EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & iremcoskun https://edebiyatblog.com/rss/author/İrem-Coşkun EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & iremcoskun tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. NF & Let Me Go https://edebiyatblog.com/nf-let-me-go https://edebiyatblog.com/nf-let-me-go

Talk to you with my hands tied

[Ellerim bağlı senle konuşuyorum.]

Walk towards you on a fine line

[İnce bir ip üzerinde sana doğru yürüyorum.]

Everybody has a dark side

[Herkesin karanlık bir tarafı vardır.]

I feel embarrassed when they see mine

[Benimkini gördüklerinde utanıyorum.]

Rain falling from my dark skies

[Yağmur karanlık göklerimden düşüyor.]

Clouds parting, but it's all lies

[Bulutlar ayrılıyor ama bunların hepsi yalan.]

Shouldn't I see the sunshine now?

[Gün ışığını görmemeli miyim şimdi?]

Wonder how I look in God's eyes

[Tanrı'nın gözlerine nasıl göründüğümü merak ediyorum.]

Am I a good person or a lost one?

[İyi bir insan mıyım yoksa kayıp mıyım?]

Will this feel worth it when I'm all done?

[İşim bittiğinde hepsine değecek mi?]

Will I feel ashamed or like who I was?

[Utanacak mıyım yoksa "Kimdim ben?" gibi mi olacağım?]

Will the pain vanish or will more come?

[Acı dinecek mi yoksa dahası mı gelecek?]

Will I stay numb or regain love?

[Hissiz mi kalacağım yoksa sevgiyi tekrar kazanacak mıyım?]

Maybe someday have a taste of freedom?

[Belki bir gün özgürlüğü tadarım?]

Will I take the poison out of my blood?

[Zehri kanımdan atacak mıyım?]

Or just leave it there inside of my lungs?

[Yoksa ciğerlerimin içine mi bırakacağım?]

I (Know know, know)

[Ben (Biliyorum, biliyorum, biliyorum)]

I should let you go, hands are feeling cold

[Gitmene izin vermeliyim, ellerin soğuk hissettiriyor.]

Just leave me alone (No, no, no)

[Sadece beni yalnız bırak. (Hayır, hayır, hayır)]

I just want control, I feel so exposed

[Sadece kontrol istiyorum, çok savunmasız hissediyorum.]

Liars in my home (No, no, no)

[Yalancılar evimde (Hayır, hayır, hayır)]

Please do not provoke, noose around my soul, I cut down a rope

[Lütfen kışkırtma, kendini ruhumun yanına as, ipi ben keserim.]

They don't want me happy, they don't want me fixed

[Mutlu olmamı istemiyorlar, düzelmemi istemiyorlar.]

They don't want me better, they just want me broke

[Daha iyi olmamı istemiyorlar, sadece kırılmamı istiyorlar.]

Talk but never listen, at least I admit it

[Konuş ama asla dinleme, ben en azından itiraf ediyorum.]

Block out all my vision, watchin' me diminish

[Tüm görüşümü görmezden gel, küçülüşümü izle.]

That's my favorite pastime, I know nothing different

[Bu benim en sevdiğim uğraşım, farklı bir şey bilmiyorum.]

Tell me something different, I don't see the difference

[Bana farklı bir şey söyle, fark göremiyorum.]

I just feel offended, I just feel defensive

[Sadece kırgınım, sadece savunmacıyım.]

Why don't you accept me? I just need acceptance

[Neden beni kabul etmiyorsun? Sadece kabullenilmeye ihtiyacım var.]

Time is of the essence, don't like how we spend it

[Zaman kıymetlidir, harcayış şeklimizi sevmiyorum.]

You just want perfection, I need you to let me

[Sen sadece mükemmel olmamı istiyorsun, benim izin vermene ihtiyacım var.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Why'd you say I don't belong here? (Huh?)

[Neden buraya ait olmadığımı söyledin? (Hah?)]

Fill a bucket full of my tears (Huh?)

[Bir kovayı gözyaşlarımla doldur. (Hah?)]

Pour it out the water, all of my insecurities whenever I'm scared

[Ne zaman korksam sudan tüm güvensizliklerimi dök.]

I watch 'em grow and say I don't care

[Büyüyüşlerini izleyeceğim ve umursamadığımı söyleyeceğim.]

I pray to God to ask if hope's real

[Tanrı'ya umudun gerçek olup olmadığını sormak için dua ediyorum.]

And if it is, then I was thinking maybe you could introduce us, we ain't met still

[Ve eğer gerçekse, düşünüyordum da belki bizi tanıştırabilirsin, hâlâ tanışmadık.]

Yeah, my chest feels like a blade's in it

[Evet, göğsüm içinde bir bıçak varmış gibi hissettiriyor.]

Who put it there? I think they did it

[Kim koydu onu oraya? Bence onlar yaptı.]

Out the cell now, where am I headed?

[Hücrenin dışındayım şimdi, nereye gidiyorum?]

Am I Hell-bound? Will I find Heaven?

[Cehenneme mahkum muyum? Cenneti bulacak mıyım?]

Will I feel better or just regret it?

[Daha iyi hissedecek miyim yoksa pişman mı olacağım?]

If I let you go and find the seven letters

[Eğer gitmene izin verirsem ve yedi harfi bulursan]

I've been looking for, it's like it's never endin'

[Ben aradım, sanki hiç sona ermeyecekmiş gibi.]

Open all the doors and let the peace enter

[Tüm kapıları aç ve huzurun içeri girmesine izin ver.]

I'm (So, so, so)

[Ben (Çok, çok, çok)]

Pitiful at times, miserable inside

[Acınacak halde oluyorum bazen, içten içe zavallıyım.]

They want me to hide (No, no, no)

[Benden saklanmamı istiyorlar. (Hayır, hayır, hayır)]

How can I survive? Change your state of mind

[Nasıl hayatta kalabilirim? Ruh halini değiştir.]

I should say goodbye (No, no, no)

[Elveda demeliyim. (Hayır, hayır, hayır)]

They want me to beg, they want me to plead, they want me to die

[Benden yalvarmamı, diz çökmemi, ölmemi istiyorlar.]

They just want me dead, they just want me hurt

[Beni sadece ölü istiyorlar, beni sadece yaralı istiyorlar.]

Don't want me to live, don't want me alive

[Benden yaşamamı istemiyorlar, beni canlı istemiyorlar.]

Stop with the pretending, I don't feel respected

[Rol yapmayı kes, saygı duyulduğunu hissetmiyorum.]

I just feel rejected, I don't like rejection

[Sadece reddedilmiş hissediyorum, reddedilmeyi sevmem.]

You promise protection, I don't feel protected

[Koruma sözü veriyorsun, korunmuş hissetmiyorum.]

I just feel neglected, how can I respect it?

[Sadece ihmal edilmiş hissediyorum, nasıl saygı duyabilirim?]

I'll teach them a lesson, I pick up the weapon

[Onlara bir ders vereceğim, silahı elime alıyorum.]

Aim in your direction, shoot at my reflection

[Senin yönünü nişan alıyorum, yansımama ateş ediyorum.]

Shatter my perception, hate it when I'm desperate

[Algımı parçalıyorum, çaresiz kaldığımda bundan nefret ediyorum.]

You just want perfection, I want you to let me

[Sen sadece mükemmel olmamı istiyorsun, benim izin vermene ihtiyacım var.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver.]

Let me go, let me go, let me go, let me go (Let me go)

[Gitmeme izin ver, gitmeme izin ver, gitmeme izin ver (Gitmeme izin ver.)]

*Yedi harf: F-R-E-E-D-O-M (Özgürlük)

]]>
Sun, 16 Apr 2023 18:52:59 +0300 iremcoskun
VAPUR HEYBELİADA https://edebiyatblog.com/vapur-heybeliada https://edebiyatblog.com/vapur-heybeliada

Rüzgar, İstanbul'un kendine has kokusunu taşıyarak esiyordu. Kafasında bulanıklaşan yüzlere fütursuzca çarpıyordu. Denizin cansızlığı, martıların ötüşleriyle şenlenen vapura tezattı. Öyle siyahtı ki derinlikler, yüzeyin maviliğini sömürüyordu. En azından belli ediyor, diye düşündü genç adam. En azından diğer kardeşleri gibi içine düşeni öldüreceğini saklamıyor.

 

Varoluşunun başladığı yere, Heybeliada'ya, gidiyordu. Vapur henüz harekete geçmemişti. Boğazın ayırdığı iki yakada milyonlar yaşıyorken içerideki zavallı yorgun adam yalnızca izleyebiliyordu. Çünkü korkaktı. Kimseyi yanında tutamayacak, öfkeye sarılıp sükûtu terk edemeyecek kadar korkaktı.

 

Çenesi kasıldı. Ağır ağır kırmızı koltuktan kalktı ve sessizce üst kata çıktı. Anında gökyüzünün şiddetiyle karşılaşmıştı. Rüzgar öyle deli esiyor, bulutlar öyle öfkeli kükrüyordu ki  üşümeden beş saniye dayanamıyordu insan. Çok kısık bir sesle "Size yapılan neydi?" diye fısıldadı. Ne olabilirdi ki bu hiddetin sebebi?

 

Ama bunu düşünerek kafasını yormayacaktı. Bugün yorgunluğu ve sakinliği ardında bırakacaktı. Karamsar düşüncelere kapılmayacaktı. Onca yıldan sonra sadece bir muhteşem gün geçirecekti, o kadar.

 

Koltuklardan birine oturdu. Demir parmaklıklara dirseğini, yumruğunu da yanağına yasladı. Öylece İstanbul'un güzelliğini izleyecekti. İstanbul'u izleyecek ve onun o kendine has kokusunu ciğerlerine çekecekti.

 

Yanındaki koltuğun gıcırtısı ile gözleri sağına döndü. Kalp atışları kulaklarında çınlamaya başlamıştı. Göğsünde paslanmış bir yere düşen yıldırım gözünün önünde canlanıvermişti aniden. Ellerinin titreyişi, dilinin kuruyuşu, irileşen kahverengi gözlerinde yıllar sonra beliren aynı ışık… Hepsi bir saniye içinde gerçekleşmişti

 

Yanına oturan kadını çok iyi tanıyordu.

 

Kadın, ona soğuk bir bakış attı. Hiçbir tanıdıklık belirtisi göstermemişti. Bu, göğsüne hafif bir ağırlık çökmesine vesile oldu. Yıllar, duyguları da tozlandırır mıydı?

 

Aralarında rahatsız edici bir sessizlik vardı. Hani iki yabancının arasında olan tuhaf çekimserlik vardır da ikisi eş kutuplu mıknatıslar gibi birbirlerinden mümkün olduğunca uzak dururdu. Aynı şey değildi bu, değil mi? Olmamalıydı.

 

Saniyeler ilerlerken artık daha fazla  dayanamayacağını hissediyordu. Elleri yumruk olmuş, bedeni iyice kasılmıştı. Dudakları aralanmıştı ki buz gibi bir ses ondan önce davrandı. "Güzel, değil mi?" Genç kadının ilk sözleriyle kanın yanaklarına oturduğunu izledi. "Güzel olan ne?" diye sordu titrek bir sesle. Donuk yeşil gözleri kendisininkilere dikilmişti. Bir anlığına o gözlerin zümrütlerle süslenmiş bir çift bıçak olduğunu düşünmekten kendini alamadı. "Gökyüzü," dedi kadın keskin bir sesle. "Gökyüzünde hiç ışık yok. Rahatsız edici bir fırtına yok. Islaklık, gürültü ve ölüm getirenler yok. Yalnızca okşayıcı rüzgar ve dingin karanlık bulutlar var."

 

Genç adam yüzünü buruşturdu. Ağaçları âdeta uçuran okşayıcı bir rüzgar mı? Baktıkça nefesinin dışarı çıkmasını engelleyecek boşlukta dingin karanlık bulutlar mı? Kesinlikle yanılıyor, diye düşündü.  Aynı zamanda garip bir rahatsızlıkla çevrelenmişti. Tanıdığı kişinin böyle cümleler kuracağını düşünemiyordu bile.

 

Alçin ışığı severdi, dedi içinden. Ama aradan çok uzun yıllar geçti.

 

Adı bile aydınlıktı o kızın. Karanlık, ne zamandır bu kadar sinir bozucuydu?

 

"Yanılıyorsun." dedi aniden. Alçin'in kalemle üzerinden geçilmiş kaşlarından biri kalktı. Her cümlesini tek nefeste tamamladı genç adam. "Yağmur, gökyüzünün gözyaşlarıdır. Gök gürültüleri haykırışlardır. 'Ölüm getirenler' dediğin yıldırım ve şimşek ise göğün öfkesinin dışavurumudur. Onlar değerli. Baktıkça bir insanın içine akan duygularının günün sonunda nasıl patlayarak dışarı çıktığını hatırlatır. Onlar olmadan rüzgar yalnızca tehlikenin boş çınlamaları. Kara bulutlar dingin değil, boğucu çünkü kapana sıkıştığını hatırlatıyor. Kapkara bir fanusa kapatılmışsın gibi yapayalnız karanlıkla kalıyorsun."

 

Dudaklarını büktü kadın. Etkilenmişe benziyordu. Genç adam ise o cümlelerin az önce dudaklarından dışarı çıktığına inanmak istemiyordu. Yanaklarındaki kan yine yoğunlaşıyordu. Cidden, bu nasıl bir sohbetti?

 

Alçin "Karanlıktan nefret eder gibi konuştun."  dedi yavaşça. Gözlerini kaçırdı genç adam, dudaklarını ısırıyordu. "Karanlıktan nefret etmiyorum ama hoşuma da gitmiyor. Işık, bana birini hatırlatıyor." Kadın önce bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı ama sonra hemen kapattı. Sessizlik yine başlamıştı.

 

Dakikalar geçti. Vapur henüz hareket ediyordu. Birkaç kere Alçin'in gözlerinin kendisine kaydığını hissetmişti. Dayanılmaz sessizlikleri vapurun içindeki insanlar için geçerli  değildi. O ikisi dışında herkes bir meşgale ile ilgileniyordu. Kimi telefon görüşmesi yapıyordu, kimi ise büfeden aldığı bir şeyi yiyordu. Çocuk sesleri, tartışmalar, kahkahalar derken anlamıştı ki bu araç gerçekten yaşıyordu.

 

Alçin de rahatsızdı sanki. Yeşil gözlerini ona yöneltti, yutkundu ve  "O kadar gökyüzünden konuştuk. Biraz da  normal sohbet edelim mi?" dedi. Genç adam hemen atıldı. "Elbette!" diye biraz yüksek sesle tepki verince birkaç kişi onlara baktı. Kulaklarının yandığını hissetti. Alçin sessizce kıkırdadı.

 

"Peki, adın ne?"

 

Sorusu beynine inen bir çekiç etkisi yaratmıştı. Şaşkınlıkla gözleri irileşti. Hayal kırıklığını en derininde hissediyordu. En nefret ettiği soru olması bir yana onun sorması canını yakmıştı. Alçin'in kaşları hafifçe çatıldı. Gönülsüzce sorusunu cevapladı. "Affan," dedi. "Adım Affan Safa."

 

Alçin'in dudakları hafifçe titredi. Sen gülemezsin ki, dedi Affan içinden öfkeyle. Senin adın da pek normal değil.

 

Aklına nanosaniyeler içine gelen ve giden anıyla morali biraz olsun düzeldi.

 

Gri şehrin ıssız sokağındakiler iki çocuktan fazlası değildi fakat küçücük dünyaları, belki de yüzlerce yetişkini içinde barındırabilecek kadar genişti. Çocuklardan biri, kız olan, kumral saçlarını savurarak kafasında uydurduğu bir sahneyi kendi kendine canlandırırken oğlan kahkahalarla gülüyordu. Binaların birinden açılan cam ve "Kesin gürültüyü!" diye haykıran kadının sesiyle hemen iki çocuk hemen sustu. Birbirlerine birkaç saniye baktılar ve patlarcasına gülerek koşmaya başladılar. Sokağın çıkışında gülerek oturdular.

 

"Sohbet edelim mi?"

 

Dudaklarını büzen kızın sorusuna oğlan sıcacık bir tebessümle cevap verdi. "Olur tabii."

