EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Nghncsknr https://edebiyatblog.com/rss/author/nghncsknr EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Nghncsknr tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. YUVA https://edebiyatblog.com/yuva https://edebiyatblog.com/yuva Sarı saçları dökülüp başının tepesini boş bırakmış kırmızı tenli adam onuncu evin kapısına anahtarı taktığında kilidi çevirmeden doğruldu ve arkasında bekleyen çifte, daha doğrusu kadına baktı. Çivit mavisi gözleri kırmızı yüzünde parıldarken sıcak yüzünden şakaklarından süzülen terleri gömleğinin cebinde duran kumaş mendile sildi. “Bu sefer olsun inşallah!” Trabzon ağzı kullandığı kelimelerin her birindeki seslere karışmıştı, dudaklarına sarkmış sarı pala bıyığı konuştukça bir kürk gibi kıpırdanıyor ve dikkat dağıtıyordu.

Gözlerini adamın bıyığından kahverengi kapıya çevirdi ve gülümsemeye çalıştı. Ev bulmanın bu kadar zor olacağını nasıl tahmin edebilirdi? Daha doğrusu bulamamanın… Zira haftalardır ilanları kolluyor, alyansı parmağına takıldığı andan beri yaşayacağı evi sabırsızca düşlüyordu. Küçüklüğünden beri her detay kafasında canlanır ve defterlerini süslerdi. Perdelerden halılara, halılardan ekmek sepetine kadar bütün eşyalar zihninde kurduğu yuvanın içine yerleşmiş halde sevdiği adamı beklemişti, nihayet o insanla tanıştığında ve bu güzel olaya adım attıklarında hayallerini gerçekleştireceği için çok heyecanlanmıştı ancak işler istediği gitmemişti. Dünyanın belki de en büyük kanunu buydu: Neyi çok istersen o senin imtihanın olur. Olmuştu işte! Baktığı ilanlar, gezdiği evler… Hiçbiri içinde yaşamak, kök salmak istediği yuvanın sıcaklığını bahşetmemişti. Soğuk, dar, ruhsuz duvar parçalarından oluşan kümeslerden kaçmak için bahane üretmeyi çok uzun zaman önce bırakmıştı. Yani altı ev önce…

“İnşallah,” dedi nişanlısıyla aynı anda ve birbirine kenetlenmiş ellerini ayırmadan emlakçı amcanın açtığı kapıdan içeri girdiler. İlk olarak çok da geniş olmayan bir antre karşıladı onları. Beyaz duvarda eski ev sahibinden kalma yuvarlak kesim bir ayna vardı ve köşede ahşap bir ayakkabılık unutulmuştu. Birkaç adım atıp etrafında döndü, yuvasına buradan girdiğini düşünüp kalbinde oluşan hisleri dinledi ancak hiçbir şey duyamadı. Yine de pes etmeyip adamı takip etmeye devam etti. Karşılarına çıkan ilk oda mutfaktı. Krem rengi dolapları ve lacivert zemin rengiyle değişik bir ambiyans oluşturmuştu.

Durdu ve burada sevdiği adam için yemek pişirdiğini hayal etti ancak o his yine gelmemiş, aksine lacivert zemine takılı kalmıştı. Koyu zemin ne alaka Nazlı? Bu neyin fantezisi?

Mutfaktan sonra büyük oturma odasına geçtiler. Camlar çocuk parkına bakıyordu, yemek masası koyulacak kadar büyüktü ancak bir duvar komple kiremitle kaplıydı. Duvarı ördükten sonra üstüne sıva çekmeye üşenmişler sanki doğal görünüm diye yakında evleri tuğla halde bırakacaklar artık!

Oturma odasından sonra içerideki odaları gezmek için uzun bir koridoru aştılar. Koridorun ortasında banyo ve tuvalet için ayrılmış iki alan vardı. Banyonun kalebodurunun pembesi o kadar parlaktı ki gözleri acıdan kısılmıştı. Anladık banyoya girenin kör olması istenmiş çünkü bu çirkinliği herkes görmemeli, en azından uzunca süre bakmamalı. Kaç, kaç, kaç!

Banyodan koçarcasına çıktı, tuvalete bakma gereği bile görmedi aynı olduklarına emindi. Sıkılmaya, yedinci defa kaçmak için bahane uydurup uyduramayacağını düşünmeye başlamıştı.

Çocukluk hayaliydi bu, her gece yetimhanene duvarlarına bakar ve gelecekteki evini düşlerdi. Tüm yaşamı yurt köşelerinde, bir ranzanın alt katında, pencereden dışarı bakıp, yabancı insanların evlerine imrenerek geçmişti. İnsanlar yuva dedikleri evlerine kavuşmuştu, bir şekilde o çatının altındaydılar. Yalnızlığa mahkûm bırakılmış bir kız çocuğunun yuvaya sahip olmak istemesi suç muydu? Değildi. O zaman neden kavuşamıyordu bir türlü?

Kendi aralarında ev hakkında konuşan adamlara boş gözlerle baktı. Olmamıştı işte, bu da olmamıştı ve bu olmayacaksa bir daha asla olmazdı! Belki de evren onun evlenmesini, bir aile kurmasını ya da ne bileyim mutlu olmasını istemiyordu. Nasıl gelmişse bu güne bundan sonra da aynısı olacaktı. Kurduğu hayallerin yıkılışına kimseyi tanık etmek istemediğinden odaların en küçüğüne girdi, kahverengi balkon kapısını zorlu bir kilit mücadelesinden sonra neredeyse kırarak açtı ve kendini temiz havaya bıraktı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor, kırılan umutlarının altında fütursuzca eziliyordu. Anne babasız büyümek bir zaman sonra eskisi kadar acıtmamıştı ancak muhabbet esnasında sorulan ‘nerede yaşıyorsun’ sorusunun cevabını verememek, geçiştirmek çok zordu. “Bir evim var, benim bir evim var,” diye bağırmak istedikçe on silleyi üst üste yiyordu. Sanırım başına gelen en güzel mucize onu bulmaktı.

Kolları beline dolanmış, ellerini karnında kenetlemişti. Derin bir nefes aldı, ağladığını belli etmemek için konuşmaya yanaşmadı, sadece başını sevdiği adamın omzuna bırakıp karşısındaki deniz manzarasını seyretti. Sanki yıllardır bunu yapıyormuş gibi… Doğduğu günden beri yeri bu omuz, bu güçlü kolların arasıymış gibi… Pencereden dışarı bakarken hep onu beklemiş gibi… Bir çatı altında huzurla demlenmiş bir çayı yudumlar, sıradan bir yaz akşamında balkona çıkıp manzarayı tembel bir muhabbet eşliğinde seyreder, seyrederken iki kişilik bir gelecek düşler gibi…

Buydu işte, aradığı his buydu: Aitlik, teslimiyet… Perdeler, halılar, ekmek sepetleri, yemek tabakları, büyük ekran televizyon değil; sımsıcak kollar, güvenilir bir sarılma, muhabbet, tebessüm, sıcaklık...

“Burası,” dedi başını adamın göğsüne yaslayıp kalp atışlarını daha net duyarken. “Burası olsun evimiz.”

“Emin misin? Beğenmediysen başka evlere de bakabiliriz.”

“Hayır,” dedi kollarını bedenine sıkıca dolarken. Gözlerini kapatmış yeni bir gelecek düşlüyordu, zihninde canlanan yaşanmamış anılarla gülümserken akan yaşlarını saklamadı. “Benim yuvam burası.”  

]]>
Mon, 04 Jul 2022 22:27:45 +0300 Nghncsknr
SON MEKTUP: Merhaba... https://edebiyatblog.com/son-mektup-merhaba https://edebiyatblog.com/son-mektup-merhaba Çorak topraklar üzerine kurulmuş birkaç evden birinde yaşıyordu Mavi. Solmuş kırmızı rengi, dökülen çatısı, tüten bacası ve zili asla çalmayan evinde kimsesizliğin içinde kimse olarak vücut bulmuştu. Her gün, eskimiş kahverengi çerçeveli penceresinin önüne geçiyor, çaresizce uzun patikayı gözlüyor, mavi üniformalı adamın ufukta belirmesiyle kendini pencerenin dışındaki ıssız dünyaya atıp koşmak için can atıyordu.

Beklediği gün sayısı gittikçe artıyordu. Ümitsizce postacının yolunu gözleyen Mavi, bütün sabrıyla pencerenin önünden ayrılmıyordu. Oysa beklediği mektupta iki satıra bile razıydı. Beklediği onca zamana karşı tek bir mektup ve içinde tek bir cümle. Bu Mavi'yi mutlu yeterdi. En azından göğsünün üzerindeki inanç yükü kalkar, rahat bir nefes alırdı sürgün edildiği sessizliğin isli havasında. Tek bir cümleyle varlığına dair duyduğu şüpheler yok olur, bu küçük kasabanın içindeki ‘hiç’ olmaktan kurtulurdu. Yastığına akıttığı yaşların gidecek bir yeri olurdu kendisinin aksine. Hapsedilmiş hürriyetinin esaretini unuturdu. Belki gülümserdi bile...

Şakağını çaresiz bir saflıkla pencereye yaslamış, güneşin son ışıklarının esmer yüzüne düşmesine izin vermişti. Bir gün daha bitiyordu. Mektup için son saatler, diye düşündü. Artık istememesine rağmen kabullenerek pencerenin önünden ayrılmalıydı. Son beş dakika. Sonrasında bugünlük bekleyişi gün doğana kadar sonlanacaktı lakin gün doğmaya başladığı anda yine buraya geri dönecekti. Umudu kırılıp gözlerine yaş olarak dağılmak üzereyken içini çekti, gözlerini kırptı birkaç kez.

Dalgın bir şekilde patikaya baktığında uzaklardan beliren karanlık kafa ile yerinde dikleşti. Bir bisiklet üzerinde, hayal ettiğinden daha hızlı bir şekilde yaklaşanın postacı olduğuna emin olmadan kendini içinde yaşadığı zindanda dışarıya attı ve çıplak ayaklarını yaralayan taşları umursamadan toprak üstünde adeta uçar gibi koşmaya başladı. Bisikletli adam iyice görüş alanına girdiğinde onun beklediği kişi olduğunu görünce daha çok hızlandı. Nefes nefeseydi şimdi. Ciğerleri yerinden çıkacak, boğulacaktı sanki ama hiçbiri durmasına sebep olmadı. Sonunda bisikletin önünü kestiğinde postacının ani bir frenle durmasını sağladı.

Postacı bunca yıldır mektup taşıyordu, bir sürü hevesle mektup bekleyen insan görmüş hatta bazılarının mektupları dayanamadan karşısında açtığına şahit olmuştu ancak hiçbiri bu kadın kadar heyecanlı değildi. Kimse mektuba ulaşmak için aradaki mesafeyi aşmaya çalışmamıştı. Oysa bu kadın, kendisine mektup gelip gelmediğini umursamadan koşmuştu. 

“Geldi mi?” Dudaklarından güçlükle kopan ve düzensiz nefesleriyle birleşen harflerin sonuna soru işareti kondurduğu anda vücudu korkudan titriyordu.

Ya benim için değilse mektup? Ya benim için gelmemişse bu adam? O zaman ne yaparım? O zaman bu çaresizlik ve kırılmaktan un ufak olmuş umutlarımla, hangi çatı paklar benim hayal kırıklığımı?

“Adınız?” diye sordu postacı bisikletinden inip arkasındaki sepete eğilirken. Elinde üst üste bağlanmış büyük bir mektup yığını dışında mektup kalmamıştı.

“Mavi.”

Postacı duraksadı. Bu o meşhur Mavi. Bekleyen Mavi. Kasabanın bekleyen efsanesi. İlk üç ay postanenin kapısından ayrılmamıştı. Sabah güneşin doğuşuyla postanenin önündeki banka oturuyor ve güneş batana kadar orada bekliyordu. Bu bekleyişi görmeye dayanamayan postane memuru onunla uzun bir konuşma gerçekleştirmişti. Babacan ve derdini anladığını belirten bir gülümsemeyle kadının üzüntüden bembeyaz kesilmiş esmer yüzüne bakmış: “Ayrılık varsa vuslat da vardır,” demişti. “Evine git kızım, eğer beklediğin gelirse biz onu sana ulaştırırız.”

Mavi, bu sözlerin üzerine amansız bekleyişini sırtına atıp evine dönmüştü ama kendini penceresinin yola bakan pervazından uzaklaştıramamıştı. Günün çoğunda orada durur, yoldan geçenlerin tuhaf ama bu duruma alışmış bakışlarını görüp hissetmeden beklemeye devam ederdi. Dilden dile yayılıvermişti kadının bekleyişi. Beklemek deyince akıllara her zaman onun adı geldi. Büyük bir fedakârlıkla, pes etmeden, yorulmadan, bıkmadan, bir ‘ah’ bile demeden beklemesi insanlara hem garip geliyor hem de duyanları duygulandırıyordu.

Üst üste dizilmiş ve ince bir iple bağlanmış mektup yığınının üzerinde yazan isimle postacı gülümsedi ve bekleyişin sonlanmasında ufak da olsa parmağı olduğu için mutlulukla uzanıp yığını sepetten çıkardı. Uzatılan, tahmin edemeyeceği kadar çok sayıda olan mektup destesine bakakaldı Mavi. Titreyen elleri bile donmuşken, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Beklemeye o kadar alışmıştı ki gördüklerine inanmak neredeyse imkânsızdı. Postacı sabırla kadının yığını kucaklamasını, sevinçten ağlamasını hatta çığlıklar atmasını bekledi ama hiçbiri gerçekleşmedi. Esarete alışmış, güneşten uzak yaşamış ruhlar dışarıya attıkları ilk adımda tökezler, etraflarını göremezler. Nasıl ki gözler yavaşça güneşe alışır, Maria'nın zihni de mektupların varlığına öyle alıştı. Uzandı, paketin ipini parmaklarına geçirdi ve teşekkür etmeden mimiksiz suratıyla arkasını dönüp, koştuğu yolu ağır adımlarla geri yürüdü. Postacının arkasından attığı bakışlar karşısında hissiz ve tepkisizdi. Umursayamıyordu. Düşünemiyordu. Kalbi göğüs kafesinin içinde son vuruşlarını gerçekleştiriyordu sanki.

Sessiz evden içeri girdiğinde ilk defa kendini yalnız hissetmedi. Kocaman bir ruh vardı parmaklarının arasında. Kararmış odaları aydınlatan loş mum ışığı eşliğinde holün ortasına çöktü. Paketi uyuşuk hareketlerle açıp mektupların dağılmasına izin verdi. Sanki karşısındaydı. Kelimeler vücut bulmuş, eşsiz bir benzerlik ve hasretini çektiği özgürlüğün sesiyle karşısında duruyordu. Gülümsüyordu kelimeler. Ağlıyordu. Özlüyordu kelimeler, sinirleniyordu. Her duygu, hissetmeyi unuttuğu her duygu canlanıp karşısında beliriyordu.

