EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Songül Pirinççi https://edebiyatblog.com/rss/author/songul-pirincci EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & Songül Pirinççi tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. ACEL https://edebiyatblog.com/acel https://edebiyatblog.com/acel Merhaba, ben Acel çok küçükken bu ismi dedem bana bırakmış gözlerini ve sağ kolunu savaşta kaybettiği için ve  sürekli titremekte olan bacakları yüzünden her işine ben koşarım acelin anlamı aceleci demekmiş eee burada böyle her zaman hızlı olmak gerekir mesela dedem dişsiz ağzıyla su dediğinde bir tas suyu  getirip bak dediğinde tahta naylonlarla çevrili pencereden gökyüzüne bakındığımda hava fişekli yada dumanlı dediğimde duymayan kulakları yüzünden bağıra bağıra söylerdim onun elli ayağı gözü kimsenin anlamadığı dili olmuştum bana eskiye dair çok şey anlatırdı yaşadığı onca kötü anıların arasında kokularına doyamadığı küçük çiçek tomurcuklarını gözü yaşlı savaşta kaybettiği evlatlarını anlatırken sanki ordaymış gibi boş olan sol koluna hepsini sığdırmış yüreğine bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu onun fazla üzülmemesi için konuyu değiştirip bir şey sorduğumda konu ta nerden nereye açılırdı mesela insan vücudu farklı olmasına rağmen yaşadığımız dünyayla nerdeyse aynı olduğunu bir insanın hangi ırkta olduğunu anlamak için göz şekli ve burun direkleri sayesinde ayrıt edebileceğini bir ev yapmak istediğinizde ise çok sayıda fare deliklerin olduğu yerde yapılmasını  ve bunun gibi  bir çok eskiye dair konuşmalar bu tür konuşmalar pek ilgimi çekmese de dev solucanları anlatırken merakla can kulağıyla dinlerdim bu dev solucanlar genellikle bir uzun insanın iki kat büyüklüğünde olup ve  tonlarca ağırlığa  sahip olduklarını  mezarlıklarda bulunup  ölülerle beslendiklerini yani anlayacağınız bütün mezarlar boş ve bu boş olan mezarlıkları düşündükçe mezarlığa gitmek korkunç bir şey dedem konuşmasını sürdürürken ben gizliden oradan uzaklaşınca  sürekli bomba ve fişeklerle yamulmuş topraktan evimizin kaba çatısından aşağıya doğru dürt parmak genişliğinde çatlamış duvarın biraz ilerisinde iki yeni fişek delikleri bu fişekler dün akşamın misafirleriydi kapıdan değil duvardan gelmişlerdi dedem ışık saçan kurşun deliklerin benim parlayan gözlerim sanıp bir torba biriktirdiğim mermi çekirdeklerini  avuçlayıp yaşadığı savaşı tekrardan anımsayıp iç geçirip an ve an anlatmaya başlayınca  gizliden kendimi dışarıya Salı verdim burası bizim evimizin küçük  avlusu  böyle  bombalardan yıkıldığına bakmayın babam bir aya kalmaz tekrardan eski haline geri döndürecektir  mesela şuan ayağımın altındaki yıkılmış duvarın görünmeyen deliklerinde üç kesilmiş örülmüş saçım sekiz dişim ve beni hep koruyan  annemin bir tel saçı  tahta kapımızın yanındaki kuru dalların  altında ise topraktan yaptığım iki küçük bebeğim var onları kimsenin görmeyeceği bir yerde saklamalıymışım  orası bence en güvenilir  yer  bak şuraya yanış tarafa bakıyorsun şaşkın babam beni ve annemin sakladığı sığınağın hemen yanı başındaki  taşların altında kalmış  