EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Seslenen Yazılar Handan Kılıç https://edebiyatblog.com/rss/author/seslenen-yazilar-handan-kilic EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Seslenen Yazılar Handan Kılıç tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Ölümsüz sevdalar ve yitik hatıralar üzerine https://edebiyatblog.com/olumsuz-sevdalar-ve-yitik-hatiralar-uzerine https://edebiyatblog.com/olumsuz-sevdalar-ve-yitik-hatiralar-uzerine Handan Kılıç’ın yeni kitabı “Çam Ağacının Gölgesinde” kadim meselelerle yürüyor yolunu!

Sinema analiz yazıları, öykü ve denemeleri ile tanıdığımız Handan Kılıç bu sefer bir romanla okurlara sesleniyor.

21 Aralık 2022 tarihinde Armoni Yayınları’ndan çıkan “Çam Ağacının Gölgesinde” adlı romanda insanlığın en kadim meselesi başlangıç noktası oluyor.

Her insan bir eve doğar. Ev onu korur, sarar, sarmalar. Doğumla annesinden ayrılır ama ailesinden ayrışması için gereken daha fazlasıdır. Gün gelir birey evini ve orada bulduğu hazır düşünceleri geride bırakıp yola çıkar. Peki bu yolculuğa çıkan kişi geri dönebilir mi?

Yığınların, zorunlu olarak yersiz yurtsuzluğa mahkûm olduğu bir dünyadayız. Peki bir kere yerinden olan vardığı yeri ev bilip yerleşebilir mi?

İşte bu kadim sorulara cevap ararken kendi hayatındaki depremlerle mücadele eden romanın kahramanı Hikmet “Ev uzakta değildir ama geri dönüş yolu çoktan kaybolmuştur.” gerçeğiyle yüzleşiyor. Geçmişin şahidi ve yerini bulmuşu olarak, karşısında sadece yaşlı çamı buluyor.

 Ölümsüz sevdalar ve yitik hatıralar üzerine. Girit’ten İzmir’e hep çamın gölgesinde” alt başlığı ile okuyucuyla buluşan kitapta göç, mübadele, yerleşememek, gidememek, dönememek, eve dönmenin yollarında savrulma, nesilden nesile aktarılan döngüsel kader, konuları üzerinden kurgu ilerliyor.

Yerleşemeyenlerin dünyasında romanın baş kahramanı Hikmet başını sokacak bir yer, onu hayattan koruyacak bir sığınak bulabilecek mi?

Günümüz modern anlatı usullerinden müziğin de şarkılarla sık sık karşımıza çıktığı romanın bir de çalma listesi var. Kitabın arka kapağında paylaşılan barkod sayesinde bir yandan metni okurken bir yandan içinde geçen şarkıları dinleme imkânı sunan kitapta metinlerarasılık başarılı şekilde kullanılmış.  

“Çam Ağacının Gölgesinde” adlı romanın arka kapak yazısı da şöyle:

   Yerimi bulamadım. Döndüm dolaştım, dağlar nehirler aştım. Dere tepe düz gittim, yok. Milyarlarca insana bağrını açan koskoca dünya bana sığabileceğim bir yer göstermedi. Tam her şey yoluna giriyordu ki olanlar oldu. Bir süre devam etmeye çalıştım. “Hikmet halleder” lafı dillere pelesenk malum. Böyle alışmış herkes. Halledemedim, gölgene geldim. Al beni, dinle, dinlendir, sağalt, sahip çık!

Kadim dostum çamla böyle selamlaştım. Ben doğduğumda en boylu poslu ağacıydı mahallenin. Yıllar sonra döndüğümde ondan başkası kalmamıştı sokakta. Gölgesinde serinlediğim, büyüyüp serpildiğim, her geldiğimde dertleştiğim çam ağacıydı karşılayanım. O yerindeydi, ben dışarda. Canım, asırlık çam ağacım! Sen şu hayatta yerini ne güzel de bulmuşsun. Peki ya ben ne olacağım?

Kitaba linkten ulaşabilirsiniz:

https://www.kitaparmonisi.com/product-page/cam-agacinin-golgesinde-handan-kilic

#Girit #aşk #mübadele #göç #hasret #aidiyetsizlik

#gurbet #hayatdöngüsü #kendigücünegelmek

Çam Ağacının Gölgesinde adlı kitabın basın bülteninden alınmıştır.

]]>
Wed, 04 Jan 2023 22:53:47 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
AŞIKLAR BAYRAMI https://edebiyatblog.com/asiklar-bayrami https://edebiyatblog.com/asiklar-bayrami Sanal yazı evinde bir aylık tempolu bir yazı maratonundan sonra film- dizi izleme ve bloga yazma işlerine geri döneyim dedim. 
 
Herkese selam. Umarım keyifler iyidir. Bu gün son günlerin popüler ama izleyip beğenen bir kişiye bile rastlamadığım filmden bahsedeceğim: 
 
Kemal Varol'un üçleme kitabının ikincisinden aynı isimle uyarlanmış bu film son zamanlarda izlediğim en boşluklarla dolu yapımlardandı.
 
 Kimine göre özellikle bırakılmış olan bu boşluklar benim gibi kitabı okumamış olan izleyici için olmamışlık hissi vermekten öteye gitmedi.
 
Yirmi beş yıldır birbirini görmeyen baba oğulun uzun yol boyunca hesaplaşmalarının olmasını bekledik ama nerdeyse oyuncu Kıvanç'ın iki kere beni neden yatılı bıraktın, aramadın, her hafta gelirsin diye bekledim, neden diye sorup karşılık alamaması dışında konuşma sahnesi yoktu. Ki bu da birbirinin aynısı sahnelerdi, ne açıldı ne konuşuldu yanıtlar. 
 
Yolda jandarma durdurdu. Arama yapmak istedi. "Avukatım" yanıtına" Fark etmez" diye cevap verildi ki bu bile hatalıydı. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da hukuk açısından; kimlik sorulanın Avukat olması "fark" eder. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali hariç Avukatın üzeri ve yanında taşıdığı eşya, otomobili ve kullandığı diğer araçlar aranamaz. 
 
Bu notu da düştükten sonra müziklerin de keyif vermediğini düşünüp uzman görüşlerine baktım. Onlar da çok eksik bulmuşlar.
 
Heves Ali adlı aşık, babanın hayatı anlatılırken neden olduğu uçurumlar, neler yaptığı ve neden yaptığı verilmeliydi. Benim anladığım çocuğunu da her geçtiği yerde aşık olup türkü yaktığı kadınları da boynu bükük bırakıp gittiği. Herhalde çok beddua aldı kadınlardan ki ömrünün sonunda kötü hastalığa yakalanıp helallik isteyeyim dedi, yola koyuldu ama onu da beceremedi. 
 
Ben bunu neden izledim, araba reklamı mıydı, uzun yol manzaraları mıydı bilemedim. Neyse ki çamaşırları katlayıp sökükleri dikerken ses oldu evin içinde. 
 
Filmden anladığım Kıvanç Tatlıtuğ harbi yakışlıdır ama senaryo boşsa adam ne yapsın:))) Kağıttan bir karakterdi, hayatı, babasızlığın etkileri, ne yer ne içer, kimi sever belli değil. Şehirde çalışan bir avukat, doğu illerine doğru yolculuk yaparken hastanede babasına serum takan hemşireye sanaldan yazıp akşam evine gidip orada sadece uyur mu? Hemşirenin ensesindeki yarım mandala dövmesi hoştu ama diyalogları boştu. Ağaç kovuğundan mı çıktı bu adam, ne oldu şimdi bu kadınla gibi sorularla beni bıraktı.
 
Kitabı okuyan varsa detaylar konusunda bizi aydınlatabilir. Ama sosyal medyada gördüğüm kadarıyla hevesle başladıkları film için onlar da kitabın ve yazarı hatırına ağızlarına fermuar çekiyorlar.    
 
Aklımda kalan tek cümle, "Aşıklarla açların uykusu gelmez." 
Uykumun gelme sebeplerini buldum :))  

 

]]>
Thu, 08 Sep 2022 13:32:54 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Yürürken ne kadar mutlusun? https://edebiyatblog.com/yururken-ne-kadar-mutlusun https://edebiyatblog.com/yururken-ne-kadar-mutlusun Birkaç mevsim renkler solunca/ Tükenmez hayatının sesi” ama bize tükenmiş gibi gelir bir zaman. Bazen o sessizliğin, renksizliğin içinden geçmek gerekir, kendi rengini bulmak, dönüp yaşamına bakmak için. “Kocaman bir hiç” diye düşünürsen uzar o tünel ama bir gün bir yerlerde misal sevdiysen ya da ne bileyim düştüysen ama sonra kalktıysan yine yapabilirsin. Hatta tekrar yapmana, yaşamana da gerek yok, geçip gidenle de sana uğradığı için mutlu olabilirsin. Mantığın bunu söyler, arkadaşına teselli versen nice güzel gidiş ve varış yolları gelir insanın aklına da neden kendi sessizliği içinde kaldığında bütün renkleri silinmiş gibi hisseder yaşamın?

Oysa hayat bir yerlerde birileri için akmaktadır. “Günler insanlar arasında dolaştırılır” madem elbette iyileri gelecektir. Hiçbir şey göründüğü kadar iyi, söylendiği kadar kötü de değildir hem. Belki de biz çok iyi günler gördük ama içinden geçerken şükretmedik, dahasını istedik, şikâyet ettik ve olan da gitti. Bir daha bize gelene kadar da epey zaman geçecek farz edelim. Yine de olanı, günü, yaşanılanı kabul etmeden bitmiyor. Mevsimler, yıllar, şehirler değişiyor ama insan hep aynı kısır döngüsünü sırtında taşıyor. 

Yürü ve geç… Üzerinden dökülenler üzecek elbet ama insan nelere alışmıyor? Yaşamak için gereken tek şey sayılı nefesimiz. Bir gün biteceği bu dünya üzerindeki tek gerçek olan soluk alıp verişimiz. O da sağlıkla olsun dileğimiz.

Handan Kılıç

10 Mayıs 2022       

]]>
Thu, 16 Jun 2022 23:57:58 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
UYSALLAR https://edebiyatblog.com/uysallar https://edebiyatblog.com/uysallar Uysallar, Onur Saylak'ın yönettiği, Hakan Günday'ın senaryosunu kaleme aldığı psikolojik drama ve komedi içerikli mini dizisi olarak ekranlarda. 
 
Bu kara komedi epey yavaş başlıyor. İlk iki bölüm festival filmi tadında ilerliyor. Yanında başka şeylerle uğraşabileceğiniz kadar:)) Ama merak unsuru da diri tutulduğundan peşinden gidiyorsunuz. Üçüncü bölümden sonra hızlanan diziyi gecenin ilerleyen saatlerinde izledim. Hem de iş yorgunluğu üzerimdeyken yedinci bölüme kadar geldim. Daha dinç bir kafayla bitireyim diyerek süresi diğer bölümlerden de uzun olan son iki bölümü ertesi güne bıraktım. 
 
Sekiz bölümden oluşan dizi 30 Mart 2022 tarihinde Netflix'te yayınlandı. 31 Mart'ta bitirildi:)) 1 Nisan'da yazılıyor:)) Oysa epey zamandır çok dizi ve film bitirmeme rağmen yazacak fırsatı bulamamıştım. Bu sefer ara soğumadan yazayım istedim. 
 
Dizinin başrollerinde Öner Erkan, Haluk Bilginer, Uğur Yücel ve Songül Öden var. Hepsi birbirinden iyi oyuncular, dolayısıyla müthiş oyunculuklar sergilemişler. 
 
Konusu şöyle ifade edilmiş: "Mimar Oktay Uysal eşi, iki çocuğu ve babasından oluşan ailesinden gizli olarak bir punk hayatı sürmeye başlar. Ancak o sırada ailesi de Oktay'dan gizli kendi dünyalarını kurmanın peşindedir. Uysal ailesinin yalanlarla dolu bir evi, Oktay'ın da inşa etmesi gereken bir hapishanesi vardır. Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?" 
 