İlk mektubu eline aldı. Zarar vermeye korkarak önceden açılıp kontrol edilmiş zarfı açtı ve sararmış mektubu dışarı çıkarıp dikkatle kat yerlerinden açtı.

Merhaba.

Koskocaman kâğıdın en üstünde bu yazıyordu. Merhaba. Yıllar öncesinden bir merhaba.

Bilirsin gökleri ne kadar çok sevdiğimi, seni de öyle seviyorum. Göğe her baktığımda sen geliyorsun aklıma. Ruhunu görüyorum bulutların arasından parlayan mavi gökyüzünde. Annen sana bu ismi verdiğinde benim özlemimi düşünmüş olmalı. Özledikçe seni göreyim istemiş. Hep seni göreyim, seni hep seveyim istemiş. Burası sana çok uzak. Yazdıklarım eline ne zaman ulaşır, ulaştığında sağlam kalır mı, bilmiyorum. Ben sana ulaşacağını ümit ederek yazıyorum. Bizim esaretimiz ruhlarımıza ait değil. Senin esaretin bir kasabaya ya da eve bağlı değil. Benim esaretim ise yalnızca sana, yalnız... Zindanda değilim, karanlıkta değilim, korkmuyorum, üşümüyorum çünkü sen yanımdasın. Mesafelerin hiçbir önemi yok. Gözlerimi kapattığımda seni görebiliyorsam, çektiğim işkencelerin önemi yok. Kavuşur muyuz, dünya gözüyle görür müyüm seni bir daha? Keşke görebilsem canlı canlı, sevsem saçlarını, baksam gözlerine ve gülüşünün sıcaklığını hissetsem. İşte o zaman gerçekten yaşamış olurum. Nice şiirler okuruz birbirimize, kitaplarda sevdiğimiz satırların altını çizeriz, hasbihal ederiz uzun uzun. Sen duygularını dile vurmazsın biliyorum. Ben anlatırım içimden geçenleri, sen gülümseyerek dinlersin beni. Ne güzel gülümsersin ama… Anlatmaya kalksam satırlar, asırlar sürer. Bende oluşturduğu hislere girmiyorum bile, burada tek bir kâğıt hakkımız var, kalem arkaya geçirdiği için daha fazla yazamıyorum özür dilerim, affet beni bu seferlik. Yeniden merhaba.

Senin…

Gülümsedi. Bekleyişinin ilk gününden beri dudakları ilk kez bu kadar içten kıvrılmıştı. Onun kelimelerini okumak, varlığını hissetmekle aynıydı. Saatlerce mektupları zaman sırasıyla okudu durdu. Bazı mektupları iki, bazılarını on kez okudu. Hepsinde gülüyordu dudakları. Okudukça ruhuna vurduğu kilitler çözülüyordu. Kanatlarını açmış hürriyeti uzaklara, ona doğru uçmaya hazırlanıyordu. Son mektubu eline aldığında gün doğmak üzereydi. Tek damla yaş düşürmemiş gözleri zarfın içinden çıkan iki kâğıtta dolandı ve diğerinden daha beyaz ve büyük olan kâğıdı aldı önce.

Merhaba. Yazıyordu kâğıtta sadece. Krem tonlarındaki kâğıdın geri kalanında ‘a’ harfinde durmuş kalemin peşinde bıraktığı mürekkep izi aşağılara doğru uzadıkça uzuyordu. Diğer kâğıdı aldı eline korkuyla. Küçük dikdörtgen kâğıt sadece bir kere katlanmıştı. İki yandan tutup açtı ve daktilo harflerinin sistematik düzlüğünü takip etti gözleri. Okudukları zihnine ulaşıp idrak etmesini sağladığında vücudundaki tüm güç çekilmiş gibi sırtını yere bıraktı. Mektupların arasına uzanmış, son mektubu kalbine bastırmışken kuru gözleri yaşlarla doldu, gülümseyen dudakları aşağı doğru büküldü ve kalbi acıyla burkuldu. Ruhu esaretini okuduğu kelimelerle geri alırken, kulaklarında bir ses dalgalandı.

Bir gülün biraz daha gül, 
Bir hüznün biraz daha hüzün oluşu gibiydik. 
Ayrıyken de, birlikteyken de... 
Yaşadık: bir kayboluşun kayboluşu... 

Tavana baktı. İçini çekti ağlarken son kez.

Ertesi sabah Mavi, pencerede olmasına alışkın olan komşularının endişeleri sayesinde yıllarca beklediği mektupların arasında son nefesini vermiş halde komşuları tarafından bulundu. Herkes onu öldürenin bekleyişi olduğunu düşünüyordu.

Oysaki ölümü ancak ölüm çağırabilirdi.

]]>
Tue, 21 Jun 2022 20:44:31 +0300 Nghncsknr
TATLI (ÇÜRÜK) ELMA https://edebiyatblog.com/tatli-curuk-elma https://edebiyatblog.com/tatli-curuk-elma

Eski ahşap kapıyı itip içeri girdiğinde burnuna dolan tatlı kitap kokusuyla birlikte adımları birkaç saniye donakaldı ve kendini uzun soluklu bir romandan tek nefeslik bir öykünün içine bırakıverdi. Sonbaharı geride bırakıp yüzünü kışa çevirmiş olan gökyüzü, kar tanelerinin habercisiymişçesine kızıla bürünmüş ve soğuk havaya acılı bir rüzgâr eklemişti. Sahaftan içeri girdiği anda vücudu ısınmış, atkısına gömdüğü burnu kitapların sıcaklığına güvenerek özgürleşirken onu çağıran sıra sıra rafların arasına karıştı.

Kendini bildi bileli yerinde duran ve öncesinde geniş bir geçmişe sahip olan bu sahaf genç kıza dört mevsim ev sahipliği yapıyordu. Kahverengi, sarı ve bordo tonları günün her vaktinde dönüp duran gramofonla birleşir, cam kenarındaki köşeye yerleştirilmiş karşılıklı koltuklar ile birleşerek konuklarını orta çağdan kalma bir zaman kapsülünün içine alıverirdi. Yeşim, bu konukların en süreklisiydi. Haftanın her günü fırsat buldukça ziyaret eder, rafların arasında dolaşıp dokunmaya kıyamadığı kitapları seyredip bazılarını inceleyerek kendine ait zaman akışını hızlandırır veya yavaşlatırdı.

Önce sahafın sahibi Mustafa Bey ile kısa bir hasbihal etti, ardından en sevdiği bölüme yani öykü kitaplarının arasına karıştı. Gelmiş geçmiş en iyi öykücülerin eserleri kimi ciltli ilk basımlarıyla, kimi yıpranmış ikinci el yaşanmışlıklarıyla bir aradaydı. Boyunun ulaşabildiği son rafı gözleriyle süzerken kırmızı, dışı deri bir ciltle kaplanmış yeni ama bir o kadar eski bir kitaba rastladı. Yan taraftaki küçük basamak sayesinde kitabı alıp okuma köşesine çekilirken bir yandan cildi inceliyor, kaç yılına ait olduğunu bulmaya çalışıyordu. İşin tuhaf tarafı kitabın üzerinde yazarın adı ya da yayınevi yazmıyordu. Yalnızca altın sarısı harflerle işlenmiş bir başlık yazılıydı: Tatlı Çürük Elma…

Çürük kelimesinin üstünden ince bir çizgiyle geçilmişti. Merakı git gide artarken yerine iyice yerleşti ve bacak bacak üstüne atarak rahat bir pozisyona geçti. İç kapakta bir şey bulurum umuduyla sayfaları karıştırmaya karar verdiğinde kitabın kapağını açtı ve öykünün ilk kelimesiyle karşılaştı:

Gökten Düştü Elma ama Nasıl Elma?

Tatlı, kokusu insanı mest eden elmalar gökten düşmeye başladığında kimse bu durumu garipsememiş, aksine çılgınlar gibi hikâyelerinin sonunda kendi bahtlarına ne düşeceğini merakla beklemeye başlamışlardı. Doğu masallarının sonunda gökten her daim üç elma düşer; kimin ne isteği varsa, hepsi onun başına… Bunu bilen insanlar başlarındaki şapkaları çıkarmış, saçlarını rüzgâra bırakmıştı. Herkes kırmızı, parlak ve tatlı elmaların güzellik getireceğini, bütün sıkıntıları alıp götüreceğini ve mutlu son vereceğini zannediyordu. Kimisi sevdiğine kavuşmak, kimisi zengin olmak, kimisi sağlık, kimisi hürriyet düşlüyordu. Oysa kimse bunları hak edip hak etmediğini düşünmüyordu. Karşılıksız bir şekilde elmalara denk gelecek ve hiçbir şey yapmadan arzularına kavuşacaklardı… Gözleri açlığa bürünmüş, iştahları kabarmış insan topluluğu sokaklarda birbirini itip kakar ve önündeki engelleri hiç düşünmeden yok etmeye dalmıştı. Kan bir süre sonra örme taşlı sokakların oluklarında birikmiş, acı dolu çığlıklar evlerin arasında yankılanmaya başlamış ve tüm şehir ezik elma kokusuna bulanmıştı. Bir kez olsun dursalar, vaziyetin ne olduğunu görüp belki de düştükleri kör çukurdan çıkmaya karar vereceklerdi ama hiçbirinin durmaya niyeti yoktu.

Zira dursalardı, gökten düşen tatlı elmaların esasında çürüklerle dolu olduğunu göreceklerdi.

Hikâye bitmiş, Genç kız kitabın kapağını kapattığında çürük elma kokusu burnunun direğini sızlatıyordu. Başını kaldırıp kitaptan ayrıldığında ise önünde bir sepet çürük elma duruyordu. Eğer hikâyedeki insanlar gökten çürük elma yağdığını görselerdi, artlarına bakmadan kaçar ve burun kıvırırlardı. Kör olmuş gözleri çürük elmaların sağlam elmalardan daha lezzetli ve tatlı olduğunu görmezdi. Gülümsedi, eğilip bir tane elma aldı ve ısırıp bahtına düşecek olanı kabullendi.

Elinden başka bir şey gelmezdi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

]]>
Wed, 15 Jun 2022 22:21:15 +0300 Nghncsknr
Ah Bu Yangın Beni Öldürüyor https://edebiyatblog.com/ah-bu-yangin-beni-olduruyor https://edebiyatblog.com/ah-bu-yangin-beni-olduruyor Her insan, vedalarıyla birlikte doğardı. Gözlerini, bir gün kapatacağını bilerek açar; ilk adımını, yürüyemeyeceğini bilerek atardı. İlk gidişler, esasında son değildi. Her insan hayatında birden fazla veda barındırır ve onların hüznüyle yaşardı.

Kışın soğuk rüzgârını ciğerlerine hapsederken dudaklarının arasından karanlığa kayıp diyen buhara puslu gözleriyle bakıyordu. Her ne olduysa yine bir şekilde kendini burada bulmuştu. Giderken aklında geri dönmek olmazdı. Bir kere yola çıkmışsa geride bıraktığı her şey onun için sisli bir perdenin arkasında, yaşanmış anılar olarak kalır ve unutulup yeri geldiğinde hatırlanmak için rafa kaldırılırdı. Zaman kavramı, ayın bulutların arasından yansıyan ışığına göre şekillenmişti zihninde. Yazacak kelime bulamayan bir yazarın çaresizliği çökmüştü omuzlarına. Kendine öfkeliydi ama gözleri buna inatla ağlamamak için direniyordu. Yalnızlığı, üzerine bir yorgan gibi örtülmüş vedasına incelikle işlenmişti. Hani bir soru vardı, kalana mı zor, gidene mi? Asla sorunun cevabını tam anlamıyla veremiyordu. Bir insan aynı anda hem kalan hem de giden olabilir miydi? İnsan veda ederken terk edilir miydi?

Kollarını gövdesine sarıp titremesini gidermeye çalışarak önündeki banka oturdu. Soğuğun yaşarttığı gözleri bunu beklediğini belli etmemeye çalışırcasına önündeki manzaraya dikilmişti. İlk yaşandığında olayın şokundan idrak edemediği çoğu şeyi, üzerinden geçen zamana karşı yeni yeni anlıyor anladığı her saniyede bir parça daha sarsılıyordu. Anlatmak istiyordu içinden geçenleri. Bu acıyla yaşamanın ne kadar zor olduğunu, koparıp atmak için elinden gelen her şeyi yaptığını ama başaramadığını anlatmak istiyordu.

Terk edilmiş ve terk edilmeye mahkûmdu bütün şehirler aslında. Tarih boyunca çıkan her savaş ve ölümde bir parça bırakılır o şehirden. Yavaş yavaş eksilir insanlar. Eksildikçe küçülür ruhlar. Küçüldükçe kaybolur. Kaybolmuştu. Ölü ve terk edilmiş şehrin sokaklarında, limanında, evlerinde, ölülerinin arasında kaybolmuştu. Gidenin ardında kalmış, el sallamasına fırsat kalmadan kendini de terk etmişti. Yağmurları durmuş, rüzgârı esemeyecek kadar kaybetmişti şiddetini. Çok üşüyordu, bedeni titriyordu ama üşüyen ruhuydu. Kim bilir ne kadar zamandır nefes alamıyordu. Gidecek, kaçacak, uçacak gücü kalmamıştı. Yorulmuş, tükenmiş bir asker kadar perişan halde bekliyordu son vedasını.

“Ah bu yangın beni öldürüyor yavaş, yavaş. Kor kor ateşler yanıyor içimde…” Takılı kalmış bir plak gibi aynı kısım defalarca tekrarlanıyor içinde. Şarkının sözlerine kapılıyor, lal olmuş dilinin ahıyla eziliyor. Bir ah çıkıyor dudaklarında ve kalabalığın içinde sakladığı ne kadar yaş varsa hepsi veda ediyor göz pınarlarına. El ele tutuşup göğe süzülen ruhlar kadar özgür bir şekilde aşağı bırakıyorlar kendilerini. Herkes, etrafındaki herkes veda ediyor ona.

