EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Slyheti https://edebiyatblog.com/rss/author/slyheti EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Slyheti tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ https://edebiyatblog.com/zihnin-kalbe-dokulen-ihanetleri https://edebiyatblog.com/zihnin-kalbe-dokulen-ihanetleri ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ

Güneş ışıltısını azaltmış, sabah bütün yorgunluğunu gecenin sırtına yüklemeye başlamıştı. Kuşkusuz hayatımda yaptığım en saçma şeyi yaparak havanın kararmasına az bir vakit kalmışken sonbaharın etkisiyle yapraklarını dökmeye başlayan ormana atmıştım kendimi.

Patika yolda ilerlemeye başladım yavaş adımlar ile. Kendi içimde çok derdim vardı ama ne olduğunu bilmiyordum işte. Kalbim üstüne yüklenen yüklerin ne olduğunu bilmeden taşımaya çalışıyordu aciz bir şekilde. Bir yılan sinsice yaklaşarak önce tenimi okşuyor sonra da içinde bulunan bütün çiçekler ölene kadar zehrini salıyordu bedenime adeta. Öyle çok yük hissediyordum ki omuzlarımın üzerinde her yutkunduğum da düğüm düğüm oluyordu boğazım. Sanki prangalar ruhumun ayaklarına değil de bilhassa nefes alamayayım diye boğazıma bağlanmıştı.

Hayatım boyunca birçok hata yapmış ve bunun cezasını fazlasıyla çekmiştim. Lakin durum sadece cezanızı çekmeniz ile bitmiyordu. Fiziksel ceza biter yerini ruhsal acıya bırakırdı. Geceler boyu tırnaklarımı kemirir ve kendimi tam şu an olduğum yerde bulurdum. Geceleri çıkar koşarak şu an yürüdüğüm patika yola atardım kendimi. Bildiğim tek şey yaşadığım gerçeklikten kaçmak olmuştu her zaman. Asla bilemedim özgürce dolaşmanın ne demek olduğunu. Düşünemezdim. Düşünmek acı veren bir işkence niteliğindeydi benim için ama bu düşüncemin aksine her zaman düşünebilen insanlara özenirdim. Çünkü özgür olan insanlara çok özenirdim ve düşünmek hayatınızda yapabileceğiniz en özgür aktivitelerden bir tanesiydi.

Küçüklüğüm hayal kurarak geçerdi benim. Şimdi ise bütün hayallerim bir daha kurulmamak üzere yerin dört metre altına gömülmüştü. Öyle ya bu bile bir yüktü omuzlarımın üstünde. Her nefes aldığımda ciğerlerime batan bir kıymıktı. Hayallerimi gün gün çürüten bir avuç toprak her seferinde kendime küfretme sebebim olmuştu.

Yeniden kendimi patika yolda bulduğumda içim titredi. Gözümde canlanan anıları bir kenara bırakarak adımlamaya başladım. Bu yol nereye gider bilmezdim ama yine de gitmeye devam ediyordum işte. Benim için asla bir sonu olmamıştı ve her seferinde gözlerimi bu hayata ne zaman kapatırsam işte o zaman bu yolun sonuna geleceğimi düşünürdüm. Garip bir düşünceydi ancak benim için alışılmadık değildi.

Botlarımın yere temas ettiği her adımda gelen yaprak hışırtıları içimi sıcak bir kahvenin kokusunun ısıttığı gibi ısıtmıştı. Esen rüzgâr arkada topuz halde duran dağınık saçlarımı yüzümden savuruyor ve onları özgürlüklerine kavuşturuyordu. Gözlerimi kıstım ve ellerimi kiremit renginde olan paltomun ceplerine yerleştirdim. Isınmaya başlayan ellerim ile birlikte vücudum dengesini toparlamaya başlamıştı. Olduğum yer neresiydi bilmiyordum ama durdum. Gözlerimi kapattım ve hayatım boyunca hayata yaptığım nankörlükleri düşündüm. Kendime ne çok nankörlük yaptığımı saymayı bırakmıştım on yedi yaşından sonra.

O zamanlar ayaklarım yerde duruyordu. Dikiliyordum böyle kapalı gözlerle hiçbir şey yapmadan, yapamadan. Şimdi yirmili yaşlarımın başında yine aynı yerde dururken ayaklarım yere basıyor muydu bilmiyordum. Çünkü ruhum arsızca uçmaktan aciz olan bedenimden göklere yükselmesini istiyordu. Ruhum bedenimden ayrılıyor ve sanki göklerde süzülüyordu.

Şu an ayaklarım yere temas ediyor muydu bilmiyordum. Çünkü daha önce acımasızca defalarca kırılmış olan bileklere ve falakaya alınmış, ıslak bezlerle dövülmüş ayaklara sahiptim. Ayaklarım yere basıyorsa bile sağlam olmadığımı ve bir rüzgârın beni alıp götürebileceğini biliyordum. Hayır demezdim, itiraz etmez ve güçsüzlüğümü kabullenirdim sessizce. Konuşsam, bağırsam faydası olur muydu?

Cebimden telefonumu çıkardıktan sonra bir şarkıyı açtım ıssız ormanın sessizliğine karşılık olarak. Kararan hava eşliğinde tam olarak bulunduğum noktaya, yolun ortasına oturdum. Kulaklarımı dolduran notalar bedenimi battaniye edasıyla sarıyordu.

“Giderim alışığım gitmelere,”

Kulaklarımda dans eden melodiye karıştı sesim. Kelimeler kendini tekrar etti ve dilimde can buldu sözcükler.

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır.” dedim fısıldayarak.

Arsızdım ben. Ne yetinmeyi ne kabullenmeyi bilmiştim şu yaşıma kadar. Ne azı tatmin ederdi ne çoğu. Hep daha fazlasını istemiştim şu zamana kadar. Bazen nankör bazen bencil oldum ama yine de beni etkilemedi. Hâlâ nankörce düşüncelere kapılıyor ve hakimiyetimi kaybediyordum. Bu rüzgârın daha fazla esmesini istiyordum, bu hava az daha kararsın, yıldızlar daha çok görünsün ve ben daha çok nankörlük yapayım. Kendimi, o çok bilmiş egomu tatmin edeyim.

Kıskançtım da aynı zamanda. Benden başarılı herhangi birisi, takdiri hak eden herhangi bir şey içimde nefret ettiğim bir hissin oluşmasına sebep oluyordu. Senelerdir kendi hırsıma yenik düşerek çirkefleşiyordum. Eğer sizi tatile sınavı kazandığınız için götürüyorlar, eğer size bisikleti karnenizin üstüne konulan takdir belgesi için alıyorlarsa hayatta güzel şeyleri elde etmek için bir şeyleri başarmaktan başka şansınız kalmıyor. Şu yaşıma kadar bana bir şeyleri yapmam için konulan şartlar beni arsız, kıskanç, nankör ve bazen de bencil yapmıştı.

İnsanlara zarar veren ve kalp kıran birisi olmamıştım hiçbir zaman. Tam tersine fazla yufka yüreğimden dolayı dolandırıldım hep. Yeni büyümeye başlamış bir çiçek gibiydi güvenim. Büyüdü, çiçek açtı ve birisi tarafından zalimce koparılarak çiçeklerden oluşan bir tacın son parçası olarak yerleştirildi.

İnsanlar düzen mahkumuydu. Herkes bencildi, herkes nankörlüğün kitabını yazmıştı ve bu durumda ben düzenin ta kendisi olmuştum.

“Seni gördüğüm zaman,”

“Dilim neden tutulur?”

Değişen şarkının melodisi kulağımı doldurduğunda içimde nahoş bir hissiyat vardı. Bedenim zihnimden habersiz müziğe uyum sağlayarak sallanmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım, o klasik nefesten. Midemde bulunan kelebek cesetlerinin arasında gezindiğini hissetmek istedim o an. Sonra soluk borumdan içindeki zehir ile dışarıya çıktı nefesim.

“Aşkımı sevgiliye, derdimi sevgiliye.”

“Haydi söyle,”

“Onu nasıl sevdiğimi,”

“Haydi söyle,”

“Rüyalarda gördüğümü.”

Şarkı söylemek ruhumda yanan alevi biraz olsun dindirebiliyordu. Arkadan gelen gitar sesi bana huzur verirken eşlik etmeye devam ettim.

“Haydi söyle, uykusuz gecelerimi.”

“Haydi söyle...”

Gitar sesi yavaş bir şekilde etkisini kaybettikten sonra şarkı yerini bir başkasına bırakmıştı. Telefonumu elime aldım ve açık olan internetimi kapattıktan sonra flaşımı açtım. Zifir karanlık orman ürkütücü sesler ile doluydu. Oturduğum yerden ayağa kalktım ve flaşı etrafımda tam tur gezdirdim. Gözlerim gökyüzünü hedef aldığından başımı yukarıya kaldırdım ve yıldızların güzelliği karşısında ağzım açık kaldı. İçimden gelen ağlama isteğine bir anlam veremeyerek bastırdım. Boğazım düğümlendi ve yeniden o sıkı hissi hissettim. Nefes almamı engelleyen ipin ucu nerede bilmiyordum ama tam olarak şu an boğazımı sıkmak için gerilmiş olduğu aşikardı.

“Ne kadar güzel,” dedim fısıldayarak.

Patika yoldan çıkarak toprak bir alana geldiğimde önce dizlerimin üzerine çöktüm ve ardından sırt üstü uzandım. Bu sefer aklımda gezinen hastane anıları olmuştu. Zihnimin loş yerlerinde korkutucu sesler çıkartarak beni zayıf düşürmeye çalışıyordu.

Hayatımın yarısından fazlası hastane koridorlarında geriye kalanı da psikoloğumun odasında geçmişti. Kanseri bir kere yenmiş ama yeniden yakalanmış bir bireyin psikolojisi çok önemliydi sonuçta. Kaybetmekten nefret eden birisinin kaybedeceğini öğrenmesi zor olmuştu işte. Çokta minnet duymadığım bu hayattan gidecek olmak değildi içimi kemiren. Kaybetmekti.

Hayatı boyunca bütün başarısızlıklarında kendine zarar veren, oturup hüngür hüngür ağlayan bir insan olarak yüzüme bakılarak bana, bu sefer kanserin daha ileri bir seviye olduğu söylendiğinde zihnimde tek bir düşünce oluşmuştu.

“Kaybettin...”

Küçük bir başarısızlık değildi ne yazık ki. Bir daha başarısızlık yapmama izin vermeyecek bir hataydı ve ben bunun için bile kendimi suçlamıştım. Hayata gözlerimi kapatacak olmak bana sonsuz bir uykuyu çağrıştırıyordu. Öbür tarafta bir yaşamım olacaksa bile uyumak istiyordum. Öyle çok uykuya hasret kalmıştım ki sanki aylardır gram uyku almamış gibiydim. Rüzgârın etkisiyle uçuşan yapraklardan birkaçı üzerime düşmüştü. Turuncunun koyu renklerine sahip olan yapraklar dikkatimi dağıtmaya yetmedi. Gözlerimi üzerimden çekerek ait olduğu yere, gökyüzüne çevirdim.

Ruhum bedenime olan bağlılığını bırakacaktı ve ben ya bir avuç topraktan ya da bir yıldızdan ibaret olacaktım. Ya gökyüzüne ya da üstüme atılan toprağa karışacaktım ve bu çok basit olacaktı, acımasızca.

Gökyüzünde bütün yıldızlar ve takım yıldızları rahatlıkla görünüyordu. Bütün şehrin elektriği gitmişte sanki yıldızlar devralmıştı yeryüzünü aydınlatma işini. Nefesimin kesilmesi ile öksürmeye başladığım. Yattığım yerden acı içerisinde kalkarak geldiğimde attığım su şişesini bulmak içi sürünmeye başladım. Paniğe kapılan vücudum hareketlerini hızlandırmaya başlamıştı.

Ölmek beni üzmüyordu ama salak bedenim yine de kopamıyordu buradan. Telefonun flaşını diğer ağacın olduğu yere doğru uzattığımda gözlerim zar zor seçmişti plastiğin parlayan yüzeyini. Akciğerlerime battığını hissettiğim bıçak son değildi ne yazık ki. İçimden gelen çekip çıkarma isteğini bastırarak ölümün pençesinde şişeye uzandım ve kapağını açtım.

Su içmem şu an yaşadığım şey için hiçbir şey ifade etmiyordu ama ben beni rahatlatacağına inanmayı tercih etmiştim, ne yazık. Yudum yudum içtiğim su boğazımı biraz olsun yatıştırmış ve öksürüğün yarattığı tahrişi hafifletmişti.

“Burada doğdum, burada öleceğim.”

Kendimle dalga geçer gibi konuşmak sürekli yaptığım bir şeydi. Yine aynısını yaptım ve aciz olarak gördüğüm bedenim ile dalga geçtim.

“Ayağa bile kalkamayacak duruma mı düştüm?” dedim fısıldayarak.

Ayağa kalkmak istiyordum ama kendimde bulamadığım kuvvet yüzünden bulunduğum yerde kalmıştım. Kendimi sakinleştirmek için çabaladım ancak nafileydi. Heyecanlanan bedenim daha hızlı nefes alıp vermeye başlıyor ve zaten içime çekemediğim havaya daha da fazla ihtiyaç duyuyordu. Kendimi zorlayarak birkaç saniye nefesimi tuttum ve acımaya başlayan ciğerlerim nedeniyle nefesi hızlıca geri verdim. Derin bir nefes daha aldığımda kanserin neden beynime sıçramak yerine akciğerlerimi çürüttüğünü sorguluyordum.

Beni hızlı bir şekilde öldürebilecek iken neden nefesime göz koymuştu bu hayat bilemiyordum. İçimde kalbimi tırmalayan acı gittikçe keskinleşiyor ve kaburgalarımın arasından geçen bir kesik acısı ortaya çıkıyordu. Kendimi sırt üstü olacak şekilde yere bıraktım. Ağzımdan çıkan ufak inilti karşısında güldüm. Gülümsemem birkaç saniye içerisinde kahkahaya dönünce büyük bir öksürük ile sağa doğru attım kendimi.

“Alisa, dökülüyorsun kızım.”

Ağzımdan gelen kan tadı daha da çok gülmeme sebep olmuştu. Her gülümsemem bir öksürüğe bedel olmaya başladığında bazı şeylerin farkına varabilmiştim.

“Burada mı öleceksin gerçekten?” dedim ve konuşmaya devam ettim. “Bir avuç toprağa bile sahip olamayacak mısın?”

Gözlerim etrafımda toprak kazabileceğim herhangi bir şey ararken zifir karanlık beni engelliyordu. Ayın verdiği ışık yetersiz kalmıştı bu gece. Ruhuma herhangi bir ışık tutamıyordu ve bugün ben karanlığa gömülüyordum. Hayatım bitiyor ve renklerim soluyordu. Üzerime atılmış siyah boya ağzımı ve burnumu doldurarak akciğerlerime iniyordu. Yavaş yavaş, acı içerisinde ölüyordum.

Küçükken suda boğulmaktan korkardım ancak küçük aklım asla boğulmanın sadece su ile gerçekleşmek zorunda olmadığını düşünemiyordu. Ecel denilen kavramın gelip beni götüreceğine inanmıştım hep. Yaşım küçükken bile ölümün bir hastalık olacağı aklımdan geçmemişti. Uykumda sessiz sakin ve özellikle de acısız gitmek isterdim. Ruhsal, duygusal olarak yaşayabileceğim bütün acılardan ölesiye korkardım ve belki de bu yüzden hayatımın acısız geçen tek bir dönemini hatırlayamıyordum.

Küçükken hastane ikinci evimdi. Büyüdüğüm zaman bunun değişeceğine inandırarak korumuştum çocukluk neşemi. Lakin hayatın size nasıl alçakça sunum yapacağını bilemiyordunuz. Önce böbreklerim sökülerek ayaklarımın dibine atılmış, ardından yılanın sinsiliğini taşıyan gözler akciğerlerime dikilmişti. Yerinden sökülmüş, sahip olduğum tek şeyi, nefesimi elimden alarak ayaklarıma atmışlardı kanlı vahşetlerini.

Motivasyonu yerinde olan birisi değildim. Hırslıydım ancak mutlu değildim. Sürekli ölüm pençesinde geçen hayatımın son bulması her zaman an meselesi olduğundan kendimi başarmaya adamıştım. Ölmeden önce ne kadar çok şey başarırsam kendimle gurur duyarak öleceğimi düşünmüştüm belki de.