Bu çok önemli bir soru: En iyi tanıdığımızı sandığımız insanlar aile bireylerimizdir. Oysa ben uzun zamandır bunun tam tersini düşünüyorum. Arkadaşının tanıdığı insanla çocuğun aynı kişi değil. Anne baba çocuğa hükmedebilir ama sadece görünüşte. Kendi kendine kaldığı vakit herkes bir başkasına dönüşüyor. İşte bu noktada dizinin sorduğu soru önem kazanıyor: "Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?"
 
Tıbben ikinci bir hayat, niteliğine göre çeşitli adlarla hastalık olarak nitelenir oysa. Ama bazen aile, toplum, çevre, okul, hatta arkadaşlar insanın kendi olmasına müsaade etmez. 
 
Kendin olmak kendi başına kalmayı, hayatın yükünü tek başına omuzlamayı gerektirir. 
 
Aile ise bir kabuktur, koruyan kollayan ama kabuğa göre şekil aldıran. 
 
Herkesin normali ailesinde gördüğüdür. Bir başkasına garip gelir bu normaller ama onun normali de diğerine gariptir. Orta yolunu içinde yaşanılan toplumun tavrı belirler. Bu tavır da dönemlere göre değişir. İleri demokraside başkadır mesela. Pek tadamadığımız için bilemiyoruz tabi:)) Baskıcı zamanlar, hani birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç olduğu söylenen vakitlerle insan hamuru ailesinden çok daha şiddetli kalıplarla şekillendirilir. 
 
Dolayısıyla kendi kendineyken "Kendi" olabilen biri bile okulda, işte, dairede hep farklı biri olmak zorunda kalır. 
 
Bizim gibi yargılamanın, yargısız infaz şeklinde, herkesin herkese uyguladığı şiddet olarak yaşandığı toplumlarda bu ikilikler daha da artar. Herkesin diğerinin hayatına ilgi duymadığı yerlerde ise kim kime dum duma yaşandığından kendi olabilmek daha fazla mümkündür.
 
Dizi de İstanbul'a çöken ve bir türlü kalkmak bilmeyen sisle açılır. Her şey bulanıktır. Uçaklar kalkmaz, korku vardır. Herkes evi dışında güvende değildir. Orada da herkes kopuktur. 
 
Sosyal medyada farklı görünmek normal, fikirlerini dillendirmek korkutucudur. Herkes kendi gettosunu kurmuş ve alanında ötekini istememektedir. Ama zamanla sıkıştığı bu yerde amaçsızlık bataklığına saplanır ve çıkış için çabaladıkça daha da batar. Sonu herkes için muamma olan bu bataklıkta çırpınır durur. 
 
Dizide kahramanımız Avrupa'nın en büyük cezaevi ihalesini almış şirkette çalışmaktadır. Bütün dünyaya cezaevleri satmak isteyen bir zihniyetin uzantısı olarak çalışmak zorunda olduğu yerde kapana kısılmıştır. Hani derler ya "Kapitalizm yüksek fonksiyonlu özgüvensizlerin sırtında ayakta kalır" diye aynen bu durum yaşanmaktadır. 
 
Vazgeçilmek istenmeyen bir yaşam standardı ve onun ceremeleri. Karısı için de kariyerinden çocuklar için vazgeçmenin oluşturduğu saygınlıkta yoksunluk hissi ile çok çalışan kocanın hayatında yokluğu ile açılan boşlukta sallanış söz konusudur. Hep böyle değil midir? Az çalışan erkekler düşük kazançlarla yoksullukta boğar ailesini, çok çalışıp kazananlar da kendine yükmüş gibi gördüğü ailesinden soğurken, yokluğunun gölgesinde karısı ve çocukları yalnızlıkla savrulur oradan oraya. 
 
Herkesin bir alıcısının olduğu hayatta kimsenin yalnızlığa mahkum olmadığını anlaması ile ahlaki değerler arasına sıkışması vardır bir de... 
 
Uysallarda da durum böyle: Herkesin birbirine oynadığı bir ev. 
 
Ama burada yaşananların en büyük sebebi genel atmosferdir. Yalancıların mumlarının söneceği o yatsı vaktinin gelmeyişi, sisin kalkmayışı, gecenin yıllardır uzaması... Baharların gelmeyişi... Günlerin uzaması, kısalması mevsimlerin deveranı ama ne karanlığın ne kışın insanların hayatını terk etmeyişi...
 
Ve Uysallar. Ne demişler "Sessiz atın çiftesi pek olur."  
 
İyisi mi uysal olmamak, her şeye sessiz kalmamak lazım. İçinde biriken öfke ile nerede nasıl patlayacağın belli olmaz. Kapitalizmin gölgesinde sadece yaşam koçları rehberin olamaz. O nefesleri derin derin alırken gün gelir gerçekten nefes almayı becermen gereken bir mesele olduğunda nefessiz kalırsın. 
 
Ne olursa olsun, insan sosyal bir varlıktır. Ölmediyse bir vicdan taşır ve bunun rahatsızlığı yok saydığınız şeylerin de ağırlık yapmasına neden olur. 
 
Dizide masum ve vicdanlı tek bir kişi vardır; o da ailenin on yaşındaki kızıdır. On yaş enteresan ve elbette bilinçli bir seçim. Mahkemelerde psikologlarla ifadesi alınan on yaşına kadar olan çocukların beyanlarının doğruluğu, on yaşından büyüklere oranla daha net kabul edilir. Belki günümüzün çocuklarında hızlı farkındalıkla bu yaş biraz daha erkene çekilebilir ama bir çocuk başkasının yanında yırtık bir çorapla görünmekten ne vakit utanmaya başlar işte o zaman ikinci bir sahte benlik oluşumu başlamıştır. Artık görünmek için yaşayacağı bir hayata adım atmıştır. 
 
Ve belki de tek gerçek günümüz için şudur: Kimse göründüğü kadar temiz, hissettiği kadar suçlu değildir. Tabi hissedebiliyorsa, bu bile yaşadığını ve vicdanı olduğunu gösterir. İnsan, nisyan kökünden türemiş bir kelime olarak, unutan, hata eden manalarını barındırır içinde. Bunu hatırlayıp yanlışından dönmek için hala vaktinin olduğunu fark etmelidir. 
 
Susma uysal, sustukça sıra sana gelecek. Ve o zaman çok geç olacak. Tek çözümün ölüm olmadığını ölmeden keşfedebilmek umuduyla...              
Sistemi, kendinizi, size dokunmayın yılanları suskunlukla besleyişlerinizi, sahtekarlık kavramanı tekrar gözden geçirmenize vesile olacak diziyi izlemenizi bu gerekçelerle tavsiye ediyorum. 
 
 
Handan Kılıç    
1Nisan 2022
İzmir    
]]>
Fri, 15 Apr 2022 04:13:49 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
NEREDE https://edebiyatblog.com/nerde https://edebiyatblog.com/nerde  Kendimle olmuyor
Ama canım, hayatta
Dansın, aşkın
Kavgan, sevdan
Hep kendinle

Değişimin bugün değil ki sadece!
Heyecanlar
Bütün
Yarım
Yarın
Tam
Tan yeri ağarsa keşke!
Her gün karanlık
Hep gece
Dua dua her hece
Dökülse de sessizce
Değişmiyor vakit gelmedikçe
Gece de gündüz de
Kendimle oluyor işte.

Buradayım görüyorum
Başka nasıl olabilir ki!
Orda burda
Akılda, kalpte
Dolaş dur yine dön kendine
Kapıldım, gittim/geldim
Çakıldım
Yerdeydim
Bazen de gökte
Masmavi gök
Süzüldüm de
Görüyorum dünü bugünü Belkilere sıkışmış geleceği de
şimdi buradayım gerçeğimde
Kendimle.

Handan Kılıç
04/03/2022 -İzmir
#handankılıc
#şiir
#şairlerisevin
#şiiryaz
#şiiroku

]]>
Fri, 04 Mar 2022 14:19:15 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Kader https://edebiyatblog.com/kader https://edebiyatblog.com/kader Yol belli, ey başını usul usul yürü şimdi” dedi.

Güldüm, demek sonunda sen de aramıza katıldın.

Kadercilik rahatına rahattır ama huzursuz insan orada da yapar yapacağını, mızmızlanır.

“Hadi artık ne olacaksa olsun” der.

Olacaklar hayatıdır.

Bitse de gitsek sabırsızlığı ömrün sonuna çağrıdır.

İnsan bir film izler gibi köşesine geçip hayatını seyretse usulca.

Kahramana akıl vermeden dursa, yargılamasa.

Yaşamak vazifesinin ağırlığından böylece kurtulacağını unutmasa, kuş gibi hafifler aslında.

Ama zordur büyük kırılmaların, kayıpların yaşandığı anlarda sessizce kalıp sahnenin sonunu beklemek.

İşte insanın kadercilikteki samimiyeti de orada anlaşılır zaten. 

Teslim olduysa, “Yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi” der.

Fark eder ki, hoş geldiniz dense de sefalar yoktur burada ama sefalet de yoktur.

Yerlerde sürünüp isyan bayraklarını göndere çekme ekseninde dönmez dünya.

Bir çizgide gider işte. Yola ışık tutabilirsen içinden gelenle ne ala.

Hem teslim olursan belki bir yardımcı çıkar, yeni yol gösterir.

Bazen bir insan bazen bir hayvan kimi zaman rüzgâr kimi vakit bir sevda bazen hayal bazen rüya, yakaza ve hakeza.

Kul sıkışmadan Hızır yetişmez zira.

Handan Kılıç

26.11.2021

]]>
Mon, 21 Feb 2022 11:45:22 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Lunaparkta https://edebiyatblog.com/lunaparkta https://edebiyatblog.com/lunaparkta Bugün yılın kırk altıncı günü ama bana üç yüz kırk altı gibi geliyor.

Yıllardır böyle aslında. Geçmeyen vakitlerle biten nakitler yarışıyor

Çatlak bir testiden sızan su gibi akıp gidiyor zaman. Güneşin kavurucu etkisiyle iz bile bırakmıyor ardında.

Her şey değişiyor devriliyor, başka bir yerlerde kalkıyordur da, burada hep yıkıntı, hep muamma.

Sürekli bir devinim halinde olan dünyanın dönüşü hızlanmış. Sona doğru giderken bizim de başımızı döndürüyor.

Günde yüz kere gündem değişen ve tek hayır haber gelmeyen bir yerde kırk altı gün daha çok altılarla dizilir kalbimize.

İnsanın bazen tam ortada durup ne olacağını beklerken kah çığlık kah kahkaha atası geliyor.

Eskiden lunaparkta ortası boş etrafı boydan boya koltuk olan yuvarlak bir oyuncak vardı. Adını hatırlamıyorum ama format, salla salla vur duvara idi. Ayakta duran gençler yıkılmamaya çalışır, birbiri üzerine düşenler her harekette oradan oraya savrulurken ezilirdi.

Göğe yükselen neşeli çığlıklar bazen korkunun da belirtisiydi. Yorulup bir koltuğa kendini atanlar sıkı sıkı tutunur öylece beklerlerdi sarsıntının geçmesini. Çok bekleyeni olmadığından mıdır nedir diğer oyuncaklardan uzun sürerdi çalkantı.

Emniyet kemerli falan değildi. Bazen onun içindeyiz gibi hissediyorum da şimdinin oyuncaklarını düşününce daha çılgınlar diyorum. Güya hepsinin sert ve güvenli kemerleri var tabi. Hukuk var sonra adalet…

Güya o kemerler hiç açılmaz.

Hak yerini bulur hem.

Elbet bir gün…

Kaç nesil sonra?

Kimin hayalini kim yaşıyor ki?

Herkes hayalleriyle giriyor mezara.

Burada yaşamak, lunapark kazalarının sık yaşandığı, külüstür oyuncaklarla bezeli taşra şehrinde olmaktan farksız. Başvuracak bir görevli bulmak, derdini anlatmak imkansız.

Düştüm diyorsun kalk diyorlar. Yaralıyım diyorsun sar diyorlar. Gücüm yok diyorsun umursamıyorlar.

