşuna o kadar para vermenin mantığı yok, onun yerine ihtiyaçlarınızı almışsınızdır.”

“Aynen. Bir gün bana gelirsin, ortamı hazırlarız.”

“Olur, ayarlarız.”

Yemeklerinden birkaç çatal daha yerken sessiz kaldılar. İçerisi çok kalabalık değildi, bu yüzden fazla bir konuşma sesi yoktu; hoparlörlerden yükselen şarkıların sesi rahatça duyuluyordu. Fonda genelde yavaş bir tempoda ilerleyen sakin parçalar çalıyordu.

Göksel şarabından büyük bir yudum içtikten sonra dudaklarını yaladı. Bu esnada ona bakan Gökhan yutkundu.

Kırmızı şarap kırmızı dudaklarıyla ne kadar da uyumluydu, üstelik bu dudaklar şaraptan daha sarhoş ediciydi.

Gökhan boğazını temizledikten sonra yemeğinden bir çatal daha yedi.

“Dudaklara bakma,” diye geçirdi içinden. “Dudakları düşünme.”

Masadaki sessizlik bir süre daha devam etti. Gökhan ağzındaki lokmaları çiğnerken hem restorana hem de manzaraya bakıyordu, Göksel’in bakışlarıysa genelde erkek arkadaşının üzerindeydi.

“Hey,” dedi Göksel. “Bana bakmamak için çaba mı sarf ediyorsun yoksa ben mi yanlış anladım?”

“Etrafı inceliyordum,” dedi Gökhan ona bakarak. “Manzara çok hoş.”

“Yemeğimi yiyorum, senin bu lafını değil.”

“Peki,” dedi Gökhan hemen pes ederek. “Rujun dikkatimi dağıtıyor.”

“Ha?”

“Kırmızı rujun kırmızı şarapla birleşince fazlasıyla dikkat dağıtıcı bir ikili oluşturmuşlar. Ben de dikkatim dağılmasın diye bakmamaya çalışıyorum.”

“Delisin.”

“Delirtiyorsun.”

“Bak ya,” dedi Göksel gülerek. “Şu an sen de benim dikkatimi dağıttın.”

“O hâlde ödeştik.”

“O zaman,” diyen Göksel kadehine uzandı. “Ödeşmemize.”

“O kırmızı dudaklarınla şarabı içince denklik bozulacak,” dedi Gökhan. O da kadehini eline aldı. “Ama ben ödeşmenin yolunu bulurum.”

“Nasıl bulacakmışsın?”

“Seni öperek. Öpüşerek ödeşiriz. Zaten birbirine çok benzeyen kelimeler, bu bir tesadüf olamaz.”

“Sen öyle diyorsan.”

Kadehlerini tokuşturdular ve şaraplarından içtiler. Şarabı biten Göksel şişeye uzandı.

“Sen şarabı içiyorsun da araba kullanacaksın,” dedi Gökhan. “Sarhoş olursan ne yapacaksın?”

“Ayılmayı beklerim,” dedi Göksel omzunu silkerek. “Hem iki kadeh şarapla sarhoş olmam ben.”

“Peki, dediğin gibi olsun. Buna sonra karar veririz.”

“Sana da dökeyim mi?”

“Dök bakalım.”

Göksel ikisinin kadehini de yarıya kadar doldurdu. Kadehlerini tokuşturan çift taze dökülmüş şaraptan birer yudum daha içtiler.

“Tadı artık o kadar ekşi gelmiyor,” dedi Gökhan. “Bu akşamdan sonra şarabı sevecek gibiyim.”

“Sevmeye bakmanı öneririm,” diye cevap verdi Göksel. “Böylece daha sık şarap içtiğimiz akşam yemeklerine çıkabiliriz.”

“O zaman şarabın favori içkim olma vakti gelmiştir.”

Göksel kıkırdadığında Gökhan da güldü.

“Şu an kafamda hangi şarkı çalıyor biliyor musun?” diye sordu Gökhan.

“Bilmiyorum,” dedi Göksel. “Hangi şarkı çalıyor?”

Renkli Rüyalar Oteli.”

“Sarhoş olsak ya / Kimiz unutsak ya / Bulut olup iç içe / Bardaktan boşalsak ya.”

Yüksek doz aşk alıp / Burada mutlu ölsek ya. Şu an yüksek doz aşk alıyorum ve burada mutlu ölebilirim.”

“Mutlu ölmeden önce mutlu yaşamamız gerekiyor. Her şeyin başındayız sevgilim, yolumuz uzun.”