Burnumu çektikten sonra kendimi yeniden sırtımın üstüne bıraktım. Hissettiğim acı karşısında uyuşmaya başlayan vücudum daha önce hiç yaşamadığım duyguları beraberinde getirmişti. Bir insan ölürken öldüğünü anlar mıydı yoksa bu bana verilmiş bir lütuf muydu?

Hayatımda başardığım en büyük şey beş ay önce hayatım olmuştu. Oynadığım kumarım sürerken artık kazanmak için çabalamadığımı fark etmiştim. Direnciniz bittiğinde geriye çaresizlik kalıyor ve siz ne yapacağını bilemiyorsunuz. Çünkü çaresizlik kendinize acıyabileceğiniz en doğru an oluyor ve kendinize karşı acımasız iseniz bundan faydalanıyorsunuz.

Ağzımda hissettiğim kan tadı kendini tekrar belli ettiğinde bu sefer ağzıma gelen sıvı tükürmemi gerektirecek kadar fazlaydı. Başımı yana çevirdim ve kanı tükürdüm. Gördüğüm görüntü midemde bulantı yarattığı sırada gözlerim doldu.

“Böyle olmayacaktı...” dedim fısıldayarak. “Böyle ölmeyecektim ben.”

Öksürdükten sonra elimi su şişesine uzatarak şişeyi ağzıma dayadım. Aldığım büyük bir yudumu dikelerek kenara fırlattım. Ağzımın her yerinde hissettiğim kan tadı azaldıktan sonra bir yudum su içtim ve boğazımı yumuşattım. Sağ elimi yere koyduğumda duyduğum hışırtı sesi yapraklardan geliyordu. Bu sesi belki de son kez duyduğum için tadını çıkardım ve kulaklarımı etrafa açtım.

Elimle güç alarak ayağa dikeldiğimde bacaklarım ya korkunun etkisiyle ya da hastalığım sebebiyle titriyordu. Bunda ikisinin de payının olma ihtimali çok yüksekti ama umursamadım. Korktuğumu her zerremde hissedebiliyordum ve bundan kaçışımın olmayışı bana tokat etkisi yaratıyordu.

Üstüm başım toz toprak içerisinde kalmıştı. Üzerimde bulunan eşofmanın paça kısmı çamura bulanmıştı. Sendeleyerek patika yola doğru ilerledim. İçimden gelen ağlama isteği bu sefer bastırılabilecek gibi değildi. Gözlerim üzerinde bulunan hakimiyetim sona erdiğinde bardaktan boşalır gibi boşaldı yaşlar gözlerimden.

Senelere ağlıyordum işte, hayatıma ağlıyordum, ağlamadığım bütün kötü anılara ağlıyordum şimdi. Kendime yeniden acıyor ve bir gözyaşı da onun için döküyordum.

“Gitmek istemiyorum.”

O an oldu. Çıktığım patika yola bakarak ölmek istemediğimi itiraf ettim. Gelen baykuş sesleri bana ağıt yakıyor gibiydi. Kurtlar uludu ve Ay üzerimde yansıttığı ışığı kısmaya başladı. Gözlerim kararmaya başlamıştı yavaş yavaş. Dönen başım beni telaşa sokuyordu ve bu da hızlı hızlı nefes almama sebep oluyordu. Nefes almam şu an imkânsız iken bunun yanına bir de hızlı kelimesinin gelmesi işleri benim için daha da korkunç ve zor bir hale getiriyordu.

Aldığım her nefes sanki zehirli bir otu boğazımın içinden geçirerek akciğerlerime indirmişler gibi hissettiriyordu ve bunun her iki saniyede bir olması vücudumu aşırı derece bitkin düşürüyordu. Nefesimin her ne kadar kesilmesine istekli olsam bile o an af diledim tanrıdan.

“Eğer oralarda bir yerlerde isen affet beni. Ne yaptım inan bilmiyorum ama günahsız değilim. Günahlarımın dikenli bir tel gibi vücudumu sarmasına izin verme.”

Geçen her dakikada artan acım eşliğinde patika yolda dizlerimin üzerine yığıldım. Şimdi vazgeçmek yapmam gereken bir şeydi ama içimde yaşayan parça ölürken kendini belli etmişti.

“Oralarda bir yerlerde kendi canıma kıymamı engelleyen bir şeyler olduğunu biliyordum!” dedim haykırarak.

Akciğerimde hissettiğim ani batma acısı karşısında başımı yola koyarak acı bir çığlık attım. Bağırarak ağlamaya başladığım sırada acım artmaya devam ediyordu. Nefes almadığımı fark edince derin bir iç çektim. Kendimi yere atmış ve cenin pozisyonuna getirmiştim. Kollarım bedenimi sararken gözlerim yaşlarını akıtmaya devam ediyordu.

“Hayatım b-boyunca k-kendime yalan söyledim değil mi?” dedim az çıkan sesim ile.

“Kendime yalan söyledim,”

“Yalnızım bunu ben istedim,”

“Paramparça bütün aynalar,”

“İçimde kan revan birisi var.”

Kısık sesime rağmen söylemeye devam ettim.

“Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor.”

Cılız kalan sesim kulaklarımı doldurduğunda acımı bastırabilmek için zihnimde çaldığım gitardan gelen notaları canlandırdım.

“Önce yağmur sonra güneş, sonra da bize gökkuşakları...”

“Sen bırak tutunmayı, dünya bizi sarmalar.”

“Rengarenk acılar...”

Tam olarak aklıma gelmeyen şarkı sözlerine karşılık gülümsedim. Dudaklarımı dilim ile ıslattığımda ağzıma gelen kan tadı eşliğinde yüzümü ekşittim. Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Yeterli kan pompalayamadığının farkındaydım çünkü ona gerekli şeyi vermiyordum. Nefesim her seferinde daha çok tükeniyordu. Yavaşça beni terk ettiğinin farkındaydım ancak sesim de çıkmıyordu.

“Her şeyin gözümün önünden geçmesi gerekmez miydi?” dedim fısıldayarak. “Sesim çıkmıyor. Gözlerim ihanetin kaynak noktası.”

“Neden yad edemiyorum fıtratımdan beri yaşadıklarımı.”

Derin bir nefes almayı denedim. Ancak sadece denedim. Öksürük ile sonuçlanan deneyimim karşısında kahkaha attım.

Bedenimi ele geçiren uyuşukluk bacaklarıma doğru ilerlemeye başlamıştı. Az önce yerde bacağımı kanattığını düşündüğüm taş şimdi acısını hissettirmiyordu bile. Bedenimde olan bütün şeylerin farkında varmamı sağlıyordu yoğun sessizlik. Nefesim düğüm düğüm yavaşlarken her seferinde derin bir nefes almayı ihmal etmiyordum. Sürekli deniyor ve sürekli kaybediyordum.

Bunun kaybetmekten nefret eden ve psikolojik sorunlara sahip bir kız için ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezdiniz. Dakikalar içerisinde zihnin sana ihanet ederken aynı anda kendine de ihanet etmen.

Ölüm karşısında gösterdiğim çaba faydasız kalıyordu ancak direnmekten de vazgeçemiyordum. Her seferinde yenilmeme rağmen hayatımda ilk defa bir işe devam ediyordum. Yenileceğimi bile bile ilk defa kazanmak için çaba gösteriyordum ve bu bana gülme isteği veriyordu.

Acizliğimi bir kenara atıp cenin pozisyonumu bozdum. Ellerimi ve ayaklarımı serbest bırakarak iki yana açtıktan sonra sırtımı yere bıraktım. Ağzımdan çıkan inilti karşısında kendimi tutamayarak tekrar güldüm. Uzun zamandır ilk defa bu kadar içten gülüyor ve hayatımda ilk defa da gülerken acı çekiyordum. Ağzıma dolan kanın tadı yeniden başımı yana çevirmeme sebep olmuştu. Kuruyan ağzımı ıslatan kan karşısında yüzüm yeniden ekşidi. Kalp atışlarımın yavaşladığı bariz bir şekilde belli oluyordu.

Can çekişmek ne demek hiçbir zaman anlayamamıştım ancak şimdi o kadar iyi anlıyordum ki ne demek olduğunu. Boğazını sıkan bir ip, kaburgalarını kırmak için içeriye şiddetle sokulmuş bir bıçak, akciğerlerinin içerisinde gezinen hırçın kedi. Bu tanımların hepsi acımın yanında eksik kalsa bile kendime başka şekilde açıklamam mümkün değildi. Acıyordu işte. Acıyordu ancak acımı ne bağırarak çıkarabiliyordum ne ağlayarak.

Göz pınarlarım kurumuş, sesim adeta yok olmuştu. Mırıldanma gibi çıkan sesimin ise bana bir katkısı yoktu. Saçları ağarmış bir yaşlı değildim. Huzur içerisinde ölmüyordum. Küçüklüğümün içinde yatan psikopat kişiliğin kurduğu hayaller çıkmamıştı. Bunların hepsine karşılık genç yaşımda acı içerisinde gözlerimi kapatacaktım bu hayata.

Kalbim sıkışmaya devam ediyordu ancak elimden gelen bir şey olmadığını bildiğim için kendime bir şey diyemedim. Sesim neye karşı yükselecekti ki? Kime kızabilir bundan kimi sorumlu tutabilirdim?

Aklımda yankılanan şarkı sözleri gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Kuruduğunu sandığım gözlerim son kez yaşam belirtisi gösteriyordu bana. Son kez yaşlarını döküyor ve haykırıyordu gökyüzüne karşı. Kendimi sıkmadım öyle ya sıkacak gücüm de yoktu zaten.

Elimden gelen tek şey yeniden yatmak oldu. Yattığım şekle ölü adam pozu diyorlardı. Gerçekten bu şekilde öleceğim aklıma bile gelmezdi ancak bunu da şans saydım kendime. Herkes bu pozu hakkını vererek yapamazdı zaten ancak ben ölmeden önce son bir şeyi başarmış ve ölü adam pozunu gerçekten ölerek yapmıştım. Keşke bunu da duyurabilseydim herkese lakin bu pozu doğru yapmanın da bazı sorumlulukları vardı, ölmek gibi.

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Sana verdiği kadarıyla hayatın.”

Fısıldayarak söylediğim şarkıya başımı olumsuz anlamda sağa sola sallayarak cevap verdim.

“Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil ama olmadı yar.”

“Kendini kayırıyor insan bu yüzden önce aşka kıyar.”

Elimden geldiğince soluklandım ve şarkıya devam ettim.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne bitmelere,”

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere...”

Direnemediğimi bilmek canımı daha çok yaksa bile düşünmek istemedim. Belki de son dakikalarımı yaşıyordum ve bunu bilmemek beni büyük bir çaresizlikten kurtararak daha büyük bir çaresizliğe götürüyordu.

 Nefesim niteliğini kaybetmeye başlamıştı. Artık her saniye değil on, on beş saniyede bir alıyordum nefesi. Bana yeterli gelmemesi vücudumu sanki saatlerdir koşuyormuş gibi yormaya yarıyordu sadece.

Ölüyordum ancak şanslı saymak istedim kendimi. Karşımda duran şahane yıldızlara bakarak ölecektim en azından. Hayatım boyuna bir sürü görmüş, bir sürü şeye şahitlik etmiş gözlerim bugün son görüntü olarak gökyüzünde parıldayan yıldızları seçmişti. Şanslıydım değil mi? Ölüyordum ve bunun farkındaydım. Hayatımın son anının tamamen şanssızlık olduğunu düşünerek ölmek istemedim. Kendimi gömerek ölmek istemedim.

Yaşadığımı bana hatırlatacak bir şey yapmak faydasız kalacaktı artık. Derin bir nefes aldım ve bu sefer başarılı oldum. Serin hava yanan organlarımı tek tek ferahlatırken bu ferahlamanın iyileşme belirtisi olmadığını biliyordum. Ölüm bana el sallıyordu besbelli.

Gözlerimi kapatıp tekrar açtım ve bir karar verdim. Ölürken söylemek istediğim son sözler bir şarkıya ait olmalıydı. Her ne olursa olsun, hangi şarkı olursa olsun kendime hayatım boyunca verdiğim tek hediyeyi vermeli ve ruhuma bunu bahşetmeliydim.

Tekrar derin bir nefes aldım ve hissettiğim acıyı hiç saydım. Şimdi çok iyi biliyordum, hissediyordum son zamanlarım olduğunu. Çok bir vakti kalmamış bir insan ne yapar bilmediğim için şarkı sözlerini söylemeye başladım.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne b-bitmelere.”

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne...”

Gelen öksürük ile doğruldum ve birkaç saniye ardından kendimi yere attım.

“... yetmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır,” dedim ve öksürdüm.

İçimde oluşan garip huzura bir isim bulamıyordum ancak artık zorlamamın bir anlamı kalmadığının farkındaydım. Gözlerimin kapanmasına izin verdim ve derin bir nefes daha aldım. Artık ruhuma ipi koparması için izin vermenin vakti gelmişti.

“Yetinmeyi bilir misin?”

]]>
Fri, 17 Mar 2023 00:43:10 +0300 Slyheti
PALETTE KALAN SON BOYA https://edebiyatblog.com/palette-kalan-son-boya https://edebiyatblog.com/palette-kalan-son-boya  Güneşin kendini fazlasıyla belli ettiği sıradan bir gündü. Fransız ve İngiliz göçmenlerinden kalma antik mahallenin sakinlerinin hepsi derin bir uyku çekiyordu, sabah ışıkları tüm Dünya'ya el sallarken. Leva bütün şıklığı ile hazırlanmış, üzerine annesinin en sevdiği tulumunu giymişti. Yirmi yaşına yeni giren bu kız her gününü mükemmel yaşamak istiyordu. Bugün ise mükemmel günlerin başlangıcıydı ve Leva içinde tutamadığı neşesi ile gülümseyerek çıktı evin kapısından.

Hayat dolu bakıyordu yine yaşadığı bu yerin sokaklarına. Kendi değerinin farkındaydı, o karma bir ailenin tek çocuğuydu. Yaşamın değerini bilmemenin hayatında yapacağı en büyük hata olacağını biliyordu. Koluna astığı tuvali ve boya çantası ile evlerinin yakınlarında bulunan kırmızı çatılı boş ahıra gidiyordu. Bütün amacı bu Dünya'dan göçtüğünde ondan bir şeyler kalmasıydı. Leva bu yeryüzünde yaşamış sıradan birisi olmadığına inanıyordu. Bir iz bırakmak istiyordu yüreğinden bu acımasız Dünya'nın kollarına. En güçlü ve onun en inandığı şeydi bu.

Onlarca ruh içerisinde onun Dünya'ya gelmesi şans veya tesadüf değildi. Yirmi sene önce şu an ait olduğu ailenin değil bir başkasının da kızı olabilirdi veyahut yirmi sene önce değil şimdi de açabilirdi gözlerini hayata. Her şeyin bir nedeni, amacı vardı sonuçta.

Ahırın kapısından girerken bir kez daha şükretti tanrıya içten bir gülümseme ile. Ahırın içinden gelen ufak gitar melodisi ile durakladı girişte Leva. Kulakların gelen bu kırılgan melodi onu birkaç saniye duraklattı girişte. Ufak bir ıslık çaldı birisinin burada olduğunu belli edebilmek adına. Ardından birkaç adım ile ahıra tamamen girdi ve gitar melodisinin geldiği gitarın sahibini bulmuş oldu. Ortalama yirmi iki yaşlarında, sarışın, renkli gözlü genç bir delikanlı ahırın sağ kısmına yakın olan yere sandalyesini atmış gitar çalıyordu.

"Merhaba." dedi beyefendi ayağa kalkıp selam verirken. "Ben Cedric." diye ekledi yüzüne yerleştirdiği gülümsemesi ile. "Merhaba beyefendi." dedi nazik sesiyle öne doğru biraz eğilerek. "Ben Leva. Burada bir çalışma yapacaktım lâkin sizi rahatsız edecekse gidebilirim. Biraz ileride başka bir ahır olsa gerek." dedi yanakları kızarırken. Aksanı biraz bozuk olan bu beyefendi bir serseriyi andırmıyordu bile. Leva istemsizce gülümsedi bu haline.