Kafanı bir tarafı çeviriyorsun ölüler bir tarafta yaralılar. Ambulans yolda. Yol hiç bitmiyor. Trafik sıkışık, kimse yol vermiyor. Sürekli sirenler çalıyor. Hasta, yakınları, ambulans, doktoru, hemşiresi, taksicisi, dolmuşçusu, herkes inliyor. Su gibi akan zaman duruyor, kokuşmuş bir göl oluyor. Sinekler artıyor. Balık yok, olsa zaten kokuyor.

Canlı cenazeler dolaşıyor sanki toprakta. Herkesin bakışları donuk. Nefesten başka alacak şeyi kalmayanların onu kaybetmeme çabası. Değip değmeyeceğini bilmediğin bir mücadele…

Hey, tuzu en kurular!

Azıcık ıslaklar!

Denize karışmışlar!

Sahi bu yaşamak mı?

Etrafınıza bakınca hiç mi sızlamıyor vicdanlar?

Bunca olan hiç mi değmiyor kalbinize?

Bir fısıltı olarak dahi ulaşmıyor değil mi çığlıklar?

Herkesin derdinin dış sesi kesen kulaklık almak olmasından belli.

Bu lunapark çok tehlikeli.

Müziğin sesini yükseltmeli.

Renkli ışıkları bir de.

Çünkü çok acı var!

Yitirilmiş umutlar!

Bir küçük ayıcık kazanmak uğruna öldürülen kadınlar…

Hemen sihirli aynalara geçmeli.

Orda çığlıkları susturan kayıttan kahkahalar var.

Sonrası mı?

Elbette lunapark gürültüsü biter sahneye onlar çıkar. 

Tabi ki kulaklılar, gözü, kulağı, kalbi tıkarlar.

Handan Kılıç

15 Şubat 2022

]]>
Sun, 20 Feb 2022 12:50:59 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Tutma https://edebiyatblog.com/tutma https://edebiyatblog.com/tutma Hiçbir yere götürmeyen basamakları çıktım bir bir... 
Vardığım düzlükte etrafıma baktım; kalabalıktı. Döndüm içime baktım, kendimin sığacağı kadar yer kalmıştı. 
Ayağa kalktım, halının üzerindeki kırıntılara takılınca gözüm çılgına döndüm. Hışımla yere eğildim üzerinde oturanlarla birlikte hepsini çırptım. Balkondan halı çırpanlardan, vazgeçip gidenlerden değildim ama her şey bir anda oldu. 
Odaya dönünce koltukların devrildiğini, perdenin uçuştuğunu, halının altına süpürülmüşlerin silktiklerimden çok olduğunu farkedince derin bir temizliğe giriştim. 
Duvarlarda çınlayan kahkahalarımızı sildim önce sonra sosyal medyadaki tüm fotoğraflarımızı. 
Kokusunun sindiği çarşafları yıkamak için sökerken kulağıma fısıldadıkları aklıma gelince olduğum yere çöktüm, hıçkırarak ağladım. Bu sefer kendimi tutmadım. Akacak kan damarda durmazmış, gözyaşı da öyleymiş anladım. 
Pınarları kuruyan gözlerimi silip çekmeceleri boşaltmaya devam ettim. Ona aldığım her şeyi çöpe attım, onun aldıklarını en büyük boy çöp poşetine tıkıştırdım. 
Yastığını kaldırırken beni üzdüğü gecelerde bununla nefesini kesmediğime pişman oldum. 
Öfkem kabardıkça kelimeleri ile kalbime kazıdığı aşkının üzerine ne döksem silerim diye düşünürken “Neden, neden, neden?” diyerek duvarı yumrukladım. 
Çok canım yanıyordu, parmağımın çatladığını anlayamadım. 
Israrla kapı çalınca açtım, kapıcıydı. "Aidat" derken "Yarın hesaba geçerim" diyerek kapıyı kapattım. 
Vazgeçtiğim sevdalardan kapattığım sayfalara kadar o gece oradan oraya dolaştım. Her odada nefessiz kaldım. Gece, karanlığından sıyrılınca kendimi dışarı attım. Epey yürüyüp semtten çıkınca başımı kaldırdığım o sokakta kiralık yazan cama takıldı gözüm. Numarayı aradım. Sorularıma yanıtlar alınca “Tutuyorum dedim, bırakıyor ve hayata koyuluyorum. 
Handan Kılıç
]]>
Tue, 08 Feb 2022 23:13:53 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Ganyancı https://edebiyatblog.com/ganyanci https://edebiyatblog.com/ganyanci “Jokey bindi ata, Küheylan başladı koşmaya.” Ganyan bayiindekiler de coştu. Kalktılar ayağa “Hadi hadi” sesleri yükseldi. “Heyecan dorukta” dendi “Tüh be” sesleri ile küfür ederek dışarı çıktılar sonra, sigara yakmaya. Çoluğun çocuğun rızkını önce beygire sonra tütüne yedirdiğini önemsemeden jokeyin beceriksizliğine söylendiler. “Kokuştu her şey” dediler. “Öyle” dedi diğerleri. Oysa sigara ve alkolün kesif kokusundan başka bir şey duymuyorlardı ki!

Kadın geldi. Oturduğu apartmanın dış kapısına ulaşmak için müsaade isteyip aralarından geçti. Anahtarı deliğe sokmaya çalışırken “Ne pis kokuyor, bir ara yine olmuştu, çok artmış bugün. Gaz kaçağı mı acaba” diye söylendi. Asansörden inince yönetici kadının kapısını çaldı. Gaz kokusunu duyup duymadığını sordu. Dışarıdan geldiğini ve su faturaları ile uğraştığı için yorgun olduğunu belirten kadın, “Pek koku almam, sen ara gazi” deyince birkaç zamandır kendisinden başkasının duymadığı bu koku nedeniyle şüpheye düştüğünden ihmal ettiği ekibi çağırma işini üstlendi.

187 çalar çalmaz açıldı. Adresi verdi. “Dışarıdan apartmanın gazını kapatıp bekleyin.” diyen görevlinin dediklerini yaptı. Gaz işi şakaya gelmezdi.

Bir saat sonra gelen görevli “Büyük bir delik var, regülatör çürümüş, ama apartman dışında ganyan bayii önünde olduğundan açık havaya karışmış. Sigaracılarla ondan patlamamıştır, yine de tehlikeli bir durum, iyi ki duydunuz kokuyu” diyerek saatlerce süreceği söylenen tadilata başladı.

Olanları gören Ganyancı “Ben anlamıştım zaten kaçağı, gazı da arayıp çağırdım” deyince yöneticiyle kadın birbirine bakıp gülümsedi.

Handan Kılıç

21 Ocak 2022

]]>
Fri, 28 Jan 2022 12:25:28 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Yaza Düğün Var https://edebiyatblog.com/yaza-dugun-var https://edebiyatblog.com/yaza-dugun-var  Hanımefendi camı diyorum, açar mısınız?

İyi çalışmalar, buyrun memur bey!

Kimlik numaranızı söyler misiniz.

150…

Biraz yavaş, tamam.

Hayırdır bir durum mu var?

Yok yok, rutin kontrol.

Bizi de kontrol edecek misiniz memur bey?

İstiyorsanız edelim söyleyin TCinizi

142

Bir de ehliyetinize bakalım hanımefendi,

Arabayı ben kullanıyorum, onunkine neden bakıyorsunuz ki?

Ooo Ankara mı? İlk görev yerimdi Kalecik. Sonra merkez. Doğu derken şükür memlekete döndük.

Hayırlı olsun memur bey de rutine dönsek.

Fethiye karışma istersen!

Seval Hanım siz nerelisiniz. İnstagram kullanıyor musunuz?

Memur bey işimiz bittiyse mesai saati bitmeden yetişmem gereken bir yer var da…

Ya dursana Fethiye memur beye eksik bilgi vermeyelim. Seval alt çizgi sev sev

Seval, işim var sonra ekleşirsiniz, kolay gelsin memur bey.

Ekledim Seval hanım, görüşürüz.

Tövbe tövbe Seval, cidden ilginçsin.

Ya adam sana sorarken bile gözü bendeydi yavaşladın ya karşıdan gördü beni, ondan çekti kenara. Diğer memur daha yakındı koşa koşa kendi geldi. Neden acele edip bahtımı kapatıyorsun? Otuz yaşındayım ve kapımda sıra yok, ekledim vallahi yakışıklı adamdı, hem işi de sağlam bak, seni bile mum etti karşısında.

Valla haklı Fethiye Abla. Ben durduğundan beri adamı izliyorum arkaya da uzattı kafayı bana da baktı güya da gözü Seval’deydi.

Ekledi bile kızlar, hadi hayırlısı bu yaza düğün var.

Handan Kılıç

#handankılıc

]]>
Tue, 25 Jan 2022 15:56:31 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
LA CASA DA PAPEL ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME https://edebiyatblog.com/la-casa-da-papel-uzerine-bir-degerlendirme https://edebiyatblog.com/la-casa-da-papel-uzerine-bir-degerlendirme

Mottosu, "Sonuçta her şeyin mahvolması için aşk iyi bir nedendir" olan dizide beş sezon geride kaldı ve hikâye sona erdiğinden dizi tutkunlarına veda etti. Bu yazıda dizinin sevilme nedenlerini kendi gözlemlerim ve son sezonlarının akabinde yer alan belgesellerden aldığım notlar üzerinden irdeleyeceğim. 

Türkiye’de genel olarak çok popüler olan dizinin sevilme gerekçelerinden ilki senaryo ekibinin başarısıydı. Bu konuyu detaylandıracağım ama baştan önemli bir faktörün hakkını verelim istedim: Dizinin müzikleri. Gerçekten çok etkileyiciydi. Hele dördüncü sezondaki şarkılar bir başkaydı. Berlin'in düğününde çalanlar nefisti. 

Ben müzikleri o kadar sevdim ki, birçok dizi de sıkça kullandığım “introyu geç” seçeneğini yok sayarak her bölüm başında ve sonundaki müzikleri de zevkle dinledim.

Şimdi gelelim asıl meseleye: Bunu söylediğimde birçok kişinin abartıyorsun dediğini işitsem de bence Game of Thrones dahil izlediğim diziler arasında ilk sezondan son bölüme kadar en sürükleyici bulduğum dizi La Casa Da Papel’di. Genelde ortamda fiziksel bir engel çıkmadıysa her sezonu tek oturuşta bitirdim. Bazen (Digital platformlarda izlemediğim çok fazla dizi olmasına rağmen) dönüp sevdiğim bölümlerini tekrar seyrettiğim diziye bağlanma sebebim tabi ki başarılı karakterleriydi.

Dizide ara sıra rastladığımız mantık hataları da vardı ama bir kere sevince, o bağ izleyici ile karakterler arasında oluşunca senaryodaki eksiklikleri hoş görüyor insan:) Mesela Tokyo online bağlantı ile ameliyat yapsa da tıp gibi zor bir eğitim ve tecrübe yok sayılsa da gülümsüyor sadece. Bunda da oyuncuların role girmedeki başarıları etkili.

İyi kötü diye net olarak sınıflandıracağımız karton karakterler yok mesela. Her kimin hikayesi derinlemesine incelense yaptığı hatalardan dolayı hak verir hale geliyorsunuz. Zaten hayat da böyle değil midir? Tek tek herkes haklı ama kesişim kümelerinde ne çok haksız vardır kızdığımız. Bankanın çalışanlarından menfaatine göre sürekli taraf değiştiren Arturo Roman mesela, herkesi deli ediyor izlerken ama aslında bu durum insanı anlatıyor. Görmekten kaçtığımız, başkasında ise eleştirdiğimiz ama bir şekilde içimizde olan gölge yanlarımıza dokunduğundan bu hisleri yaşattığını sonradan fark ediyoruz.  

Profesörün ve Berlin'in duygusal davrandığı konularda nasıl çuvalladıklarını görünce, duyguların insanı aşağı çeken bir çeldirici olduğunu kavrıyor, dizinin mottosunun her bölümde temaya uyduğunu anlıyoruz. Bölümler ilerledikçe karakterler arasında beraber aştıkları nice zorluk sonrası duygusal bağlar kuruluyor. Dolayısıyla ilk sezon gibi profesyonel davranamadıklarını, bunun sonucu hatalar yaptıklarını görünce onların da insan olduklarını hatırlıyor, karakterleri daha çok seviyoruz. 