yaprakları hala yeşil duran küçük dikenli  pembe gül ağacı bi ara bu gül ağacımızın üstüne bir arı konmuştu görür görmez nasılda heyecanlanıp mutlu olmuştum çünkü babam ava  çıktığı ormanlıkta bir ağacın kütüğünde bir teneke dolusu bal getirmişti  gece gündüz demeden doya doya yemiştim çok tatlı ve lezzetliydi tatlı demişken  bir keresinde birkaç tank gözükünce her zamanki gibi  babam beni ve annemi resmen toprağın altına gümüştü  üstümüze tahtalar bırakıp tekrardan topraklarla örtüp nefes almamız için yumruk kadar bir delik açıp birkaç taş ve çalı çırpıyla bizi o askerlerden saklayıp  ve hızla evin içine girip kapıyı kapatmıştı birkaç dakika geçtikten sonra birkaç asker belirledi onları delikte gördüğümde  korkunun vermiş olduğu titremeyle titi titreyip  terler oluk oluk başımdan aşağıya doğru dökülüp gözlerimi bulandırıyor  kalbim bir kelebek gibi çarpıp nefes almaktan zorlanıyordum neyse ki annemin o güvenilir şahin kanatlarını aratmayan kollarındaydım dev gibi  bir asker büyük kocaman botlarıyla tahta kapımızı ayaklarıyla vurup kırmıştı silahını içeriye doğrultup anlaşılmayan boğuk  sesler  duyuluyordu ve elbiseleri  tıpkı kurbağaların derisine benziyordu bu askerlerin iyisi de varmış dedem her defasında  anneme ” bize bir şey olduğunda bayrakları kırmızı ay ve yıldız olan askerlere sığının” dedeme nedenini sorduğumda onların bayrakları dünyada bulunan bütün bayraklarla kardeştir gölgesi evdir ana kucağıdır sıcak çorbadır taze ekmektir uzanan dost elidir adildir “ ve öbür askerin hemen arkasında bir asker daha belirlenmişti elinde uzun namlusuyla yan döndürülmüş mavi şapkasının altında kıp kırmızı bir yüz etrafı Sözen çıplak iri gözleriyle bize doğru yaklaştı ve  yaklaştı elimden olmadan korkudan tekrardan titreyip çığlık atacaktım ki  annem sım sıkı elliyle ağzımı tutu burun deliklerim bir küçülüp bir büyüyordu  siyah koca botları tam gözümün önündeydi gözlerimde göz yaşlarım birikmiş  uzun kirpiklerimde irice bir göz yaşı asılı durmuş sanki yere düştüğünde bir bomba gibi patlayacakmış  gibi  hiç kıpırdamadan durmuştum  bir iki siyah botları  hareketlenip kıvrıldı namlusunun uzun boruya benzer başı da bu  botların arasına katıldı ve tekrardan içerden  boğuk sesler duyuldu  ve gözümün önündeki namlının başı kayboldu botlar hareketlenmeye başlayınca bir el uzandı botların bağcıklarını bağlandı ellerini botlardan çeker çekmez  yere çok ama çok parlak bir şey düşmüştü askerler oradan uzaklaşınca annem rahat bir nefes alıp  tabi ben gözümü o yere düşen parlak şeyden ayırmıyor merak ediyordum  babam kısa bir süre sonra üstümüzdeki tahtaları  kaldırır kaldırmaz saçım başım toz toprak içinde olmasına rağmen buna aldırış etmeyip babamın elinden tutuğum gibi sığınaktan çıkıp o yerde duran parlayan şeyin yanında durdum üstüne  birkaç  karınca üşüşmüştü eğilip ellime alıp karıncalara üfleyip cebime koydum yumuşak gibiydi  dedem tek sol koluyla titrek bacaklarıyla yerde sürüne sürüne dış kapıya çıkmış anlaşılmayan boğuk sesiyle “ biz bu topraklarda doğduk  bu topraklarda öleceğiz  bu toprakları sahipsiz belemeyin” gibi daha ağır ve ara ara küfürlü