"Sanırım boyalarla işiniz." dedi Cedric. Başıyla onayladı onu kız. "Müzik ile uyumlu bir iş. Ben burada, benim yanımda yapmanızda bir kusur göremiyorum. Eğer rahatsız olmazsanız ben çalarım, siz boyarsınız." dediğinde ufak bir kıkırtı çıktı dudaklarından. "O zaman ben başlayabilirim." dedi eşyalarını çoktan yerleştirmeye başlamış olan Leva gülerek. Cedric yüzüne yerleştirdiği gülümsemesi ile sandalyesine oturdu ve yavaş, insanı rahatlatan bir tonda çalmaya başladı.

Leva bütün eşyalarını hazırladığında taburesini kenara itti. Elinde duran kırmızı ve mavi boyaların kapaklarını sonuna kadar açtı. Ardından kırmızı boyayı savurdu tuvale. Bir yandan çalan, bir yandan da Leva'nın yapmakta olduğu şaheseri izlerken notalarını hızlandırdı Cedric. Leva gülümsüyor, fark etmeden de kahkahalar saçıyordu etrafına. Elinde duran mavi boyayı da kullandıktan sonra kırmızı tonlarının ağırlıkta olduğu tuvale baktı. "Hazır mısın? Sıra sarı renginde. O bu tablonun imzası olacak." dedi neşeyle. "Tıpkı kahkahalarının tabloya bıraktığı izler gibi." dedi Cedric tüm yüzüne yayılan gülümsemesi ile. Gün sonunda birbirlerinin ismini unutacak olan bu ikili şimdi anın tadını çıkarıyor, birbirlerini tanımamalarına rağmen ruhlarının kol kola dans etmesine izin veriyorlardı. Leva göz kırpıp elindeki sarı boyayı tuvale savurduğunda kahkaha attı. Hissediyordu. Mutluluğu, eğlenceyi şimdi tanımadığı bir beyefendi ile daha da yoğun hissediyordu.

"Her yer boya olmuş." dedi Leva kenara ittiği taburesine oturarak. "Teşekkür ederim." dedi bütün içtenliği ile Cedric. "Ne için teşekkür ettiniz beyefendi." dedi Leva neşesini koruyarak. " Birkaç saatliğine beni yaşattığınız için efendim." dedi gülümseyerek. Leva ayrılık vaktinin geldiğini anlamıştı. Yüzünde ufak bir tebessüm bıraktı bu beyefendiye karşı. "Şu an sizden ayrılıyorum, lâkin bir daha karşıma çıkarsanız sizi bırakmayacağım." diye ekledi sözüne. "Bu tuval benimle olduğu sürece kulaklarımda melodileriniz dans edecek beyefendi. Söz veriyorum." dediğinde Cedric çoktan ahır çıkışına gelmişti. "İyi günler dilerim Leva." dediğinde öne eğilerek selamladılar son kez birbirlerini. 

Boyalar melodilerde dans edemedi yeniden. Kader onları bir araya getirmedi. Lâkin güzel olan her şeyin bir sonu vardı.

]]>
Fri, 09 Dec 2022 14:10:41 +0300 Slyheti
KIRMIZI SAAT https://edebiyatblog.com/kirmizi-saat https://edebiyatblog.com/kirmizi-saat "Yaşıyor." diyor doktor saklambaç oyununu kazanmış bir çocuk edasıyla. İlk önce beyaz duvarların dibinde turuncu koltukta oturan İnci'yi süzüyor. "Yaşıyor." diye yineliyor sözünü İnci'den tepki beklerken. İnci sağ elinde tuttuğu kırmızı saati diğer eliyle de kavrıyor ve bu vesileyle iki eli de gözlerinde ki bakış gibi sarıyor saati. Yüzünde bir tepki yok. Kalbi sadece atıyor bu kızın. Simsiyah gözleri ilk önce duvarda ki saatte duruyor. Saat 11.45 ardından gözleri bütün boşluğu ile Doktor Bey'e dönüyor. "Tam otuz dakikadır." Diyor İnci buz gibi sesiyle. Doktor endişesini gizlediğini düşünürken küçük terler akıtıyor ve İnci gülümsüyor.

"Korkmayın lütfen." diyor kız. Doktor başını sallıyor onaylarcasına. İnci gözlerini ebelenmekten korkan Doktordan ebe olan Burak'a çeviriyor. Bembeyaz yatakta uzanan, yüzünde bir hareket bile olmayan, yaşama ihtimali sıfır olan Burak şu an bu yatakta nefes alarak uyuyor. Şefkat ile gülümsüyor İnci ancak farkında değil ki kalbi şefkat için kapalı. "Yaşamamalı." diyor İnci elinde ki saati sıkarken. "Yaşamamalı." diye tekrar ediyor. Kırmızı çelik saatin arkasını çeviriyor. 'ON/OFF' yazan düğmeyi 'ON' moduna getiriyor ve saat ayarlarını otuz beş dakika öncesine alıyor. "Yaşamamalı." diye yeniliyor sözünü. "Otuz beş dakika." diye ekliyor İnci. 

Kırmızı saatin kulak delici alarm sesi duyulduğunda İnci oturduğu tekli koltuktan kalkarak etrafına bakınıyor. Duvarda duran saate bakıyor yeniden İnci. Saat tam olarak 11.10. Zaferle gülümsüyor. Yatakta az önce büyük zarafeti ile uyuyan Burak şimdi kanlar içerisinde komaya giriyor. İçeriye giren Doktor kapıda duruyor ve birkaç salise sonra İnci'nin daha önce hiç duymadığı isimleri çağırıyor odaya. "Doktor." diyor İnci bütün sakinliğini koruyarak. Doktorun kalp atışlarını inceliyor istemsizce. Hızlı ritmini koruyan kalp atışları İnci'ye zevk veriyor ve zihninde ki kan kokusunu gerçeğe dönüştürmek için Burak'a bakıyor. "Kanaması var!" diye sesleniyor doktor. "Doktor." Diye yeniliyor lafını zafer gülüşüyle İnci. "Gelecek halinizde bir ölüsünüz." diye fısıldıyor kendi halinde. "Ancak ölmek için ilk önce yaşamanız gerekir." Diye fısıldıyor inci yeniden. Ruhunda hissettiği mükemmel haz duygusunu bastıramıyor ve kahkaha atıyor İnci. Doktor ise ruhuna fısıldanmış sözler eşliğinde duruyor. 

"Ölmek için yaşamak zorundayım." diye tekrar ediyor robotlaşmış sözüyle. Ağlıyor, kimsenin sesini duymadığını bildiği için ağlıyor isyankâr bir yapıda. Doktor her şeyi hissedebiliyor, bütün duyguların ondan söküldüğünü biliyor. Bunun farkında olmak onu çürütüyor. Hislerini kaybeden ruhu ilk önce acı duygusunu yok ediyor. Doktor elinde hissettiği sıcak sıvı ile yere çöküyor. Oda da bulunan diğer insanlar onu göremiyor, duyamıyor ve bu Doktoru yavaş yavaş öldürüyor. İnci oda boşaldığında kapıyı usulca kapatıyor ve yavaş adımlar ile birlikte Burak'ın yatağının yanında cenin pozisyonunu almış kanlar içerisinde yatan doktora doğru yaklaşıyor. Kan içinde kalmış yatakta uzanan Burak'ın yanına oturuyor ve elini onun elinin üzerine koyuyor. Doktor acısız bir şekilde yavaşça ölürken, ruhunun ruhuna eklendiğini hissediyor İnci. 

Gülümsüyor, doktorun ve Burak'ın mezarı olan bu odaya son kez bakıyor. Burak'ın başına bir öpücük bırakıyor ardından ayağa kalkıyor. Burak onun duygusuz hayatının duygusu olmasına rağmen ölümün acı vermediğini biliyor İnci. Burak ölmesi gerektiğini çok önceden söylemişti ona. Burak'a sonsuz bir güven taşıyor kalbinde ölü olmasına rağmen. Elinde duran kırmızı saati iyice kavrıyor ve dışarıda ki kimsenin duymayacağını bildiği halde Burak'a fısıldıyor zihninden. 

"Söz verdiğim gibi, ruhunu ruhuma kattım."

]]>
Mon, 14 Nov 2022 23:59:08 +0300 Slyheti
PAMUK PRENSES VE BİR CÜCE https://edebiyatblog.com/pamuk-prenses-ve-bir-cuce https://edebiyatblog.com/pamuk-prenses-ve-bir-cuce Günlerden Pazartesi idi. Soğuk bir kış akşamüstü yaşanıyordu Mavi Kasabası’nda. Güneş batmak üzere çoktan yola çıkmıştı. 

Gökçe derin bir nefes aldı ve vücudunda hissettiği soğukluğu hiçe saydı. Önce kafasını ayaklarına indirdi, ardından gökyüzüne doğru çevirdi bakışlarını. Mor ve pembe renklerinin dans ettiği bir manzara vardı önünde, dağlara hafif sis inmiş önünde duran ağaç topluluğu kar ile kaplanmıştı. Sağ tarafında küçük bir çam ağacı duruyordu Gökçe’nin. Bütünüyle karla kaplı olan bu ağaç diğerlerinden uzakta tek başına duruyordu. O kadar çok kar vardı ki üzerinde sadece birkaç parça dal görünüyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. 

Gökçe önünde duran kulübeye doğru birkaç adım attı. Küçük kulübenin hemen arkasındaki büyük kulübenin yanan ışığı söndü ve kapısı açıldı. İşte geliyordu! Gökçe hızlı hızlı adımlayıp kapının yanına kadar gelmişti bile. 

“Mehmet.” Dedi sevinç içerisinde.

Siyaha çalan saçlarında gezdirdi gözlerini Gökçe. Ardından ela gözleriyle buluşturdu kendi yeşil gözlerini. Tekerlekli sandalyesini karda zorla sürüklemeye çalışan Mehmet bakışlarını Gökçe’ye çevirdi ve gülümsedi.

“Annem beni çıkardı geri içeriye girdi.” Dedi mahcup bir şekilde. 

Gökçe bakışlarını evin penceresine çevirdiğinde yanan ışığı gördü. 

“Sorun değil sonra konuşurum ben onunla.”  

Mehmet sırıttı. Gökçe onun küçüklükten beri tek sırdaşı ve tek aşkıydı. Bütün Kasaba ikisinin ne kadar sevgi dolu bir çift olduğunu bilirdi. Gökçe, midesinde oluşan kelebekleri dindirirken Mehmet’in yanağına bir öpücük bıraktı ve tekerlekli sandalyeyi itmeye başladı.

“Bugün nereye gidiyoruz pamuk prenses?” dedi Mehmet. 

“Tepeye gideceğiz. Biraz oturur etrafı izleriz. Mahsuru var mıdır?” 

“Ne mahsuru bu cüce sizin emrinizde efendim.” Dedi Mehmet gülerek.

Gökçe kıkırdarken yolu yarılamışlardı bile.

Mehmet Gökçe’ye hep pamuk prenses diye hitap ederdi. Gökçe her ne kadar onun cüce olmasından hoşlanmasa bile Mehmet’in bundan zevk aldığını bildiği için ses etmezdi. Onun için hep prens olacaktı. 

“Bak ne kadar çabuk geldik gördün mü?!” dedi Gökçe sitem edercesine. 

“Bir şey dediysem dilim taşa dönsün! Ne oldu şimdi?” dedi ve güldü Mehmet.

“Hep mızmızlanırsın tepe dediğim zaman sen. Kesin gelirken içinden söylendin. ‘O kadar uzun yolu gidiyoruz ben de ona yük oluyorum. Böyle iş olmaz.’ Diye.” Mehmet küçük bir kahkaha saldı tepeden aşağıya. 

“Beni çok iyi tanıdığını biliyorum ama yanlış. Seni ne kadar çok sevdiğimi kendime anlatıyordum.” 

“Romantiklik size yakışıyor prensim ama yemezler.” Gökçe ve Mehmet karşılıklı olarak gülüşmeye başladıkları sırada gün iyice batmış hava da kararmıştı.

“Bir gün birimiz ölecek.” Dedi Mehmet birdenbire. 

“Yüksek ihtimalle ilk ben öleceğim.” Diye devam ettirdi sözünü. İçinde bunun burukluğunu taşıyordu. 

“Ne saçmalıyorsun sen Mehmet! Hemen söz veriyorsun bana ölmek yok!” 

Mehmet acıyla gülümsedi. Sözünü tutamayacağını bilse bile söz vermeliydi değil mi? Gerçekler acı verici ise her daim kaçmak en basiti olurdu. Şimdi sevdiğini gerçeklerin hain planlarıyla baş başa bırakmamalıydı. Kanser onu yenecekti bunu biliyordu ama Gökçe’yi daha fazla üzmek istemedi. 

“Söz.” Dedi sesinde oluşan isteksizliği gizlemeye çalışırken. Başarısız olmuştu, sesinde oluşan umutsuzluğu Gökçe çoktan fark etmişti. Bakışlarından belli ediyordu bir kere Mehmet. 

Gökçe aklına karışan bütün kötülükleri bir çırpıda siliverdi. Mehmet böyle yaparak sadece kendisine değil çevresindeki insanlara da zarar veriyordu. Ölüm aklından bile geçmemeliydi ama işte neler konuşuyordu dili. Tepeye geldiklerinde söylediği gibi dili taşa dönseydi de bunları söyleyemeseydi. Gerçi Mehmet’in aklını bilirdi o. Dili taşa dönse aklıyla düşlerdi ölümü. Gökçe çok korkardı ölümden. Belki de ölümden değil Mehmet’i kaybetmekten geliyordu korkusu. Derin bir iç çekti. 

“Söylediğin söz olsa bari Mehmet’im. İçime kurt düşürdün. Doktor kötü bir şey söyledi de benden mi gizliyorsun yoksa.” 

Gizlenmiş kötü olayların olmasından tırsıyordu Gökçe. Mehmet evvela Gökçe’yi düşündüğü için söylemediği olabiliyordu bazen. 

Mehmet kafasını sallayarak gülümsedi. Ölümü bilmek için doktora ihtiyaç yoktu ama Gökçe bunu akıl edememişti. Ya ölüme ya da yaşama sımsıkı sarılmak gerekiyordu. Mehmet’in bir eli yaşamın diğer eli ölümün yakasındaydı. Hayat Mehmet’in parmaklarını tek tek kaldırırken Gökçe yeniden tutuyordu elini. Bu aylardır bu şekilde ilerliyordu. Her şeyi bir yana atıp birbirlerine sarılıyorlar, hayatın açtığı yaralara merhem sürüyorlardı. Birisi elsiz kalsa diğeri ona el oluyordu. 

“Doktor ne desin. Aynı şeyleri zırvaladı durdu. Tedavi de tedavi. Sen varken ne tedavisine ihtiyacım varsa anlamadım gitti.” 

Gökçe gözlerini devirdi ve karşılıklı gülüştüler. Mehmet’in bu şapşal âşık halleri Gökçe’nin neşe kaynağıydı. Sürekli olmasa bile böyle ciddi anların hepsinde romantik bir beyefendi oluyordu Mehmet. Sempatiklik kanında vardı adeta. 

“Allah iyiliğini versin.” Dedi Gökçe. 

“Vermiş zaten daha ne?” dedi Mehmet sırıtarak. 

“Şapşalsın.” Dedi Gökçe ve gözlerini devirdi. Hep böyle şımartmaya çalışıyordu onu. Küçük çocuğunu sever gibi seviyordu Gökçe’yi. 

Gökçe ağaca sırtını yasladı ve yeni yeni görünmeye başlayan yıldızlara çevirdi kafasını. Artık akşam suları yerini geceye bırakmıştı. Hava kapkaranlıktı ama ayın ışığı yetiyordu simaları aydınlatmaya. Gökçe gözlerini kapattı ve derin bir iç çekti.

“Gökçe!” gelen şiddetli ses ürkmesine sebep oldu. İrkilerek ellerini kardan çekti ve kafasını kaldırmak için bir derman aradı kendinde. 

“Gökçe kızım iyi misin?” Gökçe sıçrayarak gözlerini açtı. Duyduğu her ses deprem etkisi yaratıyordu kafasında. Dizleri kardan ıpıslak olmuştu. Karşısında duran kulübelere baktı ve gözleri Mehmet’in evinde durdu. Işık yanmıyordu ve belki de o ışık hiçbir zaman eskisi kadar aydınlatmayacaktı sokağı. Bakışları pembe ve mor renklerinin karıştığı gökyüzünde gezindikten sonra

ellerine indi. 

