EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & galeria.faustina https://edebiyatblog.com/rss/author/galeriafaustina EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & galeria.faustina tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. BİR NEFES BİN RUH https://edebiyatblog.com/bir-nefes-bin-ruh https://edebiyatblog.com/bir-nefes-bin-ruh Tren istasyona ulaştığında gece oldukça ilerlemiş, sabahın ışıkları kendini göstermek için yavaştan hazırlanıyordu. Leila beline kadar uzanan, kömür karası saçlarının dibine kadar ıslandığını esen soğuk rüzgâr saçlarını okşayınca fark etti. Trenin sıcağından bir anda bozkırın soğuğuna inmek biraz içini titretmişti. Yanına aldığı ebruli iplikten haroşa örgülü beresini takarak saçlarını aceleyle bereye tıkıştırdı. Ağır adımlarla istasyonun içine yöneldi ve oradaki bankların birine kendini bırakıp biraz dinlenmeye karar verdi. Oldukça uzun süredir yollardaydı. İki gün evvel hastanede geçirdiği zor nöbetten çıkar çıkmaz, aylardır planladığı yolculuğuna çıkmıştı. Erivan’dan Gümrü’ye gelene kadar elbette uyumuştu. Ancak Gümrü’den Türkiye’ye geçiş yapıp Kars’tan trene bindiği andan itibaren hiç uyumamıştı. Büyükannesinin kendi annesinden duydukları kadarıyla hasretle anlattığı memleketi Türkiye’yi epeydir ziyaret etmek istiyordu. Aslında Leila üniversite yıllarında tıbbiyeliler buluşması için İstanbul’a bir kez gelmişti. Hem uçakla gelmiş olması hem de o seyahatin bir etkinlik dâhilinde gerçekleşmesi vesilesiyle İstanbul’u layıkıyla keşfedememişti. Bu sefer büyükannesinin memleketine tecrübeli sayılabilecek bir çocuk cerrahı olarak geliyordu. Hem de İstanbul’dan önce ona sıklıkla anlatılan bir Anadolu kazasında birkaç gün geçirmeyi kafasına koymuştu.

Leila uyandığında gün doğmuş ve istasyon geceye nazaran biraz daha hareketlenmişti. Kendisine bir kahve alıp daha sonra yola koyulmaya karar verdi. Büyükannesinin ailesinin burada yaşadığını, daha sonra Erivan’a göç ettiklerini aile arasında anlatılanlardan hep duyardı. Büyükannesinin de aslında bu anıları kendinin hatırlamadığını bilir, ancak onun heyecanına bir anda kendisi de kapılırdı. Divrik denilen kasabayı o günden beri hep merak eder, nasıl bir yer olabileceğine dair tahminlerde bulunurdu. Büyükannesinin sokağındaki konakları, o konaklardaki çocuklarla oynanan oyunları hayal ederdi. Hekimliğinin 10. yılında ona gönderilen bir hediye kitabın içerisinde Divriği Şifahanesi’ni görmüş ve buranın büyükannesinin doğduğu yer olduğunu fark etmişti. Hem geçmişin parmak izleriyle buluşmak hem de bundan 800 yıl önce mesleğini icra eden üstadlarının nefeslerini dinlemek için bu seyahati planlamıştı.

Dikkatle bakılmadıkça fark edilmesi epey zor olan istasyon büfesinden aldığı kahvesini yudumlayarak yürümeye başladı. İstasyon binasından çıkıp ana yola geçmek için merdivenleri çıkmaya başladı. Gar binası yolun ve yerleşim alanların altında, bir çukurda gizlenir gibiydi adeta. Aslında çok da şaşırmamak gerekirdi, çünkü etrafı çevreleyen dağlar ancak evlere yer açmış gibiydi. İstasyon, hastane ve askeriye çukurda kendilerine zar zor yer bulmuştu. Merdivenleri çıkıp hafif bir yokuştan ilerlediğinde konaklar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Ana yola açılan, bir arabanın bile anca geçebildiği dar sokakların iki yanı tarihi konaklarla çevriliydi. Bu dar sokaklardan birine yöneldi, hangisi olduğunun çok da önemi yoktu. Çünkü hiçbir sokak Leila için tanındık bilindik değildi. Konakların bazılarında perdeler vardı. Herhâlde hâlâ insanlar yaşıyor olmalı diye düşündü. Bazılarında ise restoran ya da müze olduğunu düşündüğünü ibareler vardı. Yazıları okumak için uğraştı. Aslında Leila Türkçe bilmiyordu ancak büyükannesinin ailesinden kalan bazı kitapları biraz karıştırmış ve aşina olduğu sözcüklere rastlamıştı. Belki büyükannesi birkaç yıl daha burada yaşayabilseydi, ondan öğrenebilirdi.