 

Kaşlarını kaldıran Alçin, heyecanla "Hep sana bir soru sormak istemiştim." dedi. Affan cesaretlendirircesine gülümseyince "Adın neden Affan?" diye sordu hemen. Çocuğun anında yüzü düştü.

 

"Annem ve babam kötülükten uzak durmamı ve bana yapılanlara iyilikle yanıt vererek insanlara örnek olmamı istemiş."

 

Alçin dudağını ısırdı. "Kötü bir anlamı yok ki!" Sözlerine karşın Affan kaşlarını çattı. "Ama çok alışılmadık olduğu için insanlar tuhaf tuhaf bakıyor."

 

Kız kumral saçlarını eliyle kulağının arkasına attı. "Boş versene onları! Adın çok güzel senin." Hafif bir gülümsemeden sonra ikisi de eski neşelerine dönmüştü. Affan gülerek "Ah Alçin, neden Alçin'sin sen?" diye dayısından sürekli duyduğu bir cümleyi alıntıladı. Alçin hafifçe kıkırdadı.

 

 Kollarını kocaman açarak "Ben doğduğumda böyle kıpkırmızıymışım. Babam da bana o an bu ismi vermek istemiş." dedi. Ardından gururlu bir ifadeyle "Alçin 'küçük kırmızı kuş' demek. 'Işıl' ne demek biliyorsun zaten. Parlak!" derken son kelimesini haykırmıştı.

 

Affan gülümsemeye devam etti. Bu şekilde küçük gözleri daha da küçülüyordu. "Tam senlik bir isim. Işık, güneş, elmaslar… Tanımın bu olsa gerek."

 

Gülüşen çocuklar kendilerini kaldırıma bıraktılar. Kafalarının acısına rağmen gülmeyi kesmediler.

 

Ta ki "Eve dön artık Işıl!" diye bağıran kızın çatallaşmış sesine kadar. Alçin gözlerini bıkkınlıkla yumdu. "Geliyorum Zemheri!" Burnundan soluyarak kaldırımdan kalktı. Oğlan, kaldırımdan kalkarken elinde olmadan çatallaşmış olsa da o kızın sesinin tanıdık olduğunu düşünüyordu.

 

Âna dönen Affan gözlerini kırpıştırdı.

 

Alçin kendini zapt ederek "Ailen senden nefret mi ediyordu?" diye sordu. İç yanağını dişlediği belliydi. "Eh, bu konuyu epey düşündüm. Onlar yüzünden yeni insanlarla tanışmaya korkuyorum." Hafif alaycı bir tavırla söylediklerine gülümsedi kadın.  "Özel bir sebebi var mı bu ismin yoksa sırf farklı olsun diye mi?" Affan'ın yüzünde acılı bir gülümseme yer edindi. "Affan 'kötülükten uzak duran' anlamına geliyor."

 

Alçin ilgiyle bayıldığı bulutlara çevirdi yüzünü. "Aslında fena değilmiş anlamı ama biraz garip." Genç adam cevap vermedi. Bu mevzunun uzamasını pek istemiyordu. Gökyüzünden sonra isimler, diye içinden konuştu. Havadan sudan konuşmak böyle mi oluyor?

 

"Nerelisin?"

 

Affan tuhaf bir ifadeyle, gözlerini  yummuş kadına baktı. "Kayseriliyim de ne-" derken sözü kesildi.

 

"Kaç yaşındasın?"

 

Biyografimi çıkaracak herhalde, diye düşünmekten kendini alamadı. "26 yaşında-" Cümlesi yine kesilmişti.

 

"En sevdiğin renk ne?"

 

Kendini hızına ayak uyduramadığı bir röportajın tam ortasındaymış gibi hissediyordu. Bu sefer bölünmemek için tek kelimeyle yetinecekti: "Mavi"

 

"Neden Heybeliada'ya gidiyorsun?"

 

Bu sefer duraksadı. Gözünün önüne vapurdaki genç kızın sevinç çığlıklarıyla Heybeliada'yı gösterişi geldi.

 

"Orada bir anım var." diye söze başladı. Alçin, derin bakışlarla sanki bilmiyormuş gibi devamını bekliyordu. Bu konuşma gittikçe tuhaflaşıyordu. Gözlerinin güzelliğine takılmamaya çalışarak devam etti. "Çocukken bir- bir arkadaşım vardı ve biz -yani daha çok o- gezmeyi çok seviyorduk. Deniz, güneş, yeşillik gibi şeyler bizi çekiyordu. Bu yüzden sürekli ben ailemi gitmeye ikna ederdim, o da bizimle gelirdi. Seçimlerimiz genelde adalar olurdu ve bir gün yolumuz Heybeliada'ya da düştü. Sonra orada-" Lafını tamamlayamadı. Yanaklarına kan oturmuştu, gözlerini kaçırdı.

 

"Sadece 'çocukluk arkadaşı' değildiniz, değil mi?" dedi Alçin bilge bir tavırla. "Karşılıklı ya da değil, o senin çocukluk aşkındı."

 

Kendinden öyle bir bahsediyor ki sanırsın başkası, dedi Affan'ın kafasından bir ses. 

 

Buna pek takılmadı. Kendisini tamamen ona odaklamıştı. "Sanırım…" dedi yavaşça. "Sanırım öyleydi." Buz gibi de olsalar bakışlarını gözlerinden ayıramıyordu. Ya da yüzünden, saçlarından, boynundaki siyah inci kolyeden… Derin, karanlık suların kendisini çektiğini hissediyordu.

 

Yine bir vapurdaydı. Yanında Alçin, karşısında Heybeliada, arkasında ailesi vardı. Reverans yaparak Alçin'e gülümsedi. "Önden buyurun, matmazel."  Alçin dudaklarına göz alıcı bir gülümseme yerleştirdi.

 

Kaç yaşındaydılar? On üç? On dört? Her şekilde bir gençlik pırıltısı vardı ikisinde de. Heyecanları öyleydi, acemilikleri ya da bitmeyen enerjileri de. Alçin, seke seke yürüyordu. Affan'ın ise onu uyarmaktan dilinde tüy bitmişti.

 

"Alçin, bak bir şey olacak bileğine. Alçin? Alçin! Kime diyorum ben?"

 

Yine "Alçin!" diye bağırırken kolundan tutuldu ve bir ağacın ardına çekildi. Alçin hınzır bir gülümsemeyle "Aileni atlattıktan sonra görmek istediğim bir yer var." dedi. Kaşlarını kaldıran Affan ufak bir kahkaha patlattı. Alçin'in yüzü buruşunca elinden tutarak genç kızla annesini aramak için otları geçti.

 

İki ağaç kadar öteden babasının annesiyle piknik planını konuştuğunu işitti. Bir sevinç nidası koptu dudaklarından. Ağaçların arasından ona öfkeyle bakan annesine kolunu tutmakta olan Alçin'i gösterdi. "Arkadaşımla biraz sohbet etmek istiyorum müsaadenizle." Cümlesi bittiği an vurguladı. "Yalnız bir şekilde!"

 

Annesinin çatılan kaşları tehlike alarmı veriyordu. O dudaklarını araladığı an babası "İyi, gidin siz." dedi. Annesinin babasına bakışını görünce gülmemek için zor duran Affan, konu uzamadan hemen gitmek için harekete geçmişti ki annesinin sesi kulaklarına doldu. "Geç kalmayın sakın!" Alçin'le bakışırken ikisi de sırıtıyordu ve senkronize bir şekilde "Peki!" diye bağırdılar.

 

"Bak, nasıl hallettim hemencecik!" diye kendini övdü Affan, Alçin'i takip ederken. "Pek bir şey yapmadın, baban yaptı." diye burun kıvırdı Alçin. Gözlerini devirdi genç oğlan. "Bir kez de takdir etsen ölürsün zaten!"

 

Aynen bu şekilde yeşil ormanda atıştıkları sırada bir açıklığa varmışlardı. Geniş bir alanda çimler, çiçeklerle cirit atarken daireye benzer açıklığın tam ortasından geçen derenin sesi âdeta kulaklarını okşuyordu. 

 

"Güzel, değil mi?"

 

Oysa manzarayla ilgilenmiyordu Affan. Gözleri genç kıza sabitlenmişti. "Evet, güzel."

 

Kalbi sanki suyla birlikte akıyormuş gibiydi. Suyun taşlara vuruşu düzenli ve yavaş sesler çıkarıyordu. Çok hoş bir melodiydi bu. Gözlerini kapayan genç kız elini suya değdirdiğinde sanki o düzen bozulmuş, nehir daha bir hızlı akmaya başlamıştı. Alçin çimlere, derenin kenarına oturdu ve ayaklarını suya soktu.  Affan hemen yanında yerini aldı. Birbirlerine baktıkları sırada kalpleri hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. İki gencin yüzleri gittikçe birbirlerine yaklaşıyordu. Esmer çocuk, kızın sıcak nefesini dudaklarında hissedebiliyordu. Yeşil gözler, bir orman gibi alev alev yanıyordu.

 

 

Devamında olan olayı hatırlayınca yine utandığını hisseden Affan yutkundu ve yüzünü gökyüzüne çevirmişti. Hava gitgide yumuşuyor gibiydi.

 

"Derin bir hikayen var sanırsam." Gözleri yine o muhteşem yüze döndü. Kadın, "Kimdi o şanslı kız?" diye sorduğunda gözlerinde derin bölgeler belirdi. Tekdüze bir tonlamayla "Gökyüzünden yeryüzüne inen en güzel kuştu ama pek şanslı değildi." dedi. "Benimle karşılaşmıştı. Bundan ötesi olamaz." Alçin hemen kaşlarını çattı. "Neden ki?" Keyifsiz bir gülüşle cevapladı onu Affan. Rüzgar gittikçe şiddetleniyordu. "Kaderin pek benden yana olduğu söylenemez."

 

Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. "Biz aynı sokakta yaşıyorduk. Yani zaten tanışıklığımız vardı. İkimiz de pek sevilmezdik. Sanırım bizi birlikte takılmaya iten de bu oldu." Gözleri yine gökyüzüne dalmıştı şimdi. "Ayrılmaz bir ikili olmuştuk. Zannedersin ki karınlarından bağlılar da ayrılamıyorlar. Aynı sokak, aynı okul, biraz ısrarla aynı sınıf hatta aynı sıraları paylaşıyorduk." Affan'ın yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Alçin'in yüzündeki ifade anlaşılmazdı.

 

"Birlikte yeni yerleri gezip gördük. Lunaparklara gittik, alışverişlere çıktık." Hafif bir hıçkırıkla devam etti. "Ortaokul bittikten sonra çıkmaya başladık. Her şey çok güzeldi, her şey! Ta ki annemle babamın ölümüne kadar…" Gözlerinin dolduğunu hisseden Affan hemen bakışlarını bulutlara çevirdi. "O feci trafik kazasından sonra oldu ne olduysa. Reşit değildim ve akrabalarım ölmüştü

. Birçok işlemden sonra bir yetimhaneye verildim. Yetimhane dışında da görüşmeye çalıştık ama bir şeyler değişiyordu. Daha bir çekimserdi, daha üzgündü. Heyecanını kaybetmiş gibiydi. Fakat o sıralar buna takılamadım bile. Derin bir yas içerisindeydim ve o bana oldukça yardımcı olmasına rağmen mutsuzdu. Sebebini sonradan öğrendim." Nefeslenir gibi güldü. "Kız kardeşinin -ki kendisini hiç görmedim- uzun yıllardır sağlık problemleri vardı. Sanırım adı multiple sklerozdu. Bu yüzden kız yürürken bile çok zorlanıyormuş. Tedavisine de yurt dışında devam edilmeliymiş falan. Bu yüzden ailesi taşınmaya karar verdi." Derin bir iç çekti. "Sonrasındaysa…"

 

Affan devamında olanları anlatırken bir nevi anlattıklarını yeniden yaşıyordu.

 

Esmer bir delikanlı yetimhanenin taş duvarlarını bomboş gözlerle izliyordu. Odası çok sadeydi. Yalnızca bir yatak, dolap ve komodin bulunuyordu. Kapısı çalındı. Ruhsuz bir sesle "Gir." dediğinde yetimhane görevlisi her sabahki gibi kocaman gülümsemesiyle "Arkadaşın seni ziyarete geldi Affan." dedi. Ayağa kalkan delikanlı başını aşağı yukarı sallayarak cevap verdi. Belli etmek istemese de şu günlerde Alçin'i pek görmek istemiyordu. Alçin onun mutlu anılarıydı. Üzüntüsüyle onun mutluluğunu kirletme hakkına sahip değildi.

 

Kadın çıktıktan sonra yüzünde hafif bir gülümsemeyle Alçin Işıl Leylifer salınarak küçük odaya giriş yaptı. "Yine mi duvarları seyrediyorsun sen?" derken takındığı gülümsemesi farklıydı. Her zamankinden daha yapmacıktı. Affan, genç kız onun yanağına bir öpücük kondururken bile çok daha yoğun hareket ettiğini fark etmişti. Sanki zamanını ziyan etmekten korkuyordu.

 

"Dört duvar arasında sıkışacak mıyız? Haydi, gidelim uzak diyarlara!" diye bağırırken bir anda donakaldı. Sanki kendi dediği kendi canını yakmıştı.

 

"Ben pek-" diye itiraz edecek olan Affan'ın sözünü hemen kesti. "İtiraz yok! Hem bugün senin doğum günün. Kutlama yapmamamı bekleyemezsin!" El mahkûm durumu kabullenen Affan bir an donakaldı. "Bugün benim doğum günüm müydü?" Alçin gözlerini devirdi. "Senin daha kendinden haberin yok!" diye isyan etti. Ardından hoş bir gülümsemeyle "Bugün harika olacak." dedi fakat kapı kapanırken delikanlı onun dudaklarından bir hıçkırık kaçtığını duyar gibi oldu.

 

Alçin sözünü tutmuştu. Sabah güzel bir kafede kahvaltı ettikten sonra vapurla boğaz turu yapmış, bir festivale katılmış, restorana gitmiş, lunaparkta eğlenip akşam saatlerinde zar zor ayrılmışlardı. Yetimhanenin yolunu tutan Affan elini cebine attığında telefonunu Alçin'de unuttuğunu fark etti. Bir koşu genç kızın evinin yolunu tutmuştu. Tam sokağın girişine gelmişken zaten kötüleşen havanın tam olarak fırtınaya dönmesiyle sırılsıklam olmuştu. Binaya koşarken gördüğüne bir an inanamadı.

 

Bavullar hazırlanmış, araba çalışıyordu ve arka koltuğa uzanan bir siluet varken Alçin ise ağlıyordu. Şişip kızaran gözlerini sildiğinde sağına baktı ve bir şok geçirdi.

 

Affan hayatı boyunca yalnızca ailesi ölünce böylesine donakalmıştı. Sevdiği kız ona mükemmel bir gün armağan ettikten sonra doğum gününde ondan habersiz bir şekilde onu terk edecekti.

 

"Işıl, haydi kızım. Zemheri rahatsızlandı."

 

İkisini de transtan çıkaran Alçin'in annesinin bağırışı olmuştu.

 

"Anne, bekle!"

 

Genç kız hemen Affan'ın önüne gelmişti ki Affan geriledi. Ona böylesi bir yalan söylendiğine halen inanamıyordu.

 

"Affan ben-"

 

"Beni bırakacaktın."

 

Sözleri keskindi ve oldukça açıktı. Beyninin bir bölümü sürekli aynı şeyi tekrar ediyordu.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Alçin daha da beter ağlamaya başlamıştı. "Seni bırakmayacaktım ama fikirlerini değiştiremiyorum. 'Zemheri'yle biri gitsin, ben burada kalayım' desem de kabul etmiyorlar."

 

Affan elini saçına geçirdi. Olana inanamıyordu. "O zaman bana söyleseydin böyle bir anda öğrenmezdim!"

 

"Benimle konuşmuyordun ki!" Alçin'in boğazı kısılmıştı ki sesi korkunç çıkıyordu. Sesinin bu hali bir şeyi anımsatıyor gibiydi ama o an buna odaklanamayacak kadar öfkeliydi. "Sana ne zaman ulaşmaya çalışsam bana hep o boş gözlerinle baktım. Ailenin ölümü  yüzünden ne kadar acı çektiğini de anlayamıyordum çünkü sen o kadar sakindin ki! En azından ortalığı yıksaydın neye nasıl tepki vereceğini az da olsa anlardım ama o an bunu yapamadım çünkü seni hepten kaybetmekten korktum!"