“Şu an seni öpsem uygunsuz kaçar mı?”

“Sevgi hiçbir zaman uygunsuz kaçmaz.”

Gökhan ona uzandığında Göksel de ona uzandı ve ikilinin dudakları masanın ortasında birleşti. Gökhan onun dudaklarına büyük bir öpücük kondurduğunda Göksel dudaklarından başlayan bir yanma hissinin vücudunu ele geçirdiğini hissetti.

“Bu akşamın en sarhoş edici kırmızısı senin dudakların,” dedi Gökhan sandalyesinin arkasına yaslandığında. “Ve diğer tüm akşamların, sabahların da öyle.”

“Bu akşamın en sarhoş edici şeyi senin cümlelerin,” dedi Göksel. “Ve diğer tüm akşamların, sabahların da öyle olacak. Üstelik bu sarhoşluk geçmiyor ama insana kötü de hissettirmiyor, bilakis muhteşem hissettiriyor.”

“Seni yine öperim ama bu sefer bir buseden fazlası olur ve bunun uygunsuz kaçacağına dair ciddi şüphelerim var.”

Göksel gülerek, “Bu gerçekten uygunsuz olabilir,” dedi. “En iyisi yemeklerimizi bitirelim, şarabımızı içelim.”

“Bence de.”

Tabaklarının dibinde kalan yemekleri yerken ikisi de sessizdi. Yemek Göksel’i tam olarak doyurmuş sayılmazdı, bu yüzden genç kadın tatlı söylemeyi düşünüyordu. Gökhan da tıka basa doymamıştı, o da tatlı yemeyi düşünüyordu.

Yemeğini bitiren Göksel kadehindeki şarabın kalanını da kafasına dikti. Şişede biraz şarap vardı ama onu içmeyi düşünmüyordu, araba kullanacaktı ve içkiyi dozunda bırakması en güvenlisiydi.

“Doydun mu?” diye sordu Gökhan.

“Midemde hâlâ yer var,” dedi Göksel. “Tatlı söylemeyi düşünüyorum.”

“Ben de aynısını düşünüyordum. Yemek kesmedi.”

“Anlaşılan midelerimiz de uyumlu.”

“Öyle görünüyor. Ne söyleyelim?”

“Bilmem, menü söyleyelim de seçeriz.”

Bir garsona seslenen Gökhan menüyü istedi. O garson menü getirmeye giderken bir diğeri de masadaki boşları topladı. Garson Gökhan’ın şişenin dibinde kalan şarabı döktüğü kadeh hariç masadaki her şeyi götürdü.

Saniyeler sonra masaya dönen garson, “Buyurun,” diyerek elindeki menüleri masaya bıraktı. “Yemeklerinizi beğendiniz mi?”

“Beğendik,” dedi Göksel. “Çok lezzetliydiler. Bir de tatlı yiyelim istedik.”

“Magnolia’mızı tavsiye edebilirim. Şefimiz az önce yaptı.”

“İçinde neler var?”

“Kreması muzlu, arasında ve üstünde de çilek var.”

“Sever misin?” diye sordu Göksel, erkek arkadaşına bakarak.

“Severim,” dedi Gökhan.

“O zaman iki tane magnolia alalım.”

“Başka bir isteğiniz?”

“Yok, teşekkür ederiz.”

Garson menüleri aldı ve mutfak tarafına doğru ilerledi.

“Tatlı gelmeden önce şarabı bitireyim,” dedi Gökhan. “Şarap beni biraz çarpar, haberin olsun. Harfleri yuvarlayarak konuşmaya ve olur olmadık yerlerde gülmeye başlarsam anla ki şarap çarpmış.”

“Bunu görmek isterim,” dedi Göksel sırıtarak. “Sarhoş olunca gülenler genelde çok komik tavırlar sergiliyor.”

“Benimle eğlenme derdindesin demek? Çok ayıp.”

“O zaman içme.”

“Buna kim bilir kaç para sayacağız, tek bir damlasını bile israf etmem.”

Göksel gülerken Gökhan şaraptan büyük bir yudum içti.

“İçmeyeceğini düşünüyorum ama yine de sorayım,” dedi Gökhan. “İçer misin?”

“Çok iştahlı içtin,” dedi Göksel. “Bir yudum alayım.”

Gökhan’ın kadehini alan Göksel şaraptan bir yudum içtikten sonra kadehi onun önüne geri koydu.