“Vedalar ayırır insanları,” derdi dedesi. “Giden veda etti mi bir daha geri gelmez.” Dedesi bu sözleri söylediğinde henüz küçüktü, ne anlama geldiğini anlamamış sadece kafasını sallayarak onun yaşlı gözlerini silmişti. Şimdi daha iyi anlıyordu işte. Dedesinin gözlerinde gördüğü hisler kırgınlıktı. Kalbinde ise sessiz bir vedanın acısı vardı. Elinde olsaydı onu iyileştirmek için her şeyi yapardı ama yapamamıştı. Biliyordu ki hiç kimse, hiçbir şey, yeryüzündeki her ‘hiç’ bir araya gelse bile bu hissi silip atamıyor, bir vedanın ardındaki külleri uçuramıyordu. Oysa mümkün olsaydı, ilk dedesinde sonra kendisinde denerdi. Külleri uçurur, rahat bir nefes alırdı. O kadar çok ihtiyacı vardı ki…

Terk edilmiş bir insanın ilk düşündüğü şey, yaşamının bir daha asla aynı olamayacağıdır. Bir gidiş bin ayrılık demektir aslında. Her anı ayrılıkla yüzleşir, boşluklar doldurulamayacak kadar çoktur. Çaresizlik, ne yapacağını bilmezlik ele geçirir insanı. Otogarlar, havaalanları, limanlar, evlerin önü… Ağzına kadar su ile doldurulmuş kaplar, yaşlı gözler ve korkulu yürekler. Herkes dönüşlere doğru umutla bakar, el sallar ama hisler bellidir. Ya bir daha göremezsem?

Ne çok veda eder insan. Okula gitmek için evden çıktığın ilk anda başlar veda. Her akşam eve geri döneceğini bilerek çıkarsın, kimilerine göre bu bir veda sayılmaz ama öyledir. Bazen gidersin ve istesen bile geri dönemezsin. İlkokul biter ortaokula; ortaokul biter liseye geçersin. Her gün evden çıkarsın, görüşürüz diyerek kapatırsın kapıyı; ben geldim, diyerek girersin eve. Sonra üniversite zamanı gelir ve gidersin. Uzağa, ailenden ayrı bir yere yerleşirsin. Hayatlarına veda edeceğin yeni insanlar tanırsın. Kimisi dost olur, kimisi sadece arkadaş. Fark etmez, yıllar sonra yine veda edersin. Üzülürsün, sürekli geçmişi düşünürsün. Güzel veya kötü her gün senin için bambaşka anlamlar taşır. O günlere de veda edersin. Kaçınılmazdır vedalar, istemesen bile kapına dayanır ve seni ellerinden tutarak uzaklara çeker. Birini seversin, kalbinin kapılarını açarsın. Hiç düşünmeden vedaları, tutarsın ellerinden. Hiç düşünmezsin sevdiğin kalbin bir gün sana veda edeceğini. Hiç düşünür mü insan? Yaşamış olmasına rağmen düşünmez, getirmez aklına. Sonra aniden yüzleşiverir gerçekle. Kalbinin kapıları, acı bir veda ile kapanır.

İlk gecenin hissizliği hala hatırasındaydı. Işıklarını açmadan saatlerce evin ortasında oturmuştu. Zihni sürekli aynı şeyleri tekrar ediyor, idrak etmeye çalışıyordu. Birdenbire çıkmıştı hayatından, küçük bir veda busesi konmuştu ruhuna. Ruhu bu öpücüğün soğukluğunu ikinci kez hissettirdiğinde ağlamaya başlamıştı. Oturmuş, saatlerce belki de günlerce ağlamıştı. Hiç dinmemişti yaşları, kendine sarılmıştı sanki sarılırsa geçecekti. O sarılsaydı geçerdi ama yoktu. Ah vedalar… Ne çok üzer insanları. Ne çok hırpalar, ufalar, yok olmaya yaklaştırır… Gözyaşları, tükendiğini hissettiği anda yeniden yerlerini alıyordu. İnsan vücudunda bu kadar çok yaş olduğundan haberi yoktu, o zaman öğrenmişti. Acı ile yaşamayı öğrenmişti. Terk edildikten sonra terk etmeyi öğrenmişti. Gitmek artık sandığı kadar zor değildi. Gözlerini kapatıyor ve vazgeçiyordu. Her şeyi bir kenara bırakıp arkasını dönüyordu. Artık kimse ona dur diyemiyordu ki. Ne gidendi, ne kalan. Arada kalmış bir kimsesizdi.

Önündeki manzaranın yapay ışıklarından göğe çevirdi gözlerini. Önce aya veda etti. Saatler sonra gidecek, yerini güneşe verecekti. Bulutlara bakılacak olursa, çoktan yola koyulmuştu belki de. Gözlerini kapatıp boğazına tırmanan hıçkırıklara veda etti. Ciğerlerini titreten bir şiddetle bedeninden ayrılmalarına izin verirken nefes almaya çalıştı. Hıçkırıkları gidince, kapalı gözlerini süsleyen gözyaşlarına veda etti. Bu veda diğerlerine göre biraz uzun sürmüştü. Elini yüreğine götürdü, altında barınan acıya iyi geceler diledi. Biliyordu, ne kadar veda ederse etsin o hep orada kalacaktı.

 

]]>
Thu, 09 Jun 2022 21:11:09 +0300 Nghncsknr
SANA DOĞRU/2 https://edebiyatblog.com/sana-dogru2 https://edebiyatblog.com/sana-dogru2

//Karanlığın İçinde Kalanlar//

 

Sıradan bir gündü. Belki de canımı sıkan en büyük gerçek, bugünün diğer günlerden farklı olmamasıydı. Dizilerde veya filmlerde kötü bir şey yaşanmadan saniyeler önce, kişinin kalbi ağrır, fotoğraf çerçevesi kırılır, bir huzursuzluk çöker insanın içine… Oysa dediğim gibi, oldukça sıradan bir gündü.

Her zaman ki saatimde uyanmış, günlük rutinimi gerçekleştirmeden önce sevdiğim adama günaydın mesajı atmıştım. Her zaman benden yarım saat önce uyanır, kahvesini alır ve bilgisayarının başına oturarak kahvesi soğuyana kadar yazardı. Günaydın mesajından sonra evimin sessizliği dağılsın diye hareketli bir şarkı açmış ve sözlere eşlik ederek hazırlanmaya başlamıştım.

O günün hangi noktaya evirileceğini anlamış gibi zorlu dakikaların sonunda siyah yarım kollu bir elbisede karar kılmıştım. Belki de bugünü sıradanlıktan uzaklaştıran tek an o siyah elbiseyi giyinip, evden çıktığım andı, gerisi oldukça sıradandı.

Otobüs yayınevine yakın durakta durana kadar onunla konuşmuş ve dudaklarımdan eksik olmayan bir gülümsemeyle ofise geçerek yeni başladığım tasarımın başına oturmuştum. Anlaşması ancak tamamlanmış ve son kararı verilmiş olan klasik bir aşk romanının kapağına uygun yazı stilini seçmeye çalışırken telefonum üç kere çalmış ama yoğunluktan ve ortamın hararetinden sesini kısmak durumda kalmıştım. Telefon ikinci ve son kez çaldığında ise Nida Hanımın yanına çağırıldığım için sonra dönerim diyerek açmadım. Ama telefon bir daha hiç çalmadı, hiç…

Mesai saati sona erdiğinde günün yorgunluğunu omuzlarıma atarak işten çıkmış ve dün gece söz verdiğim yemeği hazırlamak için markete uğradım. En sevdiği makarnadan yapmam karşılığında en sevdiğim tatlıyı yapacaktı, doğrusu tatlıyı yapmasa bile ona yemek hazırlardım. Başka bir ihtiyacı var mı diye sormak için aramasına geri döndüğümde telefonumu açmadı. Belki de hala masasının başındaydı, kelimelerinin arasına kaybolmuş ve dünyayla bağını kesmişti.

Elimde torbalarla üç kat merdiveni ona yemek yapacak olmanın heyecanıyla çıkıp, çantamdaki anahtarı tek elimle bulup kapıya takarak kilidi tek hamlede döndürdüğümde karanlık karşıladı beni. Dışarıdan da ışıkların kapalı olduğunu görmüştüm ama holün ışığını her zaman açık bırakırdı, karanlıkta kalmayı sevmezdi o. Elektrikler gitse bile mum yakar, fenerle aydınlatırdı evinin odalarını. Benim kalbimi de öyle aydınlatmıştı. Her odasına bir mum bırakmış, o mumun ateşini hep taze tutmuştu, oysa saniyeler sonra kalbimin içindeki tüm ışıklar solacak, karanlığın sonsuz gibi bir zaman dilimi içerisinde baki kalacaktı.

Evin içine girip kapıyı arkamdan kapatmıştım. “Ben geldim,” demiştim hala gülümseyen sesimle. Ben geldim, sana geldim. “Neredesin?” Bu cevapsız sorular sonraki günlerde devam edecekti. Ben geldim, sen neredesin? Ve asla, asla cevap alamayacaktım, tıpkı telefonlarıma alamadığım gibi…

Sabah nasıl sıradan bir güne uyanmışsam, adımlarım kötü ihtimallere inanmak istemezcesine hızlı ve alışıldıktı. Elimdekileri bırakmadan, bir an önce güvenilir kucağına kavuşmak için oturma odasına gittiğimde karşılaştığım karanlığı aydınlattım ve tam o anda karanlığa gömüldüm. Elimde ne var ne yoksa hepsi yerle buluşurken dudaklarım sımsıkı kapanmış, gözlerim kırpılmaksızın öylece ona kilitlenmişti.

Yere yığılışım, onun havada asılı olan bedeni kadar hafif olmuştu ama benim dizlerim acımıştı. Onun canı yanmazken ben acıların içinde kalakalmıştım.

O her şeyden kaçmayı başarmıştı ama ben ne ondan kaçabilmiştim ne de ölümünden.

Elimde olsa unuturdum o anı. Onu unutur ve terk ederdim bu şehri. Kalbim adını ölümün kanlı harfleriyle yazmış, aşkın bencilliğine sarılmış bir yüreği olmasaydı onu ve geri kalan her şeyi unuturdum ama yapamadım. Onu unutmak kendimi terk etmek, yaşadıklarımıza ihanet etmek olurdu. Tıpkı, ben küçükken arkasına bakmadan her şeyi terk ederek babama ve kızlarına ihanet eden annem gibi çekip gitmek demekti ama ben öyle olmayacaktım. Unutmak kolaydı, esas zor olan kalıp her şeyi ayrıntısıyla hatırlamaktı. Ben kaldım, hatırladım, gecelerce ağladım ve nihayetinde karanlığa gömüldüm.

Gözümden akmaya cesaret edemeyen yaşlarım, hislerini dondurmuş zihnim ve acıyı ince bir elektrik akımı gibi ruhuma salan kalbimle birlikte belki saatlerce orada oturmuştum. Çok geçmiş ya da geçmemişti, bilmiyorum. Tek yaptığım ipin ucunda sallanan rengi solmuş bulut kadar beyaz bedenini seyretmekti. Sonra bir çığlık, bir feryat duydum. Aydınlanmış dünyanın içinde açık kalmış ve işlevini kaybetmiş sarı bir ışığın, ölü yüzüne vurduğu keskinlik kadar acı bir çığlıktı beni içine daldığım topraktan çıkaran. Bir daha göremeyeceğimi biliyormuş gibi doya doya izlemiştim onun güzel suretini. Kız kardeşinin çığlıkları ardından kalabalığı getirirken ben oturduğum yerden kalkmış ve pencerenin kenarında bulmuştum kendimi. Kız kardeşinin sesi, komşuların meraklı sorularına, hayret feryatlarına ve sonunda polis sirenlerine dönüşmüştü. Birinin kolumu tuttuğunu, beni sarstığını ve bana sorular sorduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Boynu ipten ayrılmış, bedeni evin ortasına yatırılmıştı. Üzerine bir örtü örtmüşler, sarılmayı sevdiğim bedeni şişmiş halde benden uzakta yatarken tek derdim buymuş gibi inip kalmayan göğsüne bakıyordum.

Acı o kadar saattir kalbimdeydi ki beynim gerçeği idrak ettiğinde ağlamayı bile fırsat bulamadan alıp götürmüşlerdi bedenini. Sokağa inmiş, yanımda ağlayan annesi, kız kardeşi ve en az benim kadar sessiz olan babasıyla birlikte bindirildiği arabanın arkasında kalakalmıştım.

Kimsesiz, annesini, babasını kaybetmiş bir çocuk gibi kalabalığın içinde, onca insanın arasında yapayalnızdım. Gideceğim yönü, dökeceğim yaşı bilmiyordum. Ben öylece uzaklaşan arabaya bakarken, benim bilmediğim ve hesaplayamadığım bir şey olmuştu. Araba sağa dönerek gözden kaybolurken zihnimin bütün temelleri depreme kapıldı, görüntüler birbirine karıştı. Sinsi bir çınlama kulaklarımı ele geçirirken tüm gücüm ellerimden ve ayaklarımdan çekilmiş, dizlerim asfaltın körelmiş taşlarına çarpmıştı. Gözlerimin önüne karanlık çöküyor, karanlığa küçük yıldızlar kayıyordu. Sesler buğulu ve uzak çınlamalar gibiydi. Suratıma su çarpılıyor, üşüyorum. Bedenimi kaldırıyor biri, taşınıyorum. Kapalı gözlerimin içi cayır cayır yanıyor, ince bir damla gözümün kenarından sızıyor, şimdi nefes alamıyorum.

Bir anda ip geçiriyorlar boynuma, nefesim kesiliyor toprakta uyanıyorum. Sağım solum boş. Kimsem yok, ölüp ölmediğini bilmediğim bir annem ve gidişle kahrolmuş bir babam var oysa. Üç kız kardeşim, babaannem var. Kimsem yok değil ama yok işte. Yapayalnız kalmışım toprağın altında.

Uyanıyorum, her şey farklı. Renkler solmuş, o gitmiş yok artık. Bir yatağa uzanmış, bekliyorum. Kaç yıl oldu? Ne kadar zaman geçti onsuz? Yattığım yerde sağa dönüyorum, onun yatağındayım ama o yok. Bacaklarımı karnıma kadar çekiyor ve yalnız kaldığım yatakta küçüldükçe küçülüyorum. Kısık bir inilti çıkıyor dudaklarımdan, yaşlarımla buluşuyor yastık. Sesim çıkmıyor, bedenim fırtınaya kapılmış gibi sarsılıyor. Artık olmadığını düşünmek bile nefesimi kesmeye yeterken bu gerçeği bilmek ölüme yaklaştırıyor beni. Sımsıkı sarıldığım yastıkta, sesimi çıkarmadan ağlarken karanlığın içindeki ilk anım bu oluyor.

Çok sıradan bir gündü. Aklınızın alamayacağı kadar sıradan. O son kez aradı, ben açmadım ilk kez ve o öldü. Bir ilmek attı, bıraktı kendini; bir kuş misali salınırken havada ne kanat çırptı ne ses çıkardı…

]]>
Thu, 02 Jun 2022 16:15:18 +0300 Nghncsknr
Sana Doğru https://edebiyatblog.com/sana-dogru https://edebiyatblog.com/sana-dogru Okuduğum her kitap, dinlediğim her şarkı, gördüğüm her somut gerçeklik rüyalarıma yerleşip bilinçaltımı şekillendirir. Gözlerimi kapattığım anda daldığım uyku, ardından kırmızı beneklerle dolu karanlık getirirken gün içinde karşılaştığım her şey surete bürünerek karanlığa yerleşir ve paralel bir evren oluşur zihnimde.

