EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & GÜMÜŞ SÖZ https://edebiyatblog.com/rss/author/gumus-soz EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & GÜMÜŞ SÖZ tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. BAŞKALIKLARIM https://edebiyatblog.com/baskaliklarim https://edebiyatblog.com/baskaliklarim Hayata yeniden başlat
Gir formatlı yüreğime
Bir aşk olmalı ötelerden
Yoksa niye aklıma düşesin

Bende sevda tanımlı değil
Tanrı ol, beynime ekle
Mümkün gelmiyorsa sil düşüncenden
Sakın kalbinden sözetme

Âşıklık nedir bilirsin şiirlerden
Onlara özenme
Sen sensen gel yanıma,
Yeni bir türkün olmalı

Sakın aşksız hayatı horgörme
İnsandan uzak Tanrıya yakın
Budanmış yüreklerin ödülü başka
Başka,inan sevmelere uzağım.

]]>
Thu, 04 Apr 2024 00:59:41 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
MY MİSTER https://edebiyatblog.com/Kore-dizilerinden https://edebiyatblog.com/Kore-dizilerinden Kore dizisi…Ülkemizin pek çok hayranı olduğu gibi, bunu anlamlandıramadığı için tam karşısında olan bir güruh da var.

Ben de bu anlamadığım Kore hayranlığını hafif tebessümle en yakın arkadaşımın methiyelerine katlanarak dinlerdim. Arkadaşım “Denizler İmparatorluğu” dizisinde hayran olduğu aktörün bir portresini yapmış, oraya ziyareti olacak biri vasıtasıyla kendisine ulaştırmayı da başarmıştı. Bu derece tutku ile bağlanmaları anlayamadığım o devirlerden bugünlere geldim. Ben dünya sinemalarını tanımaya çalışırken Güney Kore filmleriyle tanıştım ve o günden beridir sadık bir seyircileriyim.

Lee Sun-gyun ile başka filmlerde tanıştım, ama MY MİSTER dizisinde gönül tahtıma oturdu. Bu aktörün geçen aylarda arabasında cansız bulunduğunu ve intihar etmiş olabileceğine kuvvetli deliller olduğunu öğrendim. Bana oyunculuğu ile güzel zamanlar geçirten aktöre vefa borcu olarak  Batılı ünlü oyuncular kadar tanıtarak anmayı hakettiğini düşündüm.

MY MİSTER bir dizi. Sıradan geniş aile. Sadece anne hayatta, oğulların büyüğü eşinden ayrılma sürecinde baba ocağında, küçük oğul başarısız sinema sektörü çalışanı bekar, ortanca oğul yurtdışında okuyan bir erkek çocuk sahibi ve avukatla evli olduğundan şehrin daha seçkin bir mahallesinde yaşıyor.

Baş aktörümüz olan ortanca oğul inşaat mühendisi ve binaların dayanıklılığını ölçen, yeni yapılacak binalarda planlamasını yapan bir firmada çalışıyor. Kore filmlerinde ana olayın etrafında örülen küçük olaylar da her zaman özenli ve bana göre mesaj içeren detaylar bulunduruyor. Bina güvenliği deprem bölgesi olan ülkemizde seçici farkındalık yaratıyor olabilir ancak ortak ilgi alanı olduğundan dikkatiniz yan öykülere de yoğunlaşıyor.

İşyerine yarı zamanlı alınan gizemli bir genç kız var. Kimseyle iletişim kurmuyor. Zira geçmişinde bir cinayet vakası var. Anne ve babası terkettiğinden büyükannesiyle yoksullu içinde büyümüş. Terkeden annesinin borçları yüzünden büyükannesine zarar veren birini öldürmüş. İşe kabul edilmesi mucize. Esas olaylar bu kız etrafında oluşturuluyor. Terfi savaşındaki şirket çalışanları bir diğerinin açığını bulmak adına bu kızı aracı yapıyorlar. Teknolojik becerisini dışarıdan bir arkadaşından destek de alarak gün boyu telefon dinlemesi yapıyor. Ancak dürüst ve iyi kalpli kahramanımız onun da kalbini kazanıp ikili davranmasına daha sonra tamamen korumaya yönelik bir takip süreci yaşanıyor.

Ailenin işsiz oğlu bir temizlik dükkanını alma fırsatı yakalıyor ve bu işe başlıyorlar. Eski yönetmen küçük oğulun temizlediği binalardan birinde genç bir aktrist, eski tanışıklıktan ve sektördeki kayıplarından dolayı sorumlu tuttuğu bu kişiyi takıntı yapıyor. Aralarında gel-gitli bir iletişim yaşanıyor.

Eski mahalle aynı zamanda birlikte yaşama kültürünü devam etttirmektedir. Ara sıra mahalle maçları, akşamları bir restoranda buluşup zaman geçirmeler, zengin bir komşular kalabalığı sunuyor. Herbirisinin dikkate değer kimliği ve öyküsü var. Mesela restoran sahibi bayan lise aşkını unutamamış, rahip olmaya karar veren eski sevgilisine kırgın ve kızgın bir hayat sürmektedir. Bu rahip ile baş aktörümüz çocukluk arkadaşıdır.

Mühendis kahramanımız ailesine bağlı, maddi ve manevi onlarla zaman geçiren gelirini paylaşan biridir. Ama anlaşılmaz hüzünleri vardır. Çünkü karısı kariyerini yeterli bulmamakta, müdür olmasını istemekte, Üniversiteden anlaşamadığı birinin astı olarak işyerinde çalışmak zorunda kalmakta, kendi elemanlarını koruyup kollamakta zaman zaman zorlanmaktadır. Geçici elemanı da işe alan kendisidir. Bu genç kadının büyükannesi ile zor şartlarda tanışır. İlgilenir, yardımcı olur, bir huzurevine yerleştirirler. Büyükanne işitme engellidir. Torununu bu iyi adama emanet ederek vefat eder. Cenazesini bütün mahalleli organize olarak görkemli bir törenle kaldırırlar.

Baş aktörümüz aldatılmaktadır. Hem de anlaşamadığı üstü ile…. Bir yandan kariyerini engellemek için rüşvet komploları ile boğuşurken tesadüfen bu durumu öğrenir. Klasik bir koca davranışı yerine bu olayın ortaya çıkmaması için elinden geleni yapar. Ancak uzun sürmez, her ikisine de farklı bir yaklaşımla yansıtır.

Şaşırtıcı yönleri, kahramanımızın acısını biz diğer oyunculardan öğreniyor ve derinden hissettiriliyoruz. Zira o ruhsal durumunu başkalarına yansıtacak kadar düşüncesiz değildir. Böylelikle etrafında dostlarından koruyucu kalkan oluşur. İntihara yaklaştığı anlarda bile onu düşünen tedbir alanlar vardır. Onun adına üzülür, savaşır, olayı çözerler. Bir gün kızın eylemleri açığa düşer ve kız ortadan kaybolmak zorunda kalır. Baş aktörümüz kendi aleyhine çalışan bu kızın aslında bu sayede kendisine çok iyilikler yaptığını öğrenir ve onun normal bir hayata dönmesi için elinden geleni yapar.

Birkaç kere izlediğim bu filmi sıralama gerekirse Kore dizilerinin ilk sırasına koyuyorum. Bizim kültürümüze yakın aile hayatı, değerler ön planda tutulması, günlük hayatı abartısız işlemesi, sıradan kişileri farklı karakterler olarak ele alıp bir bütünü oluşturduklarını düşündürmesi, olay örgüsünün birkaç alt öyküyle güçlendirilmiş olması beğendiğim yönleri oldu. ( Alt öyküler: aile kavramı, sadakat, iş ahlakı, ataya vefa, mahalle kültürü, budizmin sorunlara ürettiği felsefe….)

Herhalde Lee Sun-gyun’un oyunculuğu, masum yapısı, ses tınısının hüzne uygunluğu, ayrı bir sevimlilik katan peltek telaffuzu bu filme oldukça iyi uyumlanmıştı. Gerçek hayat öyküsünde de hüzünlü bir veda ile karşılaşınca bu filmde kendisini oynadığını düşündüm. Ya öyleydi ya da o kadar iyi oyuncuydu ki, böyle bir adamın gerçek hayattan alıntılandığını düşündürdü.

Son söz olarak dünya sinemalarının Avrupa ve Amerka’daki hızını sevmediğimden, Hindistan’ın ki kadar yavaş olana da katlanamadığımdan; Güney Kore filmlerinin akışını oldukça uygun bulduğumu söyleyeceğim. Elbette hepsi değil. Ama bize uygun içerikleri ve başarılı sinema teknikleriyle alışkanlığı değiştirip Doğu sinemaları ile de buluştuğum için çok mutluyum, size de tavsiye ederim.

]]>
Sun, 31 Mar 2024 21:50:29 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (12) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-12 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-12 Herbirimize atanan uhrevi varlıklar var mı gerçekten? Melekler, şeytanlar, cinler… Ben insanım, ama değilim…Neyim? 

Yağmuru yağıyorken dinlemeyi çok severim. Sesinde pencere açık uyumak, eşsiz bir doğa bestesi ile başka alemlere göçmek güzeldir. Sabit bir yerde durup üşümeden gökyüzünden düşen damlalarla ıslanmak ılık duş altında olamak gibi keyif verir.Ama yağmurda yürümekten nefret ederim. Sokakta adımlarımı dikkatli atmam gerekir çünkü. Islanmak dert değil, bahar yağmurlarında tepeden tırnağa ıslanacağım birgün… Soğulcanlar… Yerlerini terkedip yağmur damlaları yakalamaca oynuyorlar. Asfalt yolda bir sürü sürüngen. Basmak, o anda çıkan cılk sesi tahammülsüzlüklerimin zirvesi!. O kadar kalabalık dökülmüyorlar aslında. Benim zihnim, yağmur ve rüzgarla kırılan, yollara serilen dal parçalarını da öyle zannediyor. Atlaya zıplaya bir kısa- bir uzun adım atmak, her adımın mesafesini ayrı hesaplamak yürüyüşten çok, son güne kalmış işleri yetiştirmek için dakikalardan verim sağmak kadar berbat bir duygu… Yağmur mucizevi bir doğa olayıdır gözümde kimi zaman. Akşam kızıllığını görmüşsem, ertesi gün dört gözle beklerim ilk damlaları görmeyi. Bilmek sevindirir.

Bir tek olay beni halden hale geçişime sebep olurken, bunları benim beynim kendiliğinden değil de, bu melek, şeytan, cin güruhu mu yapıyor? Hem ne işe yarar ki? Niçin durağan değiliz. Mutluluklarımız günler sürsün. Hüzünlerimiz sadece birkaç dakika. Kime ne zararı olur ki!

- Dünyaya yararı dokunmuş insanlardan kaçının mükemmel hayatları olduğunu duydun?

Artık bir gözlük kullanıyorum. Mekanımla direkt her an bağlantıdayım. Ses bu aletle anlık iletişimden geliyor. Başlarda zorlandım. Kendi kendimle konuşurken yakalandım kaç kere, telefonu kulağıma götürdüm, çaktırmamak için.

-Zorluklar yaşayan mı hamle yapıyor, demek istiyorsun. Bir o kadarı da telef olup gidiyor ama.

-Hayatın kanunu bu, ya pes etmezsin daha güçlü hale gelirsin, ya da pes edip evrenin bir parçası olarak genele toparlanırsın. O da mesele değil. Her varlık bu alemde bir işe yarar. İsan olarak, bitki olarak, ışık olarak,toprak olarak, toz olarak…Aslında hepsi aynıdır.

-İnsanlar farklı yaratılmış, hepsi aynı güçte ve özelliklere sahip değiller ki! Töleransları buna göre farklı oluyor.

-Belki öyle. Ama insanlar yaşamlarını yönetebilsinler diye görünmez yardımcılara sahip. Onlar isterlerse herşeyi harekete geçirip, yönlendirip istedikleri sonuca varabilirler. Kiminin bir tane zayıf dediklerinin de çok çok fazla yardımcıları var. Yani eşitleniyor.

-Bu soğukta şu boşluğa çadır kurmuş veya arabalarını çadır gibi kullanan şu çingene ailenin de var mıdır, yardımcıları?

-Onlar yardımcıları sayesinde böyle, istedikleri hayatı yaşıyorlar. Onları beton duvarlar içinde lüks eşya ile mutlu edemezsin.

İçime şeytan kaçtı. Denemeliydim. Yerel yönetimin sosyal birimini aradım, adres vererek çocuklu ailenin dışarıda olumsuz şartlarda yaşamalarından rahatsız olduğumu, barınak sağlanması gerektiğini söyledim. Görevli kendiliğinden harekete geçmedi.

Bir mekânın önünden geçerken birinin dışarıya taşan konuşmaları çalındı kulağıma. Vermekten, vererek mutlu olmaktan, zenginliği paylaşmaktan bahsediyordu. Kalabalığa yöneldim, oturanlar koltukları doldurmuş bir o kadar da ayakta dinleyeni vardı. İçlerinden üç beş tanesi dikkatime girdi. Hemen araştırdım, mülk sahipleriydiler, boş tuttukları evleri vardı ikisinin. Beyin frekanslarını güçlendirdim. Daha fazla etkilenmeye yardım için istekle vücutlarını ateşlemeye başladılar.

-Yardım kuruluşlarına gidin bakın, insanlar ne zorlukta yaşıyor başkalarından uzanacak bir tutam yardımın kendilerine verecek hayat gücünü nasıl önemsiyorlar görün!

İki kişi bir saat sonra yerel yönetimin önündeydi. Birisi tanıdık birini hatırladı oraya yöneldi. Diğeri birime ulaştı.

Ertesi gün aynı yoldan işe giderken bir nakliye firmasının aileyi toparlayıp eşyalarıyla götürmek üzere olduğuna tanık oldum.

Ne güzel bir son, bakalım, vazgeçebilecekler mi rahat yaşam imkanlarından.

Baharın son ayıydı. Yeniden aynı yerde insanlar olduğunu gördüğümde şaşırdım. Başka birileri de gelmiş yerleşmiş olabilir. Adam yabancı geldi. Gittim selamlaştım. İlgilenmediği gibi neden onların özel alanına dahil olduğumu sorgular gibi baktı. Mecburen uzaklaştım. Araştırma yaptığımda bir şey elde edemedim, çok uzaklaşmadan beklemeyi seçtim. Önceki olayları göremedim, ama ailenin sabah sofrasındaki konuşmaları duyuyordum:

Adam:

- Meraklı biri, yanaştı az önce. Sakın yüz vermeyin. İnsanlar alıştı mı, yanımızdan gitmezler. Ancak feraha kavuştuk.

Kadın:

-Beton yığınının içinde nefes alamıyor insan, yerler pismiş, hergün o taşları mı yıkayacağım ben, kokar tabii. Hiç temiz hava gibi olur mu? Alt kat ayrı şikâyet eder, ne o, çocuklar zıplıyormuş. Ne olacak, çocuk bu. Bağlayıp mı besleyerek büyüteceğiz. Üst kattakiler ayrı terane. Balkonda ateş yaktık diye, ne itfaiye ne polis bıraktı. Hepsini yığdı kapımıza.

-Çamaşırları elinle yudun, salak olduğun için makinayı çalıştıramadın. Seni ancak burası paklar. Dua et, ben aldım seni bir kere, razı oldum çekiyom kahrını böyle. Tövbeler bir daha beni kimseler sökemez buralardan…

]]>
Mon, 04 Mar 2024 00:52:56 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
AŞKA ÖZLEM https://edebiyatblog.com/aska-ozlem https://edebiyatblog.com/aska-ozlem İsterdim sevmeyi

Nasıl bir sevmek ama,

Şairlerinkinden,

Sen diyorsam sen değilsin,

Bir film karesinden sızıntı

Ne zaman sevmişim  seni belli değil,

Nasıl sevmişim meçhul,

Bir bulutta yağmur damlası gibi,

Gizil ve bitkiye feda eden

Gözdeki aşk ışıltısı, pır pır bir şeyler,

Eli elinde, adımlar ağır sahilde,

 

Acı var yüreğimde, olmazsa olmazı aşkın…

Ayrılık elbette

Öyle bir gelecektin ki

Güneş kıskanacaktı aydınlığını,

Öyle bir sarmalanacaktı kollar hasretimsemiş,

Sarmaşık sarmaş dolaşık.

 

Tebessümünde yaşama sevinci

Adımı söyleyen sesinde kurtuluş,

İki dünya kavuşacaktı

Bir gün, bir yerde…

]]>
Sat, 10 Feb 2024 22:43:20 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ZAMANI BÜKMEK https://edebiyatblog.com/zamani-bukmek https://edebiyatblog.com/zamani-bukmek Türkiye’de en kolay ve rahat harcanan şey nedir? ZAMAN…

Zaman hızla akıp gidiyor…Zamanım yok ki yapayım…Zaman yetmedi…Ne çabuk bu yaşa geldim…

Sorumluluklarımızdan kaçmanın en basit yolu, yapamadıklarımıza bulduğumuz ilk mazeret zamandır. Hep en azdır ve asla yetmez. Bunun farkına varmayı da bir ömür boyu asla başaramayız. 

Tembellik yapmayı özleriz hep ve daima…Şöyle bir yere uzanıp, ki genelde yeşil çimlere veya sıcak kumlara, bir ağacın altı veya yumuşacık bir yatağa, tembellik yapmaya hep hasretimiz vardır. Tutan kim, buyrun yapın!

Oooooo, işler, güçler, ödevler, sınavlar, şef, patron, koca, kaynana, çocuklar, yemek, çamaşır, tarla, hasat,…..tan nere fırsat bulacağız, değil mi ya!...ZAMANIMIZ YOK. Senedin yok elinde, şu anda Azrail gelse nefesine el koysa hepsini bıraktın bitti gitti.

Sosyal medyada bu zaman konusunda ne kadar çok cengaverle, pardon zaman bükücülerle, karşılaşıyorum. Sihirli söz, kedinizi geliştirin, dil öğrenin, girişimcilik öğrenin, sosyal medyayı öğrenin, yazılımı öğrenin, vb. Son günlerin moda öğrenme akımları bunlar. Adı da zamanı verimli kullanmak.

Fabrika ayarlarınıza dönmek, konfor alanınızdan çıkmak gerekiyor(!) İşiniz gün içinde ne kadar saatlerinizi çalıyor olursa olsun, ailenize ayırdığınız vakit ne olursa olsun mutlaka kendinize yatırım yapmalısınız. Sevdiğiniz zevk aldığınız bir meşguliyete zaman harcayarak mutluluk hormanı depolarınızı doldurmalısınız. Bunda yanlış bir şey var mı, yok.

Bakalım madalyonun bir diğer yüzüne. Bir randevuya, bir toplantıya veya işinize tam vaktinde gidiyor musunuz? Bulunduğunuz ortamdaki paylaşımcılarınız buna uyuyor mu? Ben saatinde gelen bir otobüs görmedim. Toplantı da saatinde ender başladı. Ama asla bitiriş saatine uyulmadı. Muayeneye asla randevu saatinde giremedim. Bir iş talebinizin standart sonuçlanma tarihi resmi web sitelerinde ilan edilir ama asla uyulmaz. Tetikte günlerce beklersiniz, bir annenin doğuracağı tahmini zamanı tutturamaması gibi. Doğum Yaradan’ın işi, evrak sonuçlandırmak öyle mi? Meteoroloji mesela, bir aylık hava tahminini size sunuyor, asla gerçekleşmeyeceğini bilirsiniz, tahmindir çünkü. Ama bir işi ne zaman ve ne kadar sürede yapacağınızı bilirsiniz, ögördüğünüz sürede de bitirme saygısını kendimize gösterelim lütfen.

“Bu kitabı iki günde okurum” Oku o zaman. Bu konuyu bir ayda tamamlarım. Tamamla. Bu dili iki senede öğrenirim. Öğren.  Zaman bükücüler olağanın dışında, bir dakikada kitap okuyabilir, konuyu bir derste öğrenebilir, dili üç ayda halledebilir. Bizim zaman bükücülüğümüz spiral zamanı düz çubuğa evirmek yönünde. Yani yarım saate gelirim sözümüz aslında bir saati, en kısa zamanda görüşelim sözümüz hiçbir zamanı ve hergün seni ziyaret edeceğim sözümüzü canımız isterse ve istediği zaman olarak kullanırız. 

İyi zaman bükücülerizdir J

]]>
Tue, 30 Jan 2024 13:24:21 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
VURULDUM https://edebiyatblog.com/Şiir-4514 https://edebiyatblog.com/Şiir-4514 Vuruldum,

Bu sabah, kanım kuruydu damarlarımda

Balyozlar bir indi bir kalktı

Kemiklerim orda burda

Ahhh, diyecektim,

İnleyecektim, yangın yerine dönecektiler

Burkulacaktı içleri, görecektiler

Meğerki, meğerse… diyeceklerdi

Öldüğüm, kelimelerde solduğum.

Sonbahardan yerlerde hışır hışır

Az kaldı, toprak olmaya

Olmazların olduğu gündü

 

Tespih tanesi geçit yaptı bir bir

Doksandokuz da değil yüz vardı.

Sevdiklerim oldu, kahrettiklerim de

Anlamaya çalıştığımda cozuttuğum,

Elimde zeytin dalı tuttuğum,

Doksan dokuzu tek tek,

Arştan yere…

Geçit yaptı.

Yüz bu sene, yüzyüzeyim,

Kör kuyularda uyuttuğum,

Azrail emek verdi Barışlara, Atalara, Cumhurlara

Ben yüzümü değdim, elimi verdim, utancımı

Yerine kan kırmızı serdim, bayrağımı

 

Yıldız al denizde tutunacak

Gökyüzünde değil gözüm ne zamandır, Ay’ımdan, yıldızımdan utandığıma

Direklerde henüz şükür

Korkma, yüzmeye devam et bu şafaklarda!

]]>
Fri, 26 Jan 2024 19:51:57 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (11) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-11 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-11 Nasıl felaket bir gece. Şimşekler ardı ardına çakarak geceyi güdüze çeviriyor adeta. Hele o gök gürlemesi. Birden yerimizden sıçrıyoruz istemsiz. Deprem aklıma geliyor. Ya deprem de olursa!... Felaket şiddeti başa çıkılamaz olur o zaman. Niye gözlerim yerlerinden fırlayacak gibi, niye yüreğim sıkışıyor?

-Hadi herkese iyi geceler, karanlık zaten, elektriğin ne zaman geleceği belli değil. Benim şarjım da az. Telefon acil durumlar için iptal olmasın, yatmaya odama geçiyorum.

Elbette özel bölüme geçtim. Enerji sağlayan batarya nereden nasıl dolar bilmiyorum, ama burada enerji sorunu yok. Yüreğime su serpme ihtiyacı ile haritalar, mekanlar, felakete uğramış yerler, taramaya başladım….

Deprem olmuştu sahiden bir yerde, insanlar toz toprak içinde yıkıntılar arasında canlarını arıyordu. Yağmursuzdu. Patlamalara yöneldim. Gök gürültüsü ve kasırgadan şüphelenip, ama değildi. Bunlar uçaklardan atılan bomba gürültüleriydi. Ortalıkta insan görünmüyordu ama, binaların yıkıldığını, yerde çukurlar açıldığını görebiliyordum. Köşede bir çocuk çok korkmuş ağlıyordu. Ama sesi boğuktu, duyulamayacak kadar azdı. Biraz takıldım. Bir yetişkin gelsin beş yaşından büyük olmayan bu çocuğu alıp güvenli bir yere götürsün diye bekledim. Ama kimsecikler yoktu. Zihnimden bir koruma şemsiyesi geçirdim, bombalardan etkilenmeyen. Birden elimin ekran hareketine eşlik eden bir şemsiye farkettim. Şeffaf, kubbemsi, çadır misali… İradi bir yönlendirme ile      küçüğün üzerine bıraktım.

Daha yoksul yerler belirdi az sonra önümde. Yağmur bütün hızıyla iniyordu gökten. Ve o derme çatma çatıların üzerinden, kulube evlerin içine akıyordu. İnsanlar çaresiz, sadece ıslanmamak için, eşyalarından da koruyabildiklerini kuru köşelere yığıp ayakta korkuyla bekliyorlardı. En çok çocuklar korkuyordu. Anne ve babalarına sığınıp kafalarını gömüyorlardı. Dışarıdan gelen gökgürültüsü ve yağmur sesini artık duymuyor olsam da onlarla aynı ruh haline büründüm. Aciz olmak kimin işine yarar ki! Bir su birikintisinde garip dalgalanmaları farkettim. Bir kedi yavrusu, suyun üstünde kalmaya çalışıyordu. Gücü tükenmiş, bir görünüp bir kayboluyordu. Bir tahta parçasını önüne yönlendirdim, can havliyle pençelerini sapladı. Usulca kıyıya yaklaştı, tahta parçası. Kedicik kendini kara parçasına attı ama, yaşaması için bu yeterli olur muydu bilmiyorum.

Gündüz, kurak mı kuraktı uzak bir diyar. Yaşlı zayıf, damarlarını görebildiğim bir adam, bir tarlanın ortasında cılızlaşmış fidelerine bakıyordu çaresiz. Çoktandır yağmur beklediği belliydi. Yanında bir teneke su getirmiş, küçük bir kapla aldığı suyu beş fideye paylaştırıyordu.

Nedense sadece hızlı tarama modundaydım. Ne kadar çok yapılacak iş, çare bekleyen dert vardı. Birden ekranda biri belirdi:

- Kafan karışmasın, sen Tanrı değilsin.

-Tanrı’nın işi ne? Yarattıklarına sahip çıkar elbette. Ne düşündüğümü beynim size iletiyor galiba.

-Bizim görev alanımız. Biz de yüceliğin görevlileriyiz. Neyi nasıl sahiplendiği Yaradan’ı ilgilendirir. Ve sorgulamak bizi aşar. Daha doğrusu anlayacak kadar kapasiteli değiliz.

-Sizde mi? Ben kendimi size göre aciz buluyorum. Yaşadığımız dünyada çaresiz hisseden nice insanlar varken, biz daha üst becerilerimizle bunu düşünüyorsak sahiden bir problem var.

-Problem yaratılmışlığının ötesinde taleplerde boğulmak. Düşünsene karınca ezilmemek için bütün canlıların kendinden küçük olmasını diliyor. Ya da kendisinin ezilemeyecek kadar diğerlerinden büyük olmasını diliyor. Bunu yapamayacağını bile bile böyle bir hayal beyhude değil mi?

-Felsefe yapmadan bir işe yaramayacağım galiba. İyi uyarıydı, teşekkürler.

- Evet o da lazım ama, onunla görevlendirilenler yapacak. Sen eylem için görevlisin. Bunu yerine getirmezsen daha çok problem çıkar, mutsuzluğun artar. Yani hep mutsuz yaşayacağının da haberini vermiş oldum. Ne yaparsan yap eksik olacak mutlaka.

-Aslında işe yaramak için buradayım, ama henüz hakkını veremiyorum galiba. Dinleneyim, iyi geceler….

]]>
Tue, 23 Jan 2024 15:20:28 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
TÜRKLER OLMADAN TARİH YAZILAMAZ MIYMIŞ(!) https://edebiyatblog.com/turkler-olmadan-tarih-yazilamaz-miymis https://edebiyatblog.com/turkler-olmadan-tarih-yazilamaz-miymis “Sen Türksün, göçebe kavminin kodlarını genlerinde taşıyorsun.” Dememiştir anneniz ama yolcularken kapıdan, arkanızdan su dökmüştür, tez dönesiniz diye. Babanız da “ben eşşek başımızyım, sözüm neden dinlenmiyor” derken nedenini, neden böyle söyler olduğunu bilmiyordur. Atalarından görmüştür. Japon baba da söylüyor mu diye merak etmez.

Her mevtaya “Allah rahmet eyler” tarafımızdan, “yakınlarına sabırlar verir.”  Dinimiz gereği öğrenmişizdir. Yas tutmak her inanç topluluğunda var, şeklen farklı olsa da. İnsanlar bunu yaşarken, ben müslümanım, hristiyanım, budistim diye aklından geçirir mi bilemedim. Ama bu inançlara sahip birileriyle komşu olsam eminim onlarla da aramızda benzeri bir iletişim olacaktır.

Mezuniyette giydiğimiz cübbeye takıntım var. Türk isek, batı ülkelerinin kilise papazlarına ait kostüme bürünüp nasıl övünç yaşıyoruz. Bizi yansıtmıyor ki!. Galatasaray lisesi giymiyor biliyor musunuz? Çünkü ortodoks veya başka bir mezhebin ya da ülkenin kostümü diye Fransız kültürüne sahip çıkmak için giymiyorlar. Kendim kostüm tasarlamayı düşündüm, bize ait klasik bir tarz, yine dış giyim olarak rahat bir giysi olmalı elbette. Padişah kostümleri, uzun yelek tarzı giysiler, işlemelerin nerede olacağı gibi ayrıntılarda boğuluyorum. Hangisini düşünsem başka bir ülkeyi çağrıştırdığını farkedip vazgeçiyorum.

Yemeklerimiz…. Sebze bize ait değil, buğday ve et ile yapılan yemeklerimiz göçebe kültüründen ve geleneksel. Sebze ve meyve yok. Çoğu meyve ve sebzeyle Anadolu coğrafyasında karşılaşmışız, Rumca ve Ermenice isimleriyle birlikte hayatımıza sokmuşuz. Karnıyarık, melemen nasıl bizden olmaz?

Ben çözdüm olayı. Biz öyle uyumlu ve adapteyi seven bir milletiz ki, beğendiğimiz şeyleri gocunmadan hayatımıza alıyoruz. Ama o unsurları öyle dönüştürüyor ve bizim yapıyoruz ki, o nesneyi aldığımız mecralar bile kendilerinden bambaşka bir vaziyette buluyorlar. Çünkü biz köprü görevi gören coğrafyalarda, farklı kültürlerle koyun koyuına yaşamayı beceren bir milletiz. İnsanın ırkına, inancına bakarak yargılamayız. Hemen benimser aramıza alır dönüşür, dönüştürürüz. Bunu maksatlı bir şekilde yaptığımız anlaşılmasın. Assimilasyona tenezzül etmeyen güçlü bir milletiz. Kimsenin başka biri olmasına gerek yok. Denilebilir ki tarihimizde aleviler, süryaniler, ermeniler, kürtler zorluk yaşamadı mı, bunları inkardan mı geleceğiz. Dünyada savrulan fikir cereyanlarından biz de nasibimizi aldık elbette. Kimi zaman koyu dindarlığımız, kimi zaman ulusçuluğumuz birilerine eziyet yaşattı. Saraydaki devşirmeleri bile bugün normal göremeyiz. Benim devlet politikaları ile ilgili tarihsel süreci değerlendirme gibi bir iddiam yok.

Sade bir vatandaş olarak, mevkiisiz, makamsız biri için konuşuyorum. İnsan olarak benim halkım en muteber değerlere sahip gibi geliyor. Dünyanın neresine baksam bize benziyor. Sanki herşeyi bizden almışlar. Siyahi veya Asyalı bir vatandaş en rahat kendini benim ülkemde hisseder. Bakmayın “Suriyeliler gitsin” naralarına. Onları da çoktan kabullendik.

Bu yazı olumsuzluklar üzerine olacaktı. Ama kanımıza öyle bir işlemişler ki, yegane üstün değerleri olan varlık biziz inancı şuur altlarından yüzeye sızıp beynimi ele geçirdi bile. Diğer uluslarda gördüğüm geleneksel bir zenaata, sanata, geleneğe özeniyorum. Benzeri bizde de var mı diye düşündüğümde, hepsi bozulmuş olarak karşıma çıkıyor. İyi olanları çoktan terketmişiz, kötü olanlarına dört elle sarılıyoruz: Düğünlerde silah atma, takı takma yarış olmaktan çıktı mecburiyete evrildi, cenazelerde ikram mecburiyetleri…Bize ait giysilerin hiçbiri halk oyunları hariç yeri yok; ebru, hat, bakır işlemeceliği gibi sanatlar can çekişiyor; Karagöz, Meddah çoktan unutuldu, esnaf gelenekleri yok…

Yemekler hâlâ vazgeçilmezimiz. Bir orada maharetimizi koruyoruz. Geleneksel mutfaklarımız, konutlarımız kaybolsa da, kebaplarımız, tatlılarımız dünyaya bizden bir iz olarak yayılıyor çok şükür.

]]>
Fri, 22 Dec 2023 03:33:16 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (10) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-10 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-10                    Güneşli bir günde durağa ilerlerken caddenin ıslak zeminini farkettim. Neden yıkadıklarını düşündüm; bir ihtimal cadde kenarındaki okul inşaatından girip çıkan kamyonların caddeye bıraktığı tozları bertaraf etmak için yıkamışlardır. Ama öyle çamuru uzaklaştıracak yoğunlukta bir yıkama değil bu. Bildiğiniz caddeyi ıslatıp geçiyor. Acaba yaz sivrisinekleri için ilaçlı bir su mu sıkılıyordur? Araştırma yapmayı düşünürken, asıl derdimin suyun boşa harcanmaması meselesiydi. Yeraltı suları azalıyor, plansız kullanmaya devap edersek günün birinde içme suyu bulamamamız felaketi bizi bekliyordu. Çoğu sular da içme özelliğini kaybetmişti bizim yüzümüzden. Öyle plansız çoğalmış, yerleşim yeri yaparak ürettiğimiz pislikleri toprağa, dereye, denize salıyorduk ki, kendi topuğumuza sıktığımızı farketmemiz uzak bir zaman değildi. Bu sadece benim sezgilerimde değil her platformda dillendirilen bir gerçek…. Ama insanlar bu bilgilere altın, döviz piyasası haberlerine gösterdikleri kadar rağbet göstermiyorlardı.

                Önemini yitirdi, caddenin sulanmış olması. Bir büyük su kaybı olduğu hissi ile içim daha çok sıkıştı. İnanılmaz bir kuruluk oluştu. Issız bir yerde çevremde dönmeye başladım. Yönü tayin ederek biraz ileride ana su hattının patladığını ve gökyüzüne doğru üç adam boyu su fışkırdığını gördüm beyin ekranımda. Etraf küçük bir göle dönmüş yayalar geçemiyor, arabalar da tekerlekleri suya gömülü dalgalar oluşturarak geçebiliyorlardı. Birazı da geri geri giderek yolu kullanmaktan vazgeçtiler. Dükkan sahipleri  orada ne yapacağını bilmez halde fışkıran suyu izliyordu. Şaşılacak bir durumdu aslında . Küçücük bir arıza bildirme işi çözmek için yeterliydi. Belki aradılar, kurum harekete geçmedi. Çözüm bulmalıyım diye düşündüm.   

                Sabahın erken saatleri olduğu için mi  bilmiyorum etrafta silüetleri görünen insanlarda öyle  bir enerji yoktu. Üst yoldan bir adam dalgın yürüyordu. Birden parlak bir ışıltıyla belirdi. Toprak rengi bir ışık, cansız ve düşük bir seviyedeydi. Çok da düşünecek vakit yoktu. Zira her saniye metreküplerce su boşa akıyordu.

                -Ne olmuş orada, nasıl bir su böyle patlar, kimse ilgilenmemiş mi?

Su arıza kaydı kendi evinde oluşan ve ana hattan müdahele gerektiren bir durumla uğraştığı için telefonunda kayıtlı idi. Hemen bu kaydı buldu ve aradı. Caddeyi bildirdi. Sultan caddesi ile Aktepe caddesini bağlayan adını bilmediği yolda olduğunu belirtti. Kendi kimlik kayıtlarını da istediler.

Akşam eve dönerken yolda büyük iş makinaları olduğunu gördü. Yol tamamen kapatılmış, derin bir kuyu iş makinaları ile açılmış, altı yedi kişi çalışıyordu. Sormadan edemedi:

-Kolay gelsin, büyük bir arıza mıydı?

-Sağolun, evet şehrin diğer bölümüne giden ana su hattı patlamış. Büyük bir arıza. Sabahtan beri uğraşıyoruz. Erken haber verilmeseydi, oluşan yarık ilerleyip daha da büyüyecekti. Suyu kestik de bu kadar zararla kapattık.

-Ben haber verdim sabahleyin, benden başka kimse aramamış mı?

-Orasını bimiyorum, biz mesaiye sekizde başladık, ilk dakikalarda bu arıza bildirildi. Daha önce bildirilseydi, gece ekibi işe gelirdi.

Mahallesine yöneldi. İki kişi marketin önünde karşılaşıp selamlaşıyordu. Bunlardan birisini tanıyordu. Kulak misafiri oldu:

-Nasılsın Hüseyin, görünmüyorsun ne zamandır?

-Memleketteydim. Yeni geldik sayılır. Nasılsın ne var ne yok.

-Sorma suları kestiler bugün, evde damla su kalmamış. Marketten su alacağım. Mecbur içme suyu ile yıkama, yunma işi de olacak. Bulaşık birikmiş, tuvalet kirli kaldı. Hanım delirecek.

- Memlekette böyle dert yok. Rabbim köyün çeşmesine her daim rahmetini indiriyor. Herkes motor da bağlamış, eve kadar geliyor sular. Ama ondan da devlet para alacakmış yakında. Yeraltı suları devletinmiş. Kanun varmış öyle. Anlamadım gitti. Allah vermese yerin altında su mu olur? Allah vermiş, sana da vermiş bana da vermiş. Ben vatandaşım diye devletin başıma eşkıya kesilmesi şart mı? Ne para harcadın? Vatandaş borusunu, motorunu kendi almış.

-Sular eve bağlanmadan mahalle çeşmesi vardı şurda sen de bilirsin. Oradan alırdık. Eve bağladılar diye hepsini kapattılar. Vallahi iyi mi ediyor kötü mü ediyor devlet kafam karışık. Çeşme olsa gider alırdık şimdi. Hayvanlara su bırakma diye bir dert de olmuyordu. Her türlü hayvan sebepleniyordu. Şu hale bak. Eve çeşmeden su aksın diye kolaylık istedik, ipleri verdik ellerine. Vanayı kapattılar mı, çaresiz kalıyorsun. Kuyu yok, çeşme yok. İnan ki susuzluktan biteriz. Uzun sürse bu sadece içme suyu alabilirim. Kullanacağım suya para yetiştiremem. Bitleniriz vallahi. Su ısıtıp yıkanmayı da unuttuk.

-Doğru söze ne denir Bekir Usta, durum aynen dediğin gibi. Kuyu açamazsın şimdi, hertaraf insan doldu. Alttaki suyun temiz olma ihtimali yok. Gökten inerken toplamalı suyu. Başka çare yok.

]]>
Sun, 17 Dec 2023 13:39:23 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SON TUTACAK (ÖLMEDEN ÖNCE) https://edebiyatblog.com/son-tutacak-olmeden-once https://edebiyatblog.com/son-tutacak-olmeden-once İnsanın bile isteye ölümü seçmesi…. Ondan önceki son çıkış… Ne kadar kötüyse de hayat…

Dipsiz bir kuyuda ilerliyorsun, elalem silinivermiş, bir dakika sonrana uzanmaya enerjin yok. Güvendiğin dağlar yok arkanda. Aslında arkanda hiçbir kimse hiçbir şey yok. Neye tükendin, seni yıkan en son damla neydi unuttun. Sadece bitirmek istiyorsun.

Kolayı seçmek içgüdüsel olanı. Her türlü varlığa aşık insanların ufacık bir zahmet çekmeyi kaldıramadıkları dünyada yaşıyoruz. Sadece almayı bilmek insanı zayıf düşürür. Gel vermeyi öğrenelim.

Kendine vermeyi.

Sen değerli bir varlıksın. Bu değeri başkaları “Aferin” diyerek vermesini bekleme. Sen kendine söyle. Bu dünyaya gelmek tercihin değildi. Aileni seçmek iradi değildi. Varlıklı bir ailenin muhtaçsız evladı olsan bile ruh donanımın eksilerle yaratılabilir. O ruhu dünyada yükseltmek, öteye geçmeye yeni bir doğuma hazırlamamız gerekiyor. İŞTE ARTIK SEÇİM SENİN!..İstersen harika bir varlık olarak doğarsın, istersen bugününden daha zorlu bir hayata geçiş yaparsın.

Can verilmiş hiçbir varlık, hayattan vazgeçmiyor, insanın dışında. Bunda bir işaret görmelisin. Bir sümüklüböcek kadar, şu kenarda taşların arasında büyüyen bir ot kadar, yaşamak bizim de hakkımız değil mi? Bir el gelip o sümüklüböceği hayattan koparana, o otun üzerine bir ayak basana kadar yaşayacaklar. Hem de orada kaç türdeşlerinin hayatı son bulduğunu bile bile yaşayacaklar. Bizden önce kimler yaşadı bulunduğum şu noktada. Evimde yatağımdayım, ama muhakkak yıllar önce ev yoktu burada. Belki bir kaya parçası. Oturup bu hayatın niye var olduğunu, meşakkatini düşünmüş müdür, buraya mekan tutmuş bir insan? Evi kerpiç, belki ahşap, yiyeceği tarlada uzun bir ter akıtarak elde ettiği ağır gelmiş midir? Belki ona kötü hissettirecek melanet başka insanlar olmaması yeterince sevindirici gelmiştir. Mutlu mesut yaşlanarak ölüme teslim olmuştur.

Sözler, ah o sözler… İnsanı mutluluğun zirvesine çıkardığı gibi oradan tepetaklak düşüşüne de sebep olmaz mı? Kırılan insan kırar, bunu unutma. Ağzından zehir çıkıyorsa bir insan, yaşamayı iyi beceremediği-hayır yanlış oldu- öğrenemediği için öyle yaptığını bil. Hayatta kimler en munis, en tatlı sözlüdür: Feleğin çemberinden geçmiş olanlar… Eğer enerjimizi tatlı sözlerden alıyorsak onları bulup yapışacağız. Kopyalayacağız. Öğreneceğiz ki, onu yıkamayanlar güçlendirmiştir. Yoksa hangi savaştan bombalarla uzvunu kaybedenle veya hangi depremzede göçük altında günlerce kalıp kurtarıldığında yaşamaya devam edebilir?

Geçim derdi… Bu dünyada çıplak bedenimizi atlas libaslara da sarsak, yemeğimizi altın varaklı tabaktan da yesek, kapımızda hizmetkarlarımız dizili elimizi soğuk sudan sıcak suya sokturmasa da midemizin hacmi belli. Onu da kuru ekmek yiyerek dolduruyorsak, sabah lokum gibi pişmiş bir yumurta niyetine, öğlen yumuşacık bir biftek, akşam da harika bir tatlı niyetine yiyebiliriz. Bizim beynimiz aslında kolay kandırılabilir. Şimdi camdan bak. Adamın biri tökezleyecek ve vücudu kontrolsüz savrulacak ve biz bu tabloya güleceğiz. Beynimiz öyle aptal işte. İşe gitmek, yatağını toplamak, rutin bir sürü işi daha yapmak istemiyorsun. Bıktın. Bırak bugün, hatta birkaçgün. Dünya yıkılmaz. Onun yerine yürü. Bir sonraki duraktan bir taşıta. Derin nefes al. Say: bir,iki,üç…sekiz. Tut: bir,iki,…sekiz. Yavaşça ver: Bir, iki, …sekiz. Etrafa bir göz at. Şu anda gözüne en güzel gelen ne: Yaprak, böcek, taş, yolun kıvrımı, bulutun şekli, insan… Al koy onu ruh cebine. Eve gidince ona bir şiir yazacaksın. Şarkı bestelesen de olur. Mesela; Evden çıktım yola/Baktım Sağa sola/ Ey en güzel kelebek/Sağol iyi geldin ruhuma…

Gül. İnsana gülmek çok iyi geliyor. Hayatının en komik anılarını listele. Sonra sırasıyla düşün. Şimdi neye gülersin. Bir film, bir şaka, kısa video… Ona gömül.

Bir insan düşün. Hayatta hiçbir beklentisi yok. Mesela annen, baban. Senden beklediği hiçbir şey yok. Amacımız onun yüzüne tebessüm kondurmak, ya da güzel bir söz. Bardağı boşalmış kendininki ile onu da çayla doldursan… Odanın köşesinde yerini şaşırmış bir eşyayı kaldırsan tuvalete geçerken. Annenin suratını yakalamayı unutma: Tebessümlemedi mi? Yeterince şaşırtamadık. Ama buluruz bir şey. O gülünce de sen gülersin. Bulaşıcıdır çünkü. Aslolan KENDİMİZE İYİ GELMEK. Günlük mutluluk dopingimizi almak.

İNANÇ… Hiç değinmedim. Sen sana inan, sonra da kendin dışında inandığın şeye de inan, sarıl. Ama en iyi ilaç kendinsin. Kendinden vazgeçme. Bu defa en harika varlık sen olmalısın ötede doğan…

]]>
Sun, 17 Dec 2023 11:25:03 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YALNIZLIK MEVSİMİ https://edebiyatblog.com/yalnizlik-mevsimi https://edebiyatblog.com/yalnizlik-mevsimi Üşüdüm, soğuktu geceler,

Ayak sesleri kesildi kapımdan

Ruhum titriyor yalnızlığından

 

Raftan inmeyi bekliyor tozlu bardak

                              bir konuğa,

İçinde çay, sımsıcak

Sesimi özledim,

Gölgem, kedim, terki diyar edeli,

Kilime, mindere, güneşe söylenmeli,

Vardır mutlak suçları…

                             

 Acıktım,

Söze, sese, biri iyiyim dese,

Ne yapmış komşu oğlu, kız nerede?

Lüzumsuz ordan burdan hadise,

Şaşmaz da abuklanırdım.

 

Sevmeyi bilmediysem demek,

Yalnız geçecek son demler…

Bir yıl, beş yıl, on beş…

Yağmur, damlalar, pıtırak pıtırak

Arada bir araba homurtusu,

Kapı sesi gibi gelir bazen hayallerden,

Acı, çok acı yürek tortusu…

     11.12.2023 By.  J.SEL

]]>
Mon, 11 Dec 2023 22:52:55 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (9) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-9 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-9   Günlerim dışarıdan bakıldığında sıradan ve tekdüze geçiyordu. İşe gidiş, eve dönüş, yemekte aile ile sohbet, sonra odama çekilme: Farklı bir dünyaya… Zaman kendi istediğim gibi akıyordu. Benim istediğim kadar kaldığım komuta odasından yatağıma geçiş sürecim ne kadar uzun olursa olsun bir dakika istersem öyle, beş dakika istersem öyle kayıtlanıyordu. İki ayrı zaman diliminde yaşamaya artık alıştım.

-          Birine yardım ederek müdahele etmeye başlayalım, hazır olduğunuzu hissediyorsanız.

Heyacan kapladı birden içimi. Nasıl bir işe koşulacağımı merak ediyordum. Her sorduğumda;

     -      Aslında başlangıç sizsiniz. Bunu bize sorarak değil içinizdeki güçten öğrenmeyi başardığınız gün bize ihtiyacınız olmayacak.

     -      Hazırım, umarım küçük bir şeyle başlarız.

     -      Hâlâ endişelisiniz. İnsani yönünüzün güçlü olması çoğu zaman olumlu. Ama bu sizi girişimlerden alıkoyarsa bizim için istenmeyen durum. Şu anda seviye değerlendirmesi yapmayacağız. Zira ilk girişimimiz. Hadi başlayalım.

               Beynimde ve ekranda görüntüler mekan algısından bir yerleşme yerine doğru hızla akışlandı. Bir sahilde durduk. Olağandışı hiçbir şey yok. Deniz ulaşımı sağlanan araçlar yolcu alıyor. Gemiden daha küçük, ama iki yüz kişi alabilecek kapasitede, anlık hesaplarıma göre. Bir kadın eğildi yerden bir para aldı. Kendisinden düşüp düşmediğine emin olamadı. Ceplerini, cüzdanını kontrol etti. Konumuz bu kadındı anlaşılan.

-           Zihnini okudum, yaşasın. Bulduğu parayı bağış olarak değerlendirecek, öyle düşündü.

-          İşte şimdi sizin müdaheleniz gerekiyor. Bu kadının önüne öyle birini çıkartacaksınız ki, ihtiyaç karşılamanın ötesinde bir sinerji ile kelebek etkisi oluşacak.

 

               Hemen iskele noktalarındaki mekanları, insanları taramaya başladım. Birisi kırmızı rengiyle hızla netleşmeye başladı:

               “Yalpalayarak yürüyordu. Bitkin ve özensiz giysileri, karmakarışık saç sakalı ile yanından geçenleri ürkütüyordu. Oysa onlara hiçbir şey yapmıyordu. Sadece elini uzatıp para dileniyor, karnının açlığını vurguluyordu. Şeceresinde kimseyi bulamadım. Ne anne vardı ne baba. Yaşadığı mekâna gözattığımda dışarıdan bakımsız, ama içerisinde eski eşyaların olduğu gecekondu bir ev buldum. Dağınık değildi. Bir oda, bir salon, salonun bir köşesi mutfak tezgâhı, yanındaki kapıdan tuvalete geçiliyordu.”

Kadını getiren gemi iskeleye yanaşırken, bulanık beyniyle yolda yürüyen henüz otuzlarında bile olmayan adamı hızla iskele caddesindeki mekâna taşıdım. Yanlış oldu. Mekânı ayaklarının altına taşıdım. Kadın otobüs durağına geçtiğinde, beş on dakika beklemesi gerektiğini gideceği yönün otobüsüne vakit olduğunu farketti. Parayı yeniden düşündü. Kendine güvenmediğini unutup parasıymış gibi harcayabileceğini farketti. İlk dilenciye vermeli düşüncesine enerji yükledim. Adam da virajı dönerek durağa zorlukla, daha doğrusu yönünü dikey olarak belirlemekte beceriksiz davranarak yürüyordu. Durağa geldi ve elini uzattı, aynı cümleler döküldü dilinden:

-          Abiler ablalar karnım aç. Bir ekmek parası…

              Kadın bu ilahi sese hemen hamle yaptı. 100 TL’yi avucuna bıraktı. Adam belki rakamları görecek kadar ayık değildi ama, renginden onun beklediğinin çok üstünde bir meblağ olduğunu hayretle farketti. Geçip gidemedi:

        -       Allah razı olsun abla, ne kadar süredir yürüyorum. İnsanlar benden korkuyor, kaçıyor. Ben de onlara öyle geldiğim için üzülüyorum. Kötü biri değilim. Sen çok iyisin abla. Allah seni zorda koymasın.

       -         Sağol, gerçekten yemeğe harca paranı. Zararlı şeyler alma.

       -         Tamam abla almam. Bu mereti bırakacağım zaten. Ama alıştırdılar. Hasta oluyorum almazsam. Muhtara gideceğim. Beni bir yere yatırsınlar.

      -          Bu söylediklerini gerçekten yapmalısın. Kendine söz ver. Çok gençsin bak. Bugün ben verdim diyelim, sonraki gün kimse vermezse aç kalırsın. Oysa sen kendini besleyecek parayı her zaman kazanabilirsin.

      -          Abla Allah razı olsun senden. Benim anam babam yok, anannem ölünce ortada kaldım. Kimse yaklaşmadı, akıl vermedi bana. Anannem de dilsizdi, komşularla iletişim kuramadı. Sadece benimle konuşabiliyordu. Annem beni doğurmuş, ona bırakmış sonra da çekmiş gitmiş. Mahalleli de iyi kadın değil diye dedikodu çıkarmış. Bize hiçkimse gelip gitmiyordu. Yemek yapmasını, temizliği öğretti bana anannem. Ama hastalandı. Okulu bıraktım. İki sene ona baktım evde. Ölünce ne yapacağımı şaşırdım. Mahalleli iş vermedi. Muhtar bir kahveci yanına çırak koymuştu beni. Orada bir arkadaş tanıdım, ne olduysa ondan sonra oldu. İnşallah düzeleceğim. Bu maddeyi kullanmayacağım. Sana söz veriyorum. Allah beni duyuyor.

                 Ne güzel bir seyirdi. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Gözlerimi açtığımda odaya odaklanarak kokpitime döndüm:

                 - Nasıl oldu? Bence iyi yaptım. Seçimlerim doğru muydu?

                -Başlangıcı çok iyi yaptınız. İyileştirilecek alanlar var elbette. Mesela ilk seçeneğe takıldınız. Belki daha iyisi ve farklı kelebek etkisi başlangıcına aday vardı. Sabırsız olmamalısınız.

                 -Bu adama aç karnını doyurma fırsatı vermek dünyayı iyileştirmeye nasıl bir kelebek etkisi yapacak? Tek tek bitiremeyiz ki böyle. Hem devletler de bu tür ihtiyaç sahiplerine odaklanıp yardım ediyorlar. Yani bu dünyevi bir yardım.

                 -Devletin hızı ve gücü dünya zaman ve zemininde hızlı işleyemiyor. Hem devletin yardımı ile kelebek etkisi oluşturacak enerji minimumda başlıyor. Bak bu adam cephesinde başlamadı enerji. Asıl hedefimiz o kadındı. O tercihi yapması için sizden takviye aldı. Onların konuşmasında durakta yedi kişi daha vardı. Bunlardan ikisi lise öğrencisiydi. Hepsi olumlu enerji yüklendi. Kendi dünyalarına taşıyıp güzel başlangıçlar yapacaklar. O insanlar kimsesizliğin sonuçlarına tanık oldular, evlerine gidip yakınlarına farklı davranacaklar, lise öğrencileri bunun yanında derslerini, okulu daha anlamlı bulacak. Müjdeyi de benden duyun, siz de ileride buna tanıklık edeceksiniz. Delikanlı bu defa değil ama, iki sene sonra gerçekten uyuşturucudan uzaklaştı. Öyle bir adam oldu ki mahalleliye parmak ısırttırıyor.  O mahallede elli yedi kişinin enerjisi değişti, kelebek etkisi yayılıyor. Bunun dünyanın ikliminden, sahip olduklarından döngüsünden başlayıp, bütün kâinata ihtiyaç duyulan yakıtı pompaladığını bilmelisin.

                  Mutlu mesut yatağımdayım. Annem kapıyı vurdu:

                  -Kızım yoğurt mayalayacağım, sütü kaynattım. Bir bardak ister misin? Sen seversin sütü.

                  -Yok anne, Uykum var. İstemiyor canım. İyi geceler.

                  -İyi geceler.

]]>
Sun, 03 Dec 2023 13:54:55 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YOL AYRIMLARINDA İNSAN… https://edebiyatblog.com/yol-ayrimlarinda-insan https://edebiyatblog.com/yol-ayrimlarinda-insan          Bizi yoranlar var hayatta. İlişkilerimizi istediğimiz gibi yürütmemize izin vermeyenler. En kestirme çözüm yol vermek. Sen yoluna, ben yoluma…

         Birinci insan: Artık ilişkilerimizi sanal alemle şekillendirdiğimiz için tek bir mesaj ile, artık grubun bir arada olmasını sağlayan duyguları paylaşmadığını ifade edip yolunu ayırdı. Ayrıldığı mesajı iletilmediği için saygı duyduğumu belirten bir söylem paylaştım, haberi olamadığını sonradan farkettim. Temelde dünya bakışımız çok farklıydı. Burada farklı görüşlerden insanlar olarak bulunup, arada yüzyüze görüşmeler ayarlayarak, bazı güncel olaylarımızı kritik edip, analizlerimizden büyük istifade ettiğimizi düşünüyordum. Birisi benim gibi düşünmüyormuş. En doğru karar, bize yük olmaya başlamış duygu ve düşünce birlikteliklerini terketmek. Eksilme yaşadım mı? Evet. Alıştığım hayat düzenimden bir parça kopmuş gibi geldi. Biliyorum ki bir zaman sonra orada hiç olmamış gibiye dönüşecek. Bu yazıyı oluşturma nedenim olayı biraz daha fazla anlatmalıyım sanırım. Ama ilham kaynağı olarak kodlayayım sadece.

         İkinci insan: Takıntılı bir dostluk. Sadece kendine tabi olunmasını bekleyen, başka ilşkilerine tahammül veya anlayış göstermeyen, saatlerce telefonda konuşmalarıyla sabitleyen biri. Çok yakın dostu yok. Sizi oraya konuşlandırınca vebal de almış oluyorsunuz. Bu bir insanlık görevi gibi bir müddet devam ediyor. Psikologlar bunun için var sanırım. Tek taraflı bir iletişim, onların işleri. Ama günlük hayatta hep veren olmak mümkün olmuyor. Bir müddet sonra dayanılmaz oluyor. Kurallar koymaya, istemeye başlıyorsunuz. “Lütfen bunu artık şöyle yapalım.” Karşı tarafa ulaşmıyor hiçbir talep. “Benim kırmızı çizgim bu: Küfür duymak istemiyorum.” Günün birinde hiç kaale alınmayan bu talebinizle mağdur ediliyorsunuz. Defalarca görmezden geldiğiniz bu hali sürdürüp sürdürmemek sizin seçiminiz. Her yerden engelleme yaparak, sen yoluna, ben yoluma yapıyorsunuz. Karşınızdaki kişi büyük şaşkınlıkta, ne olduğuna anlşam veremiyor. Açıklama, affedilme, etkilenmeme her zaman yapılan şey. Bu davranışı gerçek kılacak büyük bir olay yok. Anlatmaya uğraşmadım. Açıklamalarım vaktinde ulaşmadığı adresin tekrar tekrar kapısını çalmak beyhude.

          Üçüncü insan: Bunu anlatmak zor. Çok eskilerde en zor şeyleri paylaşmışsınız. Şartlar ne olursa olsun kopmama gibi bir eylemi uzun süre sürdürmüşsünüz. Araya farklı şehirlerde yaşamak girmiş. Farklı aileler, farklı yaşantılar. Bir araya geldiğinizde konuşacak ortak bir şeyiniz kalmamış. Onun anlattığı olayın aktörlerini siz tanımıyorsunuz. Sizinkileri de o tanımıyor. Güncel memleket meselelri olmuş bitmiş bir dünya…Ne düşünmüşsünüz ne hissetmişsiniz bilmiyorsunuz. Yeni tanışmış gibi arayı kapatmalar bir süre daha devam ediyor. Üç beş yılda bir görüşme imkanını artık yaratmak istemiyorsunuz. Karşı taraf da böyle olmalı ki, ne buluşma talebi, ne selamınıza bir karşılık gelmiyor. Arada özel günlerde kutlama imojisi geliyor. Belli ki adres listesinde toplu paylaşım yaptığı kişilerle aynı mesafedesiniz. Bu yol ayrımı arada sizi çimdikliyor. Acaba iyi mi, sağlıklı mı? Hepsi o kadar.

]]>
Sat, 25 Nov 2023 15:01:10 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ 7 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-4441 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-4441 Simülasyon süresince, teknik aletlerin bedenimle uyumlu çalıştırmayı öğrendim. Yapabileceklerim beni büyük bir şaşkınlığa düşürse de, umtlarımı da yeşertti. Neleri yapabileceğimi öğrenmek olağandışı güçleri olan bir varlık olarak kendimi algılamam dolayısıyla şımarmam mümkündü; ancak üstünlük taslama ihtimalim çoktan düşünülmüştü. Tıpkı bir çamaşır makinasının içine konulan çamaşırları hangi programla yıkanması isteniyorsa o düğmeye bastıktan sonra insiyatif alamayışı gibi programı değiştirmem, belirlenen yol dışına çıkmam çamaşır makinesi iken evleri süpüren robota dönüşmem mümkün değildi. Bilgilendirmeler, sınırlarım, görevler hepsi tanıtılmıştı.

        Bu dünyanın bireyi olarak farklılıklarımı ifşa edemezdim. Çalıştığım şirkette bir hesap uzmanı muhasebe elemanı olarak işime devam edeceğim, hesabını tuttuğum bilinen KBRN firması da dünya üstü düzenin bağlantısı olacaktı. 