 

Dehşet verici bir fısıltıyla "Beni şimdi de kaybetmedin mi?" dedi.

 

Alçin bir an dondu. Yüzü kireçten daha açık bir tondaydı şimdi. "Hayır, hayır…"

 

"Sen beni doğduğum günde öldürdün Alçin Işıl Leylifer."

 

Arkasını döndü. Şimdi sırtının arkasında bir adamın ateşe verilen çocukluğu vardı

 

"Bu yol senin seçimindi ve bu gece ayrılıyoruz. Hoşça kal!"

 

Nefesi kesilen Affan demir parmaklıklara zar zor tutundu. Bu olayı her hatırladığında aynı şeyler oluyordu: Midesi bulanıyor, başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Kolunu kavrayan el ile gözleri ona çevrildi. Genç kadının surat ifadesi korkunçtu. "Sanırım senin kim olduğunu şimdi anladım."

 

"Sen kız kardeşim Işıl'ın sevgilisiydin, değil mi?"

 

Dev bir şok… Asla olabileceği aklının ucundan bile geçmeyecek bir olay… Topraktan yapılan kuleyi tek seferde yıkan bir yıldırımın etkisine sahipti şu an Affan'ın suratına bakmak.

 

"Ne yani? Sen-"

 

"Ben, Zemheri Leylifer. Bahsettiğin kızın ikiz kardeşiyim."

 

Zemheri'nin gözleri şimdi hakikati yansıtan acıyla doluydu. İlk kez sesi titriyordu konuşurken. "Sana kötü bir haberim var." dedi. "Kız kardeşim bir yıl önce kanserden vefat etti."

 

Ve kuş öldü.

 

Gökyüzü çöktü.

 

Orada, vapurun üst katının dış bölgesinde çakılı kalan bir adam vardı. Esmer teni, siyah saçları ve kahverengi gözleriyle bir dış göz için fazlasıyla sıradan biriydi. Ama o, dünyada var olan en güzel çiçek bahçesinin sahibiydi fakat yağmur yağdığında çiçekler çürümüştü. Yağmurun içinde su yoktu çünkü. Hayal kırıklığı, pişmanlık, öfke ve en çok da acı vardı.

 

Gökyüzü bu kez öldürmek için askerlerini hizalamıştı.

 

Güneş açtı, Zemheri gitti ve insanlar dışarı çıktı. Sonunda Heybeliada'nın önündeydiler. Yolculardan biri, çığlık atarak denizi gösterdi. Bir anda çığlıklar sarmıştı yolcu furyasını fakat çok geçti.

 

Denizin üstünde bir adamın cesedi yüzüyordu.

 

Her ne kadar kimse bilmese de, açık gözleri denizin siyahlığının içinde küçük, kırmızı bir kuşun yemyeşil gözlerine bakıyordu.

]]>
Thu, 09 Jun 2022 19:54:02 +0300 iremcoskun
KAHRAMAN https://edebiyatblog.com/kahraman https://edebiyatblog.com/kahraman Genç adam ayağına gelen ufak taşları iterek yürüyordu. Arada ıslık çalıyor, gayet sakin bir biçimde yürümeye devam ediyordu. Bir an aklına gelenle duraksadı. Ceketinin kolunu silkeleyip hemen saatine baktı. Saat geç oluyordu. Eve dönse iyi olacaktı. Bir iç çekti ve arkasını dönerek evinin istikametine doğru yol aldı.

Gülümsedi. Bozuk yüzüyle biraz çirkin bir görüntüydü bu, ama neye göre kime göre? Tam ara sokağın girişinin önünden geçiyordu ki boğuk bir çığlıkla hemen duvara yaslandı. Kulağını duvara dayayarak ne olduğunu anlamaya çalıştı.

Bir kızın çığlığı tam havaya salınmışken aniden kesildi. Ağzı kapatılmış olmalıydı. İçine dolan o tanıdık endişeyle kıpırdanan genç adam, kemerin tokasının çıkardığı uğursuz sesi duyunca hemen fırladı.

Ara sokağa girdiğinde otuzlarının sonlarındaki adam, ağzını kapatıp karnına bıçak sapladığı genç kıza iğrenç bir şehvetle bakıyor ve pis düşüncelerini hayata geçirmeye hazırlanıyordu. Aniden görünen başka bir genç ile kaşlarını çattı ve kızın karnından kanlı bıçağı çıkarıp gence doğrulttu.

“Ne diye buradasın lan sen? Sizden çektiğim çile nedir benim?” Kılıksız adam yere tükürdü. Hayli sinirli gibiydi. “Şimdi seni öldüreceğim. Karşı koymayı aklının ucundan geçirmeyi düşünme bence. Tavsiyemdir, deneyen çok kişi öldü.” Adamın kulak tırmalayıcı kahkahasına sadece yüzünü buruşturarak karşılık verdi.

Genç kaşlarını gözlerindeki korkunç ifadeyi gizlemek istiyormuşçasına çattı. “He yani sen burada çocuğun yaşındaki bir kıza tecavüz edip beni de öldüreceksin ve ben karşı koymayacağım öyle mi? Rüyanda bile göremezsin rezil herif!”

Adamın çenesi kasıldı. Düğmeleri açık kirli gömleğinin kolundan bir bıçak daha çıkardı. “Seni aptal velet! Gerçekten kahraman olmaya bu kadar hevesli misin? Ama uyarıyorum, bir de kemiklerini alıp köpeklere vermeyeyim.”

“Hayal görüyorsun, şerefsiz. Ya defolup gidersin ya da...” Duraksadı. Dilini şaklatarak devam etti. “Ya da olacaklara karışmam.”

“Tehdit ha?” İğrenç gülümsemesi yana kaydı. Bu sırada sarı dişlerinden biri daha göründü. Duvara yaslı bir şekilde hafif hafif hıçkıran kız yüzünü buruşturdu. Çok kötü kokuyordu gerçekten. Adam sözlerine devam etti. Ama etmeden önce sarışın kızın uzun saçlarını kavradı. “Senden daha korkutucu domuzlar gördüm.” Dudaklarını büzdü. “Tabii onların da korudukları bir yavru vardı. Domuzların hepsinin kafasını uçurduktan sonra ne yaptım biliyor musun?”

Devamında gelen kelimelerin dehşetle büyüttüğü gözler iki gencin de suratında gerçekten tuhaf duruyordu. Genç kız titremeye başlamıştı ki Zahir tükürdü. Gözlerinin etrafı kızarmaya başlamıştı. Burnundan soluyordu. Bir de “Ortada bir ‘kahraman’ velet olmadığı için bana engel çıkmadı.” sözleri üstüne eklenince kudurmuştu. Sonrası ise daha feci...

“Kız sonradan intihar etmiş ama bil bakalım kimin umurunda? Ben istediğimi aldım sonuçta. Gerisiyle alâkadar olan ben değilim, ailesi. Onlar da kapıya attıysa kime ne?”

Zahir artık engellenemez derecede delirmiş durumdaydı. Âdeta öfkeli bir boğaydı o an.

Adamın suratına bir yumruk atmıştı ki bıçağını yumruğun geleceği yere ucu karşıya bakan pozisyona getirince genç adam sadece onu sendelettirmişti ama kendi eli yarılmıştı. Bu sırada diğer bıçak gözünü buldu ve suratının ortası boydan boya kana bulandı.

Acıyla avcunu yüzüne götürdü. Kulağına dolan hıçkırıkları görmezden gelmeye özen göstererek inledi. Bir an dünyası kararmıştı.

Karşısındaki herifse gram takmadan devam etti. “Tıpkı birazdan bu ufaklıktan istediğimi alacağım gibi.” dedi ve kızın uzun boynuna bir öpücük kondurdu.

Zahir sinirinden gülerek “O kadar emin olma.” dedi. “Ben varken senin yaşaman bile mümkün değil it herif!”

Adam sanki asla dersi dinlemeyen öğrencisinden bezmiş öğretmen gibi başını sallayarak iç çekti. Gözlerini kapatıp açtı. İrislerindeki hınzır parıltı varlığını sürdürüyordu. “Aptal çocuk... Aptal çocuk... Ben sana ne dedim az önce? Örümcek Adam olmaya bu kadar heveslenme. Her örümcek suda boğulur.”

Kızarmış ela gözleriyle bakarken öylece durmaya devam etti. Ama içinde bir şey uyanıyordu. Uzun zamandır zincire vurulmuş bir ejderhanın kükreyiş öncesi silkinişi gibiydi. Çağrıya itiraz etmek zordu. Öylesi bir öldürme arzusuyla dolmuştu ki kemikleri sızlıyordu âdeta.

Onun kararan bakışlarını fark etmeyen adam kaygısızca genç kız hakkındaki planlarını sıralıyordu. Bir anda boğazına yapışan ellerle şoka giren adam bıçaklarının ellerinden sertçe çekildiğini bile ancak birkaç saniye sonra fark etti. Zahir bu lanet olasıca tecavüzcünün boğazını var gücüyle sıkıyor, kızın sessiz ağlayışını duyamıyordu. Nefesi kesilen adamın boğazı morarmaya başlamıştı ama son bir kozu olduğunu hatırladı. Zar zor elini beline götürdü ve cebinden çıkardığı tabancayı gencin çenesinin altına dayadı. Tetiği çektiğinde kız çığlığı bastı.

Bir dokunuş...

Sadece bir dokunuşla bu küstah gencin işini bitirecekti.

Tabii başka bir silah sesi onu elinden etmeseydi.

Acıyla haykıran adamı boş veren Zahir, korkudan suspus kesilen bembeyaz kızı arkasına aldı ve sokağın başına baktı. Doğrulttuğu silah şimdi siyah saçlı genci bulmuştu. Sarışın kız titreyen dudaklarından fısıltıya benzer bir ses çıkardı.

“Baba?”

“Gamze, burada neler oluyor? Bu herifler kim?” Adamın öfkeli gözleri kızının yırtılan uzun eteğini buldu. Yırtık dizinin en fazla iki parmak yukarısında bitiyordu. Gamze korkuyla yutkundu.

“Düşündüğün gibi-“ Cevabı ona değil Zahir’e yönelikti babasının. “Çekil.”

Genç adam kaşlarını çattı. “Kızınız neredeyse tecavüze uğruyordu efendim.” Durumu yeterince açık bir şekilde izah ettiğine inanıyordu. Yarası hâlâ kanayıp ona acı verirken başka bir şeyle uğraşmak istemiyordu. Adam resmen bıçak ustalığını konuşturur gibi aynı yeri tekrar kesmişti. Çok adam öldürmüşse demek ki…

“Öyle mi?” Alayla söylenen sözlerle genç duraksadı. “Ulan adam yarı çıplak kız görünce ne yapsın? Kabahatli olanın kim olduğu belli. Senin gibi bir genç araya girmeye çalıştıysa ne olduğu da belli.”

Söylenenlerle buz kesmişti.

Bir baba kızı hakkında nasıl böyle söylerdi?

Dudaklarını araladığında ağzından çıkanlar onu bile şaşırttı. “Senin kızın belki de liseli bir çocuk. Onun suçu olmayan bir şeyden dolayı onu yargılayamazsın. Gamze istediğini giyecek, sen de ona karışmayacaksın. Buradaki tek hata o şerefsiz herife ait.” Resmen nefessiz kalarak sözlerini bitirdi. Adam mosmor kesildi. Kız ise olduğu yere çakılmıştı.

“Sen kimsin de benimle böyle konuşuyorsun hadsiz? Ben seni kurşuna dizmeden kaybol!” Gözünü kan bürüyen babasını sakinleştirmeye çalışan Gamze “Baba, ne olur dur da eve gidelim.” dediğinde tokadı güzel yüzüne yedi. Kendini yerde bulduğunda dudağının patladığını hissetti. “Sen konuşmayacaksın!”

Zahir adamın üzerine atladı.

“SEN KİM KÖPEK KIZA VURUYORSUN LAN?” Suratını “Bir Yumruk Yiyene Bir Tanesi Bedava!” kampanyasından çıkmışa çevirmekle hayli meşguldü. Öyle ki artık helâk olan kızın bayıldığını fark etmemişti.

“Babasıyım lan! Ötesi mi var?” Tanınmaz hâle gelen adam zar zor dedikleriyle kendi sonunu hazırladığının farkında değildi.

“Babalık öyle kan bağıyla, salak salak hakaret ve emirlerle olmaz! Babalık etmeden baba olamazsın geri zekâlı!”

Öfkeyle geri geri kendini sürüklerken kanın koyu rengi yeri boyuyordu. Elini duvara savurduğunda zaten yarılan eli daha beter hâle gelmişti. Eğer devam ederse bu adamı öldüreceğini bildiği için sakinleşmeye çalışıyordu.

Tabii onu nişan alan tabancayı görene kadar sürdü bu çalışma.

Patlayan silah kendisini hemen yana atmasına sebep oldu. Göğsü adrenalinin etkisiyle inip çıkıyordu. Ter içindeydi. Zaten yaralıydı ve mermilerden kaçmak şu an yapabilecekleri listesine kesinlikle girmiyordu.

Bir mermi daha yuvasından çıktığında saçlarını sıyırdı.

Bir dahaki kolunu...

Bir sonraki omzunu ve bir sonraki de bacağını...

Tabanca üzerine nefret kusuyordu.

Artık gözlerinde siyah noktalar belirmeye başlamıştı. Gamze fenalaşmıştı ve iyi görünmüyordu. Onlara yardım çağırabilecek biri kalmamıştı haliyle. Kendini ölüme hazırlamaya başladı.

Eli buz gibi metalin soğukluğuyla tanışana kadar sürdü bu hazırlık.

Eline değen cesedi yerde bulunan herifin tabancasıydı.

“Ortalık tabanca kaynıyor. Ne olurdu bir pompalı olsa?” diye düşünmeden edemedi Zahir.

Yine de bulduğu şansı tepecek değildi. Tetiği çekti ve Gamze’nin babasıyla göz göze geldi.

İki farklı el iki farklı silahı ateş etmek için birbirlerine tutuyordu.

Kırklarının başında gibi görünen adamın taş çatlasa iki mermisi vardı. Kendi silahının dolu olduğunu ummaktan başka bir çaresi yoktu.

 

Silahlar patladı.

Mermi Zahir’in omzunu buldu.

Mermi babanın beynini buldu.

Ardından mahallenin bakkalı havası veren orta yaşlı bir adamın şokla çarpılan yüzü göründü.

Sonrasında polis sirenleri duyuldu.

Ambulans takip etmekteydi

İçi endişeli de olsa kendisinin masum olduğuna inanan Zahir bedenini kasmayı bıraktı ve yere yığıldı.

Ne kadar adaletsiz olursa olsun masum bir kızı kurtarmaya çalışan genç adamın haklılığı göz ardı edilemezdi, değil mi?

“Bu sefer her şey güzel olacak.”

Düşündüğü tek şey buydu.

 

~

 

Genç adam, arkasında bulunduğu parmaklıklara yaşadığı duygu seliyle dokundu. Parmaklığın paslı yüzeyi parmaklarını yeni bir renge bularken derin bir iç çekti. Ruhu karmakarışıktı. Bir türlü yemeği gibi ne arasan vardı. Biraz hüzün, biraz korku, biraz mutluluk, biraz utanç, biraz cüretkârlık ve de bolca öfke...

O içini kemiren yenilmişlik hissi de bu türlü yemeğinin ekmeğiydi. Başı önüne eğildi ve elleri çözüldü. Nasıl işler bu raddeye gelmişti? Bilmiyordu. Anlayamıyordu. Sadece şunu biliyordu ki burada olması gereken kendisi değildi.

Pis, gri ve küçük yatağına cenin pozisyonunda uzanıp gözlerini kapadı. Tam bu sırada “Hey, Yelkovan! Uyan, ziyaretçin var.” diyen polisin sesi ile şaşkınlıkla ayağa kalktı. Onu zindanın kapısından geçirirken kelepçeleyen polis eşliğinde görüşme odasına gitti.