Ben o paralel evrenin içerisinde boyuttan boyuta atlarım, mutlu olurum, ağlarım, kimsesiz kalırım, sevdiğim herkesi kaybederim. Bir ses kalır kulağımda sadece. O sese tutunur, rüyalarıma onu da davet ederim. Yüzünü seyrederim saatlerce. Rüyalar yedi saniye sürer derler bu külliyen yalan, ben onun güzel gözlerini yedi asır izler dururum. Hiç sıkılmam üstelik. İnsan hasretinden yandığı, vuslatını dört gözle beklediği birinden nasıl sıkılırdı ki? Sırf onu daha uzun seyredebilmek için rüyalarımı uzun tutmaya çalışır, yönlendiririm.

Bilim dünyası bu duruma lucid rüya diyor. Lucid rüya, insanın uyku esnasında rüya bilincinde olması ve dilediği şekilde rüyalarını şekillendirebilmesi demektir. Dilerseniz uçabilir, daha önce yemediğiniz bir yiyeceği dahi hayal ederek yiyebilirsiniz. Bunu fark ettiğimde onu kaybedeli altı ay olmuştu. Altı ay büyük bir sessizlik içerisinde onun için acı çekerek geçerken ağlayarak daldığım uykumun kolları arasında rüyama konuk oldu. Gitmek istiyordu ve ben yeniden bunu kaldıramazdım. Tüm gücümü kullanarak ona kal demeyi başardığımda beni şaşırtarak karşımda oturmaya devam etti ve bende sabaha kadar onu izledim.

Bir insan kazaya kurban giderek can verdiğinde, karşı tarafı suçlamak o kişinin yakınları için bir kaçış noktasıdır. Birini suçlamak, üzerinize yüklenmiş pişmanlığın azalmasını sağlar. Lakin sevdiğiniz adam kendini hasırdan örülmüş bir iple tavana astığında, ipi suçlayamazsınız. Veyahut ayaklarının dibinde durup düşmesini engelleyen ama tek bir darbeyle yere serilerek bedenin aşağı süzülmesini ve ip geçirilmiş boynun kırılmasını sağlayan sandalyeye lanetler okuyamazsınız. İşin acı tarafı bu ya, suçlu bellidir ama siz onu bile suçlayamazsınız.

“Kırmızı ipi takip et,” dedi gözlerime çarpan güneş yüzünden solmaya başlayan rüyamın içerisinde fısıltıyla. “O seni aydınlığa kavuşturacak.”

Kırmızı ip.

Bunu neden istemişti? Kırmızı ipin bizimle ne ilgisi vardı?

“Beni bir daha düşünme.” Bu mümkün müydü? Gördüklerimden sonra, yaşadıklarımdan sonra, hissettiğim onca aşk ve acıdan sonra, döktüğüm litrelerce gözyaşından sonra onu düşünmemem, unutmam mümkün müydü? Sırf onu görebilmek için uyuyorken, varlığını silip atmam akıl karı mıydı?

“Bunu yapamam,” dediğim anda bedeni gittikçe kayboluyordu. “Bunu yapamayacağımı biliyorsun.”

“Sen her şeyi yapabilirsin,” uzanıp son kez elimi tuttu ama dokunuşunu hissedemedim. “Bunu çoktan başardın.”

“Neden yaptın bunu?” Neden kıydın canına? Neden kaçtın? Neden ittin sandalyeyi? Bunu bana, bize neden yaptın?

“Kırmızı ipi takip et,” dedi ve acı dolu gülümsemesi eşliğinde yok oldu.

Tabutunun arkasından nasıl kalakaldıysam, rüyamın ortasında da öyle yalnız kalmıştım. Oturduğu sandalye, önümüzdeki masa, etrafımızdaki duvarlar ve birlikte gezdiğimiz yerlerin temsili çizimleri teker teker yok oldu.

Ve ben gözlerimi açtım.

Yalnızlığım, açılmış gözlerimden süzülen sessiz yaşların damladığı yastığıma çarpıp, odamın boş beyaz duvarlarına hapsolmuştu. Hislerimin üzerine yerleştireceğim maskeyi takmam için henüz çok erkendi. Önce yataktan kalkmayı başarmam, banyoya kapanıp iki saat ağlamam ve sonra sıcak duşun altında şişmiş gözlerimi kendine getirmem gerekiyordu. Sıcak su tenime işleyene kadar ağzına kadar dolmuş küvetin içine uzanacak ve bir anda kendimi suyun altına hapsederek boğularak ölmenin nasıl bir his olduğunu anlamaya çalışacaktım. Ben ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım hiçbir deneme, nefesini halatla kesmiş bir adamın hissettikleriyle aynı olmayacaktı. Onu anlayamayacaktım. Ben ölmekten korkan bir aptaldım.

Yataktan kalktım. Islak yanaklarımı süsleyen yaşlarım eşliğinde odamdan çıkacakken sol ayağımın takılmasıyla tökezleyerek düştüm. Diz kapaklarım halımın sert yüzeyi yüzünden acıyla sızlarken başımı eğip neye takıldığıma baktım. Sağ ayağıma bağlı kırmızı yün ip, henüz unutamadığım rüyamı hatırlatmıştı.

“Kırmızı ipi takip et.”

Uzanıp ipi çözmeye çalıştım ama o kadar kör bir düğümle bağlanmıştı ki kesmem gerekiyordu. Oturduğum yerden çalışma masama uzanıp üzerindeki makası aldım ve ipi tam ayak bileğimden kesmeye çalıştım fakat yine hiçbir işe aramadı. Yün bir ipti ama hiçbir şekilde kesilmiyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Eğer biri ayağıma ip bağlamışsa, ben bunu neden fark etmedim? Bu ip ne kadar zamandır bendeydi? Ve nereye bağlıydı?

Mantık kurallarına göre bir yere bağlı olan herhangi bir şeyin, öteki ucu mutlaka olmalıdır. Dünya, birbirine bağlı doğru parçalarından ibaretti. Her başlangıç bir son ve her son bir başlangıca bağlıysa bu ipinde bir sonu olmalıydı. Ayağa kalkıp ipin ucunun kime ait olduğunu bulmam gerekiyordu lakin ben düştüğüm yerden kalkamıyordum. Yolun sonunu görmek, ona arkamı dönmek demekti. Bu gidişini kabullenmek ve rüyalarımda bile olsa onu bir daha asla göremeyeceğim demekti. Buna hazır değildim. Kulağımdaki veda sözlerin silemez, onu unutamazdım.

Devam etmem gerekiyordu. O gitmeyi tercih etmişti ama ben burada kalmıştım. Beni düşünmemişti bile. Öylece arkasını dönmüş ve gitmişti. Bana bir veda bile etmemişti. Yalnızca on dakikalık bir ses kaydı vardı geride bıraktığı ve ben günlerce, aylarca, yıllarca onu dinlemiştim sadece. O sesi dinlemiş ve ağlamış, alışınca ağlamayı bırakarak sadece kalbimi karartmıştım. Artık kan akmıyordu yaramdan ama kabukta tutmamıştı. Ayağa kalkıp ipin peşine takılırsam, o yaranın vaziyeti ne olacaktı? Kanayacak mıydı, kabuk mu tutacaktı?

Çaresiz bir iç çekişle kapattım ellerimi yüzüme. Yaşlarım, yolunu bulamamışlığıma karışarak bileklerime süzülürken sendeleyerek ayağa kalktım. Gevşek bir şekilde yere dağılmış olan ipi elime alıp hala yanaklarımı süsleyen yaşlarımla odamdan çıktım. Kısa koridor boyunca uzayan ipi takip etmeye başladığımda artık her şey için çok geçti. Attığım hiçbir adımın geri dönüşü yoktu. Evden çıkacak ve kendimi İstanbul’un karmaşasına bırakarak sonuma gidecektim. Onu bırakacaktım tıpkı beni bıraktığı gibi.

Üzerimi değiştirmemiştim. Ayağıma geçirdiğim ev terliklerimle apartmandan çıktığımda yüzüme çarpan ılık hava ruhuma sıcak bir esinti savurdu. İpi elimden bırakmadan sokağa çıktım. Şimdi sağa dönmem gerekiyordu.

Bu sokakta görmüştüm onu ilk kez. İlk kez burada gülümsemişti bana ve ilk kez bu sokakta gitmişti benden. Yeşil arabanın arkasında, tahtadan bir tabutun içerisinde gözleri ebediyete kapanmışken, arkasından ağlayan insanları hiç düşünmeden uzaklaşmıştı. Annesini, babasını, kardeşini, beni… Kimseyi düşünmemişti.

Gözlerimi ipten ayırmadan sokağın sessizliğine dokunarak bastım taşlara. Anayola inen yokuşu inerken elimdeki ip gerginleşip bollaşıyordu ama asla yok olmuyordu. Bu garipliğin gerçekliğini kabul etmek, realist düşüncelerime oldukça zıttı lakin mantıklı düşünmeyi çok zaman önce bırakmıştım. Hayatım, eşini ve çocuklarını terk etmiş bir anne, toprak yiyen babaanne, bulduğu her taşı eve getiren bir baba, aklını yemek yapmakla bozmuş bir abla ve saçlarını kopartarak küçük yaşında kel kalmış bir kardeşle geçmişti. Buna rağmen aralarından sağlam çıkabilmeyi, kendime düzgün bir hayat kurmayı başarmıştım. Onlara arkamı dönmemiştim ama kendime ördüğüm güvenli çitin ardına geçmelerine izin vermemiştim. Mantığım ya da öyle olduğunu varsaydığım zihnim hayatımdan gitmiş olan o adam sayesinde beni gerçek benliğime geri döndürmüştü. İçime gömdüğüm tüm ölüler mezarlarından çıkmış, sürüne sürüne şehrimi istila etmişlerdi. Bir ölüm bin ölüyü diriltmişti. Kaçmak, duvarlar örmek, onlara geçiş izni vermemek boşunaydı.

Artık bende o kalabalık evin delilerinden biriydim.

İpi daha sıkı tuttum. Bu aklımı tamamen kaybettiğimi tescillemek içindi. İlerledikçe bollaşan ipi elime sardıkça, yumuşak ama keskin dokusu yeri geldiğinde sıklaştığı için avcumun içini kesiyordu. Kesiklerden süzülen kan, ayağıma bağlı olan kısmın üzerine damlıyor, yürüdüğüm yolda benden ve geçmişimden izler bırakıyordu. Kan akıyordu, ben yürümekten vazgeçmiyordum.

Artık anayoldaydım. İp sola dönüyordu, sola döndüm. Yanımdan gelip geçen arabaların gürültüleri insanların gürültüsüne karışıyordu. Bir köpek yeni doğan güneşin ilk ışıklarından kaçarak gölgeye sığınmıştı. Bir kedi, otobüs durağının kenarına yerleştirilmiş plastik kabın içine eğilerek kana kana su içiyordu.

“Su yaratılmamış olsaydı susamayı bilmezdik. Hasret varsa bir yerde mutlaka vuslat da olmuş olmalı. Kavuşmasak özlemezdik.” Der Nazan Bekiroğlu. Hasretim içime kor gibi düşmüşken, ölü bir adama kavuşmanın tek yolu yine ölümdü.

Özlediğim ölü değilse, aksine özgürlükse bu kırmızı ip beni vuslata mı götürüyordu? Kavuşmak için özlüyorsak, sonuma kavuşmaya mı gidiyordum?

Kenardaki parkın içine dalıyordu ip. Hiç düşünmeden çimlerin içine daldım. Taze kesilmiş çimlerin yeşil kokusu ciğerlerime doluyordu. Birlikte yaptığımız piknikler, güldüğümüz, sustuğumuz anlar, karşıladığımız güneşler, dertleştiğimiz yıldızlar ve diz dize okuduğumuz kitaplardan oluşan anıları ezer gibi basıyordum çimlere. Her adımımda can veren milyonlarca canlıyı düşünemeden, tazeliğin keyfini çıkaramadan yamulan çimlerin acısını umursamadan boş çocuk parklarının arasından geçtim. Yol uzun bir sokağa sapıyordu.

Önümdeki yokuşa baktım. Hava gittikçe sabah mahmurluğunu bırakıyor yerini yakıcı bir güneşe devrediyordu. Saç diplerimden enseme ve ensemden sırtıma doğru süzülen ter damlaları pijamamdan kendini belli ediyordu. Bacakları kısa pijamamın açıkta bıraktığı bileğime bağlı olan kırmızı ip elimde küçük bir yumak haline gelmişti. Yaklaşıyor olmalıydım. Sonuma doğru atacağım adımlar azalıyordu ve yol azaldıkça kalbim korkuyla doluyordu. Güçsüz bir nefes dudaklarımdan serbest kalırken bacaklarım kat ettiği onca mesafeye dayanamayarak titredi ve kaldırıma ani bir çöküş yapmamı sağladı. Sırtım arkamdaki apartmanın pürüzlü yüzeyine yaslanırken gözlerimi kapattım. Ne yapıyordum ben?

Bu yol, bu gidiş nereyeydi? Aklımı tamamen kaybetmiş olmalıydım. Öyle ki topladığı taşlarla balkonumuzu çökerten ve o taşların arasında kalarak ayağını kıran babam daha aklı başında olmalıydı. Onun bir amacı vardı. Taşları toplar, topladığı yerlere ve türlerine göre kategorize ederdi. Biliyorum, annemin terk edişini unutmaya çalışıyordu. Çünkü gitmiş olsa bile hala seviyordu onu. İnsanoğlu böyleydi. En acımasız darbelerle yıkılır ama darbeyi vuran kişiyi sevmekten vazgeçmezdi. Canını iyileştiren değil de yakan daha çok değerli olurdu. Ben ne yapıyordum? Beni yıkıp moloz haline getiren adamın arsından tuttuğum yasa boğularak can veremesem bile çırpınıyordum. Zalime zafer sevinci mi yaşatacaktım?

Oturduğum yerden kalktım. Yokuşa döndüm yeniden ve düzelmiş nefeslerimle tırmanmaya başladım. Yokuş düze çıktığında şakaklarım terden boncuk boncuk olmuş, zülüflerim yanaklarıma yapışmıştı. Kızardığına emin olduğum yanaklarım alev alev yanıyordu. Diz kapaklarımın arkası bile terden sırılsıklamdı. Terliğim yarı yolda ayağımdan çıktı, geri dönüp giyindim ve yoluma devam ettim.