“Cenazeye geç kalıyoruz kızım.” Dedi annesi ağlamaklı gelen sesiyle. 

“Cenaze…” dedi Gökçe. 

“Cenaze var.” Diye söylendi şok olmuş bir şekilde. Gözleri kocaman açıldı. Derin bir iç çekti ve homurdandı. Ağlamaya başlamıştı gerçeğin verdiği tokat hissi ile birlikte.

“Mehmet’in cenazesi var anne.” Dedi Gökçe gözlerinden yaşlar akarken. İnanamadığı ses tonundan belli oluyordu. Şok geçirdiğini düşündü annesi. 

“Mehmet ölemez ki!” dedi isyan eder şekilde. 

“Söz vermişti.” Ellerini kara koydu ve dizlerinin üzerinde doğruldu. Alnını kara yasladı ve devam etti. 

“Bana vermişti anne! Bana söz vermişti.” 

Cenazeye giden herkes Gökçe’yi izleyip ağlamaya başlamışlardı. 

“Anne söz vermişti.” Dedi Gökçe. Boğazı acıyordu. Çırpındı. Çırpınması bir fayda etmedi. Soğuk bütün vücudunda gezindi ve irkilmesine sebep oldu. 

Annesi ve kız kardeşi Gökçe’yi kollarından kaldırıp defnedilecek yere kadar götürdüler. Defne bütün yol boyunca yerde sürünmekten farksız bir şekilde ilerlemişti. Her kasının hareketini hissedebiliyordu ve her hareketi acı olarak geri dönüyordu. Ruhsal acı Gökçe’nin bedeninde artık fiziksel bir hal almaya başlamıştı. Gökçe cenaze yerine geldiğinde görmek istemediğini belli edecek şekilde yüzünü buruşturdu. Yeşil gözlerinin altı morarmış, gözünün içi ağlamaktan kaynaklı kızarmaya başlamıştı. Kumral saçları arkadan topuz bir şekilde bağlanmış ve hafif dağılmıştı. Dağınık saçları rüzgârdan dolayı yüzüne çarpıyordu. 

Mehmet gömüldükten sonra herkes dağılmış, orada sadece Mehmet’in annesi ve Gökçe kalmıştı. 

Sevil hanım, Mehmet in annesi, birkaç dua okuduktan sonra su alabilmek için ayrılmıştı gözyaşları içerisinde. 

“Hani emrimdeydin yalancı.” Dedi Gökçe dizleri üzerinde toprağa oturduğu sırada. Sağ eli ile gömüldüğü yeri sevdi. 

“Ölmek yok demiştim cüce.” 

“Söz vermiştin ya Mehmet’im.” 

Gökçe hıçkırarak ağlamaya başladığında sesini Mehmet duyar diye kendini susturmaya çalıştı. Her ne kadar başarısız olsa bile kendini dizginlemeyi başarmıştı. 

“Ölmedin biliyorsun değil mi Mehmet. Bugün yeniden senle bir anımızı anımsadım. Sen her zaman benim düşlerimde yaşıyor olacaksın. Öncelikle kalbimdesin, hayallerimde hâlâ seninle. Eksik olan tek şey ellerimiz biliyorsun değil mi?” 

“Mehmet...” kelimeler kifayetini yitiriyordu her geçen saniyede. Gökçe derin bir nefes aldı. Kalbi acı içerisinde kıvranırken zihni ona oyunlar oynuyordu. Acısını dindirmek için olan bir oyun muydu yoksa alçakça bir komplo mu bilmiyordu. İhanete uğruyordu kendi tarafından. Canının acısı o kadar çoğalıyordu ki geçen her saniyede, gözlerinden dökülen yaşlar artık bir anlam ifade etmeyi bırakmıştı. 

Eline bir avuç toprak alıp kokladı. 

“Sen gibi kokmayacak.” Derin bir iç çekti. Nefesini burnundan verirken bile canı yanıyordu. 

“Bir avuç toprak sana ait olacak Mehmet.” Kalbi acı karşısında tepki vermeyi bırakmıştı sanki. İçinde oluşan sızıya gelen bir derman yoktu. Açık yarasına merhem sürebilecek tek insan şimdi toprağın altında yatıyordu.

“Hak ettiğin bu değildi.”  

“Biz beraber iken tüm dünyalar bizimdi Mehmet. Şimdi eşsiz bedenine düşen yere bak.” Kafasını toprağa yasladı ve konuşmaya devam

etti.  “Ruhun özgür mü prensim?

“Söyle de huzur bulayım.” 

Gökçe her zaman işin sonunda ölüm olduğunu biliyordu. Kendi içerisinde yok saymıştı her zaman. Şimdi bu durum gelip çattığında ölümün farkına iliklerine kadar varmıştı. Gökçe titremeye başlamıştı.

Vücudunun dermansız kalmasından mıdır yoksa havanın soğukluğundan mı bilemediği için kafasına takmamıştı en başından. İçinde yanan alev söndüğü için ısınmıyordu artık. Bir yorgunlukla kapatıp açtı gözlerini. 

“Sen varken hiç üşümüyordum. Baksana şu halime, titriyorum soğuktan Mehmet.” İçi üşüyordu Gökçe’nin. Kalbine sardığı örtüsünü elinden almışlardı ve şimdi kalbi buzdan bir kalede çıplak kalmıştı. Ruhuna bir kelepçe bağlanmış gibi hissetse de kendini Mehmet özgür diyerek rahatlatıyordu. 

“Kızım.” Dedi Mehmet’in annesi gitmiş sesiyle.

“Gün bitiyor. Evine git yarın gelirsin.” Şu halde bile Gökçe’yi düşünüyordu. Gökçe kendini toparlamaya çalışıp elinde kalan bir avuç toprakla ayağa kalktı. Mehmet’in annesini bir de kendi derdiyle üzmek istemediği için sesini çıkarmadı. 

Sevil Hanım’ın gözlerine baktı kısa bir süreliğine. Kan çanağına dönen gözleri kederli ve boş bakıyordu artık. Gökçe bir kez daha derin bir nefes aldı ve hep birlikte oturdukları tepenin olduğu yere doğru ilerledi. 

Tepeye vardığında gün çoktan batmış, Ay kendini göstermişti. Yeniden düzen kendini göstermiş akşamdan sonra gece olmuştu. 

“Karanlıkta buraya gelmekten hiç hoşlanmazdın ama ben seni hep Ay’ı izlemek için buraya getirirdim.” Bir daha birlikte burada oturamayacaklarının verdiği farkındalık ile göğsünde, tam sol tarafında bir acı hissetti. 

“Ruhun hep benimle kalacak biliyorum.” Dedi ufak, acı dolu bir tebessüm yerleştirerek yüzüne. 

Gökçe hep oturduğu ağaca yasladı sırtını. En sevdiği ağaç meğerse Mehmet ile anlam kazanıyormuş bunu anladı. İçine ağır gelen acı ve kocaman bir boşluk ile derin bir nefes daha alıp verdi. Ardından gözlerini o günün bütün ağırlığına karşı kapattı ve zihninin alçak oyunlarına feda etti kendini. 

]]>
Mon, 31 Oct 2022 02:55:00 +0300 Slyheti
KOZMOS https://edebiyatblog.com/kozmos https://edebiyatblog.com/kozmos KOZMOS

Kozmos adı verilen bir şirket kurulmuştu 2046 senesinin girişinde.  Düşünce gücünün ve beyin kontrolünün insan üzerinde olan etkilerini, ne kadar kontrol altında tutabildiğimizi görebilmek içindi. İnsan oğlunun yıllarca kaçtığı bir gerçekliği bulmak, kapasitemizi öğrenebilmek, insanın neden en üstün ırk olabildiğini tam anlamı ile anlayabilmek için kurulmuştu. Kuzgun diğer on denek ile  gözlerinde bulunan siyah kumaş parçaları eşliğinde bir odaya girdi. Önlerini göremedikleri için adının Mustafa olduğunu bildiği orta yaşlarda bir adam onlara yol gösteriyordu. En sonunda bir yere oturdular ve derin derin nefes almaya başladılar. Kimisi stres içerisinde kimisi ise heyecan içerisindeydi. Kuzgun ne olacağını bilmeden öylece oturuyordu, ne bir stres ne bir heyecan vardı içerisinde. Kendi kapasitesine inanmak istiyordu ama bilinci olabilecekleri algılamakta zorluk çekiyordu.

Mustafa Bey en sonunda ortamda bulunan sessizliğe bir son verdi. “Cesur davranmanız gerekecek.” Derin bir nefes aldı ve yüzlerce deneğe tekrar tekrar söylediği cümleleri yeniden yeni bir denek grubuna sarf etti. “Derin bir nefes alın ve nefesinizin zihninizde toplandığını hissetmeye çalışın.”

“Aldığınız her nefesin, her hücrenize güç verdiğini düşünecek ve zihninizde oluşacak olan görüntüye yardımcı olmasını sağlayacaksınız.” Diye devam etti sözüne.

“Sizin beyniniz, sizin kontrolünüz.”  Dedi ve sol elinde duran beyaz balonu bembeyaz odanın içerisine bıraktı. Balon aşağıya doğru inerken konuşmaya devam etmek adına boğazını temizledi. “Cesur davranmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Korkmadan denemeniz gerekiyor.” Diye sonlandırdı ve bir yudum su aldı bardağından.

Kuzgun duyduklarını sindirirken bir kere daha derin bir nefes aldı ve hayal etmesi gereken şeyi bulmakla uğraşmadı. Birkaç saniye ardından Mustafa Bey konuşmasına devam etti. “Kırmızı bir oda düşünün.” İki derin nefes sonrasında konuşmasına devam etti. “Bu kırmızı oda sizin zihniniz.”

Sağ eliyle alnında duran birkaç parça teri sildi ve konuşmasına döndü. “Şimdi ise içine beyaz bir balon yerleştirin. Bu ise sizin beyninizi potansiyeline ulaştırmanıza engel olan  her şey.” Bunu yüz kere hatırlatmak istemiyordu ama devam etti. “Cesur olmak zorunda olduğunuzu tekrar hatırlatıyorum.” Sesi nahif ve insanları rahatlatmaya yetecek kadar yumuşak çıkıyordu. “O balonu patlatmak sizin kapılarınızı açacak, zincirleriniz kırılacak ve nihayetinde özgür kalacaksınız.”

“Ancak bunu aranızdan herkes yapamayacak ve yapamayanlara elveda etmek zorunda kalacağız.” Şimdi denekleri zor kısım bekliyordu. Herkes sırayla gözünü açacak ve kırmızı odayı görmeye çalışacaklardı. İnsanların büyük bir çoğunluğu öncelikle beyaz odayı görüyor ve balonu seçemiyorlardı, çok az bir kısmı beyaz odayı gördükten sonra kırmızıya çevirebiliyordu. İşte şimdi Kuzgun stres olmuştu. Ne olacağını bilmiyordu ve henüz buradan gitmek istemiyordu. Kırmızı oda zihninde çoktan canlanmıştı bile. Eksik olanın cesareti olduğunu düşündü.

“Oturduğunuz yerin sağında iğneler var. Sırayla başlayın. Öncelikle Elfin.” Elfin göz bandını yavaşça çıkardı ve kırmızı oda karşısında şaşkınlığa uğradı. Ortada duran beyaz balona doğru gitti ve hızlıca patlatıp dışarı yöneldi. Yeni balonlar konuldu ve sırayla herkes yaptı. Kuzgundan önce duran üç kişi yapamayıp çıkış kapısına yönelmişlerdi.

“Yapabilirim.” Diye telkin etti kendini Kuzgun. Yapmak zorunda hissediyordu kendini, eğer yapamazsa kendi kapasitesini asla bilemeyecek ve bilinçaltı ile asla tanışamayacağını biliyordu. Kozmos onun için bir şanstı.

“Kuzgun.” Dedi Mustafa Bey sakin bir şekilde yeni balonu yere bırakırken. Kuzgun göz bandını çıkardı ve yanına bırakılmış uzun ince gümüş iğneyi alıp ayağa kalktı. Karşısında gördüğü görüntü beyaz idi. Gözlerini kırpıştırdı ve derin bir nefes aldı. Gözlerini sımsıkı yumduktan sonra derin bir nefes daha aldı ve gözlerine açtı. Yavaş bir şekilde kırmızıya boyanan odanın içerisinde yerde duran beyaz balon kendini belli etmişti. Beyaz balon gerçek miydi yoksa zihninde oluşturduğu bir görüntü mü? Gerçek olması gerekiyordu çünkü bütün balonun patlama seslerini duymuştu.

Kendi içerisinde ne yapması gerektiğini sorguladı. Kendini, o balonun patlaması sonucunda özgür kalacağına adapte etmişti ancak sadece kendinin değil şu ana kadar bastırdığı her şeyin de özgür kalacağının farkındaydı. Derin bir nefes aldı. Bunu yapması gerekiyordu. Bunu yapacak cesarete sahip olmak zorundaydı çünkü bütün hayatını omuzlarında duran geçmişin yükleri ile yaşayamazdı. Ona engel olan ve korku veren şey ise buydu zaten. O yükleri omzuna unutabilmek ve taşımaya alışmak için atmıştı ama şimdi tekrar önüne alıp bütün yükleri tek tek ayıklaması gerekecekti.

“Yapabilirsin.” Dedi kendine içinden. İğneyi baş ve işaret parmağının arasında döndürdü ve sıkıca kavradı. Balona yavaş yavaş yaklaştığı sırada içerisinde büyük bir korku yangını sönüyor yerini cesaretine bırakıyordu.

Balonun yanına geldiğinde duraksadı ve gözlerini kapatıp birkaç saniyesini orada geçirdi. Gözlerini açtığında hızlıca yere eğilip balonu patlattı. Balonun yankılanan sesi kulaklarını aşarken içindeki rahatlamayı tanımlayamıyordu bile.

“Tebrik ederim Kuzgun Bey. Sol taraftan çıkıp kartınızı alabilirsiniz. Bir sonraki seansta görüşmek üzere.” Dedi Mustafa Bey. Kuzgun sesin geldiği yere doğru döndüğünde kırmızı oda kaybolmuş yerine ilk başta gördüğü beyaz yer gelmişti. Başıyla Mustafa Bey’in tebrik dileğini kabul etti ve bahsi geçen yerden dışarıya çıktı. Kartını aldı ve evine gitmek için otobüs durağında beklemeye başladı. Kuzgun sakin, tek yaşayan bir beyefendiydi. Çok fazla tanıdığı insan yoktu ve bu ona huzur veriyordu. Geçmişini sevmez konuşmaktan hoşlanmazdı. Sıradan bir insan olmaktan memnundu ve bundan asla şikayetçi olmamıştı. Cesur bir adam değildi ve belki de hayatında yaptığı en cesurca şey geçmişini zihninde açmak olacaktı.

İnsanların büyük bir çoğunluğu için bu cesaret gerektiren bir şeydi. Yaşamak, düşünmek cesaret isteyen şeylerdi. Zihni yeniliklere açmak ve onu geliştirmek için fedakarlıklar yapmak cesaret gerektiren bir işti. Bugün birçok insan dünya üzerinde korkaklık yapmış olsa bile Kuzgun şirketten gülümseyerek çıkmıştı çünkü kendi bileğini bükmeyi başardığını biliyordu.

İşin en zor ve cesur olunması gerektiği kısımda buydu ya işte. Kendi bileğinizi büküp, kendinizi sürekli aşmanız gerekiyordu. Kulaklıklarını kulağına taktı ve şarkının bedenine, zihnine iyi gelmesine izin verdi. Otobüsten gelen konuşma seslerini kulaklığın ardından duyabiliyordu. Umursamadı ve bundan haz almaya çalıştı. Şimdiden oluşan değişimlerin farkında olabiliyordu. Belki psikolojik olarak belki de bu şekilde olması gerektiğinden böyle düşünüyor ve beyni buna odaklanıyordu. Mutlu olmaya.

Rahatlamış ve birazda yüklerinden kurtulmuş gibiydi. En azından şu an böyle hissediyordu ve bundan memnundu.

Zihin, düşünce, bilgi, evren ve bu tarz her şey çok karmaşık gelmişti her zaman Kuzgun’a. Her zaman kendini bu evrenden, bu düzenden dışlanmış hissederdi lâkin şimdi çok daha ait hissediyordu kendini. Bu düzenin olmasa bile bu evrenin bir parçasıydı ve orta boyutlarda beyaz bir balon evrenin onu kabul etmesi için bir sebep vermişti sanki. Gözlerini kapattı ve düşünmekten çekinmedi.