konuşmasını sürdürürken cebimdekinin ne olduğunu merak edip elime aldım parlak kağıda sarılı bu yumuşak şeyin ne olduğunu öğrenmek için kağıdı açmaya karar verdim biraz bizimkilerden uzaklaşıp dikkatlice ve yavaş yavaş incecik kağıdı açtığımda siyah bir şey eriyip parmaklarıma bulaşınca önce biraz tiksindim sonra kokladım  bu hoş ve nefis kokunun tadını merak edip dilimi dokundurttuğumda  ne olduğunu anlamadan tek hatırladığım  bir hamlede boğazımdan aşağıya doğru kayıp yutkunduğum olmuştu  tıpkı aç bir kurt gibi saldırmıştım  bu şey çok ama çok lezzetliydi  günlerce parlak kağıdını kokladım annemin avlunun etrafındaki topladığı  tatsız tuzsuz pancarını çiğnerken aklıma o lezzetli siyah şey oymuş gibi nasılda  yutmuştum  bak işte bu parlak kağıt cebimde hiç düşürmediğim halen saklayıp her gün bir iki defa açıp koklar  tekrardan katlayıp cebime bırakırım”  annem kapıda belirlenince yüksek sesiyle “ acel  saatlerce kimle konuşuyorsun ”avuçlarımın arasındaki minnacık ve bu koca yerde tek avunduğum arkadaşımı arkama saklayarak çekingen sesimle” arkadaşımla konuşuyordum ” annem ellinde bir kap su ve tarakla “ ah kızım bırak şu kuşu” kızgın bir şekilde sesimi yükseltip” hayır bırakmam hem onun ismi kuş değil arkadaş ” annem kuşu elimden alıp kuşa ” bana bak arkadaş acelin sana anlattığı bazı sırlar olduğunu biliyorum  bu sırlar ikinizin arasında kalıp ve sık sık aceli ziyaret edip ihmal etmeyi unutma” dedikten sonra ellindeki kuşu gökyüzüne bırakıp dağılmış örüklü saçlarımın yeşil lastik tokasını çıkartıp bileğine takarak taşın üstüne oturdum siyah uzun  saçlarımı açıp mor küçük tarağını tastaki suya bandırıp bandırıp dalgalanmış saçlarımı  taramaya başlayınca ben  gökyüzündeki uçup  gözden kaybolan kuşuma dalmıştım içimden” keşke bende gökyüzünde süzülen kuşum gibi bulutlarda uçabilseydim diye düşünürken birden bire  çok korkunç bir ses duyuldu ve hemen bu sesin ardında gök yüzünde yağmur gibi kuşlar dökülmeye başladı kuş yağmuruna tutulmuştuk kuşlardan iki tanesi  ayağımın  önüne  düştü ve ben onu tanıdım bu semalarda kaybolan arkadaş dediğim kuşumdu gözlerim dolu dolu ellime aldım  boynu sarkmıştı annem avazı çıktı kadar bağırıyordu çok korkuyordum kulaklarımı sımsıkı kapattım  ar arda gelen bomba sesleri ortalığı yıkıyordu her bir bomba sesi duyduğumuzda içimizden bir şeyler kopuyor  ortalığı simsiyah dumanlar kaplıyordu yerler zangır zangır  titriyor  kuşlar uçuşuyor  hayvanlar kaçışıyor  yer altındaki fare ve  yılanlar  deliklerinden çıkmış boğuşuyor kurbağalar zıplıyor az önce başıma irice bir çekirge konup tekrardan uçmaya başlıyor  annem ve babamın sesleri duyulmuyor koşuşturup tozdan dumandan seçilmiyordu kıyamet kopmuş gibiydi annem içeriye girip bir şeyler alıp dış duvarda asılı duran  matarayı boynuna takıp  var gücüyle beni  kucağına aldığı gibi evden uzaklaşıyorduk  babamda dedemi sırtlayıp koşar adımlarla  ardımızdan gelip bize yetişmeye çalışıyordu  gökyüzü siyah  dumanlarla  kaplamış kurşunlar alkış tutmuş  bombalar patlamaya devam ediyordu  bir balinanın ağzındaki küçük balıklar gibiydik ne korkunç  ben annemin siper