İşe giden insanların gözleri ne kadar tuhaf bir görüntü sergilediğime delildi. Benim de işe gitmem gerekiyordu. Her sabah olduğu gibi üzerimi giyinip yayınevine gitmem ve masama oturup kulaklıklarımı takarak onun sesini dinlemem, sessiz yardım çağrısına geri dönemediğim için pişman olmam ve aynı anda kitap kapağı tasarlamam gerekiyordu. Yeni bir kitaptaydı sıra. Konusu gerçek kimliğine arkasını dönüp paralel dünyada yaşayan özel güçlere ait bir kızın özünü aramasıydı. Bir yola çıkıyordu. Yola çıkış amacı gücünden kurtulmakken ona daha çok bağlandığını fark ediyor ve kaybettiği gerçeklerin aslında yalanlardan ibaret olduğunu anlıyordu. Güzeldi. Teması ateşti ve gerçeklikle fantastiği birleştirip ortaya ilginç bir hikâye çıkarmıştı. Okurken kitaba nasıl bir kapak tasarlayabileceğimi düşünmüştüm. Alevler içinde ayakta durmuş ejderha dövmeli bir kız ilk düşündüğümdü lakin fazla klişeydi. Eğer bugün işe gitseydim, tüm gün ekrana boş boş bakacaktım. Oysa şimdi gözümün önünde beliren taslak kesinlikle o kitaba uygundu. Gölgelerin içinde alevlerden oluşmuş bir beden. Hem karanlıkta hem de parlıyor.

Işık varsa gölge de mutlaka vardır. Kız ışıktı ve yol arkadaşı gölgeydi. Birbirlerini tamamlıyorlardı.

Girdiğim mahallenin Arnavut taşlı yolunda yorgunluktan tökezleye tökezleye yürürken tanıdıklığı kafamı karıştırmıştı. Yol boyunca uzayan kafeler, köpek gezdiren insanlar ve sokağı dolduran hafif şarkı sesleri eşliğinde gittikçe gerginleşen ipi takip ederken, kafelerin bahçesinde oturmuş dünyada hiç dert yokmuş, kimseyi kaybetmeyecekmişçesine kahkahalarla gülen insanların yakalarına yapışıp, bu dünyada ölüm var ölüm, diye bağırmak ve gülüşlerini soldurarak acı gerçeği yüzlerine vurmak istiyordum. Bu beni kötü bir insan yapardı biliyorum. Kötü olmayan insan var mıydı ki? Kimin kalbi saf iyilikle doluydu?

Gittikçe büyüyen yumağa karışmış kan lekesi ve acısına bağışıklık kazandığım yaram ile birlikte yürüme devam ederken mahalleyi süsleyen eski taşlar zihnime saklanmış bir şarkıyı canlandırmıştı.

Biten sevgilerin ardından,

Ağlayamam ben böyle yas tutamam.

Uzun süredir yas içerisindeydim. Nefes alıp verişim bile peşinden bir yas sürgünü getiriyordu. Karalar içerisinde sonsuza kadar kalmak ve ağlaya ağlaya küçülmekti istediğim. Ancak böyle olmadı. Onun ardından, karanlığımı da peşimde götürerek insanların arasına karıştım. Evde yalnız kalırsam onu boğan ip beni de boğacaktı. Babama bunu yapamazdım.

Öpsem bebek gözlerinden çok ağlatırlar,

Sarsam seni kollarımdan bir gün alırlar.

Ben sana sıkı sıkı sarılmışken, kendini benden alan yine sendin. Bu kırmızı ipin sonu sana çıkabilirdi ama sen bu ihtimali de benden aldın.

Böyle mi olmalı solmalı sevgililer…

Böyle olmalı. Hasretin olduğu yerde vuslat varsa, vuslatın olduğu yerde de hasret kesin vardır. Işığın gölgeyi getirmesi, her başlangıcın bir sona dönüşmesi gibi. Yeşerdiği gibi solmalı sevgililer, tıpkı ölümün karanlık yüzü gibi.

Büyüklüğü yüzünden parmaklarımı içine hapseden yün bir anda ucu kızarmış ellerimden çözülerek yere düşerken, güneşin acımadan tenime işlediği ışınlar uzun bir gölgeyle örtülmüştü ve ben bu sayede rahat bir nefes almıştım. Başımı kaldırıp gölgenin kime ait olduğuna bakacakken, yerdeki yumağın gittikçe kısaldığını fark ettim. Elektrikli süpürgenin düğmesine bastığınızda kablo kendiliğinden kısalır ya, kırmızı ipe de işte aynen öyle olmuştu. Kısalmış kısalmış ve sonunda dümdüz kalmıştı. Bitmişti. Başladığım yol, bitmiş ben sonuma gelmiştim. Kalbimin yerinde huzursuzca kıpırdanıyor ve gözyaşlarımı gözlerimi zorluyordu. Ağır ağır kaldırdım başımı ve arkasındaki güneş yüzünden karanlık görülen siluetine baktım.

Dünya çoğu zaman sürprizlerle doludur. İyi ve kötü binlerce sürprizle birlikte yaşıyoruz, bundan kaçınmak uzak kalmak ve reddetmek gibi bir hakkımız yok. Karşımıza ne çıkıyorsa kabullenmek zorundayız. Karşımda duran adamın gerçekliğini idrak edebilmem kısa sürmüş, sürprizin şokunu atlatmam ise birkaç dakikamı almıştı.

Onu gördüğüm ilk anda, hayatıma bir daha girmemesini dilemiştim. Korkum, bana yaşadıklarımı unutturacak olmasınaydı. Eğer ona bu izni verirsem, en az ailem kadar tuhaf olan kişiliği ve sonsuz enerjisiyle birlikte kılıcını kuşanacak ve benim bitmesine hazır olmadığım yas sürgünüme amansız bir dalış gerçekleştirecekti. Buna hazır değildim, eskiyi silip atmaya ve yeniye kucak açmaya, normalliğimi kaybetmeye, gerçek anlamda delirmeye hazır değildim. Ona bunu yapamazdım. Bile bile ateşe itmek demekti bu. Kendim yanmaya dayanamazken, onu nasıl yakabilirdim?

Ellerimi alnıma siper edip yüzünü görmeye çalıştım. İri kahve gözleri üzerime kitlenmişti. O da benim gibi şok geçiriyor olmalıydı. Bu ip onda bitene kadar bir sürü ihtimal sayabilirdim size ama onun adını en son düşünürdüm. Bu imkânsız denebilecek kadar kesin bir düşünceydi. O olamazdı. Olmamalıydı. Boşluk olmalıydı karşılaştığım. Uçurum olmalıydı. Kaderim bu adama değil ölüme kavuşmalıydı. Bana ondan başka yol olmamalıydı. Nasıl? Nasıl ona çıkar bu yol nasıl?

“Kırmızı ip efsanesi,” dedi aramızdaki sessizlik benim çaresiz çığlıklarıma dönüşmeden. “Bazı anların gerçekliğine inanamazsın, işte bu da o anlardan biri.” Gözlerindeki şaşkınlık, bariz bir neşeye dönüşürken arkamı dönüp gitmeye yeltendim ama ip sağ olsun buna izin vermedi. Gidemiyordum. Uzaklaşabilmem için onunda peşimden gelmesi gerekiyordu ama esas uzaklaşmak istediğim oydu.

“Seni ilk gördüğümde,” dedi ben arkamı dönmüş olduğum yerde çaresizce kıvranırken. “Kaderimizin bir şekilde ortak bir payda da birleşeceğini anlamıştım.”

Onu ilk kez, bir arkadaşın ricasıyla yün almak için dükkânına gittiğimde görmüştüm. Ondan önce girdiğim dükkânında, renk skalasına göre dizilmiş yünlerin sıcaklığını seyrederken nihayet kapı açılmış ve yüzünü kapatmış kutularla birlikte içeri girmişti. Söylene söylene elindeki kutuyu dükkânın ortasına pat diye bırakıp içeride olduğumu bilse asla kullanmayacağına emin olduğum bir küfrü yüksek sesle söylemiş ardından raflara dizilmiş yünlere dönerek özür dilemişti. Evet, benden değil yünlerden özür dilemişti. Garip olduğunu belki de o anda anlayıp mekânı son hızla terk etmeliydim ama bunun yerine kalmaya devam etmiştim. Zaten ben kaçmaya fırsat bulamadan beni fark etmiş ve küfür ettiğini duyduğumu anlayınca utançtan kıpkırmızı kesilmişti.

Her açıdan farklıydı. Yüzü daha çok gülüyor, daha çok konuşuyor ve daha çok dinliyordu. Ben istediğim yünleri beklerken içeri giren müşterinin ayaküstü anlattığı olayı pürdikkat dinlemiş, dinlediği şeylere uyumlu tepkiler vermişti. Ona baktığım zaman, boynuna dolanmış hasır ip görmek gibi bir şansınız yoktu. Gördüğünüz ve görebileceğiniz tek şey etrafa yaydığı enerjisiydi.

Beni ona ikinci kez götüren şey ise sadece kuru bir bahaneydi. Örgü örmek istiyordum. Aslında istemiyordum ama istiyormuş gibi yapmış ve kendimi o cam tezgâhın arkasında yanında otururken bulmuştum. Uzun ince parmakları arasında duran şişleri yün ipe geçirip çıkartırken o kadar alışıldık duruyordu ki varlığını yadırgayamamıştım. Oturmuş, hiç işim gücüm yokmuş gibi onu izlemiştim. Değişik hikâyeleri vardı. Annesinden kalan yün dükkânında çalışıyor, yine annesinden öğrendiği örgüyü yapıyor ve dükkânın müşterisiz olmasını umursamadan saatlerce yünlerin arasında bekliyordu. Onun da hikâyesi, yaraları, dertleri vardı belki de ama belli etmiyordu. Benim gibi yasa gömülmek yerine konuşuyor ve gülüyordu. Farklıydık. Çok farklıydık hem de. Ben bir ölümün peşine karanlıkla boğuşurken o bilmediğim bir dertten kaçmak için kendini aydınlığa siper ediyordu. Tüm bu farklılıklara rağmen onun yanında hiç konuşmadan otururken, içime dolan sakinliğin varlığını silip atamıyordum.

Olmuyordu işte. İhanet ve yorgunluk tüm bedenimi ele geçirmiş, gideceğim yolları kapamıştı. Bana kırmızı ipi takip etmemi söylüyordu ama bu hale gelmeme sebep olan, onu unutmamı engelleyen yine onun hayali bedeniydi. Git derken bile onu düşünüyordum, giderken bile onu düşünüyordum, gitmiş sona varmışken bile onu düşünüyordum.

Özgür bırak beni. Bırak ki seveyim, sevileyim. Bırak ki sonuma doğru bir adım daha atabileyim. Bırak ki özgürleşeyim, unutayım seni. Git ve götür peşinden acımasız ölü bedenini. Geriye sadece adın kalsın, onu da yaşadığımız üç beş güzel günün hatırına saklayayım. Anlatmadığın, bilmediğim ne sırrın varsa ol omuzlarımdan git. Bırak beni yaşayayım, yeniden sevebileyim. Ben ölemem. Babama bunu yapamam. Bir gidişi daha kaldıramaz o, biliyorum.

“Senin için zor biliyorum.” Çok zor, tarifsiz bir zorluk bu. Nefes alamamak, yürüyememek, daracık sokakta iki duvarın arasına sıkışmak gibi. “Ama büyük terk edişler bir adımla başlar.”

Gözlerim üzerine kapanırken karanlığımın içinde beliren soluk silueti sisler içinde uzaklaşıyordu. Elimi uzatsam onu tutabilir, girmemesi için çabalayabilirdim ama artık ona kal diyecek gücüm kalmamıştı. Her gece rüyalarıma onu çağırmak ve gitmemesi için yalvarmak, her sabah ağlayarak uyanmak ve yine ağlayarak yıkanmak, durmadan usanmadan son sözlerini dinleyerek günümü yasa boğmak, kalbime çökmüş katranla birlikte nefes dahi alamamak o kadar yormuştu ki beni, kalması için tek harf çıkartamadım dudaklarımdan. Tüm harfleri, heceleri yuttum ve ona izin verdim. Artık istediği yere gidebilirdi, benim gideceğim gibi.

Tüm yara izlerimle, karanlıkta kala kala solmuş yüzümle, bir ölümle hırpalanmış kalbimle, yeninden sevmek için can atan ruhumla ona döndüm ve aramızdaki son bir metreyi iki adımda aşarak kollarımı bedenine doladım. Başım güvenilir göğsüne yaslandığı anda bütün gidişlere el sallamış, kapılarımı kapatıp süngülerini çekmiştim.

 “Kim demiş yün ip hayat değiştirmez diye?”  

Aramızdaki kırmızı ip artık görülmeyecek kadar kısaydı. Bu yakınlığa ve söylediği şeyin doğruluğuna karşı dudaklarım iki yana kıvrılırken, gözlerimden dökülen mutluluk gözyaşları ruhumun solmuş dallarına yeşillik veriyordu. Saçlarımı okşayan elleri taze bir güvenin eteklerine sığınmamı sağlamış, insanoğlunun en büyük yanlışının ne olduğunu anlamamı sağlamıştı.

Biri çıkıyordu karşımıza ve biz onu seviyorduk. Sevdiğimiz kişinin kaderimiz olduğunu, sonumuzun o kişiyle vuku bulduğunu ve noktayı onun yanında koyacağımızı düşünüyoruz. O kişi bizi aniden terk ettikten sonra dünya üzerinde ayakta dururken sarsılıp düşmemiz kendi düşüncelerimize duyduğumuz güvendendi. Biz kimdik ki? Nereden bilebilirdik o kişinin kim olacağını? En büyük yanılgım en büyük sürprizim olarak kollarımın arasındayken, kırmızı bir ipin iki ucunda tek kişi olmuşken kimse bana kesinlikten bahsetmesin.

Derler ki kaderlerimiz, biz daha dünyaya gelmemişken yazılmıştır. Kaderimiz, kaderimizde olan kişi, yalnızlığımız ve kavuşacağımız zaman anbean yazılmışken biz her şeyden habersizce dünyaya gözlerimizi açar ve yaşamaya başlarız yazılmış olanı. Zaman içinde karşımıza çıkan insanlara bağlanır ümitlenir, o kişiyi bulduğumuzu düşünerek seviniriz. Oysa biz ne kadar bulduk diye sevinirsek sevinelim, doğru kişi o değildir. Hiç beklemediğiniz bir yerde, hiç ummadığınız bir insandır bizi esas bekleyen.

Kırmızı bir ip beni yollara düşürmüştü. O ipi takip etmeseydim, ona doğru yol almasaydım gitmesine izin vermediğim hayaletin sisleri arasında can verecektim. O ipi takip ettim ve şimdi gelmesine izin verdiğim adamın sevgisinin kolları arasında canlanıyorum.

Gidiş varsa, yeni bir gelişte mutlaka vardır. Kırmızı yün ip esasında hayatı değiştirmiyor, geri veriyordu. Bana hayatımı, onu getirmişti.

Size bağlı ipi takip etmekten korkmayın. Kendinizi özgür bırakın ve sonunuza doğru korkusuzca ilerleyin.