Kendisine yöneltilen bakışlardan sakınmak için gözlerini yere sabitleyen genç adam içeri giren pala bıyıklı orta yaşlı adamı görünce şokla ayaklandı.

“Sen o sokaktaki adamsın!”

Adam bıyığının altından gülümsedi. “Ve sen de o kızı kurtaran kahramansın.”

Genç adam içine kaçmış gibi bir sesle “Ben kahraman değilim.” dedi. Başını önüne eğdi ve acıyla fısıldadı. “Ben kahraman olamam.”

“O kaza günü yüzünden, değil mi?” Siyah saçlarını gözlerinin önünden çeken genç sessiz kaldı. İnce dudaklarını hiç hareket ettirmeden öylece ela gözlerini yere dikmiş karşısındaki kel adamı dinliyordu. İri kıyım adam genci iyice inceledi. Çocuk gibi karıştırdığı saçları ter yüzünden alnına iyice yapışmıştı. Çekik ela gözlerinin içine girmelerini engellemek amacıyla genç onları dakika başı düzeltiyordu. Oval bir yüze, çıkık elmacık kemiklerine sahipti. Fakat sol kulak memesinin altından sağ gözünün altına kadar uzanan yara izi daha çok göze çarpıyordu. Yara izi yanaklarında, kemikli burnunda ve dudağının kenarında derin koyu çizgiler halinde kalmıştı fakat uzun zaman önce olduğundan olsa gerek genç yüzünü oynatırken acı çekmiyordu. Bir zamanlar sempatik bir havaya sahip olduğu belli olsa da o iz korkutucu bir hisse sebep oluyordu. Yine de kimse bu belki yirmisinde olan gencin elinde silah tuttuğunu tahmin edemezdi.

Başına gelenleri hak etmediğini biliyordu orta yaşlı adam. Bu yüzden buradaydı.

Kalın kaşlarından birini kaldırdı ve “Zahir Yalın Yelkovan,” dedi. “Sen masumiyetine inanmazsan eğer kimse inanmaz. Sen o gece o adamı öldürmedin. Sadece yaraladın ve o zavallı genç kızı yaşıtlarının maruz kaldığı korkunç bir kaderden kurtardın. O adam masum bir kurban değildi ve sen tehlikeli bir katil bu. Ama buna sen bile inanmıyorsun, kahraman.”

Zahir gözlerini karşısındaki adamın kahverengi gözlerine dikti. “Geçmişimde bir başka genç kızın ölüm sebebi olsam dahi mi?” Adam kendinden emin bir tavırla “Geçmişinde kazayla bir başka genç kızın ölüm sebebi olsan dahi.” dedi.

“Buna inanmıyorum. Katilim ben. Şimdi olmasa bile geçmişte. Belki de gelecekte!” Adam bezgince iç çekti. “Geçmişin geleceğin üzerine etkisi yok.”

“Hayır, var! Bana kahraman diyorsun ve beni buradan çıkarmak istiyorsun, öyle mi?” Zahir delirmiş gibi adama baktı. “Kahramanın (!) kahramanı olmak istiyorsun yani!”

“Hayır, ben-“ Zahir telaşla konuşan adamın sözünü kesti. “Beni dinle kahraman. Bir kahraman olarak doğsan da bir kahraman olarak ölmek zorunda değilsin. Boş ver. Kendi hayatına dön.”

Orta yaşlı adam bir süre sessiz kaldı. Sakince “Bak evlat,” dedi. “Senin yaptığın gerçekten büyük bir şeydi. Senin yerinde kaç kişi olsa aynı şeyi yapardı? Dünyadaki milyarlarca insandan kaçı senin yaptığını yapardı? Gerçekten, böyle yüce bir sıfata layık olmadığını nasıl düşünürsün?”

Zahir ela gözlerini taş zemine sabitledi. “Benim için bedeli ağır oldu. Ama,” dedi derin bir nefes almadan önce. “Ama en azından masum bir genç kız hayatına devam edebiliyor.”

Orta yaşlı adam hüzün dolu gözlerle, resmen çıkmamak için direnen bir sesle ve bilinen acı gerçeklerle konuştu. “Aslında tam olarak öyle değil.”

Elektrik çarpmış gibi hızla başını kaldıran esmer genç “Ne demek istiyorsun?” diye sorunca adam el mahkûm anlatmaya başladı.

“O kız, yani Gamze, hayatına eskisi gibi devam edemiyor.” Nefesi tıkanan adam gömleğinin iki düğmesini açtı ve elleriyle kendine yelpaze yaptı. “Kızın annesi ona ‘Ahlâksız!’ diyerek evden attı. Sana aşık olduğunu düşünüyor. Mahalle de bunu duyunca zavallıya barınma şansı vermedi. Bilirsin o geri kafalı insanları. Biraz...” Göbekli adam devam etmeye güç bulamadı.

“Şimdi o kızın başı dertte, değil mi?” Soruya karşılık verilen tepki şu oldu: “Ne yazık ki evet. Dahası da var. Kızı almak isteyen bazı aileler bu durumdan faydalanabilir. Teyzem orada oturuyor. Ondan biliyorum.”

“Ziyaret zamanı hayli hayli doldu. Hadi, sonra görüşürsünüz.” Polisin sesiyle kel adam hareketlendi.

O sırada çok kısık bir sesle Zahir “Kurtulacağım,” dedi. “Kurtulacağım ve o kızı kurtaracağım.”

Bu sözleri duyamayan, polis eşliğinde binadan çıktı ve evine doğru yol aldı.

Damarlarında âdeta lav akan yangın gözlü gencin içinde büyük bir patlamayı tetiklediğinin farkında değildi. Adalet isteğinin onu cayır cayır yakan tarifsiz hissi durmasını engelleyecekti.

Öylesine dalgındı ki hücresine götürüldüğünü hissedememişti bile.

Hayatında hiç duymadığı kadar çok “Kahraman” sözcükleri beyninde atlı karınca gibi dönerken binlerce kaçış planıyla uyuyakaldı.

 

~

 

1 Ay Sonra

 

Genç adam özgürlüğün ferah kokusunu içine çekti. Evet, havanın değil özgürlüğün. Hücrede olduğu vakit bu taze nefeslerden gelen tadın, yüzünde rüzgarın kuvvetini hissetmenin, saçlarının uçuşması sırasında gözlerini kapatıp istediği yere koşabilmenin aslında ne kadar kutsal olduğunu öğrenmişti.

Doyasıya koşup eğlenirken bir ağacın altında bol kıyafetleriyle duran sarışın kız dikkatini çekti.

Bu Gamze’ydi!

Onu gören genç kız hemen yerinden kalktı. En romantik aşk filmlerine taş çatlatacak bir şekilde Zahir’in boynuna atladı.

Şaşıran Zahir bir eliyle kızın belini tutarken diğer elini öylece havada oynatıyordu. Çaresiz hali gerçekten görünmeye değerdi.

“Sonunda çıkmışsın!”

“Evet, çıktım.” Sessizce söylediklerini duyan genç kız neşesinden ödün vermezken gelen soru ile yüzü düştü.

“Özgür müsün?”

Bu sorunun onun için anlamını sadece ama sadece yangın gözlü genç biliyordu. Bahsettiği şey bambaşkaydı ancak bu kızın yanlış anlamasına izin verecekti.

“Hayır,” dedi aşağı bükülen dudaklarıyla. “Evden kaçtım geçen hafta.” Yutkundu iki genç aynı anda. “Keşke yapmasaydın.” Meydan okuyan gözlerle karşılaşacağını hiç tahmin etmemişti bunu sorarken.

“Bence yapmalıydım.”

Ela gözlere kendini kilitleyerek bunları söylemesi karşısında eliyle ensesini oluşturan Zahir ne diyeceğini bilemiyordu.

“Ama sana bir şey sormak istiyorum.” Tek kaşını havalandırarak cevabı beklerken bir an Gamze bakakaldı. Sonra kendisini toparladı ve “Başına açtığım işlerden sonra nasıl yanımda durabiliyorsun?” diyerek uzun zamandır içini yiyip bitiren kurdu farklı şekilde döktü.

“Çünkü sen masumdun, ben de kahraman.” Hafif bir gülümseme belirdi yüzünde. Bir de gözündeki o iz olmasa tam olarak bir sempatikti şu an.

Bir anda ellerini kavrayan ellerle şaşkına döndü. Ufuklarda kaybolan denizin rengine benzeyen gözler ona cüretkâr ifadesiyle bakıyordu.

“Sence neden elini tutuyorum?”

Çıt çıkmadı.

Kuşlar bile ötmedi.

Bir uçak geçmedi ya da bir kedi miyavlamadı.

Zaman durmuştu sanki.

Kendi sorusuna kendisi cevap veren genç kızın her dediğini çok iyi anlamamıştı ama anlayacağını da anlamıştı. Ya da anladığını sanmıştı.

“Ellerini tutuyorsam uçuruma düşmemek içindi. Güneşte ıslık çalan çocuklar içindi. Aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi?”

Derin nefesi dudaklarından dışarı süzüldüğünde anlık bir rahatlama hissetse de şu an çok kritik bir noktadaydılar. Kendini toparlamak için birkaç saniyeliğine gözlerini kapattı. Açtığında yorgun fakat dik bir kadının bakışlarını ok gibi karşısındaki adama sapladı.

“Ben senin için sadece bir kurtarıcı mıydım?” Genç adamın sorusuyla duraksadı.

“Değildin.” Yutkundu. Mavi gözlerini kaçırdı. “Değilsin.”

“Sen bataklıkta olanların beni içlerine çekmesine engel olan lanetsin.” Yine duraksadı. Kelimelerini seçmeye çalışıyordu. “Ama bu lanet güzel bir lanet. Huzur veren, koruyan, güvenli bir lanet. Bu lanet benim yüzümden bataklıkla savaşıyor. Bu lanet benim yüzümden karanlıkla boğuşuyor. Şimdi ikimiz de karanlıktayız, kahraman.” Son kelimesini hafif bir tebessümle söylemişti.

“Lanet...” diye fısıldadı genç adam. Gözleri bir şey düşünür gibi kısıldı. “Huzur veren, koruyan, güvenli...” Sarışın kızın dediklerini idrak etmeye çalıştığını anlamıştı. “Ama dikkat et Gamze, lanetler her şeye rağmen tehlikelidir. Güneşte ıslık çalan çocuklar seni bir parka götürsün. Lanetler bataklığa değil...”

Yüzünü ekşitti. “Çocukları hiç sevmedim şu an. Ne var ki bataklıkta azıcık çamur banyosu yapsam?”

Dudağının kenarı kıvrıldı Zahir’in. “Üzgünüm ama çamur kurursa kaşındırır. Hiç çubuk falan arama o zaman. Hepsini yakacağım.” Sarışın kızın yüzü güldü. Kıkırdayarak “Cani!” dedi. Telefonu çaldığında dudağını ısırarak üzerinde yazan isme baktı.

Gözlerini acıyla kapattı. “Gitmeliyim.”

Ve Zahir’i orada bırakıp gitti.

 

~

 

Sokaklardan geçen konvoy kimseye rahat vermiyordu. Araba sesleriyle uyanan zavallılardan biri de esmer genç adamdı. Düğün aklına geldiğinde yüzü asıldı.

Oyalanarak evden çıktığında düğün salonu gözüne çok uzak görünmüştü. Oflaya puflaya bir taksi çağırdı. Çıtını bile çıkarmadan camdan dışarısını, gri şehrin cümbüşünü izledi. Aksi bir tavırla taksiciye ücretini verdikten sonra kapısı süslü salondan içeri girdi.

“Operasyon başladı.”

Rahat rahat sandalyelerden birine oturdu. Hareketlerinin doğal olmasına dikkat ediyordu. İnsanlarla sohbet ediyor, gelin ve damadı beklerken sıkılmış öylesine biri gibi gözükmeye gayret ediyordu.

Elektrik kesilip her yer kararana kadar...

Hemen kalabalıktan sıvışarak üst kata fırladı. Gelin odasını açması ve Gamze’nin çığlık atması bir oldu.

“Zahir!”

“Gamze, gidiyoruz.” Bembeyaz kesilmişti gelinliğinin içinde. Dudakları titriyordu ama karanlıktan görünmüyordu.

 “Sen nasıl-?”

“Benim kulağıma her şey gelir.”

Genç kızın elini kavradı. Acil durum merdiveninden aceleyle iniyorlardı. Diğer kapılar kilitli olduğu için başka kimseyle karşılaşmadılar ama acele etmeliydiler.

Arka kapıdan çıktıklarında Zahir hemen kıza paltosunu verdi. Adım seslerini duyunca kapının kenarına sindiler.

“Bir ses duydun mu?”

“Kedidir.”

Böylece yine sıyırdıklarında saklandıkları yerden çıktılar. Hemencecik diplerine gelen arabanın ışığı bir süre kör olmalarına sebep olsa da hızlı hızlı arabaya bindiler. Işıklar gelmişti. Artık çok dikkatli olmaları gerekiyordu.

“Gamze, kafanı eğ!” İnsanlarının bir kısmı kapının önünde birikmişti ve bir arabanın içinde düğününde olması gereken gelin ile yabancı bir genci bir arada görmeleri pek iyi olmazdı.

Genç kız nefesi kesile kesile kendini aşağı atabilmişti. Bir anda kafasında çakan şimşekler ile Zahir’e döndü. “Arabayı kim kullanıyor?”

“Ben, ufaklık.”

Orta yaşlı adamın gülümsemesi ile şok geçiren genç kız konuşamıyordu. Dili çözüldüğünde sordu: “Siz bunları ne ara planladınız?”

Birbirlerine imayla bakan iki erkek kıs kıs güldüler.

 

2 Gün Önce

 

Zahir Yalın Yelkovan kapısının inletilmesiyle uyandı. Gelenin gelmişine geçmişine söverken karşısında o gün sokakta olan göbekli adam yani Atakan ağabeyi görmeyi pek beklemiyordu.

“Zahir, oğlum, hiç iyi şeyler olmuyor!” Adamın telaşı her halinden belliydi. Ne olmuştu ki?

“Ne oldu ağabey?”

“Gamze’yi evlendiriyorlar!” Duyduğu karşısında Zahir neredeyse yere yuvarlanıyordu. Hayal gördüğünü düşündü.

Öyle deli gibi film izleyip gecenin bir yarısı uyursan böyle karabasanlar çöker üstüne Zahir efendi, diye düşündü.

Kendisine çimdik attığında canı adam akıllı yanmıştı. Dehşetle gerçek dünyada olduğunu anladı. Jeton yeni düşmüştü.

“NE?”

“Duydun işte! Kızı zorla evlendiriyorlar. Herif otuzunun sonlarında mı neymiş.”

Sinirden yüzü gözü kızarmıştı.

“Eh, bu kızın şimdi bir Tom Holland’a, Chris Evans’a ve öbür adını hatırlamadığım süper kahramanları oynayan oyunculara mı ihtiyacı var yoksa tarakların düşmanı, korsanların dostu Kahraman Adam Zahir Yalın Yelkovan’a mı?”

Zahir kaşlarını çattı. “İyi dedin. Hadi şu son kez bir kahramanlık yapıp şu lakaptan kurtulayım.”

Atakan ağabeyi ağzının içinde söylendi. “Sendeki kafayla daha çok hayat kurtarırsın sen akıllım.”

 

Şimdi

 

“Oha!”

Zahir kendini beğenmiş ifadesiyle sırıttı. “Kızım sen bizi boş beleş adam mı sandın?”

Gamze omuz silkti. “Valla bu kadar ileri gidebileceğinizi düşünmemiştim.” Dudaklarını “Vay be!” der gibi büzdü ve başını hafifçe salladı.

Atakan ağabey jilet hızında genç kıza döndü. “Düğünden gelini kaçırmak ileri gitmek miymiş?”

İki genç yalnızca göz devirdi. Sarışın kız başını gri şehri yansıtan cama yasladı ve gözünü yumdu. “Ee? Nereye gidiyoruz?” Kısık sesle olan sorusuna Zahir cevap verdi.

“Sancaktepe’de idare eder bir evi var kardeşimin. Tatil için yurt dışında. Evini kullanmamıza izin verdi.”