                                                                    

      

        Bir hafta KBRN tecrübesinden sonra yine evdeydim. Ender bir olay benim için evden bir hafta uzak kalmak. VİP itibarı ile karşılandığımı itiraf etmeliyim. Annemin harika mantısı benim şerefime yapılmıştı. Çay, kahve keyfi, sohbet akşamın nasıl geçtiğini anlamadım. Saat ilerlediğinde odama geçtim. Yatağıma uzandım. Evimdeydim, alıştığım yumuşaklıkta ya da sertlikte bir zemine yapışmıştı sırtım. Tavanda her köşesini ezberlediğim belli belirsiz koyuluklar açıklıklar, tavanın sıvasını yapan ustanın el becerisinden evin şahsiyeti olmaya evrilmiş görüntüsünde gezindi gözlerim. Evin şahsiyeti! Bu tavana benden başka birileri daha bakmış mıydı benden önce? Benden sonra da bakacak mıydı? Acaba şu sağ köşeye doğru yamulan yerin görüntüsünden rahatsız olup başka bir malzemeyle kaplamaya karar verirse evin şahsiyeti nasıl etkilenirdi? Böyle ipe sapa gelmez düşünceler içinde yüzerken oda lambasının kenarından sarkan örümcek ağını farkettim. Bu da benim şahsiyetimi yansıtıyor: Pasaklı Sally! (Öyle bir film olduğunu hatırlıyorum.)

        Dişlerimi fırçalamak için hamle yaptım. Sonra yerdeki leke çarptı gözüme. Banyodan sonra odaya döndüğümde lekeyi incelemeye, elimi üzerinde gezdirmeye başladım. Birden yerden bir kapak açıldı, merdivenlerin indiğini farkettim. Evde hazırlık yapıldığını biliyordum, ama heyecanlandım. Evdekiler bunu farkederlerse nasıl izah edilirdi. Uyuduktan sonra odama kolay kolay kimse girmez. Uykumun bölünmesinden nefret ettiğim için daha önce bunu deneyen annemi, kardeşimi dehşetli bir sinir gösterisi ile geri püskürtmüşlüğüm ve pişman etmişliğim var. Ama bir hafta önce annem odama sessizce bakmaya cesaret etmişti. Olmadık sesler üretirsem yine onu meraklandırırım. Ruhen hazır olmadığımdan kapağı kapatıp yatağıma döndüm. Bir garip hissediyordum. Yatak, odam bana yabancılaşmıştı.

Kapıyı kilitledim. Odama vuran sokak ışığının yarı aydınlığında kapağı açarak aşağıya indim. Teknolojik bir sürü aletin olduğu bir oda beni karşıladı. Aşina geldiler. Masaya oturdum. Birden aletler aktif olmaya başladı. Bir ekrandan listeler akıyordu, diğer ekrandan harita diyemeyeceğim yüzey görüntüleri. Renkleri birbirinden ayrı satırlar, bölgeler oldukça güzel bir görüntü yansıtıyordu. Lunaparkın kocaman dönme dolabının merkezden dış çembere uzanan dikey çubuklardaki akışkan ve değişen renklerin coşkusu vardı. Bir müddet seyrettim.

                Yüzey görüntüsü olan ekran dikkatimi çekmeye ve daha fazla odaklanmaya başladım. Dünya yüzeyinin neresi olduğunu tahmin etmeye çalışırken dünya haritası belirdi önümde. Atmosferi, gökyüzünü, hava yolculuğu gerçekleştiren uçakları düşündüm, birden hava trafiği belirdi. Ben hangi yönü merak ediyorsam ekran o tarafa yöneliyordu. Zihnimle yönetiyordum adeta ekranı. Bir uçağın yön değiştirmesi dikkatimi çekti. Onu takip etmeye başladım. Görüntü gittikçe yaklaştı. Uçağın hangi hava yollarına ait olduğunu, numarasını görebiliyordum. Açılan bilgi kutucuğunda nereden nereye kaç yolcuyla uçuş yaptığını ne kadar süredir havada olduğunu, ne kadar yolu kaldığını görebildim. Yolcuları merak ederken yolcu listesi bilgileri ile belirdi önümde. Bir başka alfabede anlık görüntüde latin alfabesine dönüştü. Melikah diye bir ismin kadın mı erkek mi olduğunu merak ettim, hemen vesikalık bir fotoğrafı belirdi, inananamıyordum. Şaşkınlıktan gözlerinin ne kadar güzel olduğuna takılmışım, göz rengini ve canlı bakışını merak ettim. Birden ekranda uçuş koltuğunda bir kişi belirdi. Uyuyordu. Uçağın içinden anlık görüntü izlediğimi anladım. Gözlerimi kapadım. İstediğim görüntüye ulaşabiliyor olmam ne mucizeydi.

-Merhaba, demek kokpitinizi keşfettiniz.

-Merhaba, uçuş alanında mıyım. Neden kokpit dediniz?

-Size ait komuta odası anlamında söyledim. Buradan yüz yüze iletişimimiz olacak. Ama asıl amacı sizin gücünüze kapı aralamak. Buradan dışarıya enerjik bağlantılar var.

-Şahane bir şey. Çok etkilendim. Bu ekrandaki listeler nedir?

-Bilgi akışını size açtık. Yine merak ettiğiniz herşeyi zihninizle görebilirsiniz. Aslında bu ekranlara ihtiyacınız yok. Başlangıç ve uyumlanma süreci olarak düşünün. Ekranlara bizim ihtiyacımız var. Siz bize anlatmak istediklerinizi ekrandan ulaştırmanız kolay olsun diye.

-Benim buradan kalkmamam lazım. Bütün dünyayı elimin altına koydunuz. Bilemezsiniz neler geçiyor aklımdan şu an. İşe gitmeyi filan unuturum burada ben. Hele evdekilerin farketmemesini nasıl sağlayacağım bilmiyorum.

-Sorun olacak alanları siz bizim dikkatimize sunacaksınız ve birlikte çözüm üreteceğiz. Unutmayın farkedilmemek birinci önceliğimiz. Başkalarının dikkatine girersek engelleniriz. Bu yapacaklarımızdan vazgeçmek demek.

-Güzel işler yapacaksak niye saklamamız gerekiyor? Yoksa siz bana güzelleme yapıp, aslında art niyetli karanlık işler mi çevirmek istiyorsunuz?

-Elbette güzel işler, Gerekli müdaheleler yapacağız. Sence hangi karanlık işlerle elde edemediğimiz neyin peşinde olabiliriz? Gördünüz, imkanlarımız sizinkilerin çok ötesinde. Ancak sizinle yaşadığımız süreci her insanla paylaşamayız. Çoğu anlayamayacaktır. Anlaşılmayan şey de çoğu zaman düşman olarak bilinir. Gereksiz bir korku üretmek istemiyoruz. Anlayamadıkları pek çok şey yüzünden kendi dünyalarına ve bütün evrene zarar verecek eylemler yaptılar. Sence de öyle değil mi?

-Kendimi matah bir şey sanmaktan utanıyorum. Bence benim hiçbir ayrıcalıklı özelliğim yok. Bana sunduğunuz şeyleri başka herhangi biri de aynı şekilde sonuçlandırırdı. Ayrıcalığım sizin beni seçmenizde.

-Şu anda öyle görünebilir. Sonra daha iyi anlayacaksınız. Siz özel biri olarak var oldunuz.

-Anladım, her fırsatta çaba sarfedip kendimi çözeceğim. Bakalım şu ana kadar beni mutlu ettiği gibi mutlu edecek mi öğrendiklerim ve yeni gelişmeler. Söyleyecek bir şeyiniz yoksa gerçek dünyama döneyim.

-Elbette, görüşürüz.

Odama çıktığımda, sessizce kilidi açıp mutfaktan su içmeye geçtim. Evi kolaçan ettim. Farklı hiçbir şey yoktu. Kardeşim:

-Yatmadın mı sen hâlâ! Annem de bizi sessiz olun diye azarlayıp durdu.

-Uyumuştum, su içmek için uyanmışım. Ağzım kurumuş. İyi geceler….

]]>
Tue, 03 Oct 2023 10:11:19 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
GELİN&DAMAT SERAMONİSİ https://edebiyatblog.com/gelin-damat-seramonisi https://edebiyatblog.com/gelin-damat-seramonisi “Çok güzel olmuşsuuun.” “Ayyy, kırkbeş bin bayıldıkları gelinlik de bir şeye benzese!” “Tam üzerine oturmuş, manken gibisin vallahi” “Bizim kızınki daha güzeldi” “Yırtmaç detayına bayıldım”

-Sayın davetliler, çiftimiz evlenmek istediklerini belediyemize beyan ettiler……Eveeet, Eveeet….Sizi eş ilan ediyorum, evlilik cüzdanınızı da takdim ediyorum.

-Merak etmeyin arkadaşlar vaktinde gelin arabamız nikah salonuna ulaşacaktır. Panik yok. Trafik birazdan açılır. Siz şükredin otobandan gidiyoruz. Şehir içi trafiğinde olsak bir de adım başı arabanın önüne atlayanlar olur bahşiş isterlerdi.

-Gelin arabasına kim binecekse gelsin. Geç kaldık salona. Gelinle damat arabada bekletmeyelim. Sen görümcesin olmaz. Kız tarafından biri binecek, Mine gel kızım sen bin. Kuzenisin kardeşi sayılırsın.

“Araçlara yerleşelim. Ahmet sizin arabada yer var mı, annem sizinle gelsin. Nurten teyze otobüs ileride, haydi acele et. Konvoy yapacağız. Nurhayat yenge, hediyelikler sende değil mi, aman diyeyim, geç kalayım deme. Nikah sonrası herkese ulaştır. Toplu iğne aldın mı? Neee, unuttunuz mu, nasıl olur ya. Her defasında hatırlattım. Heybe de ne? Tıkıştırılacak mı? Allah allah…..”

“Bir saattir neyi bekliyorum Mine, Allahaşkına. Sardılar anladık. Fön makinasına girmeden tutmayacak saçlarım. Ama çaydır, kahvedir, çalışanlar kendi alemlerinde. Bilerek ağırdan alıyorlar. Geç kalacağım. Git bir daha söyle şunlara nikah saatini. Daha makyajım yapılacak.”

“Kızım kahvaltını sağlam yap. Gelinliğini giyince yiyemeyeceksin. Makyajın bozulur. Seninle kim geliyor kuaföre? Mine’ye kim söyledi? Nasıl olsa bedava ya, oğlan tarafı verecek parasını, duyan geliyor. Ayıp olacak, gelinin yanında yedi kişi gider mi ayol!”

“Ne dedin? Anlaşılmıyooor. Duyamıyorum, müzik çok yüksek. Heee tamam, görüştüm kızın annesiyle, hediyemi verdim, nikaha gelemiyorum diye söyledim”

-Benim ne işim var kına gecesinde. Kadınlar arasında değil mi? Ne davulu yahu. Birisi yapıyor, illa ki siz de yapacaksınız. Ben davul mavul çalamam. O bölümü geçsinler. Organizasyon mu ne tutmuştu, başka bir şey yapsınlar.

-Allah’ın emri peygamberin kavliyle diyelim adettendir, çocuklar birbirini beğenmiş evlenmeye karar vermiş, bize de yanlarında olmak düşer değil mi ya. Üzerimize ne görev düşerse yerine getiririz. Kızımız şu mavi elbiseli olan mı?

-Bundan afilli evlenme teklifi olamazdı arkadaşım. Dronla indirdik çiçek sepetini, ortasında yüzük. Kurtuldun bu işten, geçmiş olsun. Bu kızları anlamak mümkün değil. Nikah tarihini almışsın ille de evlenme tekif edilecek ne ya…

-Selam ben X......., buralarda yenisiniz

-Selam ben Y........, ilk kez geldim. 

]]>
Sat, 30 Sep 2023 23:31:03 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BİR ÇİÇEK, KURU DALDA https://edebiyatblog.com/bir-cicek-kuru-dalda https://edebiyatblog.com/bir-cicek-kuru-dalda Bir yaz günü

Kuru, sıcak mı sıcak

Otlar değil sadece saçım şimdi tutuşacak

Yangın yeri olacağım

Tıknefes yokuşlardayım, giysilerim ıpıslak

Herşeye inat bir çiçek kuru bir dalda

 

Zihinler bulanmış

Küskünüz hayata, yaşanmışlıklar yıpratmış

Kayıplar çok, hangisine yansak

Kırık dökük kollar ve yürekler

Börtüböcek, kara sinek, sivrisinek

Rüzgâr dileniyoruz, dualarımızda yağmur…

Bütün aksiliklere inat bir çiçek kuru bir dalda…

 

Yolları gaspeden arabalar, kaldırımlar saklı

Çalışanlar güneşe kahırlamaklı

Dışta fırın içte hamam

Su sebil ama neye yarar

Giren çıkar, ter akar akar

Topraktan çok betona inat  bir çiçek kuru bir dalda

 

Soğuk günler yakın, sıcaklar üç-beş gün

Fakirin derdi azken sevin

Nankörlüğün insana yakışır belli

Gölgeni kim çaldı, fırfırlar döner istersen

Şikayetler gani

Elindeki hiçlere inat bir çiçek kuru bir dalda…

]]>
Thu, 31 Aug 2023 22:37:35 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
İNSANA DAİR BİRTAKIM DÜŞÜNCELER… https://edebiyatblog.com/insana-dair-birtakim-dusunceler https://edebiyatblog.com/insana-dair-birtakim-dusunceler Tek bir kelime ile harekete geçmek. Beynimin hangi düğmesine basılıyorsa bu oldu az önce. Bir filmde kullanılan “history” kelimesini anlamam yetti. Anlamak, bilmek bir şeye sihirle sahip olmaktan bile daha güzel…

Dil öğrenmeliyim. Keşke bütün dünya dillerini biliyor olsaydım. İnsan her yerde, her zaman insan. Birbirimize benziyoruz. Hayat deneyimlemelerini anlatma şeklimiz farklı da olsa hisler aynı. Birinin gönlüne biri düşüyor mesela, bir anne için evladı en değerlisi, savaş hepimizi aynı dağlıyor, anasız-babasızlık boynu bükük her yerde…

Her ülke tek dostunun yine kendisi olduğunu söyler, diğer ulusların düşman olduğunu ilan eder böylece. Oysa devletlerin düşmanları var, halkların düşmanı olamıyor. İnsandan insana gönül köprüleri kurmak için tanımak yeterli. Biraz öyküsünü, hikayesini, historysini bildiniz mi, artık o size tanıdık geliyor. Yakın oluyorsunuz.

Dil öğrenme yeni internet ortamında bir sorun olmaktan çıktı. Merak ettiklerinizi, otomatik programla çevrildiğini görüyor, kullanıyoruz. Ama insan insanı karşılıklı anlamak, anlaşmak ne kadar değerli. Ses kaydı, çeviri sistemi bunu da mümkün kılıyor ama diyorlar ya her insanın, kelimelerin hikayesi var. Onu çözmeden sadece yüzeysel iletişimler mümkün. Oysa gönül köprüleri kurulmasının önceliğine inanıyorum.

Sınırlar şeffaflaştı. En azından bizim ülkemizde… Artık her yerde anlamadığımız dili konuşan birileri ile rastlaşıyoruz. Bir davranışına, bakışına, giyinişine anlamlar yükleyip sevebiliyor veya nefret edebiliyoruz. Üstelik bunu öyle yoğun yapıyor olmalıyız ki gençlerimizi artık bu şablonların içinde buluyoruz.

Bir yer… Arap kökenli insanlar yoğun. Hepsi aynı devletten mi, aynı amaçla mı gelmişler bilmiyoruz. “Bunları doldurdular ülkeye…….artık……..ne mümkün!” cümleleri kurmaya başlıyoruz. Şaşırtıcı değil. Bir adım sınır dışına çıkın, bizler için de o ülkenin vatandaşları aynı şeyleri düşünüyor, söylüyor.

Aslında herbirimiz insanız. Hasbelkader bir yerde doğduk. Fırsatlarımız az veya çok oldu. İyiye sevdalı olmak yaradılışımızda var. İyi yaşamak, mutlu olmak, huzur duymak istiyoruz. “Ama……insanların niyetlerini nasıl bilebiliriz? Belki………..kötülüğü yapacak” Yargılar sonsuz. Aslında öngörüler için tedbir almak zor değil. Bu devletlerin işi. Bir insanın niyetini dost olursanız mı daha iyi anlarsınız düşman olursanız mı? Halk olarak dostluğu seçmekten yanayım. Kural dışı davrananların milliyetlerine bakılmadan gereği yapılmalı. Ama her yabancıyı potansiyel suçlu ilan edip ötekileştirilmemeli. Almanya, Fransa ‘daki yurttaşlarımıza aynısı yapılıyor diye rahatsız oluyorum? Biz öyle değiliz diyerek sıyrılamayız. Misillemeyi hiç aklınızdan geçirmeyin. Başa dönmüş kendimizi önyargılara teslim etmiş oluruz.

Dünyanın nokta kadar yer kapladığı bir evrende paylaşamadığımız şeylerin önemi olmadığını görüyorum. Bir felaket -mesela deprem- bizi nasıl biraraya getiriyor. Bütün farklılıkları unutuyoruz. Felaket yaşamadan bu güzelliği başarabileceğimize inanıyorum. Geçici veya sürekli yer değiştirmelerin açık ve net kuralları oluşturulduktan sonra harika bir dünya yaratamaz mıyız? Umarım bunu başaracak kişiler ülkelerin başına lider olarak seçilirler.

]]>
Mon, 21 Aug 2023 18:05:28 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KIŞA ÇAĞRI https://edebiyatblog.com/kisa-cagri https://edebiyatblog.com/kisa-cagri Deli bir rüzgar sesi

Uzun ayaklarla adımlayan dünyayı

Kış dedirtir ziyareti,

Yaprakları eder yerinden, ağaçlar çirkinleşir

Sert ve kaba gövdesi direnirken

Uçuşanların dinlencesi

Seveni var mıdır, hoşgeldini yürekten

Sıcacık dört duvarına güvenen, gözleri semada

Güneşi kara gölgelere mahkum

Kokularıyla çiçekler mesafelerde

Püskürük zamansız ve zeminsiz şişelerden

Eline bir el daha

Başı ise buyruk

Ama beyaza tutkulanmamak mümkünatsız

Çiçekte sev, gelinde sev, bulutta sev, kainata örtü işte yine sev

Siyahı ve beyazı, diğer renkler dumanlı

Sesiyle öteden gürültülü bir arzediş

Kalın, delişmen, telaşlı

Her cisim havalanacak, kıpırdamalı yerinden

Sımsıkı sarıl palton var ise

]]>
Tue, 01 Aug 2023 22:38:24 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
DEVLET ANA https://edebiyatblog.com/devlet-ana https://edebiyatblog.com/devlet-ana Sosyal ağlarda gezinerek mutlu olanlar, odaklanma süresinin kısa sürdürebildirdiklerinin farkındadırlar. İşte onlar için uygun bir kitap bu. Sanal görsel canlandırma beceriniz yüksekse aradığınız kitap budur.

Kendi penceremden, kendi okur özelliklerime göre değerlendirdiğimi belirtip, en güzel kitap okumaların anlatılanların yönetmeni olup kendi filminizi zihninizde çekmeniz. Ben öyle keyif alıyorum:

Okunması çokça öneriliyor bu kitabın ama, bunun için okumayın. Özelliklerini sıralıyorum, bunlardan birini okunması için yeter sebep görürseniz okuyun.

Öncelikle 700 sayfaya yakın bu kitabın okunması kaç gün sürer diye tahmini bir hesap yapın, sonra onun yarısı günde bitireceğinize ben eminim. Aksiyonu, olay akışı, merak unsuru bu kitabın sayfalarında ilerlemenizi kolay kılıyor. Farkında olmadan sayfalar devirdiğinizi göreceksiniz. PDF formatında internette bulabilirsiniz. Ekonomik koşullarda satın alma bedeli vazgeçirici unsur olmasın.

Tarihi bir roman. Ama kahramanlar arasında kurulan ilişki çok değişmemiş, tanıdık gelecek. Siz de etrafınızda Aslıhan’lar, Kerimcan’lar, Mavro’lar olduğunu görüp şaşıracaksınız. Aşk var, ihanet var, acı var, kahramanlık var, mizah var, kalleşlik var, varoğlu var… Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’te konuşlanan beyliği etrafında Osmanlı’nın nasıl küçük bir aşiretken büyüyüp etkin bir topluluk olduğunu, Şövalyeli, Papazlı, Rumlu, Ermişli, Yunus Emre’li bir tabloda birebir tanıklık ettirileceksiniz. Kurgu olduğunu unutmadan. Belki birkaç olayı merak eder aslı astarı böylemiymiş diye merak eder bakarsınız.

Bir zamanların çizgi roman modasını hatırlayanlar azdır, günümüzün animelerini de çoğumuz bilmiyoruz, onların tadında bulacağınıza inandığım bir dili var. Işın kılıcı yerine halis mulis kılıç, hançer, 350 km hızla giden otomobiller, uçan, zaman yolculuğu yapan hızlı mekan değişimi yerine atlı, at arabalı yolculukları kabul edeceksiniz. Ama maceranın bir tutam dozu eksilmeden… Otel yerine hanlar, kervansaraylar, paşa konakları veya hisarları da eklemeliyim.

Yemekten giyime farklı olması ayrı bir ilginçlik veriyor. Zira ayrıntılı betimlenmiş. Gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Benim hoşuma giden ise erkek kadın ayrımı çizgiler net çizilmekle beraber, bugün bile çok gerisinde kalınan bir görev paylaşımında kadın ve erkeğin yanyana oluşu… Bir yiğit Kel Derviş, Gündüz Alp var ise bir Bacıbey var kadın kahraman…Roman kahramanı değil bahsettiğim, lider, ata biten kılıç sallayan bir kadın. Oğlu yiğit olmak yerine mollalığı seçtiğinde ona postasını koyup yiğit yapacak kadar kararlı ve baskın bir kadın karakter.

Bir romanı bu dille okumalısınız. Destansı. Dede Korkut tadında. Ama onun kadar ağır ve şiire de yer veren modda değil. Cüneyt Arkın’ın Kara Murat filmlerinde Bizanslılarla mücadelesinde kullandığı dil. Aşinasınız. Belki de özlediniz. Hadi küçük bir kuple örneklendireyim:

Üst yanımız Osman Beyimizin arkasında, cenk yerine ayak ayak sokulduk. Bir de baktık ki, kavuşmuşlar, karışıp tutuşmuşlar. At kişnemesine, "Yektir, Allah yek!" bağırtısına, "Yetiş İsa Baba!" , "Aman Meryem Ana!" çığrışına yürek dayanmaz, binekler çarkalanarak tepiştikçe yer tozundan gâvur Müslüman ayırt edilmez. Say ki, bildiğin kıyamet kopmuştur.”

Biz kimiz,  kimlerle iş tutmuşuz, bugün geldiğimiz yer neresi? Sorularını da bir parça buluyorsunuz kitapta. Göçebe bir kavim olduğumuz anlatılır. Ama bilmediğimiz göçer yaşamak nasıl bir şeydir, bu kitapla tecrübe ettiriyor bize Kemal Tahir. Büyüklere saygımız, kanaat önderi dediğimiz kişiler toplumda nasıl yer ediniyor, ziyaret edep adabı, haberleşme, toplum içi düzen, iş bölümü hakkında bilgilerimiz oluyor. Açıkçası bugünle karşılaştırmadan edemiyorsunuz. Aynı işlevler sürerken, daha fazla komplike hale getirmiş sorunlar üretmişiz diye düşündüm ben. Bir topluluğun en başında olmak hangi sorumlulukların üstesinden gelmeyi gerektiriyor diye bir kez daha düşünüyorsunuz. Kıtlık, yağma, can mal güvencesi o zaman da sorun olmuş, nasıl çözmüşler acaba diye merak ediyorsunuz. Bugün de sorun zaman zaman tırmanıyor. Benzer sebepler mi buna yol açıyor acaba. Bu kitap bir ülke yönetiminin küçük bir simülasyonu adeta. CİO olmaya hevesliler hadi okuyun bilgi birikimiz artsın, görüş açınız farklılaşsın.

Karşılaştırma ötesinde, bölüm bölüm düzenlenmiş olması güzel.Yabancıların gözüyle Türklerin nasıl bir topluluk olduğunun verilmesi ilginç bir başlangıç oluşturmuş. Irklar arası mücadele beklerken sürprizler sizi bekliyor. Düşman dediğiniz düşman değil, dost dediğiniz dost değil. Menfaat ilişkilerinin ırk, din dinlemediğine bol bol örnekler var. Eh aşklar da eksik kalmıyor. Demircan-Liya aşkı, Orhan Bey-Lotüs aşkı mesela….

Kitabı okumanız için yukarıda yer verdiğim gerekçeler yetmedi ise, Devlet Baba değil de neden Devlet Ana, onu merak edip okuyun…

]]>
Sun, 30 Jul 2023 18:37:49 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EĞİTİME BEYİN FIRTINASI https://edebiyatblog.com/egitime-beyin-firtinasi https://edebiyatblog.com/egitime-beyin-firtinasi Öğretmenlik mesleği bir toplumun beşeri kaynaklarına yatırımdır. Eğitimin en önemli unsurudur. Buna rağmen, pek çok fiziksel ihtiyacın arkasında kalmıştır:  Okul, derslik ihtiyacı, ders materyalleri, eğitimle karşılamaya yeterli gelmediği düşünülen sayısız destek eğitim projeleri ve daha niceleri….

Eğitim paydaşları olan yönetici ve denetleyici kademedeki herkesin kendini geliştirmesi, güncellenmesi bugünle sağlam bağlar kurup geleceğe bakış kurması gerekiyor.

Mesleki gelişme nedir? Her şeyden önce bana göre zihniyet gelişimidir, farklılaşmasıdır. O kadar hızla değişen bir çağda yaşıyoruz ki, yeni bir gelişmeyi bilgiyi öğrenene kadar önümüze çığ gibi öğrenilecek bilgiler yığılıyor. Eğitimi bir araba gibi düşünürsek, bu yeni bilgileri öğrenme etkinlikleri arabanın arka tekerleğinin gevşeyip düşmesini önlüyor sadece.

Eğitim politikaları benim, üniversitenin, bakanlığın çözeceği meseleler değil. Bu nedenle bunları geçmeliyim. Sorunları sıralamakla başlarsam yine çorbada tuzumuz olacak söylemleri vurgulayamamaktan korkarım. En iyisi meyve yiyecek adımlara hızlıca başlamak…

1- Her seviye ve branşta öğretmenlik yapanların ihtiyaçları farklıdır. Hepsine yönelik yapılmamalı her seviye için ayrı zaman ve yer ayrılmalıdır.

2- Öğretmenlerin dinlenme zamanlarında verilen eğitimin motivasyonu düşük olur. Öğretmen ister ki bir eğitimde öğrendiklerimi hemen ertesi gün sınıfına uygulayabilsin, sıcak sıcak dönüt alsın. Tatmin olma duygusu verilecek bütün ödüllerin en üstündedir. Motivasyonu artırır.

4-Mesleki eğitim konularının "körler, sağırlar birbirini ağırlar" yaklaşımından çıkarılması lazım. Konu listeleri her yıl sonu bakanlıkça açıklanır. İdareciler de bunları öğretmenlere paylaştırır. Görev alan için külfet, dinleyenler için işkence haline dönüşür. Dostlar alışverişte görmesin. Yoksa bu konuları uzmanından öğrenmenin bir yolu; hiç yapılmaması daha iyidir. Uzmanlar kendi sahasında öğretmenleri yetiştirirse amaca ulaşılır. Bir edebiyat öğretmeninden "drama" dersi alacak branş öğretmenleri bu eğitimden ne kazanım elde edebilir? Son uygulama uzaktan eğitim. Bir nebze daha iyi. Ama bunu da lise öğrencisine anlatır gibi düz ve kitabi anlatılması yine kalite sorunu oluşturuyor.

5-Eğitimlerin uygulama sahası kesinlikle sınıf olmalıdır. Birçok kaydî bilgi aktarıp bunların zihinde hıfzedilip edilmediğine bakılan sınavla mesleki eğitim olmaz. Örneğin "Masal Anlatıcılığı" asla teorik bir eğitim olmamalı.

6- Aday öğretmenlerin yetiştirilmesi bir sürü kanun, yönetmelik bilgisine boğulmaktan kurtarılmalıdır. Hakikaten bir yıl sadece gözlem ve diğer öğretmenlerle tecrübe süreci olmalıdır. Hatta bunun için ayrılmış okullar her şehirde bir tane olması ideal olurdu.

7-Öğretmene her bilgi yığılmamalı. İş güvenliği konusu başlı başına bir saha iken, öğretmene bunu belletmeye çalışmak, "yarım doktor candan eder" sonucuna yelken açmaktır. Niye bir köy öğretmeni gibi, hala her branştan anlayan kişi öğretmen olmak zorunda. İlle de olacaksa o sahada çalışması için tek sorumluluk yüklenmeli. Okulda olması gereken iş sahaları (iş güvenlik, hemşire, doktor, bilgisayar teknisyeni, muhasebeci, strateji uzmanı (TKY için) vb.) kadrosu var edilerek yapılmalı. Bunlar mesleki gelişme konusu olmaktan çıkınca ortalık berraklaşacak gibi…

8- Öğretmenlerin dersi ile ilgili öğrenme adımlarını daha çok bilme ihtiyacı var. Her konunun aktarılışı için farklı yol bulup başarılı olanlar yaygınlaştırılmalı. En güncel deneyimlere hemen ulaşmak sağlanmış olur. "Eğitimde iyi uygulamalar" ve benzeri projeler bunu amaçlıyorsa da ödül verme ile sonuçlanıyor, yaygınlaşması sağlanamıyor. İstanbul gibi büyük şehirler daha küçük gruplu organizasyonla yerinde eğitim ve modelleme yapmalıdır. İlçe bazında mesela…Harezmi Projesi gibi…

9-Teknolojiyi kullanma yetersizliği biz öğretmenlerde pandemi döneminde öne çıkan bir sorunumuz. Ancak sınıflara döndüğümüzde önemini yitirdi. Yine de teknolojiyi kullanmada öğrencilere sunmada yetersiz kalmayacağımız eğitimler verilmeli. Bunda da sanal ders ortamlarında ETKİLEŞİMLİ olacaklar önemsenmeli.

10-Öğrenci seviyelerinin kişilik özellikleri ve psikolojileri bilmemiz gereken başka bir saha. Ne yazık ki burada sadece kendi tecrübelerimizde olana geçit veriyoruz. Çocuk ve ergen psikolojisinin Türkiye de yararlanabileceğimiz sayıda kurum ve uzman olduğunu düşünmüyorum. Ama bir yerden başlanmalı.

11- Okullara Rehber öğretmen kadar desteği gereken Sosyologlardır. Çünkü biz fertlerden çok gruplarla birlikteyiz. Grupların da sosyolojik özellikleri Toplumbilimci tarafından bilinir ve yön verilmesi sağlıklı yapılır. Bu konudaki eğitimler de bizim mesleki yeterliliğimizi artıracak.

12-Öğretmenlerin ilgi alanına yönelik, psikolojilerini pozitif kılacak ve hobi edinmelerini sağlayacak gönüllü çalışmalar dinlenme zamanlarında planlanmalıdır. Ancak eğitim döneminde faydalanacağı eğitimlerden sınıfın öğretmensiz kalma problemi nedeniyle yararlanamaması çözülmelidir. Müsait öğretmen tedariki mümkün kılınabilir(Ücret karşılanırsa)

13- Eğitimin büyük kalabalıklara değil küçük gruplara etkili olacağı bilinmelidir.

14- Eğitim planlanmalıdır. Zamanı, yeri, fiziksel donanımı ile ilgili sorun yaşanmamalıdır. En iyisi eğitim amaçlı her ilçede sabit mekanlar olması, ilçe milli eğitim müdürlüğü binası planlanırken bu da düşünülmelidir. Eğitime gelenler de bilinmezlikle karşılaşmak yerine güvenle hazırladığı içeriği sunabilir. Eğitim alanlar da tam fayda sağlamış olur.

15-En önemli mesleki eğitim, gelecekle ilgili planlamaların dünyanın gidişinin ne yönde olacağına dair beyin fırtınasıdır. . İhtiyaç nedir? Gelecekte öğrencilerimize hangi becerileri edindirirsek daha iyi hazırlamış oluruz? Bunları bilmeye ihtiyacımız var.  Yönünüzü ve hedefinizi görürseniz o yolda ilerleyen öğretmenleri bulursunuz. Az ilerler veya hedefe çok yaklaşır. Ama kendini o yola koymuş öğretmenler mutlaka olacaktır. Sonrasında eğitimi dizayn etmek bir ayrıntı olur.

]]>
Sun, 16 Jul 2023 14:33:16 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
"ER RYAN’I KURTARMAK " FİLMİ https://edebiyatblog.com/Film-eleştirisi https://edebiyatblog.com/Film-eleştirisi Yapımcı İki firma: DREAMWORKS PICTURES – PARAMOUNT PICTURES

PRODUCTİON : AMBLIN ENTERTAINMENT

1- (BÖLÜM 1)Oldukça milliyetçi bir görselle başlıyor: ABD Bayrağı….

2-Film siyah beyaz . Tarihini yansıtmak için. Belgesel havası katıyor. Sanki o zamandan kalma gerçek görüntüler fonda kullanılmış hissini yaratmak için. Başarılı da oluyoır bence.

3-6 Haziran 1944- 13 Hziran 1944 tarihlerinde bir haftalık bir süreyi aktarıyor.

4- (BÖLÜM 2)Günümüzden bir sahneye zoomlanıyoruz. Renklilikle bu verilmiş. Zor yürüyen yaşlı bir adamın adımları. Birkaç adım önden ilerlerken arkasında kadınlı,erkekli,çocuklu bir grup yürüyor. Osmanlıların erkek önde gider geleneğini hatırlatır tarzda. Amerikalı ya da başka milliyetten bir seyirciye neler hissettirdiğini ya da düşündürdüğünü bilmek isterdim, ama ben bir Türk olarak saygı, liderliği kabul, bağlılık olarak algılıyorum.

5-Arkadaki gruptan bir erkek fotoğraf makinasını kullanmasına odaklatılıyoruz. Arkadan geniş açıda yaşlı adamı mı yoksa karşıdaki rastgele görüntüyü mü çektiği ile ilgili merak uyandırıyor. Filmin olayı başlayacak mı?

6- Yürüyüş duruyor, yaşlı adamın ıslak bakışları titreyen dudakları onu çok duygusallaştıran bir manzara önünde olduğunu anlıyoruz : ABD Bayrağı…. Türk aklı ve gönlüyle düşünerek vatanseverlikle hemen empati kurabiliyoruz. Bu vatanını seven bir amca. Filmin isminden bir askerlik öyküsü bekliyoruz ama, İsimde de kurtarmak var, bu yaşlı adamın kurtaran mı, kurtarılan mı olduğu meçhul…

7-Duygusal yoğunluk müzikle birlikte artıyor, adam yürümeye başlıyor ve kadrajda tüm bedeni yürürken görüyoruz, Aniden bir haç silueti görüntüyü engelleyecek şekilde gözümüze sokuluyor. Mezar simgesi bir haç. Hem de yüzlerce. Burası bir şehitlik. İkinci mezar simgesi simon yıldızı anlıyoruz ki ölenler Hristiyan ve Yahudi.

8- Adam bir mezarın başında yığılarak çöküyor, ağlıyor. Bu esnada arkadaki gruptan “baba” seslenişi grubun aile fertleri olduğunu anlıyoruz. Aslında bu kuvvetle düşündürüldü ama, fotoğraf işi acaba basın da var, basın için yeni bir hamle, mesela önemli bir ziyaret mi gerçekleştiriliyor, sorusunu akla getirmişti. Ama adamın tepkileri gerçekten burayı ilk defa ziyaret ediyor hissini veriyor. Bu ABD de mi yoksa Fransa da mı bir şehitlik bilmiyoruz. Genel kültür sorusu… EVET ÖYLE.

9-MİKE M. MARTİNEZ ve RAY E. MC CLURE isimlerinin mezar taşları öne çıkıyor, net okuyacağımız kadar ekranda tutuluyor. Yani aklında tut bunlar filmin önemli karakterleri mesajı veriliyor.

10- (BÖLÜM 3)Ve film başlangıcını işaret eden yüze yaklaşan gittikçe gözlere odaklanan kamera. Atatürk kaşları ve gözlerini hatırlattı. Böyle defalarca izlediğim sahneler var. Fonda Atatürk’ün kaşları ve mavi gözleri ve savaş sahneleri. En çok da Çanakkale. Bence bu giriş bizden çalıntı. Bizdekiler de başka yerden aldıysa bilemem. Ama Atatürk öz be öz bizim. Mavi gözlerin etkililiğinde savaş sahneleri bu nedenle bence bizim icadımız.

11-3:48 dk. Ön Giriş sahneleri. Film platosuna aktarılıyoruz. Burası özel aranmış, bulunmuş, İrlanda da bir kumsal. Figuranlar hakiki İrlanda askeri. Normandiya’ya benzetilmiş. İki ay sürmüş çekim.

12-6 Haziran 1944 tarihi ekranda belirtiliyor. Bir belgesel havası verilmiş. Renk yine siyah beyaza yakın. Omaha sahili, Yeşil Sektör. Sahilde garip çarpı şekline benzeyen yapılar var. Dalgalar sahile sakince vuruyor, derken deniz ortasında bu sakinlik bitip askeri araç içinde miğferli askerler topluluklarını görüyoruz. Bunun bir savaş ortamı olduğu seyirciye kanıtlanıyor. Özelde bir asker veya bir araç dikkatinizi çekmemesi için kadraja birçok araç ve asker giriyor.

13- İlk özel temas; titreyen ve bir matarayı açan el. Bu daha sonra ana karakterimiz olacak yüzbaşıyı canlandıran TOM HANKS’tir. Korkudan titrediğini düşünürken ters köşe yapıyor yönetmen. Yüzünde korku ifadesi yok. Ağzına bir şey atıp çiğneyen bir asker görüyoruz. Büyük bir hamleden önce son hareketler. Deniz tutan askerler midesini boşaltıyor, sahile çıkartma yapıldığını araç sürücüsünden anlıyoruz. 30 saniye kaldığını belirtirken, komutanın eli titreyen adam olduğunu verdiği emirlerden anlıyoruz. Savaştayız, işte başlıyor.

14- Son hareketler Allah ‘a yönelme: İstavroz çıkaran ve haç öpen bir asker. İşte savaşın din, inanış kısmı da dahil edildi.”Bizim yanımızda ol Tanrım, bizi koru” Her askerin (Müslüman, Yahudi, Budist, Hristiyan…) duası bu. Hemen inanan kişiler olarak askerlerden ve ABD ordusundan yana taraf oluyoruz.

15-Kurşun yağmuru başladığında fışkıran kanı gösteriyor yönetmen seyirciye. Sanki savaşın içindeyiz. Vahşet olarak algılanan bu sahnelerin kesilmesi istenmiş, kabul edilmediği için film kimi ülkelerde gösterimi yasaklanmış.

16- Ateş açan düşman askerinin arkasından gözlem yaptırıyor yönetmen. Onlarla bağ kurmuyoruz. Onlar bizim de düşmanımız. Alman askerleri bunlar.

17- Su altı çekimleri de yapılmış. Kurşun, düşen silahlar, yaralanan ve ölen askerlerin dibe çöküşlerine tanık ediliyoruz. Bu sahneler bir kahranmanlık görüntüleri değil. Adeta can pazarı. Su altında da vuruluyor, arkadaşını kurtarma hamleleri bilinçsizce. Yine askeri mühimmattan kurtulma çabaları. Suda askeri botlarla adımlar. Etkilemesi üst seviyede. Suya batan çıkan adeta biziz. Kamerayı bizim gözlerimiz olarak düşünmüş yönetmen.

18- En etkili sahnelerden biri kopan bir bacağa tanık olmamız. 20-30 kadar gerçek ampute kullanılmış. Öyle olduğunu bilseniz bile havaya fırlayıp yere kanlar içinde bir bacak düştüğünü göstermek kolay bir çekim olmasa gerek.

19-Savaşın en kızgın anında sudan kıyıya ulaşan yüzbaşıyı insan haliyle görüyoruz. Dünyadan kopmuş, büyük bir şok ve sessizlik içinde, ağlayan birbirine yapışan askerleri, patlayan lav silahı ile yanan askerleri, kopan koluna rağmen yerden kolunu diğer sağlam eliyle alıp uzaklaşan askeri görüyor. Savaş bu insanlara ne yapıyor, düşüncesini okuyoruz yüzünden. Bir askerin kendisine seslenmesi ile olduğu yere dönüyor, kendine geliyor. “ Şimdi ne yapacağız efendim”

20- Etkili bir sahne daha, eli karnında, iç organları dışarı fırlamış sırtüstü yatan bir asker anne, anne, diye bağırıyor. Bir adamı yaralı çekiyor, güvenli bölgeye almak için. Arkasına dönüp baktığında adamın yarısı yok. Sahilde ilk tümsek arkasında büyük bir zayiata uğradıklarının farkındalığı replikler. Her birlikten bir kişi kalmış, komuta kademesi yok. Nerede olduklarını bilmiyorlar. Telsiz iletişimi için cümle kurduğu adamı çevirdiğinde yüzü yok parçalanmış. Kendisi telsizi alıyor, iletişim yok.

21-Askerce taktikler de öğreniyoruz. İlk şaşkınlık geçince biraraya gelen sağ kalanlar, ölü arkadaşlarının üzerinden, silah ve mühimmat toplamak gibi zorunlu ve acı işlere başlıyorlar.

22- Sıhhiyenin bu hengamede kanamayı durdurma müdaheleleri yapması büyüleyici ama inandırıcı değil. Güvenlik sorunu var, kanamayı durdurduğu hasta beyninden kurşun yiyip ölüyor. “Bir şans daha verebilirdiniz” isyanı çok romantik ve yapay. Keza yine omuzdan kurşun çıkarma sahnesi, çok çok komik. Sahne etkileyici ama, savaş gerçeği değil bence. Bundan sonra savaşa gidecek askerleri kandırmak için bu sahneler eklenmiş. Vurulursan sıhhiye her durumda seni kurtarmak için çabalar, mesajı veriyor. Bence bu çelişki. Savaş meydanında kendi güvenliği tehdit altında iken hiçbir komutan bu emri vermez. Nice canları kurtaracakları için önce kendi can emniyetleri sağlanır. (Dk.16.50)

23-Tekrar İLAH a bağlanma: Sniper, her atış öncesi duasını yapıyor, orduda Rahip olduğunu miğferdeki haç işaretinden anladığımız kişiler, ölmek üzere olanlara kapaklanmış günah çıkarttırıyor. Bir asker elinde tespih, annesinin yanına geri dönmesini sağlayacak yaradanına yalvarıyor. Arada asker esprileri seyirciyi bir an için gerginliğin zirvesinde nefes aldırıyor: “Annen bunu yaptığını bilseydi sana çok kızardı”.”Annemin sen olduğunu sanıyordum”

24- Sniper’ın vurduğu makinalı tüfekçi Alman asker önlerine yuvarlanırken kurşun yağmuruna tutulmasına memnun oluyoruz. İlk düşman askeri ile kurduğumuz bağ anlaşılmaz ve vahşice.

25-Nihayet sahilde kapana kısılan askerlere bir çıkış aralığı sağlanıyor. Derken iç bölgede de çatışma sürüyor. Mekanın siperlerle, tel örgüler ve askeri araçlarla savaş alanı inandırıcılığı mükemmel. Dezavantajlı durumdan eşitliğe bir geçiş var. Çünkü çıkartma yapan ABD askerleri artık siper alacak yerler buluyorlar. Mevzilerinden çıkan Alman askerlerini avlıyorlar. İçeri alana attıkları bomba zayıf. Aslında neden kapalı bir alana odaklaştırılıyoruz. Bir yeri ele geçirme adımlarına tek tek tanığız adeta. Biz bu küçük grubun bir askeriyiz. Orası denizden çıkartma yapan askerleri avlayan makinalı silahların konuşlandırıldığı en önemli kule. Meğer arkasını dolaşmışız. Ve imha ediyoruz. Çünkü sahilden son görüntü aleve verilişi, Aşağı düşen askerlere “bırakın yansınlar, ateş etmeyin” canavarlığını duyuyoruz. Düşmana çabuk ölüm yok. Acı çekerek ölsünler. Onlar insan mı?(Dk.23.17)

26- Ve siperden ellerini kaldırarak teslim olan Alman askerlerine kurşun yağmuru….Biz ya da savaşan tarafı olduğumuz askerler insan mı? Sıhhiye kan durdurup, kurşun çıkarmaya çalışıyor; ama düşman askeri bir yüktür esir alınamaz. Ne yaman çelişki?

27-Kamerada keskin hareketler, biz de o karmaşayı izliyoruz. Bir sağa bir sola ne olduğunu anlamadan anı kurtarma çabası…Çok iyi verilmiş.

28- Teslim olan askerlerin ne dediklerini anlamadığını söyleyen arkadaşına komiksi cevap “Yemek için ellerimi yıkadım” İğrenç espiri kategorisinde kalıyor. Bu askeri yandaş edinemem.

29- Bir bıçak “Hitler gençliği bıçağı” . Yahudi askere veriliyor:” Şimdi yahudi kesmeye çalışsın da görelim” diyen asker. Neye mesajı. 2. Dünya savaşının odağında Yahudileri yok etmek var mıydı gerçekten. Sonradan haberdar olundu toplama kamplarından. Savaş süresince gizlendi bu kamplar. Hitler bunun eleştirisinin olacağını bilerek yaptı. Ama ne yazık ki filmlerde bu merkeze konuyor. Bu yahudi askerin duygusal tepkisi aşırı. Arkadaşları onunla duygudaşlık ederken bizi de katmaya çalışıyor. Bu duygusallaşan askerin başka bir özelliğine odaklaştırılıyoruz. Fransa toprağından bir kutu torbasına gidiyor. Başka diyarların toprakları da var o torbada. Anlıyoruz ki, evini görmeden cephe cephe askerlikte dolaşmış bu zat.(Dk.26)

30-Tekrar sahnesi: Titreyerek matara açan el. “Ne manzara” sözü paylaşımı. Mavi gözlere zoomlanan kamera. Filmin başındaki o mavi gözler bu subay olabilir mi? Merak unsuru…

31-Deniz kırmızı. Çanakkaleyi hatırlatıyor bana. Çanakkale kutlamalarında bu filmden sahneler kullanabilirim. Ölü askerler, savaş başlangıcı gösterimi aynı sahilde. Tablo farklı. Savaşın yuttuğu insanlar, kan…Sadece insanlar ölmemiş, balıklar da ölmüş meğer. Ama bir askere kamera odaklanıyor. Yüzükoyun yatmış, sırtında adı yazıyor. Ryan…(27.49)

32-(BÖLÜM 4) Bir kadın yüzü. Haber merkezindeyiz. Kadın yüzleri artıyor. Daktilo yazan pek çok insan. Kalabalık bir işyeri. Pencere dışında üniformalı askerler görünüyor, dikkat çekici değil. Ve fonda bir ses. Yazıların ölen askerlerin ailelerine haber veren mektuplar olduğunu seslendirmeden anlıyoruz. Ve üst üste konan yazılı belgelerden….Beş arka arkaya oturan hanımlardan ikincisi, farklı demetlerden kağıtları çekip bir araya getiriyor. Telaşla subay amirin odasına girip konuşuyor. Biz camekandan görüntüye tanığız. Sözlere değil. Fonda yarım yarım mektuplardan pasajlar okunmaya devam edilliyor. Odadan odaya aktarılıp en son albaya geldiklerinde biz de yanlarında odaya giriyoruz. Konuyu nihayet öğreneceğiz.

33- Üç ayrı yerde ölen asker kardeşler. Konunun önemi o gün öğleden sonra anne hepsinin haberini birlikte alacak. Anneye eşlik ettiriliyoruz. Evde bulaşıkları yıkarken gelen arabayı farkediyor. “Hayırdır inşallah” aklından geçirdiği, büyük bir endişeyle kapıya yöneliyor. Bu gelenlerin kapı önünde anne tarafından karşılanması, bir asker ve bir rahibin inmesi ayaklarının bağını çözüyor. Evin otantikliği de önemli. Bol tül detayı. İşlemeli camlarda. Kadının elbisesi, şık, ayakkabıları, toplu saçı. Sıradan bir kadın değil. Ama tarla ortasında tek ev ve ahır. Belli ki çiftçi. Olmamış. Kıyafet çok özenli geldi. Hiçbir konuşma yok müzikle verilmiş. (Anne sahneleri 30. 43- 32.29)

34-Yüksek rütbede bir subayın yanındayız. ABD Kara kuvvetleri komutanı. Adam melek, ikinci komutan engel konuşması yapıyor. En küçük kardeş paraşütle bilinmeyen bir yere indirilmiş. Bulamayacaklarını, bilgi alamayacaklarını söylüyor. Abraham Lincoln mektubu devreye giriyor. Beş oğlunu da savaşta kaybetmiş bir anneye yazmış. “Çocuk yaşıyorsa, onu bulmak için birilerini gönderip kesinlikle onu oradan çıkaracağız” kararı veriyor.(35.30 dk.)

BU ROMANTİK KARAR ÜZERİNE KURULU FİLM. SAVAŞ BİNLERCE KİŞİYİ KAYBETTİREN BİR KÖTÜ OLAY. ANALAR AĞLIYOR. BİR ANNEYİ SEVİNDİRMENİN EN İYİ YOLU EVLADINI YAŞATMAK. ÜÇÜ ÖLMÜŞSE HİÇ DEĞİLSE BİRİ İLE TESELLİ ETMEK. KOCE DEVLET VE SAVAŞ KOMUTANLARI BUNUN İÇİN VARLAR…YERSEN…

35-(BÖLÜM 5) Omaha Sahili-Normandiya çıkartmasından 3 gün sonra. Yüzbaşı Miller, karargahta üst rütbeli subaya durum raporu veriyor. 35 ölü mü? Hayret. Esir 25. Başka bölüğe teslim edilmiş. Buna da hayret. Esir almayıp gördüklerini öldürdüler. Aslında insani bir savaş olmuş, biz ABD de oyalanırken.

36-(45.17 dk.) Görev Miller’a tebliğ ediliyor. Er Ryan’ı bulup evine göndermek. Ekibini seçiyor. Tercümanı ölmüş, Sakar birini Fr. Ve Alm. Bilen ama hiç silah kullanmamış birini yanına alıyor. Yolda yeni grup üyesinin pek sempatik karşılanmadığını terslemelerden öğreniyoruz. Bu süreç yola çıkılıp görev hakkında kritikte bulunan ekip üyelerinin sorgulamaları bizi de ilgilendiriyor. Bir kişi için 7 kişi feda edilmeli mi? Bu bir anne hizmeti. Herkesin annesi var. Sızlanmaları dinliyor, ona göre astlara sızlanılmaz, o da üstlerine sızlanacaktır. Ama kabul etse ki yanındaki bir binbaşı, ne söylerdi, soruluyor. Tam bir asker gibi cevap veriyor. Emir verilir sorgulanmaz, yerine getirilir. Arazide etrafı kolaçan ederek ilerliyorlar. Sniper olan asker yerinin Hitler’e yakın olması halinde görevi anlamlı buluyor. Bir diğeri Er Ryan kadar değerli olduklarını söylüyor. Yağmuru bir yaprağa damla düşerken yakalamak bir film kamerası planlı çekimi olamaz diye düşündüm. İşini çok seven kamereman boş vaktinde bunu çekmiş. Görüntü yönetmeni de beğenip filme montajlamış. Başka bir varsayım da belgesel tadındaki filmin bu havasını perçinlemek için bilinçli yapıldığı yönünde. Yağmur damlaları sesi ile kurşun yağmuru sesi arasında paralellik kuruluyor. İyice şüphelenmeye başladım. Yönetmen Spilberg Türk anlambilimini, Çanakkale savaşını, Mehmet Akif’in şiirini biliyor olmalı.

37-Grup bir yerleşim yerinde kurşun sesleri uçuşan bir yere varıyor. Siviller kaçmakta, ABD askerleri mevzi almaktadır. Yarısını o askerlerin yanına gönderen yüzbaşı kendilerini destek kuvveti sanan komutana Er Ryan için geldiklerini 8 kişi olduklarını açıklıyor. Almanlar yarma harekatı yapmışlar ABD askerlerini ikiye bölmüşler. Fonda konuşan moral subayının sesi Alman baskınlığını hissettiriyor. Askerlerden biri bu tehlikeli durum altında yerdeki elmaları farkedip ilgilenebiliyor. Bir kaçından ısırık alıyor. (Komik unsur) İlerleme kararı. Tercüman iççamaşırı gibi koruyacak olan bir askere emanet (Komedi unsuru)

38-Yüzbaşı askerlerin merak konusu. En çok da yeni üye sorguluyor. Nereli, nerede okumuş, vb. Onu ölen komandoların parçalarından üretmişler(Komedi) Yaşlı bir kadın gibi ağrıdığı için ayak bileklerine söylenerek ilerleyen asker. Bir aile iki çocuklu. Çocuklarını daha güvende olmaları için askerlere zorla veriyorlar. Yağmurda savaş devam ediyor.

BİR FİLM İZLERKEN KARAKTERLER BENİM EN YAKINIM OLUYOR. ARA VERDİĞİMDE BAŞLARINA NE GELDİĞİNİ MERAK EDİYORUM. FİLMİ GÜZEL BULDUYSAM BEYİN DALGAM ALFA MI DİYORLAR HAFİF DUMANLANIYOR. YANİ HAZ DUYGUM YÜKSELİYOR VE AKIŞA KAPTIRMAK DÜNYADAN KOPMAK HALİ YAŞIYORUM. BU SAHNEDE OLAĞANÜSTÜ BİR ŞEY YOK. SİVİL-ASKER KARMASI. ÇOCUKLARIN SİLAH YANINDA ÇATIŞMA ORTASINDA KONUŞLANMAK ZORUNDA OLUŞU, BİR SUBAYIN EMRİ NE OLURSA OLSUN DİNLENMELİ ANAFİKİRLİ GELİŞME: ÇOCUĞU ALMAMASINI SÖYLEYEN SUBAYINI DİNLEMEYEN ASKER ZAPATA VURULUYOR, ÇOCUK ZAR ZOR MEVZİDEKİ ASKERLERE GEÇİYOR, BİR YANDAN AİLESİNE SESİNİ DUYURMAK YANLARINA GİTMEK İÇİN AĞLIYOR. 7,8 YAŞLARINDA KIZ ÇOCUĞU. YARALI ASKERİN KIPIRDAMAMASI LAZIM. SNİPER VURDU. KARŞI ATAK İÇİN POZİSYON ALIYOR ABD Lİ SNİPER. VE YAĞMUR, YAĞMUR…HASSAS DÜRBÜN AYARI RÜZGARIN VARLIĞININ DİKKATE ALIMI…VURULAN ASKERİN DERDİ CEBİNDEKİ MEKTUBU ARKADAŞLARINA ULAŞTIRMAK. Hepsi kafasını kaldırmayıp sabretmesni öğütlüyor. SNİPER BU MEKTUP TRANSFERİNİ SESSİZ FİLM GİBİ DÜRBÜNÜNDEN İZLERKEN ABD SNİPER I FARKEDİYOR ama artık geç. Gözünden vuruluyor.

39-Çocuğun aileye geri döndüğünde babasını tokatlaması o kadar doğal bir refleks ki, tekrar bunun bir film sahnesi olduğuna inanmıyorum. Ailenin bir erkek çocuğu 4-5 yaşlarında ve kucaklarında da bir bebeği var. Fransızca anlamaya çalıştım ama anlaşılmıyor.  Zapata ölüyor. Mektubu arkadaşı alıyor. Künyesini yüzbaşı alıyor, çocukları alamama nedenini tekrar bu olduğunu vurguluyor, üzeri örtülüp yola devam ederken, canı cehenneme gönderilmek üzere Er Ryan’a  lakırdı savuran askerle yolculuk devam. Zaten bu grupta tanınmıyor. Bir bilgi edinemediler.(51,37 dk.)

40- Komik bir gelişme. Botundaki taşı çıkarmak için girdikleri bir yıkık binada oturmak üzereyken latayı kaydırıp duvarın yıkılmasıyla iki taraf askerleri karşı karşıya geliyor. İkisi de silahların bırakılmasına avaz avaz uyarıda bulunuyor. Aha centilmen savaşı. Silahları bırakmadılar kurşunu yediler. Abd indirdi Alman askerlerini.

41- Ryan bu birlikte imiş bulundu derken yanlış Ryan. Nasıl biri için kendilerini tehlikeye attıklarını ve bir arkadaşlarını kaybettiklerini merak eden gözlerle aralarından geçen yanlış Ryan’a bakıyorlar. Elbette bulamayacaklardı. Daha filmin yarısı bile olmadı. Onları balığa götüreceğinin hayaline kavuşamadan kardeşlerini kaybettiğini sanan askerlerin duyguları bir daha sınanıyor. Hiçbiri etkisiz kalamadı, üzüldüler. Çatışmada öldüklerini öğrenince aksaklığı farkeden delikanlı, ilkokulda olan kardeşlerinden bahsediyor.

42- Er Ryan’ın bulunup evine götürülmesi dandik bir görev olmaktan çıkıyor. Hitler’i yenmekten daha önemli oluyor. Bunu vermeyi nasıl başarıyor senarist ve yönetmen. İki komutan savaştaki son durumu kritik edip bilglerini ve görüşlerini paylaşıyorlar. Hedefte Paris ve Berlin varken, oradaki birlik komutanı kendisinin de erkek kardeşleri olduğunu, Yüzbaşı Miller’ın görevini önemli bulduğunu söylüyor. Başarmasını temenni diyebileceğimiz “bulun, eve götürün” talimatı ile gönüldaşlık yapıyor. Paraşüt birliğinden biri onların arasına düşmüştür. Ayağı kırıktır. Er Ryan ‘ın tahmini iniş bölgesini haritada işaretler.(1.4.51 dk.)

43- Elinin titremesinin savaşta başlayan bir rahatsızlık olduğunu ara ara gidip geldiğini öğreniyoruz (Merak unsuru 1. Seviye biiti) Artık askerliğin ona göre bir iş olmadığını söylüyor sağkolu. Yüzbaşının cevabı daha önce ortak tanıdıkları ellerinin üstünde yürüyen askeri hatırlatmak oluyor.(Wekio) Kısa ve ceketlere w şeklinde işiyor, nasıl komando olmuştu, KOPARZO hatırlanıyor. Adamlarından birinin ölümü, depresif yüzbaşı…(1.7.1 dk.) Teselli, belki on belki yirmi katını kurtarmıştır.

44-Bu defa kurtarılacak adam 1 kişi. Umuyor ki buna değer, uzun süren bir hastalığa çare bulur, ya da ampul gibi bir icat yapar???Aksi halde bir WEKİO yu, bir KOPARZO yu 10 RYAN a değişmeyeceğini söylüyor. Sağ koluna söylediği bu sözlerden, MİLLER ın sağlam bir komutan olduğunu görmüş oluyoruz. Adamlarına değer veriyor. Duygusal olarak bağlanıyor. Kararları ise onları korumak adına mantıksal.

45-Üç saatlik uyku süresi var, uyuyamıyorlar. Biri uyuyor. Anneler konuşuluyor. WAİT-Annesi gece çalışıp geç geliyor, beklemeye çalışıp uykuya dalıyor, erken geldiğinde ise uyuyor numarası yapıyor. Gözleri yaşlı hepsi anne derdinde. Diğeri,(RIWEN) geç gelsede annesinin onu uyandırdığını, kadının konuşma ihtiyacının hiç bitmediğini söylüyor. Anne duygusu daha donuk.

TANRI BİZİM YANIMIZDA İSE KARŞI OLAN KİM? (Felsefik soru) ÖYLE BİR TANRI TASAVVURUMUZ VAR Kİ, HER ZAMAN KORUR KOLLAR YARDIM EDER. ÖYLEYSE BU KADAR KARMAŞA ACI NE İÇİN VAR? SORUSUNU SORUYORUZ. TANRI YARDIM ETMİYORSA YETERİ KADAR ONUN RIZASINI KAZANAMAMIŞ, YAKINLAŞAMAMIŞIZDIR.

Son eleman(APIN) yüzbaşıya malum soruları soruyor.Yüzbaşının cevabı BAHİS MİKTARI NE KADAR? Haberi var bu konunun astları arasında malzeme edildiğinden…500 e kadar beklenilecek 1.000 e kadar yaşayamayabilirler (GERÇEKÇİ BAKIŞ) (1.12.07 Dk.)