Bugün birkaç kişi daha ruhundaki prangalardan kurtulmuştu, bugün birkaç insan daha içlerindeki ışığı görmüş ve umutlarını tazelemişti. Bugün birkaç insan daha hayata tutunmak için sebep bulmuştu. Bunun verdiği küçük ama tatlı huzur ile uykuya daldı Kuzgun.

]]>
Sun, 21 Aug 2022 10:51:20 +0300 Slyheti
SAUDADE https://edebiyatblog.com/saudade-3369 https://edebiyatblog.com/saudade-3369  

SAUDADE:

Günlerden Pazartesi idi. Hande uçağından indiğinde havayı içine çekti ve gözlerini etrafında gezdirdi. Kanada’nın kuzeyinde bulunan Saudade adasında gün batmak üzereydi. Hande bu ortalama büyüklüğe sahip adanın sahibinin kızıydı. Saudade adı verilen şirket babası Murat Bey’e aitti.

Adanın tam ortasında neredeyse altmış dönümlük bir alan yarım daire içerisinde kapatılmıştı. İçeriye girdiğiniz zaman sizi kocaman binaların, ormanlık alanların, göllerin, köprülerin olduğu modern ve küçük bir yaşam alanı bekliyordu. Saudade adasının kapalı havasına rağmen çemberin içerisinde oluşturulmuş olan simülasyon sayesinde günlük güneşlik bir hava yaşanıyordu içeride. Dış mekânda var olan, araştırma ekiplerinin ve kontrol panellerinin bulunduğu büyük binalarda gezdirdi gözlerini Hande.

A bloğundan yeni çıkmış olan Deniz Bey hızlı adımlarla Hande’nin yanına ulaşmıştı. İçerisinde bir endişe bulunuyordu. Her şeyin kusursuz bir şekilde hazırlanmış olması gerekiyordu, kusur çıkmasından tırsıyordu içinde.

“Hoş geldiniz.” Dedi merdiven basamaklarını inen Hande’ye karşı. Deniz kendi içinde bu kadından haz etmiyordu. İşin başında olmasaydı yüzüne bakacağı bir insan bile değildi ancak ekmek parasıydı ya işte, sesini çıkaramıyordu. Hande biraz bencil, kırk yaşlarına yaklaşmış bir kadındı, aynı zamanda mühendislik yapıyordu ve buranın tasarlanmasında büyük bir rol oynamıştı. Babasının yerini doldurmaya başladığından beri içerisinde var olan bencillik adeta harlanmış ve daha da çoğalmıştı. Bu yüzden genelde çalışanları tarafından sevilmezdi.

“Denekler geldi mi?” diye sordu Hande.

“Hepsinin hafızası temizlendi efendim. İçeri alındılar hepsi uyandırılmayı bekliyor.” Hande memnuniyetle başını salladı. “Güzel.” İnsanlar üzerinde uygulanan bir deney yapmak başta Deniz’e hoş gelmemiş olsa bile kendini bunun zararsız olduğuna inandırmak istemişti. Deneklerin simülasyon içerisinde geçirecekleri tam yüz günleri vardı. Yüz gün içerisinde deneklerin üzerinde ilaçlar denenecek ve zamanla oluşan etkileri gözlemlenecekti. Bunların hepsinin yanında yirmili yaşlarına yaklaşmış yaklaşık yüz insanın hayata sıfırdan başladıklarında neler yapacaklarını, ne gibi tepkiler göstereceklerini ve birbirleri ile uyum sağlayıp sağlayamayacaklarını da raporlayacaklardı.

Hande söze girmeden önce boğazını temizledi ve yanındaki görevlinin uzaklaşması için bir kaş hareketi yaptı. Görevli uzaklaşır uzaklaşmaz başını Deniz’e doğru çevirdi.

“Özel bir istekte bulunacağım ve bu aramızda kalacak.” Deniz şaşkınlık içerisinde başıyla onayladığını belli eden bir hareket yaptı. “İlaca olumsuz reaksiyon gösteren bütün denekleri öldüreceksin ve ardından raporuna da bu ölümün ilaç sebebiyle olduğunu yazacaksın.”

“Ama…”

“Ve bunların hepsinin yanında olurda herhangi bir denek sorun çıkarırsa sual etmeden öldür. Gerekirse yenisini getirtiriz. Benim düzenimi bozmaya cüret edecek her insanı ölü olarak istiyorum. Denizin dibine gömersiniz.”

Deniz nutku tutulmuş bir şekilde dinliyordu Hande Hanım’ı. Derin bir nefes aldı ve son sözlerinden sonra itiraz etmekten vazgeçerek başını iki yana olumlu anlamda salladı.

“Güzel, ben şimdi odama gidiyorum ortalıktan kaybolayım deme.” Deniz kafasını eğip bir kere daha sorgulamadan başıyla onayladı. Hande kumral saçlarını omuzlarından alıp arkasına attı ve B bloğa doğru ilerlemeye başladı. Deniz laboratuvara doğru ilerlerken içindeki sese hâkim olamıyordu. Yanlış bir şeyler oluyordu ve buna nasıl engel olacağını bilmiyordu. Bir insanın canını nasıl alabilirdi bir insan aklı varmıyordu. Bloğuna girdiğinde laboratuvara doğru ilerledi. İçeriden gelen yoğun telefon sesi susmak bilmiyordu.

“Alo?”

“Denekleri uyandırın.”

“Tamam efendi-“

Yüzüne kapanan telefon ile gözlerini devirdi Deniz. Laboratuvardan uyandırmak için gerekli olan malzemeleri aldı ve simülasyon alanına doğru ilerlemeye başladı. A blok ile simülasyon merkezinin arasında neredeyse beş yüz metre vardı. Hızlı adımlarla ilerlemeye başladı Deniz.

Hande odasına gelen eşyaları yerleştirmiş ardından da ofisine geçiş yapmış ve deneklerin uyandırılması için gereken emri vermişti. Kusur istemiyordu hiçbir şeyde. Bunun yanında kusur oluşturabilecek herhangi bir şey olursa ondan kurtulmak için her şeyi göze almıştı. Babasını gururlandıracak ve bu deneyden bir şekilde olumlu sonuç alacaktı öyle ya da böyle.

Milyarlar harcanan bu deneyden çoğu insanın haberi vardı ve buraya gelen insanların tamamı gönüllü olarak seçilmişti. Ancak bazı şeylerden sonradan haberleri olmuştu deneklerin. Hafızalarını kaybedeceklerinden habersiz gelen yüz insanın sorun çıkarması beklenirdi elbette. Kim böyle bir şey isterdi değil mi? Hande her iki denek için bir personel görevlendirmişti, bu sayede kargaşa ortamı engellenerek denekler simülasyon için hazır bir hale getirilmişti.

Simülasyon merkezine girdiğinde yorgunluğun verdiği his ile birlikte dizlerine koydu ellerini. Derin bir nefes aldı ve ardından dikleştirdi bedenini. İçeride duran görevliler gri üniformalarını giymişti. Üzerlerindeki Saudade yazısının parlaklığı göz kamaştırıyordu. İçerisi uzay mekiklerini andırıyordu, gri her yerin bolca teknoloji içerdiği bir yerdi. Merkezde kontrol panellerinin bazıları bulunuyordu. Daha kritik olanlar A bloğun üçüncü katında bulunmaktaydı.

“Devrim emir geldi, uyandırıyoruz.” Deniz bütün getirdiği malzemeleri gerekli yerlere yerleştirerek Devrim’in uyandırmak için gerekli şeyleri yapışındaki telaşı izledi.

“Uyanıyorlar.”

“Bu kadar hızlı mı?” dedi Deniz şaşkınlık içerisinde.

Beş dakika içerisinde bütün denekler uyanmıştı. Deneklerden bir tanesi olan Çağla yanında bulunan denek partneri Mert ile uyanmıştı. Her şeyden habersiz bir şekilde uyanmış olan diğer denekler gözlerini gölden ayıramıyorlardı.

“Neden buradayız.” Dedi deneklerden birisi olan Derya. Çağla sesini çıkarmadan görevli olarak düşündüğü kişinin göldeki deneklerin yanına gelişini izledi. “Merhaba arkadaşlar.” Dedi Deniz. Peşinden gelen diğer görevliler de durdular ve deneklerin kendilerine gelişlerini izledi.

“Hepinize eviniz gösterilecek. Görevlilerinizin adları ceplerinizdeki kâğıtlarda yazıyor. Görevliniz aynı kişiyse partnersiniz demektir.” Herkes ne olduğunu anlamadan tek tek ceplerindeki kâğıtlarda yazan yazıları okumaya başladılar. Sıra Çağla’ya geldiğinde “Deniz.” Dedi ve Deniz bir hışımla yanına gelip kâğıdı aldı elinden. Normal şartlarda kâğıtlardan hiçbirinde onun adının yazmıyor olması gerekiyordu. Sorgulamadı ve deneğin yanında durdu. Sıra Mert’e geldiğinde o da aynı ismi zikretti ağzında. Deniz diğerlerini beklemeden deneklerini aldı ve gölün birkaç metre ilerisinde olan kulübeye doğru ilerledi.

 “Burası sizin eviniz.” Dedi eliyle kulübeyi göstererek. “Çok güzelmiş.”

“Uyandığınızda elinizde bir bilgilendirme kâğıdı olması gerekiyordu.” Dedi Deniz çekingen bir ses tonuyla. Mert konuşmamakta ısrarcı davranıyordu.

“Burası neresi?” diye söze girdiği Çağla.

“Saudade.”

“Orası neresi.” Diye diretti.

“Kanada’ya ait pek bilinmeyen bir şehirdesiniz. Daha önce duyduğunuzu zannetmiyorum burası biraz küçük bir yer.” Dedi ve susması için tanrıya dua etti içerisinden.

“Peki.” Dedi Çağla kabullenircesine. Kafası hâlâ karışıktı Çağla’nın. Keza Mert’in de öyleydi.

“Benimle iletişime geçmek isterseniz şurada gördüğünüz kırmızı düğmeye basmanız yeterli. Kısa süre içerisinde gelirim.”

“Sen nerede kalıyorsun ki?” dedi Çağla. Deniz içinden lanet okuyordu Hande’ye. Bunu Deniz’i bilerek zora sokmak için yaptığını fark edebiliyordu. Derin bir nefes aldı. Zaten simülasyon içerisindeki insanların görevlileri de simülasyon içerisinde kalmak zorundaydı. Bu nedenle hem öldürme görevini hem de bu iki deneği salmıştı üzerine.

“A1 caddesinde bulunan 3. gökdelende. Sorun mu var?” dedi Deniz artık soru istemediğini belli edecek şekilde.

“Sorun yok.”  Dedi Mert uyarır bir halde Çağla’ya bakarken. Çağla homurdandı ve evin içerisinde gezinmeye başladı.

“Gökdelenler içerisindeki bir şehirde böyle küçük ve şirin bir kulübe çok garip, çok güzel.” Dedi Çağla.

“Bence de.” Dedi Mert başıyla destekleyerek kendini.

“Baksana bir buraya.” Dedi Çağla sesinin derinlerinden gelen bir heyecan içerisinde.

“Dışarı çıkalım mı? Gezer sonra geri geliriz. Hem yurtdışında böyle ufak şirin bir yere gelmişken görmeden geri dönmek olmaz değil mi?” Mert partnerinde olan ani duygu değişimlerine anlam veremiyor olsa bile umursamadan uyum sağlamaya çalıştı. Öğrendiği üzere burada kısa bir süreliğine duruyorlardı. Önemli olanın tadını çıkarmak olduğunu düşündüğü için olabildiğince ses çıkarmamaya çalışacaktı.

“Hande Hanım.”  Hande oturduğu sandalyeyi pencereden sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Personellerden bir tanesi karşısında dikiliyordu.

“Dinliyorum.”  Hande tahammülsüzlük ile homurdandı. “Evet?”

“Deneklerin hepsi uyandı efendim. Sorunsuz bir şekilde hepsi konaklayacakları yerlere yerleştirildi. Görevliler denekleri ile tanıştı ve görevlilerde kendi evlerine yerleştiler. Sokaklardaki ve simülasyonun tepesindeki hareketli kameralar etkinleştirildi.”

“Tamamdır, çekilebilirsin.” Dedi Hande yüzüne yerleştirdiği zafer tebessümü ile.

Bu sırada Çağla ve Mert komşuları ile karşılaşmış ve tanışmışlardı. Merve, Burak, Kerem ve Sima yanlarında bulunan iki katlı evi paylaşıyorlardı. “Yarın ilk ilaç günü.” Dedi Sima.

“Nelerle karşılaşacağız bakalım. O bilgilendirme metni çok kafa karıştırıcıydı.” Dedi Merve bakışlarını Simanın üzerinden çektikten sonra.

Gün batışı simülasyon olsa bile insana huzur verecek cinstendi. Denekler bir adada olduklarını bilmeden huzur içerisinde yaşayıp gidiyorlardı. Kimsenin  bunu bozmaya niyeti yoktu şimdilik. İlk bir hafta ilaçlar düzenli bir şekilde verildi ve hiçbir denekte yan etki gösterilmedi. Girilen ikinci hafta belki de yarı yarıya indirecekti denek sayısını. Hepsinin vebali Deniz’in üzerinde olacaktı ve henüz buna hazır değildi. Günlerden pazartesi Çağla spor salonunda okçuluk konusunda kendisini iyiden iyiye geliştirmişti. Başını koşu bandında koşan Mert’e çevirdi.

“Bana mı bakıyorsun sen?” dedi Mert sırıtarak. “Hayır.” Dedi ve oku hedefe fırlattı.

“On ikiden vurduğuna göre kesinlikle bana bakıyordun. Şans işte.” Dedi ve kahkaha attı Mert.

“Kafana bir elma alda bakalım şans mı değil mi. Belki senin şansın vardır da kafandan vururum. Okunu hedeften aldıktan sonra tekrar nişan aldı.

“Peki bugünden itibaren gözlem haftamızın başlaması hakkında ne diyorsun?” dedi Mert.

“Her şey Cuma belli olacak. Ne yalan söyleyeyim şu ana kadar kimsenin ölmemesini bile şans olarak değerlendiriyorum.” Oku fırlattıktan sonra derin bir iç çekti.

“Burada bir hata var Mert.” Dedi Çağla.

“Ne gibi?” dedi merakla Mert. Şimdiye kadar Çağla’dan burası hakkında birçok teori dinlediği için şaşıracağı bir şey söylemesini umdu.

“Kimse sesini çıkarmıyor ama bir gariplik var işte. Örneğin geçen gün bir annem var olduğunu hatırladım ama ismini bilmiyorum.”

“Ya ben de bir sorun var ya da gerçekten bir hata var.” Dedi Çağla yayı bir kenara bırakıp.

“Ben annemin adını biliyorum. Senin annenin adı da mutlaka yazıyordur bilgi kağıdında.” Dedi Mert.

“Ne kâğıdı.”

“İkinci gün Deniz’in bıraktığı kâğıtlar. Kayıt kâğıtlarımız.”

“Peki, onu okumadan önce de biliyor muydun annenin adını?”  “Ya da annen hiç aklına geldi mi?” dedi Çağla birkaç adım daha Mert’e yaklaşırken.

Mert düşündü. Gerçekten de anne adını okuyana kadar aklında hiçbir şey canlanmamıştı. Normal şartlarda annesine düşkün birisi olduğunu biliyordu ama gözlerini burada açar açmaz düşünebildiği tek şey hiçlikti. Zihni pırıl pırıl sanki yeniden yaratılmış gibiydi. Bu yüzden ne düşünmeye zorlamıştı kendini ne de sorgulamaya. Deneklerin haberi olmadan onları uysallaştırmak için ayrı bir ilaç hazırlanmış ve uyandırılmadan kısa bir süre önce kanlarına enjekte edilmişti. Zihni yumuşatıp düşünmelerini önleyecek güzel bir formüldü bu.

Hande, elinde tuttuğu kâğıtları masaya koydu.

“Sima denilen kızın sonuçları olumsuz gözüküyor. Hastalığında hiçbir gelişme yok tam tersine kız gittikçe kötüleşiyor.”  Dedi Deniz’e dönerek. Deniz irkildi. Bunun sonunun ne olabileceğini düşünmek bile istemiyordu.