Kollarınızı o kişiye doladığınız anda bütün endişeler son buluyor, buhar olup geçmişin üzerine yağıyor. Geçmiş durmak bilmeyen yağmur sularıyla sele kapılırken dalgalara karışarak uzaklara, çok uzaklara sürükleniyor. Ne insanlar kalıyor ne de vedalar. Her ölüm terk ediyor isli yuvayı, sadece bir gerçek olarak kalıyor. İnsana verilmiş zamanlı bir bilet gibi. Belki aniden belki yavaş yavaş. Zamanı gelene kadar yaşamlı insan, vazgeçmemeli nefes almaktan. Sen yoruldum dediğin anda önüne bir liman çıkar, dinlenmek için durduğun limana yerleşiverirsin.

Acı içerisinde geçirdiğim her günün pişmanlığıyla daha sıkı sarıldım ona. Hiçbir zaman sonları sevmedim, vedalar sonun habercisidir ben hiç veda edemedim. En büyük vedamın ardından omuzlarımdan kalkmış olan yükler, ruhuma nahif bir hafiflik vermişti. Burnumun gömüldüğü gömleğine daha çok sokuldum. Kalp atışları kulağıma dolarken yaşayan birini sevmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırladım ve yeninden mutlu oldum.

 

 

]]>
Thu, 26 May 2022 09:59:43 +0300 Nghncsknr
Ayrılık Düğümleri&2 https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri-2 https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri-2 Ayağını taşların arasındaki boşluğa koyup iki hamlede duvara, kocasının yanına oturdu ve onun gibi semayı seyre daldı. Yıldızlar, lacivert gökyüzüne dağılmış zamansızlığın içinde her şeyden bihaber duruyorlardı. O kadar yakın görünüyorlardı ki sanki uzansa tutabilecekti. Uzanmadı, tutabilse bile bu saatten sonra faydası yoktu.

“Çok güzel,” dedi belli belirsiz ve devam ettiler suskunluğa. Konuşmak, kelimeleri birleştirmek anlamsızdı. Bu saatten sonra söylenecek sözlerin gelecekteki hükmü belirsiz hatta yerine göre geçersizdi ancak bakışlarından kopup gelen kelamlara dur demek imkânsızdı. Onca yıllık suskunluk, dağılıp yerini mora, kızıla ve griye bırakan lacivertin peşinden gitmeyen yıldızların huzurunda gözden göze, ruhtan ruha, yürekten yüreğe ulaşan bir uğurlamaya dönüşmüştü.

Babam, kardeşim, sen… Önce Allah’a sonra birbirinize emanetsiniz. Bilmem bu iş nereye çıkar, kimi kimden ayırır uzaklara koyar. Bilmem dönüşün var mıdır, döndüğünde burada mıyım? Belki yaşarım, belki ölüyümdür çoktan. Aklım, yüreğim sizde; o uzun yolda olacaktır. Sanma ki burada rahat olacağız, sizi merak ederken nasıl rahat olabilirim? Ah gelebilsem, şu kahrolası bacağım sağlam olsaydı da yolu birlikte yürüyebilseydik. Bilsem size engel olmayacağım anamı sırtıma alıp çileyi sizinle göğüslerim. Bu saatten sonra ne ben yolcu olabilirim ne de sen kalabilirsin. İkimiz yaşayamadıklarımızla ‘ah’ eder, pişmanlıkla uğraşırız. Senden istediğim tek bir şey var: Beni affet.

Cevap verememişti Seher, bakışmaları yarım Kadir’in sahibine teslim edeceği yüzük cebinin köşesinde kalmıştı. Daha sabah ezanı bile okunmamıştı, önce Kadir indi duvardan cepkenini düzeltip elini uzattı ve Seher’in inmesine yardımcı oldu. Çalmaya devam eden kapıyı açtıklarında karşı evde dört yaşındaki kızıyla birlikte yaşayan Dikran’ı görmek karı kocayı ve kapı sesine uyanan ahaliyi şaşırtmıştı. Kırklı yaşlarındaki zayıf, tıknaz adam kızının küçük elini bırakmadan bahçeye girdi hızlıca. Gözleri yaşlı, hali perişan. Eşini kaybedeli bir sene bile olmamıştı, yüreğindeki acı yetmezmiş gibi Ermeni vatandaşa da muhacirlik emri verilmişti. Türkler nasıl batıya giden kervandaysa Ermeniler doğuya giden kervandaydılar. Yolculuk kesindi peki ya son?

“Size emanet,” dedi Dikran ve kızının elini bırakıp uyku ile uyanıklık arasında kalmış olanları izleyen komşularına doğru itti. “Ben sizi tanıyorum, iyi insanlarsınız eşim öldükten sonra bize çok yardımcı oldunuz. Ben yaşlıyım, zayıfım yoldan sağ çıkamam onu yalnız bırakamam siz ona aile olun.” Elinin tersiyle çökmüş kırışık yüzüne bulaşmış yaşlarını sildi. “Onun ailesi olun yalvarırım.”

Kapısına geleni daha önce hiç geri çevirmemiş olan Hacı Baba uykulu gözlerle olanları anlamaya çalışan ama anlayamayan küçük kızın elini tuttu, gelinin eline tutuşturdu elini. “Sen merak etme, aklın arkada kalmasın önce Allah’a sonra bize emanet.”

Dülgerdi Dikran, büyük dedelerinin göç etmesiyle Trabzon’a yerleşmiş baba mesleğini sürdürmüştü. Tahtadan oyuncak, ev eşyaları, bilyaliler yapardı. Etiyle sütüyle kimseye karışmaz kendi halinde ailesiyle yaşardı. Altı ay önce vefat etmişti eşi Leniya, onun ölümüyle daha çok çökmüş aylarca gülmemişti yüzü. Kızı Nazenig ise beş yaşında annesiz kalmıştı ve bu durum Seher’e kendini hatırlatıyordu. Küçük kızın açık kahverengi saçlarını sevdi şefkatle, kendine çekti sıkı sıkı sardı minik bedenini. Değil Ruslar, dünyanın en güçlü insanı gelse ayıramazdı Nazenig’i ondan.

“Dikran efendi merak etme, kızın bana emanet.” O benim hem kızım, hem kardeşim, hem kaderdaşım.

Dikran arkasına bir kez olsun bakmadan evden çıkıp kendi kervanına giderken Nazenig her şeyden habersiz el sallıyordu babasına. Elinde tahtadan oyma bir at, kısa hayatının en uzun yolculuğuna çıkacağından habersiz yeni ailesinin sinesinde…

Ezan okunduğunda abdestler alındı, namazlar kılındı avuçlar semaya açıldı herkesin yüreğinden aynı dua zikredildi. Seher Nazenig’i sıkı sıkı giydirip saçlarını örerken sıkı sıkı tembihliyordu. “Senin adın Nazenin, tamam mı? Kim sorarsa benim kardeşimsin, tamam mı?” Her söylediğini başını sallayarak onaylayan Nazenin hiç soru sormuyor sessizce bütün geleceğini kabulleniyordu. Her şey hazırlandığında Kadir’in hazırlattığı at arabası kapıya gelmiş, eşyalarla dolduruluyordu.

“Mutfakta sizi epey idare edecek yemek var uzun süre pişirmezsiniz sadece ısıtırsınız. Sobayı sabahtan yak, akşam odunla harlarsın.” Dönüp arkada kalan koca eve baktı. Bu eve ilk girdiği gün bu şekilde çıkacağını söyleselerdi asla inanmazdı. Her şeye inanır ama buna inanmazdı. Söylenecek, tembihleyecek bir sürü şey vardı ama hangisini söyleyeceğini bilmiyordu. Anlatmaya başlasa susamayacak, arabaya binip yola çıkamayacaktı. “Dikkatli olun,” dedi gözleri hala evin pencerelerinde dolanırken. “Allah’a emanetsiniz.”

Annesinin elini öptü, sıkı sıkı sarıldılar. Teyzeden çok anne olmuştu Seher’e Asiye Hanım. Ona yuva olmuş, sığınacak bir çatı vermişti. Dönüp bulamamaktan korktu, annesini ikinci kez kaybetmek istemiyordu. “Yolun açık olsun kızım, sağlıcakla git sağlıcakla dön birbirinize göz kulak olun. Üzerimizde çok emeğin var, Allah senden razı olsun hakkını helal et.”

“Ben helal ettim annem, asıl sen helal et bir yanlışım olduysa affet.”

“Helal olsun güzel kızım, helal olsun!”  Son kez sarıldılar. Herkes vedalaşmış arabaya doluşmuşlardı. Son kez, gözlerine son kez bakmak için Kadir’e döndü genç kız. Döndü, bende kalayım, demek istedi kendini tuttu. Kadir’in gözlerinde daha önce görmediği bir duygu dolanıyor, yerinde duramıyordu.

“Seher,” S’yi yorgun h’ye bağladı belirsiz bir r’ye kattı.  “Bu sana ait.” İki gün önce kendi elleriyle tasarlayıp biçimlendirdiği yüzüğü sıkıştığı köşeden çıkartıp, Seher’in eline uzandı ve avcunun ortasına bıraktı. Gümüş halkanın ortasına kondurulmuş parlak mavi taşa baktı Seher.

Affettim. Ben sana hiç darılmadım ki! Senin bir suçun yoktu, kimsenin suçu yoktu herkes kendince doğruyu yaptı. Şimdi gidiyorum, varsın kavuşmamız mahşere kalsın ben seni orada da beklerim.

Arabaya bindi, Leyla’nın yanına oturdu. Kare çarşafının eteklerini düzeltirken camdan son baktı. Ana oğul yan yana durmuş gidişlerini seyrediyordu. Boğazı düğüm düğüm oldu, tek damla yaş düşmedi gözlerinden. Önüne döndü, yanında oturan hüzün içindeki Leyla’ya baktı. Kucağında annesinin çeyiz olarak işlettiği mavi bohçası vardı. Ağabeyinin aldığı gümüş ayna, sayfaları dolmayı bekleyen bir defter ve birkaç parça kıyafet. Bütün eşyası bu, ziyneti gözyaşları.

*

 

Vapurun düdüğü limana yaklaştıklarını haber verircesine çaldığında uzaktan görünen şehri Trabzon’u izliyordu gözler. Yol kurbanlarının yüreğinde kıpırtı, heyecan, bıraktığını bulamama korkusu hüküm sürüyor. Yolda verdikleri kayıpların acısı yüreklerinde, yaklaştıkça uzaklaşıyorlar sanki limandan. Oysa Samsun’dan vapura binene kadar her şey olup bitmişti bile. Hacı Baba yolun ağırlığına dayanamamış, son nefesini kızlarının kucağında vermişti. Muhacirlerden birkaç adamın yardımıyla uygun bir yere defnedilmişti ama başında bekleyemeden yola devam edilmesi gerekiyordu, üç İhlas bir Fatiha okuyup sıra Yasin’e gelemeden zorlu yolun çoğunu aşmış koca yürekli adamı, babalarını yapayalnız bırakmak zorunda kalmışlardı. Çok az kalmıştı, vapura bindikten sonra İstanbul’a geçecek uzak akraba Hatice Hanım ve eşi Süleyman’ın evinde kalacaklar her şey düzeldiğinde geri döneceklerdi. Hacı Baba’nın vefatının ardında yola bir başlarına devam etmek zorunda kalmışlardı. Eşyaları her duruşta azalıyor, olabildiğince paraya dönüşüyordu. Saldırıya uğramış bir köyün içinden geçerken, ceset yığınlarının arkasında eşkıyalardan saklanırken, Harşit çayının sularına kapılmadan sağ salim karşıya geçmeyi başarırken, bırakılmış evlerde gecelik konaklarken hissetmemeye çalıştıkları yorgunluk vapura bindikleri anda kendini hissettirmişti. Başını omzuna yaslayan Leyla, dizlerine uzanan Nazenin… Seher için dinlenmek diye bir kelime yoktu. Gözü her zaman ona emanet edilen canların üzerindeydi. Dilinde onları sağ salim ulaştırmanın duası vardı ve İstanbul’un masalları süsleyen manzarasını görene kadar devam ediyordu.

Şimdi geri dönüyordu. Her şey bitmişti, dönüyor olmasına rağmen inanamıyordu. Vapur durduğunda kıyıya varmalarını sağlayacak olan kayığa insanların yardımıyla indiler. Limana vardıklarında Leyla ile yan yana durdular, karşılarında duran yabancı şehre bakakaldılar. Trabzon neredeydi? Ne yapmışlardı bu şehre? Ne hale getirmiş, nasıl yakıp yıkabilmişlerdi? Şehir böyleyse içindekiler ne haldeydi Allah’ım? Buldukları ilk arabaya ellerindeki son parayı verdiler, tüm yolu küçük camlardan kül olmuş şehri izleyerek geçtiler. Yıkılan ve yenisi yapılan binalar, köşe başlarında dağ oluşturmuş Rus askerlerin eşyaları, değişmiş mahalle adları, kapanmış, yakılmış Türk dükkânları… Her adımda dehşete düşüyorlardı. Ortahisar’a geldiklerinde arabacıyı durdurdu Seher. Aşağı inip Gülbahar Hatun’un türbesine yaklaştı, sağ ayakla içeri girdi. Bulduğu hal karşısında ne yapacağını bilemedi. Elleri örtünün üzerinde titreyerek dolaşırken başını güç dilercesine taşa yasladı.

Bana tüm bunlara karşı dayanma gücü ver. Ey Allah’ım, bana güç ver. Sabır ver, dayanmama direnmeme yardım eyle. Bu şehrin kalıntılarının altında kalmama fırsat verme. Bu zamana kadar dayandım ne olur bundan sonra da dayanmama izin ver. Sen Hak’sın, karşında isyancı olmama müsaade etme.

Üç İhlas bir Fatiha okudu, Gülbahar Hatun’un ruhuna hediye etti. Arabaya binip yola devam ederken eve varana kadar gözlerini bir kez olsun açmadı. Üç katlı evin önünde inip arabacıya parasını verdikten sonra tahta kapıya dokundu usulca. Kapı hafif bir gıcırtıyla açılırken korkuyla içeri girdiler. Evi bıraktıkları halden eser yoktu. Elma ağaçları kesilmiş, kurumuş dallar yerde küme halinde duruyordu. Avludaki masa kırılmış, tabureler sobanın yanında duruyor.

“Anne,” diye seslendi Leyla. “Biz geldik anne! Ağabey!”