“Ben de kalanı kafama dikeyim,” dedi Gökhan. “Kesin çarpacak. Çarpsın, çarpmazsa adam değil.” Gökhan şarabı kafasına dikti ve yutkunduktan sonra yüzünü biraz buruşturdu. “Ekşi ama garip bir şekilde insanın hoşuna gidiyor.”

“Çarparsa ayılmanı bekleriz,” dedi Göksel. Kollarını önünde birleştirip dirseklerini de masaya yasladı. “Sana ne zamandır sormak istediğim bir soru var: Müzik çalışmaların nasıl gidiyor?”

Onun bu soruyu sorması Gökhan’ı şaşırttı ama genç adamın hoşuna da gitti.

“Güzel gidiyor,” diye cevap verdi Gökhan. “Birkaç şarkının sözlerini yazmayı bitirdim, bestelerini de tamamladım; sözlerinin ve bestelerinin üzerinde çalışmaya devam ettiğim şarkılar da var. Sözleri ve besteleri biten şarkıları kaydetmeye de ufaktan başladım.”

“Öyle mi? Ne güzel. Ne zaman dinleyebiliriz?”

“Herkesin dinlemesi için daha zaman var fakat kız arkadaşım ve büyük bir destekçim olarak yakın zamanda sana dinletirim; sen de benimle kıymetli fikirlerini paylaşır, kararsız kaldığım birkaç noktada bir karara varmamı sağlarsın.”

“Çok memnun olurum. Senin gibi muhteşem bir gitarist ve vokalistin ortaya nasıl eserler çıkardığını çok merak ediyorum.”

“Fazlasıyla kişisel eserler ortaya çıkarıyorum, kendi hayatım ve tecrübelerim hakkında yazıyorum ve açıkçası bunları insanlarla paylaşabileceğim konusunda emin değilim. Başkalarının şarkılarını söylemek çok kolay ama iş kendi yazdığın şarkıları söylemeye geldiğinde insan kendini çırılçıplak hissediyor.”

“Bu gerçekten cesaret gerektiren bir şey.”

“Öyle. Diğer müzisyenlerin kendi deneyimlerinden cesurca bahsetmelerini takdir ediyorum, benimle benzer tecrübelere sahip olduklarını bilmek iyi hissettiriyor.”

“Senin şarkılarını dinleyen bazı insanlar da böyle hissedecek. Sanatın belki de en yanı insanın onda kendinden parçalar bulabilmesidir. Mesela bir kitabı okurken bize o kitabı sevdiren şey kendimize veya tanıdığımız birine benzettiğimiz bir karakter olur ya da kitapta geçen bir olayı bizzat tecrübe etmemiz olur; bir şarkıyı severek dinlememizin nedeni çoğu zaman hislerimize tercüman olmasıdır, aynı şekilde bir resme bakarken o resimde kendimizi görebiliriz ve bu yüzden o resmi —ya da aynı şekilde o fotoğrafı— çok severiz. İnsanlar senin şarkılarını dinlediğinde de kendinden parçalar bulacak ve onlarla bir bağ kuracak; sence de bu eşsiz bir şey değil mi?”

Göksel konuşmasını bitirdiğinde Gökhan’ın yüzüne bir gülümseme yayıldı.

“Eşsiz bir şey,” diye onayladı Gökhan. “Haklısın ama yine de buna hazır olmak için biraz daha zamana ihtiyacım var.”

“İstediğin kadar bekleyebilirsin, henüz okulunu bile bitirmedin ve önünde uzun bir yol var.”

“Teşekkür ederim,” diyen Gökhan onun elini tuttu. “Gerçekten teşekkür ederim, tüm bu söylediklerin benim için çok kıymetli. Eksik olma güzelim.”

“Her zaman,” dedi Göksel onun elini sıkarak.

Garson onların masasına döndüğünde elindeki tepside iki magnolia vardı. Tatlıları ikilinin önüne bıraktı ve onlara, “Afiyet olsun,” diyerek uzaklaştı.

“Zaten tatlı konuşuyorduk ama şimdi tatlılarımız geldiğine göre tatlı yiyip daha tatlı konuşabiliriz,” dedi Gökhan. Kaşığını tatlısına soktu. “Ben de senin hesabını kontrol ediyorum ve gün geçtikçe takipçi sayının arttığını görüyorum.”

“Bir çocuk gibi ellerimde büyüyor,” dedi Göksel duygu dolu bir sesle. “Takipçi sayım artıyor, beğenilerim artıyor, fotoğrafların altına gelen yorumların sayısı artıyor ve tüm bunları görmek çok iyi hissettiriyor. Çok severek ortaya koyduğum sanatımın diğer insanlar tarafından beğenilmesi harika bir his.”