Genç kızın beyaz, çilli yüzünü allar kapladı. Kızarıklık boynuna kadar indi fakat karanlık tümünü gizlemişti. Utancından titreyen sesiyle “Nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Hayatımı tekrar kurtarıyorsunuz.”

Tombul adam arabayı sürerken dikiz aynasından Gamze’ye sert sert baktı. “O -uz ekini at bakayım. Yoksa elinden çekeceğin var.”

Ona yan yan baktı Zahir. Genç kız hemen çıkıştı. “Sizi es geçemem!”

Bu konu uzadıkça uzar, diye düşündü bıkkınca. Gerçekten de konu uzadı da uzadı.

Gözleri tartışmanın yarattığı seslerle kapandı. Derin bir iç çekti. Bir bakmış, uyuyakalmış!

 

Gamze Hira Aygüz

 

Hayatını defalarca kurtaran bu adama borcunu nasıl ödeyeceğini hiç bilmiyordu.

O içerideyken başına gelenleri hatırlamamaya çalıştı. İhtiyar annesi küsmüştü ona. Kardeşleri suratına bakmıyordu. Sokağa çıkamaz hâle gelmişti. Herkes onun sevdalısının babasını öldürmesini konuşuyordu! Mahallelinin diline düşmüştü. Sonra o koskoca adamın gelip onu istemesi, nişan, düğün hazırlıkları derken... Titreyerek kendine geldi. O günler geride kalmıştı artık.

Şoför koltuğundaki tombul adama da minnettardı. Korkunç bir kaderden kaçmasına yardımcı oluyordu sonuçta. Fakat kafası durmuştu. Bundan sonra nasıl devam edecekti?

Zahir kıpırdandı, bir şeyler mırıldandı. Yeniden ona döndü. Yüzündeki yara izine baktıkça içi acıyordu. Büyük bir günahkâr olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kendi salak hayatı başkalarına da dokunuyordu.

“O kafacığından neler geçtiğini tahmin edemiyorum mu sanıyorsun?”

Tonton amcanın sesiyle gözleri o şefkat akan bakışların kaynağına döndü. Neredeyse kirpiklerine kadar kızardı. Sesi utançtan titriyordu. “Bu olanların tümü benim suçum, efendim. Gerçekten çok mah-” Sözü sertçe kesildi. “Senin günahın neymiş bakayım? Hadi söyle bana, neydi kabahatin?”

Ellerini sıkıca kenetledi, saklandığını fark etti. Yutkundu, dilini dudağında gezdirdi ancak çok ayıp bir şey yapıyormuş gibi bunu hemen kesti. “Annem uyarmıştı. Geceleri tenhada dolanmayacaktım. Sizin başınızı da yaktım.”

Adam neşesiz bir kahkaha attı. “Alâkası yok! Kabahat o kahrolasıca adam ve -üzgünüm ama- babandı. Biz de kendi isteğimizle bu işe bulaşık. Bu arabada bir suç varsa bile senin değil.”

Kendisini ikna olmuş hissetmiyordu. Düğün topuzundan kurtulan birkaç sertleşmiş saç telini parmağına dolandı. Gözleri boşluğa dalmıştı. Saçı öylece döndürüp duruyordu.

Uzun -çok uzun- bir sessizlik oldu. Tek ses araba motorunun rahatsız edici gürültüsüne karışan rüzgarın melodisiydi. Bir de Zahir’in müzik misali nefesleri vardı. Nefes sesleri değil, nefesiydi müzik. Onun, onların rahatça nefes alıp verdiğini bilmek bile genç kıza bir müzikti. Dudağı hafifçe yukarı kıvrıldı, sonra hemen eski halini aldı. O minik hareket bile yanağını acıtmıştı.

”Söylesene,” dedi Atakan amca. “Aradan ne kadar zaman geçti. O süre içinde talipleri geri çevirmeyi nasıl başardın?”

Bu soru cidden sıkıntıydı.

"Duyunca benim bir cani olduğumu düşüneceksiniz." diye mırıldandı. Süngüsü düşmüş gibi bir hali vardı.

Adamın suratında bir  "Hadi canım!" ifadesi vardı. Alayla dikiz aynasından kıza baktı. "Sen ve cani olmak?" Elini havada savurarak "Atıyorsun!" dedi.

Dudaklarını yanlış bir şey yapmış gibi büzdü. "Gelen adamların çayına müshil kattım." Yüzü kasıldı, gülmemek için  kendini zor tutuyordu.

Onun yerine adam bol bol gülmüştü. Gür kahkahası arabanın içini doldurmuştu. Zahir huzursuzca kıpırdandı. "Suya müshil katmak, ha! Nasıl geldi aklına?" diye bağırdı zar zor. Yüzü kıpkırmızıydı. Araba hafif zikzaklar çiziyordu.

Gamze ne olur ne olmaz kemerine tutundu. "Bir kitapta okumuştum." Adam kısık sesle yine güldü. "Şüphelenmediler mi peki?"

Genç kızın pembeleşen suratı bir gülücükle taçlandı. "Annem müshil mi biliyor? Tek bildiği kızını istemeye gelen taliplerin güzelim koltuklarına işediği!" İkisi birden bir kahkaha akımına kapıldı, Zahir'in çığlığıyla son buldu.

Sarı gelin endişeyle gence döndü. Yaralı yüzünde ter birikmişti. Gözleri kapalı, inleyip duruyordu. "Hayır, hayır, hayır, hayır! Geri çekil, lütfen, geri çekil! Koş! Kaç!"

Hiçbir şey anlamayan Gamze, Atakan amcaya baktı. "Neyden bahsediyor?"

Tonton adam hüzünle arka koltuğa baktı. "Sana o izin nasıl oluştuğunu sorsam ne derdin?"

Bir süre duraksadı genç kız. Bir elini artık iyice ağır hissettiren yüzüne götürdü ve yanağını sildi. Eli fondötene bulanmıştı. Umursamadan bembeyaz gelinliğine sildi elini. Minik ve şefkatli gülümsemesiyle "Başka kurtarışlar yaparken Joker gelip onu aralarına katmaya çalışmış ama kolu bozuk olduğundan eli titremiştir derdim." dedi.

Dikiz aynasından o da hafifçe gülümsedi. Sonra gülümsemeler kendilerini ayçiçeği tarlalarına bıraktı. "Ben bir taksiciyim. İşim gereği belirli yerlerde çok gezerim. Zahir'i bazı vukuatlarından tanıyordum. Sen ilk değilsin ve son olmayacaksın elbet." Derin bir iç çekerek devam etti. "Bunu yapmasının sebebi çok eski bir olaydan dolayı kendini suçlaması. Oysa hiç suçu yoktu ki." Arabayı yavaşlattı, aksi takdirde aşırı hızdan öleceklerdi.

Gamze iyicene dikkat kesildi. Bir yandan Zahir'i sabit tutmaya çalışıyordu düşmesin diye. Atakan amca başladı hikayeye. "O daha 15 yaşındayken annesiyle babasının bulunduğu araba gencecik bir kıza çarpmıştı. Sen de 18, ben diyeyim 20 yaşında. Annesi orada öldü. Babası arabayı kullanırken hem alkollüymüş hem de aşırı hız yapmış. 14 yıl hapis yedi. O kız öldü ya, bir anda kadınların kahramanı oluverdi. Ben taksiyle dolanırken hep gözüm kayardı. Millete yardım edip duruyor. O nezaretteyken kesinkes anladım, kendisini suçluyor. Hayır, neden bilmiyorum? Babası dikmiş şişeyi, basmış gaza, kıymış o canlara! Kendisi arka koltukta uyuyormuş, camlar parçalanınca yüzünü kesmiş."

Atakan amca hâlâ kendi kendine Zahir'in masum olduğunu kanıtlamaya çalışırken Gamze çok ayrı dünyalara dalmıştı.

Bu genç de iki insanın yavrusuydu ve o da ailesinden -muhtemelen- memnun değildi. Onun bazen insan olduğunu unutsa da gerçekten insandı. Hata yapmayan bir insandı fakat. Başkalarının yaptığı hataları kendi üstüne yükleyen, kendi suçuymuş gibi bunu telafi etmeye çalışan biri… Haritada kendi noktasını belirleyince başkasına yardım etmek için rotasını değiştiren, yeryüzüne cennetin hediyesi olarak gönderilen bir melek. Yemişim Tom Holland'ı, Chris Evans'ı, Chris Hemsworth'u ya da… Neyse işte, hepsine bin basar bu Zahir, diye düşünmeden edemedi. Oysa bu saydığı isimlere bayılırdı ancak gerçek hayattaki bir sivil kahramanın gömleği bir iki nakış dolayısıyla pahalıydı.

Arabanın aniden durmasıyla o da hayal dünyasından ayrıldı. "Ne oldu?" diye korkuyla sordu. Belki de evleneceği adam -Ahmet, Mehmet, Mahmut ya da Ahmut- basmıştı. Ya da annesi eline almış tüfeği arabaya doğrultmuş vaziyetteydi? Veya ağabeyleri de gelmiş olabilirdi, babasının küçük minyatürleri! Belki de, genç kızın yüreğini korkuyla dolduran o düşünce, babası dirilmiş emektar tabancasını doğrultmuş o manyak bakışlarını bu tatlı adama dikiyordu. Gamze bayılmak üzereydi.

"Koyun sürüsü geçiyor!"

Neredeyse kahkaha atacaktı. Bu yaşananlar öyle sinirini bozmuştu ki… O günler geride kaldı, dedi kendi kendine. Yeni bir hayata atılıyorum.

 

Zahir Yalın Yelkovan

 

İnsanlar cidden de adlarını yaşatıyordu.

Annesi karmaşadan ve belirsizlikten hoşlanmazdı. Her konu şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve düzenli olmalıydı onun gözünde. Bu yüzden oğluna kendi için "kuşkusuz, kesin" anlamları için adını seçmişti. Babası yüzeysel bir adamdı. Kabuk onun için en önemlisiydi. Eğlencesine düşkündü ve gerek işte gerek partide ortamın yıldızı olmayı severdi. O da "görünüş, coşkun ve ışıltılı" kısmını almıştı bu yüzden. Fark etmeden oğullarını bir karmaşaya sürüklemişlerdi. 12 yaşındayken ikisine de restini çekmiş ve "Hayal ettiğiniz kişi olmayacağım!" diye bağırarak odasına kapanmıştı. Tüm sıfatları isminden atmış ve sadece "yardımsever" kısmını almıştı. Bir kelimenin bu kadar çok anlama gelmesi ne güzeldi!

Yalın dedesinin ismiydi. Ona göre bu ismin bir ruhu yoktu.

Ama onda en hoşuna gitmeyen şey soyadıydı. Sanki mahvolan yıllarını yüzüne vuruyordu. Zamanının nasıl yitip gittiğini… Bazen merak ederdi akrep ve yelkovanın hangi sayılara gelince kalbinin atmayı bırakacağını. Fakat biliyordu ki başkaları için yaşamaya devam etmeliydi. Kimsenin ömürlük hatası olmak istemezdi.

Okulda bir gün lise öğretmenleri bir soru sormuştu: Seçebilseydiniz nasıl bir ailede doğmayı seçerdiniz?

Farklı farklı cevaplar gelmişti. Zengin, seksi, çikolata dükkanı sahibi, mutlu, kendisine köle, ünlü gibi milyon cevap yağmıştı. Kendisi o an ilk kez düşünmüştü. Ailesinden memnun muydu?

"Ben ailemi değiştirmezdim," Verdiği cevapla sınıf arkadaşları ve öğretmen oldukça şaşırmıştı. Devamı gelince ise öğretmeninin takdirini almıştı. "Çünkü değişselerdi bugün olduğum kişi olamazdım."

Bu yüzden isyanı kesti derhal. Olduğu kişiden elbette memnundu. Sonuçta beyinler pazarda satılsaymış herkes kendi beynini alırmış, diye düşündü. Sonra kararında tereddüt etti. Kaza anını yeniden yaşamaya başlamasıyla içini saran koyu katman ağırlaştı.

Arabadaydılar. Babası eğlenceden dönüyordu. Deli gibi konuşup arada kahkahalar atıyor, elini kolunu sallayıp duruyordu. Annesinin gözleri ağlamaktan şişmiş, göz makyajı çenesine kadar akmıştı. Kendisi yorgundu, kulaklarında kulaklıkla şarkı dinliyordu. Arada gözleri hafifçe kapanıyor fakat kulaklarında müziğin sesi susmuyordu. Biliyordu gelecek kasırgayı. Annesi hınçla babasına dönüp bir şeyler söyledi. Duyamıyordu, sağırdı o. Babası öfkeyle karşılık verdi ve büyük kavga başladı. Annesinin ela gözleri arada çaresizce kendisine dokunuyordu. Onlarla karşılaşmamak için gözlerini kapattı. Sonra kulaklıkların içinden sızıp kulağına ulaşan bir gürültü, parçalanan camlar, annesinin kendisini onun üstüne atması… Kendisine az buçuk geldiğinde annesinin cesedini üzerinden çekmeleri, ölen kız, polis ve ambulans sirenlerine karışmış korkulu bağırışlar derken karakolda ifadesi alınırken tir tir titremesi bile aklındaydı. Babasının kelepçelenirken dudaklarından savrulan her küfür, kamera flaşları ve onu sorgulayan polisin delici bakışları kalbini ilk günkü gibi gümbür gümbür çarptırıyordu.

Yine terlerin yüzünün ıslattığını, titreyen dudaklarının bir sözcük oluşturabilmek için çırpındığını hissediyordu. Kalp krizi geçirmekten korkarcasına uyanmaya çalışıyordu. Göz kapaklarına güç vermeye başladı. Açılsalar her şey bitecekti. Sonunda, yapış yapış bir his bırakarak gözlerini açtı. Karşılaştığı flu görüntüden kurtulmak için birkaç kez kırptı onları. Gamze endişeyle yumuşak ellerini saçlarında dolaştırıyordu. Mavi gözleri korkuyla gözlerine dikili kalmıştı. Tam pembe dudakları aralanmıştı ki araba durdu.

"Hadi bakam, geldik!"

Ağır ağır saçlarını karıştırdı ve arabadan çıktı. Aniden çarpan rüzgarla titredi. Başını çevirdi ve işte, karşısında annesinden kalan yazlık duruyordu. Yaz yağmuru hafif hafif onları ıslatıyordu. Bu rutubet kokulu evden kendini bildi bileli tırsmıştı ama şu an ona mahkûmdular. Yaşam şartları bu kadar el veriyordu.

Kapıyı açan anahtarların şıngırtısı kulaklarında çınlarken hâlâ sarhoş gibiydi.

Evin içine attıkları bir adım, onların miladıydı.

 

7 Yıl Sonra

 

"Hazırlıklar tamam mı? Gamze'den fırça yemeyelim sonra!"

Arda'nın bağırışı tüm evde yankılandı. İnce ve tiz bir çığlığın ardından kafasına plastik bir bebek yemekten kaçamadı.

Kafasını ovuştururken "Küçük cadı!" diye isyan etti. Zahir kucağında Hale ile birlikte sırıtıyordu. "Aman dikkat! Kurbağaya çevirmesin seni." diye takıldı. Arda öfkeyle ona döndü. "Niye bu kızdan sopayı ben yiyip duruyorum?"

Arkasında ellerini göğsünde kavuşturmuş bir Gamze bulmayı beklemeyen Arda'nın ürkmesiyle Zahir şen kahkahalara boğuldu. Sesi Zeus'u kıskandırabilirdi. Cidden, adamın kendine has bir büyüsü vardı. "Gülme sen de! Çakacağım bir tane o olacak Zahir!" Ona çıkışan Gamze yüzünden ağzına fermuar çekti. "Sana gelince Arda efendi," diye büyük patlamanın girişini haber verdi. "İşine gelince pek güzel seviyorsun kızımı?"

Arda soğuk terler dökerek "Ya Gamze ben onu kastetmemiştim." dedi fakat Gamze diklenerek "Neyi kastettin?" diye cevabı yapıştırdı. Saklanacak delik arayan Arda birden eliyle pencereyi işaret etti. "Aa, kuş!" Gamze'nin refleks olarak dönmesinin yarattığı fırsatla kanatlanıp uçtu. Jet motoru da takmış olabilir tabii. İhtimalleri göz ardı etmemek gerek.