46-Gece yola çıkılıyor, çatışma sonrası bir andayız. Yaralı askerler, esir Alman askerler, Er Ryan ı tanıyan yok. Yahudi kendini Almanlara lanse ediyor; Yudın (Yahudi olduğunu)…Şehit askerlerin künyelerine bakıyorlar. Dalga geçerek baktıkları için birliğin askerleri nefret bakışlarını yöneltiyor. Klasik bağırarak Er Ryan’ı tanıyan olup olmadığını soruyor. İşe yarıyor. Biri böyle bir isimle dolaşan birinden bahsediyor.

(Merak unsuru tırmandırılıyor)

47- Bilgi verecek askerin yanında bomba patlamış kulağı yaralı ve sesleri duymakta zorlanıyor. Yanlış anlamalar sonunda yazılı anlaşma yolu bulunuyor. Er Ryan köprü koruyacak bir Albay’ın ekibinde 20 km geridedir.(1.21.26 DK.)

 (İLK SOMUT VERİ İLE SEVİNİYORUZ. EN AZINDAN YAŞIYOR. ORDA KIYAMET KOPMUŞ, KİMSE BU ASKERLERİN BİR KİŞİYİ ARAMASINI DERT ETMİYOR. AMA BİR UÇAĞIN SIRF ÜST RÜTBELİ BİR SUBAYIN KENDİSİNİ KORUMAK İÇİN AĞIR BİR ZIRHLI YÜKLEMESİYLE AĞIRLAŞAN UÇAĞIN YERE ÇAKILDIĞINI ÖĞRENMEMİZ, BİR ÜST SUBAY YÜZÜNDEN UÇAKTAKİ 22 KİŞİNİN ÖLMESİ ÖYKÜSÜNÜ DİNLİYORUZ. KIZIYORUZ. KARŞILIĞI OLARAK BİR ERİN KURTARILMASI GEREK DİYE DÜŞÜNDÜRÜLÜYORUZ.)

48- Heyecan endişe olayın ciddiyeti MİLLER ın eli yine titremeye başlıyor. Hepsi endişeli.

YOLDAKİ ÖLÜ ASKERLER, SİNEK VIZILTISININ DUYURULMASI gerçekliği artırmış)

Bir radar istasyonu buluyorlar. Makinalı tüfek. Yüzbaşından hariç riski almak istemiyorlar ama MİLLER gelecek askerleri pusuya düşürme ihtimalini ortadan kaldırmak istiyor. Taktikler, görev dağılımı tamam. Operasyon başlıyor. Apın ilk defa çatışmada geride bırakılıyor ama dehşet içinde olduğunu yüzünden okuyoruz. Dürbünle takipte, biz de onun dürbünündeyiz. El bombaları geri fırlatılıyor.

ÖLÜ İNEĞE ATILAN KURŞUNDAN KAN FIŞKIRMASI SAÇMALIK.

Hedef temizleniyor. APIN dan malzemeler isteniyor. Harekete geçti, şükür. Annesini gece bekleyen asker kötü yaralı ve sıhhiye.(WAİT) 1.31.10

YARADAN KAN FIŞKIRMASI OLDUKÇA GERÇEKÇİ. HALİNİ ÇÖZMEK İÇİN KENDİSİNDEN ÇARE SORULUYOR. KURŞUN YARALARININ YERİNİ SORUYOR, O DA. ÇOK KANAYAN YERİNİN KARACİĞERİ OLDUĞUNU ANLIYOR. MORFİN TALEP EDEREK ARKADAŞLARINA YARDIMCI OLUYOR. PANİK HAVASINA EŞLİK EDİYORUZ.

Annesine seslenmesi ,eve dönmek istediğini söylemesi son sözleri oluyor.

49-Altı kişi kaldılar. Önceki ölenden emanet mektup Yüzbaşı ya geçti. Sinirle yaralı Alman askerine içlerinden biri tekme tokat girişiyor. İki askeri daha aynı şekilde girişiyor. Yüzbaşı tüfekleri doğrultan askerlerini durduruyor, hemen değil, diyor. Bağlayıp WAİT in mezarını kazdırıyorlar. JACKSON kolunu sıyrıldığını MİLLER farkedip hemen temizleyip sarmasını istiyor. Bir kaya arkasında mektubu okuyup ağlıyor, eli büyük titremede.(1.35.01Dk.)

AĞLAMA FASLI 2 DK SÜRDÜ. SAVAŞIN ACIMASIZLIĞINDA BİR KARAKTERİN İÇ ÇATIŞMASINA TANIKLIK EDİYORUZ. ASKERLERİNİ KORUMASI İÇİN ACIMASIZ DAVRANMAK ZORUNDA AMA HER CAN KAYBINDA ÜZÜNTÜSÜ BÜYÜK OLUYOR.BİR DE ZAVALLILAŞTIRILAN ESİR ALMAN ASKERİ VAR.ABD SEVGİSİNİ DİLLENDİRİYOR. ÖLMEMEK İÇİN MEZAR KAZMA İŞİNİN BİTMEDİĞİNİ SÖYLÜYOR.HİTLER E LANET OKUMA DA DAHİL

50-“O bir savaş esiri, teslim oldu” APIN’ dan inciler…

FİLMİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ, DEFALARCA TESLİM OLAN ASKERLERİ ÖLDÜRDÜKTEN SONRA BUNA MERHAMET ETTİKLERİ İLE ABD askerleri YÜCELTİLİYOR. İNANDIRICI DEĞİL. GÖZ BAĞI İLE SALIVERİLMESİNE ASKERLERİ ELEŞTİRİ GETİRİYOR. Reıben’ı durduran onun sağkolu.

51-MİLLER üzerine oynanan bahsi hatırlatıp daha önce bir sınıf öğretmeni olduğunu söylüyor.1.40.52

52-MİLLER ‘dan etkili bir tirat “Her öldürdüğüm insanın beni evimden uzaklaştırdığını hissediyorum”. Değiştim, karıma bu günleri nasıl anlatırım bilmiyorum. Sınıf öğretmeniyim dediğimde bu belli oluyor derlerdi ama burada herşey muamma. Er Ryan’ı bulmak benim eve dönüş biletimse öyle yapacağım. İsteyenin de istediğini yapmasına izin vereceğim. Birlikte arkadaşlarını gömerek toparlanıyorlar.1.43.50

53-Düz bir tarla- Sarı çiçekler ve yine aksiyon bir Alman zırhlısı, onu imha eden ekiple karşılaşmaları ve ER RYAN 1.46.38 DK.

BEKLENMEDİK BİR SÜRPRİZLE OLUYOR. İTİRAF ETMELİ Kİ ONU SONUNDA BULDULAR SAĞ SALİM DİYE SEVİNİYORUZ. GÜLEÇ ÇOCUK UĞRAŞMALARA DEĞDİĞİNİ DE DÜŞÜNDÜRÜYOR.

54-Er Ryan köprüyü arkadaşlarını bırakıp dönmek istemeyince kalıp köprü işini çözmek MİLLER a kalıyor. Hazırlıklar tamam. Başarısız olurlarsa son kalan sağ kişi köprüyü uçuracak. Planı bizimle de paylaşmış oluyor. Sakin bir bekleme süresi Edith Piaff şarkısı, hüzünlü sözleri, Asi askerin meme hikayesi…Titreyen MİLLER eli 2.3.15 dk.

55-Molozların ortasında MİLLER -ER RYAN Konuşması. Kardeşlerin sevgili hikayesinden biri. 2.7.30 dk.

56-Almanlar göründü. Kuleden aşağıya işaret diliyle rapor verilmesi yine bilmediğimiz bir ASKERCE olay. Adım adım ne olacağını biliyoruz. Tavşanı al(Tankların yolu istenen yere çevrilecek. Saldırabilecekleri yola çekilecek.) Yapışkan bomba, asker çoraplarının içinde tankın paletlerine fırlatılacak. Ellerinde kıt malzemeden bu çözümü MİLLER buldu(Sahra Kılavuzu) Harfi harfine oluyor. APIN ın yedek cephaneye ulaştırmaması, Alman askerin bıçaklama olayı vahşi savaş görüntüleri olarak beynimize kazılıyor.

BU ERKEKLER KADINLARI KONUŞAN, MEMELERDEN BAHSEDEN ORTALAMA ERKEK….AMA SAVAŞTA GÖZE ALDIKLARIYLA BİR KAHRAMANA DÖNÜŞÜYORLAR. HATIRALARI, ANNE SEVGİLERİ, SAVAŞTAN BIKMIŞLIKLARI VAR. MANTIKLARI ONLARA NEYİN DOĞRU NEYİN EĞRİ OLDUĞUNA DAİR FARKLI ŞEYLER SÖYLETTİRSE DE TEK AMAÇLARI NORMAL SIRADAN HAYATLARINA GERİ DÖNMEK.

ÜÇ OĞLUNU KAYBETMİŞ BİR ANNEYE DAYANAMAYACAĞIZ. ABD ORDUSU BİR ANNEYİ UFACIK BİR MUTLULUK VERME FIRSATI YAKALAMIŞSSA BUNUN GEREĞİNİ YAPAR. ORDU ANNELER İÇİNDİR.

57-Er Ryan a emir MİLLER’ın yanından ayrılmamak.

58-Aleyhlerine gelişiyor Birbir ölüyorlar. MİLLER da yine şok hali sessiz olaylar akışı…2.31.38 Dk.

59-2.36.52 uçak desteği HAK ET. MİLLER in son sözleri.

60-(BÖLÜM 5) Günümüze transfer ER RYAN yaşlı adam….Filmin başında şehitlikte karşılaştığımız…

61-İyi yaşamış Bayrak dalgasıyla son 2.42.21 dk.

SENARİST . Robert Rodat

1- ÖDÜLLÜ FİLM: Adı bizde ne gibi bir beklenti yarattı? İlk karşılamamız, karşılaşmamız nasıl?

2-Savaş sahneleri zaten çok kişi tarafından övülmüş, bu övgüyü hakediyor mu? Az bile mi? Abartılmış mı?

3-Kurgusu/Merak unsuru /seyrettirme düğümleri iyi miydi? Sıkılmadan 2 saat 38 dk. lık bir filmi izleyebildik mi? En çok nelere takıldık, merak ettik?

4-Neleri çok beğendik? Muhteşem, şaşırtıcı, başarılı geldiği yönler nelerdi?

5-Neleri beğenmedik? Abartılar, İnandırıcı olmayan, tamamen yapay kalmış yönler nelerdi?

6-Ana kahraman MİLLER (Tom Hanks) dışında hangi karakterle empati kurduk.

7-Felsefi argümanlar iyi miydi? Bizi düşündürdü mü? Kendi yolculuğumuza katkı sağladı mı?

9- İzlediğimiz filmlerle karşılaştırırsak tür olarak zevkimize ne kadar hitap etti? Savaş filmleri içinde yeri nedir?

10- Yönetmen’in başka filmlerini izledik mi? Karşılaştıralım.

11- Bu filmde yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni hangisi başarı bakımından daha ön planda.

12- Roller nasıldı? Kendi film sektörümüz, oyuncularımız, toplumsal değer yargılarımızla karşılaştıralım.

 

ER RYAN’IN KURTARMA MESAJLARI:

1- ABD kutsal değerler için savaşır

2-Savaş dehşet vericidir, en munis insani bile katılaştırır, değiştirir.

3-Düşman için merhamet gösterme. Her canını bağışladığın sana ileride canına kastedecek bir sorun olarak döner.

4-Öğretmen toplum içinde çabuk tanınabilecek özellikler sergiler. Savaşta bu özelliklerini yitirir.

5-Bir kişi için başka insanlar tehlikeye atılabilir. O insan devletin bir amacına hizmet etmektedir. Dört evladından üçünü kaybetmiş bir anneyi savaşta olan en küçük evladına kavuşturmak….ANNELER YÜCEDİR, MUTLU OLMALIDIR.DEVLET MUTLU ANNELERİN DEVLETİ OLMALI, EVLADININ CANINI KORUYAN DEVLET OLMALI.

6-Normandiya Çıkartması çok zorlu olmuştur. Savaşın acımasız yüzü güçlü yaşanmıştır.

7-Sıhhiyeler ateş altında dahi yaralanan askerleri kurtarmaya çalışan idealist kişilerdir.

8-Savaş düzenli bir olay değildir. Ordu mensupları kaderiyle başbaşa kalıp anlık kararlar alırlar. Özellikle rütbeliler (en kıdemlisi) sorumluluk alıp emir komuta ile yeniden düzen oluşturmaya, göreve odaklıdır.

9-Yahudiler de 2.Dünya savaşı mağdurudur. Onların mezarları şehitlikte yıldız ile hristiyanlarınki haç ile sembolize edilir.

10-Savaş nörolojik, ruhsal, fiziksel sağlık sorunları oluşturur ama önemsemezsiniz.

11-ABD zulüm ve zalimler için dünyanın neresinde olursa olsun savaşa girer.

12-Kadın savaştan eve dönme sebepleridir. Anne ve eş olarak onları bekleyendir.

13-Kritik bir görevde, bir kişinin bile görev odaklı olması bazen o işin yapılmasına ve savaş politikalarının uygulanmasına yeterlidir.

14-Askerler her ne kadar silah kullanıp insan öldürse de insandırlar, duygulanırlar, üzülürler, ağlarlar hatta duygu durumları her an değişebilir. Sağlıklı kararlar vermek ve iş yapmak için soğukkanlı komutanlar gereklidir. Onlar duygudurumlarını ulu orta sergilemezler.

15-Savaş sahneleri Çanakkale Harbi ile benzeşmektedir. Alıntılandığı veya bilindiği; kontrollü veya kontrolsüz etkiler olduğu düşüncesindeyim.

SON SÖZ : Bu film küçük bir grupta değerlendirilmek için not alarak izlenmiştir. Bir film okuması metodunda elekten geçirilmeden not alma bölümü ham haliyle paylaşılmıştır. Film herkesçe izlenmeli. Hangi hayat görüşü, sanat anlayışına sahip olursak olalım kesinlikle çıkarımda bulunulacak bir örnek.

]]>
Sun, 16 Jul 2023 14:33:09 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
AŞKA DAİR https://edebiyatblog.com/aska-dair https://edebiyatblog.com/aska-dair Aşk korkutur, çoklarını…

Kızıl elmadır ulaşılmaz

Milyarlarca ışık yılı ötelerden

Bütün asaletiyle bakışlarını emen,

                                    seni büyüleyen,

Öyle güzeldir, orada olması güzeldir.

 

Birinin avuçlarına kalbini bırakması

ve senin bırakman,

Mucizedir, olasılıklar dehlizlerinde…

Hiç yüzünü bilmemeliyim sevdalımın,

Mim dudaklı, yay kaşlı, ok kirpikli

Ya da delici bakışları, büyülü tebessümü,

Bahsi geçmez, sır vermemeliyim.

Bir ben sevmeliyim ki;

Yüzlerce âşık, ışığa pervaneler gibi

Üşüşmüşmesin, ben yokluklara itilmeyeyim.

 

Bir ben sevmeliyim bence ve delice,

Her sevdaya benimkinden bir zerre ekmeliyim

Ki yeşertsin, bir kalp bir kalbe mühürlensin!

Ki görmesin benim gözümle karga burnunu,

Çarpık uyluğunu, yerlerdeki soyluluğunu,

Asalete baksın, burun işaret etmek için eğilmede,

Zeka fışkıran sözlerine…

Da Vinci fırçasından sekmedir uyluklar,

Güzellik serpmekte, güzellik dikmekte her adımında

yeniden nebatata bezenir dünya

Halk insanı, aşk insanı, âlemin özü, gözbebeği,

Desin desin de daha çok sevsin.

Ben bence, Eros kendince, Yunus kendince

Aşk beladır, korkutur.

Belada mutluluk var ise…..      

                       20.6.2023 By. J.SEL

]]>
Wed, 21 Jun 2023 20:08:58 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ? (7) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-7 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-7              İşyerine uğrayıp mı, sonra KBNE firmasına geçsem, yoksa doğrudan mı gitsem karar vermeye çalışarak otobüse bindim. Bir önceki gün firmada karşılaştığım olaylar beynimde sürekli dolanıp duruyordu. Mesaj gelmiş, bir hafta KBNE firmasında çalışma görevim bildiriliyor.

            Masama yerleşip, bigisayarı açtım. Şifre konmamış doğal olarak. Şahsıma ait değil, masa üstünde bir sürü klasör dosya var. Kodlanmış isimlerden ne dosyaları olduğuna dair fikir yürütemiyorum. Muhasebe, Hesap işleri, bütçe, maliye gibi bana tanıdık bir isimle dosya var mı diye kontrol ederken şirket görevlisi odama geldi:

-          Tam ihtiyaç duyduğumda buradasınız. Günaydın. Bu bilgisayarda pek çok veri var. Kendimle ilgili olanlara ulaşmakta zorlandım. Acaba rica etsem, buradaki dosyalardan benim ihtiyacım olanları ayırıp belirli bir yerde depolayabilir miyiz? Diğer dosyalarınıza ilişmek istemem.

-          Ne demek onların hepsi sizin istifadenize oluşturulmuş dosyalar. İhtiyaç sinyali aldığım için buradayım.

-          Öyle mi? Geldiğimi gören arkadaşlar size çağrı göndermiş olmalı.

-          Hayır artık sizinle direkt bağlantıdayız. Bir haftalık sürede uyuduğunuz yerdeki hazırlıklar da tamamlanacak. Artık kesintisiz irtibatta olacağız.

-          Bakın artık neye nasıl yorum yapacağım konusunda delirmek üzereyim. Sizin zannettiğiniz kişi olamam. Bütün söyledikleriniz bana gizemli, anlamsız geliyor. Ben sıradan bir insanım. Belli ki, karıştırmışsınız. Doğduğum aile, ev belli, büyüdüğüm şartlar belli. İnanın hiçbirinde bilinmeyen bir taraf yok. Daha fazlasına dahil olmadan bunu netleştirmek istiyorum.

-          Elbette bu söylediklerinizde bir gariplik olamaz. Öyle olması için her şey ayarlandı. Süreç de zaten bu dünyadaki zaman, mekân algısına uyumlanmak için beklenildi. Oysa bizim evrenimizde herşey dün planlandı ve eyleme kondu. Siz bunu güneş hareketleri ile ölçümlüyorsunuz. Yani sizin gün, ay, yıl diye saydıklarınız bizde mevcut değil. Herşey birbirine bağlı gerçekleşir. Zaman ve mekân aynı anda her yerdir. Bu düzende bozulmalar bizim evrenimizi de etkileyecek kadar çoğaldığı için yapılması gerekenler devreye girdirildi.

-          Sizin evreniniz neresi, başka gezegen, başka boyut, geçmiş veya gelecekten mi sözediyorsunuz.

-          Aynı evrendeyiz ama farklı düzenlerdeyiz. Sizin özellikleriniz bizi algılayamayacak nesnellikte, ama bir o kadar da bilinç boyutunuz bu evrenin temel varlık sebebi. İnsan evrenin kaynağı gibi düşün, yani çekirdek sizsiniz. İnsan var, oradan filizlenen enerji ile kâinatın sistemleri bir çarkın dişlileri gibi birbirini harekete geçiriyor.

-          O zaman bütün insanlar bu rolü ile varlar. Ben niye ayrı düşünülüyorum, sizin veya birileri tarafından.

-          Bizim varlık özelliklerimiz sizden farklı. Bu nedenle görevlerimiz de farklı.Direkt müdahele edemeyiz, bu dünyanın sisteminden uyumlanarak yapılması gerekenler projelendirildi. Ara bir türle görevlerin yapılması mümkün. Siz bu ara türsünüz. İnsan yönünüz ve bizden aldığınız DNA ile de bizim gücümüzle çok şeyler yapabileceğiz. Bu arada sadece siz değilsiniz. Böyle görevli başka ara türler de var. Ama irtibatlandırılmayacaksınız. Dünyanın selameti için. Karmaşa yaratmak istemiyoruz.

Korkmaya başlamıştım. Gece ve daha önce kâbus zannettiğim yaşananlar gerçek miydi? Ben garip bir varlık mıydım? Kendimi insan sanıyordum, öyle mi? Kedim aklıma geldi. Zavallı evde yetiştirildiği ve başka hemcinslerini bilmediği için, bizim gibi konuşmaya çalışıyor, patisiyle tokat atma halleri sergiliyor, yatarken karnı yukarıda uyuyordu. Annemin “hayvanı da hayvanlıktan çıkardınız, bu kendini insan sanıyor” diye söylenmesini hatırladım.

        Sessizliğimi yanıma gelen görevliyi farkettiğmde bozdum:

-          Evet ben şirketin hesaplarının nasıl yönetildiğini, bütçelendirildiğini ve vergiye matrah olacak verilere nasıl ulaşacağımızı, hangi verileri bize aktaracağınızı çözeceğimi biliyorum. Görevin bu olmadığını anladım.

Görevli, duygusal hiçbir tepki göstermiyordu:

-          Gerekli olanlari bilmeye başlayacaksınız. Şirket ile ilgili olanlar kamufle görevler. Onlar sorun olmayacak. Zaten bilgisayar yazılımlarımız size bütün ayrıntıları gösterecek kadar kolay anlaşılır düzenekte. Masanızdaki bilgisayardan başlayalım. Bu bilgisayar evinizin fiziksel bilgilerinde ihtiyaç duyacağınız bütün verileri içeriyor. Ve an be an bizim evrenimizden güncelleniyor.

-          Evimin fiziksel bilgilerini bilmek için ona ihtiyacım olmaz sanırım. İsterseniz Navigasyon sisteminden hemen bakalım. Hangi ulaşım aracıyla ne kadar sürer, trafiğin durumu nedir? Yol üzeri ihtiyaç duyabileceğim ve karşılamam için hangi alışveriş yerleri mevcut hepsi olmasa da üç aşağı beş yukarı var.

-          Evet, bunun gibi biraz. Ama sizin eviniz derken, eviniz neresi?

-          Adresimi biliyorsunuz sanırım, isterseniz söyleyeyim.

-          Eviniz, yuvanız bütün dünya!

-          Yani öyle de denebilir. Güneş sisteminde, dünya gezegeninde yaşıyorum sonuçta. Bu bilgisayarda Google Earth var diyorsunuz.

-          Daha fazlası. İsterseniz zihinsel uyumlanmalara başlayalım. Lütfen şu cihazı başınıza takar mısınız?

-          Beni hipnotize etmeyeceksiniz değil mi?

-          Şahsen etkilerini nasıl algılayacağınızı bilmiyorum. Ben de ilk defa tanık olacağım. Ama bilinciniz yerinde olacak, ona eminim.

-          Yapay zekâ gibi bir aktarım mı olacak. Olamaz da. Sonuç da çip falan takılmadı bana. Bir dakika. Yoksa çiplendim mi?

-          Sizin çip dediğiniz ilkel bir aracıya ihtiyacınız yok. Hücre yapınız bu özelliklere sahip.

-          Yani doğru anladım öyle bir şey olacak. Bütün dilleri konuşup anlayabileceğim, istediğim bilgiyi sistemlere bağlanıp alabileceğim. Ayaklı bilgisayar olacağım öyle mi? Ya ben insan özelliklerimi daha çok istiyor, bu kadar çok farklı beceriye sahip olmak istemiyorsam. Bu daha önce yapıldı mı? Böyle birini görmeye ihtiyacım var. Denek olmak istemiyorum.

-          Bunu siz onaylamasanız da yapacağız. Daha doğrusu yaptık. Ama uyumunuzu dünya hızında sağlamak için, size eşgüdümlü olarak yürütmeye çalışıyoruz. Hatırlatırım, bizim mekân ve zaman algımız yok. Sizin bu algınız ile hareket edersek başlangıçta daha iyi uyumlanırsınız.

-          Dün gece mi yoksa, uykumda, gölgeler hatırlıyorum. Kâbus değil miydi?

-          Evet, doğrudur, izin verin bilinç düzeyinize çıkaralım. Şimdi aleti kullanmama izin verir misiniz? Rahatsız olduğunuzda durur, iptal edebilir, erteleyebiliriz.

Başımın etrafını çevreleyen metal mi, plastik mi olduğunu kestiremediğim bir çember yerleştirdikten sonra, başımın birkaç yerine küçük yuvarlakları yerleştirdi. Çok küçük bir temas ve soğukluk hissettim.

-          Gözlerinizi kapatın ve sadece zihninize odaklanın. Ve ilginizi çeken, daha ayrıntılı incelemek istediklerinizi alıkoyun, detaylarında daha uzun süre kalmaya çalışın. Meditasyon dediğiniz bir işlem var. Ona benzetebilirim. İsteyin, hayal edin, somutlaştırın.

Beynimde huzurun sesi oluştu adeta. Karanlığın içinde daha önce hiç görmediğim renkler…Bilgi akışı olacak mı diye beklerken, hiçbir şeye benzetemediğim şekiller önümde netleşmeye başladı. Sürekli hareket halinde idiler. Yavaş yavaş ilginç bulduğum şekillere daha yakından bakmayı arzu edip dikkatimi onda sabitliyordum. Çok uzun sürmedi:

-          Tamamlandı, çok başarılıydınız. Bundan hiç şüphemiz yok.

-          Bitti mi gerçekten.

Gözlerimi açtığımda bilgisayar ekranında gördüğüm görüntünün beynimde oluşanla aynı olduğunu farkettim. Şaşkınlığım geçmeden, gözlerim açık olarak şekilleri incelemeye detaylara odaklanmaya devam ettim. Bilgisayar benim zihnime göre ekran görüntüsü veriyordu. Esasen ekrana gerek olmadan zihnimde görüntünün oluştuğunu söylemeliyim.

]]>
Tue, 20 Jun 2023 21:03:00 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ŞEFİKA’NIN HASAN’I https://edebiyatblog.com/sefikanin-hasani https://edebiyatblog.com/sefikanin-hasani Şefika, masum, üç kızın en büyüğü, en küçükleri bir erkek. Adı Gazi. Zira babası Kore’de vuruşmuş eski bir asker. Yer Anadolu’da bir köy. Tiyatro perdesi açılsın!

Şefika İstanbul yolunda, Bahadır onunla evlendi. Babası “iyi kısmet, seni büyük şehirlerde yaşatır, ticari taksileri var, evi barkı da varmış” deyip razı etti onu. Babasının sözünden çok Bahadır’ın cana yakınlığı, sempatik gülüşü, şakaları etkilemişti onu. Sanki onu bekleyen şirin bir hayatı reddetmek olmaz gibi gelmişti. ” He” deyiverdi babasına. Bir haftada kuruldu düğün. Davul zurna, kapıda iki halay, çifte telli. Bir sandık çeyizi, yatak, yorganı da şehirler arası otobüsün bagajında yeni hayatına yola çıkmıştı.

Şefika’nın şirin hayatı, eltisi ile ortak bir evde yaşayacağını öğrenince sekteye uğradı. Bahadır hiç dert etmiyordu. İki göz odalarında mutfak kullanımı ortak yaşayıp gideceklerdi. Hem kısa sürede kendi müstakil evlerini alacaklardı. Biraz diş sıkmak lazımdı.

İlk çocuk Ayhan bembeyaz teni güleç gözleri tüm sevimliliği ile aileye katıldığında Şefika şükretti. Anne olmak bu evladı yetiştirmek herşeye değerdi. Ama bir sene sonra bir oğlu daha oldu: Hasan. Zorlanmaya başladı. Kocasının iş saatleri uzadıkça evde ortak kullanılan mutfak, çocukların çatışması derken problemler arttı. Çocukları gündüz uykusuna yatırıp ne zaman rica etse okul çağındaki diğer çocuklar gürültü yapıp uyandırıyorlardı. Yemeği yapamadığı günler oldu. Eşi anlayışlı davranıyordu Allah’tan. Yemek yoksa kalkıp ekmeğinin içine peynir koyup yüksünmeden yiyordu.

Bir gün kocası hastalandı, doktora gitti. Bel fıtığı olmuş. Ağır işte çalışmayacak. Ama bir müddet dinlenmesi lazım. Arabanın birinde zaten şoför çalışıyordu, kendi arabasına da geçici olarak bir şoför daha buldu. Bir aylık dinlenme üç aya çıktı. Gelir kendi çalıştığının çok altında idi. Şoföre kızıp arabanın birini sattı. Paranın nereye gittiğini hiçbir zaman öğrenemedi Şefika. Eşi de kahveye daha sık gider olmuştu. İki oğlunun ihtiyaçları büyürken geçinmekte zorlanmaya başladılar. Eltisi ile zaten ayrı tencere kaynatıyorlardı, ama artık aldıklarını odada gidip yiyorlar, paylaşmıyorlardı. Çocuklar diğerlerinin elinde gördükleri meyveden istedikçe, gönülsüz bir iki tane veriyorlardı.

Şefika kesintili çalışabilen eşinin parasıyla geçinemeyeceklerini anladı. Onun asıl belini büken tedavi masraflarıydı. Sigortalı bir işe girmezse sağlıkları da tehdit altında olacaktı. Bu korku ile herkese sigortalı iş aradığını haber verdi. Posta idaresinin sözleşmeli eleman aradığını haber veren bir tanıdığa minnettarlıkla, bir saatlik yolu kabullenerek işe girdi. Mutfak hizmetleri yapacak, kocası da evde çocuklara bakacaktı. Bahtiyar yine yüksünmedi. Alışıldık kocalardan değildi. Karısı çalışıp eve para getirebilirdi. Belinde sorun olmasa kendisi de çalışırdı ama, bu öyle bir hastalıktı ki oturmasına bile izin vermiyordu. Evde sürekli yatar vaziyette idi. Çocuklara bakım için de evin halkından yardım istemeye çekinmiyordu.

Kore gazisi baba ilk ziyaretinde yaptığı hatayı gördü ama artık dönüşü olmazdı. Kızını destekledi. Torunları için elinden geleni yapmasını söyledi. Hem karı koca çok iyi anlaşıyorlardı.

Yirmi sene oturdular o evde.Hem çalıştı, hem evin işerine yetişti Şefika. Bazen darlanıp “bir kap yemek yap bari, çocuklar okuldan geldiğinde aç kalmasın” demekten başka şikayeti olmadı. Hep içinde yaşadı. Alamadıklarını, çocuklarının boynu büküklüğünü, elti kayın eziyetini, babasını ziyaretlerinde çocuklarının yanında yatırmak mecburiyetini…Asla kocasını kötü anmadı, anlatmadı, işe yaramaz olduğunu kabullenmedi. Kumar alışkanlığını dert etmedi. Sadece kendisine iyi davrandığına, üzmediğine, sevdiğine inandı, bu duygulara sarıldı. Sonunda memlekette satılan araziden düşen pay, satılan son ticari taksi, biriken çok az miktar iki oda bir salon ev almalarına yetmişti. Artık ev kendinindi. Şefika birkaç sene daha çalışıp malulen emekli oldu. Sözleşmeli çalıştığı için emeklilik tazminatı almadı. Başka da bir beklentisi yoktu. Çocukları, kocası yeterdi.

Bahtiyar kalp krizi geçirip açık kalp ameliyatı oldu. Ama kalbi hiçbir zaman eskisi gibi güçlü atmadı. Bahtiyar da durumuna aldırmadı. Sigara kullanmaya devam etti. Karısının çocukjlarının endişelerini şakalarıyla yok etti: “Sigara içen ölüyor da içmeyen ölmüyor mu?” Öldü Bahtiyar.

Çocuklar pırlanta gibi bir yetişkin oldular. Liseyi bitirdiler. Ama uzun bir süre mesleklerde dikiş tutturamadılar. En uzun çalıştıkları iş bir mücevherat imalatçısı yanında çırak olmaktı. Bununla gelecek olmayacağını gören küçük oğlu gözünü yurtdışına dikti. Rusya ya gitti. Birkaç kere uzun kalmalar yapıp, iş girişimlerini batırarak döndü.

Hasan en son Ukrayna’ya gitti. Bir ayakkabı mağazası açtı. Orada Poula ile tanıştı evlendi. Çocukları oldu. Ayhan şehir dışından biri ile evlendi o şehre yerleşti. Annesinden uzakta.

Savaş patlak verdiğinde yüreği taştı Şefika’nın. Şehir dışına torun bakmaya gidip gelmeleri bile eziyet gelmedi ona. Yeterki evlatları sağlıklı mutlu olsunlar. “Gelin oğlum buraya. Birlikte aşımız da kaynar işiniz de olur. Yeter ki can sağlığınız olsun.” Yaşadıkları şehre uzaktı savaş. Ama gün geçtikçe büyüdü. Şehirden çıkışlar sorun olmaya başlamıştı. Mecbur herşeyi bırakıp karısı ve çocuğu ile döndü memlekete Hasan. Poula da çocuğu için buna gönüllü oldu. Bilinmez bir gelecekti ama hiç değilse savaşın o korkutucu seslerini, yıkıcı etkisini geride bırakmak güzel geldi.

Şefika Hasan’ı toprağa verdi. Geldikten iki ay sonra hastalandı Hasan. Kalbi sıkışıyordu. Babası gibi kalp hastası olmasından korktu, darladı oğlunu. “Doktora git, tedavine bak, oğlun, karın var. Baban gibi yapma.” Hasan akciğerlerinde sorun yaşıyordu. Kanser dedi doktor. Tedavisini oldu, aldığı her kemoterapi de biraz daha hasta oldu Hasan. Mikrop almasın diye odasına maskelerle girdiler. Bitkisel ilaçlardan neye aklı yattıysa buldu buluşturdu Şefika. Kaynattı, karıştırdı, dikildi oğlunun başına. ”İçeceksin bunları, sadece ilaçla olmaz.” Altı ay sürdü bu savaş.

Hayatın meşakkatli yollarını arkasında bırakmayı başaran güzel bir hayat kuran Şefika’nın Hasan’ı, Ukrayna savaşı’ndan sağ salim çıkmıştı. Ama bir yaz akşamı kendi kollarında Azrail’e teslim etti oğulcuğunu Şefika.

]]>
Tue, 13 Jun 2023 22:13:23 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ŞİİRLERDEN ESİNLENMELER https://edebiyatblog.com/siirlerden-esinlenmeler https://edebiyatblog.com/siirlerden-esinlenmeler Hiçbir duygu yok, kalbim grevde

Beynim tam gaz

Dünyevi

Mevsim namesi dillendirsem

Kışı, kar tanesine güzellemeler

Destan döşensem aşktan bir kadına,

Hürriyet dilensem,

Denizler avuç avuç, pul pul.

Kaldırımlarda taştan başka gördüklerim

Ağır ağır merdivenlerden güneş rengi yaprak kucaklasam savursam,

Yaşım yolun neresi belli değil.

Ölümüm garip gibi olacak zaten, kimsesizim.

Dost diye kara toprakla sarmaş dolaş!

Korkmayacağım,

Yolumda İstiklal….

]]>
Thu, 01 Jun 2023 13:39:29 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (6) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-6 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-6 Akşam yemeğindeydim evde. Karmakarışık bir gün geçirmiştim:

-          Çok yoğun mu geçti günün, yorgun gibisin.

-          Evet anne, müşteri firmaya gittik. Çok gerildim. İnşallah hata yapmadan başarırım.

-          Sen yaparsın çocuğum. Okulunda çok başarılıydın.

-          Aynı şey değil anne, bu sınavları başarmak gibi değil. Bir hatam çok büyük paralara malolabilir, bu da benim için hiç iyi olmaz.

Annemin işimle ilgili merak ve endişelerini geçiştirmeye çalışırken aklımdan binlerce soru geçiyordu:

-          Anne beni kendin doğurmuşsun, zor olmadı mı? Bunu kime anlattıysam inanmıyor.

-          Fesüphanallah, onlara ne? Onlar mı bilecek, ben mi? Önceden doktora bu kadar kolay ulaşılıyor muydu? Ambulans mı biliyorduk biz. Baban araba bulmaya gitti, gelene kadar sen doğmuştun bile.

Doğru, takside doğum yapmış bir kadını haberlerde duymuştum. Kendi kendine oluveriyor bazen. Ama ya gündüz firmada duydukları…

-          Siz birtakım özellikler yüklenerek gönderildiniz bu dünyaya. DNA yapınız özel dizayn edildi. Bu yapınıza uygun mekan oluşturuldu. Vakit geldiğine artık sizin hazır olduğunuza karar verdik. Şu anda ne kadar şaşkın ve inanması güç geldiğini biliyor, ve anlıyorum. Onun için uyumlanma sürecine rehberlik edeceğiz. Merak etmeyin mükemmel bir sonuç olacak. Bunun kimi işaretlerini yaşıyordunuz zaten. Sadece bir tek yere ait olmadığınızı hissediyordunuz değil mi? Çünkü mekanlar sizin içinizde.

-          Anne, ben evlenmeyeceğim, çocuk da yapmayacağım ama evlat edineceğim. İster misin evlatlık bir torun?

-          Ne saçmalıyorsun kızım sen? Bu da nedir böyle. Babasız çocuk “piç” olur. Ne diyeceksin etrafa? Hadi iyilik yapıyorum, dersin. Çocuğun günahı ne? Zaten kimsesizmiş, bir de babasız mı büyüteceksin.

-          Neden, ben evlatlık olsaydım mesela, zaten büyümüşüm, niye sizi dert edineyim ki?

-          He kızım, seni evlatlık aldık. Doğurduğum yedi çocuk yetmedi, bir de etraftan toplayayım dedim. Sen sahiden bugün zorlanmışsın. Saçma sapan şeyler geliyor aklına. Git yat, uyu. Dinlen de sabah işine aklın başında git.

       Evlatlık olmadığımı bir kere daha teyit ettim. Ah anneciğim, odama gidiyorum ama, odam beni nerelere götürüyor bir bilsen! Bilgisayarımın başına geçtim. Bir sürü teknoloji gelişmeleri, uzaylıları, zaman yolcularını, uzun ömürlü insanları, ölümsüzleri aklıma ne geldiyse araştırdım. Ama özel olarak insan tasarlanıp, DNA yüklemesi yapılan projeler olduğuna dair bilgi bulamadım. Klonlanmış insan olabilir miyim diye yüzümü fotoğraflayıp eşleştirme programlarında aradım.

        Psikolojik sorunlar arasında çoğalmış kişilik bozuklukları en yakın bilgileri içeriyordu. Bunlar beni anlatıyor olabilir, zihnimde farklı bir dünya yaratmış oraya ait bir figürmüş gibi kişilik oluşturuyor olabilirim. Nihayet birbirine geçmiş ip yumağının ucunu bulmuş gibi hissettim. Yatağıma uzandım.

Aynı tempoda ritm sesleri… Diğer tarafıma döndüm, sesler devam ediyor. Sanki çook uzaklarda bir düğünde davul zurna çalıyorlar. Kalktım, perdeyi araladım. Elbette bir şey görmedim. Pencereyi açıp sesleri dinlemeye başladım. Arada mahalleden geçen araba sesi, hafif bir rüzgarın yaprakları hışırdatması, köpek havlamaları… Başka bir ses yoktu. Derin derin temiz havayı çektim içime.

Yatağıma döndüğümde kulaklığımı takıp müzik açtım, uyumaya çalıştım. Belki de daha önce dinlediğim müziklerin kalıntıları beynimde geri geliyor, hatırlamalar olan sesleri canlı olarak duyuyor zannediyordum.

Gözlerim ağırlaştı. Odamda gölgeler, sanki havada süzülüyorlar. Neye benzediklerini görmeye çalışıyorum, yatağımda hareketsizliğimi değiştiremiyorum. Korku yok, ama ölmüş olabileceğimi düşünerek merakla gelişmeleri bekliyorum. Özellikle bir kuyu açılıyor odamda, kuyunun içine karanlık aydınlık birbirini kovalıyor. Anneme seslenmemem gerektiğini biliyorum.

Aniden gözlerimi açıyorum. Odamda duvarda simli bir aydınlık. Kalkıp elimle yokluyorum, pürüzsüz bir yüzey. Kapı açılıyor, annem başını uzatıyor:

-          Kızım ses geldi odadan, iyi misin, bir şey mi oldu? Bir yerin mi ağrıyor?

-          Hayır anne, kâbus gördüm sanırım, bağırdım mı?

-          Hayır, ama inilti gibi sesler geldi. Saat daha üç, yat hadi, yorgunluktan uyuyamadın demek. Yarın nasıl çalışacaksın?

-          Eve gelmesem iyi olacak. İşyerinin misafirhanesinde kalırım. Bir hafta sürer. Evden idare ederim dedim ama, çok zor olacak.

Sabah uyandığımda odadaki yer halısının biraz kaydığını farkettim. Düzeltmek için kaldırıp kendime çekerken, zeminde birtakım farklı lekeler olduğunu gördüm. Yuvarlak ve düzenli. Şaşırdım, sonra incelerim deyip, evden ayrıldım. Komşu, bahçesindeydi:

-          Kızım sizin evinizde miydi, yan evde mi karanlıkta emin olamadım ama, böyle yanar döner ışıklar vardı sanki. İçerde ambulans var zannedersin. Ben hasta var zannettim, evin içinde olunca şaşırdım.

-          Nerede görülüyordu amca, bizim evde olağan dışı bir şey yoktu.

-          Belki yandaki komşudaydı.

Amca bizim evi gösteriyordu, ama ben olağandışı bir şey olmadığını söyleyince kendi gördüklerinden şüphelendi, kendisinin aklı ile ilgili yargılarda bulunabilirdim pekâlâ:

-          Sizin ev bu değil mi, öteki mi yoksa. Arkadaki evin bahçesinden mi yansıdı emin değilim. Ama bir ışık oyunu oldu.

Gece kâbusum, yerdeki lekeler, duvardaki simler….Zihnimde bir önceki gün söylenenler, ayakkabılarıma yönelik bakışlarım, iki yanımdan akan ağaçlar, insanlar, manzara belli belirsiz…

]]>
Sat, 20 May 2023 12:24:33 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
TİKSİNÇ https://edebiyatblog.com/tiksinc https://edebiyatblog.com/tiksinc Böyle bir kelime var, boşuna kontrol etmeyin, ben TDK sözlüğüne baktım. Kendim uydurdum kelimeyi derken, meğer uydurmamışım.

Toplumların tiksinç buldukları kendi kültürlerine göre değişiyor. Artık küresel bir kültürümüz de var ya, neyse! Bir turistik amaçlı kilise gezisinde (Büyükada Aya Yorgi) yabancı turistlerin yoğun olduğu bir zaman diliminde bahçede, bir turistin arkadaşlarının ve bizlerin yanında bir höykürme sümkürmesi ile burnunu temizlediğine tanık olmuş, kendim gaz kaçırmış gibi utanmıştım. Bunu yurtdışı görmüş genç birine anlattığımda “ne var, bu onlara göre ayıp değil, asıl genirmek onlara itici geliyor” demişti de bu tiksinçlik davranışlarına o zamandan beri takılmış durumdayım.

Kendi tiksinçliklerimi sıralayacağım, sıkı durun. Sosyal medyada “sinirinizi bozan takıntılar” listesinde rastladıklarım var gerçi. İlk olmayacak. Yanımda sakız çiğnenmesine, sessiz ortamlarda fısıltılı okumalara, kaldırımlarda boğazdan veya burundan belli olmayan atıklarla karşılaştığımda, yağmurlu havalarda yollara dizilen yumuşakça sürüngenlere, hertürlü canlı dışkılarına…Aklıma gelen bunlar. Ama bunlar azalarak veya eklemeler yapılarak her insanda gözlemlediğimiz öğrenilmiş tiksinçlikler. Benim konum istisnai olup anlamadıklarım… Birlikte anlamaya çalışmak için bu satırlara taşındılar.

Toplumsal tiksinç. Yine dünya üzerinde bakıyoruz ki, millet başka milletlerden birilerini tiksinç bulabiliyor. Sınır içine bakarsak da bir şehrin insanının farklı bir şehirliden asla hoşlanmadığını dile getirdiğini duyuyorum. (Örnek vermiyorum, kötüyü yaymamak için) O şehir halkından biriyle problem yaşamışsa ve toptancılık yaparak hepsini silmişlerse biraz bu tavrı almalarını anlayabilirim. Boşandığı eşi, kaynanası dolayısıya, kazık yediği iş ortağından mütevellit, bir müddet yaşamak durumunda olup o şehirde kötü komşulara maruz kalmışlık…

Anlayamadığım tam da ülkemin coğrafi konumu nedeniyle batı – doğu arasında yer almasından kaynaklanıyor. Öğrenci yıllarımda bindiğim bir otobüsün ayakta yolcusu olarak tekli koltuğun birine tutunmuştum. Önümde oturan beyaz sakallı sarıklı bir bey birşeyler mırıldanmaya başladı. Ailemden alışkınım, dualar okuyor diye yorumlayarak ilgisiz kaldım. Ama sertçe başını sağa sola sallayıp kızgınca bana bakış attıktan ve cama döndükten sonra tepkisinin bana olduğunu anladım ve uzaklaşmak mecburiyeti hissettim. Kısa kollu bir gömlek vardı üzerimde, rahatsızlık duyduğu çıplak dirsek altı görünen bana göre hiç de kılla kaplı görüntüsüyle cezbedici olmayan kollarım veya örtü olmayan başımdı. Aramızda dede torun yaş aralığı olması ile de anlayamadım. Günahlara sevketme halim onun benden tiksinme sebebiydi.

Bir kesim de var ki, tesettürlü, siyah çarşaf ile örtünmüş birini görmesin, tiksiniyor. Yüzünün şekli öyle bir hal alıyor ki, önüne tuvaletten bir öbek malzeme koysam sadece burnunu tutarak koku almamaya çalışır, o kadar. Yüzü o derece değişmez.

Siz bu değerlendirmeleri hayata bakış açısına, siyasal tercihlere, hizmet alma-verme iletişimine, velhasıl yaşamınızdaki bütün safhalara genişletebilirsiniz. İnsanoğlunun bu öğrenilmiş çaresizlik gibi sonradan dayatılarak edinilen yargıların içinde debelenmesini seyretmeye dayanmak çok zor. Hiçbirisi şablonlarından vazgeçmiyor. Biz aynı memlekette çeşnisi bol bir toplum olarak yaşamak ayrıcalığını her defasında teğet geçiyoruz. Tarihte yapabildiğimiz bu beceri nasılsa imkansız hale geliyor.Çok kereler dost sohbetlerinde  kendimce olmayan tarafın halini anlatmaya, empatik yollar açmaya, orta yolu bulmaya çalışırken bendenizin de her iki tarafın düşmanı ilan edildiğimi belirtmeme gerek yok.

Biz insan merkezli bir toplumuz. Doğu böyledir. Batı medeniyetlerinde bunlar özünde olmadığından çeşitli akımlar ve kurumlarla edinilmeye yerleştirilmeye çalışılır. Kim ne için uğraşırsa uğraşsın bizden yamyam çıkmayacak. Kanlısını evine sığındığında misafir kabul eden ve sonuna kadar korumuş bir geçmişten bahsediyorum. Ne demişti Winston Churchill “Çanakkale centilmenler savaşıdır”. Çatışma bittiği ve dinlenmeye geçildiği anlarda birbirine yakın siperlerden yiyecek fırlatarak değiş tokuş yapma başka yerde yaşanmaz çünkü. Çok daha fazlası hikaye olarak belleklerinizde yer alıyor elbette.

Savaşta tek yürektik, depremde tek yürek olduk, tüm şartlanmışlıklarımızı bir kenara bırakarak, tiksinç yaşamın devraldığımız kötü zincirini kırarak herkesle insan çerçevesinde paylaşım yapabiliriz. Birlikte yaşam inşa etmenin mümkün olduğu bu coğrafyada umarım bir de “sevinç” konulu yazı kaleme alırım.

]]>
Mon, 15 May 2023 18:15:54 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
İÇİMDEKİ https://edebiyatblog.com/icimdeki-4262 https://edebiyatblog.com/icimdeki-4262 Yavru bakışlarıyla

Muhtaçlıkla, sevgiye doyumsuz

Aramalardayım, ama yoksunuz

Sırılsıklam hislerimden ben

Uyumsuz, uykusuz, yalnız

Arada bir dünyada,  huzursuz ruhumu

Ne avundursun, nerede ilacı

 

Ey Tanrı, Ey Tanrım

Hiçbir mahlukatın katlanamaz

Bu feryadı ancak sana yapabilirim.

Varlığım sorguda, yaratılmışlığımda eksilen yolcu

Herkes çoğaltırken kendini,

Bendeki tükeniyor.

 

Dileneceğim, isteyeceğim, son kuruşu

Veren kendi açlığı pahasına

Aşağı çıkmadayım yokuşu

Tırnaklarımla şerit şerit

Tutunmalarım elimden gelen

Işık hızı ile yanımdan sen miydin geçen?

 

El vermesen de göz değdir

Sebepsiz değildirse eğer

Ben bulamadım, sen belirt

Kim tutunacak bana, kime lazımım

Varlığım benden geçti, emanetsiz

Yangın olsun, güneşsiz günler,

Delik içinde emilelim kara kara

Büyük patlamaya da buzul iklim

Çek bizi yanına….

                 14.4.2022 By. J. SEL

]]>
Sun, 30 Apr 2023 15:02:05 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ? (5) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-5 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-5               

Hayatın sıradanlığı genç bir insan için sorundur. Duygu selinin her türlüsünde yüzmek isterler. Belki bu dürtü kimini bağımlı, kimini hırsız, kimini âşık, kimini sanatçı yapmıştır. Ama benim dünyamda kötü sürprizlere yer yoktur. Her genç gibi izin verdiğim yegâne akışlar hayallerimde olur bu yüzden. Bir arkadaşıma mı kırıldım; belli etmemeye çalışırım, ifadesiz bir suratla boşluğa bakar, unutulana kadar bekler ve sessizce, vedalara tenezzül etmeden oradan uzaklaşırım. Zihnimin tüm negatifliklerini aktive etmeyi de ihmal etmem. Kızgınlığın en büyüğünü de kendime yöneltirim. Hiç yanlış davranışım yoksa bile böyle bir arkadaş edindiğim için kendini suçlarım. Ve bilinmeyen bir zamanda ne kadar değerli, ne kadar önemli olduğunu anlayan başka bir hayata başlar ve kızgın olduğu arkadaşının görüş açısına gireceği bir ortamda siyah lüks arabalardan iner, etrafında onlarca korumalar saygıyla emir eri gibi hareket eder, şaşkın bakışlara ilgisiz geçip giderim. Birisinden mi etkilendim; anlaşılmasından korkar, daha bir kendini uzaklaştırır, içime kapanır, hayal aleminde ise love storylerim, birbirini izlerdi. Biraz Batı’dan biraz Doğu’dan alıntı film sahnelerinin başaktörleri kendisi ve de partner olarak gündemindeki malum kişiyi oturtur, kendi orijinal filmlerimi çekerdim. O kişi hakkında çok şey bilmemem zihin sinemalarında özgürleştirirdi beni. Ne inanılmaz ve başka versiyonları olan çekimlerim olurdu. Bu kendime yarattığım sihirli dünyamı bozmamak ister, sohbetlerde bahsi geçiyorsa büyülü dünyamda yarattığım yıldız tozumu korumak için sessizce uzaklaşırdım.

Önemsiz biri olmak, fark edilmeden yaşamak en rahat yaşam olduğunu söylerdim herkese. “Ölünce üç günden sonra duysunlar” felsefesine bağlandığım lise yıllarında, Yunus Emre’nin çok bilinirliğine tezat oluşturan ifadesine şaşırarak. Demek çok ünlü olunan yerde de bir şey olmuyor. İnsanlar hiç olarak yok olmak istiyor bu dünyadan, öyleyse niye tanısınlar, bilsinler beni. Zaten olmak istediğim yerdeyim, muammalığımla kendi yaratılmış evrenimin kâmil mertebesini yudumlardım.  Zenginler kazandıkları parayı korumak için öncesinden daha çok çaba sarfetmeleri gerekiyordu, dertleri çoktu; ünlü oyuncuların dertleri sokaklarda rahatsız edilmeden dolaşamamalarıydı ; devlet veya kurum yöneticilerinin derdi ise yerine göz koyanlardan kendini daha doğrusu koltuğunu korumak değil mi?

Giysilerim bu nedenle hiç canlı renklerden seçilmedi. Keza yine vücudumu en güzel şekilde gösteren şıklık da ilgimi çekmedi. İşyeri zorlaması olmasa spor ayakkabıdan başkasını giymem. Daha üst düzey rahat giyinen örneklerdedir aklım, fikrim. İşyerlerinde terlik giyiyor kimi doğu ülkeleri. Kime göre, neye göre işyeri giyim kuralları? Zihin ve ruh yapısı her zaman görünümden daha önemli olmalı bana göre:

-Yarın KBNE firmasına gidiyoruz. Kendinize şık bir şeyler alın. Görünüm önemli, sizin görünümden kaybetmenizi istemem, üstelik firmamızın kaybetmesi demek oluyor. Güzel giyinin.

-Ne gibi mesela? (Çıplak gezmiyoruz herhalde!)

            -Resmi giyinin, ceket mesela, ceketli görmedim ben sizi hiç. Yanılıyor muyum?

-Ceketim yok, sevmiyorum. Şart mı, Müdür Bey?

- Koyu renk olsun, içine de açık renk bir şeyler giyinin. Etrafınızda herkes nasıl görünüyor bir bakın. Bizim hiç spor kıyafetlerle işe geldiğimizi gördünüz mü?

Daha fazla ilerletmedi sohbeti. Ama masasına oturunca, suratının aldığı şekil, dosyaları oradan oraya sert aktarışı, ağzında gevelenen sözler…

-Hayırdır, bir şeye mi sinirlendin sen?

-Ceketin var mı, bana ödünç vereceğin? Mesleğin üniformalı yapıldığını zannediyor içerdeki okul müdürü zihniyetli salak…

-Niye? Takılmıyordu ne zamandır senin kıyafetine. Bunca zamandır, herkes alıştı. Biz işe girerken alınma şartlarından biriydi kıyafet. Hatta oryantasyon eğitiminde resmi iletişim diye kıyafet dersi de verdiler bize. Sorun değil dolabımda var bir tane onu kullanırsın.

-Teşekkürler. Bugünü kurtarmış olurum. Olur değil mi bana? Yarın KBNE ye gidecekmişiz. Almam gerekiyor, seninki ile hallolmazsa.

- Olur, olur. Birlikte gidecekseniz, kendisi için istiyordur. Yanına uymazsın böyle. Kıyafetin devre dışı olduğu çağa geçti dünya ama bizimkiler hâlâ “Nasreddin Hoca” gillerden, ne yaparsın.” Ye kürküm, ye.

Ertesi gün müşteri firmanın kapısındaydılar. Güvenlik es geçilerek yan kapı özel olarak açıldı. VİP karşılama mı, yoksa firmanın rutini mi anlamaya çalışırken asansöre binmişlerdi bile. Asansör kata geldiğinde bir bayan devraldı mihmandarlığı. Teras gibi bir koridordan ilerlediler. Sağa döndüklerinde büyük bir kapı önünde, bir düğmeye bastı görevli. Zil çalmamıştı ama, apartman girişlerinde görüntülü, ses iletimli bir sistem olabileceğini düşünerek sağa sola, yukarıya baktı. Kameraya benzer bir düzenek yoktu. Birden düğme mavi oldu. Görevli usulca kapıyı açarak buyur etti. Tekrar bir odada idiler çalışan üç kişilik masanın ortasında. Her üçü de saygıyla ayağa kalktı. Sadece kapıya yakın olan “hoş geldiniz” dedi.

-Beyefendi müsaitler mi?

-Elbette, buyurun içerdeler.

Müdürü ve şefinin neden bu firmayı bu kadar önemsediklerini anlamıştı. Devasa bir binada idiler. Üç sekreterle çalışan oldukça gösterişli bir odanın, ihtişamlı mobilyaları kendiliğinden bu saygıyı ürettiriyordu.

-Hoş geldiniz, sizi burada gereğince ağırlacağız, umarım memnun kalırsınız. Temsilcimiz çalışmanız için size hazırlanan mekâna iletecek. Sayın müdürüm ve şefim, sizinle burada detayları konuşabiliriz.

Beraber geldikleri çalışanı işaret ediyordu. Tokalaşma faslından sonra geri dönüp onunla tekrar başka bir mekâna yöneldiler. Tekrar asansöre binildi. Kat göstergeleri dışında başka bir panodan yer seçti görevli. Asansörün aşağı mı yukarı mı çıktığını anlamaya çalışıyordu. Aptal algılanmamak için sormaktan imtina etti. Yatay ilerliyor bile olabilirlerdi. Durduklarında açılan kapının önünde başka bir kapı vardı. Dar alanda başka hiçbir giriş yoktu.

Yine bir düğmeye basıldı, bu defa kırmızı olduğunda kapıyı içeriden birisi açtı. Görevli:

- Teşekkür ederim.

- Siz geri döneceksiniz anlaşılan. İşimiz bittiğinde haberiniz olur umarım. Yer bulma özürlüyüm de ben. Binada kaybolabilirim. Yardımınıza ihtiyacım olacak. Görüşmek üzere.

İçeri geçtiğinde firmanın idari işlemlerinin toplandığı, düzenlendiği, arşivlendiği bir bölümde olduğundan şüphesi yoktu. İşleyişi öğrenip, hesap akış şemasını ona göre oluşturacak, belki de birkaç gün burada çalışması gerekecekti. Yanına gelen kişi mütebessim bir yüzle:

-Sizin çalışma odanız en sondaki. Buradaki arkadaşlar her istediğiniz konuda bilgi ve belge vermekte size yardımcı olacaklar. Uyumlu çalışacağımıza şüpheniz olmasın. Buyurun birlikte odaya geçelim.

İlerlediler, koridor ve odalar vardı. Kimi odanın ortasından geçiyorlar, yeni bir salona çıkıyorlardı. En sonda karşılaştıkları kapı kendiliğinden açıldı. Büyük bir çalışma masası, etrafta büyüklü küçüklü ekranlar, bir uzay gemisinin komuta merkezi gibi algılanabilecek bir masa daha vardı.  Odanın her iki tarafında kapıları fark etti.

-Gerçekten çok büyük. Bu kadarına ihtiyacım yoktu. Sadece ortalama bir çalışma masası bana yeter.

- Lütfen oturun, önce bir soluklanın, içecek ne isterdiniz? Sıcak, soğuk, hangisi tercihiniz?

Düğmeye basıp, megafonla veya telefon ile isteyeceğini beklerken sağ taraftaki tezgâha yöneldi adam. Alttan fincanları çıkararak, tezgâha koydu. Duvardan bir aparatı öne çekip doldurmaya başladı. Lüks bir işyerinde olduğu aşikârdı.

-Öncelikle hayırlı olsun demeliyim. Uzun süredir buna hazırlanıyorduk.

-Çok mu boşluk oldu, hesap takiplerinizde. Bu kadar büyük firmada sorundur elbette. Elimizden geldiğince en iyisini yapmaya çalışırız.

Adam, elindeki yarım fincanı kenara bıraktı. Oturduğu yerden hafifçe öne eğilerek ellerini kavuşturdu. Yüzünde garip bir ifade belirdi:

-Siz onları dert etmeyin. Onlar hallolur. Daha mühim işleriniz var. Buradaki her şey size göre yapılandırıldı.

-Böyle sıcak karşılamanız beni rahatlattı ama. Niçin benim için hazırlanmış olsun her şey? Kastettiğiniz firmamız sanırım.

-Hayır siz, sadece size göre. DNA’nız çok özel. Burası sizin için artık. Evinize hoş geldiniz.