ettiği göğsündeydim  sım sıkı boynundan  tutmuştum  babam dedemi sırtına almış dedem anlaşılmayan dişsiz ağzıyla babamın başından kolundan vurup bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu babam duymuyordu ben söyleyeyim “beni bırak diyorum oğul beni bırak siz canınızı kurtarın“ ama babam kızarmış terli yüzüyle boynundaki damarları çıkacakmış gibi  tüm gücüyle dedemin bacaklarından sımsıkı tutmuş koşuyordu anemin nefes alış verişi hırıltı ve çığlıklara dönüşünce korkup bende bağırmaya başladım annem bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olunca beni sırtına aldı annem babamla beraber nefes nefese sırtlarında ben ve dedem kurşunlar vızır vızır yanı başımızdan işliyordu babam ve dedem arkamızda kaldılar annem beni iki büyük kayalığın arasına bırakıp koynunda nemli parçalanmış ekmekleri ve boynunda asılı matarasını çıkartıp kucağıma bırakarak kolundan tutum “ beni burada bırakma korkuyorum” telaşlı kesik kesik nefesiz sesiyle “burada kal şimdi dönerim” beni koruduğu o şahin kanatları zangır zangır titriyordu hızlı bir şekilde üstüme çalı çırpı atarak yerde çöreklenmiş babam ve dedeme koşuyordu çok dehşetli şiddetli bir patlama duyuldu ama bu patlama öyle bir patlamaydı ki kulakları yırtan patlatan ve çıldırtan bir ses arasında kaldığım kayalıklar sarsıldı sanki  bu ses kulaklarımdan girip burnumdan çıkmıştı burnumdan dumanlar ve  acı sıvılar akmaya başladı altında saklandığım  çalılıkların üstünde  sertçe bir şey düştü bir iki deprenip  durdu başım vücudumdan  kopmuştu sanki ellerim değilmiş gibi yüzümden çektim sıcak bir şeyler damlıyordu art arda dumandan kusacakmış gibi öksürüp hapşırmağa  başladım  ciğerim ağzımdan  gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu beynim  bulanmış  burun deliklerim tozla tıkanmıştı zorla üstümdeki elbiseyi çekip akan burnumu temizledim parmaklarımı hissetmiyordum  ve yoğun bir  barut ve kan kokusu duyumsadım  üstümde ip gibi damlayan sıvının  ne olduğunu çıkartamadım  uyuşan başımı ıslatıyor  patlama sesi duyulmuyordu  ne tuhaf  büyük bir dinginlik içindeydim kulaklarımda hafif bir çarpma ağrısı önümü seçemiyordum sırtımda soğuk terler dökülüp  bütün vücudum  zonkluyor kemiklerim sızlıyordu bir yarım saate yakın hiç kıpırdamadan uyku ve uyanık halimle bir sersem gibiydim korkuyordum.  sanki üstümde bir fil oturmuştu susadım kucağımdaki mataranın başındaki tıpayı uyuşmuş dişlerimle zor çekip açtım kurumuş dudaklarım sanki ilk kez suyla buluşmuştu kana kana içtim boğazım yanıyordu ağzıma bir iki lokma ekmek atıp zorla çiğneyip acıyla yutkundum diken yutuyormuşum gibiydi artık bacaklarımı hissediyor karıncalanıp iğneleniyordu biraz toparlanmıştım ve tekrardan korkmaya başladım bu sessizlik beni korkuttu tekrardan titremeye başladım üstümdeki şeyin ne olduğunu merak ettim elimle  şöyle bir yoklayınca çalılıkların arasından bir el sarkıldı  bir çığlık attım  hareketsizce duran elli bulanık gözlerle sözdüm irkildim oda ne evet bu bileğinde duran benim yeşil lastik tokamdı gözlerim doldu sımsıkı annemin sarkılan ellini tutup çektim kolu yere düştü elleri ellimdeydi sımsıkı