Gamze ayağını yere vura vura Hale'yi sertçe Zahir'in kucağından çekti. Resmen dünyası başına yıkılmış gibi bakan adamın suratı sanat eseri diye galeride sergilenmeye değerdi.

"Bakma öyle! Barış gelene kadar bende kalacak kızım."

Zahir kedi gibi mırıldandı. "Ama benim bir şikayetim yoktu ki."

Gamze saçlarını savura savura kucağında Hale'yle rengarenk olmuş salondan ayrıldı. 29 yaşına gelen Zahir, bu yılın hangi yıl olduğunu pencerenin parmaklıklarına bakınca tekrar hatırladı.

Babam 2 hafta sonra serbest kalacak, diye düşündü hüzünle. Oysa hayatını çok güzel kurmuştu.

Gamze, Barış adlı bir adamla 4 yıl önce evlenmişti. 2 yıl sonra, Hale doğduğunda, 23 yaşına çiçeği burnunda bir anne olarak üniversiteyi bitirmişti. Şimdi bir makine mühendisiydi. Kocası ise endüstri mühendisiydi. Ağustos'un ortasında herkesi telaşla koşturmalarının sebebi neydi peki? Tabii ki küçük kızlarının doğum günü!

Genç kadının sinirinden en çok zavallı Arda nasipleniyordu. Kız bebek alerjisi olduğunu iddia ettiğinden beri kadın yakasından düşmüyordu. Atakan amcanın oğlu olarak çok iyi kaynaşsalar da iletişimleri genellikle atışmaktan oluşuyordu.

Atakan amca demişken…

Zahir telaşla telefona sarıldı. "Alo! Zişan, amcam iyi mi?" Zişan ise Arda'nın ablasıydı. Çok daha otoriter bir karakter olarak rutinine evi kontrol edip Arda'nın yıkmadığından emin olmadan dönmüyordu. Fakat son zamanlarda ziyaretleri epey seyrekleşmişti. Sebebi malum…

"Ne kadar olabiliyorsa o kadar iyi." Halsiz çıkan sesi Zahir'i endişelendirmişti. "Sen iyi misin?" Merakına karşın terslendi. "Yok, muhteşemim! Tepemde güller uçuşuyor. Hatta o kadar iyiyim ki şimdi gidip kendi başıma horon tepeceğim!"

"Tamam, tamam, kızma hemen." diye söylendi. Zişan duraksadı, derin bir nefes aldı ve özür dilercesine devam etti. "Kusura bakma, sana patladım. Babam beni çıldırtıyor! Ameliyat olmaya bir türlü ikna edemedim. Deştirmezmiş kafasını!" Devamını getirirken sesi çatladı. "Gerçi doktorlar da geciktiğini söylüyor. Artık tek beklenen b-beyin ö-ölümü."

Telefon Zahir'in parmakları arasından kaydı. Gürültüyle yere düşen telefonun sesi ev ahalisinin dikkatini çekmişti. Genç adam hâlâ aynı pozisyondaydı.

"Ne oluyor?"

"Ulan Zahir, patlattın de mi o avizeyi? Seni hıyar!"

"Gitmeyin üstüne, zaten 12'lik beyni var. Onu da yormamak lazım."

Gamze başını sallaya sallaya salona daldı. Kireç gibi olan adamı görünce endişesi katlandı. "Zahir, ne oldu?" Yanıt yoktu. Öylece dikilmiş, yere bakıyordu. Gamze sesini daha da yumuşatarak "Kahraman, ne oldu söylesene!" dedi.

Zahir bomboş ela gözleriyle ona döndü. Küt diye yere devrilmeden önce "Atakan amca…" diye inledi.

 

Gamze Hira Demir

Durmadan çalan telefondan genç kadına gına gelmişti. Yüzsüz ağabeyleri onu arayıp duruyordu. Kucağında oturan altın saçlı kızına baktı. Ne zorluklar çekmişti onu bugünlere getirebilmek için. Ondan öncesi de vardı tabii. O kısım da zordu. Hem de bayağı zordu.

Düğünden kaçışı tam bir skandal olmuştu. Kendi akrabalarıyla damadın akrabaları bir olmuştu. Ellerinde silahla tüm şehri arşınlamışlardı. Hatta bir ara gururlarını azıcık yenip polise bile gitmişlerdi ancak o anında en yakın karakola gidip tamamen kendi isteğiyle kaçtığını söyleyince hemen birkaç ay önce reşit olmanın avantajıyla polisler aramayı bırakmış ve ailesine de aynısını yapmalarını tavsiye etmişti.

Bir gün kendini kocası yapmaya çalışacak olan adam bir mağazadayken onu bulmuş, anında genç kadını kaçırmaya kalkmıştı. Pek işe yaradığı söylenemez. O zamanlar o 'Zahir Yalın Yelkovan'ın koruması' altındaydı. (O kendini savunamadığı günlere kıl kaptığını dipnot olarak geçmek gerek.) 1 kilometre bile uzaklaşamadan onları bulmuşlardı. Gelen grubun garipliğini sadece kendisi algılayabilmişti: Zahir, Atakan amca, Arda ve Zişan. Bir kere olaya kardeşler karıştığında bayağı acayip oluyordu ortam. Mesela o gün arabadan inerken Arda ve Zişan hâlâ Zişan'ın kayıp yeşil elbisesinin Arda'nın iç çamaşırı çekmecesinden çıkmasını tartışıyorlardı.

Bir an aklına o sahne gelince ürperdi ve bebeğine daha sıkı sarıldı. O adam Zahir'i vurmuştu. Zişan'ın yolda polisi araması sayesinde adam şu an içerideydi. Zahir yere yığıldığı gibi polis sirenleri hepsini çepeçevre sarmıştı. Onun yüzünden kaç yara aldığını sayamıyordu. Aklına geldikçe tırnağının ucundaki oje bile bembeyaz oluyordu ki beyaz ojeyi hiç sevmezdi.

Damadın hapse girmesiyle ona bulaşmamaya başlamışlardı. Kendisi üniversiteye girene kadar elbet. Sonra bir sorgu sual başlamıştı. Eh, o geri kafalılar için okuyan kızlar namussuz oluyordu okulda. Fakat onlara göre zaten Gamze namussuz olduğum için pek şaşırmamışlardı. Evet, kafa yapılarından iğreniyordu.

Sonra evlenmesi bayağı yankı uyandırmıştı. Telefonu susmadığı için hepsini engellemişti ama bir şekilde ona ulaşmayı yine de başarmışlardı. En sonunda Barış çözüm yolu olarak hattını parçalayana kadar sürmüştü bu.

Mezun olması ve Hale'ye hamile kalmasından sonrası şaşırtıcı şekilde sessiz ve sakindi. Hale doğunca herkes bir anda bebeğin fotoğrafını görme merakına düşmüştü. İkinci bir telefon alana kadar sürmüştü bu. Telefon numarasını bir şekilde buluyorlardı.

İşe girdiğinde herkes yalakası oluvermişti. Hele ağabeyleri… Borçlarını ödemesi için genç kadına yalvarıyorlardı. Annesi "Ev al bana Gamze." diye başının etini şişiriyordu. Sırf annesi diye bir tanecik ev almaya gönlü razı gelmişti. Tabii Zişan ve Zahir yıl boyu ona "Salak!" demiş, Arda ise ağladı ağlayacak ifadesiyle "Gitti paracıklar!" diye dövünüp durmuştu. Barış boş boş bakmış, Atakan amca ise bir şaşkınlık nidasıyla tepki vermişti. Hepsi öylesine içtendi ki cidden kafasında bir sıkıntı olup olmadığını düşünmeye başlamıştı.

Bir süre sonra bulunan telefon numaralarının sırrı da ortaya çıktı. Hep aynı şubeden alıyordu hatları ve orada çalışan kadın mahalledeki birinin kızıymış. Hatları verirken hepsini köşeye not ediyormuş. O da salaktı tabii, anlamamıştı.

Şu sıralar Hale'nin doğum günü diye doğum günü kartları yağıyordu eve. Mahalle olmasa bile rehberinde bulunan herkes arayıp kızının doğum gününü kutluyordu.

Bir zamanlar kırılgan bir genç kızdı. Cesur bir adama muhtaç, dokunsan ağlayacakmış gibi gezen, koşulsuz boyun eğen bir köleydi.  Şimdi kendini bulmuştu. Özgüvenliydi. Zahir artık kurtarıcısı değil arkadaşıydı. Herkese  ufacık şeyler için minnet dolu hissetmiyordu. Fikrini rahatça dile getirebiliyor, konuşabiliyordu. Aynaya her bakışında bugünkü haliyle biraz daha gurur duyuyordu.

Ansızın bahçeye bomba gibi düşen bir parçalanma sesiyle Hale'yi dadısına verdi ve eve koşturdu. Salona fırtına gibi daldığında bitmiş gibi bakan Zahir'le karşılaşmayı beklemiyordu. Endişeyle "Zahir, ne oldu?" dedi. Kıpırdamamıştı bile. Gamze sesini biraz daha iyi ayarlamaya çalıştı. "Kahraman, ne oldu söylesene!"

Zahir'in donuk elaları mavilerine dikildi. Cansız sesiyle "Atakan amca…" diye inledi ve yere yığıldı.

"ARDA! BARIŞ!" diye kükredi. Boncuk gözlerinden birkaç damla intihar etti. Hemen televizyonun dibindeki kolonyaya koştu. O sırada Arda ile Barış da farklı kapılardan aynı anda içeri dalmıştı.

"Lan Zahir!"

"Acaba avize kafasına mı düştü?"

Arda hâlâ Zahir'in kafasına bir türlü düşemeyen avizenin derdindeydi.

"BAŞLAYACAĞIM AVİZENE!" Karı koca koro halinde kükredi. Arda yutkunarak ikili ardında gözlerini dolaştırdı. "Yabani çift sizi."

"ARDA!" Gamze kafayı sıyırıp sirtaki dansıyla Yunanistan'a yollamanın sınırındaydı.  "Bayılmadan önce 'Atakan amca…' dedi. Belli ki babandan bir haber gelmiş ama sen burada şebeklik peşindesin!" Arda'nın rengi birkaç ton attı. Titreyen sesiyle "Ben a-arabayı ha-hazırlayayım." dediğinde Gamze az buçuk yumuşamıştı. Kendisi babasını sevmiyor diye herkesi için geçerli olacak diye bir kanun yoktu sonuçta.

Barış Zahir'i kucakladığında Gamze kızının tarafa umutsuz bir bakış attı. Sessizce "Ben Hale'yi alayım." diye mırıldandı.

2 Hafta Sonra

 

Herkes karalara bürünmüştü. Ortamda derin bir acı hüküm sürüyordu. Zişan ve Arda'nın ağlamasını engellemek mümkün değildi. Bir banka oturmuş sessizce gözyaşı döken Gamze'ye destek olan Barış hıçkırıyor, kucağındaki minik bebek ise alakasız bir sebeple ciyak ciyak bağırıyordu. Zahir oldukça sessizdi. Kafasından geçenleri tahmin etmek mümkün değildi. Cenazede öylece dikilmiş, tabutu sırtlanmış, mezara yerleştirilirken öylece izlemiş ve sessizce duasını edip bir ağacın dibine oturmuştu.

Gelen geldi, giden gitti. Herkes baş sağlığı diledi, helvaları yiyip evlerine döndü. Sadece beş buçuk kişi mezarın başında kalmıştı bir hafta sonra. Bebek Hale çıkardığı gürültüyle varlığını oldukça belli ettiğinden bir kişi, Zahir ise bedeninin yarısını 3 hafta öncesinde bıraktığı için yarım kişiydi.

Zahir'in  durgunluğu oldukça dikkat çekiyordu. Tamam, ortamın gevezesi değildi ama en azından iki laf ederdi. Barış günlerdir içinde tuttuklarını söylemeye hazırdı artık. Derin bir nefes aldı ve elini genç adamın omzuna attı. "Zahir, " diye başladı söze. "Bak, anlıyorum Atakan amca için çok üzülüyorsun ama sence de kendini toparlamaya çalışman gerekmiyor mu? Zişan ve Arda bile bir cümle söylüyorlar günde. Herkesin kahramanı olamazsın. O bakışı tanıyorum. Yine abudik gubudik bir sebeple kendini suçluyorsun. Ama ölüm  Allah'ın emri, kardeşim. Atakan amcanın  hem yaşı vardı hem de tümörü. Üstelik gittiği yerde karısının yanında. Toparlan hadi artık."

Zahir durgun bakışlarını Barış'ın inatçı gözlerine dikti. Kendisi de farkındaydı durumunun fakat elinde değildi işte.  Eğer daha erken fark etseydi hastalığı belki tedavi yetişirdi. Ya da Atakan amcayı ikna etmeyi deneyebilirdi.  Bir şekilde okun ucunu kendi göğsüne doğrultmayı başarıyordu.

Diğer omzuna konan narin el ile başını diğer tarafa çevirdi. Gamze mavi gözleriyle ona güç vermek istercesine bakıyordu. Sonra bakışları parkta oynayan çocuklara döndü. O tatlı çığlıklar, gülücükler, minik ağlamalar…

Gamze kulağına doğru fısıldadı.

"Bir kez olsun kendinin kahramanı ol."

Bozulmuş yüzünde yeşeren minicik bir tebessüm.

"Deneyeceğim."

 

]]>
Wed, 26 Jan 2022 00:04:45 +0300 iremcoskun
KUSURSUZ https://edebiyatblog.com/kusursuz-453 https://edebiyatblog.com/kusursuz-453 Sat, 11 Dec 2021 15:15:55 +0300 iremcoskun İÇE HAPİS SİTEMLER https://edebiyatblog.com/ice-hapis-sitemler https://edebiyatblog.com/ice-hapis-sitemler İçim kanıyor içim,

Ah benim gül açan çiçeğim!

Yanar döner bir bıçağım ben.

Öfkem en çok beni keser be güzelim!

Yeniden oynar zihnimde anı şeridim.

Küllerle dolu bir mapus burası.

Tek bir yetimin kanayan aynı yarası,

Sızlıyor köhne zindanda ah karası.

Bir cinayetin şahididir orası.

Bir intihar mekanıdır orası.

Kesik sözler, biçimsiz gözler, karanlık özler,

Hepsi aynı kapının yolunu gözler .

Günah kapısının diğer yanını özler,

Vasat vakitte dönmesi için söylenir sözler,

Yalancı dileklerin mağduru faniler samimiyeti özler.

İşte yine bir gece dikiliyorum sokakta içim titrerken.

Ne olurdu dönseydin yıkımımdan erken?

Güzide memleketimin suratına bakamam derken,

Gözlerimin baktığı her yol kederken

Yine bulurum kendimi o ağacın meyvelerini yerken.

]]>
Fri, 10 Sep 2021 23:28:37 +0300 iremcoskun
HİPNOZ ALTI GEÇMİŞ https://edebiyatblog.com/hipnoz-alti-gecmis https://edebiyatblog.com/hipnoz-alti-gecmis Derin bir soluk alıp şaheserime bir göz attım. Sarkaç üzerinde ona odaklanacak gözleri etki altına almak için tasarladığım özel kırmızı ışık kapalı duruyordu. Radyoaktif maddelerin çokça kullanıldığı geliştirilmiş hipnoz cihazım mükemmel gözüküyordu. Bronz rengi üzerine sarı işlemeler sanki eski bir saatin sarkacı gibi gösteriyordu onu. Ancak çok daha şahane olduğuna emindim. Çünkü yuvarlak kısmın ortasında şu an soluk olan kırmızı kristal son deneyimdi.

Bir teknoloji harikası...

Hayranlıkla iç çektim ve laboratuvarımın en solundaki merdivenlerden yukarı çıktım. Yalnız yaşadığım ferah evimin camlarından güneş bana göz kırpıyordu. Boydan boya cam kaplı duvarlara montelenmiş çerçevede oldukça pozitif bir fotoğraf vardı. İçlerine boya kalemiyle yeşiller kattığım kumral saçlarıma taktığım beyaz bandana ve cici kız elbiseleri fazlasıyla uyumsuzdu. Yine de suratımdaki gülümseme dikkatleri bu çelişkiden iki pembe topa ve yay şeklindeki pembe çizgiye çekiyordu. Yanımda bana sarılmış babam, ona kollarını dolayan kız kardeşim, kız kardeşimin saçlarını karıştıran ağabeyim ve iki kardeşime arkadan sarılarak gülümseyen annem bu mutlu aile tablosunu tamamlıyordu. Öfkeyle kaşlarımı çattım ve çerçeveyi her günkü gibi yere attım.