]]>
Sat, 29 Apr 2023 17:23:18 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
POSTMODERNİST ROMAN YA DA …. https://edebiyatblog.com/postmodernist-roman-ya-da https://edebiyatblog.com/postmodernist-roman-ya-da             Bir bilgiyi sınıflandırarak, tanımlayarak kolay anlaşılabilir ve öğrenilebilir kılarız. Romanların bilinçli okuyucuları da ne okuyacağını önceden araştırır, okur yorumlarını, eleştirmen süzgecinden geçenlerin değerlendirmelerine bakar sonra kitabını okumaya kurulur. Ya da hiçbirine bakmadan okuma serüvenini kendi bilinç dünyasında yaşamak ister. Sonra merak eder acaba bu romanı diğer okurlar beğendi mi,  diye araştırır. Ama günümüz romanlarında öyleleri var ki,  “ ben ne okudum şimdi, bu da neydi, hiçbir şey anlayamadım, okumakta zorlandım, yarım bıraktım…” dedirtebiliyor. Hah işte onlar postmodernist roman kategorisinde oluyorlar. (Ne kolaydan bir tarif yaptım, aferim bana…)

          Modern romanların  - ki bunlar batı tarzı olay etrafında kurgulanan eserlerin adı olmakta- devamında gelişen yeni bir tarz roman postmodern roman. Bu arada modern roman tarzı da sona ermiş değildir, birlikte hayatiyetlerini devam edegelmektedirler. (POSTMODERN ismini kendi dil kullanımcılarımızın beceriksizliği olarak kullanmakta zorlanıyor ve eleştiriyorum. Bağsız roman, şaşkın roman, özgür roman… diye dilimin ucuna hemen birkaçtane geliveren onca ismin arasından bir Türkçe isim bulamamak beceriksizlikten başka nedir? Batı dillerine boğulmuş literatür oluşturunca daha mı ileri gitmiş oluyoruz, dünya bize kucak mı açıyor? Aksine Türkçe anlam çağrışımı yapmayan kelimeler bizi bizden, kendimizden daha çok uzaklaştırmıyor mu?)

         Tutunamayanlar (Oğuz Atay) romanı ile başlatılan postmodern akımını biraz anlamaya çalışalım. Kolay değil, zira daha edebiyat paydaşları konu üzerinde fikir birlikteliğine ulaşamadılar. Modern romanın Halit Ziya Uşaklıgil ile başlayan (Aşkı Memnu, Mai ve Siyah vb.) seyri tekdüzelik hissi vermiş olmalı ki yazarların değişim isteyenleri, romanın her türlü unsuruna başkaldırarak farklı bir roman oluşturma dürtüsü ile bir çabaya giriyorlar. Roman içinde romanlar oluşturuyorlar örneğin. Üst kurmaca deniyor buna. Sonra şiir, masal gibi farklı türlerin tarzları romana dahil oluyor. Hatta kimi eserlere atıflar, eserlerden alıntılar sözkonusu. Metinler arası köprüler kuruluyor. Ama bunları olağan bir çerçevede değil biraz mizah ile işe ironi de katarak yapıyorlar. Daldan dala atlamalar en belirgin özelliği. Bilinç akışı diye bir fosforlu adı da var. Siz aklınıza geleni hemen söyleyiverme diye anlayabilirsiniz. Konunun yeri mi, bağlama uyar mı, deli saçması gibi olur mu diye düşünmenize dert etmenize gerek yok. 

          Eseri okutan tarzıdır aslında. Dil becerisi üst seviyede ise o eser her türlü okutur kendini size. Dil becerisi yoksa başka pek çok şeye başvurursunuz. Sonra “bir delinin bir kuyuya taş atıp kırk akıllının çıkaramayışı” gibi varsın diğerleri ve okur uğraşsın. Kolay yazım yolu değil aslına bakarsanız, çok üstün bir zeka gerektiriyor. Çünkü okur varsayılıyor bu tür romanlarda. Adeta hadi gel birlikte bu eserde yolculuk yapalım der gibi eserin kurgulandığını okurla paylaşıyor. Modern roman anlayışındaki gerçekle güçlü kurulan bağını da gevşeten güruh bu romancılar. Diyorlar ki; “herşeyi akıl ile çözemezsiniz, insan karmaşık bir yapıdır, yaratılıştan getirdiği özelliklerin yanında içinde yaşadığı toplumun ve zamanın da ürünüdür.Öyleyse onun içinde bulunduğu bu şartların değerleri ile algılamak yorumlamak gerekir” Herşeyle oynarlar, zaman kırılmaları, geri dönüşler, derin iç çözümlemeler önem kazanır. Sürekli bir arayış vardır. Kişi kendini bulmak ve tanımak için  sorgulamalıdır. Bir o kadar da çoğulculuktan toplumsal yaşamda her türlü düşüncenin, eğilimin, gerçekliğin var olmasını, eşitliği ve özgürlüğü savunan görüşleri sahiplenirler.

            En karakteristik özellikleri kuralsız oluşlarıdır. Bir şablona oturmaz ve bir tek modeli ile karşılaşmazsınız. Bu tarzın sevildiğini yazarların çok sayıda eser vermelerinden anlıyoruz. Sorun okur olan bizlerde. Hiçbir beklentiye girmeden okuduğumuz romanın akışına bırakmalıyız kendimizi. Yok önce kitabın okurlar cephesinde nasıl karşılandığını bilerek okumaya başlayanlardan biriysek, önyargıların esiri olup başlangıçta bile elediğimiz eserler olabilir. Ama unutmayın herbirimiz farklı dünyalara sahibiz. Kimsenin ruhuna dokunmayan bir kitap bizi sarmalayabilir, tek bir cümlesi ile beynimizde harika kapılar açabilir.

]]>
Tue, 18 Apr 2023 23:38:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BİR YAPRAK, BİR TAŞ, BİR İNSAN! https://edebiyatblog.com/bir-yaprak-bir-tas-bir-insan https://edebiyatblog.com/bir-yaprak-bir-tas-bir-insan Bir yaprak, bir taş, bir insan

Var ama niçin, ne zamana kadar?

Şiiri var, öyküsü var, ninnisi var.

Serüvende, seyirde bilirse!

Yaprak taşa örtü, başa çelenk barışa denk

Taş dönüşürse insan, yıllara meydan okuyan

İnsan ölürse taş, yaşarken aşkla kesişirse yolu yaprak!

Dal, tomurcuk, çiçek, meyve…

Titreyerek, damlalar gözlerinden, uhrevi

Sebep, can, aşk dağıtır göklerden.

Bu kadar iç içe, bu kadar bütün

Böyle baksa taşa, yaprağa insan, ama bakmaz!

Hor bak öyleyse!

Ama bak, yetmez bir de görmelisin:

Bastığın taşsa , ezersen kumdur.

Yaprak da düşer sonbaharda ayaklarına

Adımlarınla hışırdar, varım der duyarsan.

Yüzyılları devirmiş ağacın önünden geçerken kaç insan…

Der acaba kimler geçti buradan asırlar boyu ?

Onlar yok şimdi, ağaç biliyor, taşlar da ağaçları

Hele bir dile gelse;

Anlatsa,  insan neydi, nerden geldi ve gitti.

Sessiz, derin ve bilinmeyen âlemlerden

Zerreler…

Sense bir hiçsin…

Her şeyi  bilebilsen,

Her şeyle hemhal, içiçe

Yaprak sen, taş sen…

                      29.07.2022 By. J.SEL

]]>
Tue, 11 Apr 2023 01:53:54 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
RAMAZAN HİSSİYATI… https://edebiyatblog.com/ramazan-hissiyati https://edebiyatblog.com/ramazan-hissiyati İnançlarımız bu hayatın beklenmedik katlanılmazlıklarıyla toslaştığımızda bizi ayakta tutan askerlerimiz adeta…İbadetlerimiz ise o askerleri her daim savaşa hazır tutan talimler… Denebilir ki, bu tasavvurda “Yaratan” nerede?...Benim cevabım çok basit: Heryerde, heryerimde, herşeyimde…

Bir arkadaş sordu “Oruçlu iken işini zorlanmadan yapabiliyor musun?” Aslında soru böyle değildi: “Ben zorlanıyorum, size oruçlu iken daha zor oluyordur.” Ona “tutmazsam eğer, hakkıyla hiçbir şeyi yaptığımı düşünemem, aslında o zaman çok rahatsız olurum” diye cevap verdim. Kendiliğinden bu kelimeler dökülmüştü.

İnanmak, bilinç, beynimiz, öğrenmek, düşünmek gibi daha da ekleyebileceğim mefhumlar beni hep uğraştırdı. Nerede bunlarla ilgili bir bilgiye kavuşsam, paylaşım görsem arkamı dönüp gidemem. Dünyadaki tüm inançlara ilgim, belki bu yüzden. İslamiyeti kapsayıcı değerlendirmenin rahatlığı içinde bütün inançları inceleyebiliyorum. Ve ben dünyaya baktığımda sadece benimle aynı yolu koşan "yaradılmış"lar görüyorum. Farklı yollar gibi görünebilir. Toplulukların öne çıkardığı ritüeller önyargılarımızı tetiklerken insanın iç dünyasının bambaşka olduğunu atlamamalıyız. İnsan küçük âlemdir. Bütün kainatın özetidir. Öyleyse bize öğretilenlerden sıyrılmayı başarıp ara sıra bu pencereden sadece insana bakmamız gerekir. Katillerini affeden insanlar duydukça hayretten hayrete düşmüştüm. Leo Buscaglia’nın “Yaşamak, Öğrenmek ve Sevmek Sanatı” isimli eserinde gerçek hayatlardan alıntılarla bunu söylüyordu. Benim kitabımda da insanın insana bırakıldığı düzende ortaya çıkan onlarca berbat öykü anlatılıyor, ders almamız isteniyordu. Yaradan yarattığının en iyi şekilde yaşaması için kılavuz göndermişti. Mükemmel yaradılışımız olduğuna şüphe yok, ancak yaradılmışlıktan gelen kusurlarımız bizi çabucak yoldan çıkarıyor. İstikrarla hayat yolunda ilerlememiz ve bu hayattan mezuniyetimizin en iyi olması için kendimizden gayrısına faydalı olmayı seçmemiz yeterli. Bunu İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik, Budizm, Şintoizm… nice inanma akidelerini rehber edinerek yapabiliriz. Aslolan insanın bireysel açılımları ve yolculuğudur. Namaz kılarken, oruç tutarken ulaştığın huşu ya da Rabbine yakınlığı diğer dinlerin ibadet ritüellerinde mesela bir budistin “vihara” sında ulaşmadığını nerden bilebiliriz?

Kaldı ki ibadetler kişisel ama, inançlar tümüyle toplumu dizayn eden akidelerdir. İbadetlere takınık olduğumuz için bu pencereden ele almayı seçtim. “Bu ibadetimi yaparken neyi amaçlıyorum? Kendimde farklı olan neyi oluşturacağım ve bunun için Allah’tan yardım isteyeceğim? “ Sorusunun cevabını aramalıyım. Biliyorum ki, sadece bir görev algısı ile yaptığım ibadet, sadece sabah işe gitmek için evden çıkıp hiçbir iş yapmadan eve dönmek gibidir. Suçlu durumuna düşmem. Başkalarının algısı en kötüsü de elalem için eylemlerde bulunmuş olurum. Bu beni daha iyi bir kul yapar mı?

Nedense dualarımızda maddi taleplerimiz öne geçiyor. Mal mülk sahibi olmak, başarı elde etmek, ölen yakınlarımızı hatırladığımızı göstermek, bilincinde olmadan yaptığımız günahlar için af dilemek… Bunlar olmasın demiyorum, yetmez diyorum. Sen İlah’a yakınlık elde etmeden dualarına torpil yapılmaz. Bir nükte sever dostumuz “bu yılbaşı en büyük ikramiye bana çıksa keşke” diye hayıflanmıştı. Sordum “ne yaparsın bu kadar para ile?” . Cevabı “önce karımı boşar, bir dizime Ahu Tuğba, bir dizime Hülya Avşar’ı oturturum” demek olmuştu. Şaka yoktur benim için: “ Rabbim seni niye nemalandırsın, açıkça yoldan çıkarım diyorsun, Allah seni senden çok düşünüyor,azdırmıyor, vermiyor” diye cevap verdim.

Karşılıksız iyi bir kul olmaya odaklanmak lazım. Haz alacaklarından vazgeçebilmen lazım. Kimsenin bilmediği, sadece senin bildiğin günahlardan vazgeçmek, düşüncelerindeki bencilliğinden arınmak lazım. Felaketler yaşatıldığımızda tekrar tutunabilmek için teslimiyet lazım. Allah’ın kainatındaki düzeninde bilmediğimiz nedenlerle olanları acizliğimize vermek, bilmeyi nasip etmesini dilemek lazım. İnsan bedeninden çıkan atıklara bilim bir gün çözüm bulup durdurmayı istese belki de yaparlar. Ama bunu yapmanın akıllılık olmayacağını bildikleri için denemezler.

Kainat nizamının işlemesi için belki sevdiklerimizin gücüne ilahi alemde ihtiyaç vardır, belki onların bildiğimiz dünyada vakitleri dolmuş, mezun olarak yeni bir yapıda dönüşümleri bizi terketmelerine değecek kadar güzeldir. Kendimiz için de yolculuğumuz bitene kadar en iyi dönüşümleri gerçekleştirmeyi Allah’tan dilerim.

]]>
Thu, 30 Mar 2023 20:45:16 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YAZI YAZAMAMAK… https://edebiyatblog.com/yazi-yazamamak https://edebiyatblog.com/yazi-yazamamak 6 Şubat, 17 Ağustos derin bir yara açtı içimizde. Daha da beteri … Kelimelerin yeterince anlatamadığı bir durum yaşıyoruz o tarihten beri. Ülkece ruhsal olarak diplerdeyiz. Bunu söylerken afeti yaşayanlara haksızlık ettiğimi hissediyorum. Zira ben kilometrelerce uzakta, İstanbul’daydım.

İstanbul başka türlü yaşadı bu afeti, ya da ben… 1999 depreminde zangır zangır sallanarak, iliklerimize kadar yaşadık, ama afet olmadan. Başka bir bölgesindeydik İstanbul’un. Bu yüzden belki artık deprem olmuş, oldu, oluyor diye duyduğumuzda bile yüreklerimiz ağzımızda. İstanbul bekliyor depremi diyor uzmanlar. İnandık, tetikte yaşıyor gibiyiz. Günün meşgalelerinde avuntulanmıyor değiliz. Yani unuttuğumuz zamanlar oluyor, hatırlayıp deprem önlemleri alma çabalarımız da oluyor.

Yaklaşık bir aylık süreci bu genellemelerden ayrı tutmak istiyorum. Sosyal medyada an be an mekana kilitlenip olayları takip ettiğimiz, ufacık yeni haber kırıntılarına aktığımız için belki. Çok kişinin zannettiğinin aksine yalnız yaşadık bu süreci. Süreci mi desem, depresyonu mu desem, dipleri mi desem… Çeşit çeşit duygularda dip yaptık, tavan yaptık.

İstanbul depremden önceki akşam yaşadığı 3,6 lık depremi anlamaya çalışıyordu. Sabahı 10 şehir, öğrenemediğim -ya da artık ne farkeder- 1 şehir daha 11 şehri etkileyen yaklaşık 50.000 civarı ölüm ile sonuçlanan afetle yüzleşti. İlk aldığım haber 246 kişinin vefatıydı, üzüntünün tesellisini yaşamaya karar vermişti kalbim. Gölcük depreminde 17.000 ölümün yanında gayet makul durmuştu gönlüme. Ama 10 dakika sonra resmi en yetkili makam sahibinin açıklamasında 1210 telaffuz edildiğinde ödüm koptu, dehşet içinde kaldım. Sayının 10 dk.’da bu kadar yükselmesi korkutmuştu beni, korkum boşa değilmiş.

Ama dedik ki, olan oldu, inşallah kurtulanların imdadına çabuk yetişilir. Öyle ya ; ülke de çok sık deprem, sel, yangın gibi afetler oluyor. Bunlara önlem için koordinasyon güçlü ve kurumların refleksi çabul olur: Olmadı. O gecenin soğuğunda nasıl üşüdüğümü unutmayacağım: Boğazımda düğümlerin bir türlü aşağı inmediğini, elimi yıkamaya su içmeye kendimde hak görmediğimi, betonların altında sıkışmışlık hissi ile elimi kolumu oynatmadan yatakta sabahladığımı, şükretmem gereken sahip olduklarımdan fersah fersah uzaklaştığımı…

Sosyal medya sessiz değildi, her taraftan çığlıklar geliyordu. Orada olmalı…Hadi….Hadi… Hadi…Olması gerekenler bir türlü orada olamıyordu. Teselli bulamadım. UMKE gönüllüsü yeğenimin sabah alarm verilmesine rağmen gün bitiminde geç saatlerde yola çıkma emri almalarına kadar sönük kaldı umutlarım.Ancak ertesi sabah orada olabildiler. Gerçekten oradaki dağınıklığı, organizasyon boşluğunu bizzat yardıma gidenlerden dinledim. Onca eğitim aldığım “Afet Yönetim” in çeşitli aşamalarında anlatılanların sadece laf kalabalığı olduğu çarptı yüzümü her saat, her dakika, her saniye… Bir devlet çalışanı olarak çok çok çok utandım…. Ve en çok da kendime kızdım.

Kurumdan yardım talepleri oluşmaya başladı. Ama ne için? Malzeme toplayıp, tasnif ve paketleme için. Ben görüyordum ki oranın gerçek ihtiyacı bu değil. Sonraki adım bu. Organizasyondan gönüllü adam toplanarak itiyaç duyulan insan gücünün bölgeye nakledildiğini söylersem nasıl işi tersinden tuttuklarını belki anlatabilirim. Böyle sık afet olan bir ülkede hazır malzeme stokları nasıl olmaz? Nasıl hava nakil zinciri harekete geçirilmez? Nasıl kurulması kolayca dillendirilen, yarım günde olacağı söylenen sahra hastaneleri oluşturulmaz? Olduğu söylenen mobil telsiz ağları ile haberleşme nasıl sağlanamaz, bölgeden sağlıklı haber akışı sağlanamaz? Nasıl…. Nasıl…Nasıl…

Hiçbir şeyin yapılası cazibesi yok. Öylesine yaşayıp sessizce ölmeli insan. Bu isteniyorsa ölmeyi de bilmeli.

Belki bir gün küllerinden doğar, becerikli, yaşadıklarından ders alan, kurumlarıyla harika bir ülke oluşturma iştahımız gelir.

]]>
Mon, 06 Mar 2023 03:36:14 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BİRAZ SESSİZLİK LÜTFEN! https://edebiyatblog.com/biraz-sessizlik-lutfen https://edebiyatblog.com/biraz-sessizlik-lutfen Biraz sessizlik lütfen, can aranıyor

Taştan bir yastıkta, bir nefes, ses…

Kara haberlere mola, biraz sessizlik lütfen…

İstek aranıyor, yaşamaya…

Hatay üşüdü İstanbul üşüdü,

İskenderun’da limandan kara bulutlar…

Havadan , karadan, sudan yol bulamadı medet…

Hatay çaresiz, tüm memleket ölüyor…

Utançtan!

Kahraman Maraş, şehitlerine devam ,

Hak ettin kahraman olmayı,

Adı yaman, kaderi yaman, sonu yaman,

Urfa Şanlı’ydı 5 Şubat, ertesi gün daha namlı,

Diyarbakır , Kilis, Osmaniye Adana..

Kader miydi, seçim miydi, intihar mı?

Neyi yanlış yaptık, hepimiz biliyoruz:

Dünyalıklara meftunuz.

Açgözlü tüccar, hepbanacı bürokrat, korkak yöneten,

Suç kimde biliyorsun,

Sende!

İnsan olmasaydın, istemeseydin barınak,

İş istemeseydin , okul istemeseydin,

Tarlanda çürüseydin ekininle,

Malatya da işin ne, olacaksın madem!

Olmalıydın kayısı ağacının dibinde.

Antep, Antep…Gazi misin, şehit mi?

Biraz sessizlik, canlar çıkıyor taş altından,

İdrardan su yapmış dedem, dört güne ömür,

Anasının memesinde bebecik, süt mü içti, kan mı…

Azraili henüz yenmişken,

Kardeşi, anası babası derdi gencimin,

Bir de kitapları…

Macarı, Lehi, Yunanı, daha niceleri…

İmdat yaptı birbirine, candan kardeş…

Dünya silkelendi ne farklı dinler kaldı, ne düşmanlık…

Köpeksever oldu bir günde bütün millet,

Canlar onlara emanet:

Haydi bul, nerde umut, dört ayaklı candaşım…

 Ne öyküler, ne öyküler…

Biraz sessizlik lütfen,

Dile gelmeli vicdanım, ağzımdan kusacağım şimdi,

Üzerinde tepineceğim

Paramparça her şey, unutacağım.

Lütfen lütfen, biraz sessizlik.

Yirmi bin üzeri şimdilik ölümlerim,

Onlardan biri olacağım.

Savrulan her köşesine yurdumun,

İhanete uğramış gecenin, yerkürenin, evinin…

Tükenmiş on şehirden göçerimin,

Yarasını saracağım,

Lütfen susalım,

Burası İstanbul, işte böyle benim de yarınım….

Sessizce öl, çaresizce bekle, üşü, aç, çıplak…

Sessizce yut acılarını.

Lütfen biraz sessizlik.

11.02.2023 By. J.SEL

]]>
Sat, 11 Feb 2023 19:46:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ANLATILARDA “ÇATIŞMA” UNSURU https://edebiyatblog.com/anlatilarda-catisma-unsuru https://edebiyatblog.com/anlatilarda-catisma-unsuru                   Masal, destan, efsane, hikaye, roman aklımıza hemencecik geken anlatı türlerinden bazıları. Sizi bilmem ama bu türlerde anlatılan öykülere insanoğlunun çok ihtiyacı olduğunu uzun zamandır anlatıp diğerlerini ikna etmeye çalışırdım. Evren oraya evrildi şükür. Şimdi çok sık duyuyorum, fen ilimlerinin de her bir öğretisini anlatıya dönüştürerek, öyküleştirerek daha iyi öğrenme sağlandığından tercih edildiğini.

                  Herşeyi, her bilgiyi öyküleştirebilirsiniz. Zira insan beyni öykü seviyor. 22’den 19’u çıkartamıyoruz öyküsüz.’"2'den 9 çıkmaz, komşuya gidip ödünç bir rakam isteriz….” diye anlatıldığında anladık öğrendik. H2SO element simgesini “Hasan 2 Salak Osman 4” deyince hatırlayabilmemiz bundan. Bilimsel öğrenme metodu adı ile çok araştırma var ve “Görsel Hafıza Tekniği” diye pzarlandı bizlere . Hâlâ da pazarlanıyor. Beş duyu ile öyküleştirdiğiniz, hem de acaip olaylar ile sıraya dizerek beyninize yerleştirdikleriniz kolay hatırlanıyor.

                  İşte anlatılarda da yeni türedi bir “çatışma” unsuru eklendi. Her edebi eserin bir çatışma unsuru olsun ki anlatı değer kazansın. Bir derdi olmalı, bir çatışma olmalı diye açıklanıyor bu unsur. Hep vardı eserlerde deniyor. Zengin-yoksul çatışması, asil- sıradan insan çatışması, köylü-kentli çatışması, işçi-patron çatışması, şehirli-köylü, yerli-yabancı, geleneksel-modern, eş-ebeveyn, çocuk-ebeveyn, genç-yaşlı vb. Yani her eserin bir taraf derdi olmalı ve o çatışma dizgelenen olaylar silsilesinde kahramanı etkilemeli değiştirmeli deniyor. Bu kurgu sağlam olursa eserin değer ve niteliği, okur kabulü yükseliyor.

                Konu sanat yaklaşımlarıyla bağlantılı olmasını bir kenara bırakırsak yazı yazma, fikrini paylaşma, başkalarıyla buluşturma isteği ile eyleme dönüşür. Bunu yaparken de ille de bir çatışma kutuplaşma olması gerektiğine bizi inandırmaya çalışıyorlar gibi geliyor. Kutuplaşma günümüzün toplumsal, siyasal bir problemi. Acaba bu kadar zıtlık ile buluşan beyinlerimiz başka türlüsünü yapmayı unutmuyor mu? “Tarafsız olma, bertaraf olursun” sözü ile de buna bir aşağılama var sanki.

                Hiçbir eseri bu mantıkla okumadım, seyretmedim bugüne kadar. Hatta “bir yerde acı olmalı ki, yazılsın çizilsin” mantığı ile yapılan sinema filmleri, tv programları, edebi eserler uzaylı hissettirdi kendimi. “Bu biz olamayız” olamayız dedim her defasında. Reyting uğruna yapılan bu odaklamalar herkesi rahatsız ediyor. Çoğaltmak istediklerimiz mutluluk, iyilik ve güzellik ise neden bunu yapıyoruz veya yapmalıyız?

                Hiçbir acının üstüne huzur, hiçbir fenalığın üstüne iyilik, hiçbir çirkinliğin üstüne güzellik inşa edilemedi bugüne kadar. Hep acının daha da arttığını, fenalıklarla çevrelendiğimizi, çirkinliklerle içimizin karardığını gördük, yaşadık. Zihniyet değişikliği bakış açımızı kökünden etkiler. Felsefe, din, sanat bu insanları daha iyi insan yapmak için icatedilmişse huzura kavuşmak için iyiye, güzele, mutluluğa odaklanmalıyız. Olumsuzlukları görmezden gelmek değil söylemek istediğim, onlarla mücadelemizi kurumsal bazda sürdüreceğiz. Ama sanat zihniyet, ruh işlemeli nakış gibi. Bir tırmanışta soruyorlar “neden bu eziyete katlanıyorsunuz, Everest’e tırmanmak için?” Dağcının cevabı çok vurucu:”Everest’e tırmanıp o manzarayı gözleriyle seyretmeyen suçluluk hissetmeli” diyordu bir dağcı. Güzellikleri yakalamak için eziyete katlanmayı göze alan sanatçılara ve eserlere ihtiyacımız var.

               Herkes güzellikleri avlayamaz, lezzetli sunamaz! Çatışmadan çok güzele iyiye müptelalıklara ihtiyacımız var.

]]>
Fri, 03 Feb 2023 19:38:15 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
AH ÇOCUKLUĞUM! https://edebiyatblog.com/ah-cocuklugum https://edebiyatblog.com/ah-cocuklugum Bir göz oda, tek kat…

                            Neşeli sesler, sınırsızdı kahkaham.

Kiremitli evin ortasında salıncağım,

Kara kış…Eve  hapsolunur çocukluklar!

Ben lunaparktayım.

 

Sobadan sıcacık oda, etrafındayız.

Ana, baba, çocuk, yeni doğmuş buzağı.

Altımızda bodrum, bir tahtalık mesafe…

Ödül topluyorum odundan!

Fareler özgür bu evde, seyirdeyim.

 

Gece konmuş bir ev!

Bahçesi var cennet, civcivliği bende tanıdık, tavuğum

Parmaklarımdan süt emdi danam, düvem,

Köpeğim Kont, boyumca boynumda…

Vişne ağacım yok artık, dalına tünediğim!

Kayısının seveni çok, şeftalim utangaç alyanak,üstelik yarma!

Dut ağacım ballı pıtırcıklarla dolar dalda, yerde, ağzımda.

Bu yaz tırtıllara feda ettiğim…

Üzümlerim kokulu salkım salkımdı,

Çardak direği oradan, bir o kaldı.

Gölgesine otururdum, yine çay yudumlarım ara sıra.

 

Suyu nasıl parayla içerdi insan, inanmazdım.

Kuyumuz! Suyu buz…

Kovayla tırmanırken taş duvarlarını,  şakırdardı,

Kirli, hortum ucundan motorla, dökmelik ancak.

Çocukluğum…

Ama niye buruk,

Doyasıya soluduğum, vallahi ziyan etmedim ne çam kokulu havasını

Ne baharında papatya, lale, çiğdem, pisipisi tarlasını.

Orman kıymetli, ağaç mübarekti.

Çocukluğum derme çatma şimdi,

Sahibi değilim, dokunamam,

                             kırılıp dökülür de bakar gözbebeğime

Yerlerden kaldıramam!

J.SEL By.25.01.2023

]]>
Sat, 28 Jan 2023 18:05:53 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ (4) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-4 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-4             -KPNE yetkilileri burada görüşme talep ettiler. Dosyayı incelediniz, en bilgili sizsiniz bu durumda. Lütfen toplantıda bulunun.

           Sabah mesaisinde aldığı bu direktif üzerine, dosya için yaptığı çalışmaların özeti aldığı notlari bir düzene koymak istedi. Bir holding gibi çalışan firmanın çok çeşitli iş alanlarında alt firmaları vardı. Kimisi zarar, kimisi az kârla, kimisi de epeyce kâr ederek faaliyetini sürdürüyordu. Buna göre sınıflandırdığı firmaların listesini en üste koydu. Ticaret odası kayıtlarına göre epeyce eski bir kuruluşa sahip firmanın hesaplarını daha önce kimin takip ettiğini merak etti. Buna ilişkin bir bilgiye rastlamadığını hatırladı. Bir bilanço onayı veya vergi dairesine bildirilecek gelir beyannamesinin düzenleyenine ilişkin bir kaşe , hiçbiri yoktu. Bu kadar büyük bir firmanın uzman desteği ile yönetilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre acaba gizlilik gerektiren bir geçmişe mi sahipti?

             Öğlen iş arkadaşlarıyla oldukça gürültülü bir yemek faslındaydı. Herkes eğlenirken, o gergindi. İlk defa büyük bir sorumluluk aldığını, hakkını veremezse gözden düşeceğini varsayıyordu. Bir daha kimse ona ciddi ve önemli bir iş vermezdi. Diğer kişilerin yardımcısı konumuna düşerdi. Oysa derece ile okullardan mezun olmuş, mesleğinin gerektirdiği yeterliliklere büyük bir hırsla sarılmıştı. En iyisi olmalıydı.

             Dosyalara dalmış, vaktin ne kadar ilerlediğini farketmezken, bir yardımcı görevlinin ismini söylemesiyle irkildi. Dosyalarını notlarını, bilgisayarını kucaklayıp toplantı odasına yöneldi. Uygun bir şekilde masanın en ucuna yerleşti. Henüz kimse teşrif etmemişti. Aceleciliğine kızdı. Sonra telaşesiz hazırlanmanın rahatlığı geldi aklına. İşte hazırdı. Şef ve müdür birlikte odaya geldiler.

            -Binaya giriş yapmışlar. Danışmadaki görevlilerle buraya gelmek üzeredirler.

             Firma yetkilileri üç kişilik bir ekipti. Oldukça seçkin görünüşleri vardı: Kıyafetleri uyumlu saç ve ciltleri bakımlı, hiç niyetinizde olmasa bile saygı göstermenizi kendiliğinden sağlayan emin duruşları ile… Masa etrafına oturuldu. Taraflar düzeninde yerleşildi.

             Şaşkın oturuyordu çalışma masasında. Yaşadıkları bir rüya gibiydi. İsmini söyleyerek ilk onunla tokalaşmış, şef ve müdürü sonraya bırakmışlardı. Tavsiye ile bulduklarını, birlikte çalışacak olmalarından memnun olduklarını filan söylüyorlardı. Şefin ve müdürünün yanında aklına gelen bir sürü soruyu soramadı: “Kim tavsiye etmişti, nereden biliniyordu, hangi özelliği o kadar tecrübeye sahip kişiyi es geçmelerine sebep olmuştu?...”

            -Sizi bir gün firmamıza bekleriz. Daha yakından tanımanız ve detayları incelemeniz iyi olacaktır. Dosyalar üzerinden elbette fikir edinmişsinizdir. Ancak biz geleceğe ilişkin fikirlerinizi, daha doğrusu önerilerinizi almak isteriz.

            Bu insanlarla daha önce karşılaşmamıştı. Onlar da zaten henüz tanıdıklarını söylüyorlardı. Ama onu tavsiye edecek bir geçmişi olmamıştı. Mesleğin henüz birkaç yıllık icracısıydı. Bu işyerinde acemiliğini atıp hesap uzmanlığını üst seviyelere taşımak istiyordu. Acaba birileri zihnine hakim olup, bunları düşündürtüp sonra da eyleme mi geçirmişti. Şu yapay zeka dedikleri olayın çok da kapsamı bilinmiyordu. Bilgisayarda o kadar vakit geçiriyordu ki, “yanında konuştukların, yazıştıkların ertesi gün satın alman için ürün olarak reklamla karşına çıkıyor” dediklerini duymuştu. Ya duyurulmayan becerileri vardıysa… Zihin okuma gibi, düşüncelerin enerjisini yakalayıp somut bir veriye dönüştürmek gibi…

            Günü allak pullak bitirse de, işyerinden gururu okşanmış bir özgüvenle çıkmayı ihmal etmemişti. Artık şefe, müdüre karşı bir avantaj elde etmişti. Bir müşterinin özel tercih ettiği personeldi.

             Hava oldukça soğumuştu. Akşam sis basmıştı her tarafı. Vapur seferleri iptal edildiği için herkes köprüden kara yoluyla Boğaz’ı geçmeye mecbur olmuş, bu yönelim, otobüslerde izdihama yol açmıştı. Kuyruk ancak beşinci otobüs kalkarsa binebileceği kadar uzundu. Düşündü. Bu yakada kendini misafir ettireceği bir tanıdığı var mıydı?

              -Aaaa, sen de mi buradaydın? Ben bu akşam bir arkadaşa söz vermiştim, Üsküdar da oturuyor. Ama mümkün değil vazgeçtim, eve gidiyorum.

               -Şanslısın evin bu yakada. Benim evim için katlanmam gerek.

               -Ne kadar çok bekleyeceksin? Gitme bizde kal bu gece. Eve haber ver beklemesinler.

              -Olur mu? Rahatsızlık vermek istemem. Ama gerçekten zor bir durum.

              - Yok, rahatsızlık vermezsin. Ben yalnız yaşıyorum. Asıl burada bırakırsam rahatsız olacağım.

              -Çok itiraz edemeyeceğim. Zira üşüdüm ve açım. Giderken birşeyler alabilieceğimiz yer var mı, evinizin yolunda…

                -Merak etme dolapta bir şeyler var. Hiçbir şey olmasa makarna haşlar seni yine aç bırakmam.

               -Çok teşekkür ederim. İyi bir arkadaşsın sen. Senin de bir ihtiyacını karşılamam sökonusu olduğunda benden istemeden çekinme, anlaştık mı?

                -Tamam, tamam. Dert etme sen. Çok şanslısın. Benimle karşılaşman mucize gibi. O güzergah evimin yolu değil, hiç kullanmam. Arkadaşımla da üç yıl oldu görüşmeyeli. Bu akşama tesadüf etmesi, ama yine de gidememem, ilginç değil mi?

            -KPNE yetkilileri burada görüşme talep ettiler. Dosyayı incelediniz, en bilgili sizsiniz bu durumda. Lütfen toplantıda bulunun.

           Sabah mesaisinde aldığı bu direktif üzerine, dosya için yaptığı çalışmaların özeti aldığı notlari bir düzene koymak istedi. Bir holding gibi çalışan firmanın çok çeşitli iş alanlarında alt firmaları vardı. Kimisi zarar, kimisi az kârla, kimisi de epeyce kâr ederek faaliyetini sürdürüyordu. Buna göre sınıflandırdığı firmaların listesini en üste koydu. Ticaret odası kayıtlarına göre epeyce eski bir kuruluşa sahip firmanın hesaplarını daha önce kimin takip ettiğini merak etti. Buna ilişkin bir bilgiye rastlamadığını hatırladı. Bir bilanço onayı veya vergi dairesine bildirilecek gelir beyannamesinin düzenleyenine ilişkin bir kaşe , hiçbiri yoktu. Bu kadar büyük bir firmanın uzman desteği ile yönetilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre acaba gizlilik gerektiren bir geçmişe mi sahipti?

           Öğlen iş arkadaşlarıyla oldukça gürültülü bir yemek faslındaydı. Herkes eğlenirken, o gergindi. İlk defa büyük bir sorumluluk aldığını, hakkını veremezse gözden düşeceğini varsayıyordu. Bir daha kimse ona ciddi ve önemli bir iş vermezdi. Diğer kişilerin yardımcısı konumuna düşerdi. Oysa derece ile okullardan mezun olmuş, mesleğinin gerektirdiği yeterliliklere büyük bir hırsla sarılmıştı. En iyisi olmalıydı.

             Dosyalara dalmış, vaktin ne kadar ilerlediğini farketmezken, bir yardımcı görevlinin ismini söylemesiyle irkildi. Dosyalarını notlarını, bilgisayarını kucaklayıp toplantı odasına yöneldi. Uygun bir şekilde masanın en ucuna yerleşti. Henüz kimse teşrif etmemişti. Aceleciliğine kızdı. Sonra telaşesiz hazırlanmanın rahatlığı geldi aklına. İşte hazırdı. Şef ve müdür birlikte odaya geldiler.

            -Binaya giriş yapmışlar. Danışmadaki görevlilerle buraya gelmek üzeredirler.

             Firma yetkilileri üç kişilik bir ekipti. Oldukça seçkin görünüşleri vardı. Kıyafetleri uyumlu saç ve ciltleri bakımlı, hiç niyetinizde olmasa bile saygı göstermenizi kendiliğinden sağlayan emin duruşları ile… Masa etrafına oturuldu. Taraflar düzeninde yerleşildi.

             Şaşkın oturuyordu çalışma masasında. Yaşadıkları bir rüya gibiydi. İsmini söyleyerek ilk onunla tokalaşmış, şef ve müdürü sonraya bırakmışlardı. Tavsiye ile bulduklarını, birlikte çalışacak olmalarından memnun olduklarını filan söylüyorlardı.Şefin ve müdürünün yanında aklına gelen bir sürü soruyu soramadı: “Kim tavsiye etmişti, nereden biliniyordu, hangi özelliği o kadar tecrübeye sahip kişiyi es geçmelerine sebep olmuştu?...”

            -Sizi bir gün firmamıza bekleriz. Daha yakından tanımanız ve detayları incelemeniz iyi olacaktır. Dosyalar üzerinden elbette fikir edinmişsinizdir. Ancak biz geleceğe ilişkin fikirlerinizi, daha doğrusu önerilerinizi almak isteriz.

            Bu insanlarla daha önce karşılaşmamıştı. Onlar da zaten henüz tanıdıklarını söylüyorlardı. Ama onu tavsiye edecek bir geçmişi olmamıştı. Mesleğin henüz birkaç yıllık icracısıydı. Bu işyerinde acemiliğini atıp hesap uzmanlığını üst seviyelere taşımak istiyordu. Acaba birileri zihnine hakim olup, bunları düşündürtüp sonra da eyleme mi geçirmişti. Şu yapay zeka dedikleri olayın çok da kapsamı bilinmiyordu. Bilgisayarda o kadar vakit geçiriyordu ki, “yanında konuştukların, yazıştıkların ertesi gün satın alman için ürün olarak reklamla karşına çıkıyor” dediklerini duymuştu. Ya duyurulmayan becerileri vardıysa… Zihin okuma gibi, düşüncelerin enerjisini yakalayıp somut bir veriye dönüştürmek gibi…

            Günü allak pullak bitirse de, işyerinden gururu okşanmış bir özgüvenle çıkmayı ihmal etmemişti. Artık şefe, müdüre karşı bir avantaj elde etmişti. Bir müşterinin özel tercih ettiği personeldi.

             Hava oldukça soğumuştu. Akşam sis basmıştı her tarafı. Vapur seferleri iptal edildiği için herkes köprüden kara yoluyla Boğaz’ı geçmeye mecbur olmuş, bu yönelim, otobüslerde izdihama yol açmıştı. Kuyruk ancak beşinci otobüs kalkarsa binebileceği kadar uzundu. Düşündü. Bu yakada kendini misafir ettireceği bir tanıdığı var mıydı?

              -Aaaa, sen de mi buradaydın? Ben bu akşam bir arkadaşa söz vermiştim, Üsküdar da oturuyor. Ama mümkün değil vazgeçtim, eve gidiyorum.

               -Şanslısın evin bu yakada. Benim evim için katlanmam gerek.

               -Ne kadar çok bekleyeceksin? Gitme bizde kal bu gece. Eve haber ver beklemesinler.

              -Olur mu? Rahatsızlık vermek istemem. Ama gerçekten zor bir durum.

              - Yok, rahatsızlık vermezsin. Ben yalnız yaşıyorum. Asıl burada bırakırsam rahatsız olacağım.

              -Çok itiraz edemeyeceğim. Zira üşüdüm ve açım. Giderken birşeyler alabilieceğimiz yer var mı, evinizin yolunda…

                -Merak etme dolapta bir şeyler var. Hiçbir şey olmasa makarna haşlar seni yine aç bırakmam.

               -Çok teşekkür ederim. İyi bir arkadaşsın sen. Senin de bir ihtiyacını karşılamam sökonusu olduğunda benden istemeden çekinme, anlaştık mı?

                -Tamam, tamam. Dert etme sen. Allah seni seviyor. Benimle karşılaşman mucize gibi. O güzergah evimin yolu değil, hiç kullanmam. Arkadaşımla da üç yıl oldu görüşmeyeli. Bu akşama tesadüf etmesi, ama yine de gidememem, ilginç değil mi?

                 

            -KPNE yetkilileri burada görüşme talep ettiler. Dosyayı incelediniz, en bilgili sizsiniz bu durumda. Lütfen toplantıda bulunun.

           Sabah mesaisinde aldığı bu direktif üzerine, dosya için yaptığı çalışmaların özeti aldığı notlari bir düzene koymak istedi. Bir holding gibi çalışan firmanın çok çeşitli iş alanlarında alt firmaları vardı. Kimisi zarar, kimisi az kârla, kimisi de epeyce kâr ederek faaliyetini sürdürüyordu. Buna göre sınıflandırdığı firmaların listesini en üste koydu. Ticaret odası kayıtlarına göre epeyce eski bir kuruluşa sahip firmanın hesaplarını daha önce kimin takip ettiğini merak etti. Buna ilişkin bir bilgiye rastlamadığını hatırladı. Bir bilanço onayı veya vergi dairesine bildirilecek gelir beyannamesinin düzenleyenine ilişkin bir kaşe , hiçbiri yoktu. Bu kadar büyük bir firmanın uzman desteği ile yönetilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre acaba gizlilik gerektiren bir geçmişe mi sahipti?

           Öğlen iş arkadaşlarıyla oldukça gürültülü bir yemek faslındaydı. Herkes eğlenirken, o gergindi. İlk defa büyük bir sorumluluk aldığını, hakkını veremezse gözden düşeceğini varsayıyordu. Bir daha kimse ona ciddi ve önemli bir iş vermezdi. Diğer kişilerin yardımcısı konumuna düşerdi. Oysa derece ile okullardan mezun olmuş, mesleğinin gerektirdiği yeterliliklere büyük bir hırsla sarılmıştı. En iyisi olmalıydı.

             Dosyalara dalmış, vaktin ne kadar ilerlediğini farketmezken, bir yardımcı görevlinin ismini söylemesiyle irkildi. Dosyalarını notlarını, bilgisayarını kucaklayıp toplantı odasına yöneldi. Uygun bir şekilde masanın en ucuna yerleşti. Henüz kimse teşrif etmemişti. Aceleciliğine kızdı. Sonra telaşesiz hazırlanmanın rahatlığı geldi aklına. İşte hazırdı. Şef ve müdür birlikte odaya geldiler.

            -Binaya giriş yapmışlar. Danışmadaki görevlilerle buraya gelmek üzeredirler.

             Firma yetkilileri üç kişilik bir ekipti. Oldukça seçkin görünüşleri vardı. Kıyafetleri uyumlu saç ve ciltleri bakımlı, hiç niyetinizde olmasa bile saygı göstermenizi kendiliğinden sağlayan emin duruşları ile… Masa etrafına oturuldu. Taraflar düzeninde yerleşildi.

             Şaşkın oturuyordu çalışma masasında. Yaşadıkları bir rüya gibiydi. İsmini söyleyerek ilk onunla tokalaşmış, şef ve müdürü sonraya bırakmışlardı. Tavsiye ile bulduklarını, birlikte çalışacak olmalarından memnun olduklarını filan söylüyorlardı.Şefin ve müdürünün yanında aklına gelen bir sürü soruyu soramadı: “Kim tavsiye etmişti, nereden biliniyordu, hangi özelliği o kadar tecrübeye sahip kişiyi es geçmelerine sebep olmuştu?...”

            -Sizi bir gün firmamıza bekleriz. Daha yakından tanımanız ve detayları incelemeniz iyi olacaktır. Dosyalar üzerinden elbette fikir edinmişsinizdir. Ancak biz geleceğe ilişkin fikirlerinizi, daha doğrusu önerilerinizi almak isteriz.

            Bu insanlarla daha önce karşılaşmamıştı. Onlar da zaten henüz tanıdıklarını söylüyorlardı. Ama onu tavsiye edecek bir geçmişi olmamıştı. Mesleğin henüz birkaç yıllık icracısıydı. Bu işyerinde acemiliğini atıp hesap uzmanlığını üst seviyelere taşımak istiyordu. Acaba birileri zihnine hakim olup, bunları düşündürtüp sonra da eyleme mi geçirmişti. Şu yapay zeka dedikleri olayın çok da kapsamı bilinmiyordu. Bilgisayarda o kadar vakit geçiriyordu ki, “yanında konuştukların, yazıştıkların ertesi gün satın alman için ürün olarak reklamla karşına çıkıyor” dediklerini duymuştu. Ya duyurulmayan becerileri vardıysa… Zihin okuma gibi, düşüncelerin enerjisini yakalayıp somut bir veriye dönüştürmek gibi…

            Günü allak pullak bitirse de, işyerinden gururu okşanmış bir özgüvenle çıkmayı ihmal etmemişti. Artık şefe, müdüre karşı bir avantaj elde etmişti. Bir müşterinin özel tercih ettiği personeldi.

             Hava oldukça soğumuştu. Akşam sis basmıştı her tarafı. Vapur seferleri iptal edildiği için herkes köprüden kara yoluyla Boğaz’ı geçmeye mecbur olmuş, bu yönelim, otobüslerde izdihama yol açmıştı. Kuyruk ancak beşinci otobüs kalkarsa binebileceği kadar uzundu. Düşündü. Bu yakada kendini misafir ettireceği bir tanıdığı var mıydı?

              -Aaaa, sen de mi buradaydın? Ben bu akşam bir arkadaşa söz vermiştim, Üsküdar da oturuyor. Ama mümkün değil vazgeçtim, eve gidiyorum.

               -Şanslısın evin bu yakada. Benim evim için katlanmam gerek.

               -Ne kadar çok bekleyeceksin? Gitme bizde kal bu gece. Eve haber ver beklemesinler.

              -Olur mu? Rahatsızlık vermek istemem. Ama gerçekten zor bir durum.

              - Yok, rahatsızlık vermezsin. Ben yalnız yaşıyorum. Asıl burada bırakırsam rahatsız olacağım.

              -Çok itiraz edemeyeceğim. Zira üşüdüm ve açım. Giderken birşeyler alabilieceğimiz yer var mı, evinizin yolunda…

                -Merak etme dolapta bir şeyler var. Hiçbir şey olmasa makarna haşlar seni yine aç bırakmam.

               -Çok teşekkür ederim. İyi bir arkadaşsın sen. Senin de bir ihtiyacını karşılamam sökonusu olduğunda benden istemeden çekinme, anlaştık mı?

                -Tamam, tamam. Dert etme sen. Allah seni seviyor. Benimle karşılaşman mucize gibi. O güzergah evimin yolu değil, hiç kullanmam. Arkadaşımla da üç yıl oldu görüşmeyeli. Bu akşama tesadüf etmesi, ama yine de gidememem, ilginç değil mi?

                Ailesine izah etmesi uzun sürse de, ihtiyacı anında evinin sıcaklığında bir yere kavuşması mutluluk ve şükürle doldurdu içini. Yeryüzünün evi olduğunu düşünürdü. Öyle hissettirdi. Ona göre dünyanın neresinde yaşıyor olursa oisun insanlar yaşamanın, geçinmenin, huzurun, mutluluğun peşindeydi. Öyle ki, dağbaşında kalsa,  onu davet edecek  sıcacık bir ocak ateşinin ısıttığı köşe bulacağına  inanıyordu. Zihnen bütün dünyayı geziyor olsa da evden ayrılmayı sadece hayal edebiliyordu. Yalnız yaşarsa, daha özgür, daha özgüvenli, herşeyde keyif bulabilecek gibi geliyordu ona. Ama bunu uzun süre ertelemeliydi. Kazandığı para kira ve faturalarına yetse, yol ve mutfak masrafı için açık veriyordu.Arkadaşının evini sordu:

                 -Kira değil, ailemin evi. Onlar memlekete taşındı ben kalıyorum.

                Sabah uyandığında yıllarca o evde kalıyormuş gibi hiçbir şeyi yadırgamadı. Kahvaltıyı hazırladı. Arkadaşının iyiliğine teşekkür etme yolu olduğunu düşünerek. Seslendi sonra, işe gecikmemek için.

]]>
Sat, 28 Jan 2023 17:00:02 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ? (3) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-3 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-3      3

      Karanlığa dönmek anlık, geçici. Geriye gidiyor olamayız. Birkaç saat sonra güneşli güne döner gecemiz. Duvardaki gölgeler hayvan siluetleri nasıl da eğlendiriyor evin halkını. Gözlerime ağırlık çöküyor. Yatağımın beni kendisine çeken cezbesine karşı koyamıyorum.

     Arka kapıdan çıktığımda ortalık elektrik sihriyle ayan beyandı. Gitmem gerekiyordu. Benden gayrı olan bitenlere kör, sağır olmamalıyım. Hakikati öğrenirsem, söylenenleri, duyduklarımı anlamlandırır bile istiye yaşarım. Ben kimim? Küçük bir mahallem var, bir de ailem. Evlatlık olabilir miyim? Mesela bodrumda bulunan bebek. Anne ve babam olmasına gerek yok, yumurtada üretilmiş olabilirim. Evrene dair zihin yormalarım bundandır belki. Ne zaman bir cümle sarfetsem “saçmalama, nereden geliyor bu düşünceler aklına?” ları duyuşum da bundan olabilir:

       Hastanede doğmadım, evde doğdum ama ebem de yok. Şüpheli bir durum. Diğer bütün kardeşlerin komşu kadınlardan ebesi olmuş, benim yok. Kendi kendime büyümeyi iyi becermişim. Evde yalnız bırakıldığımda, beşiğimi kendi kendime sallayıp uykuya geçtiğim anlatılıyor.

       Nereye gittiğimi kurulmuş bir robot kararlılığında biliyorum. Kaçta araç gelecek, hangi durakta ineceğim, hepsi kurulu bir saat düzeninde tıkır tıkır işliyor. İndiğim durakta iki kişi beni bekliyor:

       -Geldiniz demek, daha önceki görüşmeden sonra gelmeyeceğiniz ihtimali üzerinde duruyorduk. Ama merkez sizin geleceğinize kesin gözüyle bakıp bizi buraya gönderdiler. Uzun görüşmeyeceğiz. Sizi merkezimizde misafir etmemiz, bilgilendirmemiz gerekiyor. Bir haftalık süre yaratın.

     - İzin mi alayım, ne gerekçe sunacağım? Eve nasıl izah ederim?

     - Bizce sorun yok. Gerçeği söyleyin. Ama anlayışla karşılacaklarını sanmam. Nasıl düzenleme yaparsınız çevrenize bunu siz daha iyi bilirsiniz.

     - Gelmezsem ne olur? Başkaları da vardır. Onlara izah edin. Benim kafam oldukça karışık.

     - Buna biz yorum yapamayız. Sadece küçük bir bölüm hakkında bilgimiz var. Üstlerdekiler buna karar verir. Ama geleceğinizden eminler.Görev kodlamanıza aykırı davranamazsınız.

     - Ben bunu anlamıyorum. Benim tek bir işim var, maaşımı oradan alıp geçimimi sağlıyorum. Siz de bana maaş veriyor musunuz? Ve ben iki işte çalıştığımın neden tam farkında değilim. Sanki bu gizli görev gibi. Devletin bir birimi mi? Çalıştığım şirket mi karanlık işler yapıyor.. Ajanlık mı yaptıracaksınız bana?

     - Böyle bir şey değil, gizli de değil ama herkes farkedemiyor ne yazık ki. Algıları açık değil, zihinleri tek boyutlu. Belki sonraki nesillerde daha farklı olacak durum  ama zaman müsait değil. Sınırlı sayıları kullanmak zorundayız.

     - Benim başkalarından farklı algılarım mı var? Şaşırdım. Kahve falına bile itibar etmem. Astroloji benim için hikayedir. Romatizmalarım da azmaz,yağmurdan önce. Hava nasıl meteorolojiyi takip ederek bilirim.

     - Neden bahsettiğinizi anlamadık. Ama galiba nükte diyormuşsunuz bu tarz konuşmalara… Neyse siz durumunuzu netleştirin, üç gün sonra bize katılın.

      Otobüs geliyordu zaten. Onları bulduğum durakta bırakarak geldiğim yöne hareket ettim. Evin arka bahçe kapısından adım attığımda ezan okunmaya başladı. Sabah oluyordu.

      İçeri girdiğimde koridordaki küçük masayı ilk defa farkettim. Orada ne zamandır vardı? Odamın kapısı krem rengi değil miydi? Yeşile dönmüş. Anahtar kapıyı açmasa yanlış evdeyim diyeceğim.

     Yorgana sıkıca sarıldım. Bir saat de olsa uyuyacağım. Saati kurdum, sesini sonuna kadar açtım. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Hepsini unutacağım. Sabah havanın kokusunu içime çekerek, etrafımı süzerek yol alacağım.

]]>
Sat, 21 Jan 2023 13:26:51 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YURT https://edebiyatblog.com/yurt https://edebiyatblog.com/yurt Ocağım, evim,

Güvendeyim

İki göz cam, ortadan açılan kucakta...

Ayaklarım özgürleşir önce, 

Kurtulur hapisliklerinden...

Başka bir hava dolar ciğerlerime,

                                 damarlarıma

Oturmak, az gelir halimi tasvire , 

Kanepeye kaykılmak, organlarım sere serpe...

Nimetlerden devşirilir,

 Ne varsa kısmette,

Zeytin aratmaz kebapı

Peynir ekmek de...

Ne yoksulluğu kardeş...

En trilyardonerim, 

Bekleyenim, bütün eşyalar...

Özlemle, tebessümleri kocaman

                                görmesem de...

His bu, itiraz etmez anlar,

                                 ben gibiler

Evim, yurdum, sığınağım!

Bir muhacir yüreğim 

Hasretliğim yıllar ötesinden gibi

Oysa sabahtan terkettiğim 

Çay bardağım masada yarım

Yalnız değilim şükür, 

Ses var saatimden

Beyaz eşyalarda hayat belirtisi

Beynimde dost sohbetleri

Kitaplar filmlerden parçalar ..

Bu ev ,

Bu ses, bu nefes...

Başka diyar istemem.

Bilirim,

Adım atsam yeşil, çiçek, ağaç...

Sağa yürüsem deniz, 

Yukarı kaldırsam başımı

Tepeler, tepelerde başka evler...

Bayrak dalgalanır

Bu ev, bu yurtta!

Bu vatanda benimledir...

]]>
Thu, 19 Jan 2023 20:18:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ? ( 2 ) https://edebiyatblog.com/evim-neresi-2 https://edebiyatblog.com/evim-neresi-2 2

         

 -Haydi kahvaltı hazır, işe gidilmiyor mu bugün?

          Saçma bir rüya gibi hatırladıklarımı sabah kahvaltısında tükettiğim çayla birlikte bedenimin bilinmeyen çukurlarına gömdüm. Sıradan hayatımın rutin döngüsü başladı haliyle.

         Trafik yoğundu. Ne diye erken uyanmamış, erken yola çıkmamıştım ki! Şimdi bu yol kahrına katlan bakalım. Kaplumbağa hızında yol alırız artık son model ulaşım araçlarımızla. Sahi 300 km hızla giden arabalar yaptık. Ama yol kenarında 100 km hız sınırının üstüne izin veren tabelalar görmüyordum. Düşündüm. Sahiden ne garip insanlarız. Gidemeyeceğimiz hızlara ulaşan taşıtlar yapıp, hız sınırını aşanlara kesilen cezalarla devlet kasasını şişirmeye çalışıyoruz. Ey otomobil icatçıları! Şu hızı 100 km üzerine çıkamayacak arabalar yapmak çok mu zor… Birden beynimde şimşekler çaktı. Zamanı geriye götürmek isteğime şaşırdım. Hızlı araba yapılmış, ama ben yavaş araba yapılmasından yana taraf tutuyorum. Tövbe estağfirullah. Ya sahiden birileri böyle düşünüp yaparsa….

          Yol akışı hızlandı biraz…Tam Boğaz’ın üstünde köprü ortasındayız. Denizi karadan aşabilecek köprüler yollar yapmışız. İstanbul’u karadan yürüttüğü gemilerle fetheden Fatih Sultan Mehmet rahmet istedi. Kendi yerimde onu hayal edip İstanbul’u seyrettirdim. Aklı şaşardı.

          İki adamın sesi yükseldi birden otobüste. İlerleme yüzünden sıkışıklığın sebebi ile suçluyordu biri ötekisini. Bir yaşlı kadın direğe daha sıkı sarılıyordu her otobüs frenle sarsıldığında düşmemek için. Bir kadın üç-dört yaşlarında çocuğu da kollayarak ayakta yolculuk yapıyordu. İşe ve okula gitme mecburiyetlerini en haklı sebep gören genç insanların akıllı telefonlarına gömülüp koltuklarında akıllar devşirirken…

          İş yeri onuncu kat…Asansör çok kalabalık, biraz bekledim. Masama yerleştiğimde, geç kaldığım farkedilmemiş olması en büyük isteğimdi. Çabucak bilgisayarımı açtım, dosyaları önüme çektim. Yandaki masa boştu. Demek daha geç kalanlar vardı. İstanbul öyle sürprizli bir şehirdi ki, buna alışmıştık. Yine de sık olması, azar işitmemize daha da önemlisi maaş kesintisine yol açıyordu.Dosyaları açarak işime gömüldüm.

            -KPNE şirket dosyasını soruyor şef, sende değil miydi?

Kafamı kaldırdığımda komşu masadaki iş arkadaşımın çoktan geldiğini, şefin yanına çağırıldığı ve görüşme yaptıkları için olmadığını anlamam uzun sürmedi.

         -Beni sordu mu?

         -Sormasına gerek yok, Ali Efendi ile isim isim çağırttı. Senin olmadığın ortadaydı yani.

         -Kötü olmuş, neyse dosyayı getirip, geç kalışıma mazeret üreteyim.

          İçeri girdiğimde, şefin arkasına yaslanmış, ağzı sinirden küçülmüş, kaşları ile bitişik yaratılmış gibi duran gözlerinden fırlattığı bakış, gerçekten korkuttu.

         -KPNE Şirketi ile niye sen çalışıyorsun? Seni istediler özellikle…

         -Bilgim yok, dosya bana verildi, mecburen yapıyorum.

         -Bak onlarla iş görüşmesi filan yaptıysan, oraya geçmeyi düşünüyorsan bunu gizlemene gerek yok. Biz kimseyi zorla tutmayız burada. Bilelim biz de ona göre eleman yetiştirelim. Pat diye ortada kalmayalım.

         -Estağfirullah, bu sabah geç kaldım diye bunları söylüyorsanız, özür dilerim. Bazen yol hesapta olmayan durumlar yaratıyor. Biliyorsunuz karşıdan geliyorum. Malum köprü trafiği.Daha fazla dikkat ederim. Başka işe başvurduğumu nereden çıkardınız bilmiyorum ama olsa söylerim, bilirsiniz yani.

         -Peki dosya üzerinde çalıştın mı?

         -Yeni başlamıştım.

         -İlerle o zaman sonra tekrar görüşelim.

         -Olur, zaman belirli mi? Yetiştirmem gereken bir zaman varsa bileyim diye soruyorum.

         Masama döndüm. Şirket beni nereden tanıyor, niye benim adımı vererek hesaplarını takip ettirmek istesinler ki? Ahım şahım bir özelliğim yok. Burada bana tercih edilecek bir sürü muhasebe uzmanı var. Arkadaşıma durumu aktarmayı düşündüm, ama kendim daha ne olduğunu bilmeden şüpheli bir durum yaratmaktan çekindim, sustum.

         Akşam çabucak oluverdi. İşleri bitirmeye öyle yoğunlaşmıştım ki, zaman çabuk aktı, yetmedi.