Sonunda tahta merdivenlerde Kadir’in aksak adımlarının sesi duyulduğunda Seher’in hasretle parlayan gözlerinden yıllar sonra ilk kez yaş aktı. Öyle ani bir yaş bombardımanıydı ki bu ne engel olabildi ne silebildi. Boğazına dizilmiş yutkunmaktan bitap düştüğü hıçkırıklar havaya karışmış, dizleri bedenini taşıyamaz olmuştu. Yere düştü, yumrukları toprak zemine çarpıyor çektiği onca acı, gördüğü yüzlerce ceset, toprağa gömdüğü babasının ardından anasız kalmış bebekler gibi ağlıyordu. Memleketini küle çevirmişler, her şeyi mahvetmişler bu yıkıntılar nasıl toparlanacak? Toparlanacak gücü nereden bulacak? Seher nasıl normale dönecek?

Başındaki örtüye değen eller ile başını kaldırıp yaşlı gözlerinin buğusunun ardından karşısında gördüğüne inanamadığı kocasına baktı. Parmağında ona verdiği yüzük, şükür dolu hıçkırıklarıyla Kadir’in ellerini tuttu. “Yaşıyorsun, şükürler olsun yaşıyorsun.”

“Döndün,” dedi Kadir hayal olmadığından emin olmak ister gibi ellerini sımsıkı tutarken. “Sağ salim döndün.”

*

Ertesi sabah uzun zaman üstüne ilk kez dingin bir uykunun kollarından sıyrıldı. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı, bugüne çıkaran Rabbine şükretti, ölenlerinin ruhuna sureler okudu. Kollarını yukarı sıvayıp bahçeye indi. Elma ağacının dallarından ateş yaktı, kırılmış masayı kenara aldı, parçalara ayırdı. Ayrılan her parçada yenilendi, yanan her dal parçasında gördüklerini küle çevirdi rüzgâra bıraktı. Mutfağa gitti büyük bakır tencereyi kucakladı, çeşmenin başına gitti içini suyla doldurdu. Havaya kaldıracağı anda Kadir tencerenin diğer tarafından tuttu. Gözleri birkaç saniye birbirine takılı kaldı, ilk gülümseyen Kadir oldu.

Eksikleriyle, fazlasıyla yıkılıp kalmışlığıyla… Elde kalanlarla yeniden birleşip aile olacaklardı. Araya giren zaman ne alıp götürdüyse göğüslenecek, kabullenerek geleceğe bakacaklardı sadece. Böyle olmalıydı, insan yaşamak istiyorsa önüne bakmalı, gerekirse muhacirliği bile unutmalıydı. Unuturdu tabii ki, insan kelimesinin anlamı boşuna unutan demek değildi. Tarihi unutur, bugüne üzülür, geleceğe yürürdü. Unuturdu insan, ölümü de unuturdu kayboluşu da… Seher’de unutacaktı elbet, önüne bakmalıydı. Unutmayacağı tek şey ellerini tutan eller, onunla birlikte ağlayan gözler, onunla birlikte tencereyi sobanın üzerine bırakan hayat arkadaşıydı. İnsan kötü günleri güzel günlerle unuturdu, o da öyle yapacaktı.

 

]]>
Mon, 16 May 2022 22:46:32 +0300 Nghncsknr
Ayrılık Düğümleri https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri Son kez sıcak suyun içine bıraktığı kâseyi durulamak için kenardaki maşayı kullandı. Üzerinden buhar yükselen porseleni kurulama bezinin içine alıp etrafındaki su damlalarını silerken parmakları kâsenin kırık kenarında duraksadı, ufacık kırıkta bin hasar aldı altmış bin can verdi de bir ‘ah’ demedi.  Diyemedi. Yolun suskunluğu dilini sarmış, yorgunluk göz pınarlarına oturmuş kalkmak nedir bilmiyordu. Geçen zamanın peşine takılmış onunla birlikte duruyor, onunla birlikte ilerliyor; en son ne zaman kendine kaldı onu bile hatırlamıyor. Kırık kenardan eline yapışan küçük parçalar canını yakıyor mu, ondan bile emin değil. Kurulanmış kâseyi ters bir şekilde alçak masanın üzerine, diğer bulaşıkların yanına iliştirdi. Kararmış ve şekil değiştirmiş kaşıklar; çizilmiş veyahut kırılmış birkaç parça tabak, kulpunun yarısı kırılmış ateşe temas etmekten kararmış demlik. Üç parça eşyadan fazlası yok, olanın da sağlamlığı şaibeli.

“Seher abla!” İç merdivenden gelen ayak sesleri, heyecanla adını söyleyen Leyla’ya aitti. Yitip gitmiş, birkaç kırıntıyla savrulup duran enerjisiyle belini doğrulttu ve kapının eşiğinde duran genç kıza döndü. Elinin tersiyle alnında biriken terleri silerken iki yıl üstüne ilk kez heyecanla parlayan çimen yeşili gözler rüzgâr oluşturup amansız bir umut kapısını açmaya çalışsa da kendini hemen kaptırmadı.

“Seher abla.” Leyla bu kapıyı zorlamaya hatta kırmaya kararlıydı. Aylardır bu haberi vermeyi bekliyor, secdeye kapanıp saatlerce dua ediyordu Rabbine. İşte olmuştu, duaları karşılığını bulmuş yolculuğun başından beri gülmeyen gözleri nihayet gülmüştü. “Trabzon kurtulmuş! Ruslar çekip gitmiş memleketimizden abla!” İki adımda Seher’in yanına yaklaştı, ellerini tuttu. “Bitti abla, bitti.”

Gerçekten bitmiş miydi? İki yıl önce çıktıkları yolculuk yerini geri dönüşe mi bırakmıştı? Hızla atmaya başlayan kalbini tuttu korkuyla. “Leyla,” harfler titriyor, birleşiyor heceler çığ olup Seher’in çaresiz dilinden taşıyor. Bitişin ucundan tutuyorlar birlikte, eksiklikle, hiçlikle, yoklukla birbirlerine sarılıyorlar. Aştıkları yollar, içinden geçtikleri fırtınalar, azgın sular, hırçın yağmurlar… Hepsi geri de kalmış birer kâbustan ibaret, önlerinde bir gelecek geleceğin ucunda umut var.

Karanlık İstanbul’un gürültüsünün üzerine akşam ezanıyla birlikte çökmeden önce Hatice Hanım’ın bahçesindeki çeşmenin başına geçip abdestini tazeliyor Seher. Ezanın okunmasını beklerken herkesin içeride olmasını fırsat bilerek bahçedeki küçük havuzun kenarına ilişiyor, batan güneşten geride kalan denize yansımış son kızıllığı seyrediyor oturduğu yerden. İki yıl önce, sıcak ile soğuk arasına kalmış bir bahar sabahında çıktığı evine geri mi dönecekti şimdi? Yarabbi gerçekten doğduğu, büyüdüğü topraklara dönecek, ardında bıraktıklarına kavuşacak mıydı? Eğer bu bir kandırmacaysa son nefesini vermeye razıydı, yeter ki yüreği bu defa gafil avlanmasın, dualarının kabul olduğunu gönül gözüyle görsün. Yüreği özlemle dolup taşarken başını öne eğdi, sol elinin yüzük parmağında bir başına kalmış yüzüğün mavi taşına dokundu usulca. İçinden yayılan ılık sevdanın sıcağına kıvrıldı, bahçeye dökülen yaprakların arasına masmavi parlayan taşı sol yanına bastırdı. Elinde avucunda bir tek bu gümüş yüzük kalmıştı. Sabahın ilk ışıkları, yola çıkmak için bekleyen at arabasının küçük camlarına çarparken gitmeye mecbur olduğunu bile bile kalmak istediğini söylemek için döndüğü hayat arkadaşı cebinden bu yüzüğü çıkarmış, vedayı mavi taşın keskin ucuna yerleştirip kadının avcuna bırakmıştı. Yarı güler, yarı ağlar vaziyetteydi ancak gözlerinden yaş dökülmüyordu. Hiç ağlamamıştı, hiç. Yola çıktıklarında, bir canı o yolda geri de bıraktıklarında, şahit oldukları karşısında veyahut Trabzon’da bıraktıklarından haber alamadığında… Bir kere olsun dökülmemişti inci tanesi yaşları yanaklarından. Bir kere ‘of’ dememiş, isyan etmemiş karanlığın biteceğini düşleyerek dua üstüne dua, hatim üstüne hatim indirmişti. Nihayet bitmişti, bitmişti değil mi? İnanamıyordu hala! Üç gün sonra hasretin kör ibresi vuslata dönecek, İstanbul limanından bindiği gemiyle yuvasına dönecekti. Peki, bıraktığı gibi bulabilecek miydi? İşte bundan çok koruyordu Seher.

İstanbul’a ilk geldiklerinde sahip oldukları eşyaların neredeyse çoğunu geride bırakıp, elde kalan para edebilecek malları satarak kazandıkları parayla birlikte Hatice Hanım’ın kocası Süleyman Efendinin bulduğu arabaya bindiler birlikte. Seher, yanında Leyla. Leyla’nın kucağında lacivert kumaştan üstü pembe işlemeli bir bohça var. İçinde iki parça kıyafet, yarısı kırılmış bir ayna, gencecik yaşında gördüklerini sığdırmaya yetmeyecek bir defter var. Leyla’nın karşısında gelişten ve gidişten bihaber, yolu bazen yürüyerek bazen kucakta aşan Nazenig daha doğrusu Nazenin oturuyordu. Yere bile değmeyen ayaklarında küçük iskarpinler, üzerinde eski bir elbiseden biçilmiş küçük elbise var. Başına ise kulaklarını kapatacak şekilde küçük bir örtü bağlanmış, babasından ayrılırken sahip olduğu ismi gibi kıyafetleri de onunla birlikte değişmiş bambaşka biri yapıvermiş onu. Küçük parmakları arasında tahtadan bir at dönüyor, muhacirliğin nasibini almış oyuncak sevimli mavi gözlerinin ışığında parıldıyor.

Liman kalabalığına karışıyorlar hep birlikte. Seher iki kardeşinin, can yoldaşının, dert ortaklarının, kaderdaşlarının ellerini sıkı sıkı tutarak onları bekleyen Reşadiye vapuruna doğru Süleyman Efendi’nin ardından yürüyor. Biletleri kesiliyor, vedalar ediliyor ve nihayet vapura biniyorlar. Vapurun arkasına, kenarda buldukları yere oturuyorlar yan yana. İkisinin de gözleri İstanbul’un karmaşasına dalıyor hüzünle, Nazenin her şeyden bihaber el sallıyor onlara kapılarını açan Süleyman Efendiye.

Neredeyse iki yıl önce 15 Mart sabahında çıktıkları muhacirlik yolu onları aylar süren bir mücadeleden sonra İstanbul’un kollarına ulaştırmıştı. Yüreklerinde gördükleri nice vahşetin yarası, ister bedenen ister ruhen paramparça olmuş psikolojileriyle İstanbul’da yaşayan uzak akrabalarının evlerine ulaştıklarında, tüm yaşananların birer yanılsama olduğunu düşünüyorlardı. O sabah evden çıkmamış, arabayla gidebildikleri kadar gidip yolun sona erdiği yerde paralarının çoğunu küçük bir takaya binmek için kaptanın eline saymamış, denizin bittiği yerde hırçın Harşit çayını aşmamış derenin içinde biriken ceset yığınlarını görüp de yaşam mücadelesi yüzünden görmezden gelmemiş gibi…

*

Muhacirlik… Menzili bilinmeyen, karşına çıkartacakları tahmin edilemeyen, günlerce uykusuz, aç biilaç halde ümitsizlik ve korku içinde geçen sonu sonsuz, varışı belirsiz, yaşamı amansız ölümü hak bir yolculuk.

“Muhacirlik var!” diye bağırmıştı tellak Şark Meydanının ortasında olanca sesiyle. İşinde gücünde olan halk her şeyi bırakıp tellağın ağzından çıkacak haberin devamını beklemeye koyulmuştu. “Muhacirlik var emir çıktı. Vali Cemal Azmi Bey şehir merkezini Ordu’ya taşıyor. Halkın şehri boşaltması, Giresun tarafına doğru acilen yola çıkması, ayağına bağ olacak eşyayı burada bırakması ancak çok aciliyeti olanları yanına alması, hayati ehemmiyette olanlardan başkasını yük etmemesi…” Böyle devam ediyordu tellak ama kimsede dinleyecek hal kalmamıştı. Kimisi kendi arasında konuşmaya kimisi de işini olduğu gibi bırakıp evine koşmaya başlamıştı. Tarih belli değildi ama Vali şehri Ordu’ya taşımaya karar verdiyse Rus ordusu yakında demekti.

Kadir almak üzere olduğu kitabı tezgâha geri bırakıp kendi arasında konuşan adamlara başıyla selam vererek Kitapçı Hamdi’nin dükkânından çıktı. Uzun Sokaktan Tabakhane’ye indi, köprüden geçti Ortahisar’a vardı. Yokuşu süratle tırmandı, yanında geçenlere yalnızca baş selamı verdi. Nihayet eve vardığında bahçenin tahta kapısını açıp kendini içeri zor attı.

“Hacı Baba!”

Duyduklarını evdekilere nasıl haber vereceğini düşünmek aklına hiç gelmemişti. Kendini yola öyle bir atmıştı ki endişesi düşüncelerine engel olmuş, hızına hız katmıştı. Elindekileri bahçenin ortasındaki tahta sofranın üzerine bıraktı, asma kemerin altından geçip yukarı çıkan basamakları üçer beşer tırmandı. “Hacı Baba,” diyerek odaya girdiğinde evin bütün ahalisini bir arada buldu. Annesi, Hacı Baba, Seher, Leyla… Hepsi bir kenara oturmuş, sessizlik içinde beklemekteydiler. Yüzlerindeki hüzne bakılırsa haberi çoktan almışlardı. “Muhacirlik,” dedi yine de, devamını getirmesine gerek yoktu.

Nefes nefese odaya girmiş olan Kadir’i gördüğü anda endişeyle ayağa kalktı Seher. Ağırlığını sağlam ayağına vermiş, ayakta zar zor duruyordu genç adam. Muhacirlik haberini aldığı gibi eve koşmuş olmalıydı ki ayağının rahatsızlığını düşünmemiş, koşmuştu. “Otur şöyle, dinlen.”

Dinlenme zamanı mıydı? Yola çıkılmalıydı. Ruslar geliyordu, burada durulur muydu? İyi de nasıl yürüyecekti onca yolu? Sakat bir ayakla gidişi belirsiz, amansız, sonsuz yola çıkılır mıydı? Çıksa bile birlikte yürüdüklerini yavaşlatmak dışında ne işe yarardı? Annesine baktı göz ucuyla, ciğer hastası kadın nasıl yürüyecekti onca yolu?

“Ne olacak şimdi?” Kız kardeşinin sorusu çaresizliğine çaresizlik katmıştı. “Gidecek, bırakacak mıyız Trabzon’u?”