sarıldım öptüm  öptüm  soğuktu annemin kanadını koparmışlardı bana yaklaşan top mermisine bir şahin gibi kanatlarını açıp kucağında patlamıştı  duyulmayan anne çığlıklarım göz yaşlarım hıçkıra hıçkıra gözlerimde çamurlanmış yaşlar bir yılan gibi yanaklarımda süzülüyordu ellerini yüzüme verdim avucunu öptüm  parmakları göz yaşlarımda kayıyordu kendimi biraz daha iyi hissedip kanatları altında gece boyunca güvenle uyudum  sabah boğazıma kaçan burnumu tıkatan tozlarla uyandım  öksürmeye  başlayınca kusacak gibi oldum ağzımda kapkara balgamlar atmaya başladım yüzüme çarpan tozların savrulduğu yüne bakındım ard arda verilmiş tanklar görüldü  çok şaşırdım ama bu tanklar nasıl oluyor da ses çıkartmadan tozu dumanı bir birine katıp hızla ilerliyorlardı  galiba bombanın o korkunç  sesinden kulaklarım patlamıştı duyamıyordum  bu tankların üstünde  dalgalanan kırmızı ay ve yıldızlı  bayraklarını görünce heyecanlandım  işte dedemin anlattığı iyi askerlerdi  bunlar deyip sım sıkı sarıldığım annemin kolluna karıncalar üşüşmüş  morarmış şişmiş buz gibi kesilmiş ellerinden  tutunarak  büyük bir güçlükle doğrulandım uyuşmuş bacaklarımla adım atacak halim yoktu ikide bir düşecek gibi oluyordum kayalıklardan tutunup zorla aya kalktım yanımda geçen tanklara doğru  ağır ağır yürümeye başladım  ve tankların içinden  bir asker küçük kızı görünce yüksek bir ses tonuyla arkadaşlarına ” durun şuraya bakın” başlarını  tankların deliklerden çıkartmış  birkaç asker giden tanklara telsizle  haber verilmiş dönüşünü alıyorlardı kısa bir süre sonra acelin  yanına yaklaşan birkaç asker gördükleri manzara karşısında şaşkın bakışlarıyla acele bakınırken dokuz on yaşlarında insan olup olmadığı  seçilmeyecek kadar korkunç  kemikli iki ayaklı  yaşadığı vahşeti an ve an vücudun her bir zerreciğinde okunan küçük bir kız çocuğu çamurlaşmış bir birine yapışmış kirpik ve saçları kir içerisindeki yüzünden karıncalar gezinirken sımsıkı eliyle tutuğu ve yerlerde sürünen bir kopuk şişmiş kol bunlar burada kalıp topraklarını bırakmayan ailelerin çocuklarından  biriydi belki kendilerini koruyacak bir silahları yoktu ama kocaman bombalara siper ettikleri zırh gibi yürekleri vardı  acelin elindeki kolu alıp uzaklaştırırken bir asker acele el kol işaretiyle ne yemek istediğini sorunca  acel cebinde buruşmuş çıkolata kağıdını uzatınca asker dolmuş gözlerle parlak çikolata kağıdına bakınıp hıçkıra hıçkıra acele sarılarak ağlamaya başlar askerler bir kez daha dalgalanan  Türk bayrağın karşısında gururla  selam durur eli yüzü temizlenmiş acel  çikolatasını ara ara ısırıp oda Türk bayrağını küçük  elleriyle  selamlayıp istiklal marşı okuyan askerlerin sırtında o şahin kanatları gören acel büyük bir sevgiyle dalgalanan Türk bayrağın gölgesinin altında durup  kendini annesinin o şahin kanatların altındaymış gibi hissedip dalgalanan Türk bayrağına sarılıp yükselen sesler  gökyüzündeki gri bulutları  arlandırıp  saklanan güneş gün yüzüne çıkıyordu  Türk bayrağın ay ve yıldızı acelin  gözlerinde  tüm ihtişamıyla aydınlanıyordu

….…. Son……….

]]>
Wed, 03 May 2023 23:56:42 +0300 Songül Pirinççi