           Dönüş yolunda otobüs bozuldu. İndik. Başka bir otobüsün gelişini bekleyenler olduğu gibi, en yakın otobüs durağına ulaşıp seçeneklerini artırmayı düşünenler de vardı. Onların kervanına katıldım. Hızlı yürüyemediğimden önümdeki insanlarla aram bir hayli açıldı. Sokak lambaları da yanmıyordu. Otobüs durağının bu kadar uzak olduğunu zannetmiyordum, ama bir türlü bitmiyordu. Yanıma birisi yaklaştı:

         -Merhaba,

         -Merhaba, siz de bozulan otobüsten indiniz değil mi?

         -Hayır, yürüyordum.

         -Öyle mi, ben yanlış yorumladım, afedersiniz.

         -Önemli değil, tedirgin olmayın. Burası karanlık şimdi ama, tehlikeli bir yer değildir.Özel korunuyor.

         -Anlamadım. Nasıl özel korunuyor? Bir kodaman mı yaşıyor yakında?

         -Evet nezih insanlar var. Müstakil evler. Kalabalık değil. Fazla insan yok. Dükkan, ne bileyim vakit geçirilecek kafeterya gibi bir mekan da yok.

         -Anladım. Varsayımda bulunuyorsunuz. Böyle yerler hırsız uğursuz için daha cazip değil mi? Hem yakalanmaz hem iyi hasılat tutturur.

         -Yapamaz, barınamaz.

         -Hakikaten çok emin söylüyorsunuz. Ben de kendimi felaket tellalı hissettim.

         -Eminim, Yaradan izin vermez.

         -Haaa, şu mesele. Anladım. Dualarla korunmaktan bahsediyorsunuz. İyi de herkesin Yaradan’ın sevgili kulu olmayı başarması beklenilemez öyle değil mi?

         -Herkes sevgili kuldur. Sevmediyse yaratmazdı ki, ne mecburiyeti var.

         -Çok iyimsersiniz, bir de ..Ya nasıl söylesem. Uhrevi âlemden biri gibi, hani şu görevli dünyaya gelen melekler vardır ya filmlerde, onun gibi birisiniz.

         -Hâşâ, yaratıldık hepimiz. Sizden ne farkım var?

         -Gece gece eve bir an önce gideyim derdindeyken, bu tür konuşmalar sürpriz oldu. Hiç felsefe yapacak ruhta değilim.

         -Canınızı sıkmak istemedim, eviniz uzak mı? Yardımcı olabilirim. Biraz ötede aracım var. Bırakabilirim.

         -Gerek yok, şurası otobüs durağı, gelir zaten birisi.

         -Sizin otobüsünüz sık geçer mi, emin misiniz?

         -Hepsine binebilirim, biraz yol yürümekten zarar çıkmaz. Bu akşam şansımız yürümekten açıldı….

         -İyi akşamlar, sohbetiniz için teşekkürler, ve yorduysam affedin. Bu gece elektrikler sorun. Sağ salim varın evinize.

           Otobüse hemen bindim, yolda bir ışık seli içinde ilerliyorduk. Hangi durak hangi semt ayırdedemiyordum. Allahtan son duraktan öncekiydi ineceğim durak. Kaçırmam mümkün değildi. Işıltılı bu yer , ilçe merkezi. Üç durak sonra ineceğim.

         Şaşılası bir şekilde karanlığa indim. Elektrikler yoktu. Bir otobüse binene kadar yürüdüğüm yolda sokak lambaları yanmıyordu, bir de mahallemin. Yol arkadaşının bunu bilerek söylemediğini varsaydım, tahmin etmiştir, tutmuştur. Ev yolu Merih’te ilerliyor hissini verdirdi. Kaldırımlara takılıyor, su birikintilerine gömülüyor, söylene söylene yürümeye çalışıyordum. Körler yolunu nasıl buluyor? Benim gözlerim ışık olmadan hiçbir işe yaramıyor. Ev yolunda bile ayaklarım acemi. Sahi evim hangisi? Köşeyi dönmek için ne kadar yürüyeceğim, bahçe kapısı ne kadar sonra?  

]]>
Thu, 12 Jan 2023 20:26:09 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
VE https://edebiyatblog.com/ve https://edebiyatblog.com/ve Bir yaprak daha kopar zamandan

Bir dağın zirvesi aşılır

Bir tomurcuk daha verir umutlar

Kuzey ışıkları gibi ufuklar

Hayat güzelliklere kanatlanır

Sevgiye...

Hoşgeldin....

Otur başköşeye...

]]>
Sun, 01 Jan 2023 07:55:17 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EVİM NERESİ? https://edebiyatblog.com/evim-neresi https://edebiyatblog.com/evim-neresi         Evim neresi? Kaç yaşındayım? Ne iş yaparım? Evli miyim, bekar mı? Üzgün mü olmalıyım, mutluluk sarhoşu mu? Dün ne yaşamıştım? Bugün nereden başlayacağım?

        Bu odada değildim, hatırlıyorum.Bir takım görüntülerin sisi dağılıyor zihnimde. Medeniyetin hiçbir izini görmediğim bir yerdeydim. Ne güzel ne çirkin….Bodur ağaçlar, seyrek otlar var. Toprak görünüyor yer yer, krem rengi bir toprak. Neden yalnızım ve neden buradayım? Meraktan çok içgüdüsel yol alıyorum, sağ sol yaparak yürüyorum. Bir su sesinde kulaklarım. Birkaç kişi görüp yanlarına gittim. İkisi arkaları dönük sohbette. Birisi benim gelişime odaklı. Beklenen kişi olduğum, daha önce randevulaşarak buraya geldiğime eminim. Ama ne bir yol tabelası, ne bir navigasyon uygulaması… Beynim, yüreğim ve ayaklarım beni olmam gerektiği yere ulaştırıyor.

      -Hoşgeldiniz…

      -Hoş bulduk.

       “Sizi tanıyorum, ama nereden tanıdığı”mı sormak istiyorum, sormuyorum. Unutkan biri olarak tanınmak işime gelmiyor. İşte aldığım B12 vitaminlerinin işe yaramadığının kanıtı.

-          Bizi merak ettiğinizi biliyorum, ama boşverin. Sadece bir görevle irtibatlı olduğumuzu ve bunun için burada buluştuğumuzu bilin, yeter…

-         

-          Gittikçe çağınızda gerilemeniz normal ama hızı o kadar fazla ki… Bu çok yıkıcı olacak.

-          Gerileme mi?  O kadar hızla ilerleyen değişen bir çağdayız ki!... İlerlemeyi hızlı buluyorsunuz sanırım.

-          İlerleme … İşte en farkında olmanız gereken şey. İleri değil zamanda geri gidiyorsunuz. Maalesef büyük bir evren olayı dünyadaki zaman akışını tersine çevirdi.

-          Nasıl yani? Her gün uyuyor uyanıyorum, takvimimde sayılar artı yönde ilerliyor. Teknoloji başdöndürücü. Siz de biliyorsunuz, veya duymuşsunuzdur, insansız ulaşım araçları kullanılıyor günümüzde. Taksi olarak herkesin hizmetinde olması çok sürmez.

-          Zamanı siz ileri sayıyorsunuz diye öyle gittiğini varsaymak komik değil mi? Ya geri sayma şeklinde yapsaydı ilk icadeden?

-          İleri veya geri sayma değil ki mesele…İlk insanlar nasıl yaşıyordu, biz nasıl yaşıyoruz? Her işimizde teknoloji var. Bu bile yeterli. İlkellikten teknoloji çağına geçildi.

-          Öyle mi, diyorsunuz? Pekala, o teknolojinizle devasa piramitleri, yolu olmayan dağ tepelerinde kocaman heykelleri yapın veya açıklayın o zaman? Akıl erdiremediğiniz her şeye masal uydurup üzerini örttünüz? Düşünün, bunları yapabilen bir medeniyete sahipken şu anda hangi yetersizliklerle boğuşuyorsunuz? Yüzlerce dil ürettiniz, artık birbirinizle iletişim bile kuramıyorsunuz. Daha da vahşileşiyorsunuz. Birbirinizin canına kıymak yetmiyor, bir de en acı verecek tarzlar üretmeye başladınız.

-          Savaşlar ve toplum içinde suç işleyenler hep vardı. Nüfus çoğaldığı için bunların sayısı da arttı. Artık bilgi iletişim çağında olduğumuz için haberimiz hemen oluyor. Bu da artırıcı olabiliyor maalesef.

-          Anlama kapasiteniz gittikçe kaybolacak. Daha fazla yok olmadan farkında olmanız için anlatmakla görevliyim. Sizin ne yapacağınıza ben karar veremem. Yapacaklarınız hepimizi etkileyecek. Negatif insan kişilikleri hızla artıyor ve zamanın geriye gidiş döngüsünü hızlandırıyor. Sizin anladığınız anlamda söyleyeyim, ilkel çağa gidiyorsunuz. Önceleri daha donanımlı iken, hergün kayıplar yaşıyorsunuz. Teknoloji dediğiniz şey kolayca kaybedilebilir. Öyle bir teknoloji kaybettiniz ki, farkında değilsiniz. Ufacık kırıntılar bilgi olarak genetik zihninizde kaldı. Onları hayata geçiriyorsunuz ama yeterli değil. Zamanla ve fizik ile başa çıkan teknoloji için artık şansınız kalmadı. Ufo dediğiniz kimi yapıları bazılarınız görüyor.

-          Siz başka evrenden misiniz?

-          Nasıl? Bizi tanımıyor musunuz? Hepimiz aynı evrendeniz.

-          Öyleyse sizin bildiğiniz bizim yanlış bildiğimiz şeyler nasıl olabiliyor?

-          Bazı şeyler benim dışımda. Kontrol edilmesinde fayda gördüğüm şeyler var. Sadece bu kadarla yetinelim. Diğer arkadaşlar için görevimiz devam ediyor.

      Irmak boyunca uzaklaştılar. Sanki ileride bir köprü vardı. Karşıya geçtiklerini belli belirsiz gördüm. Takip etmeli miydim? Geri döndüm. Epeyce tırmandım çelimsiz otların arasından. Sonra bir asfalt yol kenarında bir otobüs durağına ulaştım. Bu kadar ıssız bir yer nasıl yakınımda olabilir? Otobüs geçmiyor olabilir. İlk geçen arabayla daha işlek bir bölgeye geçmeliyim…

]]>
Sun, 11 Dec 2022 14:12:19 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ÖĞRETMENLER GÜNÜNDEN ARTA KALANLAR https://edebiyatblog.com/ogretmenler-gununden-arta-kalanlar https://edebiyatblog.com/ogretmenler-gununden-arta-kalanlar Dijital çağın getirisi kutlamaları da dönüştürdü. Yıllar sonra yeni nesle bugünün insanı şöyle aktaracak “Ne günlerdi, mesaj yağmuruna tutulurduk. Her sosyal medya sayfam günün hikayeleriyle dolardı. Unutsan bile farkına varırdın özel günün”

Özel günler ne içindir? Farkındalık yaratmak için…. Bir şeyin özel günü varsa üzerine düşünülecek çok şey var demektir. Bugün 24 Kasım: Öğretmenleri düşüneceğiz öyleyse.

Eğitim her ortama yayıldı. Öğretmene ihtiyaç var mı diye konuşulmaya başlandı. Pandemi sürecinde çocuklar dijital öğretmenlere alıştılar. Mesleklerde dönüşüm olacaksa öğretmenlik mesleği de bundan nasibini alacak. Evet okul denen binalara binlerce yavruyu toplayıp, bir bilgi aktarımı tarzında öğretime öğretmene mecbur etmenin modası geçti sanıyorum. Çocuk haklı olarak sabah istediğim saatte kalkayım, bir şey öğrenmem gerekiyorsa kendime uygun saatte  sanal alemimi açar öğrenirim diye düşünüyor. Bu zihniyetteki çocuğa klasik eğitim sisteminin dayatmaları da türlü türlü sorunlarla karşılaşılmasına yol açıyor.

Eğitim hep sorunluydu. Zira öğrenci merkezli eğitimin öğretmen yok sayarak yapılan iyileştirmeleri asla kimseyi iyi bir noktaya ulaştırmadı. Öğretmen öğrencinin ihtiyacını ortak mekan ve zamanlar paylaşarak gören, tespit eden kişidir. Kendi kendine öğrenen bireyin gelişip gelişmediği mutlaka ölçülerek anlaşılır. Bu dijital alemin sunduğu sınav olanaklarıyla henüz başarılamıyor. Çoktan seçmeli maddelerden oluşan test sınavları yaratıcığı ölçemiyor. Bilgi ölçüyor.  Mesala yaratıcı yazarlık, resim, karikatür çizmek, oyunculuk, sinemacılık gibi yetenek, beceri ve ustalıkları birebir değerlendiremezseniz sadece yazılı sınavla ölçemezsiniz. İşin tuhafı her meslekte yaratıcılık bulunduran bir adım öne çıkıyor. Bilgisi tam olan, ya da eğitim kurumlarını birincilikle bitirenlerin çok başarılı olduğunu göremiyoruz. Parlayan, tanınan, kendisini ve çevresini hızla kalkındıran kişiler ortalama eğitim başarılarına sahip kişiler genellikle. Bilerek örneklendirmiyorum. Zira istisnalara takılıp herkes için geçerli olduğu kanısı uyandırıyor, iyi bir rehber olmuyor. EİNSTEİN okulda başarısızmış. Ama bugün dahi bilim adamı olarak biliniyor örneğinde olduğu gibi. Bütün başarısızlar kendini bu kategoriye koyup, hiçbir şey yapmadan başarının kendisini bulmasını bekliyor.

Öğretmen çocuğun keşfedicisi, rehberi olan kişidir. Fert bazında değil bu işi sınıf bazında icra eder. Ama farklılıkları farkederek, rehberliğini çeşitlendirerek. Öğrenci yol arayandır. Öğrenmenin yolunu arar. Zira öğrenmeler bir hayat boyu devam eder. Öğrenmenin kendisi için nasıl gerçekleştiğini bulan, her türlü yoluna başarılarını da sürükleyerek devam eder. Öğretmenliğini ilk çağlardan beri olması gerektiği gibi yapan vardır ki öğretmene büyük değer atfedilmiştir. Bugün de öğrencilerine deniz feneri olan nice öğretmenler var. Sistem niteliklilik konusunda seçicilik yapamasa da, insan ruhu bunu en iyi şekilde yapar. Kendisinde iz bırakan öğretmeni daima hatırlar. İyi veya kötü.

Öğretmen değerlidir: Çünkü insanı sever, işi insandır, malzemesi de insan.

Öğretmen toplumu inşa edendir: Toplumu ileriye götürecek hangi unsur varsa onun beşeri kaynağını öğretmen var edecektir.

Öğretmen milletin zamkıdır: Millet ailelerden, aileler fertlerden oluşur. Bir öğretmenin bir öğrencisi varsa ailesi ile birlikte süreci götürür. Zaman zaman ebeveynleri çocuğa, zaman zaman da çocuğu ebeveynlere yaklaştırır. Aileler arası etkileşim de bunun bir parçasıdır.

Öğretmen gelecektir: Öğrenci öğretmeninden etkilenir örnek alır. Giyim tarzı, yazı tarzı, konuşma tarzı vb. Anne ve babasından sonra tanıdığı bu varlığı daha öne geçirir. Öğretmenin istediği olacaktır, dayatır evde. Öğrencinin fıtratına, gelecek hayallerine uygun kişilerle buluşturur, bir anlamda tanıştırır. Hayat öykülerini okuduğunuzda değil, etkili bir ağızdan dinlediğinizde repertuvarınıza alırsınız.

Öğretmenin kıymeti bütün bu çerçevede değerlendirilip bilindiğinde öğrenciden, topluma olumlu bir enerji akışı sağlanacak ve güzel bir dünya yaratılması ile somutlaşacaktır.

]]>
Thu, 24 Nov 2022 18:33:30 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SÖZ https://edebiyatblog.com/soz https://edebiyatblog.com/soz Evrenin tüm sözleri bilmek istediğim

Hal diline gücünü yetirecek

Ne söylesem bir tercüme

Sözümün vardığı yer sensin, sende durak

Ama karşılaşsak sen beni bilmezsin ben seni

 

Yoğun duygu seli bendeki hüzün

Sendeki aşk

Ötekinde muğlak

Rengarenk sicim sarmalı düşünsen;

Birbirine kör, ama beraberce yol almalı

 

Söz, yazıda ve seste aynı         

Beyin mi, ruh mu kaynağı

Tohum, yumurta gibi iklimlenen

Devasa, çoğu ölecek, birazı yeşerecek

Ve o ölümü yenecek!

]]>
Fri, 11 Nov 2022 20:25:19 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KAZ OLMAK https://edebiyatblog.com/kaz-olmak https://edebiyatblog.com/kaz-olmak                Birisine aslan, kaplan, kartal, şahin, doğan deriz de “kaz” dediğimizde iltifat etmiş olmayız. Neden? Bu farklı yaklaşım bizim ikiyüzlülüğümüz değil mi? Ne biliyoruz hayvanlar âlemini? Türler kendilerini veya diğer türleri nasıl algılarlar?

             TDK Sözlüğünde “kaz” maddesine baktım: “Perde ayaklılardan, uzun, beyaz veya gri boyunlu, suda ve karada yaşayan, uçan, yabani veya evcil kuş” ve “budala” deniyor. "Kaz kafalı” deyimine de baktım, “anlayışsız, kavrayışsız,kafasız(kimse)” deniyor. "Kazın ayağı öyle değil" deyimi de bakılmaya değer : Bu deyim aslında "Kaziye-i anha öyle değil" imiş. Arapça kökenli "Kaziye" (hüküm, kesin yargı) ve "Anha" (o, onun) sözcüklerinden oluşan bu deyim dilimizde ses değişime uğramıştır. "Onun yargısı öyle değil" anlamındadır. Önceki bütün anlamlar bence bu açıklamaya bağlı. Kaziye kelimesi ile tanışmayan cüheyla kimselerin, “kaz” ile yakınlığı tercih etmelerinden zavallı kazlara kıymışız.

              Yaban kazları,  yuvalarını  sarp kayalıklı,  dik yamaçların en ulaşılamayacak yerine yuva kurup, anneli babalı yumurtalardan yavru  çıkana kadar bekliyorlar. Daracık alanda yerden gelecek tehlikeler bertaraf edilmiş oluyor, ama havadan gelen avcılar da var. Hepsinden önemlisi acıkan yavrulara tedarik edecek yakın bir yerde yiyecek yok. Oradan iki gün içinde ayrılmaları gerek. Önce baba örnek uçuşunu cesaret veren bağırışlarıyla yapıyor. Sonra anne kendini boşluğa bırakıyor, yavrularının izleyeceğine güvenerek.

              Beş yavrunun travmalı Hayat başlamak üzere. Ya atlamayıp açlıktan ölecek, ya da henüz gelişmemiş kanatlarına ve şansına güvenecek. İlk yavru kendini bırakıyor boşluğa, düşüş hızını azaltmak için yok hükmündeki kanatlarını açıyor. Bir çıkıntıya çarpıyor, göğsü ile çarptığı için şanslı. Yerle olacak kaçınılmaz çarpışma şiddeti azalmış oldu. İkinci yavru da kendini bırakıyor, kayalıklara yakın düştüğü için yuvarlanarak, çarpa çarpa aşağıya iniyor. Üçüncü yavru ters dururken kayarak boşluğa düştü, pozisyonu hiç düzelmediği için yere kafasını çarparak ulaştı. Dördüncü yavru yamacın ters tarafına fırladı, arka tarafta bir yere düştü. Beşinci erken yüzeye kavuştu ama yuvarlanmasını durduramadı. Anne baba kaz farkettiler, yanına ulaşıp önünde durarak yavruya yardım ettiler. Sonra buluşma çağrısı başladı. Sağlam olan ve sesi duyan yavrular, kısa bir süre sonra aileyle buluştu. Üç yavru başardı. İki yavruyu beklemek tehlikeli olacağı için, yerde yeni yaşam alanlarına yolculuk başladı.

              Şimdi bu doğa harikası hayvan “kaz kafalı” diye bizce küçümseniyor, zavallı görülüyor. Doğar doğmaz, hayatta kalmak için kayalıklardan atladıkları için mi aptallar, ebeveynlerine bir süre daha bağımlı yaşamak zorunda olduklarına dair içgüdülerine güvendikleri için mi aptallar? Aptal olmak bize ait bir sınıflandırma. Doğasına göre bütün yaradılanları kucaklayamamak yetersizliği…

               Hakaretane hitaplarımıza dahil ettiğimiz diğer canlı türlerine yakıştırdıklarımızı bird aha düşünmeyi  sizlere bırakıyorum: kurnaz tilki, ödlek tavşan, nankör kedi, sinsi yılan, örümcek kafalı, deve kini, eşek şakası, öküz gibi bakmak, uğursuz baykuş, hain domuz, balık hafızalı…

]]>
Sun, 06 Nov 2022 15:02:41 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
EFSANELER GERÇEKTİR https://edebiyatblog.com/efsaneler-gercektir https://edebiyatblog.com/efsaneler-gercektir           Okul kapısından girdiğinde Ayşe Öğretmen ürkmüştü. Koridorun başından sekiz on kişilik kalabalık üzerine geliyordu. Hemen son birkaç günü film şeridi gibi geçirdi zihninden. “Kimin kuyruğuna bastım acaba” diye düşündü. “Ben seni bilirim, aslında, işin kuyruklara basmak da, hangisi intikam peşinde…”

         Süslüydü kimi hanımlar…Beyler de şık giyinmişti. Anlam veremedi. Böyle soylu yaşayan taallukatın çocuklarının geleceği bir okulda görev yapmıyordu. Önde kısa boylu mavi ekose gömlekli, hafif göbekli beyi tanımıştı. Mavi gözleri ışıldıyordu ona bakıyorken.

         Bu mavi gözler griye çalmıyor muydu göreve başlamak üzere atandığı okula geldiği ilk gün. İlk veli ağırlamasıydı. Buyur etti, dar uzun odasında karşıya dizelenen misafir koltuklarından birine:

-                      Söyleyin , ben ne yapmalıyım bir baba olarak. Evladım çok iyi bir çocuk, efendi, saygılı. Ama kapasitesi sınırlı. Bütün okul hayatı boyunca başka bir kusuru olmadı. Ben de istedim ki ekmeğini kazanacağı bir mesleği olsun.

-                     Güzel düşünmüşsünüz. Ne mutlu ona, bilgili ve bilinçli bir babası var.

-                    -Öyle olmadı Hocanım. 68 diploma notu. Meslek liselerini sıraladık önce. Ama 82 ile kapatmışlar. Benim çocuğum sanki üniversiteye gidebilecek. İlçe milli eğitime gittim. Dedim ki: “Bak bu çocuk düz lisede yapamaz, yaptı diyelim, zar zor diploma aldı, bir mesleği olmaz. Başarılı çocukları akademik liselere kaydedin, bu işler yanlış oluyor. Üniversite okuyacak çocuklar meslek lisesinde. Meslek okuması gerekenler normal düz lisede.” Dediler, uygulama böyle: “Yapacak bir şey yok. Başvuranların diploma notları sıralanıyor, kontenjan kadar öğrenci alınıyor, kaça kadar düşerse. Senin çocuğun diploma notu düşük. Okusun lisede, sınıfı geçerse, zaten meslek lisesine bölüm seçerek geçiş yapabilir.”  Elimiz mahkûm, geldik buraya.

-                   -Dert etmeyin, inşallah güzel, başarılı bir yıl olur. Çocuğunuza güvenin, geçiş yapabilir seneye.

-                  - Bu sene buradaydı. Beş dersi zayıf. Ortalama yükseltme sınavına girdi haziranda. Çok çalıştı. İlk geldiği sınava beş dakika gecikmiş. Kapıda bir öğretmenle karşılaşmış. “Senden bir halt olmaz, sınava bile vaktinde gelemiyorsun, boşa gayret ama gir hadi sınava.” Demiş. Zaten üç ders seçebilme hakkı var. Hepsinden düşük aldı. Yüz üzerinden beş… Eylül’de yine buradayız geçemeyecek biliyorum. Ama çarem yok. Söyleyin ne yapayım. Okuldan alıp çıraklığa mı vereyim. Öyle içine kapalı ki, ustalarla baş edemez. Eline alet edevat da yakışmıyor. Ben de esnafım. Zar zor evi geçindiriyorum. Ama ticaret hayatı acımasız. Bir öğretmenin sözüyle bu kadar yıkılan çocuk piyasada hiç barınamaz.

-                     -Hemen umutsuz olmayalım. Öğretmen hata yapmış. Dersleri birlikte seçelim. Haziranda seçtiği dersler haftalık ders saati az olanlar. Geçme şansı yokmuş. Sınıf öğretmeni ve idare rehberlik yapmadı mı?

-                     -Çocukla seçtik, ben anlamam, yapabileceği dersleri seçin dediler öyle seçtik.

-                     -İyi de, Sağlık dersi zaten dört. Beş alsa sadece bir puan gelir işine yaramaz. Edebiyat seçerse kredisi beş. İki alsa bile dört puan geliyor, üç alsa sekiz puan. Geçme umudu olur.

  • -                     -Yapamadığını, anlamadığını söylüyor edebiyatı, matematiği.

-                     -Siz öğrenciyi bana gönderir misiniz?

-                     -Burada aşağıda bekliyor, gelmek istememişti.

-                     -O zaman çağırın, birlikte düşünelim seçelim.

       Koridordaki kalabalığın önüne geçen adam, elini uzattı:

-                    -Size çok teşekkür ederiz.

-                    -Ben halayım, çocuğumuzun karnesi için sülalece geldik. Dayı, kuzen, kim varsa gelebilecek geldik.

       Bir karne alma fasılasına bu kadar rağbet neden acaba, diye aklından geçirdi Ayşe öğretmen. Tören için yapılacak o kadar iş vardı ki. Kaçta başlayacak, bahçedeki törende akış ne olacak. Müdürün istediği evraklar hazırlanmalı. Hediyeler paketlenmeli.

-                     -Harika, ne güzel bu kadar sevilmek. Çocuğun başarısı. Onu tebrik ederiz.

“İlk karne de değil. Sınıf tekrarı ve daha birinci dönem. Gayet sıradan bir durum.” Görmemişlik şımarıklığı daha alt kademelerde gözlemlenir, lisede bu kadar debdebe göremezdiniz. Ama zamane o kadar hızla değişiyor ki, ana sınıfı mezuniyetini kep töreniyle profesörlük makamına eş gören anlayıştan sonra her şeyi abartmasına şaşmamalı.

Zil sesi duyuldu. Bahçedeki öğrenciler yavaş yavaş sıra düzenine geçmeye başladılar. Balkon gibi yükseltide, hizmetli ve birkaç son sınıf öğrenci, konuşma tertibatı için eşya yerleştirme telaşında idiler.

Bütün evrakları bilgisayardan döküp görevli öğretmenlere teslim eden Ayşe öğretmen odasında hızlıca kitaplardan oluşan hediye paketi yapmaya çalışıyordu. Masa başında baş başa öğrencisiyle yaptığı çalışmayı hatırladı:

-                              -Emre, sen gayet iyisin edebiyatta, niye yapamadığını düşünüyorsun?

-                              -Dilbilgisi kısmını anlamıyorum, genelde de oradan soru çıkıyor.

-                              -Ben sana anlattım, şimdi anladın, sınavda mı yapamıyorsun?

-                              -Şu anda anladım. Daha önce anlamamıştım. Ne kadar çalışsam da olmuyordu.

-                              - Emre sen gayet iyi yapabiliyorsun. Sınavlara gir, olmazsa da üzülme, ben seni benim odamın olduğu kattaki sınıflardan birine alacağım. Her zorluk yaşadığında çekinmeden bana gel, yardım iste. Eminim seneye çok başarılı olacaksın.

        Emre sınıfta kalmıştı. Babayla en son görüşmelerimde, “maddi sıkıntınız yok, lütfen Emre’ye zorlandığı konuda özel ders aldırın, matematik ile başlamanız çok iyi olur” diye öneride bulunmuştu. Sonrası Emre’nin öğretmenlerden ders durumunu öğrendiğinde, çok gayretli olduğunu, derse katılmadığını ama sınavlardan iyi notlar aldığını öğrenmişti. Emre bir kere odasına uğradı, sene boyunca:

-                       -Dersimiz boş, sınıfta çok gürültü var. Kütüphanede ders çalışmama izin verir misiniz?

               Ayşe öğretmen hediye paketleriyle bahçeye ulaştığında müdür konuşmasını sürdürüyordu.

Az sonra her sınıf düzeyinde takdir alan öğrencilerden temsili birer kişi anons edildi. Emre yoktu anons edilenler arasında.

              Ama üç gün önce başarı listelerini sınıf öğretmenlerine ulaştırdığından biliyordu ki, Emre sınıf düzeyinde en iyi ikinci sırayı yapmış, sınıf öğretmeni tebrik etmiş, bu ailede duyulmuş ve bayram sevinci yaşatmıştı.

               Ayşe öğretmen her Cumhuriyet Bayramı gününde farklı duygulanırdı. Olmazı olduran bir milletin efsanesine yüreği sevinç ve minnettarlıkla eşlik ederdi. Bu seneki cumhuriyet coşkusuna bir sosyal medya mesajı eşlik etti:

             Ayşe Hocam merhaba. Ben Emre K……... 2010-2015 arası Fevzi Çakmak'ta müdür yardımcısı olduğunuz dönemde öğrencinizdim. 2011 yılında sınıfta kalmıştım, bana çok yardımlarınız dokunmuştu. Umarım beni hatırlamışsınızdır. Liseden mezun olduktan sonra sizinle kontağımız koptu. Sizi …………… tesadüfen gördüm ve bir teşekkür etmek istedim.

             Şu an İstanbul Barosu mensubu bir Avukatım. Marmara Hukuk mezunuyum. İstanbul Üniversitesinde Kamu Hukuku alanında yüksek lisans yapıyor ve tez yazıyorum, bugünlere gelmemde katkınızı unutmam mümkün değil.”

             Tuşlara coşku ile basıyordu. Çifte bayramdı bugün:

             “Emre seni nasıl hatırlamam. Hâlâ benim efsanemsin. Sen bir cevherdin. Biraz hayatın tozuna maruz kalmıştın, şükür ki o tozlar ben varken uçtu gitti. Kendi enerjinle buralardasın. Hak ettiğin yerde yolun daima açık olsun. Gönlümde ve dualarımdasın. Sevgilerimle…”

]]>
Sat, 29 Oct 2022 15:13:11 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YAŞAYAN YALNIZ, ÖLEN BAHTİYAR! https://edebiyatblog.com/yasayan-yalniz-olen-bahtiyar https://edebiyatblog.com/yasayan-yalniz-olen-bahtiyar Beynim duman duman, düşünceler saçak saçak

Bugün de uykular haram, karanlıklar susmayacak

Ötelerden koşuşturup kederlerim,

Çökmedeler…Çökertmedeler…

 

Gözlerim yaşta ölenlerimle son andayım,

Ne de çok vazgeçtiklerim,

Ne de kolay benden vazgeçenler…

Elemler, elemler, elemler…

Hani sevdiklerimiz, hani bizi sevenler…

 

Nerde başladım, nerede bitecek,

Bu gece mi, sabah mı

Bir yalnızlık şarkısında dudaklarım,

Ölen mi bahtiyar, kalan mı,

Sevdiklerim mi vefasız ben mi kindar!

                                    J.  SEL         By. 14.03.2022

]]>
Thu, 20 Oct 2022 17:57:18 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SİSTEME BAKIŞ https://edebiyatblog.com/sisteme-bakis https://edebiyatblog.com/sisteme-bakis Amasra- Bartın 28 maden işçisi ölü. Kurtarılmaya çalışılanlar var. Yaralı 11 işçi hastanelerde. Sendika Başkanı Başaran Aksu’nun doğru tespitleri dinlendi: Bu bir kamu madeni. Soma’daki faciada ölenler için kimseye hesap sorulmadı. Ceza alan yönetici, idareci, patron yok. Bedeli can kaybı yaşayan madenci ve sevdikleri ödüyor. Acil müdahelede harikayız. Ama bu kaza olmasın diye önlemlerimiz facia. Atamalar siyasi, denetimler göstermelik. İşçi kendisine verilen talimatları harfiyyen uygulamak zorunda, yapıyor. Ama yine de ölüyor. Suçlusu kim? Yüksek can kaybı olduğu için medya tüm kameralar burada . Ama her gün maden işçisi ölüyor. Arayan soran önlem kısmında adım atan yok. Liyakatsiz atamalar, denetimlerdeki aksaklıklar çözülmüyor. Bu iş sonunda madencinin üzerine kalıyor. Gel çalış dediklerinde çalıştığı için bedel ödeyen sadece o. Yok yere hem de. Ölen yakınlar hakkını alacaktır. Sonuçta burası kamu işletmesi. Umarım sorumlular da hesap verir.

Ben bu dünyanın Türkiye coğrafyasında bedenlenmiş bir varlığım.  Sorgulamak niyetim…

Ey kardeşler, bir arada yaşamak için doğduğumuza inandırıldık ve bir arada yaşamanın sistemlerini kurmaya çalışıyoruz. Bu dünyanın hayal veya dünyevi tabirle simülasyon olduğunu duyduğumuzda hafifçe gülümseyip geçtik. Ama öyle yapmamamız gerekiyor.

Bilinçsiz zannettiğimiz dönemde de bilincimiz var, seçim yaparak dünyaya geliyoruz diyorlar kimileri şimdilerde. Gülüp geçmiyorum. Her bir şeyi beyin arşivime alıyor, sırası geldiğinde sorguluyor, muhafaza ediyor veya siliyorum.

Dil, tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya vb. birçok dalda bilgiler edindirildik. Dünyayı daha iyi analiz etmek ve ilerleyerek yaşam kalitemizi yükseltmek için. Sonra da “bilime göre” diye başlayan cümlelerle büyük büyük laflar ettik.

Bundan sonra söyleyeceklerim bence; bilime ya da şuna buna göre değil.

Aile, mahalle, şehir, ülke, içinde yaşamaktan vazgeçemediğimiz topluluklar. Elbette bir sistem gerekiyor ve tarih boyunca da oldu. Hepsi birbirinden farklı. Ama objektif değerlendirdiğimiz kanaatinde değilim. Bize öğretilenler ışığında bir teraziye koyuyoruz ve bu da bizi mutlak doğrulara götürmüyor. Bazen yanlışlara çıkıyor yolumuz. Liderlerle yönetilmişiz; padişah, kral, hakan, kraliçe, başkan, komutan gibi sıfatlarla bağlamışız kendimizi insanlık olarak. Sonra tek kişi olmasın, yönetim paylaşılsın istemişiz; asiller komitesi, meclis, temsil kurulu devreye girmiş. Seçtiğimizi yetkilendirip yine onun ürettiği kurallarla yönetilmeye razı olmuşuz. Ama temsil edildiğimizi biz mi seçmişiz sorgulamak aklımıza gelmemiş. Bugünlerde geliyor. Gerçekten birisi aday olsa, ben toplumu iyi yönetmeye adayım, dese, nereye kadar ilerler veya bunu deneyebilir mi, siz değerlendirin. Parti dediğimiz kurullara mecbur. Oralara kayıt para ile, sonrası bir dünya masraf. Bu da yolu paraya yani maddiyata çıkarıyor. Zaten demokrasi para gücünün yönetimidir. Amerika keşiflerinden sonra, soy bağı ile devletleri yönetenlere itiraz ile, biz para ve zenginlik getireniz, öyleyse yönetimde söz sahibi olmalıyız, diyen zümrenin yönetim şeklidir. Onlar para kazanmaya devam ederler ama yönetimde karar verdirecekleri kişileri belirler, destekler, bütçe sunar, önümüze koyarlar.

Bizim bugünkü sorunumuz yönetim şekillerinden çok, erdemli yönetim anlayışlarını kaybetmemizdir. Kim nasıl yönetilirse yönetilsin ahlak veya erdemlilik ilkelerini terk ederse iyi bir yönetim çıkmaz ortaya.

Yönetmek aksaklıklara sınır çizmek demek. Kontrol ve denetim! İşte biz bunu kaybettik. O kadar çok kanunumuz var ki, bir vatandaş olarak artık takip edemiyoruz. Her gün değişiyor. Öğrendiğiniz kısa bir süre sonra çöp olduğu için öğrenmeyi de bıraktık. Hukukçular bu işin erbabı. Sağlıkçılar sağlığımızın, eğitimciler eğitimin olduğu gibi. Demeyi çok isterdim. Ama günümüzde ne bir avukata ne bir doktora ne bir öğretmene güvenebiliyoruz. Bu dünyada yaşıyorsan göbeğini kendin keseceksin, her işini en iyi kendin bileceksin diye yaşıyor, başımıza geldikten sonra tecrübeleniyor ve etrafımızdakileri yararlandırmaya çabalıyoruz. Doğrusu ben bir hastaneye gittiğimde, önce hizmet alan hastalardan bilgi almayı yeğliyorum. Daha dün bir kurumda işlemim için hangi seçeneğe basıp numara alacağımın içinden çıkamadım, sonunda yanlış numara almışım, zaman kaybettim. Bir bekleyenin benimle aynı işi olduğuna kulak misafiri olup yeniden numara aldım. Ama o da yanlışmış. Memure hanım, göz tacizimden etkilenmiş olmalı, niye beklediğimi sorup doğru numarayı aldı ve önce beni içeriye çağırdı. Ben de bütün bencilliğimle daha önce gelen iki kişi var demeyip kul hakkını yedim. Bile isteye bu durumu yaratmadığımı takdir edersiniz. Eğer orada içeri çağırıldığımda ben değil o gelecek deseydim, bunu kime nasıl anlatırdım?

Ülkenin sorunu bu. Kurallar, kanunlar var, evet. Ama kim nasıl denetliyor? Gücü ve parası olanlar asla bu sorumlulukları taşımıyor. Sade vatandaş için kurallar yürütülüyor. Bu hiçbir ahlaki felsefeye, toplumsal kurallara, dini inanışa uygun değil. Denetim adeta yok. Denetleyiciler zavallı durumda. Ancak gücünü yetirdiğine kükrüyor. Orada burada tanıdığı, cebinde parası olmayana. Bir yer denetlenmeye çıkılmışsa , çiçeklerle, yemeklerle ağırlanıyor. Görev yapılmış addedip geçiliyor. Veya gıda denetimlerini öyle bir denetleyicilere veriliyor ki, kontrol edilmesi gereken ayrıntılar titiz bir laboratuvar analizi gerektirdiğinden, kim hakkıyla yapmaya çalışırsa çalışsın bu kurumlar emre amade olmadığından ve yeterli ölçüm cihazı olmadığı için gayrı kabil bir denetim oluyor.

Siz bunu büyük düşünün. Sayıştay, Danıştay, her türlü kontrolörler işlevsiz. Dünya örgütleri de buna dahil. Zira oradaki engeller de siyasi menfaat çatışmaları. Al gülüm, ver gülüm ile işler yürüyor. Sonra biz bunları nasıl mı yutuyoruz. Söyleyeyim: Dünya böyle ne yazık ki, ülkeler arası veya ülke içi siyaset bunu gerektiriyor, dünya güçleri buna izin vermez, Ahmet müteahhidin milletvekili tanıdığı olduğundan ona dokunulmaz, senin evine helal ekmek girmesine bak ötesine gücün yetmez, takma kafana bunları, sen biliyorsun da başkaları bunun farkında değil mi, her kötülüğün mutlaka bir gün foyası ortaya çıkar, bu dünya hesap yeri değil belki öte dünyada hesabını verecek…..

Bana göre her nerede duruyorsak, düzgünce sorgulamalı, adam sendeci olmamalı, iyilikleri inşa etmek için çaba sarfetmeli, biraz üzülmeyi kaybetmeyi göze alarak erdemliliği bulaşıcı kılmalıyız. Başka bir gezegen, kainat keşfedilmesi umudumuz yoksa elbette….

]]>
Sat, 15 Oct 2022 13:00:58 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ZEYNEB’İN MASALI https://edebiyatblog.com/zeynebin-masali https://edebiyatblog.com/zeynebin-masali Zehra da olabilirdi, Zübeyde, Zeliha, Zelibe, Zühre gibi pek çok şey olabilirdi. Ama mutlaka “Z” harfi ile başlardı. Benim için çocukluk masalım Zeynep. Bugün çocukluğumun Zeyneb’i ziyaretime geliyor.

Nerden almış telefonumu, nasıl bulmuş bilmiyorum. İstanbul’un öte yakasında oturuyormuş. Gemiyle iskeleye kadar gelecek, oradan alıp evime götüreceğim. Tanıyabilecek miyim?

İncecik dudaklarını farketmezsiniz yüzüne bakınca. Eminim çilleri olduğunu da sonradan benden öğreneceksiniz. Şimdinin çizgi filmlerinde küçük, şirin, sarı saçlı, iki yana örgülü kız modelini andırır çehresi. Kare olduğu niye kazınmış zihnime. Süpürge telini andıran bakımsız sarı saçları seyrek, uçlara doğru iyice incelir. Sekiz dokuz yaşlarında olmalı onu en son hatırladığım yaşı. Mavi gözlerini unutamıyorum. Koyu da değil, açık da değil. Onun sadece gözlerine bakarsınız. Yüzündeki ayrıntıların hiçbir önemi kalmaz. Farkettiniz sanırım bugün zamanda yolculuk yaparken, benimle geleceksiniz.

İskelede sabırsız bir bekleyiş…On beş dakika var geminin iskeleye yanaşmasına. Denizin rengi yeşile çalıyor bugün. Yok, Zeyneb’in gözleri bu renk değildi. Elleri tombişti, kısa parmakları vardı. Erkek kardeşlerinin saçlarını yana yatırarak düzeltirken bu parmakları ne çok izlemiştim. O da beni unutmamış, bir keresinde kız kardeşim ondört-onbeş yaşlarında bir kızın gelip beni sorduğunu, evde olmadığımı öğrenince selam bırakıp geri döndüğünü söylemişti, “adı Zeynep’miş” . O olduğunu düşünmüştüm. Tanıdığım başka Zeynepler de vardı. Ama ben o olmasını istemiştim. Demek ki, iyiymiş, başına kötü bir şeyler gelmemiş, diye kendimi teselli etmiştim. Birgün aniden taşındıklarını duymuş, veda bile edemeden hikayesinin hangi kötü halkasının devreye girdiğine dair ihtimallerle yıllarca beynimi yormuştum.

Gemi iskelede. İnsanları tek tek inceliyor, Zeyneb’in mavi gözlerini arıyordum. Şimdi otuz altı yaşında olmalı. Boyu ne kadardır? Şişman mı, zayıf mı? Kıyafetlerden artık fakir mi, zengin miyi anlamayı beklemiyorum. Bebek arabasıyla, yanında çocuklarla bir sürü kadını eledim. Yalnız bir kadın olacağını umarken, birisi bana doğru yöneldi:

-Ayşe Abla, ben Zeynep. Sensin değil mi? Tanıdım seni, hiç değişmemişsin.

-Zeynep, ah! Tanıyamadım kusuruma bakma, sen nasıl tanıdın bunca sene sonra.

-Değişmemişsin ki, bak bu benim oğlum, bu da kızım.

Aman Allah’ım! Zeynep evlenmiş ve iki tane onu en son gördüğüm yaşlarda çocukları var.

Yıllar önce Zeyneb’in içimi burkan sözlerini hatırladım: “ Ayşe Abla ben hiç evlenmeyeceğim, biliyor musun? Çalışıp para kazanacağım, bir de çocuk yapacağım, ömür boyu mutlu yaşayacağım.” Ona evlenmeden anne olamayacağını söylediğimde, gözlerindeki mavi ışığın sönüp, ince dudaklarından dökülen hezeyanı nasıl unutabilirim? Oysa küçük anneydi Zeynep. İki erkek kardeşi için evi terkeden annesinin yerini almıştı. Ama yine annelik sevdasındaydı. Bıkmamıştı küçük elleriyle yemek yapmaktan, kardeşlerini yıkamaktan, çamaşır yıkamaktan, boyu kadar süpürgeyle evi temizlemekten…

Evdeydik, çocuklar kapı önüne çıkılacağını keşfetmişler içeri dışarı mekik dokuyorlardı. Zeynep, babasının aniden karar verip Kartal’a taşındıklarını söyledi. Akrabaları oradaymış, bir müddet onların yanında yaşamışlar. Bir çocuklu bir kadınla evliliği de iyi gitmemiş ayrılmışlar. Taşınmayı da o kadın istemiş.

Birden hatırladım, üvey annesinin ona yaşattıklarını! Nedense Zeynep’in  altı yaşından sonra yalnız kalışlarının hüznü çöreklenmiş yüreğime. Babası zayıf, ince yapılı, mahalleye hiçbir zararı veya samimiyeti olmayan bir fabrika işçisiydi. Zeyneb’in anlattıklarını bilmesem o adama da acımak gerekir derdim. Ama üç çocukla zor yaşam savaşı veriyor olsan bile, yedi yaşındaki bir çocuğa yemek yapmadı, gömleği kirli kaldı diye kızılıp eziyet edilmez. Okul da karartıyordu Zeyneb’in hayatını. Hem kendi hem de kardeşleri için sık sık i yakalıkları kirl , saçları bitli diye azar işitiyordu. Uğraşıyordu Zeynep, ama öğretmenler yine o melun haşeratı kontrol edip buluyorlardı. Komşuların arada , evlerine alıp yıkayıp temizledikleri oluyordu. Ama yaşadıkları ev şartları iyileştirilemediği için Zeyneb’in yüreği tamir olmak şöyle dursun hergün daha da küçük parçalara dağılıyordu. Ağlama duvarı bendim. Evimiz biraz uzaktı. Ondan sadece üç yaş büyüktüm. Her gün hayaller kuruyor, babası işe gittikten sonra Zeyneb’in evine gidip beraber çile çekerek onun yüzünün biraz gülmesini sağlıyordum. Ama hiç gerçekleşmedi. Evden uzaklaşmam kesinlikle yasaktı. Hele bir kız çocuğunun annesi olmayan bir eve gitmesi imkansızdı. Yapabildiğim Zeyneb’in ziyaretlerinde onun mutsuzluğunu oyun oynayarak unutturmak, konuşarak acısını hafifletmek, hayaller kurdurarak geleceğe umutla bakmasını sağlamaktı.

Zeynep Sarıyer’de oturuyor. Zorla değil, âşık olduğu için evlenmiş. Okul hayatı başarısız olduğu için liseden sonra devam etmemiş, yoksa babası okuldan alıkoymamış.

Annesi evlenirken Zeyneb’e hamileymiş. Babasının bir astsubay olduğunu biliyor, hepsi o kadar. Üvey kızı olduğunu bilerek annesinin onu terketmesinin yüreğinde bıraktığı hasarı ben biliyorum. Babasını bulmak için ne planlar kurmuştuk? Askeriyeye yazı yazıp sormayı düşünmüştük. Adını bile bilmiyordu. Gazeteye ilan vermeyi düşündük. Paramız var mıydı, yeter miydi, dert etmeden.

“Eşim beni seviyor” diyor Zeynep. Çocuklarına da iyi babaydı. Annesi ile buluşmuş, ara ara görüşüyormuş. Babası ile uzun yıllar küs kalmış. “Ama son birkaç yıldır ara sıra ziyaret ediyor, bayramlarda da biz onu ziyaret ediyoruz” diyor. O, erkek kardeşleriyle yaşıyormuş.

Zeyneb’in masalı çocukluğumda bir yara olarak hâlâ yaşıyor. Ona çare olamayışımın suçluluğu, mavi gözlerindeki nemi hâlâ kurutmadı. Zeynep iyi, Zeynep artık bir anne, bir eş. Yüreğime iyi geldi mi?

Sizin Zeynepleriniz nasıl? Ben bir daha Zeyneb’i aramadım. O da beni!

]]>
Thu, 06 Oct 2022 12:47:10 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
OKUMAK , AMA NASIL? https://edebiyatblog.com/okumak-ama-nasil https://edebiyatblog.com/okumak-ama-nasil Okuma yazma ile tanıştığımız ilk günden bu yana çok duyduğumuz bir tavsiye. “ Oku…, bol bol kitap oku…, Okumak çok yararlıdır…” O kadar ki “kitap okumayın, zararlıdır” tavsiyesini duymadığınızla bunu ispatlayabiliriz.

Okumanın yararlı dönüşümü için ne okuduğumuz, nasıl okuduğumuz biraz ihmal ediliyor gibi. Kimi edebiyat dünyası mensupları, belki öğretmenimiz; “ belirli bir alışkanlık edinene kadar ne okursan oku, zaten zamanla kendi okuma zevkin oluşacak ve ona yöneleceksin” derler. Gerçekten öyle oluyor mu? Zorunlu eğitim çağını önemli bir nüfus çoğunluğumuz tamamladığına göre mantıksal bağlamda okur sayısı da ona paralel bir seviyede olması beklenir. Lise ve Dengi Meslek Mezunu 15 426 019 , nüfusa oranı  %21.(2020) Kitap okuma oranı   %0,1. Rakamlara boğmak istemediğim için bir örnekle yetineceğim.  Hepimizin bildiği gibi faydalı iş olan  kitap okumaya istendiği düzeyde yönelmiyoruz. Bu problemin bir yanı.  Diğer bir yanı ise, ne okuduğumuz ve nasıl okuduğumuz? Bu yazıda buna yoğunlaşma önceliğim olacak.

Az sayıdaki okur kitlesinin de okuma tercihleri aşağı yukarı şöyle: Kitap okuyanların  %45’i aşk, %43’ü dini kitaplar (namaz hocası-dua kitapları), ve %12’si de ma­sal, fıkra, siyaset veya kişisel gelişim ile ilgili kitaplar okuyor. Daha başka istatistik verilerine ulaşılabilir. Okuma alışkanlıklarının temeli ailede atılıyor. Anne babası kitapsever olan bireyler de kitapla erken tanışıyor ve hayatına kitabı erken alıyor. Okuma tercihlerine baktığımızda ailenin yaşamı yorumlama şekli, siyasi kabulleri, değer atfettikleri yönde gelişip olgunlaşıyor. Çeşitli anlayışları ortaya koyan veya zıt siyasi içerikleri, önem vermediği bakış açılarına sahip perspektifler sunan kitaplara ilgi göstermiyor. Sonuç olarak tek taraflı beslenmiş bir okur kitlesi ile karşı karşıya buluyoruz kendimizi.

Okul kitap okuma alışkanlığı bakımından zorlayıcı olabileceği gibi, bir öğretmeni ile gönül köprüsü kişiyi kitaplara götürebiliyor. Gönüllü , gönülsüz dersin gerektirdiği kitaplar genellikle kültürümüzün mihenk taşı diyebileceğimiz eserler oluyor. Burada sıkıntı,okur dünyası ile örtüşmeyen bu kitapların teşvik edicilik seviyesi oldukça düşük olması. Lise düzeyinde bile öğrenciler klasik edebiyat ürünlerinden haz alacak estetik duyarlılığa ulaşmamış oluyorlar. Erken buluşmalar sempatiden çok antipati doğuruyor. Genç okurların, aksiyon, gerilim, bilinmeze merakları yüksek olduğundan güncel popüler kültür eserleri ile buluştuklarını gözlemliyoruz. Böyle olması eleştirilmesi gereken bir durum mudur, elbette değildir. Ancak dilin kullanım ustalığını bu eserlerde pek göremeyeceğimiz için sağlanacak faydalardan da feragat etmemizi öngördürtüyor.

Nasıl okuduğumuzu da fayda – bedel dengesi açısından değerlendirmeliyiz. Verdiğimiz zaman kazanımlarımıza değmeli. Ne kadar sürede okuyoruz? Okuduğumuz hız, anlama ve dimağımızda taşıma sürecini etkileyeceğinden önemli. Bir romanı hızlı okuyabilirsiniz, ama bir deneme yazısını, daha yavaş, beyninize sindirerek okumalısınız. Keza bir bilimsel eser de anlayarak ilerlemeniz için hızınızı yavaşlatabilir. Aslında zaman mefhumunu kitap okuma eylemimizle muhasebeye dönüştürürsek, kitap okuma istatiklerine olumlu artış sağlayabiliriz. Örneğin, haftada bir, ayda bir kitap okuma gibi. Kendimizle yaptığımız anlaşmaya uyma, özdisiplinimizin ne kadar geliştiği ile bağlantılıdır. Genel eğilim kendimizi kandırmamaktan yanadır herhalde.

Kısa kitaplar daha çok okunuyor. Daha mı etkili içeriklere sahip, yoksa kolaycı okur tercihlerinden midir? Şüphesiz genç okur kesimi az sayfalı kitapları tercih ediyor. Kalın kitapları devirecek sabır yok. İnternet ve sosyal medya sağolsun, onların suçu değil. Elbirliği ile bu büyülü dünyaya daldık, etkilerinden şikayet hakkımız yok. Eh ne yapalım, uyumlanırız biz de. “Küçürek hikaye” diye bir tür çıktı. Romanlar da küçülecek sanırım. Okuma yeni bir eyleme evriliyor. “Dinleme”… Çeşitli uygulamalarda usta telaffuzcuların okuduğu kitapları, başka işler yaparken (fiziksel), yolculukta dinleme fırsatı sunuyor.  Yakında “kitap okur dinleri” diye bir tanımı dilimize yerleştirmemiz gerekecek.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki, aynı kitaptan her okur aynı şeyi anlamaz. Birikimleri, önyargıları, kişiliği vb. hepsi etkilidir. Yazarın yazma amacı dışında yeniden kendi amacı ile harmanlanarak başka bir içerikle ulaşır okuyucuya. Bu nedenle kitap okuma gruplarını önemserim. Aynı zamanda belirlenen kitabı okuyup, bir zaman diliminde bir araya gelerek kitap kritiği yapmak o kitabı okuyan kişi asayısınca okuma ayrıcalığını kazandırır insana. Kalıcı öğrenme alanına aktarmış o kitabı kültürünüzün bir parçası yapmış olacaksınız. Bu az bir kazanım değildir.

Kitap okuma bakış açısı ile çeşitlilik içerirse, kişisel kütürümüze dahil edebilirsek, tür farklılığını gözetirsek, mesleğimiz ne olursa olsun, hayatımıza güzellikler katacak, anlam yükleyecek, paylaşma isteğimizi, tahammül gücümüzü artıracak, meram anlatmakta daha becerikli olacağız. 

]]>
Sat, 01 Oct 2022 14:31:19 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ŞEHİRDE BİRİ VAR https://edebiyatblog.com/sehirde-biri-var https://edebiyatblog.com/sehirde-biri-var Duygu yüklü şarkılar, türküler,

Senin yüzünden şair oldu adam,

Ama materyalist yine de yaftası,

Gönlüne baktı boş, virane,

Kaldırımlar yalnız dostane,

Kediden, köpekten yâr, medet

Kolları var sarmalı, ayakları temel,

Sığınak olur bir bedene boşa harcanmamalı,

Gözleri hüzün akıtıyor,

Bir düş,

Dertsiz sofralar kurulduğu

Kahkahalar da kutup kadar uzaktan

Özlem yüreği göç istiyor sonsuzluğa

Susuz, aç, muhtaç, başı damsız

İçindeki karanlık büyüyor.

 

Onca şiir, şarkı, drama

İnsanlık getirmedi adama

Çöküp dizlerine,

Buruşuk ellerine doğuyor güneş,

Kıpırdamasa da kuytuda,

Şehir akıyor,

]]>
Fri, 02 Sep 2022 11:58:39 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
VAZGEÇEBİLDİĞİMİZ KADAR ÇOĞALAN https://edebiyatblog.com/vazgecebildigimiz-kadar-cogalan https://edebiyatblog.com/vazgecebildigimiz-kadar-cogalan      Bir hikaye vardı, bir balıkçı köyünde, balıkçılıkla geçinen bir adam varmış. Her gün balığa çıkar, ailesiyle karınlarını yakaladıkları balıklarla doyururlarmış.  Yeterince balık yakalaması her gün değişik zamanda gerçekleşiyormuş. Ama balıkçı yeterli miktara ulaşınca, evine dönüyormuş. Günlerden bir gün bu köye gezginci bir şehirlinin yolu düşmüş. Balıkçıyı bir süre gözlemledikten sonra ona “neden daha fazla balık yakalamıyorsun?” diye sormuş. Karnımız doyduktan sonrasına gerek olmadığını söylemiş balıkçı. “Fazlasını satmalısın.” demiş adam. Bunun ona ne getirisi olacağını sormuş balıkçı. “Daha çok paran olur, belki de ikinci kayığını alırsın, başka bir balıkçı çalıştırırsın.” Adam devam etmiş, balıkçı “ya sonra” dedikçe. “ Güzel bir ev alırsın, ailen o evde oturur. Konağın olur, büyük bir arazi alırsın, bir ada alırsın….” Diye sürdürmüş konuşmasını. Sonra diye sormaya devam ettikçe en sonunda adam “hiç” demiş.”Mutlu, mesut yaşarsın.”  Balıkçı cevap vermiş: “Ben ailemle şimdi de mutluyum. Bunu elde etmek için bu kadar çabalama ve uğraş mutluluğu kaybettirip, yeniden aratır bana.”

       Biz de hızlıca akan bu hayat düzeninde, balıkçının bulduğu mutluluğu yakalamak için debelenip duruyoruz. Kirada oturuyorsak bir eve sahip olmanın, bir evimiz varsa onun daha büyük olmasının, veya araba istememizin, arabanın özelliklerinin en son özellikli olanına sahip olmak istememizin ardı arkası gelmiyor. İstemekten vazgeçsek mutluluk koşa koşa gelir mi acaba?

       Tersinden bakalım varlıklı insanlar mutluluğa da el koymuşlar mıdır? Tabir yanlış oldu elbette. Mutluluk birilerinin tekeline alacağı bir duygu değil. Ne kadar insan var o kadar mutluluk üreyebilir. Hatta çoğalmaya çoook meyillidir. İstediklerini elde etmek ,  onu kaybetmemeyi de beraberinde getirmiyor mu? Şu anda büyük bir ikramiyeye kavuşsak, onu nasıl korurum, hırsıza, uğursuza kaptırmadan nerede nasıl değerlendiririm derdi ile huzurumuz kaçmaz mı?

        Kanaatkârlığın bu ülkede girişimcilik eylemlerini engellediğine dair bir görüş de var. Deniliyor ki, “ ‘azıcık aşım, kaygısız başım’ bu insanları tembelleştirmiş, daha fazlasını üretmeye, başkaları için de üretmeye kötü gözle bakmıştır. Ekonomimiz bu nedenle gelişmiyor. Bu kültürü değiştirmemiz gerekir.” Tüm bu görüşleri de göz önünde bulundurarak düşünmeden edemiyorum:

      -Göçebe yaşayan, dışarıda geçici barınaklarda ailece konaklayanlar mutlu değil midir? Acaba diğer insanların sahip olduğu bulaşık, çamaşır makinesi, buzdolabı özlemezler mi?

      -Kocaman konaklarda, afilli sofralarda ,  yaldızlı tabaklarda kuru fasulye bilmem ne sosu ile servis edilince daha mı doyma mutluluğu ürettiriyor?

      -Çirkin kadın yoktur, estetik bir yana türlü bakım ürünlerinden sonra, göz alıcı görünen bir kadın, bütün bakışlar üzerinde olmasını mı tercih eder, mıutlu olur; yoksa bir yemek masasına sevgi dolu eş ve çocukları ile oturmak mı onu daha mutlu eder. Ne kadar ilgi çekerse çeksin gerçek bir sevgiye hasretlik duymaz mı?

     - Gösterişli kıyafetler ve lüks araba ile caka satan bir adamın yanındaki insanlar hakkında  onu mu sevdiği, cüzdanındaki paraları mı sevdiği  hiç mi aklına gelmez? Ya da bir tabiat köşesine kıyafete ne olacağı umursanmadan serilmenin rahatlığı, doğanın ona gösterişi daha mutluluk vermez mi?