Konaklarla dolu sokaklara rastgele gire çıka yürümüş ve en sonunda şehrin ortasından geçen yola gelmişti tekrar. Kendisine hediye edilen kitapta gördüğü şifahanenin, bu yolun karşısında, dağın yamacına kurulmuş, kendisine el salladığını fark etti. Yolun karşısına geçmek için aceleci bir tavra büründü. Neden bu kadar heyecanlandığını bilmiyordu. Önündeki yolu rahatlıkla geçip, tarihi hamamın yanından hafifçe tırmanmaya başladı. Kalbinin çarpıntısı artmıştı. Birkaç dakika içerisinde kendini şifahanenin yanı başında buldu. Durup derin birkaç nefes alarak biraz sakinleşmek için kendini kenarda duran bir taşın üstüne bıraktı. Elindeki kahvenin boş bardağını buralara kadar getirdiğini ancak çantasını açmaya yeltendiğinde fark etmişti. Trenden indiği andan itibaren tuhaf bir tesir altına girmiş ve hafif bir sarhoşluk emaresiyle şaşkın şaşkın buraya kadar gelmişti. Bardağı buruşturup çantasına koyarken kendisini buralara kadar sürükleyen kitabı çantasından çıkardı. Sayfaları hızlıca karıştırıp, şifahanenin olduğu bölümü açtı. Ardından bölümün başında yer alan büyük fotoğrafa ve önündeki taşlara işlenmiş detaylarla ruha gelen yapıya baktı. Fotoğraftakinden daha heybeti duruyordu. Aslında bu yapı bir şifahane ve bir caminin birlikteliğinden oluşuyordu. Nefesini kontrol edebilir hâle geldiğinde taşlardaki detayları yakından görmek için ayaklandı.

Şifahanenin giriş kapısı bütün görkemiyle karşısındaydı. Kapının sağ ve sol yanında yer alan süslemeler ilk bakışta bütünüyle simetrik durmaktaydı. Ancak hem elindeki kitaptan aldığı bilgiler hem de yakından incelediğinde fark ettiği detaylar doğrultusunda adeta iğne ile işlenmiş narinlikteki detayların birbirinden farklı olduğunu anlamıştı. Her bir bezemenin, bulunduğu yerde olmak adına çok geçerli sebepleri vardı. İnsan bedenini, ruhunu anlatan tasvirler bulunuyordu. İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik gibi manevi tartışmaları barındıran bezemeler de oldukça fazlaydı. Her bir detay bir hikâye, bir öğüt ve bir bilgi içeren detaylarla doluydu. Ancak detaylardan biri oldukça ilgisini çekmişti. Kapının üzerindeki ters hilal simgesinin altında, Davut Yıldızı ve onun yanında haç bulunuyordu. Babasının merakı sayesinde tarih ile haşır neşir olan birisi için bunların anlamlarını kestirmek pek de zor olmamıştı. Aslında şifahanenin girişinde bir mesaj olduğunu Leila da hemencecik anlamıştı. Burası bir şifahane, modern deyimle bir hastane bir deva mekânıydı ve buraya girebilmek için herhangi bir şart yoktu. Yani bütün dinler, ırklar ve mezhepler bu şifahaneye girebilir ve şifa bulabilirdi. Bu detay aslında kendisi ile geçmiş arasındaki köprüyü çok iyi anlatan bir detaydı. Kendisi de ömrünü insanlara şifa dağıtmaya adamış genç bir hekimdi. Ve yemin ettiği günden beri her kim olursa olsun şifasını dağıtmaya çalışmış, dertlere çare olmak için uykusuz kalmış, çocuklarının başında bekleyen annelerin ellerini tutarak onlara bir kardeş gibi destek olmuştu. Hatta kendini o kadar bu işe adamıştı ki kendi hayallerinde anne olmaya hiç yer bulamamıştı.