Dizi her ne kadar ülkenin merkez bankasını soyan bir grup çılgının müthiş planlar dahilinde ilerlemesiyle gelişse de eylemlerin felsefesi var. Böylece halkın desteğini topluyorlar. İspanyol Emniyet Teşkilatının, özel birliklerin acizliğini görünce seviniyoruz. Halkın beraber olursa güç odaklarını dize getireceğini fark ediyoruz. İktidarı demokratik davranmaya zorlayan Avrupa Birliği üyeliğinin getirdiği sorumlulukların merkezi hükümetlere karşı halkın emniyet supabı olduğunu hatırlıyoruz. Emniyetin ne kadar emniyetsiz olabileceğini, kamera olmayan yerde yapılanlarla göz ardı ettiğimiz gerçeklerden haberdar ediliyoruz. Dördüncü sezonda çölde işkence yapan kişinin Osman isimli bir Türk olmasından rahatsız olmuşken gündeme düşen haberlerle İspanyol senaristlerin her şeyi takip ettiklerini görüyor, eleştirilmek yerine düşünülmesi gereken bir husus olduğunu hatırlıyoruz. Sonuçta mızrak çuvala, hukuksuzluk evrensel yasalara sığmıyor. Görmezden gelinip sessizliğe gömülmesi bunların olmadığını kanıtlamıyor.

Belgeselin tanıtımından neden bir grup suçlunun bu kadar sevildiği, aslında soygun yapan, adam öldüren, yasaklı birçok eylemi alışkanlık haline getirmiş bunca farklı yapıdaki insanın neden bu kadar izlenir olduğunun sosyolojik ve psikolojik incelemesinin yapıldığını zannetmiş, başına iştahla oturmuştum aslında. Yine de pişman kalkmadım. Umarım bu konu üzerine uzmanlar da çalışır ve aklıma gelenler dışında neden diziyi çok sevdiğimizin ardındaki bilimsel gerçekleri ortaya koyarlar.

Fenomen isimli bu belgeselde ne anlatılmış peki derseniz, dizinin kamera arkası görüntüleri ile başarısının sırlarından bahsedilmiş. Yani, dizinin ikinci sezonu yerel televizyonlarda ilgi görmemişken Netflix satın aldıktan sonra dünya çapında en çok izlenen dizi olmasının hikayesini izliyoruz. Mesela oyuncular sosyal medya hesaplarının takipçilerinin birdenbire artışı ile şok olmuşlar. Farklı ülkelerde yapılan çekimlerde yaşadıkları kolaylıklar ve izdihamlar neticesinde gerçekten dünya starı olduklarını anlamışlar. 

Ama sanırım sevilmesinin en önemli sebebi yukarıda da kısmen değindiğim gibi insanların otoritelerden yorulmaları ve filler tepindikçe ezilen çimen olmaktan bıkmaları. Sonuçta halk olarak elimizden bir şey gelmiyor. Bir şekilde hâkim sistemlerde rejimler ve yönetimi elinde tutanlar tüm dünyada halkı ezdiği, yanılttığı, üzdüğü için olsa gerek bu güçleri zekasıyla alt edecek bir grup soyguncu ve bunu bir ideal uğruna bir felsefe gözeterek yapan Profesör karakteri çok seviliyor. Ne demişler: "Dinsizin hakkından imansız gelir"   

Bence fenomen olmalarının sırrı, samimiyet, tutku, romantizm dozunun da iyi ayarlanması. Tabi ki tüm Netflix yapımlarında olduğu gibi cinselliğin de cinsler üzeri bir boyutta kullanılması ile yükselen değerlere paralel hareket edilmesi de unutulmamalı. 

Ayrıca bu belgeseller "Dizi senaryosu nasıl yazılır?" konulu bir ders gibi olduğundan yazı ile ilgilenenler mutlaka izlemeli.

Şimdi biraz belgeselde anlatılan başarı sırlarından aldığım notları paylaşayım: 

Bu bir soygun hikayesi değil birbirini seven insanların soygunu.” Sevgi izleyiciye geçen en önemli çapalardan olduğundan yola çıkarken sağlamcı davrandıklarını görüyoruz.  

Karakterler öncelikle, anne, baba, çocuk, bunlar tüm insanlığın ortak halleri. Evrenselliğe farklı yönlerden baktık. Karakterler seçilirken herkesin empati kurabileceği türden seçildi. “Bir şekilde kader kurbanı olmuş, kötü aileye doğmuş, iyi insan olmak için çırpınsa da çevrenin, evin, toplumun buna izin vermediği, her türlü travmayı yaşamış, eğitim alamasa da bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış insanlardan bir ekip kurulması. Herkesin yapabileceği hatalar yüzünden suça bulaşmış sonra da dışlanmış insanlara karşı empati kurmak kolaydır. Sonuçta hepimiz bir şekilde kendi basit hatalarımızın bedeli olarak ağır cezalar çektiğimiz bir sürü olay yaşamışızdır. 

Bu bir soygun hikayesi. Dolayısıyla hırsızın oğlu hırsız ama karakterlerin kendini kabul ettirmesi önemli. Profesör, çok rastlanan bir tip değil. O yüzden de tek ama kendini en iyi kabul ettiren karakter. Zekasıyla bizi kendine hayran bırakan planlar yapsa da aslında bir ezik. Tam bir sosyopat. Âşık olana kadar duyguları olduğunu bile anlamadığımız, yakışıklı olmasına rağmen özgüvensiz, toplum içinde insanlarla kolay iletişim kuramayan biri. Ama baş kahramanımız o. Düşündüklerini söyleyemeyen biri iken sevdiğine ne yapıp edip ulaşması, ekibindeki herkesi değerli hissettirmesi de yabancı ve hasret kaldığımız bir özellik olduğundan çok sevildi bence. Hani meşhur bir söz vardır, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye. Bu topraklarda gelişine vurup günü geçirmeyi yaşamak sayarken hayatta B planlarımız çok da olamıyor. Bunlarının bedelini ağır ödediğimiz zamanlardayken Z planı bile hazır bir Profesöre hayran olmamamız düşünülemezdi. Belki de herkes bu yüzden sevmişti bu sıra dışı adamı.

Başarının sırlarından bence en önemlisi karakterleri ters yüz etmeleri. Her an ne yapacağı belli olmayan Tokyo'dan bile istikrarlı davranacak bir lider, profesöre aydınlatma yaşatacak bir zekâ parıltısı çıkartmak. En kötü insana bile merhamet duyacağımız olaylar, duyguların senaryoda olması son derece etkili.

En gaddar tiplemeden ispiyoncuya topluma ayna tutacak karakterlerle bir olay örgüsü kurmak. 

Dizilerde tiplemeler kibar ve mutlu ise anlatacak çok bir şey yoktur. Sıkıcı olur. Burada sürekli sorun çıkaran kontrolsüz tipler var ama her adımı önceden hesaplayan zekâsı ile profesör ve liderliği ile Berlin de var ki sevilen bu iki karakter sık sık her şeyi ve herkesi kontrol altına alabiliyor.

"Bir de karakterlere hiç merhametimiz yok. Hepsinin hayatı pamuk ipliğine bağlı, her an hepsi ölebilir." Bu diziyi çekerken yazan senaryo ekibinin söylediği bir cümle ve bence yazan insanlar için önemli ipuçları içeriyor.

Kara mizah da ölçülü şekilde kullanılmış. "Arturo Roman herkesin istinasız sevmediği bir karakter. Çünkü hepimizin zorba yanını yansıtıyor. En insanımız o, utancımızı bize hatırlattığı için, ayna olduğu için yaptıklarını seyretmeye dayanamıyoruz." 

"Hakikati takıntı haline getirdik. Görüntü ve sanatı birleştirdik"

Gerçek başarının en önemli unsuru elbette simgeler: Dizi bir şekilde yeni semboller evreni yarattı.

1-Kırmızı renk

2-Bella Ciao marşı

3-Dali maskesi   

Bella ciao marşı yani Çav Bella Mussolini'ye karşı direnişin simgesi iken tam yetmiş beş yıl sonra bu dizide kullanılarak başkaldırının mistik yanı güçlendirildi. Dünyanın her yerinde en çok dinlenen, söylenen şarkı oldu.

Heyecanı diri tutmanın diğer yolu da tüm karakterlerin sürekli diken üzerinde yaşaması oldu.” Son saniyede yazmak, yani bölüm çekilirken ekibin yazıyor oluşu, oyuncuların bile her şeyi son anda öğrenmesi halini son anda üçlük sayı atmaya benzetmişler:) Yani kervanı yolda düzmüşler. Baştan belli bir son yokmuş ve akıllarına Viking- İspanyol sahtekarlığı olayı gelmiş. Tamam diyerek hikâyeyi bitirmişler.

Hasılı kelam bütün sayıları attılar, dünyada en çok izlenen dizilerden olmayı başardılar. Sonunda “Her şey basit bir hayalle başladı. Seyirciyle bağ kuracak bir şeyler yapmak” hedefine ulaştılar.

İkinci sezon tutmayınca yeni iş araması söylenen dizi oyuncuları da bir anda dünya çapında tanınırlığa ulaştılar. Bu da bize gösteriyor ki, hiçbir başarı tesadüf olmasa da tanınmak, bilinmek, para kazanmak hepsi "Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır" denen alın yazısı:)))

La Casa De Papel dizisinden aklımda kalan bir cümle ile satırlarıma son vereyim: "Bazen huzur bulmanın tek yolu uzaklaşmaktır

Hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, işkencesiz, demokratik bir dünyada, yani güzel günlerde nice böyle sürükleyici dizileri ağız tadıyla seyretmek dileğiyle.

Handan Kılıç

 

 

 

 

 

 

 

]]>
Wed, 19 Jan 2022 13:28:19 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
KULÜP 2021 Netflix (1) https://edebiyatblog.com/kulup-2021-netflix-1 https://edebiyatblog.com/kulup-2021-netflix-1 Her ne kadar karakter isimleri verilmemişse de, olaylar bağlamında spoiler içerebilir.
 
5 Kasım'da Netflix'te yayına giren Kulüp dizisinden bahsetmek istiyorum bu gün. 
 
Elli-elli beş dakikalık altı bölümden oluşan dizi 1955 yılının İstanbul'un da geçiyor. Beyoğlu'ndaki eğlence yerlerinden bir kulübün merkeze alındığı bu diziye yoğun ilgi var. Lakin iki gündür en çok izlenenler sıralamasında ilk sırayı başka bir yapıma kaptırmadı. 
 
Haliyle dün akşam üç, bu sabah da kalan üç bölümü izleyerek ben de diziyi bitirdim. 
 
Beğendim mi? Evet. 
İnsanı merkeze almış olduğundan kalbe değen konulardan bahsediyor. Dolayısıyla insan olan herkese ulaşıyor. Tabi ilk sezon olduğu için henüz karakterlerin tanıtıldığını görüyoruz. Çok yoğun diyaloglar yok. Türk dizilerinin karakteristik özelliği uzun bakışmalar, imalar çok fazla. Dönem dizisi olması hasebiyle üzerinde çalışılan dili, kıyafetleri, müzikleri ise çok başarılı. Oyuncuların performansları göz dolduruyor. Hepsi ayrı parlıyor rollerinde.

Ayrıca içine doğulan toplumun, yaşanan siyasi süreçlerin, dahil olunan birliğin/topluluğun/sosyolojik adıyla cemaatin insanın karakterinin şekillenmesinde nasıl da etkili olduğu başarılı bir şekilde işleniyor. 

Aile içi çatışmalar, ana babalarının yükünü taşıyan çocuklar, hayata yenik başlayanlar, öteki olanlar üzerinden bir çok sancılı konuya dokunup geçiyor. Adeta ileride yeni bölümlere imkan tanıyacak şekilde çok şey söylemeden hissettiriliyor. 

Varlık vergisi ile ötekileştirilen ve üstlerine düşeni yapsalar da milliyetçilik adı altında haksızlığa maruz kalan azınlık unsurlarının, dizi özelinde Yahudilerin sekiz yüzyıl önce de gelmiş olsalar kendilerini yerli hissedemediklerini görüyoruz İstanbul'da. 