     - Sağlığı ille de kaybedince değerini anlamadan bir hastaneye yolumuzu düşürsek, oradan ayrılırken dünyanın en zenginiymiş gibi hissetmez miyiz?

       - Ağlarken başımızı yaslayacağımız bir omuz aramak, derdimizi paylaşmak için dosta koşmak, sadece bir günü gezerek tamamlamak için arkadaşa ihtiyaç duymak yerine; bir omuz olduğunuzda,  birinin derdini dinlediğinizde, tek başınıza gezip yeni yol arkadaşları veya gözlemlediklerinizi içinize alarak ruhunuzu genişlettiğinizde mutluluğa davetiye çıkarmış olmaz mıyız?

       Düşünüyorum, düşündüklerim beni yine kendimize yolculuyor. Ne kadar vazgeçersek o kadar sahip olduklarımız çoğalıyor. Almak değil vermek mutluluktur, diyorlar artık çoğu yerde. Bence de….

]]>
Sat, 27 Aug 2022 23:35:12 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ARAYIŞ https://edebiyatblog.com/arayis-3420 https://edebiyatblog.com/arayis-3420 Ağustos ortası beklenmedik bir yağış, fırtına. Mekanı su basmıştı. Elektrik şalterleri indirilmiş, çalışanlar paçaları sıvamış, naylon terliklerle, fırça elde suları uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Yağmurun biraz hafiflediği kısa anlarda işe yarar gibi görünüyor, ancak müthiş bir patlama sesi gibi gök gürültüsüyle daha güçlü gelen su kendine daha geniş alanlar buluyordu. Ağaç dalları rüzgâra direnemeyerek kopuyor oraya buraya savruluyordu. Dışarıda olmamak en güvenli seçimdi, ama işte olmak bir mecburiyetti. Tek bir müşteri çalışanlarla birlikte bu mağduriyeti yaşıyordu. Geldiğinde henüz hava patlamamış olsa bile, önceden bilinen bu felakette dışarı çıkması ne seçim, ne de mecburiyetti. Bir arkadaş buluşmasıydı nihayetinde…

Dilek geçici işe başlamış bir lise öğrencisiydi. Çalışanların en küçüğü ve tecrübesizi. İçten içe geldiği için kızılan müşteriyle irtibata o layık görülmüştü:

-Bir ihtiyacınız var mı, iyi misiniz?

-Yok yavrum, sadece şaşkınım. Buraya her zaman gelmem, su basıyor muydu burayı yağmurda. Kırk yılda bir evden çıkmaya karar verdim başıma gelene bak, diye gülümseyerek konuştu kadın.

-Ben de yeniyim, bir aydır çalışıyorum. Ben varken olmadı, ama daha önceleri birkaç kere olmuş. Endişelenmeyin. Birazdan diner. Biz buradayız.

-Kendim için değil arkadaşım için endişeliyim. Gelmiş ama içeriye girememiş. Ana giriş de su doluymuş geçememiş, orada bir kurulukta bekliyor.

O esnada telefonu çaldı kadının. Cevap verdi:

-Hiç sorma arkadaşım, ben de çalışanlarla su geldikçe geri çekiliyorum. Şu anda tezgâhın arkasında bekliyoruz. İçeri geçtin mi sen? Giriştesin…..  Ana binada mı?....  Ben kafe bölümünden çıkamam, ayağımda bez ayakkabılar ıslanırsa, idrar yolu enfeksiyonu tetiklenir. Ne yapalım?.... Tamam arkadaşım, başka zaman görüşürüz….Öyle yap… Ben de burası müsait olunca çıkarım herhalde…. Aaaaa evet, ben de karşılaştım sabah Mevlüt arkadaşla. Burada yeni işe başlamış. Yanında demek, o ilgilenir seninle. Nasıl olsa hemen gidemeyeceksin.

Bir müddet sonra elinde bez ayakkabıları, ayağında naylon terliklerle paçalar sıvalı, Dilek’in tuttuğu şemsiye ile ana binaya giriş yaptı kadın. Yine kahkahalar eşliğinde “manzaramı beğendin mi” diyerek.

-Yaaa, canım, senden kadın tuvaletinden kağıt havlu veya peçete getirmeni rica etsem. Ayaklarımı kurulayıp giyineyim.

Zaten tuvalet kapısının önünde olduklarını fark eden arkadaşı hemen denileni yapmak üzere harekete geçti. Çıkışta büro gibi bir odaya sesleri takip ederek buldu arkadaşını.

-Zerrinciğim bu kızımız lisede öğrenci imiş. Benim de fikrimi sordu, yazar çizer olduğumuzu anlayınca. Okul değiştirmek istiyormuş. Bu sene 10.sınıfı tekrara kalmış. Okulunda mutlu da değilmiş. Sağlık meslek lisesi istiyor, sen bilirsin geçebilir mi?

-Puanla sanıyorum tüm okullarda geçişler. Kontenjanlarına bakıp puanları kendisininkine uyuyorsa talep edebilir. Ama en doğrusu gidip okul ile görüşmek.

Dilek:

-Biz gittik görüştük, kendi okuluna dilekçe ver dediler.

-Öyle yap o zaman, dedi Zerrin. Ama önce puan ve kontenjan durumlarını internetten araştır.

-Tek bir tercih hakkım varmış, ben mutlaka gitmek istiyorum. Erken nakil istemem işe yarar mı?

-Bildiğim kadarıyla puan üstünlüğüne göre ve yer olması halinde merkezi olarak yapılıyor. Ama sen 10.sınıfsın. Meslek liselerinde branşlaşma var. Onun usulü farklı olabilir. Yine de en doğrusu okulundan öğrenmen. Her sene kurallar değişiyor. Ben de yakın zamanda takip edemedim. Sen hangi okuldasın?

-Anadolu lisesindeyim, sağlık istemiştim olmadı. İçimde kalmasın diyorum. Yıl boyunca çalıştığım için yorgundum, derslere önem veremedim. Beynimde olanları bile yani bildiklerimi kağıda dökememe sorunu yaşadım. Ama bu sene okula tüm gücümü vereceğim. Üniversite için para da biriktirdim.

- Çocuğum, amacın üniversite ise olduğun okul en doğru yer. Sağlık lisesi çalışanları artık tam yetkili mezun olamıyor, yardımcı olarak çalışabiliyorlar. Sağlık alanında üniversiteden meslek sahibi olabilirsin.

-Aslında ben okulda arkadaşlarımla, kimi öğretmenlerle çok ters düştüm, sağlık olmasa da okul değiştireceğim.

- İmam Hatip Lisesi davranışları ile daha problemsiz öğrencilerin olduğu yer. Oraya git. Senin puanın kaç?

Oldukça düşük bir puan söyleyince , din ile ilgili daha fazla ders onu zorlayacağını belirtip önerisinden vazgeçiyor Zerrin.

-Aslında gayet iyi ezber yaparım. Zorlanmam. Ama ben bu ilçe dışına gitmek istiyorum.

-Evladım, nereye gidersen git kendini de birlikte götüreceksin. Kendinden kaçamazsın. Sen bakış açını değiştir. Her yerde her türlü insan var. Burada da vardır. Dedikoducusu, entrikacısı, şirreti, kıskancı… Sen bu tür insanlarla nasıl başa çıkacağını çöz. Mekân değiştirmek senin hayatında hiçbir şeyi değiştirmez.

Kadın:

- Biz de bugün mekan değiştirip arkadaşça sohbetle efkâr dağıtalım dedik, bak başımıza gelenlere. Eve dönüşümüz risk altında. Burada da günün “ en aptalları” olarak meşhur olduk. Eminim çalışanlar bu havada, bu manyak kadınlar belasını mı arıyor, buraya gelmişler diyorlardır. Bizim daha önceki buluşmamızda da sis basmıştı, karşıda kaldık hatırlıyor musun? Sen olmasan ben korkunç paniklerdim. Bizim bir araya gelmemiz doğa üstü olaylara yol açıyor diyeceğim nerdeyse…

Az sonra Mevlüt yanlarına gelmişti. Kahvaltının hazır olduğunu söyledi. İki kadın bomboş restoranta yöneldiler. Dilek ile ne zaman isterse arayabileceğini belirterek vedalaşıp teşekkür ettiler.

-Bugün buraya her şeye rağmen gelmemizin sebebi bu kızcağız mı acaba dedi, kadın.

“Biz arayışta iken bulunmamız istenen yere çekilmiş olmayalım.”

]]>
Tue, 16 Aug 2022 13:46:44 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
HİKÂYE https://edebiyatblog.com/gumussozhikaye https://edebiyatblog.com/gumussozhikaye İnandım, bu dünya gerçek değil

Evvel zaman da şimdi,

Anamın beşiğini sallayabilirim masallardan

Gelecek, gelecek mi sahiden,

Piramit bile inşa edemeyecek medeniyetim,

Devasa Nemrut heykelleri,

Taş devrinde taşı taşa vurarak yontma!

İnanmadım, zaman bir hile,

Gelişmeler geriye,

Yerle bir olmuş uzay çağı,

Elinde bir tohum,

Gıdan topraktan hediye,

Sonra sen toprak, senden toprak…

]]>
Sun, 07 Aug 2022 15:31:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SEVGİLİ KIZIM, https://edebiyatblog.com/sevgili-kizim https://edebiyatblog.com/sevgili-kizim       Varlığın sayesinde “anne” rütbesine nail olan biri aralarında sadece bir duvar  veya bir kapı varken seslenişini sessizce ve dolaylı yapmasının nedenini izah edebileceğimi zannetmiyorum.Buna yeltenmeyeceğim. Ama sana ulaşmam gerek, bir şekilde sana ulaşmam mutlaka gerek....

      Anne olmak bu dünyadaki herkes ve her kesim tarafından yüceltilmiş bir duygu....Biz kadınlar bu yüce duyguya muhatap olabilmek için coşkuyla hayatı karşılıyoruz. Bu öyle bir paye ki ..........

      Anneliği geçmişten, annemden öğrenmişimdir herhalde...Onu beğenmeyerek, eksik bularak, daha mükemmelini icra edeceğime inanarak...Doğumundaki mucizeyle başladı her şey....Neye,kime benzediğin? Sağlığın?.Sonra müthiş bir koruma duygusu büyüttün içimde. Annesine muhtaç bir varlık! Hayatta karşılaşacağım ne olursa olsun asla vazgeçemeyeceğim, bir tek kirpiğinin ıslanışına dünyaları mahvedeceğim bir varlığımdın kucağımdaki sen. Öğrendiklerinle ben de yeniden öğrendim, dünyayı yeniden fark ettim, büyüme evrendeki bebek, çocuk, genç bakış açın benim de bakış açımdı.

      Anne olmaktan vazgeçmek diye bir seçenek yok. Yorulduğun bıktığın anda bile çocuğun için yeniden ayağa kalkmak, güç bulmak ve çocuğunla yola devam etmektir annelik. Bunun için benden nefret ettiğiniz anlarda bile yıkılmadım, dik durdum. Tam bir yuvanın meyvesi olmadığınıza yordum isyanlarını, itirazlarını. Beceriksiz anneliğimi dillendirdiğinde de bittim, tükendim ama yeniden dikeldim. Bana bunu yapma gücü veren evvela Allah sonra sizdiniz. Sizin dünyaya gelmenizi benim vesilemle murad eden Allah’ın bir bildiği var şüphesiz. Şu mutlak ki, evlatsız biri olarak hayata yenilmektense bugünümü tercih ederim. İyi ki hayatıma katıldın.

      Başaramadıklarımı sıralayıp   günah çıkarmayacağım Sevgili Kızım. Olan biten ikimizce de biliniyor nasıl olsa. Bilmeni isterim ki hatalar var da duygular buna göre değişiyor zannetme. Bunlar olaylara matuftur, geçicidir. Dünyanın en büyük hatasını da yapsak sen benim kızımsın ben senin annenim. Bunu hiçbir kuvvet değiştiremez. Ama seneler olaylar beni her yıl biraz daha beceriksizleştiriyor. Ayağa kalkmam adım atmam o kadar yavaş ilerliyor ki, bazen bunu hiç yapamayacağıma kanaat getiriyorum.

     Sen de artık belirli bir olgunluğa eriştin. Kendin olarak yaşamayı başarırken annenin beceriksizlikleri ayağına takılmasın, tökezleme. Bunu başaracağına yürekten inanıyorum. Ama bazen tükenmişlik çukuru seni de girdabına çekebilir, sakın izin verme. Ben seni çok seviyorum. Her zaman seveceğim. Baban yerine de, kardeşin yerine de, amcalar, teyzeler olmayan dayılar, halalar yerine de çok seviyorum. BUNU BİL,  İSTEDİM.

                                                                                                                     Annen

]]>
Fri, 29 Jul 2022 21:13:44 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
DERTLERDEN HAYATA AKMAK https://edebiyatblog.com/dertlerden-hayata-akmak https://edebiyatblog.com/dertlerden-hayata-akmak Otobüsle kısa bir yolculuktan sonra, yirmi dakika yürüme zahmetine katlandığınızda eşsiz mekanlarda bulabileceğinizi biliyorsunuzdur, eğer İstanbul’da yaşıyorsanız. Büyükçe bir kapıdan girdiğinizde araba park alanını karşınızda bulmak sizi hayal kırıklığına uğratmasın. Bu son çağın dört tekerleğe alışık insanı için sonradan eklendiği belli yeşillik içeresinde, biraz ötede görünen tarihi binanın manzara ziyafeti, hemen yanınızda oraya sizi ulaştıracağını müjdeleyen arnavut kaldırımlı yaya yolundan belli oluyor. Beklenen kişi görüş alanında yok, acaba nerede? Akıllı telefonlarla çözülebilecek bu mesele biraz da yüz kızartıyor. Ana girişin hemen karşısında bekleyen siyah kot takımlı delikanlı o muymuş! Tanımadan önünden geçerek gitmiş demek…o da telefondan soruyor: “Siyah gömlek ve pantolonlu, şapkalı siz miydiniz?

Uzun saçlarını kısa kestirmiş genç adam, maske ile örtülmüş ağız burun….Ama gözlerden tanınmalıydı. İri simsiyah badem gözler başkalarında bulunmayan bir sihirli bakışa sahip. Yürümeye başlıyorlar davetkâr arnavut kaldırımından. Kadın “Biliyor musun Arnavutluk’ta da bu yapıda yollara ‘Türk kaldırımı’ diyorlarmış, bu binayı hizmetlerinden çok memnun kaldığı için padişah bir paşaya hediye etmiş. Arazisiyle birlikte…Bir ara özel kurum işletiyordu, şimdi devlet kurumu işletiyor. Misafirhane olarak konaklayanlar olabiliyor.” “Saray gibi debdebeli”  “İçerisi öyle zaten, haydi girip gezelim” Bina girişinde onları bir uyarı tabelası karşılıyor. “İnşaata girmek tehlikeli ve yasaktır.” “Şanssızlık beni illaki bulacak. Burada da peşimi bırakmadı.”

-Tek güzelliği bina değil, bahçesindeki yürüyüş alanına bayılacaksın. Senin burayı keşfetmeni istememin nedeni, evine yürüme mesafesi, doğa içinde ve sessiz. Rahatça sohbet edebiliriz. Sen de ne zaman istersen buraya gelip ruhunu dinlendirebilirsin. Nasılsın, neler yaptın? Nasıl geçiyor günlerin. Seni çok iyi gördüm.

-İyiyim, Bayramdan önce boya yaptık, babam amcalarınla saçını kesmemizi istemiyorsan bayramdan önce kestir dedi, mecburen kestim.

-Zorunda kalman iyi olmamış, onlar hoş karşılamazsa baban eleştiriye maruz bırakmamak için tedbir almış sanırım. Çok mu zor oldu?

-Yok, kökü bende, yine uzatacağım nasıl olsa…

-Şu yolun kenarındaki kanala bakar mısın? Bunlar orijinal, yağmur sularına o kadar güzel yön veriyor ki, kimi zaman yolun altından karşı kıyıya geçiyor, gördün mü? Yıllar önce bunun düşünülmesi müthiş. Günümüz mühendislerinin yaptığı yollarda bu aklı görmemek üzücü.

-Yol da böyle değildir, asfalt çünkü. Ağaçlar çok eski görünüyor, kaç yaşındadırlar acaba, kaç insan, kaç nesil görmüşlerdir?

-Çok, bazıları eğri…Rüzgâra yağmura göre şekil almış.

-Şu sanki devrilecek gibi. Bir yağmur fırtınada gider.

-Bence yanındaki ağaç onu korumak destek olmak için dallarını önüne doğru uzatmış. Ona yaslanır en fazla, kolay yıkılmaz.

-Kalını anne ince olan yavrusu gibi. Birbirine destek oluyorlar sanki. Ama buradaki çok yamuk büyümüş, ilerideki dalı da dimdik gökyüzüne uzanıyor.

-Hayata göre şekil almasını beceriyorlar. Yaşamak böyle bir şey.

-İnsanlar hakkında, önlerinden gelip geçenler hakkında ne düşünüyorlar acaba? Zavallıcıklar kısacık ömürleri var. Biz yüzyıllardır buradayız, bunlar yaşadıklarını anlamadan göçüp gidiyorlar, diyorlar mıdır?

-Belki de. Biz kelebeğin ömrünü iki gün deyip nasıl değerlendiriyorsak. Zaman bizim tanımımızla var, onlarda nasıl? Yani ağaçlar ve kelebekler… Uzaya giden insanın üç-dört yıl kaldığında dönüşü ile ilgili bir teori var biliyor musun?

-Dünyada üç dört yıl, onlara iki ay gibi olurmuş.

-Evet bak kendin söyledin. Zaman bizim icadımız. Belki geriye gidiyoruzdur. Belki aynı anda üç beş zaman vardır yaşanan…

-Hep gezegenlerin dönüşü ile düşünülüyor ya, güneş sistemimiz de bir şeyin etrafında hareket halindeymiş, biliyor muydunuz?

-Evet, çekim kuvvetleri onları birbirine bağlı birlikte hareket ettiriyor.

-Benim daha çok fizik, biyoloji gibi konuları öğrenmem lazım.

Bilimsel sohbetler umut vericiydi. Demek merak ettiklerinin peşinde yolculuklar yapmış. Ruhu dinginleşmiş.

- Bir fare deneyi var, belirli bir sayıda fareyi, erkekli dişili bir mekâna kapatıyorlar. Çoğalıp enerjilerini harcayacak yer bulamayınca farklı şeyler olmaya başlamış. Zira burada yiyecek hazır geliyor, düşmandan kaçma dertleri yok, yuva dertler yok. Birbirlerine şiddet uygulamaya başlamışlar. Gittikçe güçlüler ve zayıflar diye sınıfsal tabakalar oluşmuş. İnsanlar için de böyle değil mi? Bütün insanlar Elon Mask olamaz değil mi? Yani bu sağlıklı değil. İnsanların da sınıfsal farklılıkları zengini fakiri olması lazım.

-TLC diye bir kanal var. Özellikle ev inşası, tadilatı gibi programlar var. Orada insanların üç yüz m2 evler istemeleri, sonsuzluk havuzları inşa etmeleri beni rahatsız ediyor. Bizim bilinçli varlıklar olmamız nedeniyle hayvanlardan ayrı olarak diğer canlıları da umursamalıyız.

Kafası karışmış olabilir. Fareler nezdinde bulunduğu yeri kabullenme merhalesine gelmiş bir ruhu, kendi bakış açısını sunarak altüst etmek iyi bir tercih değilmiş gibi göründü. Ama hızla uzaklaştı bu düşünceden. Yapay hiçbir paylaşımın karşı tarafa can olamayacağı açıktı.  

-Bak burada şelale var. İnsan yapımı…

-Müthiş, ne kadar da doğal görünüyor. İnsanlar fotoğraf çektiriyorlar.

-Senin de bir fotoğrafını alabiliriz.

-İstemem. Ben sevmiyorum.

-Hayret bütün herkes bayılıyor, günde sekiz on fotoğraf paylaşan arkadaşım var. Ben de çok sevmem.

-Bakın orada bir kaplumbağa, yanına gidiyorum.

Uzaklaştı çimenlikten su kenarına, onu hayvancıkla sabitlemek için fotoğrafın tuşuna bastığı anda geri dönmüştü delikanlı:

-Fotoğrafımı mı çektiniz? Lütfen siler misiniz?

-Zaten istediğim olmadı, Arkadan yüzün görünmeden çekecektim, o anda döndün.

-Kaçtı kaplumbağa çünkü…

Gizlenmek, yok olmak istemesini anlıyordu. Hassas bir yüreğin kaldıramayacağı kadar çok şey yaşamıştı.

-Kolun iyileşti mi?

Sıvadı giysisini, göstererek iyileştiğini söyledi.

Son görüşmelerinde sohbeti bitirip masanın diğer tarafına geçtiğinde yerlerin kan içinde olduğunu görmüş ürpermişti: Ama o büyük bir sakinlikle kolunda kabuklaşmış yaraları farkında olmadan soyduğunu söylüyordu. Bileği ile dirsek arası çizik ve yaralarla doluydu, yoğun bir kan akıyordu. Başkaları odaya gelmeden hemen temizlediler. Görülmesi ile yapılacak izahat sıkıntısını ona yaşatmaktansa nedenlerini sonradan dinlemek çözümünü düşünmüştü.

Genç ruhun kolundan akan kanlar hiçbir şeydi. Yüreğinden akan kanlar büsbütün hayatını kaplamış, yaşama arzusunu tüketmişti. Dersleri çabalamasına rağmen büyük bir yük oluyordu ona. Sınıf tekrarına şaşırmadı. Onun adalet duygusundaki sarsılmaz güç, devamsızlıktan kalması gerektiğini, zaten geçerse haksızlık olacağını söyletiyordu...

-Kardeşlerimle annemi ziyarete gittik.

-Çok sevindim. Nasıl geçti?

-Biz ona iyi gelir diye düşündük ama, bizimle hiç konuşmadı, her zaman öyle zaten. Babam gitmemizi istemiyor. Anneannemin kendisi ile ilgili bir şeyler anlatacağını bildiği için… Ama benimle  birlikte gitmelerine izin verdi kız kardeşlerime. Ben de onlar görsün diye gittim.

-Seni annenin bu durumu nasıl etkiledi? Kaç yaşında ayrıldınız?

-Ben bildim bileli annem konuşmaz, bizimle ilgilenmez. Sadece babamla, o da kavga eder. Anneannem babamı suçluyor, onun yüzünden hastalandığını söylüyor.

-Ama altı kardeştiniz, demek ki iyi geçindikleri olmuş. Bu zaten onları ilgilendirir. Sen nasıl etkilendin?

-Hiç etkilenmedim. Küçüklükten beri alışkınım. Annem akşamları babam geldiğinde yemek yapardı. Ben okuldan gelince dolapta ne varsa yerdim. Veya basit yemekler pişirmeyi öğrendim, öyle karnımızı doyururduk. O dizilerini izler, bizimle uğraşmazdı. Ama ilkokula başladığımda okuma yazma öğrenmeme yardım etti. Babam da hep işte olurdu. Sonra o memlekette kaldı, biz buraya göç ettik. Dört sene de öyle uzak yaşadık. Geldiğinde annem gitti.

Demek küçük yaşından itibaren kardeşlerinin sorumluluğu omzundaydı. Okul veli sorumlulukları, hastalandıklarında doktor yolu, resmi işlemleri…. Babası çoktan oğluna devretmişti. Zira başka bir işe yaramadığını söylüyordu. Gelecek yıl okula devamı da tehdit altındaydı.

-Sabahleyin bir telefon görüşmesi yaptım. Kendisi başkalarına destek olan tanıdığım biri şu anda zor günler geçiriyor. Dışarıdan nasıl bir destek alırsan al, içindeki hayat enerjisini bulmayı ancak kendisinin başaracağını söyledim. Hepimiz dibe ineriz bazen. Nasıl çıktığımız önemli. Ona da mutlaka çıkış yolu bulacağını söyledim. Bağışıklığını güçlendirmesini, zira bedenimizin bizi desteklediğini, kendisini iyi hissettiren şeyleri beyninde çivilemesini istedim. Sık sık onları yaparsak, arkası güzel geliyor. Yani hepimiz insanız. Dik durmayı beceremediğimiz zamanlar olur. Genelde geçmiş ve gelecek bizi hasta eder. Aslında geçmiş yaşanmış bitmiştir, gelecek endişesi de erken. Gelince yaşarsın. Şu an ne var ona bak. İşte karga, bağırıyor, arkadaşını çağırıyormuş bak geldi. Görüyor musun?

-Burası çok güzelmiş. Ara sıra gelirim. Arkadaşıma bilgisayar gerekiyordu, birlikte topladık. O Yemenli. Türkçesi iyi değil. Çalıştırmayı başardım, çok sevindim. Şimdi de etrafımda çok sık Arapça konuşan insanlar duyuyorum. Onları anlamak, daha doğrusu insanların hepsinin konuştuklarını anlamak hoşuma gidiyor.

-Aslında ben seni üzen o günü konuşacaktım. Ama o kadar mutlu gördüm ki, yeniden moralsizleştirmek istemedim. Ama ne zaman modun düşerse, bana yazacaksın veya arayacaksın. Konuşacağız.

Artık beş kardeş yaşıyor olmanın, eksik birinin feci yok oluş anına, küçük bir yüreğin tanıklığındaki travması…. Karartılmayacak kadar güzel bir gün… Umut dolu…

]]>
Sat, 23 Jul 2022 21:04:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SON BEKLENEN https://edebiyatblog.com/son-beklenen https://edebiyatblog.com/son-beklenen Yorgunum, mutluyum

Hastayım, savaştayım

Yastayım, hayattayım

Geçmişim bırakmaz yakamı

Ve geleceğim endişelerle yüklü,

Marazlı hatıralar ve pusuda hatıra olacaklar

Her düştüğümde kalkmışsam yeniden

Sabrım en iyi silahım.

Doğan güne seviniyorsam

Ve yürüyerek bir ağaca, uzanıyorsam bir dala

Pencereden seyreden hüzünlü insan,

Davetimdir

Hayat sürprizli, nerden baktığın ve niyetin

Son beklediğin,

Bir el mi, mucizevi bir ilhamla yüreğine indirilme

Mutluluk, sağlık, huzur

Hangisi

Ölüm ve Azrail ?

Bekleme, o davetsiz misafir…

]]>
Sat, 16 Jul 2022 17:52:15 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KAVGA OLMUŞ https://edebiyatblog.com/kavga-olmus https://edebiyatblog.com/kavga-olmus Pazar yerinin arkası kalabalıktı. Az ötede arabalarını ev gibi kullanan çingenelerden bir kaçı oraya doğru seyirtti.  Öğrenci kalabalağının ortasında orta boylu bir delikanlı yerde kıvranan daha ufak tefek birini tekmeliyordu. Ağzından küfürler saçarak, tehditler savurarak biteviye vuruyordu. Arasıra yere eğilip, yakasından tuttuğu çocuğu yerden uzaklaştırıp yumrukla tekrar yere yapıştırıyordu. Kalabalık sadece seyrediyor, kavgaya müdahele etmiyorlardı. Esmer birkaç adam ortaya daldı, delikanlıyı tuttular. Biri de yerdeki delikanlıyı toparlamaya  çalışıyordu.

-Yeter niye kavga ediyorsunuz, bu kadar vurulur mu, senden küçük hem de…

-Bırakın abi, hak etti. Arkamızdan konuşuyor, küfür ediyor. Kendini bir b.. zannediyor.Şimdi de konuşsun göreyim. Biz yumuşak davrandıkça iyice azıttı. Kız demiyor, aile demiyor. Onun iyi bir derse ihtiyacı vardı. Aldı bugün dersini.

-Talip, hadi gidelim. Yeter bu ona.

Bilal koşarak uzaklaşmaya çalışıyordu ki kalabalığın yanına motorsikletli birinin geldiğini ve Talip’in önünü kestiğini gördü. Durdu. Geri döndü.

-Ben size benim haberim olmadan hiç bir halt yemeyeceksiniz demedim mi?

-İyi de abi, bu sana güvenip rahat durmadı. Biz bırakmıştık işin peşini. Arkamızdan bir torba laf etmiş “yok onlar da kim oluyormuş, benim arkamı gördüler, donlarına sı….. Her kuşun eti yenmez.”  İnanmadım. Çağırdım Mehmet’i. Onun yanında sordum. “Evet söyledi” dedi. Günah benden gitti. Adam olacak. Kimsenin arkasından laga luga yapmayacak.

-Bak bir daha olmasın. Ben de sizi uyarıyorum. Herkes dayılık yapmaya kalkarsa benim ayarlarım bozulur. Ben o zaman size ne yaparım, onu düşünün. Daha çocuksunuz, boyunuzdan büyük işlere kalkışmayın. Doğru düzgün gidip gelin okulunuza.

Okulda sıradan bir gündü. Müdür yardımcıları okulun son günlerinde yapılan sınavların aksamaması için oradan oraya koşturmakta, hoparlörden duyurularla sınav yeri ve zamanı için son anda ortaya çıkan değişiklikleri kotarmaya çalışmaktaydılar. Yusuf da elinde kalemlik, kelebek sistemi dedikleri ortak sınavlarda, bir önceki ders öğrenilen sınav yerine,  bütün öğrenciler gibi ulaşmaya çalışmaktaydı. Yüzündeki morluğu ve patlak dudağını soranları geçiştirdi.

Öğle sonrası, nöbetçiler Yusuf’u disiplin kurulu için çağırdılar. Sınıf arkadaşları meraklı gözlerle baktılar. Demek ki Yusuf yine rahat durmamış, bir kavgaya karışmıştı. Cezalar alsa da diğer öğrenciler için bu fark edilir şekilde olmuyordu. Önemsemediler. Eren;

-Dışarıda kavgaya karışmış diye duydum, dedi.

-Bizim okuldan öğrencilerle mi? Dışarıda olduysa bir şeycik olmaz. Okul dışındaki ile kimse ilgilenmez.

Sonraki dersin ortasında geldi Yusuf. Hiç konuşmadı. Sınıfta yakın arkadaşı yoktu. Sıraya yattı, dersle de ilgilenmedi. Öğretmenler yüzünün halini gördükçe üzerine gitmediler, sınıfa soran bir iki öğretmen de ne olduğunu öğrenemedi.

O gün Talip ve Bilal, Eren’i bahçenin köşesine götürüp konuştular. Yusuf kantine giderken görmüştü onları. Ertesi gün Eren de disiplin kuruluna çağırıldı. Döndüğünde;

-Kavga ile ilgili sordular. Ben karışmadım, görmedim, sonradan duyduğumu söyledim.

Dedi. Bilal kavgalarıyla ünlenmişti okulda. Daha ilk günlerde bir çocukla takışmış. Onun topladığı serserilerle okul bahçe kapısı önünde birbirlerine girmişlerdi. Dövüş sporları yaptığı için dayak yememiş, birinin silah çıkardığını gördükleri esnada birkaç öğretmen müdahelesi ile kalabalık inanılmaz hızda dağılmıştı. Bir başka kavgası kız ile olmuştu. Bir kızla bir erkeğin okul koridorunda kavgasını öğretmenler bile günlerce sınıflarda “bir yaşlarına daha girdiklerinden” bahisle gözleri hayretten kocaman bir şekilde anlatmışlardı. Başka bir kavgası yabancı asıllı bir öğrenci ileydi. Bütün bunlar onu disiplin kurulunun müdavimi yapmıştı. O nedenle çağrıldığında “ooooooo” sesleri eşlik ederek yolculanmıştı.

Talip daha belalı bir çocuktu. Küçük, büyük demeden herkese kafa tutuyordu. Öğretmenlerle her gün derste bir sebepten tartışma çıkarırdı. Sınıftakiler onun bu hallerinden bıksalar da seslerini çıkaramıyorlardı. Zira ne yaparsa yapsın ona bir şey olmuyordu. Canı istemediğinde derse girmiyor, öğretmenden sonra gelip defalarca yok yazılıyor ama yine de devamsızlıktan kalma sorunu olanlar arasında adı geçmiyordu. Müdür yardımcısından torpilli olduğu söyleniyordu. Herkese kükreyen Mürüvvet Hanım, onunla konuşurken “Talipçiğim” diye yumuşayıveriyordu. Onca olay çıkarmasına rağmen disipline hiç çağırılmamıştı. Sonunda bir ders onun da disiplin kuruluna çağırıldığını duydular.

Okulun son haftası öğrencilerin büyük bir çoğunluğu devam etmedi. Karne günü son kez geldiler.

Yeni eğitim döneminde Bilal ve Talip’i göremediler. Okulda olmayışları kendi tercihleri mi, yoksa okul idaresinin isteği ile mi asla bilemediler.

]]>
Tue, 05 Jul 2022 00:45:07 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
MAHALLEM https://edebiyatblog.com/mahallem https://edebiyatblog.com/mahallem Herkesin bir hikayesi var. Dünyaya başlangıcı, ismi, ailesi mahallesi, yaşadığı şehir… Benim de var. Mahalleme götürmek isterim sizi kelimelerle… Cep telefonu ile 365 derece bir çekim ile sanal gezdirmek var da… Aynısı olmayacak, bilirim. Kelimelerin zihninizde yaratacağı büyülü alemin yanından geçmeyecek.

Kurtuluş Savaşı kadın kahramanlarının adı sokaklarında….Milli değerlerinden başlamam gerekir diye düşündüm. İlginizi çekebilir; Gördesli Makbule, Tayyar Rahmiye, Asker Saime ve diğerleri. Çocuk ruhum çözememişti, “Saime” kadın adı, neden asker olsun ki, diye düşünmüştüm. Sebebi varmış. Viranevler iken adı, büyüdü ayrı bir mahalle oldu, adı da Çamlıevler Mahallesi… Uzak komşu olsa da şimdilerde çam ormanına bitişken…Ahalisi tipik köyden indim şehire grubundan, Anadolu insanı. Çoğu Karadeniz, biraz Doğu Anadolu, az Trakyalı. Yıllar geçmiş hepsi İstanbullu oluvermiş. Ama Eminönü, Mahmutpaşa için yola çıkmışlarsa bir gün “İstanbul’a gidiyorum” sözünü duymanız sizi şaşırtmasın. İstanbul’da yaşayıp da niçin böyle derler: Doğru derler aslında. İstanbul surların içi. Dışındakiler için hâlâ öyle olması normal.

Nesi şaşırtır sizi, belki de sizin mahallenizde de adım başı kedi, köpek için yeme içme kapları vardır. Kedi ve köpek dostlarınız şurda burda. Ama bu mahallede hayvana düşmanlık yaparsanız kocaman bir tepkiyle karşılaşırsınız. Herkesin evinin önünde minnak bahçeleri, bahçelerinde çiçekleri, evlerin de mimarisi çoğu yerde göremeyeceğiniz bir yek ahenktedir. Bir elden çıkmış olarak iki oda camın ortasında evin giriş kapısı. Zannettiniz ki okulda çizdiğimiz evlerden esinlenerek böyle anlatıyorum. Oysa ilk planlı yapılaşmalardan bir örnek olduğunu bilmiyorsunuz. Devamı gelmemiş ama güzel bir başlangıç olarak hâlâ İstanbul’a ilham veriyor.

Kocaman pencerelerin çoğunda demir yoktur. Hırsızlık olmadığı ile namlıdır. Çünkü karşılıklı pencereler adeta bir göz gibi birbirlerine gözcülük yapıyor. Her üç evden birinde evcil bir hayvan bakılır. Mahallelinin spor için uzağa gitmesine ihtiyaç yoktur. Ring olarak evlerin etrafını dolanan yolu arşınlamaları yeterlidir. Çocuklar için bu yol bisiklet yolu, skoter yoludur. Ara geçiş yolları da mutlaka küçük bir meydanla birleşerek diğer tarafa yeniden dar bir aradan bağlanır. Bu küçük meydanlar, seksekler, saklambaçlar, yakan toplar için enfestir. Akşamları otopark hizmeti vermesi, mahallelinin bıçkın delikanlılarının toplanıp ayaküstü sohbet alanına dönüşmesi de çok amaçlı kullanıldığının delilidir.

Kapı önlerinde yaz günleri oturmayı sürekli alışkanlık haline getirmiş ailelerin gönüllü görevleri vardır. Çocukları gözetleyip, kollamak. Çay, kahve yudumları arasında yükselen seslere kulak kabartmak, mesele değil herhalde. Satıcılara çok rağbet olmadığı için fazla uğramazlar. Evlerin ulaşım araçları dışında trafik de çok olmaz. Okula, camiye, markete, toplu taşımaya iki dakika mesafesinde bu konforu bulmak ki, elbette bana göre konfor, başka İstanbul mahallelerinde olası değil.

Çatkapı misafiriniz olmaz. Komşu muhabbeti kapı önlerinde, bahçe duvarları üzerinden yapılır. İstemezseniz, burnunu kimse sizin hayatınıza sokmaz. Ne güzel, değil mi? Bu kadar methiyeden sonra tahmin edersiniz ki, nazar boncuğu eksileri de olacak:

Gecenin bir yarısı bir genç kız çığlığı ile uykunuzdan sıçrayıp, bir afete uğradığınız düşünerek kendinizi kapı önüne atabilirsiniz. Sakin olmak lazım. Artık bu ses beni uykumdan etmiyor, uyanıksam sadece sinirimi bozuyor. Uzun yıllar ne olduğunu anlayamadım. Polisi arayacak oldum, ama lüzumsuz bir pozisyona düşme ihtimali vazgeçirdi beni. Tekerlekli sandalyesi ile yakın bir yerde işe gidip gelen memure hanımla tanışma fırsatı bulunca olayın aslını öğrendim. Kendi ifadesiyle “ergen yetiştirme” arazlarıymış. Yeğeni oluyor genç kız. Yan bina alt kat ananne, üst kat teyze, bitişik sokakta benim tanıştığım teyze oturmakta. Tek yeğen de bazen krizlere girip çığlık atmadaymış. Normal değil elbette. Ama nezaketimiz, normal olduğunu kabul bekleyen açıklamalarına mukabil olarak böyle kabul etmemizi gerektiriyor.

Çiroz adamın şişman karısı var, bir de. Çok hassas. Sokak lambasını açık unutanları, bahçedeki çiçeklerini sulamayanı, etrafındaki otları yolmayanı dert ediniyor. Derhal müdahele etmiyor ama, bunların dert olduğunu bir gün birisi size aktarıveriyor. Her gün evin önünde oturup, kendi araçları dışında işyeri aracına da park yeri muhafazası için tapulu malı imiş gibi kapının önüne rastlayan cadde bölümüne araç koydurmamasına dertlenmeniz elbet bir gün ona da fısıldanacaktır.

Çocuk sesleri tatilde iken evinizde huzur bırakmayabilir. Buna alışmak, vardiyalı çalışanlar için mümkün değil. Kargocuların, kapıya kadar ulaşma tenezzülünde bulunmayıp, paketleri yoldan fırlatması da başka bir dezavantaj. Çok katlı binaların olmaması, en fazla üç katlı yapılar, film yapımcılarının da cazibe merkezi yaptı mahallemizi. Sokakta inanılmaz kalabalığı ve araç yığınını daha sık görür olduk. Bir bölümünün iptal ile kullanılamaması memnuniyet verici olmuyor.

Deremiz var, üzerinde köprüler…Top sahalarımız ve çocuk parkımız çok yakın. Ve piknik alanımız  çevreden de gelenlerin dinlenme yeri. Sahilde yürüyüş için on beş dakika sabırla adımlamanız gerekiyor. Mahallemi seviyorum. Sizce de haklı değil miyim?

]]>
Mon, 27 Jun 2022 02:11:07 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BEN YORULDUM HAYAT (Fransızca x Türkçe) https://edebiyatblog.com/ben-yoruldum-hayat-fransizca-x-turkce https://edebiyatblog.com/ben-yoruldum-hayat-fransizca-x-turkce Fri, 24 Jun 2022 14:04:07 +0300 GÜMÜŞ SÖZ TEST&İ ACAYİP https://edebiyatblog.com/test-i-acayip https://edebiyatblog.com/test-i-acayip           SINAV 1 : Bu aşama hayata adım atabilmek için yaradılışın o başlangıçtaki milyonda bilmem kaç olasılığının gerçekleşmesi, dokuz aylık uzun yolculuk, dünyaya gelme yol ve usulünü içgüdüsel olarak başarabilme.

          Bunu başarabildiğinize göre en zor sınav aşamasını geçmişsiniz demektir.Kendinize l00 puan verin.Sezeryanla dünyaya gelen -10 eksiltsin, yolda,tarlada,kendi kendine olanlar +10 eklesin.

 

          SINAV 2 : Size anne ve baba olarak seçilen kişilere kendinizi kabul ettirmiş olmanız, sadece "ınga" sözcüğüyle acıktığınızı, susadığınızı, uykunuzun geldiğini, kucak istediğinizi,hastalandığınızı anlatabilme başarınız.

          Bunu da başardığınız için kendinize 100 puan verin.3. çocuktan sonra olanlar -10 eksiltsin, ilk çocuk olanlar +10 eklesin

 

          SINAV 3 : Yeni bir dil oluşturdunuz. "adda, mama, dede " gibi genel bebekçeye size özel sözcükler eklemek için yakınlarınızın bilgi bankasına başvurunuz.

         Türettiğiniz her sözcük için 10 puan ekleyiniz.Ana dilinizi öğrendiğinize göre 100 puanı zaten aldınız

 

         SINAV 4 : Emeklemek, yürümek, koşmak sizin için geçilmiş önemli sınavlardan

         Buna puan yok . Zira doğar doğmaz yürüyen diğer canlılara haksızlık yapmış oluruz. Hatta uçan bile var.

 

         SINAV 5 : Etrafınızdaki yetişkinleri idare etmeyi başardınız. Onlara iyi bir denek olarak ebeveyn olma sıfatını kazandırdınız. Siz bu süreçte yitip gitmediyseniz bu sınavı da hakkıyla kazandınız

         "Bu çocuk kime benzedi bilmem ki" sözünü duyanlar -10 eksiltsin, "benim çocuğum harikadır, hiç hata yapmaz" ı duyanlar +10 puan eklesin.100 puan anne ve babalığı hiçkimseden öğrenmeden sizin üzerinizde deneyerek öğrendiklerinden elbetteki hakkınız.

        

         SINAV 6 : Okul denen yere adım atmayı başardınız 8 yıl git gel, sınavdan çık sınava gir. Bir sürü şeyi ezberle, öğretmen denen işi soru sormak ve sınav yapmak olan kişilerin kahrını çekmeye talip olmak büyük başarıdır.

         Nasıl öğrenci olursanız olun mezun olacaksınız.100 puan daha aldınız.Okul denen nesneyle tanışamayanlar -10, tanışıp pes edenler -20 lütfen. Takdir teşekkür belgelerine de herhalde herbirine +10.....

 

         SINAV 7 : OKS eski adı LGS . 

         Açıklama yapmadan kodlamayı anlayanlar 100 puan aldı.

          SINAV 8 : Bitmedi ÖSYM var.Tanıyoryorsanız 100 puan sizin...

         SINAV 9 : Para kazanacağınız bir iş bulduysanız 100 puan sizin. Mesleğinizi yapmıyor ama seviyorsanız +10 ,mesleğinizi yapıyor ve sevmiyorsanız -10...

 

         SINAV 10: Eş seçme, Puan alıp almamak size kalmış

 

         Bu sınavlar bitmez.... 2010

]]>
Sat, 18 Jun 2022 12:56:48 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
AYRILIK...... https://edebiyatblog.com/ayrilik https://edebiyatblog.com/ayrilik Her ayrılık acıdır!....

Sevgiliden ayrılık acısı BAŞTACI....

Allah’tan ayrılık TASSAVVUF İLACI...

Evlattan ayrılık GELİP GEÇİCİ...

Evinden ayrılık KİRACI....

Anneden ayrılık istemem ama yan cebime koy (KOCACI)

Vatandan ayrılık İLTİCACI...

İşinden ayrılık HER İŞE RAZICI...

Eşinden ayrılık İKİNCİ BAHARCI...

Malından ayrılık cana gelmesin(CANCI)

Parandan ayrılık (MESAİCİ ve VARDİYACI)

Dostundan ayrılık (MAZİCİ)

Kardeşten ayrılık (DUACI)

Kendinden ayrılık (BİR NAMAZLIK SALTANATÇI)

                                                 ....HER AYRILIK ACIDIR......28/01/2016

]]>
Tue, 14 Jun 2022 09:42:37 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KRİSTAL ÇOCUK… https://edebiyatblog.com/kristal-cocuk https://edebiyatblog.com/kristal-cocuk Evle okul arası mekik dokuyarak geçen günlerine baktı Hasan. Bir de okuduğu yazıya ….1995 sonrası doğanlar 'kristal çocuk' mu? "Hasaaan!" diye seslendi annesi:

-  Odandaki kirli çamaşırları ver, makinayı açıyorum. Yıkansın.

"İlk bakacağımız yer onların gözleridir, iri, etkili, anlamlı ve bilge gözlere sahiptirler."

Koştu aynaya. Gözlerini kocaman açtı. Bir yandan çarklı bakış attı kendine. Etkili mi etkili. Sonra sınıftaki Meryem'i düşündü. Güzel Meryem'e bakıyormuş gibi baktı aynaya. Hergün içini okumasına dua ederek bakıyordu ona, manalı, manalı. Bilge gözler, nasıl olur? Aferim demişti geçen hafta tarih öğretmeni. Savaşın nedenlerinden birini bilmişti. Atmıştı da tutmuştu ama, onu çabucak gömdü içine. Bilmişti sonuçta. Hem de hiç bilmeyerek icadetmişti. Bilgeydi o zaman….

- Hasaaaan!...Kime diyorum, odana kokudan girilmiyor, ver şu terli, kokmuş formalarını, çoraplarını.

"Mutluluk ve sevinç verirler, bağışlayıcıdırlar."

Odaya dağıldı Hasan, Sandalyenin üstünde altında, yerde içi dışına çıkmış ne kadar giysisi varsa topladı, seyirtti annesinin yanına, büsbütün sırıtarak:

-Getirdim anneciğim, sen olmasan pislikte boğulurum, iyi ki varsın, iyi ki annemsin.

Annesi gözlerini kısarak alttan yukarı baktı:

- Hayırdır, ne istiyorsun, neyin yolunu yapıyorsun yine? Vallahi bende para mara yok. Bırakmadı baban. 

-Estağfirullah anne, bir şey istemiyorum. Sen mutlu ol diye söyledim. Sen bana kızıyorsun ama ben sana hiç gücenmiyorum.

-Allah Allah… Gücenin beyefendi!... Sen bana lafla dil dökeceğine, odanı topla, temiz tut. Ben öyle daha mutlu olurum. Hele bir de okuldan "senin oğlun bizim medarı iftiharımız" diye arasınlar; bak sana mutluluktan göbek atmıyor muyum! Yetmez, bir de toplarım eşi dostu, sünnetten sonra ikinci bir eğlence şerefine….

Bağışlayıcı bağışlayıcı hiç karşılık vermeden odasına döndü Hasan. Bilgisayarına gömüldü tekrar.

"Kristal Çocuklar büyükleri olan İndigo Çocuklar'la, benzer özellikleri paylaşırlar. İndigoların ruhları savaşçıdır, amaçları eski düşünceleri yani önceki eğitim, yönetim ve yasal sistemleri yok etmektir."

İşte cevap buydu. Eğitimle, okul idaresiyle, kurallarla uyuşamamasının nedeni 1995'ten sonra doğmasıydı. Kendi suçu değildi. Hangi yönetim bunu bilmez de bu çocuklara yasa, kural dayatır. Eğitimi değiştirmez. Turan geldi aklına. Son matematik sınavında en yüksek puanı almıştı. O acaba kristal çocuk değil miydi? Ya da savaşçı ruhunu yitirmiş miydi?

 "Başlıca düşmanları psikiyatrik tedavilerdir, onlara ilaç tedavileri uygulandığında duyarlılıklarını, ruhsal yeteneklerini ve enerjilerini yitirirler."

Hasan maden bulmuş defineci gibi yazıyı anlamaya çalışıyordu. X,Y,Z kuşağı duymuştu,okumuştu  ama bunu ilk defa görmüştü. Turan kesin buna maruz bırakıldı. O bir kristal çocuk değil. Kendisi kristal. Yani çok değerli bir maden.

"Müzikten etkilenirler ve şarkı söylerler"

Son ses açtı müziği. Annesi kapıyı sertçe açarak:

-Oğlum, komşuların da bigisayarı, müzik aletleri var. Onların yok zannediyorsan var yani. Çabuk kıs şunun sesini. Benimki de kafa yahu…..

- Ben yüksek sesle seviyorum, kafamı dağıtıyorum.

-Ne var kafanda dağıtacak? Ne oldu? Bir şey mi oldu okulda? Bana anlat. Dağıtınca gitmez o. Giden senin beyin hücrelerin oluyor. Onlar okulda lazım çocuğum.

-Hadi oturdum yanına, anlat bakayım.

-Özel bir şey olmadı. Kafam genelde bozuk. Olmasın mı daha…Koronası bizi buldu, enflasyon vurdu, bizi buldu, okul da ne öğrettikleri belli değil. Sanki ben Malazgirt savaşını anlatacağım patrona, ya da kafiyeli reklam yazdıracaklar. Ne işime yarayacak? Üniversiteyi bitirsem bile iş bulacağım şüpheli. 

-Oğlum sen bunlara mı kafa yordun? Gitme okula, Tarih, Edebiyat, Matematik öğrenme. Evde ben sana yemek yapmayı, temizlik yapmayı öğreteyim. Onlar kesin lazım. Patron istemese karın isteyecek. Ne öğrenmek istiyorsun? Bu bilgisayar mereti  akşama kadar elinde.  Sor bakalım öğrenmek istediğin orada yok mu? İlla ki vardır. Sen istedin de öğrenecek kaynak mı bulamadın? Teknoloji biliyor dedim geçen gün Mahmut Amca'na. Akşama kadar elinde dedim. Python biliyor mu diye sana sorduydum ya? Adını benden duydun be çocuğum. Matematiği nasıl diye sordu? Diplerde demedim yine, idare ediyor dedim. Matematiği iyi olacak diyor. Yoksa teknoloji filan öğrenemezmişsin.

- Amaaan anne, yeter. İyi ki de bir akraba var. Herkes Mahmut olacak bu sülalede.

- Mahmut olma sen Hasan ol!... Babanın eline bakmayan Hasan!...Hergün şikayet eden değil, özenilen Hasan ol! Başka anneler çocuklarına Hasan Amcan iyi yaptı diye anlatsınlar.

Odadan çıkarken "müziği açma son ses" diye tembihledi.

"Şefkatli, duyarlı ve empatikdirler - Konuşmaya başlayınca geçmiş yaşam anılarını anlatırlar - Sanatçı ve yaratıcıdırlar - Sebze ve meyveleri tercih ederler - Denge duyguları mükemmeldir - Geç konuşurlar." ….

Geçmiş yaşamlarını anlatır, evet. Sanatçı mıdır kendisi. Daha herhangi bir hobi edinememişti. Müzikle ilgisi dinlemekten, resimle ilgisi boyama kitabı karalamaktan, yazı ile ilgisi klavyede mesajlaşmaktan öte değildi. Sebze ve meyve tercihinde zihninde olayı bitirdi. En çok etyemezlere söylenirdi. Etli her türlü yemek favorisiydi. Sayfayı kapattı sinirle Hasan.

]]>
Mon, 16 May 2022 15:27:32 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ANNELER, ANNELİKLER!... https://edebiyatblog.com/anneler-annelikler https://edebiyatblog.com/anneler-annelikler En çok duygu seli "anne"ler üzerine yaşanıyor. Şiirler ona, methiyeler ona, duyguları ifade etmelerde yetmezlikler onlara… Haklılar… ANNE'lik öyle bir müessese ki, aciz dünyaya gözlerini açan bir yavruya kendiliğinden hazır bir oluşum. Emre amade, ihtiyacı sezgileyerek doğal bir şekilde harekete geçen, içgüdüsellikle en doğruyu da yapan inanılmaz bir oluşum. Şüphesiz Yaradan'ın hediyesi. Bir hikaye dolanımda, sizin de önünüze gelmiştir: Yaradan yeni bir canlı yaratırken, kendisi yerine herkese bir melek tayin etmiş. Adına da ANNE demiş.

Normal seyrinde minnetarlıkla annelerine bağlı olan ve bunu yaşayan,  yaşatanlara buradan sözüm yok.

Benim sözüm bu olağan sürece uzaktaki yüreklere!...

Önce öksüz olanların yüreklerindeki yangınlara bakmak istiyorum. Her genellediğimiz durumun istisnalarında ne çamlar devirdiğimizi biliyor muyuz? Okul önlerinde evlatlarıyla ömürlük ayrılıyormuşçasına veda buseleri, sarılmacalar….Bir okul yöneticisi velilerin dikkatini bu konuya çekmiş, uyarmıştı: Yapmayın! Öksüz çocuklarımızın yüreklerini kanatmayın! Ne kadar haklı olduğunu, yetim olarak her baba-evlat münasebetine farklı hassasiyet gösterdiğimi fark ettiğimde anladım. Yani babalar için de durum aynı. Babasız büyümek zorunda kalanların eksiklikleri yüzüne çarpıyor bu defa….

Günümüz gerçeklerinden biri de parçalanmış aileler…Anne ve baba var. Ama çocuk sadece biriyle yetinmek zorunda. Sağlıklı iletişimi sürdürenler çok az. Zaten sağlıklı kişiliğe sahip ebeveynler olsalar sorun olmaz… Çocuk bu defa duygu istismarını öğrenerek yaralanıyor. Anne ve babayı suçluluk duygusuna sürükleyerek menfaat sağlamayı çabuk öğreniyor. Büyük ebeveynler ise çoktan merhametlerine yenilmiş taviz üzerine taviz ile çocuk yetiştiriyor. Bu çocuklar için anne ve baba daima eksik ve yanlış yapan kişilerdir. Asla tatmin olmazlar. Hep almayı öğrendikleri için, sosyal medyada veya çevrelerinde gözlemledikleri anneler onlar için özlem duyulan anneliklerdir. Kendileri de modellemeyi doğru yapmadıkları için muhtemelen aşırıya varan ebeveynlikler sergileyeceklerdir. Benim düşüncelerim tamamen öznel. İstisnalar varsa da sadece alkışlarım.

Sonrası gurubum, anneli babalı evlerde annesiz babasız yetişenler. En zavallı gurup bunlardır. Bunların anne ve babaları çocuk kişiliklerine sahip olmalarına rağmen anne ve baba olmuşlardır. Yaradan ve doğa kanunları bunu mümkün kılıyor. Bu evlerde yetersizliklerinin de farkında olmayan ebeveynler tahakkümün en güçlüsünü çocuk üzerinde uygulayıp, sağlıklı bir bireyin yetişmesine asla olanak vermemişlerdir, vermezler. Bütün ayarlarını bozarlar. Anne ve baba haklarının hepsine taliptirler. Saygı beklerler, ama sevgi üretip aktaramazlar. Kural koyarlar, uyulmasını isterler, kendileri ebeveynlik kurallarıyla asla ilgilenmezler. Araştırmaz, danışmaz, sormazlar. Sadece yargılayıcıdırlar, gardiyandırlar, infaz memurudurlar. Ellerinden başkası gelmez. Bu ebeveynlerin çocukları kendilerini özgürleştirme fırsatı elde etmişlerse, kayıplarını en kısa sürede telafiye başlarlar. Elde edememişlerse arızalı olarak hayatlarına devam etme esaretine mahkum yaşarlar.

En son olarak da anne ve babalığı sonsuz merhamet olarak yaşayanların çocuklarıdır. Bunlar da çocuk olarak çok şanslıdırlar. En özgür yetişen guruptur. Kendilerine hiçbir müdahele gelmez. Çünkü anneleri ve babaları onlar için vardır. Ne isterlerse sahibi olurlar. Bu çocuklara anne ve baba olanlar sonraki dönemde şanssızdırlar. Bekledikleri ilgiyi ve sevgiyi asla göremezler. Her şey bir alış veriştir. Anne ve baba oldularsa elbette yapmaları gerektiğine hükmeder evlat. Annelerin karşılıksız sevmelerine ilişkin tanımlama tam anlamını bulmuştur. Şımarık ve dünyanın kendi etrafında döndüğüne dair eylemler gördüğümüz evlatlar bunlardır. Ergenlikleriyle birlikte zıtlık aile ile bağını tamamen koparmaya kadar gidebilir. Anne ve babalar hak etmedikleri bir karşılıkla şaşkına dönmüşlerdir. Çocukları acımasız, vefasız, doğrucudurlar. Hep haklıdırlar. Bu son gurup küçümsenemeyecek çoğunluğa ulaştığı için toplumsal yapı da bozulmaktadır.

Farklı pek çok şey daha söylenebilir. Anneler günü bu düşüncelerin ışığında gözden geçirilmesi gerektiğini düşündüm. Sadece bir hediyeleşme, kapitalizmin ekonomik hareketlenmesine aracılık etmesi, hatta sosyal medyadan mesajlaşma , paylaşım sayılarını artırma dışındaki yönünü de es geçmek istemedim.

]]>
Sun, 08 May 2022 15:16:40 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YOL AÇ KENDİNE… https://edebiyatblog.com/yol-ac-kendine https://edebiyatblog.com/yol-ac-kendine Yol hep biteviye, her sona ulaşırım

Köşe, yeniden başlamak

Dermanın yetesiye

Yolumuz belli, önceden hazır

Bir yol kendin için

Nasıl, ne zaman, yalnız

Kimsecikler ardına takılmadan

Ellerinle tırmalaya tırmalaya,

Görünmezlikleri aydınlatarak

İnancına bakar kimileri, gayretini tartar

Bilmediğini bilir, umudun cezbesi

Derin, cazibeli, şehvetli

O hazzın peşinde ebedi

Süreklenmek değil, koşa koşa istençli, ateş çalmak insana

Tanrılar sunar,  sen al, vermek neye yarar

Hakettiğinde senindir.

Ateş, iş, sevgi, barış, cennet

Saptır yolunu haydi!

Yetişir hazıra kondukların…

                                        J.SEL  By. 27.03.2022

]]>
Wed, 04 May 2022 14:25:15 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BOŞAMAYIN SAYIN HÂKİM! https://edebiyatblog.com/bosamayin-sayin-hakim https://edebiyatblog.com/bosamayin-sayin-hakim -Ne istersen yaparım. Yeter ki vazgeç gitmekten….Eve dön…

     Ben bu hale gelecek adam mıydım? Yalvarıyorum, şu hale bak. Diz çökmediğim kaldı, yakında onu da yaparım. Çiçek aldım bugün… Ömrümde ilk değil desem, yalan….Bir tanışma faslında almıştım, bir de… bir de… Bir kere daha aldım, kesin aldım ama o ne zamandı, ne içindi hatırlayamadım. Bu kadınları anlamak mümkün değil arkadaş!

       Saçını süpürge ederlerdi hani. Vallahi görmedik. Biz öylesine rastlamadık. Kadın bir aydır evde yok. Anasında kalıyor. Ne olduğunu da anlamadım. Bir akşam kavga ettik. Çocukla kavga ettik aslında. Bilgisayarından tanımadığı erkeklerle mesajlaşıyormuş. Daha on beş yaşında. Elbette kızacağım. Sonra nasıl oldu ne oldu anlamadan hanımla bağrışmaya başladık. "Bitti" dedi. Ne bitti? Deterjan mı, ekmek mi bu!…. Bitince çarşıdan alırsın. Ertesi akşam eve geldim, ne hatun var ne çocuklar… Ooooohhh, bir güzel kafamı dinledim. Dolapta ne varsa yedim içtim. Meyve aldım yanıma, televizyonun karşısında gel keyfim gel.  Herkes kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor. Sizin yoksa kocanız, babanız benim de yok karım, kızlarım…

     Bir hafta abur cubur, köfte kızart, omlet filan idare ettik. Benim aşçılığım buraya kadar. Salata yaparım bir de. Ama işin kötüsü yemeyi çok sevmem. Bunlarla öğün geçirememem. Sulu yemek olacak ki karnım doysun. Hanımın sarmasından, sütlacından vazgeçemem ki. Kimse eline su dökemez. Bütün sülale bayılır yemeklerine.  Her hafta sarma yapsa yerim. Ama yapmaz. Neymiş, çalışıyormuş. Ayda bir kere tenezzül ederse midemiz bayram eder. İçime konuştum, yine de bir şey demedim. Sadece pazar günleri, ne yemek yapacağını sorarım, malzemeleri alayım diye. Semt pazarından taze taze… Çünkü ev berbat, temizlik yapacak o. Kirli çamaşırların da halledilmesi lazım. Benim dış işlerim var. İki işte birden çalışıyorum. Hafta sonu müşterilerle görüşüp, haftalık işlerimi planlamam lazım, dönüşte alış veriş işini halletmeye çalışıyorum yine de. Ben almasam, hayatta gidip pazardan alış veriş yapmaz. Taze sebze meyveyi doldurur getiririm. Yarısı çöp olur atılır. Pişirmez. Çok alıyormuşum. Sen yap da biz yemezsek o zaman çok derim. Ama pişmediği, hazırlanmadığı için çöpe gidiyor.