“Birkaç gün daha beklememiz gerekmez mi efendim?” dedi çekingen bir ses tonuyla.

“Tanrı aşkına söyler misin neyi bekleyeceğiz? Daha da rezil bir hal alacak ve belki de bulaştırıcı olacak hastalık. Buna göz yumamam. Katiyen olmaz böyle bir şeyi kabul edemem. Bulaşıcı çıkacak herhangi bir şey sonumuzu getirir. Birçok şeyi bu deneye bağladım ben. Sana söylediğimi yapacaksın Deniz. O kızın sabaha kadar infaz edilmesini istiyorum. Derhal!” dedi Hande sinirlerine hâkim olamadığı bariz bir şekilde belli iken. Derin bir iç çekti. Olumsuz hiçbir şeye yer yoktu o simülasyon içerisinde. Olumsuzluk demek başarısızlığa yakın olmak demekti ve buna asla izin vermeyecekti. Sinirle soludu ve başını ne yapacağını düşünen, çaresizce çare arayan Deniz’e çevirdi.

“Ne duruyordun sen burada hala! Çekil git de görevini yap.” Deniz odadan çıktıktan sonra ellerini hafiften beyazlarının olduğu saçlarında gezdirdi. Çalışan insanlardan nefret ediyordu içinden. Hepsi emir almaya muhtaçtı ve bu durum onu çileden çıkarıyordu.

Deniz endişesini belli etmemeye çalışarak simülasyon merkezine giriş yaptı. “Beni içeri alın.” Dedi ve görevliler hemen Deniz’i içeriye girmeye uygun bir şekilde hazırladılar. Öncelikle gri üniformasını giydirdiler ve ardından içerideki mekanizmaları rahatlıkla görebileceği bir gözlük yerleştirdiler. Deniz içeriye girdiğinde yanında hiçbir silah bulunmuyordu. Bu nedenle sessiz bir şekilde bitirmeliydi bu işi. Tek başına halledecek olması onu daha da panikletiyordu. Öncelikle Simanın konakladığı yere gitti Deniz kendini sakinleştirmeye çalışırken.

Sima bahçede oturuyor elindeki dergiyi inceliyordu. Deniz kimsenin duymayacağına emin olduktan sonra kızcağıza seslenip yanına çağırdı.

“Senin sorumlun ile bir sorun yaşadığını duydum Sima. Biliyor musun bilmiyorum ama ben görevlilerden sorumlu kişiyim. Bu yüzden seninle bu konu hakkında konuşmamız lazım. Lütfen benimle birlikte gelir misin?” dedi ve yürümeye başladılar birlikte. Ormanın içerisine iyice girmişlerdi ki Deniz durdu.

“Sorunlu insanlara aramızda yer yok ne yazık ki.” Dedi ama farkında olmasa bile sesi titriyordu. Kız Deniz’e göre çok kısa kalıyordu. Kahverengi gözlerini kızın mavi gözlerine dikti ve son kez baktığını bilerek baktı. Elini kızın ağzını ve burnunu kapatacak şekilde yüzüne götürdü. Sima şaşkınlıkla gözlerini açtı. Her yanını korku sarmıştı. Çığlık atmayı denedi ama ağzını saran elden dolayı sesi çıkmıyordu bile. Deniz gözleri dolu bir şekilde konuştu.

“Özür dilerim.” Dedi.

“Çok özür dilerim.” Kızı yere düşürdükten sonra başını sert kayalığa çarptırdı. Yaptığı şeyin farkına vardıktan sonra elini çekti hızlıca. Kızı kollarından tuttu ve simülasyonun içinde kimsenin rahatlıkla bulamayacağı bir yere bıraktı. Elleri titriyordu. Kendine lanet etti. Tekrar tekrar kendine ne yaptığını soruyordu.

“Bir insanı nasıl öldürdüm ben!” dedi.

“Nasıl?”

Şok olmuştu ve ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu, bilemiyordu. Kızın yüzü gözünün önünden gitmezken bu vicdanla nasıl yaşayacağını sorguladı. Nasıl göz yumacaktı ki vicdanı bu işe. Bilmiyordu. Kendinden bir seri katil oluşacaktı çok yakında. Eline, yakasına birçok insanın kanı bulaşacaktı ve bunu bilmek Deniz’i adeta içten içe çürütüyor, insaniyetini elinden alıyordu. Titreyen eline telefonunu aldı ve Hande’nin yanında çalışan personellerden bir tanesini aradı.

“Hande Hanım’a işinin hallolduğunu söyleyebilir misin?”

“Tamam, efendim.” Dedi karşıdaki ses. Telefonu kapattıktan sonra kızarmış gözlerini sıkıca kapatıp tekrar açtı. Bununla yaşamayı eninde sonunda öğrenmesi gerekecekti.

“Çağla.” Dedi Mert. Çağla mutfağın kapısını kapattıktan sonra Mert’e döndü. “Efendim.”

“Sanırım haklısın.”

“Bana haklı olduğumu mu söyledin?” Çağla sırıttı.

“Gözlerimi burada açtığımda sanki uyuşmuş gibiydim. Gerçekten ne olduğunu anlamak için çabalamadım bile. Fark ettiğim kadarıyla gerçekten annemi hatırlamıyordum, aklıma bile gelmemişti.” Sustu, derin bir nefes aldı ve konuşmaya devam etti.

“Buraya gelmeden öncesini de hatırlamadığımı fark ettim.” Dedi ve Çağla sırıtmasını gülmeye çevirdi.

“Biliyordum!” dedi ve Mert’in yanına oturdu. Gri yastığı kucağına aldıktan sonra konuşmaya başladı Çağla.

“Ben de aynı şeyleri yaşadım ama bir fark var.” Dedi Çağla. Mert şüpheyle çevirdi kafasını.

“Ben az bile olsa bir şeyler hatırlıyorum.” Mert merakla dinliyordu.

“Ne gibi şeyler?” dedi.

“Bir maket. Dünya maketi hatırlıyorum. Panelden yansımıştı ve etrafında birkaç tane yıldız, gezegen de vardı. Sonra maket dönmeye başlıyor ardından da yakınlaşıyordu ama daha fazla detay hatırlamıyorum.” Dedi Çağla.

“Sen söyleyince kafamda canlandı bir şeyler ama ne bilmiyorum.” Dedi Mert. “Biz hep birlikte miydik buraya gelene kadar. Acaba partnerim hep sen miydin?” dedi Çağla kolunu koltuğa yaslayarak.

“Onu bilemem ama bundan sonra öyle olacağı kesin.” Dedi ve gülümsedi Mert.

“Çözmemiz gereken çok şey var gibi duruyor.” Dedi Çağla. Mert başıyla onu onayladı. Kapı çaldığında irkildi Çağla.

Mert bir koşuda kapıya ulaştıktan sonra karşısında Kerem’i görmeyi planlamıyordu. Telaşlı olan görüntüsü Mert’i endişelendirmişti.

“Selam Mert. Rahatsız ediyorum gece gece kusura bakmayın ama Sima yok. Çoktan evde olması gerekiyordu. Siz gördünüz mü hiç?” dedi bir çırpıda Kerem.

“Ne rahatsızlığı lafı olmaz. Bir dakika bekle, ben iki gündür görmedim ama belki Çağla görmüştür.

“Çağla, gelsene bir.” Diye seslendi içeriye Mert. İçine bir kurt düşmüştü.

“En son ne zaman Sima’yı gördün?” Çağla duraksadı.

“Bu sabah evden çıktığını gördüm.” Dedi sakince.

Mert kapının hemen yanında, beyaz duvarda duran kırmızı düğmeye bastı. “Deniz’i çağırdım. Siz de kendi görevlinizi çağırın eğer bilgileri yoksa aramaya çıkarız.” Dedi Mert.

Çağla Kerem’i içeriye davet ettikten sonra beklemeye başladılar. Bu sırada Deniz çağrıyı aldıktan hemen sonra yola koyulmuştu. Bu çağrının Sima ile ilgili olacak olması her ne kadar onu telaşlandırsa bile soğukkanlılığını korumaya devam etmesi gerekiyordu. Her ne kadar profesyonel davranırsa o kadar iyi olurdu kendisi için. Birkaç dakika içerisinde yanlarına varmıştı. Evin açık kapısından içeriye girdiğinde iki denekten fazlası toplanmıştı içeride. Görevlilerden Melis’te buradaydı.

“Sorun nedir?” dedi Deniz.

“Sima yok.” Dedi Mert. Deniz elinden geldiğince renginin atmaması için uğraştı. Midesinde beliren ani mide bulantısına ses vermedi.

“Melis sana haber vermeni söylememiş miydim?” dedi Deniz. Melis başıyla olumsuz cevap verirken Deniz terlemeye başlamıştı.

“Neyi?” dedi Kerem oturduğu yerden kalkarak.

“Sima evine gönderildi bu akşam. İlaçlar etki etmedi tedavisini görmesi için hastaneye gönderdik.” Dedi Deniz sesini kontrol altına alarak.

“İyi mi peki?” dedi Çağla. Deniz başıyla olumlu anlamda işaretler yaptı. Kerem içine gelen rahatlama ile derin bir nefes bıraktı ve koltuğa geri oturdu.

“Dağılabiliriz arkadaşlar. Sorun yok.” Dedi ve evden apar topar çıktı Deniz.

Günler günleri kovalamaya devam ettiğinde cuma günü çoktan gelmiş geçmişti. Çağla ve Mert giden insan sayısının fazla olmasının üstüne ilaç gününün sabahında keşif yapmaya çıkmışlardı. Evlerinin arka bahçesinden çıkıp dümdüz yürümüşlerdi. Bir ara Çağla yorulduğu için mızmızlanıp Mert’i sinir etmişti ve ormanın içerisinde herhangi bir ağacın dibine oturmuşlardı. Biraz soluklandıktan sonra işlerine, yürümeye, geri dönmüşlerdi.

“Baksana bir Mert.” Dedi Çağla dehşet dolu sesiyle.

“Bu kurumuş leke kan lekesi mi bana mı öyle geliyor.” Mert önüne dönüp birkaç adım ile taşa yaklaştı. “Bu…” dedi biraz daha yaklaşarak.

“Kan sanırım.”  Dedi Mert. İkisinin de aniden beti benzi attı. Derin bir nefes aldı Çağla.

“Kimin kanı acaba?” dedi Çağla.

“İlerlemeye devam edelim.” Diye çekiştirdi Çağla’yı Mert.

Bu sırada Hande ilaçların ikinci haftasının verdiği heyecan ile ölen kişilerin sayısının az olmasının zevkini çıkarıyordu. Şu ana kadar sadece 4 denekten olumsuz sonuç alınmıştı. Her ne kadar bu sayı onu rahatsız etse bile bu haftadan sonra daha fazla olacağını düşünmüyordu. Odasından dışarıya çıktı ve derin bir nefes alıp verdi. Simülasyon merkezine doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. İçeri girdiğinde herkes duraksadı. Bazıları işlerine devam ederken diğerleri Hande’nin kaş hareketi üzerine onu hazırlamaya başlamışlardı.

Deniz Hande’yi karşılamak için simülasyon girişinde bekliyordu. Hande Hanım hızlı bir şekilde hazırlandıktan sonra içeriye alındı.

“Merhaba Deniz.” Dedi en samimiyetsiz hali ile. Deniz’in yüzünde mimik oynamadı. “Merhaba efendim.” Demekle yetindi sadece.

“İlaç işleri nasıl gidiyor. İkinci haftanın ilk ilaçları içildi mi?” cevabını bildiği soruları soruyordu sırf konuşabilmek adına. Deniz homurdandı ve başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı.

“Sabah saatlerinde herkes kahvaltısıyla birlikte içti. Eksik yok.” Dedi Deniz ve ardından şehrin göbeğine doğru ilerlemeye başladılar.

“Lütfen ilaçlarını almadığını söyle. Bu sersemliğini başka neye bağlayabilirim bilmiyorum çünkü.” Dedi Mert Çağla’yı düştüğü yerden kaldırırken.

“Lavabodan aşağıya döktük ya.” Dedi Çağla. Mert kıkırdadı ve Çağla’yı kaldırdı.

Hava günlük güneşlikti. Hava durumlarını simülasyonda kontrol eden panelin görevlisi Yusuf Bey kahvesini yanlışlıkla kontrol paneline döktü. Aceleyle döktüğü yeri silse bile Çağla ve Mert’in gözünden yaşananlar kaçmamıştı. Günlük güneşlik havada birden bulutlar çıkmış, birkaç parça damla su yüzlerine düşmüş ve ardından eski haline geri dönmüştü. Çağla şaşkınlığıyla birlikte Mert’e döndü.

“Gördün mü?” dediler ikisi birlikte aynı anda.

“Evet.” Diye de cevapladılar birlikte. “Sanki kontrol edilir gibi değil miydi?” dedi Çağla yolda yürümeye devam ederken. Havaya bakarak yürümeye devam ederken Çağla tekrar takılıp düştü.

“Bir düşmeden yürü be.” Dedi Mert.

Çağla şok içerisinde takılıp düştüğü şeye bakıyordu. Rengi gitmiş bir beden kanlar içerisinde yatıyordu. Çağla korku içerisinde kendini geri geri ittirirken kafasını bir şeye daha çarptı. Arkasını döndüğü zaman karşılaştığı duvar benzeri şey ile bütün hafızası yerine gelmişti.

“Ceset var.” Dedi Mert.

“Sima’nın cesedi var burada Çağla.” Diye devam etti sözüne.

“Biz bir simülasyondayız Mert. Burası Kanada’nın bilinmeyen küçük bir şehri değil.”

“Ceset.” Dedi Çağla o tarafa doğru dönerek. “Burada bir tane değil tam dört tane var ondan Mert.” Şoka uğramış olmasına rağmen yüzünde mimik oynatmadı Çağla. Mert ise hâlâ idrak etmeye çalışıyordu haliyle.

“Yani şimdi ilaçlara olumsuz tepki veren insanları evlerine tedaviye yollamıyorlar mıydı?” dedi Mert.

“Hayır, tam tersine öldürüyorlardı Mert!” Mert gözlerini Çağlaya sabitledi.

“Bir şekilde buradan çıkmamız lazım ve derhal buradan uzaklaşmalıyız. Eğer gördüğümüzden ve bildiğimizden şüphelenirlerse sonunda varacağımız yer burası olur.” Dedi Mert Çağla’yı geldikleri yöne doğru çekerken. “Eve gideriz. İyice düşünür taşınır, biraz gözlemler sonra bir plan kurarız. Çağla! Kendine gel dönmemiz lazım.” Çağla başını iki yana salladıktan sonra derin bir nefes aldı ve koşar adımla evin yolunu tuttular.

Hande hızlı ve sert adımlarla A bloğun yolunu tutmuştu. Sinirle burnundan soluyarak içeriye girdi. “Nerede o akılsız? Çabuk buraya getirin!” a bloktaki küçük ofisine geçerken içinden küfürler savuruyordu. Ne kadar sorumsuzca bir hareketti böyle! Görev başında değil bir şey içerek, nefes almadan çalışmaları gerekirken şu hallere nasıl geldiklerini düşünüyordu. Sorumsuz insanların hepsinden nefret ediyordu. Hem para alıyor hem de hata yapıyordu üstüne üstlük!

“Efendim.” Diye içeriye girdi Deniz yanında Yusuf ile.

“Bu mu o sorumsuz?” dedi Hande daha yeni oturduğu koltuktan hızlıca kalkarken.

“Evet efendim.” Dedi Deniz Yusuf’u öne doğru ittirirken.

“Kusursa bakmayın lütfen. Nasıl olduğunu anlayamadım bile. Çok az döküldü sorun olmaz diye düşünmüştüm. Hızlıca temizledim ama o sırada olan olmuş. Tekrar çok özür dilerim.” Dedi Yusuf büyük bir pişmanlık ile. Hande birkaç adım öne doğru geldi ve sağında duran masaya elini koyarak ritim tutmaya başladı.

“Deniz.” Dedi sakinliğini korumak adına derin bir nefes alırken. İçinde ki öfke büyümeye devam ediyordu. Kendini dinginleştiremedi ve yeniden bencilce bir karara vardı.

“Affedilemez bir hata yapıldı. Dökülen sıvı panelden sızdıysa diğer sisteme de zarar verebilir.” Başını aşağıya doğru indirdikten sonra tekrar gözlerini Deniz’e sabitledi.