Demek ki bir yere göç etmek aidiyet kazanmak için yeterli değil. Göçmen hele de asimile olmamış, dilini, dinini değiştirmemişse öteki olmaktan zamanın geçmesiyle kurtulamıyor. Ülkelerin politikanın da malzemesi haline getirilince Kıbrıs'ta Rumların yaptığı saldırıların bedeli İstanbul'da yaşayanlara ödettiriliyor. Böylece sorunlar katlanarak büyüyor. Bir grup ötekileştirilirken aslında hiç suçu olmayan insanlar da çuvala atılıp yargısız infaza maruz kalıyor. Büyük meseleler üzerinden küçük hayatlar kaydırılıyor.    

Dizide komşusunu, patronunu ihbar eden, kazıklayan, ahlaksızca arkadan vuranlar hep bu coğrafyanın insanı. Hızla manipüle edilebilen, cahilliğinden bihaber, ötekini yok edip onun yerine geçmenin, kolaydan zengin olmanın yolunu arayanlar, hak yemekten çekinmeyen, bunu uyanıklık gören Anadolu insanları. 

O dönemde yaşamadım ama tarihimiz sessiz çığlıklarla dolu. Bunları en çok hatıratlardan anlıyoruz. Hukuksuzlukları, dolayısıyla  haksızlıkları 1950'ler öncesinde de, sonrasında da çok gördük, görüyoruz. Politize edildiğinde komşunu ihbar eden, evini ateşe veren, ötekileştirip bunu haksızlığa kılıf yapanlar her kriz döneminde oldu bu topraklarda. Belli ki de hep olacak. Güç neredeyse onun yanına geçerek var olmayı seçenler, omurgasız olduğundan hiç bir zaman dik duramayanlar hep daha önce yemek yediği kabı pisletecek. Zararı kendine/dostuna verdiğini anlamadan. 

İsmet Özel Sebeb-i Telif adlı şiirinde çok güzel ifade eder bu hali:

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla

düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz

siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız."

Tabi bu çiğ süt emmiş denen insanın genel karakterindeki bozukluklar. Yani milliyeti, dini fark etmeden her toplumda kaliteli insanlar ve şerefsizler var. Ortadoğu insanı belki biraz daha hızlı gaza gelip enini sonunu düşünmeden şeytanlaştırılan gruplara saldırmada mahir olduğundan bölgede savaşlar bitmiyor. Bölünmüşlükler kullanılarak düşmanlıklar taze tutuluyor.  

Belki bu dizide gelecek sezonlarda olaylar biraz daha ilerleyince, karakterlerin neden kötüleştiği ya da nasıl merhametli oldukları konularını işleyen detaylar gelir. Çünkü tamamen iyi ya da tamamen kötü karakterler olmasının önüne geçilmelidir ki, hayatın olağan akışına uysun. Şimdilik bu oranda bir dengesizlik olduğunu da ifade etmekte fayda var.   

Hayatları iç içe geçmiş karakterler arasında bir çok aşk ilişkisi de var. Dizinin başrol oyuncusu kadının çok sevdiği ama ihanetine uğradığı bir adam var mesela. Onu uzaktan sevdiği halde aşkı fark edilmediğinden içinde biriken öfkeyle sevdiği kadına eziyet eden saplantılı bir aşık var. Hastalıklı tutkusuyla herkese zulmeden merhametsiz bir adama dönüşmüş olduğunu seyrettikçe anlıyoruz. Sonuçta kimse siyah ya da beyaz değil. Herkesin gri alanları var. Ve bunu bildiğimizde herkesin merhamete ihtiyacı olduğunu, ikinci bir şansı hak ettiğini anlar daha kolay empati yapabiliriz.  

Dizide hikaye daha çok Seferadların hayatları üzerinden ilerlediğinden acılarına mercek tutuluyor. Bu kimliğini saklayarak adını değiştiren, ailesi ve kendi üzerinde kontrolcülüğü  yüksek bir insanın yıllar içinde yorulduğunu, vücudunun ve zihninin pes ettiğini görüyoruz. Bu kadının hali beden yalan söylemez gerçeğini anlatıyor. Yıllarca öz kimliğini, inançlarını saklamanın sonucu git gelli bir ruh hali ve unutkanlık hasıl oluyor. Hayat herkesin üzerinden bir şekilde geçiyor. Zengin, fakir, aşık, hasta, genç, yaşlı herkes payını bir şekilde alıyor. İşte bu hayat gerçeğini dizide çok güzel işlemişler. 

Evlatların isteklerine saygı göstermeyen ailelerin baskıcı tavırları, ebeveynleriyle kopuk acı dolu insanların hayatın içinde tutundukları dal olarak aşkı görüp uçurumdan yuvarlandıklarını sezemeyişleri insana dokunan hikayelerden.        

Herkesin gözdesi olan bir kötü oğlan var mesela. Aşık olduğu kızı yok sayan bir serseri aynı zamanda. Bir gece birlikte olduğu ecnebi bir kadınla aralarında şöyle bir diyalog geçiyor.

" Sen aşık mısın? Aşıksan burada ne işin var"

"Buna cevabım yok"

"Siz niye böylesiniz? Türk erkekleri diyorum. Bir şey canınızı sıkınca hemen kaçıyorsunuz. Aşk, kadın, ilişki senin için ne ifade ediyor?"

"Soframızda yeri öküzümüzden sonra gelir"

"Ne yaşadığını ne düşündüğünü bilmiyorum ama bence sen sıradan bir Türk erkeği değilsin. Ve böyle kalmalısın"              

Tabi ki badboy bu uyarıları dinlemiyor. Çivi çiviyi söker diyerek hızlı yaşamına devam ediyor. Ve sevdiği kız bir başkasıyla evlenmek üzere uzaklara gidiyor. O da öylece kalıyor, elinde kadehler, kadınlar, kalbinde arzular ve yaralar.


Bir de şu noktaya değinmek istiyorum; dizide herkeste bir gitme arzusu var. Yurda dönüş isteği. Yaşadığı yere ait hissetmemek. Bu bize "Yurt/ev neresidir?" sorusunu sorduruyor. 
 
Bunu şöyle değerlendiriyorum. Bulunduğu yerde ötekileştirilen her insanın uzaklar hayali vardır. Ona kucak açacak bir kadın-erkek/ev-sığınak/toprak-genişlik ister insan. Dünyaya gelişiyle bu aidiyetlerin peşinde koşmaya başlar. O yeri, aileyi, kadını, adamı, toprağı, topluluğu, ülkeyi arar. Bazen bulur, bazen buldum sanır. Ama kimse yurdum dediği kalbi geride bırakarak mutlu olamaz. Nereye gitse yanında götürür o yaraları. İyi imkanlar bulsa, yeni aşklara yelken açsa da, vazgeçilen bir hayatın hayali hep orada durur. Ölmez, öldürmez, ama "Ölüm gibi bir şey olur." Her şey için fark etmez diyen bir insana dönüşür. Artık kendini götürdüğü her yerde mutsuzdur. 
 
Hasıl-ı kelam kazananı olmayan bu aidiyetsizlik savaşında herkes kaybeder. Vatan, giden ve kalanlarıyla yurttaşlar, suçu günahı olmayan insanlar, onların aileleri, herkes bir şekilde acılara gark olur. Yurt bildiklerimizden, evim dediklerimizden ayrı düşmemek dileğiyle... 

Handan Kılıç

07/11/2021
]]>
Thu, 06 Jan 2022 21:55:44 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Ağrısız Bir yıl Olsun https://edebiyatblog.com/agrisiz-bir-yil-olsun https://edebiyatblog.com/agrisiz-bir-yil-olsun “Bütün ağrılar gece artar” dedi. “Neden?” diye sormadım doktor değildi ama gecelerin hastalıklar, ateş, sızılar ve yalnızlıklar üzerinde arttırıcı etkisi olduğu herkesçe bilinirdi zaten. “Bu neden böyledir?” diye düşünmeye başladım. Sonra güldüm kendime; kesin şimdiye kadar bunu düşünen, araştıran bir sürü bilim adamının yanında kafayı buna takan nice filozof olmuştur, cilt cilt yazılmış kitapların bir yerlerinde her yazar bu konudan bahsetmiştir çünkü. Geceler düşünenlerin en fazla vakit geçirdiği zamanlardır. O zaman ben de eksik kalmayayım dedim, birkaç dakika kâğıt üzerinde kalem oynatayım istedim.

“El ayak çekilince sohbetler kesilince dostlar eve gidince bu geceler işkence” diye şarkı bile yapıldığına göre karanlığın basması, gece görüşü açık olmayan, gündüz bünyesi yorulmuş, hayatını başkalarının sesi, nefesine bağlamış bütün canlıları bir sessizliğin içine hapseder. 

Herkesin dinlenmeye çekildiği, ışığı beklediği bu karanlık zamanlarda bir aşıkların bir de dertlilerin gözleri açıktır. Biri negatif bir pozitif durum olsa da ikisi de insana farklı bir enerji verdiğinden uykuyu haram eder. 

Bir de su uyur düşman uyumaz derler. İşte hastalıklardaki ateşi, ağrıların şiddetini arttıran da bir damla sudan yaratılan vücudunun üçte ikisi su olan insana işaret eder.  İşte o yorgun ve hasta düşüp uyuduğunda bile onun hücrelerinde süren savaşın düşman birlikleri bu durumu fırsat bilip uyumaz. 

Ağrı ve sızı arttığında o bölgeyi mutlaka müdahale etmek gerekir. Bazen son çare ameliyat denilerek hastalıklı bölgenin çıkartılmasına karar verilir. Bu acılı durum süregelen ve belki de alışılan ağrıyı çekmekten daha fazla can yaksa da uzun vadede iyileşmeyi sağlayacağından hasta/dertli/aşık istese de istemese de bu operasyonlara razı olur. Ama yine herkes bilir ki o neşterin değdiği bölge içeriden ona sarılıp iyileşmesi için seferber olan diğer organlar tarafından destek görse de dışarıda olan sadece bir iz değildir. Hissizlik, o bölgenin artık eskisi gibi olamaması, olanı duyamaması söz konusudur ki, ağrı, sızının, aşkın ve taşkınlıkların en büyük kaybıdır. Gecenin karanlığında başlayan o ince sızılar yine bir gecede yokluğun karanlığına terk edilir. Daha sağlıklı ve hissiz yola devamla yaşam gündüze çevrilir.  Karanlık biter aydınlığa geçilir.

İyi ki de böyledir; çünkü ağrıyla, sızıyla, geceyle, karanlıkla bir ömür yaşanmaz. Günler de geceler de dertler gibi insanlar arasında çevrilir. Hastalar iyileşir. Doğan büyür. Olgunlaşan çürür. Hayatın şifası, bereketi, huzuru sevgisi aksın üzerimize.

Ağrısız Bir yıl Olsun.

01.01.2022

 

 

 

]]>
Sat, 01 Jan 2022 11:26:31 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Hayat Hanım &Ahmet Altan’ın son romanı üzerine bir deneme& https://edebiyatblog.com/hayat-hanim-ahmet-altanin-son-romani-uzerine-bir-deneme https://edebiyatblog.com/hayat-hanim-ahmet-altanin-son-romani-uzerine-bir-deneme İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki kimsenin hayatı kendi geçmişinin köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşıyordu.”

İşte daha başında okuru yakalayan bu cümlelerle açıldı Hayat Hanım’ın dünyası. Şahane bir girişti.

Kitap bittiğinde gönül rahatlığı ile şunu söyledim: İyi bir eserde olması gerekenler ne derseniz bu kitabı gösterir, analiz ederek okuyun derim.  

Muazzamlığını sadeliğinden alan bir hikâye, “Kahramanın sonsuz yolculuğuna” örnek bir anlatım. Çemberi tamamlayıp yeniden evine/kendine vardığında değişen dünyası ile yeni bir insana dönüşen kahraman. Adeta yaratıcı yazarlık derslerinde örnek metin olarak okutulabilecek bir kitap yazmış usta romancı Ahmet Altan.