       Sebep budur diye geçirildiyse akıllardan, kesinlikle değil. Mesele yapmadım ki! Yani bunun için tartışmadık. Evimiz kendimizin. Kardeşler birer kat yaptı, girişte biz oturuyoruz, üstte ağabeyim ve kardeşim. Onları mı mesele yapıyor diye düşünüyorum. Söyleseydi, hallederdim sorun neyse. Zaten gündüz evde yok. Hafta içi kardeşimin eşi, çocuklarıyla ara sıra gelir. Yardımcı olmaya çalışır. Akşam yemeğini alır da gelir, birlikte yeriz. Kardeşim işten geç çıkıyor, eve gelmesi dokuzu buluyor. Hem onların akşamında bir değişiklik oluyor, hem de ailece görüşmüş oluyoruz. Bulaşıklar fazlaca oluyor ama makine var sonuçta. Parmağı yorulacak.

         Sordum, evi mi değiştirelim, bir arada olmamızdan mı rahatsızsın, diye. Ne dediydi bana: "Evliliğimize benim açımdan bak, şu güzellikten vazgeçmemelisin, diyeceğin bir şey bul söyle" dedi. O an kal, geldi bana bir şey diyemedim. "Seni seviyorum" dedim sadece. Daha ne olsun? Sevgi bir evliliği yürütmek için yeterli değil mi? Her gün gülistanlık olmaz ya… Bazen tuzu, biberi sorunlar, tartışmalar da olur. Bunlar her evlilikte var. Başka kadınlara bakmam, içkim yok, kumarım yok. Evden işe, işten eve…. Başka ne yapar bir erkek? Bir kadın ne bekler kocasından?

          En sevmediğim şeydi, etrafımda gördüğüm. Kadınlar evlenmek için can atar, çocuklar olur, sudan sebeplerle ayrılır. Sanki damızlık olarak kullanılmış gibi gelir bana erkek. Başıma geldi işte. Sebepsiz ayrılmak istiyor, karım. Yorulmuş, bıkmış, bir sene uzaklaşmak istiyormuş. Allah aşkına çok film seyreder bu….Hangi filmden örnek almış olabilir, bu sosyete martavallarını? Ben hiç film seyretmem. Haber seyrederim, maç seyrederim. Evimize taşınınca ikinci televizyonu aldım yatak odasına. Zira televizyonsuz uyumuyor. Uykusu gelmiyormuş. En geç onda yatarım ben. Yoksa uykusuzluk ertesi günü sersemlik, baş ağrısı yapar bana.  Evde ışık, ses de olsun istemem. Ama çocuklar büyüdükçe, anneleri de dırdır edince bıraktım kontrolü. İstedikleri zaman yatıyorlar. Yatak odası salona uzak. Kapıları da örtüldü mü ses ve ışık gelmiyor. Dört senedir böyle. Daha ne yapayım? Yatak odasında televizyonu açıp sesini kısarak seyretmesine de katlandım. Alt yazılı ecnebi filmleri izliyor, ne anlıyorsa…

           Beni kaale almayacak, anlaşıldı. Kimin sözünü dinler bu, acaba? Araya birilerini koyayım bari. Annem konuşmak istiyor. Kabul etmiyor. Nihayet bir gün eve gelmeyi kabul etti. Annem de kardeşimden indi. Ben evden çıktım, yanlarında beklemedim.  Ona: "Yanına memlekete gelip bir ay, bir buçuk ay kaldığında hiç çocuklarından bir haber sordun mu, eşinden bir selam aldın mı?" diye sormuş. Annem bunu niye bana sorsun. Yalnız yaşıyor memlekette. Ben kış hazırlıkları, sağı solu toplamak için gidiyorum. Çoğu zaman sabah çıkıp akşam eve yorgun geliyorum. Kendisine de söylemiştim. Arayamıyorum diye. Annem: "Kendiniz birbirinizi buldunuz, anlaştınız evlendiniz. Şimdi de katlanmak lazım. Zorunuz ne? Ayrılık çocuklar için kötü olur?" demiş eklemiş: "Aradın mı, aramadın mı diye çocuklarını niye sorayım? Selam varsa iletir, yoksa yoktur. Ne karışırım ben sizin işinize" demiş. O da: "Şimdi de karışmayın öyleyse. Haklısınız, biz karar verdik evlenmeye şimdi de ayrılmaya…Bu sizinle ilgili bir mesele değil" demiş. Bu kadar pervasız. Bir büyüğün yuva yıkılmasın diye çabalıyor. Bunun umuru değil, burun kıvırıyor.

            Çocuklarım bari durumu anlasa benden yana olsalar. Olmazlaaar. Öteden beri anacıdırlar. Dur bakayım ne dedi bana: "Senden hiçbir şey beklemiyor ve istemiyorum. Şimdiye kadar yapmadığın babalığı şimdi yap. Tek isteğim bu."  Fesüphanallah. Ben yapmadımsa kim yaptı babalığı. Akşamdan akşama evdeyim. Dersleri filan oluyor. Anası ilgileniyor. Deniz isterler yazın. Ara sıra götürürüm. Yüzme öğrendiler. Hafta sonları arabamla başka bir ilçeye yüzme dersine taşıdım. Anneleri de gelir, beraber gider gelirdik. Başka bir şey yapmaya hayat meşgalesinden vakit mi kalıyor? Onlara pek bulaşmam. Yemekte çeneleri düşer. Ben de konuşmalarını istemem. Bir kızdığım budur. Yemek için sofraya oturulduysa herkes sessizce yemeğini yer kalkar. Sohbeti sonra yaparsın. Salonda çoğu zaman olmazlar. Odalarına çekilirler. Seslenirim, çayımı tazeleyin diye, ona bile beş karış surat ederek yaparlar. Babaya saygı da sevgi de kalmadı. Anneleri de ya mutfakta ya kızların odasında ders yapmadalar. Büyük kız yanında refakat edecek kimse olmazsa ders çalışamıyormuş. Annesi öylece oturur yanında, kitap okur. Ben de kendi kendime televizyonla…..Yine yaranamadım. İstedikleri nedir anlamadım ki?

               Aslında benim şikayet etmem dertlenmem gerekirdi. Almadılar beni aralarına, tek başıma bıraktılar. O zaman tepki gösterse miydim? İşte şimdi tümden beni çıkartmak istiyorlar hayatlarından. Büyük kızın okulunu değiştirmişler haberim yok. Küçük kızın da veli toplantısına gidilecekti, vallahi hiç mecalim yok. Giderim dedim ama, Pazar Pazar bu kafayla taaa yarım saatlik yola gidemem şimdi. Araba kullanmadan geçtim, Pazar trafiği zıvanadan çıkarır beni. Zaten iyi bir liseye gidiyor. Ne diyecekler? Ya para isterler, ya her zamanki yaptıkları lakırdıları söylerler.  

             Evlenmeyin diyeceğim herkese… Ama  şu durumdan niye şikayetçiyim? Yine başa döndük. Zaten zar zor evlenmiştim otuzlu yaşlarımda. Bekar kaldım diyemeyeceğim, yalnız kaldım. Evi pislik götürüyor, mutfak berbat, yemek pişirmekten bıktım. Çamaşır yıkamasını öğrendim bu yaştan sonra. Gerek var mıydı? Bu kadının inadı inat.

]]>
Sun, 24 Apr 2022 13:55:01 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
TERAPİMSİ : ) https://edebiyatblog.com/terapimsi https://edebiyatblog.com/terapimsi           Hayat harika gitmiyor her birimiz için. Farklı derecelerle sorunların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Hiç sorun yok göründüğünde bile öyle güzel anlatıyorlar ki, sorun ediniyorsun: Travmalar!   Çocukluğuna inilmeli!  Ebeveynlerin, aile dizimi, genlerin, karma, borçlu olduğun öğrenmen gereken davranışlar…. İlgi çekici değil mi? Benim sorunlarımı da bunlarla çözebilir miyim?  Ev sahibi olamayışım bu yüzden mi? İşyerinde artık yokmuşum gibi davranmayabilirler mi? Toplu taşımada yolda sapıkları defedebilir miyim? Temiz, düzenli olur mu odam? Artık tıkınmak isteğimden vazgeçebilir miyim, kapanır mı şu iştahım?

      İniyoruz, iniyoruz, kaç yaşındayım? Ana karnına kadar indik. "Heeeeyttt! Ben bilmem kaç milyonda bir döllenme ihtimalini gerçekleştirmiş bir fetüsüm."(Bir filmde duymuştum, kopya çektim) Dünyaya gelene kadar her şey burada oluyormuş meğer. Etrafa bir bakayım ikizim filan varsa, oradan başlıyormuş. Çoğu gebelik çoklu başlayıp tekli bitermiş. Ehhh, yaşayan bebeye de travmaları. Ne travması olacak? Hayatta kalma uğruna ikizini öldürdün: KATİL TRAVMASI!.... Uyyyyy, serengeti hikayeleri değil miydi o? Ebeveynler zayıf yavruyu, kardeşler cılız ve güçsüz olanı yemez miydi? Ya da öldürürlerdi? Pekala terk etsinler, aynı şey değil mi? Vahşi dünya,orman, rahim…. Daha neler olacak orada, bakalım organlarını benimseyecek misin? Aha da bu çıkıntılar ne işe yarıyor? Kol, bacak ne lazımki burada!...Nereye dışkılayacaksın, buranın kanalizasyon sistemi var mı? İşin ucunda dışkısını yemekten ölmek var. Duymadınız mı? "Bebek kakasını yapmış, akciğerlerine kaçmış" . Yaaa , siz onu iç kanal sistemi ile mideden akciğere mi geçti sandıydınız.  Bu kordon nedir? Wifi ile bağlanamıyor muyuz anneye? Ne ilkel sistem arkadaş!... Anladım, yemekler buradan geliyor!  Yani bir nevi kargo sistemi. Özel, şahsa münhasır… İp de atlanır bununla. Kültürfizik yapmak lazım. Tam oynuyorken dünya değiştirmeye kalkarsan boynuna dolanır, ara dünyayı es geçer, ebedi dünyaya göçersin. Dikkatli olmalı. Bütün bunlar hayatının içine ediyormuş, haberiniz olsun!

         Musiki, masal, annesinin babasının sesini dinleyerek doğan bebeler şanslıdır belki! Ben ne dinlemişimdir köy yerinde. Birkaç inek möösü, tavuk gıdaklamaları, arı vızıltısı, kuş sesleri…. Fena değil.  Kendim doğmuşum ben, Evde kimsecikler yokken sessizce gelivereyim demişim. Bu da travmadır sanırım. Baby showsuz, flashlar patlamadan, doğumhaneler kapılarında sevinç çığlıklarının eşlik etmediği sade bir ziyaret….Demek o yüzden her ortamda sade yaşarım da, kimse fark etmez. Onlar cümbüş bebeleri olduğu için daha ileri gider hiç yokmuşsun sadece dünyada o varmış gibi yaşarlar. Babam ne zaman öğrendiydi gelişimi? Sevindi mi acaba? Eh dördüncü olunca kıdemli baba tepkisi gösterip, işten gelince, sofraya otururken şöyle göz ucuyla bakmıştır. İsim seçmeye tenezzül ettiğine göre, cami avlusuna bırakılma travmasından yırttık. Kız mı istemişti, oğlan mı? Bakın bunların hepsi travma sebebi. İstenmeyen çocuk musun? Allah ne verdiyse ona razı olduklarını söyleyenler, erkekliklerinin ispatı için erkek bebeden, erkek çocukları vardıysa şirin kıyafetleri, iyi bakıcı olacakları yüzünden kız bebeden vazgeçmediler hâlâ.

         Annen, baban nasıl davranmıştı sana? Kardeş kıskançlığı yaşadın mı? Ayrımcılık yapıldı mı? Köteklendin mi yoksa sevildin mi? Nasıl bir sevgiydi? Bir kerem evlatlık değilsen şanslısın. Evlatlık olmayı da kaç yaşında şansın olarak gördüydün?  "Ben bu ailede evlatlık mıyım?" zannına kapıldığında, ikinci bir ailenin varlığını kurtuluş görmedin mi? Yedirildin, içirildin, ihtiyaçların görüldü. Ama inek sütü vermişler arkadaş, ne kadar zararlıymış! Bugünkü hastalıklarımın sebebi buysa, o sütlerin detoksu lazım ki iyileşeyim. Bir de her öğün hamur….Lokma, ıslama, makarna olmadı katlama, bişi, gözleme…Bildiğin buğdayın öğütülmüşünü evirip çevirip koymuşlar önüme. Gluten zehirlenmesi yaşamadığıma  şaşmalı. Alerjilerim bundan olabilir bak. Çünkü  bağışıklığım düşmüş. "Fakirlik vardı çoğu evde, şimdi herkes zengin." Aslında değişen bir şey yok. Şimdi de varlık ve yokluk aynı anda yaşanmakta. Neyin yoksa onun yoksulusun. Savaş diyarlarında sokakta yaşayan bir çocuğun zenginlik hayali başına bir dam, önünde yiyecek olması. Bunlara sahip milyonlarca insanın da film yıldızlarından sevgili, sonsuzluk havuzlarında çimmek başlarını döndürüyor. Orta hallilerde en kötüsü tatmin olmayan bir ihtiyaçlar silsilesi. Kapı önümde küçücük bir bahçecik diye ballandırarak anlatırlar onlar da yoksunluklarını. Alıp bahçe ortasına koysanız tamam gözlerimi rahatlıka kapatırım artık diyen kaç kişi var. Komşunun bahçesi de benim olsa diye geçirmeyecek mi içinden? Domates yemeyi hayal ederdim kışın. Özlemle beklerdim baharı. Şimdi fark ediyorum ki, pırasanın hayalini kursaydım kışın travma olmazdı. Şimdi yaz kış domates yeme olanağı var, ama bakalım GDO'lu mu, GDO'suz mu? Bunun da yaşlılıkta travmatik sonucunu görürüm artık.

            Genlerim nereden benim?  Soyum sopum önemliymiş. Ona göre yatkınlıklarım, hasta olma ihtimallerim var. Taaaa insanoğlunun avcı toplayıcı döneminden kalma, neydi o bakalım sürüngen beyninden kalma korkuları var. Kaç ya da savaş!... Beynin bunu yapmaya devam ediyor, kalp hastası oluyorsun. Seni kovalayan aslan, kaplan mı var, bir sakin ol!... Diyeceksiniz ki, patron, müdür, ev sahibi, faturalar….peşimizde iken aynı durum. Yani senin beynin onları Afrika'nın balta girmemiş ormanlarına taşıyor, onları da ardına takıyorsun!... Bildin de bir şey değişti mi? Ya Rabbim, beni bu kadar zavallı yaratmaktan murad ettiğin nedir? Aile dizimi ….Ailen var bir de dizeceksin onları. Verdiğimiz kararları büyürken aile ilişkilerimiz belirlemekteymiş.  Höt dedi mi çakılır kalırdık olduğumuz yerde. Şimdi bize biri ses yükseltti  mi çakılıp kalıyoruz, veya höt diyoruz yani. Onun için çok uysal bir topluluğuz, kadınları döven, öldüren, biz değiliz. Höt diyenlerin aşırılıkları da olabilir. Bu psikopat adamların ailesini dizmek lazım. Babası kesin höt hötçü, annesinin de elinde maşa ya da terlik vardır. Benimki de öyleydi demeyin sakın. Kesin bir teyze,dayı, amca, dede birinde bir farklılık olmalı.       

          Ah bir de bu karma yok mu bu karma. Hayat karması, hayat karmaşasına dönmüş. Bilmek zor değil. Bak adına soyadına, doğum tarihine. Topla, çıkart, böl. Onların sayı değerleri var. Ortaya çıkan : Kader…. Senin neyin eksik, gör, şaşırma. Kimseyi de suçlama. Bunu sen seçtin. Farkında değilsin ama belleğin hep vardı. Doğum zamanını, yerini, milletini, aileni sen seçtin. İsmin de belirlenmişti. Anan baban sadece rolünü icra etti. Alem alem içindeydi zaten. Fazla kafa yorma. Sadece senin hangi eksiklerle tamamlanmak için gönderildiğini bil yeter. Sonra tamamlanmaya başla. Öfke yasak, canlı yaşamına saygılı ol, anlamlı konuş, her şeyi iyiye yor, kıymet bil…. Beynini, ruhunu formatla. Fabrika ayarlarına geri dön.

         Mutlaka bir gün başaracağım...Travmalarımı bulup tamir edeceğim. Ama benim sorunum travmaların çokluğu ve hangisinden başlayacağım sorunu. Aslında onlar travma mı, emin değilim. Bugüne gelip günün sorunlarını geçmişe gitmeden de çözecekler birgün. Ben eremeyeceğim….

]]>
Thu, 14 Apr 2022 15:11:07 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
MEHMET ÂKİF ERSOY https://edebiyatblog.com/mehmet-akif-ersoy https://edebiyatblog.com/mehmet-akif-ersoy Doğumu ve ölümü Aralık ayında (20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936) bir önemli şahsiyeti Aralık ayında gündem yapıp tanıtmak makul bir tercih olurdu. Ama bakın ki Mehmet Akif'i Aralık ayında değil Mart ayında önümüzde buluruz, tanırız, her defasında hayran olunacak başka bir yönünü keşfederiz. Çünkü biz İSTİKLAL MARŞI ŞAİR'ini sevmek için hazırda beklemekteyız.

12 Mart İstiklal Marşı'nın kabulü ve 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma  ve Çanakkale Zaferi kutlama gününde hatırlanır Mehmet Akif Ersoy… Türk Milletinin her törende birlik bilinci onun dizeleriyle kazınır ruhumuza;

"Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!"

Türk Milleti lafzını bu coğrafyada yaşayan ve yaşama isteğine gelecekte de bağlı olan her yurttaşı kastettiğimiz bilinmelidir. Zira tarihçilerimizden öğreniyoruz ki; Osmanlı Devleti de hüküm sürerken bu topraklarda yaşayan herkesi Batılılar "Türk" olarak tarif etmekte eserlerinde de öyle isimlendirmektedirler.. Batılılar bu payeyi verirken milletin unsurlarının menşei, dini veya kültürü takıldığı bir ayrıntı değildir. Türk lafzı bu durumda belirli bir ırkı değil, temsil ettiği devlet ve kültür anlayışına bağlı kişileri kastediyor olduğu anlaşılmaktadır. Yani Osmanlı vatandaşı demiyor kaynaklar, Türkler diye genelliyor doğudaki komşusunu. Tıpkı Ruslar dediğimizde topraklarında sadece Rus kökenlilerin olmadığı gibi… Amerikalılar dediğimizde daha iyi anlaşılacak.Gerçek Amerikalı hepimizin bildiği gibi Kızılderililer… Amerikalı dediğimizde ise günümüzde belirli bir coğrafyadaki devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olanları kastediyoruz. Osmanlı Devleti'ni kuranlar Oğuzlar idi. Menşe olarak Oğuzların çeşitli boyları ve bu boyların isimleri var. "Türkler" ile göçerlik kültüründen yeni yerlere kolay uyum sağlayan, devlet birliğini en üstün sayan, devlet organizesini kolaylıkla yapan, bağımsızlığına düşkün …vb. özelliklerdeki gruplar kastedilmektedir.

Mehmet Akif 'in İslamiyet inanışı temelinde birlik ve bağımsızlık anlayışı vardır. Kurtuluş Savaşı'na il il, cami cami gezerek vaazlarıyla eşsiz katkılar sağlamıştır. Bu şafaklarda bağımsızlık sembolümüzün dalgalanmasına yürekten inanmıştır. Ve zaferle bunu yaşamıştır.

"Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak"

Tek  bir ocak da kalsa, bağımsızlıktan vazgeçilmeyecektir. Bu lafı güzaf bir söz değildir. Mehmet Akif her birimiz adına hissederek, and içercesine bu sözü söylemiş, bizlere söyletmektedir.

"Hakkıdır, hakka tapan milletimin istiklâl!"

Bağımsızlık verilmez, alınır. Her bir adım toprağın altında sayısız şehit kanı olduğunu biliyoruz. Şehit kanının renginden alan kırmızısını, göklerde dalgalanarak bunu tüm dünyaya ilan ediyor bayrağımız. Yurdun her bir köşesinde göndere her çekilişinde, "bağımsızım, bu benim hakkım, doğruluğa ve tek bir İlah'a tapan bizleri Hak da  tarihin her bir devresinde bağımsız yaşatarak hakkını teslim etmiştir" diye ilan etmektedir.

Mehmet Akif Ersoy'u sevmenize veya takdir etmenize İstiklal Marşı  kâfi gelir. Ama Mehmet Akif Ersoy "Çanakkale Şehitleri'ne" eseri ile de destanlaşmıştır.

"Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

'Gömelim gel seni tarihe' desem sığmazsın"

Şehitlere söylenmiş daha yüceltici bir söz olmadı Çanakkale için, bana göre. Cephede destan yazan şehitler yıllarca sahipsiz vatan toprağında değer görmeyi bekleyerek yattılar. Onların elbette Hakk huzurunda en değerli mertebedeler. Ama dünyadaki bizler için, uyanık kalmak, bu belalara yeniden düçar olamamak için mezar taşlarına, anıtlara, destanlara ihtiyacımız var. 2007 yılında abide ve etrafı düzenlemelerinin bitirildiğini kısa bir araştırma söyleyecektir size. Yardımlarla 1943' te başlatılan abide yapımı 1962 de ancak tamamlanmış, etrafı üzerindeki rölyefler için  zaman 2007'lere kadar uzamıştır.Fransız, Anzak şehitliklerinin 1919 sonrası hemen yapımına geçildiğini söylersem geçmişe sahip çıkma becerimiz ve geçmişten ders almadaki beceriksizliğimiz ortaya çıkar zaten.

Mehmet Akif Ersoy şiirini Çanakkale Savaşları sürerken uzaktan takipte, taaa ruhuna kadar hissederek yazmıştır bu şiiri. Zira o devirde 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderilmişti. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmaktı. Zafer haberini aldığında duyduğu büyük coşku ona bu şiiri yazdırmıştır.

Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılanlara gömülün. Bir ruhu keşfedeceksiniz: İnanan, milletini dert edinmiş, samimi,… Hayatı önünüze serildiğinde eşlik eden tarihinizi öğreneceksiniz. Bir amaca bağlandığında bir kişilik önünüze serilecek.

İmam çocuğu olarak dünyaya gelip, çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Çanakkale topraklarına bağlılığını anlayacaksınız. Baba kökeni Arnavutluğa, anne kökeni Buhara'ya uzanan geniş bir kültür yelpazesinin ürünü olduğunu göreceksiniz. Mülkiye İdadisi'nde okurken yanan evlerinin ve baba vefatının düşürdüğü yoksullukla Ziraat ve Baytar mektebine geçiş yaptığını böylece okul yıllarında başlayan edebiyat sevgisiyle, veteriner- şair kimliği ile hayatını devam ettirdiğine tanık olacaksınız. İnsan tanıması da bu görev sebebiyle şehir şehir gezmesinden. Bir de birincilikle bitirdiği okuldan sonra müfettiş olarak başladığından gezmelerde olduğunu belirtelim. Sonra bitirdiği okula edebiyat öğretmeni oluyor Mehmet Akif. İstanbul da yaşamak ona eserlerini okura ulaştırma imkanı da sunuyor. Balkan yenilgisi, Arnavut geçmişi de belki onu etkileyerek çok üzüyor. 1913 'te yurt savunmasına davet eden Beyazıt ve Fatih Cami kürsüsü konuşmaları devlet ile ters düşmesine sebep oluyor. Memuriyetten ayrılıyor. Bir Almanya seyahati var. İslam birliğini kurmak gibi bir amaca hizmet için, Almanlara esir düşmüş kamplarda Müslüman ve İngilizlerin, Fransızların yanında savaşan askerlerle ilgileniyor, bilgilendirme yapıyor. İstanbul'a dönüşünde 1916'da Arabistan'a bu defa İngilizlere karşı propoganda görevi ile gönderiliyor.1.Dünya savaşı dolayısıyla Çanakkale o zamanlar uzaktan sıkı takip ettiği kendi cephesinde mücadele ettiği yıllar… Arap diyarında İslam birliği hizmetleri genel olarak bu çalışmalar… Yayın ve bilgilendirme kapsamlı hizmetleri var. Kurtuluş Savaşı başladığında yer almak istiyor. Balıkesir'de vaaz ederken buluyoruz. İstanbul'da Mustafa Kemal'de davet alması üzerine Ankara'ya geçiyor.Ailesini de aldırıyor. Milletvekili olarak da çeşitli görevleri var.Taceddin Dergahı'na yerleşiyor. İstiklal Marşı yazımı bu sıralara rastlıyor. Ödül nedeniyle katılmadığını sonra ikna edildiğini biliyorsunuz. Ödülü de Hilal-i Ahmer'e bağışlıyor.Yani Kızılay'a…

Zengin değil Mehmet Âkif…Gönlü zenginlerden. Yakın arkadaşlarınınbirinin öldürülmesi haberi on u endişelendiriyor. Milletvekilliğinden ayrılıp gelen teklifi değerlendirerek Mısır'a gidiyor. Bir süre kışın Mısır'da yazın İstanbul'da geçiriyor. Onun gidişini Cumhuriyet'in kimi yenilikleriyle bağdaşamadığı yorumları olsa da yazan çizen birisi olarak hiçbir ifadesi ile bu delillendirilmiş değildir. Karşı olduğuna dair ya da desteğine dair bir beyanı yoktur. İslam ruhu ile kimliklenmiş bir kişinin yapılan her hamleye katılması zaten işin doğasına aykırıdır. Mutlaka muhalefet edeceği hususlar olmuş ama tepkisiz kalmayı seçmiştir.

Kur'an meali görevi de onun endişeleri ile gerçekleşmemiş 1932'de mukavelesini feshetmiştir.1925-1936 onun Mısır'da Türkçe ve edebiyat dersleri vermekle meşgul olduğu yıllardır.Hastalandığı 1936 yılında İstanbul'a döndükten altı ay sonra vefat ediyor. Emekli maaşından borcu mahsup edilerek kalan ailesine verilmiş. Çünkü iki ay alabilmiş o maaşı. Edirnekapı'daki mezarlığını yaptıran da ölümünden iki yıl sonra üniversiteli gençler…

Sekiz kitap halindeki eserleri günümüzde SAFAHAT adıyla tek eser olarak basılıyor. Bu eseri okumadan İslami düşüncenin milli değerlerle, halk sevgisiyle yoğrulmuş halini, gençlik ideallerinin ne olması gerektiğini, tarihi perspektiften geleceğe vizyon çizmeyi hakkıyla beceremeyiz!...

-----------------

KAYNAK:

Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergah Yayınları, İstanbul Kasım 2021,s.103

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/234614#:~:text=%C4%B0lk%20olarak%2C%2010%20Tem%20muz,diyaloglardan%20olu%C5%9Fan%20uzun%20bir%20metindir.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_%C3%82kif_Ersoy

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87anakkale_%C5%9Eehitleri_An%C4%B1t%C4%B1

]]>
Sat, 19 Mar 2022 19:30:41 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KADERİNDE YAŞAMAK VARSA!.... https://edebiyatblog.com/kaderin-de-yasamak-varsa https://edebiyatblog.com/kaderin-de-yasamak-varsa Hastane yoğun bakım önü….Endişeli bekleyişler… Bir iki kişi köşelerde gözyaşı döküyor. Kalabalık grup halinde ne olup bittiğini yeni gelenlere yeniden anlatanların hastası en son gelen… Üç gündür nöbette bekliyordu Nuray…Park yerinde bekleyen araçlarında yuyarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı eniştesi ile.O da hiç gitmemişti eve… Ablası kalbiyle imtihanda….Düşünceleri allak pullak…Suçluluk duygusunu bir türlü atamıyordu içinden. 12 yaşındaki yeğeninin ıslak mavi gözlerle işyerinin danışma bölümünde beklerken onu görünce "annem kalp krizi geçirdi hastanede, sana ulaşamamışlar, yengem git haber ver diye gönderdi beni" diye hıçkırıklara boğulması gitmiyordu gözünün önünden.

Eli ayağı boşalmış, yeğenini eve geri gönderip çalışma odasına dönerek durumu aktarmıştı. Yan masadaki arkadaşı hemen aracıyla hastaneye ulaştırmayı teklif etti. Nuray önce eşini aramak aklına geldi. Kritik zamanlarda işe yaraması gerekiyordu. Onun bulunduğu yere zaman kaybetmemek için arkadaşının götürmesini rica etti. Sonra yol üzerinde bekleyen eşiyle devam ettiler. Yoğun bakımın önü kalabalıktı:Eşi,kaynanası, kayınpederi, kızları, görümcesi….

İki gündür devam eden göğüs ağrısı gece çekilmez hale gelmiş. Yakındaki hastaneye gitmişler gecenin üçünde. Sabah mesai başlayana kadar esaslı bir tetkik, tedavi, teşhis olmamış. Sabah acil nöbetinde dahiliye doktoru,  görevi devralır almaz ablasının bir şansı olarak, kalp krizi geçirdiğini anlamış. Tam techizatlı ve doktor refakatinde bir ambulans tahsis edip büyük hastaneye sevk etmiş. O arada eşi, kızları sürekli Nuray'ı aramış. Çünkü sevk edilirken durumun ciddiyetini anlayıp teyzelerinin yanlarında olması gerektiğini düşünmüşler. Ama bir türlü ulaşamamışlar.

Nuray o sabah işe nasıl geldiğini hatırlamaya çalışıyor, işyerinde hangi meşguliyetlerin onu ulaşılmaz kıldığını hatırlayıp kızgınlıklarla doluyordu: Bir çalışan planladığı toplantı için birlikte yer incelemesi ve programın ayrıntılarını raporlayıp onaylaması için onu konferans salonuna sürüklemişti. Zemin katta olan bu mekanda telefon çekmiyordu. Oldukça uzun süre kaldılar. Provaların bir bölümünü izledi. Yukarı çıkarken, bir başka çalışan önünü kesmişti. Çay ikramına hayır demedi. O arada işyerinde yaptığı bir çalışmanın müdürü tarafından nasıl yanlış anlaşılıp eleştirildiğini aktardı. Müdürüne aracılık yapıp doğruyu izah etmesini istiyordu Nuray'dan. Çalışma odasının olduğu katta tadilat vardı. Usta gelip bir soruna bulduğu çözüm alternatiflerinden birisine karar vermesini istiyordu. Yoksa işler ilerlemezdi. Odasına girerken masasının önündeki ziyaretçi koltuklarının dolu olduğunu gördü. Epeydir kendisini bekliyorlardı. Diğer arkadaşı ile halledebileceklerini söylediğinde, başlangıçta kendisiyle olduklarını süreci devam ettirmek için kendisiyle görüşmelerinin daha doğru olduğunu söylediler. Öğle paydosu yaklaşmıştı. Masada bıraktığını yeni fark ettiği telefonunu ancak o zaman gördü. Sabit telefon çaldığında önce ona bakmayı seçti. Girişte Hakan isimli bir çocuğun onu görmek istediğini bildirdiler.

İş odaklı çalışan beyni, sağlıklı iletişimi sürdürmenin çalışanlarda sağladığı memnuniyeti bilmesi, vaktinde yapılan işlerin daha değerli olduğunu düşünmesi, çözüm olarak tercih edildiğinde buna hayır dememesi….Hepsi artık olumlu olmaktan çıkmış, hayatının şu anda yaşadığı çaresizliğine gerçek bir suç unsuru olmuşlardı.

Kendisi olsaydı, acaba sabahlara kadar müdahele edilmemesine izin verir miydi? Gerçi gece aramamışlardı, küçük çocuklarını bırakacak yeri olmaz diye düşündüklerinden. Ama bir şeylere geç kalmanın acısını çok ağır ödüyordu. 13 yaşında kendisi, 16 yaşında ablası babasız kalmışlardı. Kalp krizinden ölmüştü babası. Hastalandığını hiçe sayıp işe gittiği fabrika yolunda hem de… Kız kardeşi diyaliz hastasıydı, kansızlık ile seyreden şikayeti hastaneye ilk gidişinde diyaliz odasında bitmişti. Geri dönüşü olmadan öylece devam ediyordu. Hastalıklara karşı merakı belki hayatın onu buraya itmesindendi. Mecbur kalmıştı öğrenmeye.

Yoğun bakımın kapısı her açıldığında ortalık birden sessizleşiyor, tüm dikkatler oradan çıkan kişiye yöneliyordu. Bazen bir sağlık çalışanı elinde bir takım malzemelerle geçip gidiyor, bazen elleri ceplerinde  umarsız yürüyor, hastaları için bilgi soranlara saati söyleyip, bilgi vereceklerine dair cevapla geçiştiriyordu. Bir de içeri girecek hasta veya görevli için açılıyordu kapı. O zaman ilgi merakla karışıyordu.. Acaba o hasta da kendi hastaları gibi bir şey için mi buradaydı? Veya yardımcı personelse daha cesur yaklaşıp, içeriye hasta ismini söyleyip iyi mi diye haber vermesini rica ediyorlardı. Veya "annen burada, kardeşin burada"  gibi  mesajlar iletmelerini istiyorlardı.

Kör bir kuyuda beklemek gibiydi yoğun bakım önü.Nuray sadece bilgi verileceği saate odaklanıyordu. Ablasını görememişti. Buna rağmen bırakıp dönmek imkansızdı.Ara sıra hizmetliler çığırtkanlık için kapı önünde beliriyor, hasta adını söyleyip yakınını sorguluyor, sonra da eline bir reçete veya ihtiyaç listesi tutuşturuyordu. En azından yakınında olmalı, bu defa bir şeylere geç kalmamalıydı. Nuray diğer akrabaların da vekili olarak en uygun kişi diye bırakılmıştı. Sorun çözebilirdi. Ablasının eşi de sağa sola gitme, ihtiyaç temin etme bir de arabayı barınak olarak kullandırtmak için oradaydı. İlk geldiği güne göre daha sakindiler.

Hastaneye ulaştıklarında üşüdüğü için arabadan montunu almaya gitmiş, arabanın anahtarını araba içinde unutup kapının kilit düğmelerini bastırıp kapatmıştı. İçeri gelip eşine söylediğinde, ne hasta yakını olması, ne kafasının dağınıklığı gerekçe olmamış, eşi küplere binmişti. Gidip anahtarcı bulup açtırmak işi ile uğraştığı için sonrasında çekip gitmiş, arayıp da sormamıştı. Çocukları ananesine bıraktığını kız kardeşinin telefonundan öğrenmişti Nuray. Uyku onun vazgeçilmeziydi. Ama işte endişe vücudunu da farklı çalıştırıyor, iki saat uyku ile yetinebiliyordu. Eniştesi arabada iken o yoğun bakım önünde bekliyor, o geldiğinde ya birlikte bekliyorlar, ya kantine gidip çay içiyorlar ya da arabaya gidip orada dinlenmeye çalışıyorlardı.  Zira yoğun bakım önünde ayakta bekliyorlar, bir müddet sonra yoruluyorlardı. Durumda herhangi bir değişiklik yoktu. Üçüncü gün makinelerden ayırıp ayağa kaldıracaklarını, sadece bir kişinin girip kısa bir süre görebileceğini, çamaşır getirmelerini haber verdiler. Eşi Nuray'ın girmesinin doğru olacağını söyledi. Giysileri görevliye verdiler, beklemeleri istendi. Bir süre sonra Nuray içeri girdi. Bir koridor ve koridora açılan kapılar vardı. Ablasının nerede olduğunu soracaktı ki, çift kanat sürgülü kapı açıldı, pembe geceliğiyle ablasını ayakta gördü. Koştu hemen kolundan tuttu. Ablası:

-Tuvalete gidelim, dedi

Sağa sola bakarak, tuvalet levhasını kolladılar, hemen arkalarında olduğunu fark edip girdiler.

-Kaç gündür, sadece yatıyorum, ayaklarım tembelleşti.

-İyi misin? Ağrın sızın veya bir şikayetin var mı?

-İlk gün vardı. Ama sonra geçti. İyiyim. Dün doktorlar konuşurken duydum. Bir kriz daha geçirmişim.

-Bize iyi olduğunu söylediler hep. Bekliyoruz, kapıdayız. Bir isteğin olursa, yardımcılara söyle, onlar kapıya iletiyor.

-Sana haber vermelerini söyledim. Ne zaman geldin sen hastaneye?

-İlk gün öğlen geldim. Hemen ulaşamamışlar. Hakan işyerime gelip haber verdi.

-Ahmet  ağlıyor, kızlar perişan. Bir aklı başında sen varsın diye istedim gelmeni. Onlar telaştan üzüntüden perişan oldular. Neyse, her şey olacağına varır. Sen kafana takma. Ömrümüz varmış ki yaşadık. Benden sonra kimseyi almadılar yatak yok, diye. Telefonla konuşurken duyuyorum. Ben geldim, nasip, ölmeyecekmişim demek ki, aldılar yoğun bakıma.

-Allah'ıma şükürler olsun. Doktorların dediğini yap, sakın kendini zorlama. Biz senden iyi haberler bekliyoruz. Yemek veriyorlar mı?

-Bugün çorba içtim, ilk kez. Ben zaten ne yapabilirim, yat diyorlar yatıyoruz.

O sırada tuvalet kabini açıldı, bir sigara dumanı yayıldı içeriye. Çıkan hasta;

-Çok canım çekmişti. Yarısını içtim. Doktorlar duymasın.

-Kalp krizi mi sizin hastalığınız da?

-Evet, kriz geçirmişim.

-Siz kendinizi düşünmeden sigara mı içtiniz? Doktorların onca gayreti boşa gidiyor. Ölmek mi istiyorsunuz?

-Bana bir şey olmaz. Sigara içmesem ölecek gibiydim.

-Allah akıl fikir versin ne diyeyim…

Nuray, ablasını tuvaletten çıkarıp geldiği odaya yolculadı, dışarı çıktı. Genel bilgilendirme saatinde, doktor, ablasına  anjio işlemi yapacaklarını bildirdi. Bir özel hastanede ancak bu işlem olabiliyordu.

Haber akrabalara hemen uçuruldu. Hastane yeniden doldu. Kaynanası ağıtlar yakarak ağlarken Nuray "ölmüş gibi ağlama" dedi kızgınlıkla. Sağlığında kıymet vermeyenlerin sonra üzüntü ve ağlama seramonilerinde hep bir sahtekarlık sezinlerdi. Ağlamak….Ne için, kime faydası var!... Şov yapmaya yarıyor sadece. Gösteriye gelenler hüsrana uğramasın. Hasta ziyaretleri,  en çok da cenaze evlerinde bu gösteriye muhtaç kişileri tatmin için…Oradan uzaklaştıklarında, en azından ellerinde , …..yakını çok üzülmüş, ağlıyordu desinler, diye. Annesi ağlardı en çok, babası için….Hem de bahçeye çıkardı. Evde ağlamazdı. Niye?

Ablası ambulansla akrabalar özel araçlarıyla koştular hastaneye. Anjio sonrası genç doktor Nuray ile eşini açıklama için çağırdı. Ana arter % 100 tıkalıymış. Ne zaman yeniden kalp krizi geçirir, belli olmazmış. Ölümcül olabilirmiş. Stend takılana kadar  kalp yoğun bakımı olan bir hastanede kalmalıymış.

Yoğun bakım yapılan hastaneye döndüklerinde hastane doktoru da  ana damarının tıkalı olduğunu, stend takılması gerektiğini, hastanede bu malzemenin kurul kararıyla ihtiyaç belirlendikten sonra getirtildiğini, on beş gün süre alacağını bu nedenle başvuru işlemlerini hemen yapılmasını istedi .Evet yapılacak bir iş…Hem de zamanla yarışılacak… Koşturuldu, devlet daireleri arasında. Eniştesi bu işi görümce kocası olan başka bir enişteyle halletti. O enişte de oldukça becerikli. Gitmeden hastane hizmetlisinin o gece nöbetçi olanına rüşvet vermiş. Yoğun bakım içinde olan, gözetim odası dedikleri ayrı bir yere alındığında Nuray ablasına refakat edebilecek geceleyin. Üç yataklı bir oda bu. Kasığında kum torbası bekletildi, kalkması kanamaya yol açacağı için yasaktı. Yattığı yerden hafif başını yükselterek çorbasını içirdi Nuray.  Diğer hastalara da refakatçilik yaptı. Biraz sohbet ettiler. Sonra fark ettiler ki, hem ablası yoruluyor hem diğer hastalar sesten uyuyamıyor. Sustular…

Bir hafta tamamlandığında "taburcusun" dediklerinde yaşandı esas panik. Nuray'ın kulaklarında genç doktorun sözleri: "Sakın eve götürmeyin, hastaneye uzak eviniz, kritik zamanda yetiştiremeyebilirsiniz" . Stend malzemesi gelmemişti henüz. Yoğun bakım ünitesi kriz geçirmediğinde yedi günden fazla yatamazmış. Normal kalp hastası servisine alın ricaları beyhude, öyle bir servis yok, diye diretiyorlar. Ne yapmalı?

Kanun paradan yana çalışır her ülkede. Kalp doktorunun özel muayenehanesi olduğu yardımcı hizmetlilerden öğreniliyor. Yolu da o öneriyor: "Muayenehanesinde görüşün, muayene ücreti ödeyin, rica edin doktora"

İş aleminde bu yamuk yollara direnen Nuray oldukça endişeli…Rüşvet almayı da vermeyi de o güne kadar öğrenememiş. Babasına, annesine söyleniyor içinden, doğrucu yetiştirmek zorunda mıydılar? Biraz pisliklere de batıra çıkara yetiştirselerdi ya!... Zannediyor ki, evlatların geni anneden babadan, kişiliği de onların verdiği eğitimden oluşur.

Baş eğmemeyi, gerekirse işten ayrılmayı seçmişti o güne kadar. Maliye Bakanlığı çalışanı iken ayrılıp özel teşebbüse geçmesi bu yüzdendi. Özel teşebbüs sadece kâra odaklanır, diye düşünmüştü. İşte hayat onu bir kere daha dürüst yaşama isteği ile imtihan ediyordu. Mecbur gittiler hastaneye çok uzak olmayan muayenehaneye. Sıraları gelince alındı içeriye. Dürüstçe meramını aktardı Nuray!...

-Ablamın doktorusunuz, eve götürmemizin risk olduğunu takdir edersiniz. Bir hafta daha tutmanızı rica ediyoruz. Stend o güne kadar getirilir. Lütfen bize bu iyiliği yapın!... Üç tane evladı var. Daha çok genç.  Bize bu acıyı, pişmanlığı yaşatmayın. Çaremiz sizsiniz.

Kabul etti, doktor. Muayene ücretine mi tav oldu, yoksa durumun vehametine mi ikna oldu, belirsiz. Ama Nuray, ablasını kurtardığı için bir hafta daha, doktora minnettarlığına mukabil dualar ederek  mutlu döndü hastaneye. Oradan da eve ve işine. Çocukları da hasret kalmıştı ona. İşyeri de suistimale gelmezdi.

Stend iki hafta olmasına rağmen gelmedi. Tam da ihale yenilenme zamanıymış, belki bir-iki hafta daha sürermiş. Başka bir çare düşünüldü. Hastanede bu tedavi alınamadığına dair belge imzalatılırsa özel hastanede yaptırma imkanı var. Sigorta karşılamadan özel hastanenin tedavi masrafını karşılayacak bütçe kimse de yok. En azından Nuray'da yok. Olan varlığını diğer hasta kardeşine kullanmıştı. Yine tanıdık arandı, onlar araya sokuldu, cüz' bir bedele anlaşıldı, ve en kısa sürede yapılması için ricalar edildi. Bir Cuma günü ablası eve taburcu edildi. Korkulu bekleyiş başlamışken ertesi güne bir hasta ameliyatının iptal olduğu, doktorun bu saatte ablasını operasyona alabileceği haberi geldi.

Ertesi günü seferber olunan bu hastane serüveni Nuray'ın sonrasında doktorla bir bilgisayar ekranının karşısında bitti:

-Bak, burası kalbin yarısı. Diğer yarısı görünmüyor, çünkü kan gitmiyor. İki kere balon şişirdim, açılmadı. Üçüncü, son kez denedim, oldu. Bak şimdi, kalbi nasıl göreceksin. Gördün mü, bütün damarlar nasıl kan ile doldu.

]]>
Fri, 11 Mar 2022 16:43:58 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ŞİİR YASASI https://edebiyatblog.com/siir-yasasi https://edebiyatblog.com/siir-yasasi Şiir

2+2=4 ler yetmediğinde,

Sülfirik asit H2SO4 net!

Ruhsuz ekmek kavgan,

Ve yıldızlar gökyüzünde …Neden,

Tığ siklet,uyuz bir köpecik  yanında adımları

seyretmek elinden gelen,

Kara kış, ama bir tomurcuk başkaldırmış,

Görünmez olmasın zalimlikler,

Diyedir

 

Şiir yorumlarken,

Şair soğuk bir evde kangren yüreğini

Sökmek için kazıyan, kelimeleriyle

Mahkeme tüm zaman ve zeminleri aşan…

Şiirini

dökmüştür, ebede…

Okuyucu! Sen,

Kendi mahzenindesin, buluşmalar ondan

Yeniden kor alevlerde

Eritip, anlamlar filizlendirmektesin şiirinden,

Ve yerin yedi kat dibinden,

Ya da gökyüzünde aynı mesafelerden

Beslenmektesin…

 

Şiir imgeler,

Değil başka açıkcesi, yok ki söylensin!

Keşke bilen en iyi şair

Ve en iyi şiirle!

Kapansın PERDE!  

                  J.SEL   By. 29.01.2022

]]>
Sat, 29 Jan 2022 15:23:34 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
HAVADA BULUT, YERDE KAR, GECEDE GÖKGÜRÜLTÜSÜ https://edebiyatblog.com/havada-bulut-yerde-kar-gecede-gokgurultusu https://edebiyatblog.com/havada-bulut-yerde-kar-gecede-gokgurultusu Bulut izin vermiyor sabaha

Yerden aydınlandı gün

Beyaz topaklar, umut gibi, özlenen, beklenen sevgili

Kasveti dağıtan şu manzara, bir bahar dalı çiçeğinde kar,

Yolcuya endişe, işçiye eziyet,

Annelerin  gözü yolda, babalar pençesinde  mecburiyetlerin

Çocuklar pamuk sanıyor, adımlarında gıcırtılar

Neşeye karışıyor, boyunca beliren siluet:

Adam kardan

Kahkahalar eşliğinde alkış,

Bir düğün alayı gibi dökülen konfetiler altında

Büyükler küçükler

neon giysilere beyazlıklar,

Sevdalılar bedava romantizmde

Şemsiyeli yaş almışlar!...

Yürekte korku,  ortalığı kaplayan kükreme

Gökyüzü kızgın, köpürmede

Hangi densiz tanrılardan izinsiz

Mutluluk yağdırmada

Havada bulut, yüreklerde kaygılar

Yere çevir gözlerini, karanlıklardan umut yağar

Kar!

Bembeyaz eteklerini yayarak çömelmede gökyüzü,

Tabiatta mola, bir dakika, bir iki gün…

Seyret sadece umudu, karanlığın yok oluşunu,

Yalnız anın coşkusunu, mutluluğunu,

Herkes star, sokak lambaları büyülü,

Taneler uçuşmakta, Ve sen şahitsin,

Bir mucize yaşanmakta!

]]>
Wed, 26 Jan 2022 15:04:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
SİNEMALARIM,DİZİLERİM https://edebiyatblog.com/sinemalarimdizilerim https://edebiyatblog.com/sinemalarimdizilerim Benim HAİDİ'm hâlâ Alplerde dedesiyle süt sağıyor, keçi güdüyor, ihtiyacı olanlara iyilik yapıyor. Ne yaş aldı, ne modern hayat çarkının dişlilerine kapıldı. CEDRİC de hâlâ sekiz yaşında hayatın zor yanlarını deneyimlemekte. ARI MAYA, çiçekten çiçeğe gezerek kolonisiyle birlikte yaptıkları balı bizimle paylaşmakta. İsteyerek değil elbet. TOM evde, bahçede, mahallede dolaşıp besleniyor, JARRY ise elimizin altında bilgisayara eklendi de kurtuldu TOM 'dan.

KÜÇÜK EV'in Laura'sı çocukluk arkadaşım. Mary için çok gözyaşı dökmüşlüğüm var. Güzel yüzlü bir fotoğrafını kendi icadım defter kabı yapmıştım, hâlâ durur. UZAY 1999 , yılı çoktan tükettik ama hâlâ dünyaya dönmeden uzayı keşfe devam ediyorlar. Yeni uzaylıları başka filmlere göndererek bizimle tanıştırıyorlar. TRANSFORMERS 'leri haber veremedik. DOKTOR WHO, veya MERLİN sevdamızın sebepleridir. Canavarları sevmem bu yüzden…

Türk filmleri ayrı sevda. Onlar için şafak sayıp haftada birgün ekran nikahı kıydığımızı herkes biliyor. Adile Naşit, Münir Özkul en yakın akrabamız. Davetsiz her daim gelirler evimize. Başköşemize kurulurlar ne zaman uğrasalar. Kemal Sunal oğlu ile aynı yaşta. Güldürür düşündürür. En çok da tımarhane firarından sonra BUZLAR ÇÖZÜLMEDEN gittiği kasabaya kaymakamlığına özenirim. Ya oraya taşınacak, yabizim kasabaya kaymakam atanacak! O umutla yaşarım. KİBAR FEYZO dur en çok gerçek olduğuna inandığım. Bir gün köyünü ziyaret edeceğim. Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ,Hülya Koçyiğit (Allah hepsine uzun ömür versin) severim ama sahipleri değilim. Zira fakirken zengin olurlar, ya da zengin oğlana aşık olup sosyeteye karışırlar. Kandırdılar beni. Zenginlik onların anlattığı gibi çıkmadı. Vallahi iyiler de kazanmadı, ne yapayım. KÜÇÜK HANIMEFENDİ Belgin Doruk, Ayhan Işık nostaljik esintisidir evimin. Çocukları olmuştur. Bizim evin önünden geçmiştir kimbilir! CANIM KARDEŞİM gibi hâlâ çocuklara kıymakta dünya. Fukaralık bir tarafa kurşunlar, bombalar, azgın dalgalar yüzünden çocuklar koparılmakta hayattan. Tarık Akan, Halit Akçatepe "Kanka" lar yine de. Çetin Tekindor, BABA olmak için yorulmakta, uğraşmakta. Perran Kutman BİZİM MAHALLE'den taşındı. Apartman dairesinde balkonlardan komşuculuk yapar yine de. ELVEDA RUMELİ 'den göçeden sütçü Ramiz (Erdal Özyağcılar) dilini düzeltti benim gibi konuşup süt getiriyor evime.Ama ben onun gibi konuşuyorum bazen: Kızçeler mesela… 7 NUMARA benim için bütün üniversiteliler. Alt kat, üst kat, bir de ev sahipleri mutlu mesut yaşarlar ülkenin her bir köşesinde. AŞKI MEMNU ile sevdim zenginleri. Benim gibi acınası halleri olduğunu gördüğümden. YAPRAK DÖKÜMÜ evimizde her mevsim. Hepsi dağılıp başka karakterlerde dünyamıza girmeyi başardılar. Onları kalbimizde en tanıdık sima olarak ağırlıyoruz. Ne yapsalar, hangi ürünü koysalar önümüze kabulümüz.

Ben biraz da onlarla benim.

]]>
Sat, 22 Jan 2022 19:16:43 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
DÜZENE ÇOMAK SOKMAK… https://edebiyatblog.com/duzene-comak-sokmak https://edebiyatblog.com/duzene-comak-sokmak Mütevazi hayatların içinde mücadele ederken hangi dürtü bizi gidişe dur dedirtir de isyan bayrağını açarız? Dünya düzenini değiştirenlere özendiğimizden midir? Galileo gibi dünya dönüyor, dediği için canından olanlar, Madame Curie gibi bilimde bir keşfin peşine takılıp kendine zarar verme pahasına vazgeçmeyenler,  Van Gogh gibi ruh bunalımlarının ve yoksulluğun pençesinde yine de vazgeçmeyip şaibeli bir şekilde genç denebilecek yaşta hayata veda edenler….Daha niceleri, düzen değiştiricilerin başına gelenler hiç de özendirici durmuyor aslında. Konforumuzu bozup perişan son ile biten hayatları bilerek düzene karşı çıkmış olamayız.

Gün 24 saat, ırkım, cinsiyetim belli. Mensubiyetim, ülkem, ailem belli. Ve her birisi bilinç düzeyine kavuştuğumda hazır bulduğum özellikler. Bütün genetik miraslarımız ve verilen eğitimler bunlara isyan etmemek üzerine inşa edilmiştir. Herhalde aklımıza pek getirmeyiz. Eğer karşı çıkan olursa da ilk tepkimiz saçmalık demek.Sonra da tüm gücümüzle karşı çıkmak oluyor çoğu zaman. Değişime direnç deniyor buna. Çok uzak yerden giriş yapmış veya hâlâ neden bahsettiğim anlaşılmamış olabilir. İşin doğrusu ben de tam olarak çözmüş değilim. Amacım kafaları karıştırmak. Benimki karışıyor, sizinki de karışsın. Karışsın ki öğrenmenin ilk adımını atalım.

Düzen alışılmış bir şekilde giderken aniden değiştirmek, başka bir şey yapmak, böyle de olmaz mı diye muhalefet etmek gelmez mi içinizden? Bunu kastediyorum. Her nerede bulunuyorsanız ve her ne yapıyorsanız günün birinde "ben farklıyım, burada ben de varım, artık bu monotonluğu bozalım" demek gelmedi mi içinizden? Gelmiştir. Önce buna erken çocukluk dönemi deniyor. 2-4 yaşlarında çocuk gelişimcilerin "her şeye hayır dönemi" diye adlandırdıkları şey. Hatırlamıyorsunuz ama, etrafınızda bu yaş çocuğu gözlemleme fırsatınız olduysa doğru olduğunu bileceksiniz. Ergenlik nedir allahaşkına? Herşeye karşı çıkmak değil mi? Önce anne ve babasına! Yoksa var olamaz. Kendisini bu dünyada var olduğuna inandırmak için anne ve babasının bütün düsturlarını reddetmesi gerekir. Şunu da söyleyebilirsiniz: Bundan elli yıl önce ergenlik mi vardı? Ya da bütün insanlar için bu mukadderat mı? İstisnalar kaideyi bozmaz. Önceleri yoktu ama, sevdiği ile kaçanlar, efsane aşk hikayeleri, babasına isyan eden hükümdarlar…. Daha da sayabilirim. Adı konmamıştı yani.

Demek ki dünya düzenine çomak sokmak derken, kendi kocaman dünyamızı kastediyorum.….Yoksa sokaklara akıp …izme veya devlet yönetimlerine veya ……kanununa değil. Ama laf aramızda bunların tohumu da kendi kocaman dünyamızla başlar. Evet insan koskoca bir evrendir.

Rağmen yapabileceklerimiz bizim yeteneğimize kalmış. Yepyeni bir etkinlik, organizasyon keyif vermez mi? Veya her gün size kitlenmiş bir sorumluluğu "yapmıyorum" isyanı nasıl cezb edici! Veya herkesin rutini haline gelmiş bir davranışı protesto etmek! Tebrik ve hatırlatma paylaşımlarından bahsediyorum. Ortamda bir olay için linç edilen birine dair konuşmalara rastladınız: Siz gruptan ayrılın muhalefet edin. Suçlananı savunun. Herkes kanıtlanana kadar masumdur diye katilleri ve tecavüzcüleri bile savunuyor avukatlar. Düzene çomak sokun! Belki dünyanın altı üstünden iyidir, kimbilir…

]]>
Fri, 07 Jan 2022 13:30:22 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
MAVİ ÇİZGİLİ GÖMLEK https://edebiyatblog.com/mavi-cizgili-gomlek https://edebiyatblog.com/mavi-cizgili-gomlek Mavi çizgili gömlek….Mahallenin dik yokuşlarından koşar  adımlarla güneşli bir yaz gününü sömüren vücudu rahatlamakta…Yüzüne yapışan bir tebessüm, etrafta görülmeyi hak etmeyen buğulanan insancalar…

Mavi çizgili gömlek…Pazar işi… Dikey desenleri, beyazla ahenk içinde…Eh vücudunu da harika göstermesi de eklenerek… Kol manşetleri kıvrılmış, dirseklerin hemen altında….Sağ el cepte, sol el vücuttan önce ileri hamle yapıp sonra vücudun gerisine düşmekte…Sarkaç gibi, zamanın aralıklarında bir bedeni hareket ettiren en önemli parça…

Mavi çizgili gömlek… Hep aynı insanlara görünür : Ayşe teyze, hastaneden dönmekte, elinde eczane poşeti, ağır adımlarla toprağı incitmeden yolu kısaltmak için ortaladığı çayırı geçiyor. Mavi gömlekliyi fark ediyor mu, fark etmiyor mu belli değil. Yüzündeki acı ifadesi değişmiyor. Kaşları aşağı düşük, ince büzülmüş dudakları varla yok arasında… Etrafındaki çizgileri daha çok dikkati çekiyor. Tanıyor mu? Selam bekledi mi?

Mavi çizgili gömlek… Antremandan dönen spor sırt çantası ile işte bir liseli: Settar… Etrafla farkındalık boyutunda iletişimde mi, yoksa zihni esen kavak yellerine teslim mi? Yaz sıcaklığı, alnında biriken ter damlaları, tişörtündeki ıslaklık, eve bir an önce varma isteği ile, hızlı adımlamaya çabalayan ama sürtünen ayaklar… Yanından kimin geçtiği umurunda mı? Güzel bir parfüm kokusu veya, alımlı bir seyirtme olmadıktan sonra, kim geçerse geçsin…

Mavi çizgili gömlek… Düğmeleri mavi sedefli adeta. Güneşle birlikte pırıl pırıl parlıyor. Mavi gözlü şu sarışın güzelin de geçiş saati hiç belli olmuyor. Ne işle meşgul acaba? Nerden haberleşip günün hangi saatinde olursa olsun geçişiyorlar. Onun gözleri mavi ışıltılı, gömleğin düğmeleri…

Mavi çizgili gömlek… Durak boş şimdi. Demek yeni otobüs geçmiş. Bekleme uzayacak. Yolun karşısında kuruyemiş dükkanı müşterisiz. Kapının önünde her zamanki gibi ince, uzun, kalın bıyıklı adam. Mavi gömlekliye bakıyor, hatırlamış gibi. Kabuklu yerfıstığı mı almıştı birkaç ay önce? Yoksa yazdan yaza kapıya eklenen sandıktaki hazır dondurmalardan mı, almıştı?  

Mavi çizgili gömlek… Elini gömlek cebine daldırdı. Bir not kağıdı çıkarttı ve otobüs kartı… Durağa gelenler oldu, işte şu adam da elinden tutmuş küçük bir çocuğun… Evindeki rahatlıkla yerleşti duraktaki bekleme oturaklarına. Çocuğu da otutturdu. "Çok sıcak bugün" diye ayakta dikilen mavi çizgili gömlekliye laf sarkıttı. Belli ki çok görmüştü daha önce.