“Elbette öyledir. Muğla’dan paylaştığın fotoğraflar inanılmazdı, zaman geçtikçe çektiğin fotoğrafların kalitesi de artıyor.”

“Çok teşekkür ederim, bunu duymak çok sevindirdi. Gelişmek için gerçekten çabalıyorum ve başarılı olduğumu duymak güzel.”

“Kesinlikle başarılısın. İleride çok iyi yerlere geleceğinden eminim ve o günler geldiğinde seni gururla izleyeceğim.”

Göksel sağ elini gerdanına bastırıp duygulu bir surat ifadesiyle ona baktı. “Çok tatlısın,” dedi gülümseyerek. “İyi ki varsın.”

“Sen de iyi ki varsın.”

Birbirine gülümseyen çift tatlılarının tadına baktı.

“Uf be!” dedi Gökhan. “Çok güzelmiş.”

“Leziz,” diye ona katıldı Göksel. “Çok da hafif.”

Tatlısını ilk bitiren Gökhan oldu. Tatlıyı çok seven genç adam tatlısından büyük kaşıklar alarak tatlıyı kısa sürede bitirdi. O ağzını peçeteyle silerken Göksel’se yarıdan az kalmış tatlısını yemeye devam ediyordu.

“Neyi unuttum?” dedi Göksel ona bakarak. “Fotoğraf makinemi getirmiştim ama tamamen aklımdan çıkmış.”

“Bir şey olmaz,” dedi Gökhan yumuşak bir sesle. “Şimdi çekeriz.”

Göksel çantasından makinesini çıkarıp açtı. “Hadi seni çekeyim, sonra sen de beni çekersin; bir garsondan da bizi çekmesini rica ederiz.”

Gökhan üstünü başını şöyle bir düzelttikten sonra birkaç poz verdi, Göksel de onun fotoğraflarını çekti. Restoranın içi ışıl ışıldı ve Gökhan bu parlak ışıklar altında oldukça iyi çıktı.

“Sıra bende,” dedi Gökhan. “Bu güzelliği ölümsüzleştirmek için sabırsızlanıyorum.”

Göksel kamerasını ona verirken gülümsedi. “Kadrajda nasıl durduğumu söylersen ben de ona göre pozumu ayarlarım.”

“Kadrajda nasıl durduğunu söyleyeyim: Olağanüstü.”

Göksel gülerek yavaşça onun eline vurduğunda Gökhan ona göz kırptı. Genç kadın da üstünü başını şöyle bir düzelttikten sonra birkaç poz verdi ve Gökhan da onun fotoğraflarını çekti.

“Bunları bana kesinlikle at,” dedi Gökhan. “Saklayacağım.”

“Atarım,” dedi Göksel. Bir garson bulmak için etrafına baktı ve ilk gördüğünü çağırdı. “Şimdi sıra birlikte çekileceğimiz fotoğraflarda.”

Garson masalarına yaklaştı. “Buyurun?”

“Fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” diye sordu Göksel.

“Elbette,” dedi genç garson. “Neyle çekeceğim?”

“Kameramla çekebilirsiniz,” diyen Göksel ona deklanşör düğmesini gösterdi. “Buraya basmanız yeterli ama basmadan önce haber verirseniz çok iyi olur.”

“Veririm.”

Genç çift gülümseyerek poz verdiğinde garson ilk fotoğraflarını çekti, ikinci fotoğrafta ikisi de biraz öne eğilip birbirine yaklaştı ve yine gülümseyerek poz verdi. Gökhan Göksel’in elini tuttuğunda genç kadın ona bakıp güldü, Gökhan da gülümsüyordu ve garson bu anı kaçırmaması gerektiğine inanarak deklanşöre bastı. Garsonun üçüncü kez deklanşöre bastığını fark etmeyen çift dördüncü pozlarını el ele tutuşup gülümserken verdi.

“Bu kadar yeterli,” dedi Göksel. “Çok teşekkür ederiz.”

“Rica ederim.”

Garson makinesini sahibine verdikten sonra onların yanından ayrıldı.

“Hadi fotoğraflara bakalım,” dedi Gökhan hevesle. “Ben nereden açıldığını bilmiyorum, sen aç.”