“2021 Femina Yabancı Roman Ödülü” ile “2021 Transfuge En iyi Avrupa Romanı Ödülü”nü alan kitap birçok dilde yayınlandıktan sonra yazıldığı dilin okuyucuyla 15 Kasım’da buluştu. Yazarın diğer kitapları gibi Everest Yayınlarından çıktı.

Hayat Hanım romanının bir editörü yok. Çünkü yazım süreci cezaevi koşullarında gerçekleşti. El yazısıyla kaleme alındı, her sayfası “Görülmüştür” damgası ile dışarı çıktı. Dolayısıyla temize çekenlerin zorlanmaması, yazılanları rahat okuyabilmeleri için kısa cümlelerle yazıldığı Ahmet Altan’ca belirtildi. Böylece ekonomik bir dil kullanıldığını görüyoruz. Dijital dünyanın dikkatini azalttığı okur için kısa bir metnin çıkması avantajdı. Yazarı için ince sayılabilecek bu kitap metnin arasından ruha sızan hislerle öyle kuvvetliydi ki toplamda iki yüz on sekiz sayfa okusanız da etkisinin günlerce süreceği belliydi. Benim için de öyle oldu.

İyi kitaplarda olan o akıcılık, eline alıp bırakamadan devam etme isteğini epeydir bir kitapta bu kadar güçlü duymamıştım. Hem bir çırpıda okumak hem de bitmesinden korkarak yavaşlamak. Bir noktada durdum, kitabı kapatıp kaldırdım. Hissettirdiği duyguların içinde biraz daha uzun kalmak istedim, birkaç gün ruhumda demlenmesi için süre tanıdım kendime.

İki edebiyat öğrencisinin yarenliği üzerinden devam eden romanda diyaloglar bolca kullanılmış. Mitoloji kahramanları ve dünya edebiyatının seçkin romanlarından alıntılarla yapılan tartışmalar da yazı/okuma ile ilgilenenler için rehber niteliğinde. Tabi ki asla didaktik tarzda değil. Kaynak sıkıntısı yaşanan zaman ve mekânda yazı işleri ile ilgilenmeyen okuru da yormayacak şekilde metne yedirilmiş olması tam bir ustalık göstergesi.

Hayatları bir günde değişen iki tecrübesiz gencin yaşamı öğrenirken birbirine tutunması, acıların yakınlığı arttırması ve romana adını veren aslında çok ayrı dünyaların insanı olan Hayat Hanımla yollarının kesişmesi. Bunca farklı karakteri aynı hikâyede buluşturan ortam, çevre şartları hepsi öyle güzel, öyle düzenli yerleştirilmiş ki kaleme hayran olmamak elde değil.

Mekanların usul usul metne girişi, sonuna kadar yaşayışı ve Çehov’un klasik söyleminde “Duvarda asılı tüfeğin ileriki bölümlerde patlaması” kuralına riayet. Yani, bir hikâyede kullanılan her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılmasını belirten bu dramatik ilkenin kusursuz uygulanışı. Gereksiz tasvir, betimleme gibi unsurların, metnin içine hiçbir şekilde girmeyerek "Hatalı vââtler" vermemesi gerçekten önemlidir malum.

Metne bir şekilde dahil olan karakter ve tiplerin hepsinin hikayesinin ana karakterleri güçlendirecek şekilde akması, çember tamamlanırken de usulca toparlanıp insan, mekân, atmosfer bütünlüğü ile değişimin görünürlüğüne katkı sunulmasını çok başarılı buldum.

Edebiyatın hayatı etkileme gücünün de tartışıldığı kitapta bu kadar sade biçimde hüznün, çaresizliğin anlatılması da etkileyiciydi. Tabi şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanın dayanacak donanımda olduğunu göstererek umudu taze tuttuğunu da söylemek gerek.

Arka kapakta da giriş cümlesinden ilhamla aktarıldığı gibi bu kitap “Herkesin lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşadığı günlerde aşkın dönüştürücü gücüne” yeniden inandırıyor insanı.

Kitap Türkiye’de basılmadan önce yazarı ile yapılan bir YouTube söyleşisinde Ahmet Altan içeride üç kitap yazdığını söylüyor. Bu romanı kaleme aldığı vakitlerse sık sık henüz kapanmamış olan eski FlashTV’yi izlediğinden bahsedince dikkatimi çekti. Çok seyrettiğim bir kanal değildi ama ara sıra parmaklıklar ardında çekilen bir programa rastlamış Dilberay adlı bir sanatçının içli şarkılar söylediğini görmüştüm. Yazar da cezaevinde olunca romanın parmaklıklar ardında geçeceğini düşünmüştüm. Televizyonda bu konsepte programlar yapılırken hatta cezaevi temalı diziler yurtiçi ve yurtdışında çok revaçtayken kitapta da konu bu olabilirdi. Ama okuyunca gördüm ki cezaevi kelimesi bile neredeyse hiç geçmiyordu. Birkaç yerde tutuklananlardan bahsedilmişti o kadar.

İşte o zaman yazmanın özgürleştirici gücünün gerçek bir yazarı mekândan, yaşanılanların sarsıcılığından koruduğunu, soğuğun, sıcağın korkutmadığı gibi bir şekilde beslediğini gördüm. O, içeride iken dışarıyı, dışarıdakilerden daha iyi yazacak kadar hayal gücü, kalem ustalığı ve entelektüel birikime sahip kırk yılı aşkın süredir yazan bir romancıydı ne de olsa. Dil gücüne, şartlara göre değişmeyen tavrına şapka çıkardım.

Kadını, aşkı kadınlardan iyi anlatan en başarılı romancılardan olduğu zaten kendisini seven, sevmeyen herkesin kabulü iken ustalığı sayesinde edebiyatla hayatı, yazmakla yaşamayı, aşkla sevgiyi belli bir ritimde dans ettirdiği satırları hayranlıkla okudum. Aşka yeniden inandım. Geçtiğimiz yerlerde ruhuna dokunduğumuz insanlarda hep yaşadığımızı bir kez daha hatırladım. 

Roman yazmak üzerine yoğunlaştığım bu vakitlerde kitabı sadece okur gözüyle değil yazım tarzına dikkat ederek okuduğumdan duygularımdan ziyade teknik sayılabilecek başlıklar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Henüz kitabı okumayanları düşünerek konuya dair fazla bir şey yazmadım.  

Kalemin cesaretle birleştiğinde bir romancıya, yazının ruhunda olmazsa olmaz o özgürleştirici gücü verdiğini gördüm.

Edebiyat, hayatı bir çırpıda değiştirmiyordu elbette ama hepimizin yaşarken bir başkasına dönüştüğü bu yolda beraber yürüdüğümüzü anımsatıp yalnız değilsin diyordu. İnsanın kalabalıkta ya da bir başına, sosyal medyada binlerce takipçili ya da değilken hiç fark etmez, yalnızlığın pençesinde can çekiştiği zamanımızda bu da az bir kazanım değildi. Hem roman dediğimiz sanat insan ruhuna tuttuğu projektörle, aydınlık ve karanlık yanlarını gösterirdi. Böylece kendiyle yüzleşme cesareti bulan insan, daha çıkması gereken çok basamak olduğunu hatırlar, edebiyattan aldığı güçle harekete geçerdi.

Kalemini özlediğimiz yazarın, nice eserini daha, keyifle okuyacağımız güzel günlerde beraber olmayı dilerken nerde olursa olsun özgür olan kalemini hep “Dışarda” oynatmasını temenni ediyorum.

Handan Kılıç

]]>
Wed, 29 Dec 2021 14:40:26 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Don't Look Up &Netflix https://edebiyatblog.com/dont-look-up-netflix https://edebiyatblog.com/dont-look-up-netflix
Son günlerin popüler filmi Netflix'te yayına girdi. 2 saat 25 dakikalık bir kıyamet senaryosu, yuvarlandığımız sanal alem, popülerite merakı, herkesin delirmişcesine gerçekleri yok saymasına dokunduran komedi filmi gayet güzeldi. 
 
Başları biraz uzun tutulmuş olabilir. Film süresi kısaltılabilirdi. Son kırk beş dakikasının nasıl geçtiğini anlamadım mesela. Tempo önemli filmlerde. Hele de günümüz sabırsız seyircisine. 
 
Her sahnesinde yuvarlanıp gittiğimiz hayattan, yanlış olduğunu bile bile sürüklendiğimiz mecralardan anektodlar vardı. Sistem öyle kurulmuş ki dışında kalmak mümkün değil. Ne zaman nerede ne yaptığımız zaten gönüllü paylaşımlarımızla algoritmaların oyuncağı da kişisel veri olarak saklanması gereken sağlık bilgilerinden bile herkes haberdar. Giderek robotlaşıyor, hislerimizi kaybediyoruz. Kıyamete koşarak giden insanoğlu kendi sonunu getirmek için yarışıyor. Kimse bilimsel verileri, emek verilen işleri umursamıyor. Doğru söyleyenleri duymamak için kulaklarını kapatıp bağıra bağıra şarkı söylüyor. 
 
Medya öyle bir tuzak ki, herkesi içine çekiyor. Kuralları sert ve yerine getirmen gerekirken ağzına bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor. Ama sonra o balın zehirli olduğunu anladığında her şey için geç oluyor.  
      
Filmin kadrosunda 4 Oscar ödüllü oyuncu var. Ve tabi Leonardo Dicaprio yine ölüyor. Dokuzuncu kez. 
Film çok fazla gönderme içeriyor. Kıyamet senaryosu filmleri, siyaset, medya, film yapımcıları, bilim insanları neredeyse her kesimle dalga geçiyor. 
Ustaları çok daha ince ayrıntıları yakalayacaklardır ama filmin sonu bana Son Akşam Yemeği tablosunu hatırlattı.  Onun hikayesini bilmeyenler için de link bırakalım.
 
Bir de kıyamet sahnesi, o kuyruklu yıldızın yaklaştığı dehşet ve korku verici durum, çaresizlik hali bana Şems Suresini hatırlattı. Üzerine düşünülmeli.
 
26/12/2021 
Handan Kılıç
 
 
 
"Şems Suresi Konusu: 
 
Sûrede bazı önemli kozmik varlıklara ve olaylara yemin edilerek insan tabiatına hem iyilik hem kötülük eğilimlerinin verildiği bildirilmiş; bu eğilimlerini doğru kullanmayanların akıbetine örnek olmak üzere Semûd kavminin helâk edilişi anlatılmıştır.
Şems Suresi Türkçe Anlamı
1.Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2.Onu izlediğinde Ay'a andolsun,
3.Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4.Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5.Göğe ve onu bina edene andolsun,
6.Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7, 8, 9.Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.
10.Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.
11.Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı.
12.Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı.
13.Allah'ın Resülü de onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun."
14.Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.
15.Allah, bunun sonucundan çekinmez de!
Şems Suresi Tefsiri
Bu tür doğal varlıklar ve olaylar üzerine yemin edilmesi hem evrenin genel düzenine, bunun insanlar için taşıdığı faydalara ve bu düzeni yaratıp yaşatan ilâhî kudretin büyüklüğüne hem de sonraki âyetlerde ele alınan konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlar. “Kuşluğu” diye çevirdiğimiz duhâhâ tamlamasına “güneşin ışığı, aydınlığı, sabah vakti, gündüz” gibi mânalar da verilmiştir (Şevkânî, V, 524). Ayın yani ışığının güneşin ardından gelmesi, ışığını ondan almasını veya güneş batınca ardından ayın doğmasını yahut ayın ilk göründüğü hilâl durumunu ifade eder. 7. âyette insan (nefs) üzerine yemin edilmesi onun fıtrî üstünlüğüne işaret eder. “Nefsin (insanın özü olarak) şekillendirilip düzenlenmesi”nden maksat ona maddî ve mânevî güçlerin yerleştirilmesi, her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi ve nefse bu güçleri kullanacak organların verilmesidir. 8. âyetteki fücûr her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan takvâ ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki elheme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü vermesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’an’ın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir."
]]>
Tue, 28 Dec 2021 20:11:26 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Nardugan Bayramı https://edebiyatblog.com/nardugan-bayrami https://edebiyatblog.com/nardugan-bayrami #nardugan

21 Aralık, Nam-ı diğer “Şeb-i yelda” geldi çattı. Gün dönümünün ve uzun gecelerin taşıyıcısı kış başlıyor.

Zaten 2021’nin bitmeyen dertli günleri, virüsleri, maskeleri, ekonomik krizleriyle hepimizi zorladığı bir dönemde, hayattan yorulmuşken şimdi bir de Nevruz bayramına kadar sürecek bu soğuk mevsimi atlatmamız gerekiyor. 