“Sen ne yapman gerektiğini biliyorsun.” Dedi ve koltuğuna geçip oturdu.

“Çıkabilirsiniz.” Yusuf ne olacağını bilmediği için meraklı gözlerle Deniz’e bakıyordu. Deniz’in ise açıklayabileceği ya da söyleyebileceği hiçbir şey yoktu. İnfazını  gerçekleştirmeyecekti. Bloktan çıkar çıkmaz durdurdu Yusuf’u.

“Derhal gidiyorsun buradan. Limandan küçük bir tekne bul ve git. Yoksa hoş şeyler olmayacak. Derhal!” dedi Deniz. Yusuf neler olacağını anlamış olacak ki koşarak uzaklaştı bloktan. Deniz derin bir nefes aldı. Bu böyle nereye kadar devam edecekti bilmiyordu ama biran önce bitmesi için her şeyi yapmaya hazırdı. Daha fazla buna katlanamaz ve vicdanının omuzlarına daha fazla yük yükleyemezdi.

Simülasyon merkezine giriş yaptığında görevliler onu hazırlamak adına üniformasını giydirdiler.

“Gözlük nerede?” dedi Deniz.

“Çıkarken getirmediniz ki efendim.” Dedi görevli çocuk. Deniz nerede bırakmış olabileceğini düşünüyordu.

“Tamamdır, derhal alın beni içeriye.” Diye emri verdikten sonra hızlıca içeriye girip kendi konakladığı eve doğru ilerledi.

Bu sırada Çağla ve Mert kendi evlerinde kalmış kare camlara sahip, rengi yeşile kayan bir gözlük bulmuşlardı.

“Deniz’in mi dersin?” dedi Mert.

“Normal bir gözlük mü bu şimdi?” dedi ve eline alıp gözlüğü gözüne taktı. Evin içerisinde oluşan büyük değişim ile şaşkınlığına hakim olamadı. Beyaz duvarlar kiremit rengiydi. Oturdukları o mükemmel gri koltuk taş üzerine konmuş kuş tüyü minderlerden oluşuyordu. Duvarlarda gezdirdi gözünü Çağla. Büyük bir şekilde işlenmiş Saudade yazısı dikkat çekiyordu.

“Biz…” dedi Çağla dili tutulmuştu adeta.

“Biz gerçekten bir simülasyondayız.” Mert gözlüğü Çağla’dan alıp ardından kendisi takınca aynı mekanizmayı kendi gözleriyle görmüştü.

“Eğer bu Deniz’e aitse almak için buraya gelecektir. Dışarıya çıkalım.” Dedi Çağla ve bu seferde o sürükledi Mert’i dışarıya.

“Gözlüğü bana ver bir.” Dedi Çağla gözünden gözlüğü çekiştirirken.

“Tamam, tamam sakin ol.” Dedi ve çıkarıp verdi gözlüğü Mert. İkisinin de kalp atışları hızlanmış, istemsizce strese girmişlerdi.

“Ne görüyorsun?” dedi Mert sabırsızca. O kadar heyecanlıydı ki anlatmaya kelimeler yetmezdi.

“Sanırım görüntünün bütünlüğünü sağlayan kilit noktalar var. Her binanın üzerinde kilit noktalar var. Buradan çıkacağız Mert.” Dedi Çağla.

“Tam anlamıyla on tane kilit noktası var.” Diye ekledi. “Koş Mert, yayı ve okları almamız lazım.”

Spor salonuna doğru koştukları sırada Mert “Ne yapacaksın?” diye sordu. “Kilit noktaları vuracağım.” Dedi Çağla eline yayını alırken.

“Tam on beş tane var oktan. Ekstra beş şansımız var Mert.” Dedi Çağla sesinin titrediğinin farkında bile değildi. Yaşadığı stresin haddi hesabı yoktu. Mert Çağla’nın ellerini tuttu ve kendine çevirdi. İkilinin gözleri birbirine kenetlendiği sırada Mert Çağla’yı kendine çekti ve sıkı sıkı sarıldı.

“O beş oka ihtiyaç bile duymayacaksın.” Dedi Mert fısıldayarak. Başına bir öpücük kondurdu ve ardından derin bir nefes alıp  kadını rahatlatmaya çalıştı.

Alnına bir öpücük daha kondurduktan sonra ayırdı bedenini kendinden. “Sen demiştin ya bundan öncesini bilmem ama bundan sonra partneriz diye.”

“Evet, demiştim.” Dedi Çağla ağlamaklı gelen sesiyle. Mert onu dinginleştiriyordu.

“Birlikte kurtulacağız bu işten.” Dedi ve bir elini bırakıp ok çantasını sırtladı Mert.

İkisi birlikte kendilerine yüksek ve rahatlıkla atış yapabilecekleri, görüş alanı geniş bir yer bulurken Deniz her yerde gözlüğü arıyordu. Kendi içerisinde bu gözlüğü bulan birisi olursa ne olur onu düşünüyordu. Çalan telefonunu açmadan her yeri aramaya devam etmişti.

Bu sırada Hande hatalı personelin deniz yolu ile adadan ayrıldığını duyunca küplere binmiş ve hareket halinde bulunan küçük tekneyi denizin derin sularına göndermişti. Deniz’e ulaşamamak onu daha çok sinirlendirdiği için oturduğu yerden kalkmış odayı tam dört kere hızlıca turlamıştı. Kelimenin tam anlamıyla sürekli burnundan soluyordu.

“Mert ben burada ilk üç oku gökyüzüne fırlatacağım. Sen o sırada Merve, Burak ve Kerem’i buraya getir.” Mert başını olumlu anlamda sallayarak hemen harekete geçti. Koşarak evlerinin olduğu yere geldiğinde evin içerisinde birisi vardı. Deniz olduğunu düşündüğü için ses çıkarmadan yanda bulunan eve girdi. Tam da istediği gibi içeride bulması gereken herkes vardı.

 “Gidiyoruz!” dedi Mert. Herkes şaşkınlıkla onu izlerken anlam vermeye çalışıyorlardı aynı zamanda.

“Bakın şimdi…”

Mert olayı diğerlerine anlatırken Çağla derin bir nefes alarak ilk oku gökyüzüne fırlatmıştı. Cızırtılarla birlikte gelen sesler eşliğinde gökyüzünün neredeyse yarısı simsiyah olmuştu. İkinci oku yayına yerleştirdikten sonra görüş alanındaki diğer merkez noktaya fırlattı okunu. Tam on ikiden! Gökyüzünün diğer yarısı da karanlığa büründüğünde gökyüzü olarak bildikleri yerde dört tane daha merkez noktası kalmıştı. Şimdi sıra binalardan birisini seçmeye gelmişti. Çağla okunu yayına yerleştirdikten sonra binalardan bir tanesini hedefi haline getirmişti. Ardından gökyüzüne son kez daha bakmış ve ani karar değişikliği ile batı tarafında bulunan merkez noktasına okunu sert bir şekilde yollamıştı.

Tekrar tam on ikiden! Çağla zafer ile gülümserken karşısında bulunan küçük şehrin binalarından yansıyan görüntünün sarsıldığını ve koyu bir renk aldığını fark etti. Batı tarafındaki binalardan bir tanesi tamamen yıkıldı ve gözlerinin önünde diğer binaya hasar verdi.

Hızlı bir şekilde okunu alıp tam tersi yönünde bulunan merkez noktasına yolladıktan sonra gözlerine inanamadı. Şehrin diğer yakasında bulunan binalardan bir tanesi yere gömülürken diğer binalar alttan sarsılmıştı. Deprem olduğunu düşündüğü bu sarsıntı birkaç dakika sürdü.

Hande simülasyonun içerisinde olan şeyleri duyduğunda siniri on kat artmıştı. Derin bir nefes aldı ve hızlı adımlarla ana kontrol panellerinin olduğu binaya geçti. “Neler oluyor!” dedi bağırarak.

“Kontrol merkezlerinde arıza var efendim.” Dedi personelin birisi.

“Ne demek arıza var. Kameraları kontrol etmediniz mi?” diye sordu telaşla. Bu nasıl bir şeydi böyle.

“Buyurun hep birlikte bakalım.” Dedikten sonra kamera kayıtlarını büyük ekrana yansıttı görevli.

Büyük ekranda sırtında yayı ile merkez noktaları hedeflemiş olan Çağla vardı. “Bu ne böyle!”  dedi Hande elini masaya sertçe vurarak.

“Çabuk bulun o kadını. Gerekeni yapın ve son verin şu işe. Simülasyon yıkılıyor!” dedi Hande telaş içerisinde olduğunu belli etmemeye çalışarak.

Bu sırada Mert ve yanındakiler Çağla ile buluşmayı başarmıştı. Çağla çıktıkları tepeden kendi kaldıkları evin yönünü bularak o tarafta bulunan kontrol merkezine bir atışını gerçekleştirdi.

“Kapıları açacak merkezi bulmam lazım. Deniz kesin giriş çıkış yapıyordur buraya. Ayrıca bizi buraya sokmaları için de bir kapıya ihtiyaçları var.” Dedi Çağla.

“Bu kadar iyi yay kullanabiliyor olman beni şaşırttı.” Dedi ve güldü Burak.

“Tek şaşkınlığının bu olması ne kadar garip.” Dedi Mert.

“Buldum!” diye bağırdı heyecanla Çağla. Çıkış yapacak oldukları için heyecanlıydı.

Merkezlerin patlamasıyla birlikte kararan hava görüş alanını kısıtlıyordu. Yıkılan binaların enkazlarının yanında ayakta kalan binalardan gelen ışıklar sönmek üzereydi. Bazıları gidip geliyordu. Gerçek gökyüzü görünür bir hal almıştı. Mert diğerlerinden uzaklaşarak şehre baktı. Yukarıda bu dairesel alanın dışında bir yerde şimşek çakıyordu ama hava tam olarak karanlık değildi.

Her şey birbirine girmişken Hande hâlâ kameradan Çağla’yı izliyordu. Görevliler simülasyona giriş yapmak için uğraşıyorlardı bir yandan. Hande Çağla’nın hedef aldığı noktanın neresi olduğunu anlar anlamaz riskli bir emir verdi.

“Döndürme işlemini başlatın!” İçerideki her şeyi tersle düz edecek bir işlemin komutunu vermişti az önce. Batı tarafından tahliye edilen deneklerin bazıları B bloğunda bulunan boş odalara yerleştirilmişti.

Yerin derinden sarsılması ile birlikte simülasyonu içerisi dönmeye başladı. Bazı bina yıkıntıları üst üste gelerek daha fazla arbede çıkarıyordu.

“Çağla at şu oku!” diye bağırdı Kerem.

“Kes sesini de odaklansın kız.” Dedi Mert hiddetle. Çağla gözlerini Mert’in gözlerine dikti. Gözlükle birlikte binaların üzerinde bulunan merkezlere son kez baktı. Sarsıntı ile birlikte tökezlediği sırada gözlük bulunduğu binadan aşağıya doğru düştü. Çağla sinirle içerisinden bir küfür savururken diğer herkes ne yapacaklarını düşünüyordu.

Mert elini çağlanın eline götürdü. “Gözlerini kapat ve düşün.” Diye fısıldadı kulağına.

Çağla derin bir nefes aldı ve merkezleri hayal etti. Aldığı oku kuzeye doğrulttu ve hareket halinde olan binaların oluşturduğu gri toz bulutunu umursamadan oku fırlattı. Binalar yerin içerisine doğru ilerlemeye başladığında yıkılan bir bina göze battı. Çağla yeni okunu en son karşılarında olduğunu bildiği kapının anahtarı olan merkez noktasına doğrulttu ve birkaç saniye derin nefes ardından oku fırlattı.

Karşılarında açılan delik sayesinde kapıyı bulduklarını gördüler ve neşe içerisinde bir haykırış çıktı ağızlarından. Karşılarında yavaşça açılan aydınlığa giden daire sayesinde gözleri ışık görmüştü hepsinin. Derin bir nefes daha aldı Çağla.

Bu sefer sağ kısımlarında kalan merkez noktasına kör atış yaptı. Bu sefer açılan kapının içerisinden görevliler giriş yapmıştı.

 

“Hadi gidiyoruz!” dedi Mert ve herkes hareket haline geçiş yaptı.

Hande hâlâ Deniz’e ulaşmaya çalışıyordu ancak deniz o arbede içerisinde hayatını kaybetmişti. Hayatını kaybeden bir çok insan vardı ve içeriye giren görevlilerin çoğu üzerlerine düşen binalardan ötürü gözlerini kapatmıştı hayata. Hande odasından dışarıya kontrol merkezinin kuzeyine gitmişti. Oradan çıkacak olan denekleri karşılamayı bekliyordu.

Kerem, Merve, Burak, Mert ve Çağla çıkış kapısına ulaştıklarında kuzey kapısı kapanmış ve üstüne üstlük içeriden büyük bir gürültü kopmuştu. A bloktaki kontrol panelinde arıza oluştuğu için sistem devre dışı kalmıştı. Hande karşısında bulunan bir avuç genci öldürmemek için kendini zor tutuyordu. Çağla yanağından akan kanı sildi. Sanırım yanağı kesilmişti. Umursamadı ve okunu yayına yerleştirerek Hande’ye doğrulttu. Üzerinde bulunan Saudade yazısı parlaklığını hâlâ koruyordu.

“Sen kimsin?” dedi Mert.

“Sizin sahibinizim ben. Siz kimsiniz biliyor musunuz?” dedi Hande küçümser bir tavırla.

“Sanırım senin sayende biz kim olduğumuzu bilmiyoruz.” Dedi Çağla titreyen sesiyle. İçi öfke ile harlanıyordu.

“Sen bizim kişiliğimizi çaldın ama biz hepimiz kendimizi yeniden yaratacağız ve kimse buna engel olamayacak.” Diye devam etti sözüne. Gözü kararmış her şeyi yapabilecek bir hale gelmişti.

Hande’nin yanında beliren iki görevlinin elinde silah vardı. Silahların hepsi bir kere ateşlendi ve iki kişi yere serildi. Çağla’nın içi yanıyordu ama belli etmedi.

Kafasını Mert’in olduğu yere çevirdiğinde Mert ayaktaydı, şükretti. Görüşü bulanıklaşmış biraz gözleri dolmuştu. Merve ve Kerem yerde kanlar içerisinde yatıyordu. Çağla birkaç adım geriye çekilerek etrafı gözlemledi. Patlayıcı içeren bir varil aşınmış bir görüntüye sahipti. Okunu iyice çekti ve nişan alanını birkaç saniye içerisinde değiştirerek varile fırlattı okunu.

Oluşan patlama Hande’nin sağında birkaç metre ötesinde duran ve silahını Mert’e doğrultmuş olan görevlinin ölümüne sebep olmuştu. Hande ve diğer görevli daha ne olduğunu anlayamadan Çağla diğer oku görevlinin alnına çoktan yollamıştı.

“Son iki ok.” Dedi Çağla fısıldayarak.

Bir oku aldı ve yayına yerleştirdi. “Sen durmayacaksın.” Dedi. Hande şaşkınlık içerisinde olan ifadesini stabil bir hale getirdikten sonra Çağla’ya sabitledi gözlerini. Mert ve Burak hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Biz duramayız.” Dedi ve hedefi kafasından kadının karnına yöneltti. Bunun hemen ardından ok yaydan çıktı ve Hande acı içerisinde inledi. “Gidiyoruz.” Koşarak birkaç metre ilerisinde olan tekneye koştular. Diğer deneklerin arasına karışarak o gün o adadan ayrılmak için yola koyuldular.

Mert ve Çağla söyledikleri gibi o günden sonra birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Deniz vicdanının kurbanı olduğunu düşünüyordu ama Saudade bir sürü insanın canını almıştı Deniz gibi. Hande ise kendi kötülüğünde boğularak, acı içerisinde ölmüştü. Belki de huzura ermişti kim bilir?

O günden sonra Saudade şirketi tamamen kapanmış ve bu hayata kattığı tek şey bir aşk olarak bilinmişti.