“Öğreteyim,” dedi Göksel ve galeriyi nasıl açacağını Gökhan’a gösterdi. “Bu tuşlara basarak da diğer fotoğrafları açabilirsin. Mantık tüm dijital makinelerde aynıdır.”

Garsonun çektiği son fotoğrafa baktıktan sonra haberleri yokken çekilen fotoğraf açıldı ve ikisi de şaşırdı.

“Bunu ne ara çekmiş?” dedi Gökhan.

“Görünüşe göre biz birbirimize bakmakla meşgulken,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok güzel çıkmışız.”

“Diğer iki fotoğrafı görmedim bile ama şimdiden en sevdiğim fotoğrafımız oldu.”

“Sanırım benim de.”

Gökhan tuşlara basarak fotoğrafları açarken Göksel tatlısını yedi, bir yandan da Gökhan’la beraber fotoğrafları inceledi. Birlikte çekildikleri fotoğrafların hepsi çok hoştu, birbirlerini çektikleri fotoğraflar da güzel olmuştu.

“Hepsi birbirinden güzel,” dedi Gökhan. “Bana da gönderirsin.”

Göksel peçeteyle ağzını sildikten sonra, “Gönderirim,” dedi. “Bugün olmasa da yarın fotoğrafları makineden bilgisayara atar, oradan da sana gönderirim.”

“Senin fotoğraflarını da.”

“Benim fotoğraflarımı da.”

“Biraz başım dönüyor,” dedi Gökhan işaret parmağını çevirerek. “Kalkalım mı? Biraz deniz havası alırız.”

“Olur, kalkalım.”

Hesabı istediler.

“Hesap masaya geldiğine göre içimizden geçecek demektir,” diye düşündü Gökhan. “Ek iş aramaya başlasam iyi olacak. Akşam yemeği mi yedik yoksa başka bir şey mi yedik, görmek üzereyiz.”

Gökhan kendi içinde konuşmalara devam ederken hesap geldi. Hesaba ilk bakan Göksel oldu. Genç kadın kendi yediklerinin fiyatlarına bakıp kafasından ufak bir toplama işlemi yaptı.

“Ben de bir bakayım,” diyen Gökhan hesabı aldı.

“Bakmaz olaydım,” diye düşündü genç adam. “Bayılsam hesabı ödemekten yırtar mıyız acaba? Yok yok, zehirlenmiş numarası yapayım. Bırak bunları be oğlum, aslanlar gibi ödeyeceksin mecburen. Maaşa kadar da aslanlar gibi yatarım evimde.”

Gökhan cüzdanından yediklerinin parasını çıkarıp hesap sümeninin arasına koyduktan sonra Göksel de hesabın kalanını koyup biraz da bahşiş bıraktı ve sümenin kapağını kapattı.

“Kalkalım mı?” dedi Gökhan.

“Kalkalım.”

Çift, restorandan ayrıldı. Dışarı çıktıklarında ılık akşam havası suratlarına çarptı.

“Başın çok mu dönüyor?” diye sordu Göksel, erkek arkadaşına dönerek. “İyi misin?”

“Hayır, çok dönmüyor,” dedi Gökhan. “Biraz çarptı, o kadar. Temiz hava iyi gelir. Yürüyelim mi?”

“Yürüyelim. İleride park var.”

Sahil parkına doğru yürüdüler. Hava karanlık, Beşiktaş hareketliydi. Göksel buraya çok sık olmasa da gelirdi, Gökhan’sa üç senede yalnızca birkaç kez gelmişti. Genç adam Avrupa Yakası’na pek geçmiyordu, zamanının çoğunu Anadolu Yakası’nda, özellikle de Kadıköy’de geçiriyordu. Kadıköy’de de gezecek çok yer, oturacak çok mekân vardı ve istediği her şeyi orada yaparken şehir içi trafiğine girmeyi tercih etmiyordu. Göksel’se doğduğundan beri Avrupa Yakası’nda yaşıyordu, dışarıda zaman geçirmek istediğinde yine Avrupa’da takılıyordu ve şehrin bu yakasına oldukça hâkimdi. Göksel, Gökhan’a Avrupa’yı öğretiyordu; Gökhan’sa Göksel’e Anadolu’yu öğretiyordu.

“Bir Moda, Caddebostan etmez ama burası da fena sayılmazmış,” dedi Gökhan yürüdükleri parkı incelerken. “Sahil parkı deyince Anadolu’yu tek geçerim.”

“Tabii ki,” dedi Göksel. “Anadolu’nun sahil parkları gerçekten çok güzel. Birkaç kez hem ailemle hem de arkadaşlarımla oralarda piknik yapmıştık, yürüyüp bisiklet falan sürmüştük; güzeldi.”