Zaman döngüsü, bizi de önüne katmış bahara akarken, bu kış içimizi ısıtacak, gönlümüzde kök salıp meyveye duran ağaçların çiçeklerini tomurcuklandıracak bir seraya ihtiyaç var.

Bilirsiniz, bu uzun gece birçok kültürde farklı isimlerle kutlanırken bereket sembolü sayılan nar evlerin kapılarında kırılır. Tanelerin dağıldığı alan ne kadar büyükse bolluk bereketin o genişlikle eve uğrayacağına inanılır.

Bizde #narduganbayramı olarak geçer bu özel gün.

Çarşıdan alınan bir tane, tıpkı merkezine kendimizi koyduğumuz bir mandala gibi açıldıkça çoğalır, bin tane olup damaklarda ekşiyle tatlıyı buluşturur.

Hayat ve mandala da böyle akar, geceler kısalarak güne, karanlıklar aydınlığa, kışlar bahara ulaşır. Döngü devam eder, gider.

Nar, Birhan Keskin’in şiirinde de; halden hale dolaşır, adeta tenden kalbe, dilden dile yalvarıştır. Der ki;

“ Dürtme içimdeki narı

Üzerimde beyaz gömlek var”

Bugün küllenmesi gereken ateşleri şairi dinleyip kendi haline bırakalım ama içimizdeki bereketi çatlatacak bir dünyaya, mandalaya tutunalım. Ben bugünün bereketi için bunu çizdim. Umarım güzel bir yıl olur, hayatlarımıza maddi manevi bereketler getirir.

Nardugan Bayramımız kutlu olsun.  

#handankılıc

Handan Kılıç

21 Aralık 2021

]]>
Tue, 21 Dec 2021 13:43:01 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Kilimin dilinden ancak anlayan okur https://edebiyatblog.com/kilimin-dilinden-ancak-anlayan-okur https://edebiyatblog.com/kilimin-dilinden-ancak-anlayan-okur  “Hayata serili kilimin” saçaklarından başlarmış yıpranma. “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir” ne de olsa.

İlk ilmeyi tutan sıra söküldü mü gerisi gelir. Dişlerinin arasında bir yemek kalıntısı nasıl rahatsız eder insanı. Ya da eksik bir diş olduğunda, yani fazlalık ve yokluk durumunda dilin hep oraya gider ya hayat kiliminin bir yerinde o yıpranmışlık varsa göz de oraya kayar, ayak da.

Zamanında tamiri mümkün olan durumlar olabilir tabi, ustasının elinde derlenir, toplanır o sergi ama bir de ehline düşmezse yamalanır, yırtılır. Bir bakmışsın yörüngesi kaymış varlığı zarar görmüş.

Hayatım herkesin ayakları altına serilmiş bir kilim adeta. Oysa hayata serili kilim olmaktı niyetim. Doyurmak, doğurmak, doymak, yeniden kendi ile karşılaşacağı bir platformda insana dokunmaktı isteğim ama olmadı. Ayağımın altından kayıp gitti zaman tutamadım. Uçan halıya dönüşmedi kilimim. Kıymet bilmezlere denk geldi, soldu rengim. İlmek ilmek dokumuşken saçaklarındaki sökükten tuttular. Çekip ucundan sonuna kadar gittiler. Kök boyayla boyanmış o ilk halime dönünce öylece bıraktılar. Kaybolup gitti emeklerim. Yordu, ehline denk gelmeyişlerim. En zoru da başarısız değilken yenik sayılmaktı ya, kazanmak sevdasından çoktan vazgeçtim.

#handankılıc

23/11/2021

]]>
Wed, 15 Dec 2021 13:52:24 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Zaman tüm topukları yaralar https://edebiyatblog.com/zaman-tum-topuklari-yaralar https://edebiyatblog.com/zaman-tum-topuklari-yaralar Zaman tüm topukları yaralar

Bir Fas atasözünde “Zaman tüm topukları yaralar” diye ne güzel söylemişler.

Zamanın yapamadığı mı var insana?

Bazen bir değirmen bazen bir sel, kimi zaman deprem, kimi zaman özlemle geçer hepimizin üzerinden.

Yorar, yaralar, gözyaşına boğar.

Sevinçli zamanları hatırlasan bile geçtiğini fark edince üzülürsün.

Zamanın henüz topuklarına yaralar açmadığı yaşlarda insan çok da fark etmez bu durumu.

Zaman yönetimi üzerine geliştirilen teknikleri uygulayarak onu zapturapt altına alacaklarını zannederler.

Heyhat o bir yılkı atıdır, eğerlenmez.

Geçer gider, eğlendirirse de eğlenmez.

Durmak nedir bilmez.

Çatlayıncaya kadar koşar özgürce.

Herkese ayrı biçilmiş vaktince eşlik eder.

Yaralı topuklara, kana, gözyaşına bakmaz.

Dur diyeni dinlemez.

Bekle diyene yüz vermez.

Acısıyla tatlısıyla geçer gider.

Bitişiyle bize sonlu olduğumuzu hatırlatan her şey gibi acıtır.

Zaman, sonsuz görünen en sonlu varlıktır.

#handankılıc

10/12/2021

#izmir

]]>
Sat, 11 Dec 2021 17:34:58 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Yargı (2021) Kanal D ve Diğer Şeyler https://edebiyatblog.com/yargi-2021-kanal-d-ve-diger-seyler https://edebiyatblog.com/yargi-2021-kanal-d-ve-diger-seyler Ülkemizde dizisini izleyebildiğimiz "Yargı" Kanal D'de yayınlanıyor. Ay yapımın başarılı çalışması reyting rekorları kırıyor.  

Tekrarı yok, kanalın sitesi dışında yayını yok. Pazar akşamlarını kapatmış bir polisiye aslında bu dizi.

Senaryosu topraklarımızda yaşanan vahşi kadın cinayetlerinin en ünlüsünden esinlenerek yazılan dizide aynı türdeki adli olaylara da göndermeler yapılıyor. 

Sağlam oyuncu kadrosunu görsem de iki buçuk saat süren Türk dizisi seyretmediğimden hiç başlamamıştım aslında. Zaten evde de televizyon yoktu. 


Ama youtube da ve twitterda hasbelkader "Pars Savcım"a rastlayınca bu gece 9. bölümü yayınlanan diziye 4. bölümden dahil oldum. Tabi beni diziye çeken savcı karakterini canlandıran oyuncu kimmiş diyerek twitter sayfasına bakınca izleyicilerin sevgi selini, bu güne kadar bir çok dizide çok farklı karakterlerde rol alan oyuncunun adeta bu rol ile fenomen olduğunu anladım. 
Karikatürleri yapılan, replikleri ağızlarda dolaşan Pars Savcı bunca yıllık hukuk mesleği icrasında karşılaştığım savcıların bire bir aynısı olunca hayretler içinde izlemeye başladım. Neredeyse diziden haberdar olan her hukukçu da aynı fikirdeydi. Mehmet Yılmaz Ak adlı oyuncu daha önce kesinlikle bu ülkede savcılık yapmış olmalıydı. Bu performansıyla başrol oyuncusu savcının da önüne geçen ünü fazlasıyla hak ediyordu. 
Oyunculuk gerçekten büyük bir sanat ama her rolü hakkıyla oynamak için ciddi yetenek gerekiyor. Her dizide savcı hakim ve avukatlar var elbette ama şimdiye kadar bu kadar gerçeğini canlandıran bir oyuncu izlemedim. Sırf bu açıdan bile diziyi sevdim. 
Sadece süresi uzun, reklamlar fazla, o esnada yapacak bir başka iş ya da kitap elimde oluyor ve uzun uzadıya devam eden sahne olursa hem sakız çiğneyip hem yürüyebilen bir insan olarak iki işi beraber götürüyorum.

Bu vesileyle biraz meslekten bahsetmek istiyorum. Tabi bu görüşler sadece bana aittir, her zaman çürütülebilir. Yazılarımı deneyimlerim üzerinden yazdığımdan genellemeler yerine karşılaştığım insanlara dair çıkarımlarım demeliyim. 

Hukuk Fakültesi kazanmak ve bitirmek için (en azından eskiden/ ülkede şimdiki gibi 150 civarı apartmandan hallice, her ilçeye bir hukuk fakültesi kampanyası yokken, sadece 7 fakülte varken ki zamanlardan bahsediyorum) ortalama üzerinde zekaya sahip olmak gerekirdi. Üniversite sınavını yüzde onluk bir kesim kazanırken bu yüzde onun yüzde biri hukuka girebilirdi. Sonra da kah kendi tercihleri kah hayatın sürüklemesi ile Hakim -savcı-avukat başta olmak üzere çok çeşitli alanlarda çalışırlardı. 

Fakülte eğitimi ülkemizde çok iyi olmasa da, Akademi'de sıkı bir eğitimden geçerler ve sonra ülkenin derecelere ayrılmış bölgelerinde tecrübelenerek il merkezlerine doğru ilerlerlerdi. Gelenekte beş yıldan önce acemi kabul edilir, on yıldan sonra ustalıkları kararlarına yansırdı. 

Aynı şey avukatlar için de geçerliydi. İşin raconu dışında mesleki bilgi ve tecrübeye vakıf olmak önemliydi. İnsanların hayatları konusunda karar veren hakimlerin vicdanları ile beraber hukuk alanında uzmanlaşmış olması, olayın aydınlatılmasında savcının hiç bir noktayı gözden kaçırmaması, avukatların da bu süreçte yapılan hataları tespit edebilecek donanıma sahip olmaları için kendilerini yetiştirme niyeti ve zaman önemliydi. Hala da öyle. Çünkü bu adaletin üçlü sacayağı denen meslek mensuplarının işini hakkıyla yapması halinde güven ortamı oluşur, sermaye rahatlar, dış yatırımcı gelir, istikrar olur. Dolayısıyla bir ülke kalkınır, her alanda ilerler. Almanya'nın bu günkü gücünün arkasında "Berlinde hakimler var" hakikati yatar.  

Bu mevzu uzun hiç girmeyeceğim ama söylemek istediğim, dizide de gördüğümüz gibi bir olayın aydınlatılması için onların planlayıcılarından üstün bir algı ve zeka gereklidir. Savcılar zaten zeki insanların arasından seçilmelidir. Yani hukukçuların da en zeki, en cesur, en atılgan, en şüpheci, en hızlı düşünen, pratik olanları savcılardır genelde. Ve tabi ki, biraz da tembel, güvensiz, insan denen meçhulü sorgulamaktan mütevellit değişen karakterleri ile özel hayatlarında da çevresini yoran insanlardır. Avukatlar her türlü donananımın yanında piyasa şartlarının farkında, çok koşan, çok çalışan, insanların, hakim savcı gibi kamu gücü kullanmaması sebebiyle en çok yıprattıkları hukukçularıdır. Sadece zeki olmak yetmez avukata. Hakimlik ise hem zeki hem çalışkan, detaycı hukukçuların tercih ettiği bir çalışma alanıdır. Daha sabırlı, daha nazik, insani ilişkileri toplumun geneline göre katı olsa da, savcılara nazaran daha yumuşaktır. Bunun nedenleri üzerine çok kafa patlattım fakülte yıllarından beri. Ve şöyle çıkarımlarım oldu.  

Tabi ki, dünyanın toz bulutu olduğu zamandan başlayarak anlatacağım:)))            

Ben duygusal hukukçulardan olduğumdan ve tepkilerimi öngördüğümden hiç kadavra görmeye yeltenmedim. Oysa fakültede son sınıfta adli tıp dersi aldım, yüksek puanla geçtim ama hoca morga götüreceği gün okula gitmedim. Zaten serbest bırakmıştı. Bırakın onu hiç bir yakınım öldüğünde girip yüzüne bakmak istemedim. Onları canlı halleriyle hatırlamayı seçtim.