Kapının tesirinden biraz sıyrılıp içeriye girmek için hareketlendi. Kapının yanında duran, yaşının epey ileri olduğu belli olan adam Leila’ya bakarak başıyla selam verdi. Leila heyecanlanmıştı. Aslında ailesi, geçmişi, şifahane ya da burayla ilgili bir sürü şey öğrenebilirdi. Türkçe bilmediğini hatırlamasıyla heyecanı biraz sönümlendi. Ağır adımlarla kapıdan geçerek içeriye doğru ilerledi. Sağlı sollu odaların açıldığı geniş bir avlu Leila’yı karşıladı. Giriş aksının karşısında, avlunun bir köşesini oluşturan büyükçe bir eyvan vardı. Bu eyvan avluya göre yüksekteydi ve birkaç basamak kullanılarak ulaşılıyordu. Avlunun tam ortasında yerde spiral şeklinde açılmış suyolları ve tam spiralin merkezinde yer alan bir şadırvan vardı. Leila bu detayı kitapta görmüştü. 800 yıl önce ruh ve sinir hastalıkları tedavisinde su sesinden faydalanmak amacıyla yapılmış bir sistemdi bu spiral. Müzik ve su sesi ile tedavi bu şifahanede kullanılan bir yöntemdi. Büyük eyvana yaklaşmadan önce avluyu çevreleyen küçük odalara göz atmak istedi. Hasta odaları olarak kullanılan bu odalar oldukça küçüktü. Duvarları şaşırtmacalı örülmüş taşlarla bezeliydi. Odaların yanı başından üst kata uzanan bir merdiven vardı. Merdivenler oldukça tuhaf bir görünüme sahipti; hiçbir basamak birbirinin eş ölçüsünde değildi. Hatta bazıları oldukça yüksekti. Leila bu durumu pek anlamlandıramamıştı. Okuduğu kitapta da bu detaya hiç rastlamamıştı. Giriş kapısında taşa sanat yapanların merdivenleri bu kadar üstünkörü yapmış olması pek de anlamlı değildi. Kapıdaki yaşlı adama gidip sormamak için kendini zor tutuyordu. Zaten nasıl soracaktı ki? En iyisi bu merdiveni çıkıp yukarıda ne olduğunu keşfetmekti. Tuhaf merdiveni çıkarken basamakların dengesizliği nedeniyle düşeyazdı. Sağlıklı ve genç bedeniyle çıkarken zorlandığı merdivenleri hastaların nasıl çıktığına hayret etti. Merdivenlerin bittiği yer oldukça küçük bir hole açılıyordu. Bu holden kapıları ancak göğüs mesafesine denk gelen beş odaya giriliyordu. Odalardan birine yönelerek, kafasını çarpmadan odaya girdi. Herhâlde bu kapılardan geçen üstatlar her daim zinde, farkında ve uyanık olmalılar diye düşündü. Aksi halde odasına gelmek isteyen bir hekim 36 saatlik nöbetin ardından yatağına ulaşabilmek için bir hayli çileli bir yolculuk yaşayacaktı. Hafifçe gülümsedi kendi kendine ve uzun saatler süren mesailerini düşündü. Bu mesleğin doğası gereği hep dinç ve farkında olmak gerekti. Hataya yer yoktu bu meslekte. İnsanlar hayatlarını emanet ederlerdi ve Leila gibi diğer hekimler de her ne olursa olsun işlerini en iyi yapmak için savaşırlardı. Kafa dağınıklığı, ailevi problemler, gönül meseleleri, şifa dağıtılan kapının ardında kalmalıydı. Başkalarına şifa dağıtmak için adanmış ömürler 800 yıl önce de bugün de hep insanlığın daha iyi olması için savaşmaktaydılar.