“Biz de piknik yapalım,” dedi Gökhan hevesle. “Tiramisu yaparsın belki, ikinci buluşmamızda bunun hakkında konuşmuştuk.”

“Evet, hatırlıyorum. Tiramisu yaparım, poğaça da pişiririm.”

“Midem bunu beğendi. Ben de pankek yaparım, meyve alırım.”

“Pankek mi?”

“Bakıyorum da çok şaşırdın? Üç senedir kendi evinde kendi yemeğini pişiren biriyim, yemek yapma konusunda çok becerikliyimdir.”

“Bak sen, bu yeteneklerini görmek isterim.”

“Ne zaman istersen. Banka oturalım mı?”

“Şarap seni gerçekten çarptı.”

“Başımı döndürüyor. Biraz otursam iyi olacak.”

Bir banka yan yana oturdular. Gökhan derin bir nefes alırken gözlerini kapattı ve aldığı nefesi yavaşça verdi.

“Gökhan,” dedi Göksel onun gerdanına dokunarak. “İyi misin?”

Gökhan gerdanındaki ele dokunup yavaş hareketlerle Göksel’in elini okşamaya başladı. “İyiyim,” dedi. Gözlerini açarak ona baktı. “Senin yanında her zaman iyiyim. Şarabın biraz çarptığını kabul ediyorum ama beni asıl sarhoş eden şey sen oldun, sen ve şarap kırmızısı dolgun dudakların. Öyle güzelsin ki ölene kadar yüzünü izleyebilirim.”

“Sen ne güzel sarhoş oluyormuşsun böyle.”

“Çok güzel sarhoş ediyorsun da ondan.”

Göksel onu öpmeye başladığında genç adam ona hemen ayak uydurdu. Genç kadın elini onun gerdanından yanağına çıkarıp onun yanağını tuttu, Gökhan da sağ kolunu onun beline sarıp onu iyice yakınına çekti. Dudakları yavaş ama tutkuluydu. Gökhan onun alt dudağını öperken dilinin ucuyla onun dudağına küçük bir darbe bıraktı. Göksel devamının geleceğini sansa da erkek arkadaşı dilini bir daha işin içine katmadı. Bir sahil parkında oldukları düşünülürse böylesi en iyisiydi, bunu ikisi de biliyordu. Yavaş ama tutkulu, biraz da sesli hareketlerle birbirlerini öptüler; Göksel onun yanağını, boynunu, ensesini okşadı, Gökhan da genç kadının belini, sırtını, kürek kemiklerini okşadı.

“Bunun beni ayıltma konusunda işe yaradığını söyleyemem,” diye fısıldadı burnunu onun burnuna yaslayan Gökhan. “Ama kesinlikle muhteşem hissettirdi.”

“Sanırım artık ben de sarhoşum,” diye karşılık verdi Göksel. Genç kadın gözlerini açıp onun yüzüne baktığında Gökhan’ın gözlerinin hâlâ kapalı olduğunu gördü. Bir süre onun kavisli kaşlarını, sık kirpiklerini inceledi. “Başımı döndürdün.”

“Diyene bak,” diyen Gökhan biraz geri çekilip gözlerini açtı. “Sen benim aklımı başımdan aldın.”

Göksel gülmeye başladığında Gökhan kaşlarını kaldırdı.

“Ne oldu?” diye sordu genç adam. “Niye gülüyorsun?”

“Rujum,” dedi Göksel gülmeye devam ederken. “Dudaklarına bulaşmış.”

“Sabitlenen bir ruj olduğunu söylemiştin.”

“Anlaşılan çok da sabitlenmiyormuş. Yemek yiyince biraz çıkmıştır, öpüşünce de bulaşmış. Çantamda ıslak mendil var, vereyim de sil.”

“Önce bunu görmem gerek.”

Gökhan telefonunu çıkarıp ön kamerasını açtı ve kendine baktı. Göksel’in kırmızı ruju alt ve üst dudağının kenarlarına bulaşmış, derisinde de biraz pembelik bırakmıştı. Gülümseyen genç adam deklanşöre bastı ve fotoğrafını çekti.

“Bak ya,” dedi Göksel. “Olur da biri fotoğrafı görürse nasıl açıklayacaksın?”

“Açıklama mı?” diyen Gökhan ona baktı. “Sence açıklama yapmama gerek var mı?”