Mavi çizgili gömlek… Elindekiler tekrar cebe döndü. Birden yola seğirtti. Yürümeye başladı. Daha fazla beklemeye değmeyen mesafeyi yürüyerek aşabilirdi. Kaldırımda uzun tüyleriyle siyah bir köpek geliyordu karşıdan. Çakışınca durdu, geri döndü, kokladı. Biraz takip etti. Sevmiş miydi daha önce bu mavi çizgili gömlekli kol onu… Belki karıştırmıştır kokusunu…

İnce çizgileriyle mavi gömlek… Sağda yeşil çimenlerle uyumlu, solda trafik… Sıcağa inat serin, serin yol aldı. Sonra sağa da mavilik yerleşti. Deniz, bütün maviliğiyle kucaklaştı. Beyaz martılar, olmadı bulutlar… Uyumlandılar birlikte, mutluluk gözden,beyinden içeriye doğru aktı. İnsanlar da yürüyüşte…Gâh, karşıdan geliyor, gâh hızlıca adımları onları geçerek arkada bırakıyor. Nasıl aydınlıklar, nasıl güzelleştiler!... Her şey netleşti. İnsanlar insanları fark ederek, gözlerinden ışıltılarla selamlayarak, minnettarlık duyarak kesiştikleri için bir zaman ilerlediler. Kısa bir süre mi, yoksa etkisi büyük olduğundan çok uzun zaman gibi mi geldi tartışılır, koca bir binanın gölgesinde birden gözler karşıdan yere indi.

Mavi çizgili gömlek… Binadan içeri girerek uzattı cebindeki notu. Tezgahtaki genç uzaklaşarak kayboldu, notu da masada bıraktı.Belli ki hatırladı hemen, geliş sebebini.  Az sonra elinde bir kol saati ile döndü. Çoktan bitmişti tamiri. Mavi çizgili gömlek günü alınan saat, manşet altındaki çıplak koldaydı şimdi. Şıklık tamamlandı metal parlaklığı ile ışıltısıyla…

Dönüşte otobüsteydi mavi çizgili gömlek… Hayret tanıdık sima yoktu. Şoför kimse "duracak" düğmesine basmadığı halde durakta durdu. Sonraki durakta ekmek alma fikri ile inmeye karar veren mavi çizgili gömlek indi kendisi için açılan otobüs kapısından.  Şoför biliyordu inecek olduğunu mavi çizgili gömleğinden…Şaşırtmak olmazdı onu…

Dönüş eve aynı yoldan…İşte kalbinin kıpırdadığı insan, kapı önünde. Bir yerden mi gelmiş, yoksa bir yere mi gidecek. Beklemek, gözlemek olmaz. Mavi çizgili gömlek… Yine uğurunda. Karşılaştırdı beklediği ile.

Endişeli mavi çizgili gömlek evde. Tek bir kıyafeti mi var diye düşünmüş müdür?

]]>
Fri, 31 Dec 2021 18:42:20 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
İNSANCA https://edebiyatblog.com/insanca https://edebiyatblog.com/insanca Sevmek işimiz, hüzünlü akşamları, yasemin kokulu baharları

Yalnız kalmamak için kahkalarla böleriz karanlıkları…

Ölüm çağrısı ötelerden, duymayız

Sonsuz aşkların sarhoşluğunda ebedi hayat sanrımız..

 

Kimler vardı âlemde, toprakta ayak izi, kubbede hoş sada…

Kalmamış biliriz,  tarih derler inanırız, masal derler yalan, destan melez

Şiir yazar, türkü söyler, ağıt ölüme, yine de yaşarız

Bir can taşırız, niye, neye, bugün, yarın, ya sonramız?

 

Uhrevi  yaratmalarımız, sığınaklarımız, avuntularımız…

Sorgulamayan yanımız, razı, boyun eğmede

Kendinden gayrı kocaman ve ulaşılmaz güç varsayımlarımız…

Korkularımız, endişelerimiz,

Yeter demeli biri, sadece insan…

Umut sana, sevi sen, ışığa kaynak, yarına barınak…

Kurtaran, vareden, üreten, kollayan, her şeyi tamamlayan….

İnsan, sadece olman yeterli ey insan….

 

Kahırlanma, ruhundan çıkar isyanını,

Çoğalt sevgilerini yarına kalmasın,

Kin, nefret, düşmanlık sadece seni yakmaz,

Miras kalmayacak başka, bugün ektiğin tohum bozuksa eğer…

Neylesin kader, İlah, kainat, doğa…

Zincir, kötü halka, kır ve bak yarına….26.12.2021   J.SEL  By.

]]>
Sun, 26 Dec 2021 15:55:31 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YAZI YAZMAK SORUNSALI https://edebiyatblog.com/yazi-yazmak-sorunsali https://edebiyatblog.com/yazi-yazmak-sorunsali Niçin yazma ihtiyacı duyarız? Nasıl yazarız? Yazıyı icat etmeseydi insanoğlu iletişim kurmanın bir yolunu yine de bulurdu. Ama yazı öyle bir güce sahip ki, zihninizden geçenler beyaz kağıt üzerinde bir takım sembollere dönüştü mü, hiç tanımadığınız insanlara ulaşıyor. Bununla da kalmıyor, yazanı yitip gitse de yıllar sonra yaşayanlara ulaşıyor.

Kalıcı olmak, bilinmeyi istemek, düşünce sağaltımı yapıp rahatlamak, kendi kendiyle iletişirken yeni düşünce ufuklarına yelken açmak gibi pek çok nedene bağlı olarak yazarlar kaleme kağıda sarılmış yıllar boyu. Günümüzde klavyenin tuşlarına dokunmuş demek daha doğru.

Bunca kütüphaneler dolusu yazı hangi aşamalardan geçerek oluşturulmuştur? Günümüze kadar ulaşan -tarih boyunca istilalarda en çok kitaplar yakılmasına, yok edilmesine rağmen- bu kadar çok metin olsa olsa yazıcıları sayısınca farklı teknik ya da aşamalardan sonra oluşturulmuştur. Edebiyat tarihçileri tasnif yaparak çeşitli gruplandırmalarla günümüz yazıcıları ve gelecekte yazacaklara yol gösterici dökümanlar oluşturmaya çalışmaktadırlar. Sosyal ilimlerin pozitif bilimler kadar nesnellik taşıyamayacağı bilinen bir gerçektir.

Sait Faik Abasıyanık, günlük meşgalelerden bunalınca kendine bir mola vermek için tamamen inzivaya çekilmiş. Tembellik yaparak yeniden kendini şarj etmeyi istemiş. Ama daha tatilinin üçüncü gününde yazı yazma isteği ile dolup taşmış, sigara paketinin kağıdına en kolay ulaştığı için ona karalamalar yaparken bulmuş kendini.Diyor ki: "Yazmasam deli olacaktım." Böyle bir tutkuyla yazma isteği duymak diğer yazı işiyle uğraşanlar için kıskanılacak bir hal. Acaba ilham denen şey bu mudur? Bedri Rahmi Eyüboğlu da kendisiyle yapılan bir söyleşide "ilham gelince ebem de yazar. Ben hiç ilham yokken ısrarla, çalışarak, emek sarfederek yazabilmeyi asıl takdir ederim" diyor. Kelimeleri zihnimde yanlış kalmış olabilir, ama mealen böyle.

Yazı makinası gibi çalışan yazarlar var. Ahmet Mithat Efendi bunlardan biri. Günümüzde de her sene, ya da senede bişrkaç eser veren yazarlar var. Yine yazar olarak anılıp tek bir eseriyle ön planda olanlar var. Demem o ki durum bu kadar karmaşık. Çok yazmak mı, niteliğine ön planda az yazmak mı?

Çeşitli edebiyat akımları da bu yazı yazma işine yön veriyor. Bilinç akışına önem veren akımlar yazarın o an zihnine ne geldiyse kağıda dökmesi, hiçbir biçim ya da okur kaygısı gözetmeden metnini oluşturması anlayışını benimseyenler olduğu gibi; titizlikle plan hazırlayıp o planı taslak olarak ve sonra geliştirerek yazmayı tercih eden geleneksel yazma anlayışına bağlı akımlar ve bunu tercih ederek yazılarını oluşturanlar da var.

Tüm bunlar doğrultusunda yazmak bir dert edinme işidir. Yazı yazan kişinin anlatacak bir derdi, sözü, düşüncesi vardır. Sosyal varlık olması onu paylaşmaya iter. Hiç kimseyle olmasa bile kendi kendiyle paylaşmak için oluşturulmuş yazı metinleri bunlardandır. Günlük gibi…

Yazma eylemini nasıl gerçekleştirdiği ise artık teknik olarak öğretilebiliyor. Zira yazı oluşturmak bir yetenek işi değildir, tekniğini öğrenirse herkes yazı oluşturabilir. Sanat eseri oluşturmak artık "yaratıcı yazarlık" olarak ayrı bir kategoriye sahip olmaya başladı. Bu da öğrenilebilir, uygulayarak geliştirilebilir bir saha olarak sık sık karşımıza çıkmakkadır. Ancak zaman ve okuyucu tercihleri hangi metinlerin değerli ve kalıcı olduğuna hükmedecektir.

]]>
Sat, 18 Dec 2021 22:39:13 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BETÜ https://edebiyatblog.com/betu https://edebiyatblog.com/betu Ramazan Bayramı sabahı....Bayramlaşmak için üst kattakilerin evde toplaştığı dakikalar.Birden pek çok köpek havlama sesiyle bayram sohbeti bölündü.Tatlı tabakları servis sehpalarında önemini yitirdiler. Pencerelerde, balkonlarda beliren başlar çığlık atmaya başladılar."Öldürecek hayvanı,Allah cezanı vermesin, Bırak, körolmayası." Sesler, çocukların ağlamasıyla daha da yükseldi.

Bir yamaçta dizelenmiş evlerin aşağısı bir düzlük çayırlık alanda nihayetleniyor.Burası zaman zaman sokak hayvanlarının toplandığı , sürü halinde dinlendiği veya oynaştığı alandır. İnsanları bu alanda var olmaktan boy atmış otların arasında "yılan var" efsanesi durdurmaktadır. Barınaklarda barındırılamayan ve mahallelerde konuşlandırılan hayvanlar için bu güzel bir fırsattır. Doğal ortamlarında rahatsız etmeden ve edilmeden yaşamaktadırlar.Tek korkuları ara sıra serbest kalan sahipli köpeklerin saldırılarıdır. O bayram sabahı da sokağın başında kerelerce hırsıza mekan olan evlerini korumak için edindikleri kangalın bağından kurtulmasıyla yaşanan hadise bütün mahalleye bayramı unutturmuş,can havliyle bağıran bir yavru köpeğin çağırısına yöneltmiştir.Zavallı yavrunun on veya on iki kadar sürü arkadaşları da daire şeklinde olanca güçlriyle havlamakta gürültü çıkarmaktadır. Ama kangalın gürültüyle yaptığı saldırıyı sonlandıracak niyeti olmadığı tekrar tekrar saldırmasından anlaşılmaktadır. Hiç o güne değin köpeklere ilişkin sevecen bir cümle sarfetmemiş olanlar bile; "yakın olsa gidip geberteceğim şu hayvanı, zavallı köpeği kan revan içinde bıraktı, balkondan atlayacağım şimdi....."dedirten bu vahşet tablosu, Nilay'ın gidip "Betü' yü salsalar kurtarır, mahallenin çocukları nerde..."

Yamacın biraz ilerisinden kangala göre ufak, krem rengi bir köpek peydah olunca, hem de bütün hızıyla adeta uçarak aşağı düzlüğe ulaştığını gören balkon ve pencere seyircileri "hadi Betü, kurtar Betü" naralarıyla kendilerinden geçtiler.

Betü bütün gücüyle kangalın boynuna saldırdı.. Tek bir hamleyle yakaladı.Kangal canının derdinde, önce direnmeye karşı hamle yapmaya çalıştı,sonra yavaş yavaş ön ayaklarını çözdü.Betü hiç pozisyonunu değiştirmiyor,dişlerinin kıskacına aldığı kangalı bırakmıyordu. Kurtulan yavru son gücünü oradan uzaklaşmaya harcadı. Yaşadığı dehşet kurtarıcısına teşekkür etmekten onu alıkoymuştu. Kangal sonunda pes etti yana devrildi,otların arasında cüssesi eriyerek, kötülerin sonuna yakışır bir zavallıya dönüştü. Betü o zaman dişlerini çözdü. Kangalın oradan uzaklaşması için sesiyle komuta etmesi yetmişti. Sonra da bütün mütevazılığıyla geldiği yamacı geri tırmanmaya yöneldi.

Bu gerçek seyirlik doğa olayı oradaki insanlara ikinci bayram sevincini yaşatmıştır. Servis sehpasındaki tatlılar, Betü'nün zaferi için yenmiş, Betü'ye de iki kilo et sözleri verilmiştir. Betü kahramanın öyküsünü artık sadece o mahalle değil anlatıla anlatıla ne kadar yayılaırsa o kadar efsaneleşmiştir: Betü bir sokak köpeğidir.Pitbul kırmasıdır.Belediye onu bu civarlarda trafik kazası geçirmiş olarak bulmuş, tedavi etmiş, yine uygulamaları gereği alındığı mahalleye bırakmıştır. Betü daha önce o mahallede olmasa veya fark edilmemiş de olsa benimsenmiştir. Yolun kenarındaki börekçinin köpeği olarak bilinir. Börekçi ona bir kulübe de tahsis etmiştir. Ama asla bağlı ya da kapalı bir mekana ait yaşamı olmamıştır. Bu nedenle verilen et sözleri Betü için anlamsızdır.O bir "Böreksever" dir. Tuhaf olanı vejeteryen olmasıdır.... Sokak köpeklerini korur Betü.... Çocukları sever ve korur....Büyüklerle pek arası yoktur...Bir de şu kangalın daha önce de üç beş sokak köpeğini öldürdüğünü söyleyen mahallenin çocuklarına göre korktuğu tek köpektir. O zavallı köpekler de Betü'nün ortalarda olmayışından telef olmuşlardır.

]]>
Sun, 05 Dec 2021 23:51:22 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
MASALIM https://edebiyatblog.com/masalim https://edebiyatblog.com/masalim Biri varmış, ama yokmuş

Gözleri ela,mavi,siyah …

Bakışı,  sende sadece yıldırım,

Sünepe dünyaya, derviş dünyalığa

Bir el kocaman göğe doğru duamsı

Kolun ucunda uzanır

Bir omuz yuvalanır

Ohhh, güvende, başın göğsüne yaslanır

Bir el kocaman, işaret parmağı nazikçe

Gözyaşına bulanır.

Bedeni üçgen, dikdörtgen, sırık

Eğilip kalkar, en çok sende güçlenir devce

Sever, verir, esirger, korur, karşında erir

Yorgun düşer bakarsın, emrin vardır direlir

Sendendir pili, sen bitersin

O devrilir…

Sözü gümüş, sükutu altın

Kahırlarına, belalarına boğarsın

Emer, kelebek uçar bakarsın

Kalbin teskin, huzur gemisinde yelken

Kırılıp dökülse kemikleri, etinden et kopsa

Anlamazsın

Yüce dağları aramazsın.

Ana gibi yardır, baba gibi diyar…

Gök, üç elma…Uyanamazsın.

                               2.7.2021 By.   J.SEL

]]>
Mon, 29 Nov 2021 00:02:29 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BİLGİ SAYAR https://edebiyatblog.com/bilgi-sayar https://edebiyatblog.com/bilgi-sayar Bilgiyi sayan alet… İlk nerede ne zaman karşılaştık kendisiyle… Önce taşladık, kötüledik, dünyamıza girmemesi için kışkışladık, direndik, PES ETTİK…

Neden bu inat!.... Her birimiz ne kadar bilgili olduğumuzla böbürlenmek istemiyor muyuz? Bütün hırsımız, öğrenmek, kendini bilmek, kendinden öncekilerin de bilgilerini yalayıp yutmak değil mi?

SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN? Bu kelamı zor bir durumda karşılaşıp tehdit amaçlı kullanmayanamız var mı? Sanki keşfedilmeye muhtaç derya deniziz de karşımızdakini bu gizil gücümüzle korkutuyoruz… Günümüzde "benim şurada, burada tanıdıklarım var, istersem sana dünyayı dar ederim" lere dönüşse de tarih öncesinde de vardı muhakkak bu meydan okumalar… Ama o zaman daha sahidence… Düello gibi, kas gücü baskınlığı… Allah vergisi filan, son maddede gelir aklımıza. İnsan ne yerse odur inancıyla, önce düzgün beslenmesine, et tüketimine borçlu olduğunu bilir. Et tüketenler avcı, ot tüketenler avdır. Daha neleri biliyordur benim insansı sürüngen beyinli atalarım? Her gün av peşinde koşup antreman yapmasına, daha doğrusu kendisini en güç şartlarda bulup her gün denemesine borçlu olduğunu biliyordur. Devasa bir kayayı yolundan çekebilmişse, sürüngen beyni hemen trigonometrik işlemlerle karşıdaki rakibin enini boyunu yeri titretme ivmesinden ağırlığını hesaplayıp çıkarımına göre hareket ediyordur. Neydi bu şimdi? Bilgi değil mi? Moda tabiriyle KADİM bilgi…

Ah ne güzel senaryolar yazmış da oturup onları ciddi birer bilgi gibi Tanrısal depomuza arşivlemişiz. Taş devri, Cilalı Taş Devri yok, Yontma Taş Devri…Ne güldüm, bunun ortaya çıkarılışını öğrendiğimde. Vatandaş kütüphaneye görevlendirilmiş. Levhaların kitap görevi gördüğü çağlarda. Karışık bu yığını  nasıl tasnifleyeceğini bilememiş önce. Çalışanların kapasitesini de göz önünde bulundurarak -hepsini kendi taşıyamazdı ya- yapıldıkları maddelere göre bir yer belirleyip taşıtmış. Bir de ne görsün, taştan yapılanlar aynı devirde, tunçtan yapılanlar aynı devirde yazılmış eserlermiş. O zaman devirlerin de adı konmuş: Taş Devri, Tunç Devri… İnsanoğlu bunları icadetmek için fethettiği her yerleşim yerinin önce kütüphanesini yok etmiş. Bunu anlamak mümkün olmasa da okuldan bezmiş bir öğrencinin tüm kitapları yakarak hayatını kolaylaştırdığını zannetmesi gibi bir şey… Ama işe yaramış, geçmişi unutturmayı başarmışlar. Hakikaten bağlar kopmuş. Sonra yerine masallar yerleştirmesi çok kolay… Hele de kimi milletlerin tarihini kendi araştıracak gücü ve bilim adamı yoksa…

Şimdi daha kolay. İstediği bilgiyi ürettiği teknoloji sayesinde tek merkezde depoluyor. Özgür gezinip istediği bilgiye ulaştığını zanneden bizleri yemlemek amaçlı kırıntılar atıyor önümüze. Çünkü arama motorları da onların. Hangisini ilk sayfada önünüze geleceği ayarlanabilmekte. Onu da geçtim artık ses dinleme, görüntülü izleme donanımıyla, bir uzvumuz gibi yapıştığımız araçlar sayesinde konuştuğumuz nesne, satın alman için ertesi gün sayfanda, ekranında… Bir arzuya bakıyor değil mi? Depo ile bağlantıyı kes, bir hiçsin. Bütün kitaplarını ansiklopedilerini de fuzuli eşya diye çoktan geri dönüşümle ambalaja çevirttin.

Bilgiyi sayan bu alet artık vazgeçilmezin. Gibi yani. Elinden alsalar ne olacak? Hiçbir şey yapamayacaksın. Yaşamanı yeniden dizayn edeceksin. Korku şimdi bu bilgisayarın insanı ele geçirecek olması. Çip takılarak. O kadar gelişmiş ki, yapay zeka artık insan gibi. Hem de hatasız egosuz çalışıyor. İktidarı ele geçirmeyi irade ederse onu durduracak gücü olmayacak insanoğlunun. Kendimizi çok önemsememiz dini inançlarımız gereği. En üstün varlık İNSAN… Sonra yaptığın bir şeyi daha üstün buluyorsun. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan?

Gerçek bilgiyi merak ediyorum? İnsanoğlu nasıl var oldu? Siyah ırk, Çekik gözlü ırk, bir de Beyaz ırk mı demeliyim? Hiçbir bilgi bana göre bunu açıklamıyor günümüzde. Mevsimsel, coğrafi koşullar, evrim filan hikaye… Neler bugün yaşadığımız düşmanlık tohumunu ekti birbirimize karşı. Gezegeni ortak kullanmamız gerektiği bir hakikatken… Artık bunu bilemeden göçerim dünyadan… Ama doğrusu şu BİLMEK dürtüsü öyle vazgeçilmezimiz ki, bilimin sunduğu, efsane ve masalların sunduğu bilgi kırıntılarından yemlenmekten vazgeçemiyoruz.

]]>
Sun, 21 Nov 2021 19:06:59 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ŞÜKRİYE NİNE NASIL SEVER? https://edebiyatblog.com/sukriye-nine-nasil-sever https://edebiyatblog.com/sukriye-nine-nasil-sever            Komşular mahalledeki yükselen seslere kulak kabartmışlar,  görüş alanına sığdırabilenler pencerelerde mekan tutmuş, çocuklar ötelerden koşturup kıyıda köşede seyirci pozisyonu almaya devam ediyorlardı:

          -Ben oraya onu yaptırtmam. Burası benim evim, bahçem. Siz kime sordunuz bunu yaparken…

          -Anne, geçici yapılıyor, sonra yıkarız, bahçeli ev bulamadım. Alt tarafı kulübe… Ve sen o köşeyi kullanmıyorsun. Sana zararı yok ki…

          -Siz çok biliyorsunuz. Benim olmamamı fırsat bildiniz. İki gün hasta kızımdayım diye arkamdan iş çeviriyorsunuz.

           Tellerle etrafı çevirmeye çalışan adama yükleniyordu. Adam yaşlı kadının tepkilerine hazırdı belli ki. Arada tek kelime söylüyor işine devam ediyordu.

           Evin bahçesine ortak olan iki köpek bir hafta sonra geçici mekanlarına yerleşmişti. Mekan sahibi Şükriye Teyze, yumuşatılmıştı yumuşatılmasına da, bütün aile, komşular elbirliği yaparak ancak onların bağlı tutulması koşuluyla razı olmuştu, geçici ikamete.

            Arkada serbest dolaşmaları için ev boyunca uzanan bir buçuk metre genişiliğindeki tel örgü ile çevrelenen mekanda köpekler zarar verecek o kadar çok şey yapmışlardı ki, yapma ihtimalleri olanlar da küçümsenir şeyler değildi hani… Evin gider boruları oradaydı, onları zorlayıp yerinden sökebilirlerdi. İncir ağacı vardı, dibini kazmışlardı pençeleriyle. İnciri kuruturlarsa Şükriye Nine'nin canından can giderdi. Sonra en başa konuşlanmış yuvaların yüksek çatısına zıplayıp esas bahçe tarafına geçiyorlar, orada bütün çiçeklerine tehdit oluşturuyorlardı. Bahçesinde yetişen sebzelere çiş, kaka yapıp "kerif" olmasına sebep olurlar, o sebzeler artık yenemez olurdu.

            Kont ve Lisa'nın zincire bağlı hayatları başlamıştı böylece. Evin kızı eşinden ayrılma kararı almış ama bahçeli ev bulamadığı için köpeklerine annesinin bahçesinde çözüm üretmiş, bir üst sokaktaki kiralık evinden bakımını yapabilmeyi planlamıştı.

             Ertesi gün kızı ve iki torunu köpekler için geldiğinde, Şükriye Nine,

             -Ben sabah yedide verdim onların yemeğini sizi mi bekleyecek hayvanlar…

             -Ne verdin? Kuru mamasını getirmiştik biz de…

             -Undan çalmaç yaptım, ekmek doğradım, severek yediler.

             -Onunla beslenmez hayvanlar, hiç değilse kemik suyu getireyim onunla yap.

             Şükriye Nine;

            - Siz çok biliyorsunuz? Biz hiç hayvan bakmadık mı? Yal yapılır köpeğe… Karışacaksanız alın gidin köpeklerinizi. Ben bildiğim gibi bakıyorum.

             Ertesi gün, köpekler gezdirilmek üzere gelindiğinde, Şükriye Nine jandarma gibi dikilir kapının önüne, emirler yağdırmaya başlar:

             - Burda salma! Götür aşağıda sal. Bahçeme dalıp bütün fideleri kırarlar. Ben de yerlerini yıkar, temizlerim.

             - Sen yıkama biz yıkarız, geç evine otur. Biz ilgileneceğiz, yorulma sen….

            -Yorulmam ben! Siz onu bunu arayıp bulana kadar, ben yıkarım.

           - Daha önce niçin yıkamadın, çiş kaka kokuyor burası.

           - Hiç de bile. Ben alıyorum, temizliyorum hemen. Koku falan yok, uyduruyorsunuz.

           Köpeklerin yanına özel giysilerini giyerek yaklaşır. Çünkü beton zemin üzerinde hayvanların çişleri  hertarafına değmekte, hayvanlara yaklaşınca da kötü kokmaktadırlar.

            -Köpekleri yıkayacağız.

           Şükriye Nine:

            - Nerde yıkayacaksınız, kuyunun suyu ile yıkayın..

            - Buz gibi kuyunun suyu, içerden sıcak su alacağız.

            - Bedava mı o su, elektrik…

            -Ben faturaları öderim anne, dert etme sen…

           - Senin paran çok galiba, çocuklarına harca. Ben ödeyemiyor muyum faturalarımı…

           Zaman su gibi geçti. Geçici mekan iki yıldır devam ediyor. Bahçeli bir ev bulunamadı. Farklı çözümler aradılar.Mesela bahçenin uygun görülen bir köşesini tel örgüyle çevirip, hiç değilse toprak zeminde barınmalarını sağlamak….Uzun tel gerip, hayvanları tel üzerinde daha geniş bir hareket sahasına kavuşturmak. Ama Şükriye Nine hiçbirine izin vermedi.

            Bahçeli evi tek katlı bir gecekondudur.Şükriye Nine eşiyle altmışlı yıllarda göç edince mütevazi işçi aylığı ile önce arsayı almışlar,sonra kendi elleri ve tanıdıklarının yardımıyla imece usûlü iki göz ev kondurmuşlardır.

           -Adam cesaret edemedi. Borçtan ödü kopardı. Kooperatif evlerine de o yüzden girmedi. Yirmi yıl borç ödemek gözünü korkuttu. Ben ısrar etmeseydim burayı da almıyordu. "Herif alalım burayı, dere yatağı ucuz bak, zamanla yaparız" dedim de öyle aldı. Hep derenin taşlarını biz taşıdık temizledik. Evin temelini beraber yaptık. Sırtımdan geçti bu evin taşı, biriketi…

           -Anne sen hayvan seversin, yıllarca burada inek baktın, tavuk besledin, köpeğimiz oldu. Köylü kadınsın sen. Niye şimdi bizim hayvan sevmemizi anlamıyorsun? Böyle planlamadık. Evden taşınacağımı bilmiyordum. Edinmiş bulundum. Torunların istedi biliyorsun. Ne var burada bu kadar işe yaramaz bodrum var. Hayvanlara sağlıklı, toprak zeminde bir yer çevirelim, serbest dolaşsınlar.

            -Tamamen salın o zaman, acıkınca gelirler. Yemek yediği evi bilirler.

            Büyük Torun:

            -Ananne golden olan köpeği salamayız, çalarlar. Hem belediye zehirliyor. Annemin çocukken beslediği köpeğini zehirlemişler, kurtaramamışsınız.

           Köpeklerin yürüyüşe çıktığı bir gün Kont'un yalpaladığı fark edildi, tüylerinin arasında dört beş yerinde yumrular oluşmuştu. Veterinere götürüldü çarçabuk. Kanser olduğunu öğrendiler. Evde yas vardı. Kemoterapi için önerilen ilacı eczane eczane dolaşıp zorlukla buldular. Artık bir üst sokaktaki kiralık evin önündeki küçük alanda bakılıyordu. Kemoterapi hayvanı o kadar kötü yapmıştı ki, yemiyor içmiyor, ayağa kalkamıyor, kalksa yürüyemiyordu. Akşam sabah başında nöbet tutmaya başladılar. Hastalıklı köpek bütün sokağın merhametini galeyana getirmişti. Yoldan geçenler büyük ihtimamla durumu soruyor, dualarla, temennilerle ayrılıyorlardı.

            Evde matem havası, umutlar besleyerek dağıtılmaya çalışılıyordu:

            -Ben biraz tavuktan yedirdim. İlacını içiremedim, bir de sen denesene.

Diyordu evin annesi. Büyük torun;

             -Ben veririm, sosis var mı evde, onun içine gömünce yiyor. Kemoterapi mahvetti hayvanı. Zaten o bahçede zincirde, unla beslenerek bağışıklığı nasıl iyi olacak. Senin yüzünden işkence görüyor hayvanlar. Geçici dedin, hâlâ zincirdeler. Anannem de inadını kırmıyor ki, güzel bir yer yapalım… Mezarına götürecek yeri sanki. Bir şey de yapsa gam yemem. İki lahana var diye….

             Kont ancak iki haftada toparlandı. Kalkıp tuvaletini yapmak için küçük çiçekliği özellikle kullanıyordu. O zaman içler acısı eziyetini daha bir gözüne soktu onların. Bağlı olduğu yerde toprak yoktu ve olduğu yere yapmak zorunda kalıyordu. Pislik hastalığı getirmişti besbelli.

              Şükriye Nine bir sabah ziyarete geldi:

               -Biber dolması getirdim köpeğe, yer belki. Merak ettim, üzüldüm hayvana, neden hasta oldu? Ben onlara hergün bakıyorum.

              Kapının önünde Kont'un iyi haline güleç yüzlerle eşlik ediyordu ev halkı. Ananne çömeldi yerde yatan hayvanın yanına;

              -Oğluuum, hasta mı oldun sen, iyileş emi, ben seni hiç böyle elimle sevmemiştim.

             Ev halkının bakışları dondu, birbirine baktılar. Üvey ebeveyne terk edilmiş evlat muamelesini hücrelerinin en derinine kadar hissettiler. Görmeden duramadıkları sevgili canlarını, kendilerine can olan, hayvansever bildikleri ananelerinin elinde bu kadar gaddar ve sevgi çölü içinde bıraktıkları gerçeği çarptı yüzlerine. Çaresizliklerinden, iyi olduklarını, en azından doğaya veya barınağa bırakmadıkları için teselli olup kendilerini kandırdıkları ayan beyan ortadaydı.

             Büyük torun sağlıkçı olarak devlet kurumunda işe başlayacaktı. Köy hayatı yaşayabilecekleri bir yere tayin istedi, gözünü kırpmadan. Köpeklerini alacak mutlu mesut yaşayacaklardı. Bir dönüm arazi içinde bir ev buldular. İşyerine uzaktı ama köpekler için bulunmaz fırsatlar sunuyordu. Taşındılar. Lisa ve Kont evin farklı köşelerinde yuvalarına istedikleri gibi girip çıkarak, bahçede özgürce koşturarak yeniden canlandılar. Kont'un dökülen tüyleri daha canlı yerine geldi. Tırmandıkları bahçe telini görünce yerine gelen kuvvetine sevinirken, komşu bahçelere geçmemesi için yeniden uğraş vermelerine de söyleniyordular insan dostları….

             Yıllar sonra Şükriye Nine anlatıyordu eşe dosta;

            - Alışıyor insan, kapıya çıkıp konuşurdum onlarla…Arada havlarlar, çıkar söylenirdim "Karnınız tok ne istiyorsunuz, susun bakalım" Beni dinlerlerdi. Hasta olunca üzüldüm, merak ettim. Yanına gittim beni tanıdı. Sevdim elimle. Yabancı gelince havlarlardı…

             Evin kızı ve torunlar bayram ziyaretlerinde bu sohbetleri acı bir gülümsemeyle dinler, istemsizce gözlerini bahçeye çevirir; artık bahçenin köşesindeki sessizce dinlenen canlarının mezarlarına izin verdiği için Şükriye Nine'ye minnet duyarlardı.      

]]>
Sat, 13 Nov 2021 14:41:19 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
ÇOCUKLARIMIZ VE MASALLARIMIZ https://edebiyatblog.com/cocuklarimiz-ve-masallarimiz https://edebiyatblog.com/cocuklarimiz-ve-masallarimiz Çocukların edebiyatla ilk tanışmaları masal ile olur. Ninni daha önce kulaklardan beyne akan tür olsa da, çocukların bilinçli dinlediği va daha sonra hatırladığı ninni değil masaldır. Bu nedenle masalın, hayatımızda kalıcı değerler ve hatıralar oluşturması  bakımından önemli bir gücü vardır. Kitap okumayan kişilerin bile en az bir masal veya masaldan bir bölüm hatırladığını söyleyebiliriz.

Masal anonim ürün olmakla birlikte, milletlerin kültüründen bağımsız değildir. Günümüze kadar yetişen Cumhuriyet neslinin masalları Anderson, Grimm, Binbir Gece vb. masallardır. Kendi masallarımızdan kalıcı olarak iz bırakmayı başarmış yegane masal "Keloğlan" masallarıdır.

Masalların kaynağı ile ilgili araştırmalar önce Batı'da başlamıştır. Kendi milli kültürlerini, köklerini ararken Türk unsuruna da rastlamışlardır. Masallar üzerine ilk çalışan Rus Türkoloğu F. Wilhelm Radloff(1837-1918) olduğu kaynaklarda belirtiliyor.(Ali Fuat Arıcı,Tür Özellikleri ve Tarihlerine Göre Türk ve Dünya Masalları, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 26 Erzurum 2004,s.161) Başka yabancı Türkologlar da masallarımız üzerine çalışmışlardır. İlk çalışan yerli Halkbilimci Pertev Naili Boratav(1907-1998)dır.Daha ve sonra günümüzde masallar üzerine çalışan araştırmacılar, akademisyenler vardır.

Türk Masalları dinlemeden büyüyen bizlerin ve çocuklarımızın kendi kültürüyle bağ kurmakta geciktiği ve daha ilk yaşlarından itibaren yabancı kültürle tanıştırıldığı gerçeği ortada olup, olumlu ve olumsuz sonuçları araştırmaya muhtaçtır. Uzun yıllar kültür ve eğitim  politikalarında özen gösterilmemiş olan bu anlayış artık değişmektedir. (https://masal.gov.tr/) Sitesi masal derleme projesine ait bir sitedir. Proje sonuca ulaşırsa bizden nice masallara kolay ulaşma fırsatı elde edilmiş olacaktır.

Masal kültürünün toplumumuzda ne kadar önemli yere sahip olduğunu düşündüren bir eser de "Kervansaray Ateşlerinin Başında" isimli Elsa Sophia von Kamphoevener 'e ait, Aylin Gergin-Mustafa Tüzel tarafından tercüme edilen eserdir. Eserin önsözünde yazar, batılı bir kadın olarak erkek kılığına girip, bir masal anlatıcısı olan Fehmi Bey'in yanında Anadolu'yu karış karış gezerek bu masalları edindiği belirtilmektedir. Masal kültürümüze ait daha başka ayrıntılar da yer almaktadır. Bu kitap sadece "Eski Türk Göçebeleri"ne ait masalları derlemiş ve anlatılan özellikler de bu toplulukların yaşantısına ait olarak dile getirilmektedir :

Masal anlatıcıları erkektir. Erkeklere anlatırlar. Masalların kaleme alınması yasaktır. Başka gruplara ait masallar anlatılamaz, yani her topluluğun kendine ait masalları vardır. Anadolu'da eleştiri yapabilen ve bunun için hiç yargılanmayan tek insan masal anlatıcılarıdır. Yaşam şartları masallara yansıdığı için iklim koşullarına göre doğudan çıkan masalların sert ve korkutucu; iç bölgedekiler daha ayrıntılı ve uzun;  güneydeki masallar daha sevgi dolu ve hayalcidir. Anadolu'da sekiz yüzyıldır var olan masalların canlı kalmasının en önemli sebebi kaleme alınmamalarıdır.Türk göçerlik hayatının sona ermesiyle masalların unutulma tehlikesi karşısında elli yıl sonra yazar tarafından kaleme alınmışlardır.

Masalların gücünü, günümüz dünya masallarının olumlu mesajları yanında olumsuz mesajları da çocuklarımızın zihnine kodladığı tartışmaları ortaya koymaktadır. Bu çok boyutlu edebiyat türünü edebiyatın tüm paydaşları; araştırmaları, eser üretimleri, çocuklara ulaştırmaları yönüyle ilgi odağına almalıdır.06.11.2021

KAYNAK :

-(Ali Fuat Arıcı,Tür Özellikleri ve Tarihlerine Göre Türk ve Dünya Masalları, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 26 Erzurum 2004,s.161)

-( Elsa Sophia von Kamphoevener, Kervansaray Ateşlerinin Başında, Tercüme: Aylin Gergin-Mustafa Tüzel, Alfa/ Edebiyat, Eylül 2020, s.485)

]]>
Sun, 07 Nov 2021 00:57:52 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BENDEN ÖTE SEVİLESİ… https://edebiyatblog.com/benden-ote-sevilesi-845 https://edebiyatblog.com/benden-ote-sevilesi-845 Birileri var iki yaşar,

Olgun bir meyve olarak düşer berzahtan

Şanssızlıkları şansıdır der Ata Korkut,

Yetim, yoksul, yalnız…

Öd toplar hücreleri, çareler kılcal

Yekvücud vakit darken

Hazırdır

Volkan patlar…

Her kıvılcımından bir ocak tütmeye başlar,

Hücrelerine yeni su yürümelidir,

Suya zehir kıskançlıklardan

Çareler bir İlahi emir gibi

biteviye,

Yaralar iyileşir, sürgün verir kuruyakalmış çınar

 

 

Ben o dalın ham meyvesiyim berzahtan,

Üç yaşamak isterim, bir yaşarım

Kapanmamış yaralarda sancılarım

Anlarım, dünü ve bugünü

Hep vardı yandaşlarım ve karşıtlarım

Yaradan aşkı dedim koymadım içine seni

Kuran dedim, Muhammed dedim, Osmanlı dedim

Hamdım pişmedim, ben tam bildim kendimi

Koparılmış, kökleri biçilmiş varlık sebebi silinmiş.

Yalnızdım, dayanamadım.

Kaptı bir el beni, toprağa dikti

Suyum zehirli verildi,

Köklerime yol bulamadım.

 

Bir yaşarım dünü bugünü anlarım, yarınım yok

Yandaşlarım dedim, karşıtlar köhne ve dündü

Dallarımı uzatırken göğe, gölgelerimi sunarım

Kurak ve köksüz bitkileri seyre dalarım

Yakar ateş, güneş… ellerimi saklarım.

Kurur, baharat olur yemeğime,zevkle yutarım

Dallarım nereye başıboş

Fırtına, bora, kasırga

İki seksen kimbilir ne zaman uzanırım.

 

Ham meyveyim berzahtan, bir yaşarım

Toprak tanırım, hava tanırım, su tanırım

Ben bana yaşarım,

İki yaşar kimileri, ateş indirir yere

O cevheri tanırım.

Günün çözer düğümlerini

Bir eli yerde, bir eli gökte döner durur

Başlattığı döngü, değil dünyayı evreni kudurtur

Bir gözü dünde bir gözü ebedi

İlahça belki, kimbilir

Methiyeler, lanetler yaptıklarına

Beyaz ve siyahların efendisi

Şeytandan parça da mı yutmuş ne

O cevher ki

Anlamadık, o iki yaşadı biz bir

Hâlâ ikinciyi yaşamakta, püskürsek de,

Vatan millet insan

Diyar, memleket, kıtan ve dünyan

Ocağında ilk kıvılcım sönmedi

Baş eğdi medeniyet ve canavar

 

Benden öte sevilesi

Ali Rıza babası, Zübeyde annesi,

Bin sekizyüz seksenbir doğumlu ihtiyar…. (20.06.2021 By. J.SEL)

]]>
Mon, 01 Nov 2021 00:42:28 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
GENÇLİK HEP AYNI, BİR YERE GİTTİĞİ YOK! https://edebiyatblog.com/genclik-hep-ayni-bir-yere-gittigi-yok https://edebiyatblog.com/genclik-hep-ayni-bir-yere-gittigi-yok Zamaneden şikayet yazın dünyamızın sürekli ele aldığı konulardan biri. Önceleri sadece günümüzde her şeyin kötüye gittiğini zannederken, bu alanda eserler okudukça, eskilerin de hep bu tür şikayetleri olduğunu öğrendim.

Dedelerimiz de, ninelerimiz de hatta oraya gitmeye gerek yok biz bile "Nerde o eski bayramlar" cılardan değil miyiz? Zaman ilerledikçe kendimizin yerimizde saydığımızı, köklerimizi toprağa daha sıkı bir şekilde çoğalttığımızı farkediyor muyuz?. Demem o ki, biz yerimizde mıhlanırken, hızla değişen kainat, dünya, insan ve gençlerin değişimlere ayak uydurma çabalarını böyle mi değerlendiriyoruz acaba?

Bir söz var hani "gençlik akledebilse, yaşlılık yapabilse" diye. Aslında dosdoğru kendimize bakabilsek, çocuk hayallerimizi hatırlasak, gençlik ideallerimizi ayakta tutmuş olsak gençliğin aynı psikolojik gelişme evrelerinden geçtiğini görebiliriz. Biz pilot, doktor, ressam, avukat olmak istiyorduk; şimdiki gençler dijital dünyanın imkanları ile bir meslek, gelecek edinmenin peşinde. Bizim kolayca zengin olduğunu düşündüğümüz borsacılar, futbolcular, ses sanatçıları da çoğumuzun aklını çelmiş, ya top peşinde heder olmuş, ya da yakın çevremize konser vermekten öteye sanatta gelecek kaydedememişizdir. Bugün de gençler "Siz ' Bitcoin' i biliyor musunuz? Çok para var." "Bir oyun tasarlayacağım, zengin olacağım". "You Tuber olup, tıklanma rekorları ile para kazanacağım" diyor.

Onları nasıl yetiştiriyorsak, beyinlerine neyi kodluyorsak onu icra ediyorlar. Şikayet etme hakkı görmüyorum kendimde. Bizlerden kaç kişi paranın geçinmek için bir araç olduğunu ve ihtiyaçlarımız için kurulan bu düzende cebimizde olması gerektiğini, bundan daha fazla anlam yüklemememizi, mutlu olmanın da hiç parayla ilgili olmadığını keşfetmiştir? Az bir yüzdelik. Mutsuz, tatminsiz, sadece alma peşinde olduğundan eksiklerine odaklanmış yetişkinler âleminde edepli,  dünya için faydalı işlere koşan, her şartta iyiden yana davranış sergileyen gençler olsun etrafımızda istiyoruz. Ama çok şey istiyoruz.

Gençlik artık her yerden besleniyor, bilgi ile donanıyor. Öyle ki okullara ihtiyaç var mı, diye sorgulamaya başladı. Bizden çok daha iyi düşünce yolculuğu yapma imkanları var, çok daha isabetli sonuçlar elde edecekler. Öncesinde sadece okuyan, etrafında bilenlerden almayı beceren kişiler ayrıcalıklı bir gelişim sergilerken;  şimdi çok yönlü, istedikleri alanda ve seviyede bilgiye ulaşabiliyorlar. Gelişimleri hızlı ve erken oluyor. Dahi, büyümüş de küçülmüş çocuklara daha sık rastlamaya başladık. Davranışları ile uyumlu kılınabilirse dengeli, daha güzel bir gelecek bizi bekliyor.

Toplumsal bir varlık olan insanın her dönemi, değişimi sancılı olmuştur. Olumsuzluklar da yaşanacaktır. Bir buçuk sene yaşıtları ile iletişimini kestiğimiz çocukların asosyal davranışları, sosyal ortama uyum bozuklukları, bireysel psikolojik sorunları yığınla bizi bekliyor. Ama fark eden çözümünü yine üretecek. Az önce bahsettiğimiz imkanlar çözüm arayışı olanlara da bir çare sunabilir. Herkes yaşayarak, yanıla yanıla öğrenecek. En iyi öğrenme metodu budur.

Günümüz gençlerinin dertleri çok daha çetrefilli. Akıllarını karıştıracak çok şey var. Büyükleri de geleceği tecrübe etmediğinden rehber olamıyor. Baş döndürücü hızla gelişen teknolojiye ayak uydurmaları için durup düşünmeye bile vakitleri yok. Birileri çoktan önüne geçmiş oluyor, beklerse, kararını ertelerse.

Güvenmek zorundayız. Hiç şöyle bir şey duydunuz mu?: Gençler savaş başlattı- Bir ülkeyi göçertti- Zamanı kötüye çevirdi.

Ben duymadım, bunu yapanlar hep yetişkin , aynı zamanda hırslarının esiri ve açgözlüler. Yetişkinler kendini düzeltse yetecek. Gençlere gölge etmemek yeterli.  Başka ihsan beklemiyorlar.20.10.2021 By.

]]>
Wed, 20 Oct 2021 15:33:38 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
KARPUZ https://edebiyatblog.com/karpuz https://edebiyatblog.com/karpuz Devasa karpuzların tadı ve lezzetine inanan oğlunun aksine, karpuz kriterleri başkaydı, yetmişlik Davut'un : Pıtık vurduğunda çıkan sesin  tizliği, sapının kurumuş, kahverengiye dönüklüğü, eh bir de taşıması eziyetsiz büyüklüğü…..

Şansı yaver gitmemişti. Sezon başladıktan nice sonra almaya başladığı karpuzların üçü de yiyenleri memnun etmedi. Hele de karpuz mevsimini  iple çeken oğlunu! Bir gün arabasından devasa bir karpuz indirerek girdi bahçe kapısından. Girişe bıraktı. Annesi günlerce onu mutfağa götüremediğinden, büyümese de yattı karpuz kapı dibinde. Kime söylediyse "tamam" deyip kulak arkası yaptı.

Bir gün o karpuz yaşlı kadının eliyle, yuvarlana yuvarlana evin koridorundan  mutfağın yolunu buldu. Yine bekledi günlerce. Karpuz müptelası oğlu her kesip yiyelim deyişinde, " bugün olmaz, sadece ikimiz varız, kalabalıkta keseriz, yarısı kalacak, dolapta yer yok sığdıramam" deyip savuşturdu.

Karpuz gitgide mutfağın herhangi bir mobilyası veya gereci gibi gözaşinası bir eşyaya dönüştü. Taş döşemeli mekanında beklerken, yanından tabak tabak başka meyveler, yemişler  geçti.

Misafir ağırlandığı bir akşam, mutfağa çay doldurmaya giden genç kızın çığlığı bütün sohbeti durdurdu. Davut koştu hemen, "börtü böcek çıktı önüne, çığlığa bakılırsa karafatma gördü herhalde" diye düşündü. Eski evinin bu dertlerini misafirlere açık etmekten utandı biraz da…Ne kadar bakım yapsa, delikleri tıkasa, boya çekse de yıllanmış böcek yuvalarının yok olduğuna hiç emin olamadı. Zira herkesten çok kendisi sabah namazına kalktığında kaçışan böceklerle yüzleşiyordu.

- Ayaklarım ıslandı, buraya su dökülmüş, ürperdim birden!

Derin bir oh çektikten sonra seslendi:

-Hanıııım, kurula burayı, fark etmedin mi girip çıkarken.

-Benim ayağımda terlik var, suyu orada kullanmadım ki, Allah Allah! Su galonu mu delik acaba!

Kuruladı yeri. Aradan epeyce bir zaman sonra mutfağa gittiğinde yerin yine ıslak olduğunu gördü. Bu defa su epeyce fazla etrafa yayılmıştı. Temizlik kovasını getirip hem sildi hem kaynağını bulmaya çalıştı. Kalorifer borusu nemli değildi, su borusunda da damlama emaresi yoktu. Çöp kovasının altını yokladı, oradan mı su sızıyor diye. Ama çöp kovasını yeni boşalttığını içinin boş olduğunu hatırladı. Yerde bekleyen temizliğe, çamaşıra kullandığı deterjan, beyaz sirkenin plastik ambalajlarını kontrol etti. Nem orada da yoktu.

Misafirler gittikten sonra karı koca bir güzel incelediler. Duvarın dibindeki fayans en çabuk ıslanan bölgeydi. Sanki tabanla birleştiği yerden kaynak fışkırıyordu.

-Tövbe tövbe, buradan niye su çıkar ki!...

Karısı:

-Eski evin dertleri bitmek bilmiyor. Kimbilir nereden boru patladı. Belli ki bu defa alttan geçen bir yerden. Of ki of!. Nasıl yapılacak bu? İnşaat işi mutfağın ortasında.

-Hanım buradan kalorifer borusu da geçiyor, o mu patladı acaba, su borusu mu?

-İki gün önce nem kokuyor ev dediydi oğlan. Boşuna değilmiş. Evin altını su kapladı besbelli. Bizim yaşlı burunlar duyana kadaaaar!

-Ben de şimdi ekşi maya kokusu gibi bir koku alıyorum.

-Ayyy, gider borularından pis su sızmasın. Bu duvarın arkası banyo. Oradan patladı, yayıldı buradan mı yüzeye çıktı.

-Neyse sabaha kadar su basar burayı, vanayı kapatalım. Bu saat oldu oğlan gelmedi eve. Söyle çocuklara banyodaki işlerini bitirsinler. Vanayı öyle kapat. Gelince de oğlana söylersin.

- Oğlan bu gece gelmeyecekmiş. İşleri bitmemiş. Uzakta bu sefer. Gidip gelmeyeyim diye orada sabahlayacak.

Sabahleyin Davut ilk iş su tesisatçısını aradı. Öğlene doğru geldi. Baktı bir şey göremedi. Vanayı açtılar, yere kulağını dayadı, anlayamadı:

-Cihazla bakmamız lazım. Tam yerini bulursak çok kırma işi çıkmaz. Hem biz fayans da döşemiyoruz.

-İyi! Bakın cihazla, dedi, Davut.

-Yanımızda yok. Dükkandan alıp gelirim cumadan sonra.

Yolcularken, kapıdan gözetledi. Arabadaki adam da arıza ya bakmak istedi. Tekrar eve girildi. Kulak yine yere yapıştı. Ama gizli su kaynağı kendini ele vermedi.

Davut'un karısı, mutfağa gittiğinde ıslaklık gözüne çarptı. Kuru bez alarak çöktü yere, birkaç kutuyu oynattı altını sildi. Alışveriş poşetindeki karpuzun da altı nemliydi. Onu da yerinden uzaklaştırıp sildi. Pis su olabileceği geldi aklına. Karpuzu bir tepsiye koydu ki, pis su değmesin.

Vanayı kapatmadılar. Davut on dakikada bir içeri gidiyor, her gidişinde:

-Allah, allah. Su yok, kuru buralar. Şaşılacak şey!

Su tesisatçıları mesaj atmışlardı, gün içinde yetişmezse ertesi sabah geleceklerdi.

Davut da karşı mesaj yolladı. " Şimdilik ıslaklık yok, yarın sabaha kadar bekleyelim, daha emin oluruz."

Davut'un karısı mutfağa girdikçe, ekşi kokuyu daha kuvvetle almaya başladı. Gözüne yerdeki karpuz ilişti. Tepsi su ile dolmuştu. Poşeti açtı, kokunun kaynağı burasıydı. Karpuz çürümüş, kendini imha ediyordu. Davut'un yaşlı karısı, aceleyle poşeti, tekrar sağlam bir poşete koydu, çabucak evden çıkıp, köşede çöpleri biriktirdikleri varile karpuzu hapsetti. Karpuz mu hafiflemişti, Seyit Onbaşı gücü mü transfer edilmişti, yaşlı kadın koca karpuzu kuş gibi kaldırıp onca yolu bir solukta katetmişti.

Davut sabah uyandığında ilk iş mutfağa koştu. Yerler kupkuru idi. "Mevlam bana acıdı, kendi kendine tamir oldu herhalde" diye düşündü. Yatağa döndüğünde karısının gözlerini açıp kendine baktığını görünce ona da söyledi. Karısı:

-Kalorifer vanaları gevşekmiş, iyice sıkıştırdım. Nasıl olsa mutfaktaki iki peteği açmıyoruz, ocak sıcaklığı yetiyor mutfağa. Kalorifer borularından sızdıysa onun için durmuştur.

Mantıklı geldi Davut'a. Su tesisatçıları sabah aradıklarında kendilerine iş çıkmadığını öğrendiler.

Büyük oğlan akşama evdeydi. Evdeki olanlardan haberi yoktu:

-Girerken bahçe kapısının yanında pis bir koku vardı, çöpü boşaltalım, çok kokuyor.

]]>
Sun, 10 Oct 2021 14:40:47 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BİRİNE İYİ GEL! https://edebiyatblog.com/birine-iyi-gel https://edebiyatblog.com/birine-iyi-gel BİRİNE İYİ GEL!

Ruh eşini arar canlar

Canlarda ruhlar,

Frekansı frekansımıza…

Belki taş da söyleşir kül ile, kaya ile, bulut ile

Belki yaprağın çiçeğe sözü vardır,

Arının her sabah oradan oraya telaşı ne?

Güle aşık olan bülbül değil sadece

Evren arayıştır

Aşk insandan insana akmaz

Topraktaki otun boy verişine tanıklığın olmadıysa

Gözlerde buluşmak istersin,

Kocaman, yuvarlak yeşilimsi, nemli…

Ayaklarına sırnaşmadıysa bir kedi, inlemediyse dibinde zevkten

Göm kendini loş odanın yer döşeğine,

Kıvran boşluklarınla, sızlan yalnızlığına, yan bahtına

Sana bir sözüm var, sır mı sır,

Birine iyi gel, bahçeni ot bürüsün

Ayak sesine hayvanat yürüsün,

Hayat ışığına böcekler üşüşsün

Birine iyi gel,

Bombalarla titremiş yüreklere sükun

bir küçük çocuğun,

Bir hasreti dindir bir ananın, bir kardaşın,

Olabiliyorsa

her türlü aşı kabul, sevgiden

Yeterki, yeterki yaş akmasın

Kocaman yeşil gözlerden….

Birine iyi gel,

Kucakla, güven ver, sarıl sıcacık,

Orada ol yeter, gözlerin yerde, sessiz bekle

Yüreğin yüreğine değsin,

Birine öyle iyi gel ki,

Yokluğun sevindirsin….

              29/9/2021 By. J.Sel

]]>
Sun, 05 Sep 2021 15:37:21 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
BÜYÜ https://edebiyatblog.com/buyu-351 https://edebiyatblog.com/buyu-351 Yaşadığınızın nasıl farkına varırsınız?

Ama doya doya….

Bir şişe içmiş de sarhoşluğun verdiği bütün memnuniyeti hücrenizde hissedercesine…..

Hayallerinizdeki sevdanın tam göbeğinde mutluluktan başınız dönerken…..

Hiçbiri veya hepsi….Siz nasıl yaşam mutluluğunun zirvesinde bulurdunuz kendinizi? Bu soruyu sorun? Ya da sormayın, bekleyin geldiğinde sabitleyin beyninize. Ve ömür defterinize büyük, kalın, renkli, puntolarla nakşedin!....

Ruhumun duyduğu hazzı her gün zirvede tutmaktan vazgeçemiyorum. Hayat günlüğümde böyle sabit sayfalar var. Sosyal iletişimlerinizde yıldızlayıp kolay ulaşılabilen bir görsel gibi işlevi olmasa da en sıkıntılı zamanlarımda hatırlamak dibe batmamı önlüyor.

Çocukluktan bir manzara. Erken kaybettiğim ciddiyeti ve mesafesiyle nam salmış bir yakınımı en sinirli ve telaşlı anlarında söylediğim bir söz veya yaptığım bir davranışla suratına tebessüm oturtmak…. Etraftaki bütün insanları gergin zamanlara maruz kalmaktan kurtardığım, o an…. Birden etrafta kahkahalar duyulması, adeta kelebekler uçuşması…

Üniversite son sınavlar, mezun olup olamayacağımı bilmeden geçirdiğim günler sonunda okul duyuru levhasında mezun olan on beş kişinin arasında vesikalık fotoğrafımı ve ismimi gördükten sonra eve dönüş yolunu yürüyerek kat ettiğm, Beykoz Çayırı…. Yüzüme vuran ılık rüzgarda yeşil çimenlerin bir ahenk içinde birlikte beni selamlayan hareketleri…. Tabiat benim için raksediyordu.

Boğazda şehir vapurlarıyla seyahat eden iki kız çocuğu ve bir baba… Çiçek desenli basmadan ev yapımı aynı elbiseler ve üzerinde çarşı malı farklı renkte triko hırkalar….Ellerinde simit… Güneş ve deniz manzaranın fonunda mutlu ve huzurlu….

Sahnede taze bir kan, bülbül gibi dökülüyor kelimeler… Hazırda bulunanlar mest bir halde gözlerini ve gönüllerini bu genç ruhla bir nehirde akıtıyorlar. Hayret ki bu loş aydınlık gökkuşağı renginde ışıldayan zemini fark etmemizi engellemiyor. Çeşitli yaşlarda kadın erkek bir ruhta! Ve sizin duyduğunuz his bu manzaraya vesile olmak. Hayat treninden geçip giden nice insanlardan birini farketmek, ışıldaması için bir fiske vurmak. İşte ondan sonra dağılan peri tozunu seyretmenin keyfine diyecek yok.

Önceden kitaplar, belki bir tiyatro, belki bir film alır götürürdü benden beni. Şimdi bu salgın hastalığın mecbur kıldığı zorunlu ikametgahımızda geçen günlerde çeşitli cihazlarımızla açıldığımız dünyada beynimize sabitleyeceğimiz görsele nerden ulaşıp, nerden bulacağız? Beynimiz şükür ki kolay mekanizma!... Tebessüm ediyorsunuz, otuz saniye sonra mutlu olduğuna ikna oluyor.

Filmlere saldım kendimi. Mutlu olmak isteği içgüdüsel. Benim sorunum bunu durduramamak. Kore dizilerini keşfettim. Vazgeçilmezim oldular. Kolay kolay filmin teknik ve senaryo detaylarını atlayarak akışa kendimi kaptırmam. Bilmediğim bir dil olmasına rağmen yakında Korece konuşacak hissine kapılmama kendim de şaşırıyorum. İngilizce öğrenme çabalarım uzun zamandır var. Filmleri buna aracı yapmama rağmen kaplumbağa hızından daha iyisini başaramadığımı itiraf ediyorum. Altyazılarla takip ettiğim filmlerin doğu kültürü bana uygun gelmiş de olabilir. Öteden beri farklı kültürlere ama öncelikle doğu kültürüne sempatim var. Bencilce tüm dünyanın aynı köklere ait olduğunu düşünüyorum. Bir kelimede, bir davranışta, bir duyguda ortaklıklar bulmaya o kadar hazırım ki!...

Ne senaryo, ne teknik umurumda değil. Üstelik film de değil dizi… Her bölümünde farklı duygu zirveleri yaşatmayı başaran bu filmler ; kitap okutmayı, dünyanın gidişatı ile ilgili komplo teorilerini, inanışla ilgili algı araştırmalarımı, ev işlerinde hijyen çalışmalarındaki zaman aralıklarını hepsini etkiledi, unutturdu.

Masala her yaşta muhtacız. Film sahneleri inanılmaz duygu serüvenleri yaşatıyor. Büyülenmiş gibi etki alanlarından sıyrılmak istemiyorum. Bizim beyinlerimizi esir almaları için ne güzel bir yol!... Üstelik hayat kitabıma sabitleyeceğim manzaralar o kadar çoğaldı ki, hazzı artırmak için kendiliğimden en kilit noktada bırakıyor, hazzı erteliyor, ve tüm alet edavat ve ruh halimle tam hazır olduğumda ekran karşısına geçiyorum. Evet bu anlattıklarım başka ne olabilir ?

]]>
Tue, 03 Aug 2021 20:12:08 +0300 GÜMÜŞ SÖZ
YOK YOK https://edebiyatblog.com/yok-yok https://edebiyatblog.com/yok-yok

]]>
Mon, 02 Aug 2021 21:17:59 +0300 GÜMÜŞ SÖZ