Odalar aşağıdaki hasta odalarına nazaran biraz daha büyüktü ancak yine herhangi bir işleme yoktu. Sade ve dingindi. Köşede bir yatak ve yanında ebruli bir kilimin üzerinde bir rahle ve kandil yer alıyordu. Temsili düzenlenmiş odanın bir hekim odası olduğunu anladığında aklına tuhaf merdiven geldi. Hastaların nasıl çıktığına hayret ettiği o basamaklar belki de hastalar çıkmasın diye yapılmıştı. Hekimin sağlığı ve güvenliği için düşünülmüş detay, ustaca bir mimariyle sunulmuştu. Bu durum Leila’yı etkilemişti. Aklına üniversite yıllarında beraber sıkça vakit geçirdiği, fakültenin en güzel kızı olduğuna bütün herkesin hem fikir olduğu Lilit gelmişti. Lilit iki sene önce hayatını kurtardığı bir kadının kocası tarafından bıçaklanmıştı. Acil servise doğum sancısıyla gelen kadının kocası, bütün hastaneye dehşeti yaşatmış ve dünyalar güzeli Lilit’i arkadaşlarından ve ailesinden koparmıştı. Keşke Lilit’i koruyabilseydi. Lilit tek bir örnek değildi… Zaten kendisi de sıklıkla tedavisini yaptığı çocukların aileleri tarafından tehdit ve zorbalığa maruz kalmıyor muydu?

Düşünceleriyle verdiği hararetli tartışmayı alt kattan gelen bir ses bölmüştü. Leila duyduğu sesin tesiriyle merdivenlere yöneldi. Çıkarken zorlandığı merdivenleri telaşla indi. Ses kapının karşısındaki eyvandan geliyordu. Kapıda duran yaşlı adam eyvanın farklı köşelerine hareket ederek melodik ve şiirsel bir şeyler söylüyordu. Adam hareket ettikçe sesin verdiği tını ve his değişiyordu. Kimi zaman pes kimi zaman tiz oluyordu. Leila bu detayı kitapta görmüştü. Hastaların şifası için Kuran’dan ayetler okunuyordu. Eyvanın duvarlarında yer alan motifler ise sesi farklı frekanslara çeviriyor ve bu frekanslar da odalarda yatan hastalar için şifa oluyordu. Ancak Leila bu sesin bu denli tüyleri diken diken eden bir etkiye sahip olduğunu elbette okuyunca hissedememişti. Anlamadığı, bilmediği daha önce hiç duymadığı bu şeyin nasıl olup kendisini tesiri altına aldığını anlayamadı. Eyvanın basamaklarının birine oturup gözlerini kapatarak kendisini o sese bıraktı. Gözlerinden ellerine düşen minik damlaları silmeden yaşlı adamla hiç konuşmadan yaptıkları sohbete bıraktı kendini…

Yaşlı adama kapıdan geçerken soramadığı her şeyin cevabını almıştı aslında. Aynı dili konuşamadıklarını sanmıştı. Aslında tam olarak aynı dili konuşuyorlardı. Aynı taşlarda parmak izleri vardı ikisinin de. Tıpkı 800 yıl önceki üstatları gibi…

 

 

 

]]>
Wed, 23 Mar 2022 12:29:49 +0300 galeria.faustina
Sadece Kadın https://edebiyatblog.com/sadece-kadin https://edebiyatblog.com/sadece-kadin Sadece kadın...

Bugün 8 Mart... Dünya kadınlar günü... Dünya emekçi kadınlar günü... Yani sadece kadın değil, emekçi kadınlar günü...