“Doğru, haklısın.”

Göksel biraz utanmıştı ama belli etmedi.

“Beraber de çekelim,” dedi Gökhan. “Senin dudaklarının kenarı da biraz ruj olmuş.”

“Gerçekten mi?” diyen Göksel telefonu kendine çevirip ön kameradaki görüntüsüne baktı. “Salçalı makarna yemişim gibi duruyor.”

“Tabii canım, kesin salçalı makarnadır. Çok lezzetli bir salçalı makarna.”

Göksel onun omzuna vurduğunda Gökhan sırıttı.

“Hadi fotoğraf çekelim,” dedi Gökhan yine. “Hatıra kalsın.”

İlk fotoğrafta ikisi de gülümsedi, ikincisinde Göksel dudaklarını öpücük atarmış gibi büzdü ve Gökhan’ı da aynısını yapması için dürttü.

“Ben de mi dudak büzeyim?” diye sordu Gökhan. “Hayır.”

“Evet,” dedi Göksel. “Komik olur.”

“İşte bu fotoğrafı erkek arkadaşlarımın görmemesi için kilitli bir klasörde saklayacağım, görürlerse ölene kadar dillerinden düşmem.”

İkinci fotoğrafta ikisi de dudak büzdü. Gökhan deklanşöre bastıktan sonra yanağını onun yanağına yaslayan Göksel uzanıp onun dudaklarını öptü.

“İşte bu kadar,” dedi genç kadın. “Gördün mü, hâlâ erkeksin.”

“Her dudak büzerek poz verdiğimde beni öpeceksen bunu ölene kadar yapabilirim.”

“Kesin yaşanır bu.”

“En azından şansımı denedim.”

Göksel gülerek omzuyla onun omzuna vurdu.

“Tatile gidecek misin?” diye sordu Göksel. “Balıkesir’e Yağız’ın yanına gidebileceğini söylemiştin, son durum ne?”

“Eylül başında gidiyorum,” dedi Gökhan. “Birkaç gün kalmayı planlıyorum, dönüşte Yağız’la beraber geleceğiz ve sonrasında da okul başlayacak zaten.”

“Yaz tatili bitmek üzere gerçekten. Zaman ne çabuk geçti.”

“Bu yaz tatilinde hayatıma sen girdin, bir sürü güzel anımız oldu; bu yüzden hiç unutmayacağım.”

“Ben de öyle. Demek eylülde Balıkesir’e gidiyorsun, yine bir ayrılık yaşayacağız ama öncekinden çok daha kısa olacak.”

“Birkaç gün birkaç dakika gibi geçer,” dedi Gökhan. Onun yanağını okşadı. “Hemen döneceğim.”

“Daha uzun kalamaz mısın? Birkaç gün biraz kısa.”

“Evet, kısa ama yılın büyük çoğunluğunda yarı zamanlı çalıştığım için ancak bu kadar izin alabilirim; anlayacağın izin de yarı zamanlı oluyor.”

“Çalışma hayatı berbat bir şey.”

“Kesinlikle öyle. Neyse canım, mevcut şartlara uyum sağlayacağım mecbur. Islak mendil verir misin? Şu dudaklarımızı bir silelim.”

Göksel iki ıslak mendil çıkarıp birini Gökhan’a verdi. “Biraz zor çıkar,” dedi. “Bu yüzden iyice bastırıp temizlemen gerekecek.”

“Normalde neyle siliyorsun?”

“Yağ bazlı bir temizleyiciyle.”

“O ne be?”

“Boş ver, bilmesen de olur.”

“Bence de.”

Dudaklarındaki rujları temizledikten sonra bankta biraz daha oturdular. Biraz İstanbul’dan, biraz Beşiktaş’tan konuştular. Ardından konu pikniğe geldi, bu cumartesi Gökhan’ın izin gününde Maltepe Sahili’ne gitmeye karar verdiler. İkisi de oranın sahilini seviyordu, sahil Kadıköy’dekiler kadar kalabalık da olmuyordu ve baş başa hoş bir piknik yapmak için ideal bir yerdi. Göksel yine arabayla gelebileceğini, Gökhan’ı evinden aldıktan sonra birlikte Maltepe’ye geçebileceklerini söyledi; Gökhan da bunun iyi bir fikir olduğunu belirtip fikri kabul etti.

“Saat dokuz buçuğu geçiyor,” dedi telefonundan saate bakan Göksel. “Kalkalım mı?”

“Geç dönmemen mi gerekiyor?” diye sordu Gökhan.