 

 

]]>
Sun, 07 Aug 2022 21:33:52 +0300 Slyheti
Rüzgar https://edebiyatblog.com/ruzgar-3294 https://edebiyatblog.com/ruzgar-3294 Turuncuya çalan gökyüzü, küçük kasabanın her yaprağını sarsan hafif bir rüzgar vardı bugün. Bugün esen rüzgar kasabada ki birçok insan için önemsiz olsa bile, yerleşkenin yoğun olduğu çarşının biraz gerisinde, küçük bir bahçeye sahip iki katlı beyaz evin verandasında ki küçük kız için çok önem arz ediyordu. Yeşim küçük ellerini, içindeki yaraları rahatlatsın diye rüzgara emanet etmişti. Kasıklarının hemen üzerinde bulunan morluğa çare olmadıysa bile ellerini rahatlatıyordu.

Yere çömeldiği sırada acıyla gözlerini buruşturdu, birçok çocuğun hüngür hüngür ağlamasına vesile olacak yaralara sahipti ama bu yaraları sarabilecek bir anneye veyahut bir babaya sahip değildi.

Sadece bedeninin değil ruhunun da yaralandığını biliyordu küçücük yaşında. Kirli hissediyordu, her ne kadar yıkanırsa yıkansın, su teninde ne kadar gezinirse gezinsin kirli ellerin üzerinde gezindiği yerleri temizleyemiyordu.

Geçen ay altı yaşına basmıştı minik kız. Öz babası olmadan, üvey babasıyla geçirdiği ilk doğum günüydü.

Birçok çocuk gibi, Yeşim’de hayatındaki ilklere önem veriyordu belirli bir zamana kadar. İlk ata binişi, ilk arkadaşı, ilk dondurması, ilk defa bir ineği yakından görmesi,  ilk yediği dayak, ilk morartısı, ilk defa bir erkeğin cinsel organını görmesi, ilk bayılma, ilk tecavüz…

Arkadaşlarından bir tanesinin de üvey babası vardı. Yeşim o kadar saftı ve o kadar masumdu ki bütün üvey babaların aynı şeyi yaptığını düşünerek arkadaşına çok üzülüyordu. Hayat ağacı ona çürük meyvelerini veriyor olsa bile yine de gülümsemeye çalışıyordu.

Annesine söylememesi için tembihlenmişti, sessiz olması ve gülmesi içinde tembihlenmişti. O adam evlerine adım attığından beri çarşıya arkadaşlarının yanına gidemiyordu. Annesi bilseydi ona yardımcı olurdu diye düşündü Yeşim. Lakin annesi bilirse ona bir zarar gelir diye de korkuyordu.

Güneş kaybolurken evin bahçesine arabası ile birlikte üvey babası girdi. Arabayı park etti ve dışarıya çıktı. Yeşim görünmemek için acı içerisinde kalktı ve evin arkasında bulunan kapıdan içeriye girdi.

“Yeşim.” annesinin sesi kulaklarında çınlarken ellerini yumdu ve gelen sızıyla birlikte gözlerini yumdu.

“Efendim annecim.”

“Burada duran oyuncaklarını odana kadar çıkar sonra gel güzelim yemek yiyelim.” annesinin yanağına bir öpücük bıraktı ve oyuncakları alıp odaya koştu. Aşağı kattan gelen sesleri duyabiliyordu. Üvey babası annesine duşa gireceğini söylüyordu. Yeşim korkudan ne yapacağını bilemeyip aşağıya doğru adımladı.

“Selam ufaklık.” dedi adam yukarıya doğru ilerlerken.

Annesi konuşma bittikten sonra Yeşim’e döndü ve ona odasına gidip bir süre daha oyun oynamasını söyledi. Yeşim uslu bir kız olmaya devam etti ve odasına çıktı. Halbuki uslu bir kız olmak onu çok üzüyordu. Aynı şeyi o adamda sürekli söylüyordu. Uslu bir kız olmalı ve sesini çıkarmamalıydı. O kadar zordu ki onun için.

“Buraya gel.” dedi babası itaatkar bir tonda. Yatak odasına girdiğinde korkudan titriyordu ama belli olmaması için dua etti. Adının Ozan olduğunu bildiği bu adam onun korkulu rüyalarıydı. Bazı geceler korkudan uykusundan uyandığı bile oluyordu. Kapını kilitlenme sesini duyduğunda iliklerine kadar batmıştı korkuya.

“Bıraksan beni istemiyorum.” dedi titreyen sesiyle. Ağlamaklı çıkan sesi kulaklarında yankılanınca büyük bir azar işiteceğini ya da tokat yiyeceğini düşündü.

“Sana isteğini sormadım zaten.” dedi Ozan kemerini bir köşeye atarken. Yeşim çoktan ağlamaya başlamıştı, susturabilmek adına bir tokat attı. Sızlayan yanağı ile yere düşünce Yeşim ağlamasını susturmak için nefesini tuttu. Küçük kızı yerden kaldırıp soyduktan sonra yatağa fırlatmıştı. Kısa sürmesini umuyordu kendi içinde Ozan.

Karısı evdeydi ve fazla bir şansı yoktu. Üstüne doğrulduğunda Yeşim acı içerisinde büyük bir çığlık atabilmek için ağzını açmıştı ki Ozan’ın eli susturmak için ağzını ve burnunu buldu. Ozan kızın nefes almasına izin vermeyecek kadar çok sıkıyordu yüzünü. Gözlerini kocaman açtı Yeşim. Nefes almak istiyordu, oyun oynamak ve koşuşturmak istiyordu. Önce oyunlarını, sonra özgürlüğünü, şimdi ise nefesini alıyordu. Yeşim acı içerisinde çırpındı.

Sağ eliyle boynunu çizmeye çalıştı Ozan’ın. Etki etmedi. Vurmayı denedi ama üstünde olan kocaman adamı etkileyecek kadar sert vuramadı bile. Çırpınışları zamanla son buldu. Ozan’ın eli ağzından hiç çekilmedi. Yaklaşık iki dakika boyunca nefessiz kalmıştı ve öyle kalmaya da devam ediyordu.

Bayıldığını gören Ozan içinden bir küfür savurdu. İşi bitmişti. Pantolonunu giydi ve uyanması için kıza kolonya koklattı. Geçen sefer bu şekilde uyandırabilmişti. Tepki alamadı. Kolonyayı komodine bırakıp kızı kucağına aldı. Kalp atışını dinlemek için kulağını göğüs kafesine yasladı. İçinden bir küfür daha savurdu. Kızı bir palavra gibi fırlattı ve arka kapıdan çıkmak için aşağı indi. Karısı mutfakta olmalıydı şimdi.

Sessiz sedasız kimseye fark ettirmeden o gün kayboldu ortalıktan. Yeşim’in umutlarını götürmüştü o gün esen rüzgar, oyuncaklarını, ruhunu ve bir de nefesi rüzgara karışmıştı.

]]>
Sat, 30 Jul 2022 19:36:05 +0300 Slyheti
DÜNYA VE ATLAS https://edebiyatblog.com/dunya-ve-atlas https://edebiyatblog.com/dunya-ve-atlas
Beyaz uzun elbisesi rüzgara karışan Dünya bütün edasıyla ve bütün dikkati ile ilerliyordu karmaşık kayalıkların içerisinde. Annesine daha önce binlerce kez sormuştu isminin neden Dünya olduğunu. Annesi ise cevabın Dünya'da gizli olduğunu söylemişti küçükken ona. Kız şimdi daha iyi anlıyordu isminin neden Dünya olduğunu. Dünya bütün insanların yaşam alanıydı, annesi bu ismi kızına koyarken onu tanıyan bütün insanların evi olsun, herkese o kadar iyi hissettirsin, bir o kadar da iyi hissetsin diye  düşünmüştü. Ancak Dünya, kalbine, içine aldığı bütün insanları kaldıramıyordu artık.

 Annesinin tezini çürütmüş, birçok insanın mezarı olmuştu. Bu hayatta en sevdiği insan olan annesine bir yuva  olmak isterken mezar olmuştu ve şimdi, karşısında duran eşsiz denizde onun mezarı olacaktı. Kayalıkların uç kısmına doğru iyice ilerlerken kayalıkların bittiği uçta oturan bir erkek bedeni görüyordu buğulu gözleriyle. Dünya temkinli adımlar ile ilerledi oturan adama doğru. Beyaz elbisesi kefen gibi etrafını sararken uçurumda oturan çocuk adım sesleri ile gözyaşlarını sildi ve ayağa kalkıp arkasını döndü. Karşısında duran beyazlar içerisindeki kızın dolmuş gözleri karşısında kaşlarını çattı. 

"Merhaba." dedi usulca Atlas. "Adın ne?"  kızı ürkütmemeye çalışıyordu.

 Kendinden birkaç yaş küçük olduğunu tahmin ettiği kız onu derinden, kalbinden etkilemişti tek bir bakışta. Kızın gökyüzü ve denizin renkleriyle harmanlanmış, baktığınızda boğulabileceğiniz kadar güzel mavi gözleri, uzun ince ve hafif kavisli kaşları, kiraz gibi kızarmış dudakları ve yüzüne uyumlu güzel bir burnu vardı. 

Atlas ona birkaç adım daha yaklaştı. Sadece güzellik değildi onu etkileyen. Hissettiği o enerji gittikçe bedenini esir alıyordu adeta. Atlas ilk görüşte aşka inana birisi değildi ama hayatın onu inanmadığı şeylerle sınamasına alışmıştı. Bu yüzden kalbinde hissettiği bu amansız hisler onu şaşırtmamıştı.

"Dünya." dedi kız ağlamaklı olan sesiyle. "Senin adın ne?" diye sordu sıra arkadaşını tanımaya çalışan çocuklar gibi, ölüm arkadaşını tanımaya çalışan Dünya. 

Atlas ise donup kalmıştı kızın karşısında. İsmi kendisi gibi etkilemişti onu. Dünya uçurumun kenarına doğru yaklaştığında eliyle durdurdu Atlas. 

"Adım Atlas." dedi narin sesiyle. "Ne için buradasın." dedi oğlan usulca. Biliyordu ama ondan duymak istemişti. Buraya atlamak için geldiği çok belliydi. 

"Sen neden buradaysan ben de o yüzden buradayım." dedi ve uçurumun sonuna birkaç adım daha attıktan sonra denize doğru döndü.

 "Dur!" dedi Atlas derin bir iç çekerek.

"Atlama." onun geliş sebebi de gitmekti bu yaşamdan, yaşamına eklenmiş bütün yükleri dökecekti bu denize kendiyle beraber. 

Lâkin bu güzel kızın, bu güzel gözlerinin Dünya'ya kapanması adil olmazdı. 

 "Eğer beni vazgeçirmek için aklında planlar kuruyorsan denize dön yüzünü beraber kurtulalım buradan." dedi Dünya. Ağlıyor olmasına rağmen sesi pürüzsüz çıkıyordu şimdi. Atlas dediğine katılır gibi döndü yüzünü denize. Korkmuyorlardı, çünkü karanlıkta yaşayan birisini karanlık ile tehdit edemezdiniz. 

"Atlas." dedi sakince Dünya.

"Neden atladığını sormayacağım. Sen de sorma. Sadece her konuda yalnızken bu konu da da yalnız olacağımı düşünmüştüm." dedi başını Atlas'a doğru çevirerek.

"Ölürken bile yalnız olman adil olmaz değil mi? Biz boşuna denk gelmiş olamayız. Her ne olursa olsun, ikimiz de bugün burada ölecektik. Mezarımız olacaktı burası. Ben de sana neden sormayacağım Dünya. Sadece..." dedi başını denize çevirirken. 

"Korkuyor musun?"diye ekledi. Gözleri kızın okyanus gözleriyle buluştuğunda cevabını almıştı.

 Korkmuyorlardı tabii ki, emin olmak için sadece göz göze gelmeleri yetmişti. 

"Bu hayat tıpkı şey gibi..." dedi Atlas sözünü devam ettirirken derin bir nefes verdi.  

"Ölmek için ağlayan birisini ölmek ile tehdit etmek gibi." diye bitirdi sözünü.

 "Bugün bana yol gösterdiğin için teşekkür ederim." dedi Atlas yeniden sadece denize göz kırpmadan bakan kıza dönerek.

"Yani sen benim haritaya dökülmüş halimsin." dedi Dünya Atlas'a dönerken, etkilendiği ses tonundan belli oluyordu. Şok olmuş gibiydi Dünya.  Başıyla onayladı Atlas. "Yani senin haritanım." dedi gülümseyerek. "Dünya yok olursa haritanın anlamı kalmaz ."  dedi Atlas. O sırada ikilinin elleri sıkıca birleşti.

"Olmayan bir yolda harita kullanamazsın." dedi Dünya fısıldayarak. Başıyla onayladı yeniden Atlas.  "Yani benim haritamsın." diye yineledi sözünü Dünya fısıldayarak. "Beraber silinelim bütün evrenden." birbirlerinin gözlerine baktılar yeniden tereddüt etmeden.

"Teşekkür ederim." dedi Dünya. Ölüm arzusu korkuyu bastırdığı sırada Atlas konuştu.

"Bir..." 

"İki..."  

"Üç..."  havada  süzülüp denizin eşsiz suları ile karışan bu iki bedenin elleri hiç ayrılmadı ve dedikleri gibi beraber silindiler bu evrenden. 

 Nefesleri el eleyken tükendi. Yeni tanışan bu iki genç mezarlarını birbirleri ile paylaştılar ve Dünya yuva olabilecekken son kez birinin mezarı oldu...  

]]>
Mon, 25 Jul 2022 21:18:04 +0300 Slyheti
Stefan Zweig https://edebiyatblog.com/stefan-zweig https://edebiyatblog.com/stefan-zweig “Savaşacağım tek şey, içimdeki diğer bendi…”

 ????

“Savaşacağım tek şey, içimdeki diğer  bendi…” diyor Satranç kitabında Stefan Zweig .

Savaşacağı tek şeyin kendisi olduğunu, içinde yaşayan bir başka benliği olduğunu söylüyor. Aslında hepimiz için geçerli bir şey değil mi? Hepimiz içimizde yaşattığımız bir başka karakterlerle, sevdiğimiz, desteklediğimiz bir başka görüşle çelişiyor, savaşıyoruz. Bir savaş başlıyorsa biz o savaşı ilk önce içimizde başlatıyoruz, kendi benliğimizle savaşıyoruz. Kah kazanıyor, kah kaybediyoruz.

Sadece bir savaşta değil hayatımızın her alanında içimizdeki renklerle tartışıyoruz. Belki isteyerek  belki istemeyerek  sabah dışarı çıkmadan önce giyeceğimiz kıyafetimiz için bile içimizde münazara yapıyoruz.

Hayatımız boyunca içimizdeki gökkuşağının her bir rengini tek tek tanımaya çalışıyoruz, daha sonra hayatımıza farklı insanlar giriyor kendi renklerimizi tanımayı bir kenara alıp belki de asla tamamen tanıyamayacağımız, inceleyemeyeceğimiz gökkuşaklarına, renklere çeviriyoruz bakışlarımızı. Okulda öğretmenimiz bir soru sorduğunda  diğer  öğrencilerden önce cevap vermek için ufak bir yarışa giriyoruz. Kendi benliğimizi bırakıyor farklı benliklerle savaşıyoruz ve tam da bu sırada insanları engel olarak görürken bize engel olan kendi renklerimizi adeta renk körüymüşçesine göremiyoruz. Kendimizi bozuk  zannediyoruz, aslında tam da bu sırada içimizdeki o gökkuşağından muaf tutulmuş siyah ile tanışmış oluyoruz. O siyahı iyice tanıdıkça içindeki karanlıkla tanışıyorsunuz.  Burada Stefan Zweig’ın bahsettiği içindeki benliği siyah kısmı.

İçindeki bütün renkleri gördükten sonra daha da bilinçlenmeye başlıyor insanoğlu ve anlıyor ki bir savaşta da kendimizle savaşıyoruz, bir yarışta da kendimizle yarışıyoruz. Çünkü her daim bir insanın en büyük engeli kendisi oluyor. Zamanla başka insanların gökkuşaklarını tanısak bile ‘bütün’ renklerini tamamen tanımamızın imkansız olduğunu anlıyor ve bu iki kavram arasındaki farkları net bir şekilde görmeye başlıyoruz.

 

Kısacası  “Savaşacağım tek şey, içimdeki diğer  bendi…” diyor Zweig. Hepimizin aşması gereken renkleri, aşması gereken bir benliği var diyor. Hepimizin kazanması gereken savaşlar var diyor…

 

]]>
Wed, 20 Jul 2022 14:37:38 +0300 Slyheti