Emekçi olmayan kadın mı var diye sorguluyorum bazen. Kadın Dünya'ya geldiği ilk andan itibaren hep birşeylerle mücadele etmek zorunda bırakılmadı mı? Mesela pembe patikleriyle sevilen küçük kadın... Akranlarına aslanım, paşam denilirken, pembe patikleriyle prenses olmadı mı? Sonra oyuncak tencereler bebekler alındı. Yemek yaptı, bebek baktı... Belki gizli gizli arabalarla oynadı. Sonra okul çağı geldiğinde yine mücadele etti. Sek sek oynamak yerine futbol oynamak isteyebilirdi. Ama hiç sorulmadı ona. Sonra o pembe patikli minik kadın büyüdü. Etrafındakilerin onun için biçtiği şekle girmek zorunda hissetti kendini. Ama yine de mücadele etti. Beden ölçülerine, kıyafetlerine, yürümesine, gülmesine, saçına hep başkaları fikir belirtti.  Toplumun kendisine biçtiği kalıba girmeyerek mücadele etti. Canı istedi ruj sürmedi, canı istedi kendini renklerle donattı. Ama her durumda fikir belirtenler oldu. Belki anne oldu ve mücadelesine bir başka miniği yetiştirerek devam etti. Belki de öğretmen oldu, mühendis oldu. Özel sektörde çalışmak istedi ancak orada da mücadele vardı. Çünkü kadın çalışan işveren için negatif bir durumdu. Ancak o mücadele etti ve en üst düzey yönetici oldu. Orta yaşa geldi saçlarında beyazlar çıktı. Daha önce bedenine kıyafetine karışanlar bu sefer saçlarıyla ilgili fikir belirttiler. Beyazlarına her baktığında yılların emeğini gördü. Birkaç kez boyadı saçlarını... Bu kez de saçını boyadığı için hayatına müdahil oldular. Bu yaşta kadın saç mı boyardı? (!) Bıraktı beyazlarını tekrardan ama bu sefer kendi mücadelesini hatırlayarak boyamadı saçlarını... Belki torunları oldu, bütün aileye kol kanat gerdi. Belki de hiç evlenmedi. Hayata tek başına sımsıkı sarılarak devam etti. Evlenmemesini sorgulayanlar oldu tıpkı saçları gibi... Son nefesine kadar hep mücadele etti. 

Şimdi tekrar soruyorum. Sadece kadın mı? Ya da sadece prenses? 

Emekçi kadınlara...

]]>
Tue, 08 Mar 2022 16:38:32 +0300 galeria.faustina
İZMİRLİ FAUSTİNA https://edebiyatblog.com/izmirli-faustina https://edebiyatblog.com/izmirli-faustina “Marcus at arabasını süren askere dur emrini verdiğinde surların heybeti geride kalmış, ucu bucağı görünmeyen eşsiz mavi onu büsbütün selamlıyordu. O muhteşem meltemle birlikte genizlere ulaşan kokuyu çekmek için acele ve büyük adımlarla arabadan indi. Adımlarının büyüklüğü sadece telaşının eseri değildi elbette. Çünkü o heybetli, zeki ve bilge Roma İmparatoru Marcus Aurelius’tu. Marcus son birkaç yıldır omuzlarında taşıdığı yükün ağırlığı ve onu bu yüklerin altında tek başına bırakan karısının yokluğu ile epey hırpalanmıştı. Yine de imparator hala ömrünün yarısından fazlasını geçirmiş bir adama göre oldukça güçlü bir görünüme sahipti. Arabanın yanında duran askerlerin önünden geçerken gölgesi bile etrafındakileri hala titretebilecek tesirdeydi. Marcus, maviliği karşısına alarak eşsiz manzaraya bakarken aklında tek bir kişi vardı. Derin bir nefes aldığında içine dolan koku o heybetli adamı küçük bir çocuğa dönüştürebilirdi. Yeşilin her tonunun ayrı bir esansı vardı ve bu esanslar, denizin tuzu ile karışıp Marcus’un başını döndürüyordu. Tıpkı Faustina gibi…

Annia Galeria Faustina. Roma İmparatoru Marcus’un cesur, cömert, zeki ve bir o kadar da güzel karısı Faustina. İncecik boynuna, narin bileklerine ve küçücük ayaklarına rağmen nasıl da güçlüydü. Karşısındaki denize ve ona eşlik eden yemyeşil şehrin Faustina’yı düşündürmesi çok da şaşırılacak bir şey değildi. Nazlı nazlı dalgalar ile Faustina’nın saçlarının ne kadar benzediğini, o baş döndürücü kokunun her gece sarılarak uyuduğu kadının kokusu olduğunu sadece Marcus biliyordu ancak Faustina’nın bu şehri ne kadar sevdiğini Romalı olup da bilmeyen yoktu.