“Hayır, senin için dedim. Daha karşıya geçeceksin, otobüse binip eve geçeceksin; yolun çok uzun ve yarın sabah yine erkenden kalkıp işe gideceksin. Evine dön de yatıp uyu.”

“Bu kadar düşünceli olmana bayılıyorum,” dedi Gökhan gülümseyerek. “Haklısın, çok geçe kalmadan evime dönmem gerek. Senden ayrılmayı hiç sevmiyorum ama cumartesi yine görüşeceğiz, bunu bilmek bu işi biraz daha kolaylaştırıyor.”

“Sık sık görüşüyoruz zaten.”

“Seni her gün görmek isterim ama mevcut şartlar buna imkân vermiyor. Bir yetişkin gibi bunu kabulleniyorum ve soruna cevap olarak, ‘Kalkalım,’ diyorum.”

“Ben de seni her gün görebilmeyi isterdim ama dediğin gibi şartlar buna el vermiyor. En azından her gün konuşabiliriz.”

“Teknoloji sağ olsun.”

Sahil parkından ayrılan çift restoranın olduğu yere geri döndü ve restoranın önündeki küçük park alanında duran beyaz arabaya doğru ilerledi. Göksel şoför koltuğuna, Gökhan da yolcu koltuğuna oturdu.

“Vapura Eminönü’nden bin, derdim fakat ne seni ne de kendimi oranın trafiğine sokmak isterim,” dedi Göksel. “Beşiktaş’tan hemencecik Kadıköy’e geçersin, oradan da evine.”

“Aynen, trafiğe girmeye gerek yok,” dedi Gökhan. “Ben vapura binerim, sen de çevre yolundan Fatih’e geçersin.”

“O zaman anlaştık.”

Beşiktaş İskelesi’ne doğru yola koyulan çift şarkı açtı. Göksel, Gökhan’a ne isterse onu açabileceğini söyleyince Gökhan tercihini Yavuz Çetin’den yana kullandı ve Sadece Senin Olmak şarkısını açtı.

“Bu şarkı çok tatlı,” dedi Göksel gülümseyerek. “Çok nahif, çok romantik, çok gerçek.”

“Gerçekten de tatlı bir şarkı,” diye ona katıldı Gökhan. “Dinlerken seni düşünüyorum.”

Göksel ona kısa bir bakış attığında Gökhan genç kadına göz kırptı.

“Başka hangi şarkıları dinlerken beni düşünüyorsun?” diye sordu Göksel.

“Bütün aşk şarkılarını,” dedi Gökhan. “Hepsinde aklıma sen geliyorsun.”

“Ne tesadüf, sen de tüm aşk şarkılarında benim aklıma geliyorsun.”

“Hım,” dedi Gökhan keyifli bir sesle. “Sen de bir tanesini aç da onu da dinleyelim.”

“Bu bitince açarım.”

Şarkı çalmaya devam ederken onlar da güneye doğru ilerlemeye devam etti. Göksel pürdikkat yola bakarken Gökhan da etrafı inceliyor, sık sık kız arkadaşına bakıyordu. Genç kadın araç sürerken de çok ciddi görünüyordu ve onun hem ciddi hem de dikkatli yüz ifadesini izlemekten hoşlanmıştı.

Sadece Senin Olmak bitince Göksel yeni bir şarkı açtı: Benimle Uçmak İster Misin?

“Yine Yavuz Çetin,” dedi Gökhan radyoya bakarak. “Senin şarkıyı aç hadi.”

“Benim şarkımı açtım zaten,” dedi Göksel. “Bu şarkıyı ilk dinlediğim andan beri seni düşünüyorum, seni Barışlarla bu şarkıyı çalarken dinlediğim andan beri.”

“Ha?”

Dünya bir yere kaçmaz / Biz yüzerken göklerde satırları benim için çok şey ifade ediyor. İkimizin adı da gök kelimesiyle başlıyor ve sadece ikimizin olduğu bir yerde olma fikri çok hoşuma gitmişti, hâlâ gidiyor. Bu satırları bana bakarak söylediğinde senin de böyle düşündüğünü hissetmiştim. Haksız mıyım?”

“Değilsin,” dedi Gökhan başını iki yana sallayarak. “Bu satırlar benim için de çok şey ifade ediyor.”

“Etmeyecek gibi değil ki. Çok anlamlı.”

“Şu an beni o kadar etkiledin ki neye uğradığımı şaşırmış durumdayım, ne söylesem bilemiyorum.”