Ben ilkokula giderken kuzenim tıp okuyordu. Kadavranın başında bir foto çekilmişlerdi, hala gözümün önünde. Hepsi gülümsüyordu bir ölünün başında, bir kişinin elinde kahve bir kişinin elinde sandviç vardı. Dersleri iyi olan her çocuğa hedef gösterilen doktor olmak fikrinden o vakit vazgeçtim. Kan tutan tiplerden değildim ama bir insanı kesip biçmek bana göre değildi. Benim işim kelimelerleydi. İtiraz seven bir kova burcu olarak hiç bir tartışmadan geri durmadığım için avukat olmalı fikirleri öne sürülse de buna da çok sıcak bakmadım o vakitler. Ama ne der şarkı "Kaderden kaçılmaz biliyorsun/ Kimler geldi kimler geçti"  

Kadavra mevzusuna geri dönersek, babaannem "Bakma sen böyle güldüklerine, ilk kadavra görüşünden sonra bir hafta kustu. Epey süre en sevdiği kırmızı eti yiyemedi" diye anlatmıştı. Demek ki her insan zamanla yaşadığı şartlara alışıyordu ama başlangıçta ayakta kalabilecek direnç de olmalıydı. 

Yıllar sonra Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir zamanlar Anadolu’da" filmini izlerken  bu düşünceler arasında dolaştım. Benden iki şey olmazdı, savcı ve doktor. İkisinin de başı sürekli otopsiden, acil müdahaleden kurtulmazdı. Fakülteyi bitirirken savcılık seçeneğini baştan elemiştim zaten. 

Bir hukukçunun yapacağı en havalı işlerden biriyken aslında en pis iş olduğunu ilk günden anlamıştım. Sonra da hızlı karar alınması gereken bu alanda donuk, soğuk kanlı insanların çalışabildiğini gördüm. Çok savcı arkadaşım oldu, yüzlerine de söylediğim için burada da yazabilirim sanırım. 

Meslek mi onların karakterini değiştiriyordu yoksa karakterleri mi onları hukukun geniş yelpazesinde çalışacakları alanları seçtiriyordu? sorusuna kendimce hep cevap aradım. Yakından ve uzaktan tanıdığım insanlarla kendimce bir istatistik çıkardım ve çoğunun zaten yapılarında gaddarlık olduğu için bu alanda çalıştıkları sonucuna vardım. Tabi zamanla daha da taş kalpli insanlara dönüşüyorlardı. Bunda otopsilerin, olay yeri inceleme ve tespitlerinin çok payı var diye düşündüm. 

Mesela hukukçular arasında sanatla ilgilenen çoktur ama genelde hakimler arasından şairler çıkar. Savcıların şiir yazdığı nadirdir. Hasbelkader savcı olmuşlar bile biraz içinde merhamet ya da şiir yazacak potansiyel sevgi olanlar alan değiştirip hakimliğe geçmiştir çoğu zaman. Bu da yönelim olarak sert işi yapanların, olayın sıcağı ile karşılaşıp buz gibi durabilenlerin, zaman içinde mesleki deformasyon sonucu daha da kalpsizleştiklerini gösterdiğinden tezimi doğrular. 

Zaten kim olursa olsun fıtratına ters işi seçenler, yani bizim ülkemizde mecbur kalanlar hastalanırlar. Belki de bu yüzdendir, otoimmün sistem hastalıklarının hızla artışı. Vücudun kendi ile savaştığı, düşmanı kendi bildiği ve insana kaybettirdiği savaşların sonunda heba oluyoruz bu ülkede. Belki de her meslekte... 

Ve galiba hayatın verebileceği en büyük hediye ruhunla bütünleşerek yapabildiğin, seçebildiğin bir işte çalışıp yaşamını devam ettirebilmektir. Bu şansı yakalayanlara, mesleğini severek, tutkuyla ve hakkıyla yapanlara ne mutlu.

"Pars Savcım" beni nerden nereye getirdi gece gece.

Aslında bu bölüme damga vuran son sahne ve Can Ozan'ın söylediği Toprak Yağmura şarkısı idi. Güzel Avukat Ceylin mecburen veda etti, gülümseyerek hoşça kal deyip arkasını döndü içine akıtamadığı gözyaşlarını tutamayarak yürüdü. Ve her zamanki donuk, gururlu, kalbindeki aşkı dile dökemeyecek kadar inatçı Ilgaz Savcı aşkının uzaklaşmasını yüzündeki o değişmeyen poker suratı ifadesiyle seyretti. İçi yansa da kımıldamadı, öylece suskun kaldı. Ne de olsa soğukluğu ruhlarına işleten bir mesleği vardı. Demek ki işlerinde hızla karar alabilen, havadan nem kapan bu savcılar konu aşk olunca o kadar da cesur olamıyormuş dedirtti. 

Tabi dizinin devam etmesi için gerilimin yükselmesi gerek. "Ayrılıklar aşkları alevlendirir." en bilinen gerçektir. Bu aşk elbet bir gün yaşanacak, o vakte kadar seyirci kah güldürülüp kah ağlatılacak. Bu gece Ceylin'le beraber herkes ağlamış, twitter bu yönde atılan twittlerle yıkıldı. Ne diyelim, senaristlerin, oyuncuların ve Yargı Dizisinde emeği geçen herkesin eline sağlık. Hak yerini bulup adalet gerçekleşirken sevincimiz de kursağımızda kaldı ama olsun.  

Ben final Şarkısını bir daha dinleyelim derim ve sevenlerine iyi seyirler. 

https://www.youtube.com/watch?v=wOYu07BDTuw



]]>
Mon, 29 Nov 2021 00:02:05 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç
Merhaba De Kendine https://edebiyatblog.com/merhaba-de-kendine https://edebiyatblog.com/merhaba-de-kendine Bu sabah içimde kıpır kıpır bir sevinçle güneşin doğuşunu izledim. Uzun geceden sonra, koyu karanlıktan aydınlığa geçiş anı çok kısaydı. Aynı sandalyede oturup kaç gün doğumunu gözyaşları ile karşıladığımı, çok şükür geçti diyerek hatırladım. 

 Oysa hayatımda henüz değişen çok bir şey yoktu. Dünkü şartlara maruzdum ama değişim içimdeydi. Artık gözle görülür hale de gelmişti. Çevremdekilerden her şeye olumsuz bakanlar neşemi garipsese de yıllar önce bir gün yitirdikleri insanın tekrar geri dönmesine memnun olanlar da vardı. Ama bu duruma en çok sevinen bendim. Çünkü, hayatın karmaşası içinde unuttuğum kendimi çok özlemiştim.

 İnsan çok olasılıklı bir varlık. Bazen bilinmez sığ bir su, bazen gürül gürül bir ırmak. İçimiz ne kadar geniş. Her şey sığıyor. Sevgi, öfke, aşk, özlem, huzur, kıskançlık, nefret, intikam, arzu… Melek gibi bir insan, “an”lık bir cinnetle bir katile dönüşebiliyor. Yıllarını evlatlarına saçını süpürge ederek geçirmiş bir kadın bir anda arzularının esiri olabiliyor. Her çiçekten bal alıp çiçekleri soldura soldura ilerleyen bir çapkın, bir gün bambaşka bir yol seçebiliyor. Yani insan içinde hem kadını hem erkeği hem katili hem sevgiliyi hem bir çapkını hem iyi aile babası ile hassas bir anneyi barındırabiliyor. “Çok bencil!” diye yaftaladığımız birinin içinden, başkasının yaşamı için kendinden vazgeçecek kadar fedakâr bir gözü kara çıkabiliyor.

 İnsana, benliğin o tekinsiz arka sokaklarından aydınlık pırıl pırıl sabahlara yürüyebilecek bir güç bahşedilmiş. Sarkacını dengede tutarsa her şeyin üstesinden geleceği bilgisi verilmiş ama olabilirlikleri o kadar fazla ki, salınımı, tek başına doğru bir ritimde yapmak istediğinde çok zorlanıyor. Onun için hayatı verene teslim olmanın huzuru diye bir his var ki, kolay kolay tırmanılabilen bir zirve değil. Oraya çıkış için, ihtiyaçlarını karşılayacak araç gereçle doldurulmuş ağır bir sırt çantası, güçlü bir kanca, sağlam bir ip, tabiatla uzlaşıp onun kurallarını kabul etmek, hata yaptığında canınla ödeme gibi bedeller var. Bunlar aynı zamanda insanın elini kolunu sallayarak bu dünyada gezinmesi özgürlüğünden feragat etmek demek. Tabi, bunca zorluğun karşısında, tedbirini alıp kurallara riayet edersen, yani tam teslim olursan kalbinden korku silinecektir. 

 Hayatı bize zor yapansa hem teslim olmayıp hem her şeyin karar makamı gibi sürekli düşünüp akışı bozmak ve teslim olmuş gibi yapıp görünürde sırtlandığın çantayı, güçlü kancayı, sağlam ipi unutup tırmanış esnasında dengeyi bozacak hareketler yapmak. Çantadaki malzemeleri, suyu, yiyeceği beğenmeyip ya da umursamayıp çaresizlikle savrulmak. Üstüne üstlük hiç bu zahmetlere girmeden ben güçlüyüm, kendim tırmanırım diyerek yola çıkan, ağırlıksızım diye uçmaya çalışanları taklit ederken uçurumdan yuvarlanmak. Hem yük taşıyıp hem de korkudan emin olamamak, hayatı çekilmez kılan.

 Hayatı kolaylaştırmak lazım, akışına bırakmak, seyretmek lazım. Bunu bir gereklilik değil de tercih ile yaptığımızda huzur dağı, düz ova oluyor. Onun için akışa güvenelim. Ama hepimizin varlığına ad olmuş “İnsan” denen bu meçhul kimi zaman kendinden, salınımdan, varlıktan, yokluktan bunalıyor ve dipsiz bir kuyuya saklıyor kendini. Özellikle de insan, herkesin hayatını, çeşitli kılıklara bürünmüş belalarla, sıra ile gezen kriz zamanlarında, bir yerlere sığınmak, başka şeyler düşünmek, bilmediği yollardan yürümek ve rahatlamak istiyor. Çantayı kenarı koyuyor ama bırakmıyor, kullanmıyor da. Bir nevi isyan ediyor, bunca yükü taşıdım ama yaşadıklarıma bak diye söyleniyor içinden, karanlık onu hızla içine çekerken. 

 Sonra o yalnızlığa, karanlığa alışıyor, günleri geceler üzerine deviriyor, dünün aynısı nefessiz vakitler yaşayıp duruyor. Kendi kendinin sabotajcısı olduğunu fark etmiyor. Zaman geçiyor, gücü azalıyor, karnı acıkıyor, ruhu sızlıyor, sıcak bir nefes, iki güzel söz duymak istiyor. Bazen en güvendiği, sıkıca tuttuğu dallar kırılıyor. Düşüyor. Kendi iradesiyle indiği, tercih ettiği sığınak bu sefer karanlığına karanlık katıyor. Bir yandan kuyunun suyu yükseliyor, boğulmamak için daha çok çırpınıyor. Çırpındıkça batıyor. Suyun soğuğunda üşüdükçe ısıtacak yeni şeyler arıyor. Aslında güneşi görmeyi reddedip kuyuda kaldıkça tam manasıyla ısınamayacağını kendisi de biliyor. Ama oradan çıkınca ne yapacağını kestirememek, yine ağır yükler taşıyacağını düşünmek ürkütüyor insanı.

 Hani sık örnek verilen bir benzetme vardır. Yumurta dıştan kırılırsa hayat biter ama içeriden kırıldığında yeni bir hayat başlar diye. İşte vakit tamam. Yumurtanın içinden sesler geliyor. Kabukta çatlama belirtileri baş gösteriyor. İzin verelim çatlasın ve bu zor karantina günlerinde başını uzatıp merhaba desin bize. Selam olsun kendimize.

 

 

]]>
Sat, 27 Nov 2021 23:58:41 +0300 Seslenen Yazılar Handan Kılıç