Trabzon’u bırakmak… Bu hırçın, dört mevsimi bir güne sığdıran, Karadeniz’e bağlanmış inci tanesini bırakmak mümkün müydü? Öyle bir noktaya gelmişlerdi ki bütün imkânsızlıklar mümkün kılınmış, yolculuk belli yolcuya kabullenmek dışında hiçbir şey kalmıyor.

“Biz gideceğiz,” diyor Hacı Baba güçlü durmaya çalışarak. “Sen burada duracak annene bakacaksın, Asiye hasta onca yolu yürüyemez.” Dilinin altında yatan, sen yürüyemezsin, lafını yutmasına göz yumdu. Böyle bir haldeyken gurur son mevzuydu ki araya ayrılık, koskocaman bir hicran yarası girecekken birine darılmanın hiçbir anlamı yoktu. Yine de o uzun ve zorlu yolda birlikte olamayacak olmak üzüntüsüne üzüntü katıyordu.

“Hazırlanın, taşıyabildiğinizi alın. Bütün takıları paraya çevirin yolda lazım olur, bankada ne varsa çek Kadir Rus itine güven olmaz. Seher, kızım elden çıkarılabilecek eşyaları topla bugün yarın satalım. Hadi, oturmayın!”

Hacı Baba’nın emriyle ev ahalisi istemeden de olsa ayaklandı. Her şey birkaç gün içinde hallolmuştu. Büyükçe bir bohçaya kıyafetler, battaniyeler yerleştirilmiş; bir başka bohçanın içine porselen kâseler, orta boylu bir demlik, üç parça tabak; cam kavanozların içine çay, yazdan kalma kurumuş fındık, kuş üzümü doldurulmuştu. Yola çıkmadan bir gün önce Seher kollarını yukarı sıvadı, yaşmağını sıkıca bağladı ve bahçeye açılan mutfağa attı kendini. Ay tepede parlıyor, mum ışığıyla birleşerek mutfağı aydınlatıyordu. On beş gün yetecek kadar hamur yoğurdu, içine tava peyniri, patates kavurması ve haşlanmış pazı koyup sac üzerinde kızarttı birazını eve bıraktı çoğunu geniş tepsinin içinde biriktirdi üstünü kapattı. Ağzına kadar dolu bir tencereyle patates haşladı, üç tepsi börek açtı, yetmedi lahana sarması sardı. Sanki ne yapsa yetersiz kalıyordu. Evin içi, bahçe, mahalle hatta tüm Trabzon mutfaktan çıkan kokularla dolmuştu. Ateş başında durmaktan terlemiş, yaşmak kafasından kaymıştı. Sarı saçlarını kulağının arkasına itip ağır bir nefes bıraktı havaya. Yapmalı, yapmalı, bozulmayacak yemekler yapmalı. Yol uzun, yemek bulmak zor yapabileceği kadar yemek yapmalı ama ne kadar yapmalı? Kaç gün sürer buradan İstanbul? Gün yeter mi, aylar sürer. Ya bu yol hiç bitmezse? Ya bu yolun geri dönüşü olmaz, geride bıraktıklarına kavuşamazsa?

“Seher.”

Yapacağı ‘son’ yemeği mutfak dolaplarını izleyerek düşünürken arkasından gelen sesle yerinde sıçradı. İlk defa, evlendiklerinden beri ilk defa adıyla seslenmişti ona Kadir. Annesini beş yaşında tüberkülozdan, babasını ise Balkan Harbinde kaybetmişti. Hayatta kalan son akrabası annesinin teyzekızı Asiye’ydi ve babasının cepheye gittiğinden beri onlarla birlikte kalıyordu. Bu eve ilk geldiğinde on beş yaşındaydı. Kadir ile nişanlandığında on yedi, evlendiğinde on sekiz… Bir senedir evliydiler ama bunca zamandır bir kere bile adıyla seslenmemiş, göz göze bile gelmemişlerdi. Sesinden adını duymak saatlerdir hareket etmesini sağlayan kukla iplerini teker teker keserken kocasına döndü. “Dinlenmen gerek.” Önünde uzun bir yol var. Dursan bile dinlenemeyeceğin, başı da sonu da yorgunluk olan bir yol. Mücadele edeceğin, topla tüfekle olmasa da savaşacağın, imtihanla dolu bir yol. Kırk yıl uyusan bile uyandığında üstünden atamayacağın, zihninden silemeyeceğin bir yorgunluk seni bekliyor, ne kadar aş pişirirsen pişir bu yolda açlık da olacak susuzlukta, muhacirliğin kanunu bu...

Daha bitmedi, hem uykum yok.” Nasıl uyuyayım? Seni ardımda bırakırken, önümdeki yolun korkunçluğunu unutup nasıl uyuyayım? Gözlerim üzerine kapandığında nice felaket birikir ardında, o karanlığın içine adım adım ilerlerken ben nasıl uyuyayım? Memleketimi, anamın mezarını, babamın hatırlarını, seni sevdiğim bu evi nasıl bırakayım? Yol uzun, ne olmuş? Bitmeyecekse uzun olmasının ne anlamı var? Sonu sana çıkmayacaksa imtihanın ne anlamı var? Sen bana ‘Seher’ demişsin, uykunun ne gereği var?

“Bahçeye gelsene.”

Kadir aksayan adımlarla bahçeye giderken ellerini beline bağladığı beyaz beze silip pişen böreğin üzerini sini beziyle örttüğü gibi mutfaktan çıktı. Kalbi yarını unutmuş gibi heyecanla atıyor, elleri titriyordu. Entarisini avcunun içine hapsedip ağır adımlarla bahçe duvarına oturmuş, gökyüzünü izleyen Kadir’in yanına yaklaştı. 

devam edecek...

]]>
Wed, 11 May 2022 16:43:26 +0300 Nghncsknr
DİLHUN https://edebiyatblog.com/dilhun https://edebiyatblog.com/dilhun Sevdiğim... Geliyorum.

Bitiyor bu dilhun, ya da biten benim bilmiyorum.

Gökteki Ay'ım. Yıldızlarım, karanlığım, en güzel yolum,

Sana geliyorum.

Vuslat bitiyor mu? Yoksa ben mi vuslata dönüşüyorum?

Bihaberim dünyadan ama sana geliyorum.

Bileğimde oluşan küçük bir sızı.

İçimi yakan ateşin yanında hiçbir şey...

Kesiklerden süzülen koyu kırmızı sıvı,

Umutlarımın karanlığı, çaresizlik ve bitişin tek elçisi...

Cehennemin sıcaklığı yayılıyor koluma,

Ben bitiyorum ama sende var oluyorum.

Yerde toprak, gökte Ay şahidim olsun,

Kaçıyorsam sana kaçıyorum!

İnim inim inliyor gökkubbe. 

Yağmur bastırıyor duyuyorum...

Veda ediyor bana damlalar yere her düşüşünde.

Ruhuma üflüyor melekler rüzgarın ılık meltemini,

Sevgilim ben geliyorum duyuyor musun?

Geçecek, diyen insanların sesleri karışıyor birbirine.

Anne son kez bak bana, gidiyorum. 

Affet...

Ne rüya ne kabus, gidiyorum.

Sevgilim, sana geliyorum.

Koşuyorum sevgilim,

Sensiz nefes alamadığım dünyadan,

Koşarak uzaklaşıyorum.

Bak bunlar ümitlerimin çizikleri.

Bak bunlar keenlemyekün.

Bak bunlar ruhumun ah'ları.

Pespaye anılar, ruhlar, acılar.

Ben gidiyorum. 

Cansipervane gidiyorum.

Gülümsüyorum, çünkü kavuşuyorum.

Yokluğuna eyvallah, varlığına hasret, sensiz nefeslere isyanla... 

Benim bütün gelişlerim gidişlerim hep sana...

]]>
Mon, 09 May 2022 22:53:34 +0300 Nghncsknr
Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler https://edebiyatblog.com/simdi-bana-kaybolan-yillarimi-verseler https://edebiyatblog.com/simdi-bana-kaybolan-yillarimi-verseler “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler..."

Sezen Aksu’nun plaktan çıkan cızırtılı sesi kulaklarıma asil bir şölen bırakıyordu. Arkama yaslandım, ayaklarımı önümdeki sehpaya uzatıp bedenimi rahata erdirecekken parmaklarım fütursuz bir başkaldırışla hemen yanında duran küçük saksıya çarptı. Harika, çok iyi mükemmel! Küçücük balkonum sizlere ömür, üzerine bir kürek toprak da siz atmak ister misiniz?

Ama hayır! Moral bozmak yok, sakin olalım kaçmıyor ya birazdan temizlerim ortalığı. Önce çayımı içmeli, kokusunu içime çekip sonbaharı izlemeliyim. Toprağı temizlemek kolay, zor olan bir daha bu fırsatı bulmak! Göz ucuyla yere, on yıl önce büyük bir kavgayla yolları ayırdığım lise arkadaşımı görmüş gibi bakıp havalı bir çene kaldırışıyla balkonun açık penceresine döndüm. Oh arabalar vızır vızır, maşallah herkesin de dışarıda işi var. Kız yavaş yürü yavaş, acelen mi var? Sanki arkandan atlı kovalıyor. Ey gidi gençlik! Yaşarken öyle yavaş ve bitmeyecek gibiydi ki buna inat hızlanırdık. Aynı şu kulağında kulaklıkla insanlara çarpmadan yürümeye çalışan kısa saçlı, uzun boylu kızcağız gibi… Keşke camdan dışarı sarkıp kızım kulaklığı çıkar arabaları duymayacaksın diye bağırsam. Bağırsam ne olacak? Başını kaldırıp ‘sana ne be’ dese uyarımla kalır, üstüne cevap da veremem.  Yok, bu yaştan sonra saygısız veletlerle uğraşamam.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…

Ah, ah! Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler… Ellerimden kayıp giden gençliğimi, gereksiz yere kırılmasına izin verdiğim kalbimi, annemin sıcak çörek pişirdiği sabahları, ablamla kıyafet için birbirimizi yediğimiz o hafta sonlarını, lisedeki gerçek olduğunu düşündüğüm ve evlilik hayalleri kurduğum o çocuksu ilk aşkımı… Tüm bunları geri verseler, beş saniyeliğine olsun soluklansam. Şu balkona oturmayı bile nimet saymayacak kadar rahat olduğum günlere dönsem başka ne isterim ki?

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…

Kapı çalsa, bir kutu bulsam büyükçe. İçini açtığım gibi geçmişin girdabına kapılsam. Yemek pişirme derdi yok, birazdan çocuklar eve gelecek erişteli çorba yaptım kesin “Yemem,” deyip mızıldanacak kocaman açtıkları gözleriyle çikolatalı ekmek isteyecekler. Ana yüreği bu, dayanır mı? Zararlıysa zararlı sür yesin, oh eli yüzü çikolata oldu bir de duş alsın. Üniversitedeki ben olsa öyle mi yapardı? Eğitim almıştı o, çocuk nasıl doğru yetiştirilir biliyordu. Disiplin oluşturmak ve bunu çocuğa uyarlamak en kolayıydı, yersen!

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…

Güzel olurdu. Yaşamın teorisini öğrenip sıra pratiğe gelince kalakalırdım. Okul biterdi, sınavlar başlardı. Koşturmazdım, yerimde can çekişirdim. Saatlerce bir sandalyenin başına oturur önümdeki kitaplarla soluksuz bir aşk yaşardım. Sorular kaçardı, ben yakalardım. Çok gezen Coğrafya, Muhteşem Yüzyıla zerre benzemeyen ama Kanuni gibi etrafta dolanan heybetli Tarih, o endamlı Matematik, şiirle romanla kalp çalmaya çalışan Edebiyat, konuştuğumuz gibi olmayan o afili Türkçe! Hiçbiriyle sürekli bir ilişkimiz olmazdı, bir onunla bir bununla gezer dururdum. Bel fıtığı, boyun fıtığı, beyin fıtığı… Sınavdan bir gün önce basardım eriği fosfor versin diye, kuruyemişi damardan alır okunmuş pirinci dilaltı niyetine saklardım. Bismillah de başla ilk sorudan tövbe bismillah de bitir sınavı, sonra otur sonucu bekle.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…

Aynen Sezen, versinler. Versinler ama çocuklar uyuduktan sonra versinler. Ödevleri bitsin, masalları okunsun, kıyafetlerini de ütüleyeyim sabaha kalınca ağlayarak yapıyorum. Beslenmeleri için börek yapmak lazım, gezi için belge doldurulacak, birazdan koridorda belirir büyük olan. Utana sıkıla yanıma yanaşır, “Karton var mı?” diye sorar. Saate bakarsın gece yarısı, çocuğun gözünde çapak var, belli uykuya dalacakken gelmiş aklına. Ee hani kaybolan yıllarımı vereceklerdi? Azıcık daha beklesinler, acelesi yok ya önce ödev yapmamız lazım.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!

Versinler, ne değişir? Tek bir söz söylemeye hakkım yok. En nihayetinde kaybolan yıllar geçmişte kalmadı mı? Geçmişin telafisi ne zaman olmuş ki şimdi olsun. Ancak oturur yaptıklarıma üzülür, yapamadıklarıma pişman olurum. Gülerim, kahkahalarla gülerim. O körpe kız çocuğuna, hiçbir şey bilmeyen genç kıza, bildiğini sanan genç kadına bakar katıla katıla gülerim. Sabırsızlanırım, hemen geri dönmek isterim. Beni bekleyenler var, kaybolan yıllarla ne yapayım? Eşim Bey gelecek, üstümü değiştirmeliyim. Bu akşam için güzel bir film buldum, ikimizde sızmazsak onu seyrederiz. Makinede çamaşırlar var asılacak. Yemeğin sosu yapılıp eklenecek, annemin hastane randevusu alınacak, ha unutmadan kaybolan yıllar da geri verilecek, boşu boşuna elimizde durmasın yazık.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!

Sezen’in sesi aynı noktada defalarca dönmeye devam ederken daha fazla dayanamayıp uzattığım ayaklarımı yere indirdim. Verme kardeşim verme! Aynı günleri tekrar yaşayacaksam buraya gelmemin anlamı ne? Yer toprak içinde, çay soğumuş, insanlar evimin sokağını ardında bırakmış sonbahar bile yalnız kalmış. Bekliyorum, zilin çalmasını bekliyorum. Geleceğim bile bende değilken geçmişi alsam ne yazar? Vermesinler, bana geçmişi vermesinler. Bana gecenin köründe ödev yapmak isteyen oğlumu versinler. Bana film izlerken sonunu göremeden uyuya kalan kocamı versinler. Bana çikolatalı ekmek isteyen çocuklarımı versinler. Kaybolan yıllarım çizilmiş, aynı noktaya takılı kalmış o plakta kalsın ben bu balkonda oturup soğuyan çayımla bir ümit onları bekleyeyim.

Yerler toprak olmuş, olsun. Ben önce çayımı içeyim.

13.11.21

]]>
Fri, 06 May 2022 19:32:52 +0300 Nghncsknr