Marcus bugün Faustina’yı son kez öpmek için buradaydı. Güzel karısına son kez dokunabilmek, ona bu hayattan giderken yapamadığı vedayı yapmak için gelmişti onca yolu. Birkaç zaman önce Aristide’den aldığı mektubu okurken gözyaşlarını tutamamıştı. Çünkü güzel Faustina’nın hayranı olduğu şehir koskoca bir harabeye dönüşmüştü. Faustina’yı kaybedişinin ikinci senesinde büyük bir deprem şehri darmadağın etmiş ve bir sürü insan ölmüştü. İmparatorluk için durmaksızın at sırtında geçirdiği günlerin ardından onu bekleyen Faustina’sıyla bu şehirde hasret giderirlerdi. Aşk, tutku ve hasret dolu anıların sokakları toza bürünmüştü. Aristide’nin mektubu imparatoru derinden sarsmış ve şehrin yeniden inşası için bütün imkanları seferber etmişti. O talihsiz günlerin üzerinden kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen şuan gördükleri içini biraz da olsun huzura kavuşturmuştu. Şehir artık harabe değildi. Bir yanda hala imparatorluğun neferleri bütün gücüyle çalışırken bir yanda bütün görkemiyle yeni agora Marcus’a selam veriyordu.  Henüz tamamlanan agoraya bakarken, derin maviliğin üzerinden kendisine aşk dolu bakışlarla gülümseyen Faustina’yı gördü. Önce yüzüne düşmüş saçlarını kaldırarak karısının yanaklarına bir buse kondurdu ve ardından incecik bileklerini kavrayarak Faustina’yı kendine doğru çekti. Kıvrımlı beline sarılarak o eşsiz kokuyu son kez içine çekti. Faustina sadece gülümsüyor,  kocasını aşklarının tanığı olan şehre yaptıkları için minnet ve şükran dolu bakışlarla süzüyordu.

Faustina böyle geçen saatlerin ardından Marcus’un kendini saran ellerini tutarak soğuk dudaklarına götürüp öpücüklere boğarak vedasını yaptı. Marcus o anın geldiğini anlamıştı ve oda ellerini Faustina’nın ince parmaklarına dolayarak sevgilisine veda etti. Faustina gözden kaybolunca, imparator ağır adımlarla arabasına doğru yöneldi. Karısının aşık olduğu şehri eski güzel günlerine kavuşturarak hayatına yön veren kadına bir nebze olsun teşekkür edebilmek istemişti. Arabaya binerken yüzünü ıslatan yaşları silip, Faustina’nın ellerine kondurduğu öpücüklere dalarak kudretli Roma’ya doğru yola çıktı. ”

Genç kadın elinde tuttuğu defteri kapatıp, başını gökyüzüne kaldırdığında saat öğleyi biraz geçmişti. Karşısında duran taş kemere tekrar hayranlıkla baktı. Kemerin arkasından kendini gösteren sıralı sütunlar, anlatacak çok şeyi olan eski taşlar ve stoanın zemini insanı oldukça etkiliyordu. Ancak genç kadın kendini tam önünde duran kemerin alnına bakmaktan alıkoyamıyordu. Yazdığı satırların cümlelerini tamamlamadan agoraya gelmiş ve o da Marcus gibi Faustina’ya şükranları sunmak için son noktayı burada koymak istemişti. Biraz önce satırlara işlediği Faustina bütün muhteşemliğiyle karşısındaydı. Marcus Aurelius ne kadar da haklıydı. Kendinden emin duruşu, sade güzelliği ile birleşince ne kadar da etkileyici oluyordu. O bütün Roma’yı cesareti ile kendine hayran bırakan, fikirleri ile Romalı kadınları aydınlatan, imparatorluğun kararlarında imzası olan Faustina’ydı. Göz bebeklerinin derinliklerine işleyen güneşe aldırış etmeden elindeki defteri havya doğru kaldırıp, Faustina’ya doğru bir reverans yaptı:

    - Annia Galeria Faustina’ya… İzmirli Faustina’ya…

]]>
Wed, 02 Mar 2022 14:00:07 +0300 galeria.faustina