Cam kırıkları yere yayılırken bir anda gözlerim doldu. Öfke ve acıyla bir çığlık attım. Kendimi mavi kanepeye atarken gözyaşlarım yanaklarımda süzülüyordu. İç çekişler ve hıçkırıklar arasında uyuyakaldım.

~

Hoşnut mırıltılarla ve ay şeklindeki tavan lambasının ışığının yüzüme vuruşuyla uyandım. Yanaklarımdaki koca kütlenin ağırlığını gidermek için yüzümü yıkadım. Rahatlamayı doyasıya yaşadım. Dağınık bir ev topuzu, eşofman ve tişörtle bahçeye çıktım. Bu sokak tarzının aksine elimde çok pahalı bir çanta, içinde de gelirimin yüzde seksen beşini yatırdığım hipnoz cihazım vardı. Babamın yüklü mirası ve bilim insanı oluşum düşünülürse bayağı para harcamıştım yani. Umuyordum ki emeklerimin karşılığını bulurdum. Bu yüzden dışarıdaydım.

Temiz havanın kokusu ciğerlerimi doldururken kulağıma dolan makine sesi tüm huzurumu bozuvermişti. Kuş cıvıltılarının yerini alan çim biçicinin sesi kulaklarımı tırmalarken dişlerimi sıktım. Aynı anda kafama dank eden şeyle gözlerim parladı. Belki... Onu burada deneyebilirdim!

Mustafa amca kulaklarında kulaklığıyla çimleri biçerken kırmızı tulumunun omzunu setçe çekiştirdim. Yüzümde sevimli gülümsememle Mustafa amcanın kırışmış yüzüne baktım. "Mustafa amca, bir kenara gelsene!" Mustafa amca kendisinden ödün vermeyerek "Olmaz Ala kızım, iş başındayım. Eğer şu çimleri ben biçmezsem kim biçecek? Caminin imamı mı? Oyalama beni." dedi.

Yüzümü astım. "Ama bak, sana Cemre'nin büyük sırrını söylerim." dedim başını eğip makineyi açarken.

Bir anda pimi çekilmiş gibi bana döndü. "Cemre hayırsızının ne sırrı varmış benden gizli?" Cemre onun torunuydu ve gerçekten çok üstüne düşüyordu.

Üzgünüm Cemre ama büyük sırrını ifşa etmek zorundayım.

Bir ıslık öttürdüm. "Hem de ne sır!" Bana o deve gözleriyle bakarken tırsmamam mümkün değildi. Adamın bam teline basıyordum ama hayırlı bir amaç içindi. "Eğer benimle bir kahve içersen söylerim." diye sözlerimi tamamladım.

Mustafa amca şüpheyle kıstı gözlerini. "Neden benimle kahve içmek için bu kadar ısrarcısın kızım?"

Omuzlarımı silktim. "Çok yalnızım."

Gerçekten çok yalnızdım. Ailemin ölümü üzerine beni amcam ve yengem sahiplenmişti ama büyüyünce eski evime dönmek istemiştim. Tüm o kötü anılar gözümün önünden geçerken gülümsemem titredi.

Gözlerini bir süre çimlere dikti. Sonra bana çevirdi. "Tamam."

Sevinçle el çırptım ve heyecanla adamın kollarına asılıp içeri çekiştirdim. Şaşırsa da bana uyup mutfağa geçti. Mutfak, salondan önce geldiği için cam kırıklarını görmemişti. "Salon biraz dağınık da amcacım, bu yüzden getirdim seni buraya." dedim mahcup bir ifadeyle.

Hiçbir şey demedi. Sadece beyaz sandalyeye oturdu. Ben ona bir dakika işareti yapıp çantamın fermuarını açtım. Onun bakışlarını hissedebiliyordum. Çantadan çıkardığım sarkaçla ona döndüğümde kaşlarının havalandığını görebilmiştim. "Sadece kahve-" derken sözünü kestim. "Bu sarkaçtan gözlerini ayırma, sana Cemre'nin sırrını söyleyeyim." Bir iç çekti ve başıyla onayladı. Sessizce "Zamane veletleri." deyişini duyabilmiştim.

Hevesle sarkacın çevirme kolundan onu etkinleştirdiğimde kırmızı kristal parladı. Bu sarkacın olayı hızla sallanırken hem beyni yorup hem gerçeklik algısını kaybettirmesi, bu sırada kırmızı taşın yolladığı zararlı nükleer dalgalarla beyin hücrelerini uyuşturup muhakeme gücünü zayıflatmasıydı. Böylece beyin emre açık hale geliyor, hipnozu uygulayan ne derse yapacak hale geliyordu. Normal sarkaçlarla uygulanan hipnozlardan farklıydı. Tabii teoride... Gerçekte ne olacaktı bilemiyordum.

Etkinleşen sarkacı Mustafa amcanın göz hizasına tuttum ve "Gözlerini kırmızı taştan ayırma." diye fısıldadım. Yutkundu ve kırmızı taşa iyice odaklandı. Ben de sarkacı sallamaya ve o ritmik sesin kulaklarıma doluşunu dinlemeye başladım.

Kırmızı taş parlıyor, parladıkça karşımdaki adamın gözlerinin feri sönüyordu. Nihayetinde hazır olduğunu hissettiğimde "Çim biçiciyi parçala!" dedim.

Bana boş gözlerle baktı, ayaklanarak kapıya yürüdü. Arkadan takip edip işe yaraması için dua ediyordum.

Bahçeye ulaştık ve o, birden makineye doğru atıldı. Eli kabloyu kavradı, biçiciyi sıkıca geriye çekti ve makineden tuhaf sesler gelmeye başladı. Gördüğümle şok oldum.

Bir elini kesici kısma sokmuştu.

Aklıma gelen hatırayla sarsılıyordum.

"Baba, baba dur!"

Babam durmuyor, kız kardeşim Sanem'i sıkıca kavramış bahçeye sürüklüyordu. Annem kendini yere atmış yalvarıyor, ağabeyim Mert babamın elini gevşetmeye çalışırken suratına yumruğu yiyor.

Bense sadece izliyorum.

Çim biçici çalışıyor

Babam Sanem'in elini daha da sıkı kavrıyor.

Annem ağlıyor...

Mert inliyor.

Ben izliyorum.

Makineden sesler geliyor.

Sanem'in elsiz kolundan kanlar süzülüyor.

Hıçkırıklarla sarsılıyordum. Mustafa amca makineyi çalıştırıp elini içine sokarak çim biçiciyi bozmuştu. Hipnoz işe yaramıştı. Hıçkırıklarım kesildi. Gülmeye başladım. Başarmıştım!

Bir anda babamın sözleri kafamın içinde dönmeye başlıyor.

"Başladıysan devamını getir."

Ancak madem başarmıştım, burada bırakmak olmazdı değil mi?

~

Listeyi gözden geçirdim. İçim içimi yiyordu. Mustafa amcanın telkini hâlâ devam ediyordu. Bu kısmı böyle planlamamıştım. Yine de işime yaramıyor değildi.

Telkinin devamlılığını garantilemek için orijinal taşı parçalayıp bir bilezik haline getirmiştim. Çok küçük bir parça dahi işimi görürdü.

Bu parçalardan kırıntı boyutunda bir parça yere düştüğünde, neden bilmiyorum, garip bir içgüdüyle o parçayı çarpık dişlerimin arasına sıkıştırmıştım.

İşleri yapan adama bir göz attım. Kolundaki bandaja değmemeye özen gösteren gözlerim boş irislerine takıldı. Dün laboratuvarda geçirdiğim bir süreden sonra cihazımın bir hipnoz yapıldıktan sonra hep açık kaldığı, beyni yoran sarkaç olmasa da radyoaktif dalgalar yayan kimyasalın muhakeme gücünün geri kazanılmasına engel olduğunu anlamıştım. Bu yüzden boynuma taktığım sarkaç ve bedenimi koruyan özel kıyafetlerimle birlikte gün yapmaya geldiklerini sanan kadınları bekliyordum.

Birkaç saat sonra, her şey mükemmel olunca, deneklerim gelmişti.

Kapıdan içeri giren güzel giyimli kadınlar evimi bir kusur ararcasına süzerken onları içeri buyur ettim. Selamlaşma faslından sonra Berivan "Kız sen varken neden koskoca adam iş yapıyor? Beli falan ağrımıyor mu bu adamın? Hem kolu da sakat, yazık kız!" diye cumburlop atladı.

Zorlukla gülümseyerek "Bu yüzden para alıyor ya güzelim! Ek iş yapmak istedi, ben de kabul ettim." diye toparlamaya çalıştım. Mina "Haklı yani, madem zorlanacak kabul etmeseydi! Neyse, alt tabaka içi birbirimize düşmeye değmez. E, ayda yılda bir gördüğümüz arkadaşımız ne yapıyormuş?" dedi. Ben daha ağzımı açamadan Elif tiksinti dolu bakışlarla hemen laf attı.

"Kıyafetin ne öyle? Çok demode!"

Göz kırptım. "Ben Kaliforniya modasına uygun giyiniyorum güzelim."

Kaliforniya...

Eski bir hayal.

"Tatlım, baban işlerini bu proje sayesinde yoluna koyacak ve biz Kaliforniya'ya gideceğiz. Muhteşem bir maceraya hazır mısın?"

Berivan, Elif'inde benden yana olmasıyla sessiz kaldı. Mina atıldı. "Harbi senin bir haberin vardı. Ne oldu ki? Bak eğer acil değilse benim bomba bir haberim var. Şu zilli Zarife'nin kızı-" Elimi kaldırarak sözünü kestim. "Önemli bir haber Mina." Dedikodusuna engel olduğum için ağzının içinde homurdanan üç kadından sarışın olanı Elif boyalı dudaklarının kenarıyla "Neymiş?" dedi.

Heyecanla "Damla Koçak diye bir manken geçenlerde bir canlı yayın yaptı." diye atıldım. Onlara yem atıyordum.

Aynı heyecanı yakalayan arkadaşlarım memnun kalmış gibilerdi. Ama Elif bu haberi kendisi veremediği için mutsuzdu. "Ne demiş? Hayır ben nasıl kaçırdım onu anlamıyorum." Kaşlarını çatarak söylediği şeye karşılık şok olmuş gibi gözlerimi büyüttüm. "Tüm Türkiye bunu konuşuyor! Canlı yayında ne yaptı bilmiyor musunuz?"

Şimdi iyice moralleri bozulmuştu.

"Ne yaptı?" dedi Mina huzursuzlukla. Dehşete düşmüş gibi görünüyordum kesin.

"Sen bu işlerle pek ilgilenmezdin Ala. Kendini o sıkıcı beyaz odaya kapatıp şeker falan yapardın." Berivan'a saldırmamak için kendimi zor tutuyordum. Sahte gülümsememle "Bunlara bakmazsam dünyadan haberdar olamam ki! Değil mi canım?" dedi.

İğrenç!

Dudağının kenarıyla gülümsedi. Zaten hep felçli gibi gülümserdi bu şişme bebek. "Öyle şekerim."

Elif atıldı. "Berivan, dağıtma konuyu. E, ne yaptı Damla Koçak?"

Berivan resmen morarmıştı.

İçimden kahkahalar atarken "Yeni ve modern bir fal tekniği geliştirdi. Sözde her denen çıkıyormuş. Nasıl yapılacağını falan gösterdi. Görecektin, gülme krizine girdim. Öyle saçmaydı ki!" dedim.

Mina bakımlı kaşlarını kaldırdı. "Ne falıymış bu?" Kesin bir ses tonuyla "Sarkaç falı." Demekle herkesin kahkaha atmaya başlaması bir oldu.

Cahiller, zaten böyle bir fal var.

"Sarkaç falı dedin değil mi tatlım? Bildiğimiz pusula sarkacı!" Onlarla birlikte kahkaha atıyordum ama sebebi az önce yaşananlardı.

Pusula sarkacı mı? Burayı terk et dostum!

"Bu kadar çok neye gülüyorsunuz hanımlar?"

Donakaldım.

Soner?

Ha bildiğimiz kuzenim Soner?

Yandık!

Ayağa kalkıp "Soner, senin ne işin var burada?" dedim merakla. Keskin bakışlı mavi gözlerini benle Berivan arasında dolaştırıyordu. "Ayda yılda bir evine insan çağıran kuzenim ve onu görmeye giden karım için uğrayamaz mıyım?"

Yutkunarak "Uğrarsın tabii, uğrarsın..." dedim zorlukla. Mina hemen gözlerini benim yeşil gözlerime çevirdi. "Şu sarkaç falını göstersene hazır Ala? Soner de görmek ister belki."

Lanet olsun!

Duyduğuyla suratı şekilden şekle giren kuzenim "Ne falı?" dedi. Elif dudaklarını kıvırdı. "Sarkaç falı diye bir şey çıkarmışlar, onu deneyecektik."

Sinsi!

Eğer amcamlar bunlarla uğraştığımı duysaydı gözden düşerdim. Amaç tamamen buydu.

Soner şaşkınlıkla yüzümü inceledi. Kaşlarımı kaldırıp gizli olmasını umarak "Çaktırma." işareti yaptım. Anladığını ifade eden bir yüz ifadesiyle "Yap bakalım." dedi.

Bocalıyordum.

Araf'ta kalmışken amacımı hatırladım ve sarkacı boynumdan çıkardım. Berivan "Dünden hazırmış hanımefendi." diye mırıldandı ve benim keskin kulaklarımın bunu işitmeyeceğini sandı.

Sarkacın kırmızı taşı ışıl ışıl parlıyordu. Hemen oturuşlarını düzeltiler. İlgilerini çekmiş gibiydi. Daha onlara hipnoz yapmadığım için etki altında değillerdi ama kimyasalın zehirli enerjisi onları halsizleştiriyordu. Beyinleri şimdiden yoruluyor olmalı diye tahmin ediyordum.

Aslında bu cihaz sarkaçtan ibaret değildi. Saat sadece kolaylaştırıyordu. Ama taş oldukça her şekilde telkin altına alınabilir veya telkin devam ettirilebilirdi. Tıpkı Mustafa amcanın bileziği gibi.

"Bu ne güzel bir sarkaç böyle! Ama biraz tuhaf..."

Mina söylenirken onlara yapmaları gerekeni açıkladım. Sarkacı sallamaya başladığımda hepsi gözlerini şaheserime odaklamış sağa sola oynatarak takip ediyorlardı.

Hipnoz altına girdiklerinde titremeye başladım. Yutkundum ve emirleri vermeye başladım.

"Mina, bana su getir." Mina lensli gözleriyle boş boş mutfağa bakarak ayaklandı. Mutfaktan dönerken elinde bir bardak su vardı. Bardağı bana uzattığında keyifle gülümsedim. Suyu tadını çıkararak yudumladım. Midemin bulantısına pek iyi gelmeyen suyu tükürdüm.

"Mustafa amca, laboratuvardaki diğer taşları getir." Mustafa amca gri pantolonunu duvara sürte sürte aşağı inmeye başladı.

"Berivan, ayak tırnaklarıma pedikür yap tatlım! Elif, sen de bunun fotoğrafını çek."

Bittin sen Berivan. Ben sana gösteririm gelin hanım! Hıncını çıkara çıkara gösteririm hem de.

Laubali laubali gülerek kuzenime baktım. "Şımart beni Faik!"

Tabii o boş boş baktı.

Gözlerimi devirerek "Çikolata getir Soner." dedim. Başım dönmeye başlamıştı nedense.

Yukarı çıkan Mustafa amca elinde iki yüzük, bir bilezik, kol saati ve kolyeyle dönüyordu. İki tane artacaktı. Bu durumda yine birilerini telkin edebilirdim!

Bu iş gittikçe eğlenceli bir hal alıyordu.

Tam Mustafa amca bana yaklaşmıştı ki Berivan ile çarpıştı ve ayak suyu yerlere döküldü.

Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Kol saatini Soner'e, yüzüğü Berivan'a, kolyeyi Mina'ya, bileziği  Elif'e taktırdıktan sonra ağzımı yayarak konuştum. "Elif, sen yerleri sil." Elif'in banyodan getirdiği temizlik bezinden yayılan keskin koku genzimi yaktı. Midem daha da kötüleşti. Gözlerim kararıyordu.

"Tut beni Mustafa amca." dediğim gibi bacaklarımın gücünü kaybettiğini hissettim. Bedenim yaşlı kollara düşerken son hatırladığım koyulaşmış kan kırmızısı kimyasalın bronz sarkaç üzerinde tüm gücüyle parlayışıydı.

~

Tuhaf hissediyordum.

Geçmiş dolu, geleceğe yakın, şimdide kısıtlı bir ruh gibi tuhaf hissediyordum.

Başımı saran feci acıyla inledim. Yine mavi kanepemde uyanmıştım. Aslında yatağım vardı ama çok nadiren orada uyurdum. Genelde tüm hayatımın seyircisi bu eski püskü kanepede pineklerdim.

Yeşil gözlerim gri zemini seçtiğinde çok uzun zamandır ne evi ne de insanları incelemediğimi fark ettim. Hayatımı o küçük taş parçasına adamıştım.

"...baban işlerini bu proje sayesinde yoluna koyacak.."

Babamın mirasını devam ettirmiş ve uzun zamandır hayal ettiğim şeyi yapmıştım.

İnsanları kontrol edebilme gücüne sahiptim.

Artık insanlar ailem olabilirdi.

Mutlulukla gülümseyerek ayaklandım. Üzerimdeki koruyucu giysileri çıkardığımda kana bulanmış eşofmanlarımla kalmıştım.

Bunu neden yaptığımı bilemiyordum.

Boynumdaki taşın minnacık bir kısmı yere düşmüştü. Kaşlarımı çattım. Nereden geldiğini bilmediğim bir içgüdü ile eğildim, o parçayı aldım ve çarpık ön dişlerimin arasına sıkıştırmayı başardım. Canım yanıyor, başım dönüyor, midem bulanıyordu ama aldırış etmedim.

Ta ki gözüm çerçeveyi bulana kadar...

Gözlerim doldu, gözyaşlarım sıra sıra inciler halinde dökülürken Mustafa amcanın tamir ettiği çerçeveyi elime aldım. Aile üyelerimin her birinin üzerine dokundurduğum parmağımın ucu yanıyordu. İsimlerini fısıldıyordum fakat parmağım babamın üzerinde takılı kaldığında bir an nefesim kesildi.

"Baba..."

Gözyaşlarım çoğalmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken çerçeveyi göğsüme bastırdım. Göğsümü ele geçiren acıyı görmezden geldim. Bir anda feryadı bastım.

Çerçeveyi fırlattım.

"SEN YAPTIN!"

Ağlıyor, saçlarımı yoluyor, çığlıklar atıyor, kendimi paralıyordum.

Bu sırada bana ölü gibi bakan kuklalar sinirimi bozmuştu.

Bazen... Bazen böyle krizler geçirirdim ve Mustafa amca beni sakinleştirmeye çalışırdı. Bu sırada Soner'i arar, Berivan ile ikisini acilen çağırırdı. Soner ve Berivan beni sakinleştirirdi. Bazen de Elif ve Mina önünde kriz geçirirdim. Sonradan yüzüme vursalar da bana yardım eder, beni bayıltıp hastaneye kaldırırlardı.

Ama şimdi ölü gibi bakıyorlardı.

Tanıdık ama yabancı bakışlardı bunlar.

Kendilerini kaybetmişlerdi. İşte o an hipnozun büyük bir yanlış olduğunu fark ettim. Yaptığımın geri dönüşü var mı yok mu bilmiyordum ama nedenini bilmediğim bir güdüyle mantık yürütemiyordum.

Ölü gibi mi bakıyorsunuz? Ölün o zaman!

Hınçla emir vermeye başladım. Yapacaklarımın sonuçlarını hiç düşünmeden...

"Mina, sen bu anları canlı yayına al!"

"Berivan, sol elini koparıp havuzda kendini boğ!"

"Elif, kafanı hiç durmadan buradaki duvara vur!"

"Soner, çocuk odasının önünde kendini as!"

"Mustafa amca, kendini çatıdan aşağı at!"

Emirler yerine getirilmeye başlandı.

Berivan sol elini bıçakla kesip bahçedeki dev havuza atladı. Elif kafasını ritmik bir şekilde duvara vuruyor, Soner tavandaki paslı çengele çekmecedeki halatı bağlıyor, Mustafa amca çatıya çıkıyordu. Bu sırada Mina hepsini kaydediyordu.

Taş parlıyor...

Çığlık atıyorum.

Berivan'ın can çekişen sesini duyuyorum.

Bir anı...

"BABA YAPMA!"

Sanem havuza atılıyor.

Berivan boğuluyor.

Sanem yardım dileniyor.

Berivan boğuluyor.

Sanem nefessiz kalıyor.

Berivan boğuluyor.

Sanem ölüyor.

Berivan'ın cesedi yüzeye çıkıyor.

Taş parlıyor...

Çığlık atıyorum.

Elif kafasını vururken çıkan kan sarı saçlarına yayılıyor.

Bir anı...

"Anne, ne olur dur!"

Annem ağlıyor.

Elif kafasını vuruyor.

Annem kafasını tekrar duvara çarpıyor.

Elif kafasını vuruyor.

Annemin kanı süzülüyor.

Elif kafasını vuruyor.

Annemin kafası parçalanıyor.

Elif'in cansız bedeni yere yığılıyor.

Taş parlıyor...

Çığlık atıyorum...

Soner sandalyeye çıkıyor.

"Mert, terk etme beni!"

Ağabeyim sandalyeyi ittirmiş, nefessiz kalıyor.

Soner ipi boynuna geçiriyor.

Ağabeyimin nefesi tükeniyor.

Soner sandalyeyi ittiriyor.

Ağabeyimim suratı morarıyor.

Soner inliyor.

Ağabeyim çırpınıyor.

Soner mosmor kesiliyor.

Ağabeyimin ruhu bedeninden uçuyor.

Soner'in vücudu öylece sallanıyor.

Taş parlıyor...

Çığlık atıyorum.

Mustafa amca çıkmış çatıya.

Sarkacın sesi kulaklarımda yankılanıyor.

Bir anı...

"Defol Ala!"

Babam çatının ucunda ölmek üzere.

Mustafa amca bir adım uzatıyor.

Babam gülümsüyor.

Mustafa amca kendini aşağı bırakıyor.

Babam atlıyor.

Mustafa amca parçalanıyor.

Tik tak tik tak...

Babamın kafası ayaklarımın önüne düşüyor.

Ağlıyorum.

Mina hepsini kaydediyor.

"Gülümse tatlım!"

"BABA YAPMA!"

"Mutlu yıllar sana!"

"Sanem, gel oynayalım!"

"Anne, ne olur dur!"

"...ve biz Kaliforniya'ya gideceğiz."

"Bu fotoğrafı hatırlıyor musun?"

"Çok güzel bir kolye bu."

"Bunu hatırladın mı?"

"Mert, terk etme beni!"

"Hatırladın mı?"

Çığlık atıyorum.

Kırmızı bir ışık parlıyor.

Mina her şeyi kaydediyor.

Işık beni kendine çekiyor.

Cesetler bana gülümsüyor.

Işığa dalıyorum.

Kendimden geçiyorum.

~

Psikiyatrist Ömer Bey karşısındaki kumral kızın yeşil gözlerine kendi icadını sallıyordu. Parlak ama tehlikeli fikri yüzünden dört kişi canından olmak üzereydi. Bir kişi kalıcı sakatlık geçirmişti. Eğer akıl sağlığı yerinde olsaydı hapiste yatması kaçınılmazdı.

Kıvranan genç kadını zapt etmek için sandalyeye bağlamışlardı. Ağlamaktan helâk olan kadına ne yapmalı bilmiyordu kimse. "Yüklü nükleer enerjiyle her gün baş başa olduğu için babası çıldırıp tüm ailesini katletmiş. Bayan Akanca onların ölümünü izleyip sıra kendisine geldiğinde son anda kendini depoya kilitlemiş. Acil kaçış için yapılan bir delikten hemen bahçeye kaçıp babasının intiharına şahit olmuş. İlginç ve trajik bir hikaye. Sebebi ise şu sarkaçtaki hipnoz taşı. Bay Akanca'nın uğraştığı proje buymuş."

Gözlerini büyüten dört polis ve iki doktora hikayenin devamını getirdi beyaz önlüklü orta yaşlı adam.

"Ala Akanca bunlara şahit olduktan sonra psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle iki yıl rehabilitasyonda yatmış. Ardından amcası Hakan Akanca ile yengesi Yasemin Akanca onu yanına almış. 20 yaşına gelince ise tüm bu ölümlerin gerçekleştiği eve dönmek istemiş. Bu evde babasının projesini devam ettirmiş fakat bu süreçte akli dengesi büyük zarar görmüş.

Soner Bey ve Berivan Hanım'ın anlattığı kadarıyla altı yıldır uğraştığı proje yüzünden son iki yıldır sinir krizleri geçiriyormuş. Bu sebeple Mustafa Kıraç'ı başına bir nevi bekçi olarak dikmişler. Ala Hanım'ın aşırı ısrarlarına karşı koyamayıp bunu amcası ve yengesine söylememişler. Haliyle Ala Hanım psikolojik destek alamamış. Şimdi projesini tamamlamış ve yüksek nitelikli bir hipnoz cihazı icat etmiş. Fakat onun gibi akıl sağlığı yerinde olmayan bir kadının elinde olunca böyle bir sonuç ortaya çıkmış."

Doktor Ayça doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordu. "Bu... Gerçekten inanılmaz bir hikaye."

Gülümseyen Ömer Bey başıyla onayladı. "Evet. Son teknoloji Ala taşından yapılmış hipnoz cihazının sıra dışı hikayesi." Başını sağa uzatıp onları gizlice dinlediğini sanan muhabire döndü. "Mükemmel bir başlık olmaz mıydı sizce de Hasan Bey?"

Kızarıp bozaran adam orayı terk etti. Anlaşıldığı üzere bazı meslektaşlarının aksine utanma duygusu vardı.

"Neyse, artık sadece hanımefendinin uyanmasını beklemek var."

~

Boşlukta süzülüyorum.

İçimi cayır cayır yakan geçmişimi tek bir hayalde toplamıştım. Ancak bu bana sadece zarar vermişti. Şimdi ayaktaki su toplayan yeri sıkmışım gibi o hayal hayatımda bir iz olarak kalacaktı.

Kendimi kurtarmaya çalışırken bir zindana kapattığımı yeni anlamıştım.

Ama haklıydım.

Yanlış bir şey yapmamıştım ki!

Sadece... Azıcık oyun oynayasım gelmişti.

İnsanlar fazla tepki veriyordu.

Her zamanki gibi...

Öfke içimi dolduruyordu. Her şeye karşı katıksız bir öfke besliyordum. Dilimi ısırmak istedim ama yapamadım. Hareketlerim tamamen kısıtlanmıştı. Gözlerimi araladım.

Kırmızıyı gördüm.

İrislerimi ayıramadığım kırmızı sağa sola gidiyor, ritmik bir şekilde takip ediyordum.

Kırmızı ve yeşil zıt renklerdi. Eh, zıt kutuplar birbirini çektiğine göre sanırım gözlerimi asla ayıramayacaktım.

Ansızın zihnimde bir ses yankılandı.

"Hatırla, Ala. Hatırla ve olanları anlat."

Konuşana itaat etme arzusuyla hatırlamaya çalıştım. Zihnimin koridorlarındaki kilitli kapıları zorladım.

Bir kapı açıldı.

"Bücür, bugün benim doğum günüm. Yerimi çalma!"

Gözlerim doldu. Mert?

Bir tane daha açıldı.

"Hey, ablacık! İp atlayalım mı?"

Dudaklarım sızladı. Sanem?

Biri daha...

"Güzelim, neden orada oturuyorsun? Üşüteceksin bak."

Yanaklarım ağırlaşıyordu. Anne?

En küflü kapı geriye savruldu.

"Sen neden üzgünsün Alaca'm? Beni üzüyorsun ama."

Uykum geliyordu. Baba?

Tüm kapılar açıldığında şöminenin yanına çömelmiş ağlıyordum.

Hıçkırıklarımın arasından gerçekleri kırmızı ışığa savurdum.

~

Diline gelen gerçekler döküldüğünde şaşkınlıkla yanındaki komisere baktı. Adamın suratı aynı şaşkınlığı taşıyordu. Hayatında duyduğu en tuhaf hikayeydi belki de.

Diğer üç polis ve iki doktor Ala uzun süre uyanmayınca odayı terk etmişti.

Üstlerinde korumalı kıyafetleriyle oldukları için çok rahatlardı. Ayrıca Ala'nın zannettiğinin aksine bu cihaz kapanabiliyordu. Sadece kolu çevirmek yeterliydi. Fakat kendini heyecana kaptıran genç kadın bunu anlamamıştı.

Taşın enerjisini hemen kesip kapının önündeki sağlık ekiplerine döndü yaşlı psikiyatrist. "Sakinleştirici enjekte edin ve onu ruh sağlığı merkezine nakledin."

Genç kadına sakinleştiriciyi zar zor da olsa enjekte eden sağlık ekipleri Ala'yı kelepçeleyip ambulansa bindirdiler.

Nereden bileceklerdi ki bir parçayı dişlerinin arasına sıkıştırdığını?

~

Akanca ailesinin evinde bir yas vardı. Soner, Berivan, Murat ve Yasemin Akanca yaptıklarına rağmen yeğenleri Ala için yas tutuyordu.

Tımarhaneye yatırılan Ala dişlerinin arasındaki o minicik parçayı yutmuş ve boyutundan tahmin edileceğinin aksine aşırı kimyasal içeren, dolayısıyla yine yüklü miktarda nükleer enerji içeren bu taş kalbini direkt durdurmuştu. O bilmese de ardında bıraktığı kimyasal "Hipnoz" denen kavramın en yüksek makamında yerini almıştı. Çok tehlikeli olan bu kimyasalla yapılan cihazlar artık suçlulardan bilgi almak, onları yeni yasalar çerçevesinde cezalandırmak ve bazı hastaları tedavi etmek için kullanılmaya başlanmıştı. Üstelik toplu üretime geçilmiş, Türkiye'yi çok büyük bir ekonomik krizden kurtarmıştı. Her ne kadar korkunç şeylere sebep olsa da ülkenin insanları bir yere kadar onu takdir ediyordu.

Tabii bu takdir Alcan, Zan ve Kıraç aileleri gibi yaralananların yakınları tarafından tepki toplayınca içten içe yaşanmaya başlamıştı. Tabii sadece Elif Zan'ın "Alt tabaka" olarak tanımladığı kesim.

Berivan Akanca, Elif Zan, Mina Alcan ve Soner Akanca psikolojik destek alıyorlardı. Yaşadıkları onları tamamen mahvetmişti. Eğer iyi bir tedavi uygulanmazsa Ala gibi olacakları açıktı.

Tüm bu yaptırmaya çalıştıklarının nedenini kimse anlamamıştı. Ala, yerlerin temizlenmesini söyledikten sonra bayılıp uyku arasında Berivan'ın kendini boğmasını, Elif'in kafasını duvarlara vurmasını, Soner'in halatla intihar etmesini, Mustafa'nın çatıdan atlamasını ve Mina'nın o canlı yayın açmasını o an verilebilecek tüm detaylarıyla söyleyip yine bayılmıştı. Canlı yayından yaşananları izleyenler hemen gerekli birimlere haber vermişti. Neyse ki Ala'nın krizleri sebebiyle Soner sağlık ekiplerini her an hazırda tutuyordu. Ve de neyse ki havuz bir metre doksan iki santimetre olan Berivan'ın hemen boğulması için fazla sığ, çatı katına açılan kapı feci sıkışmış, çocuk odasının tavanı fazla yüksekti. Yoksa iş yaştı.

Tüm bunları düşünen Cemre Kıraç boynundaki sarkaca dikkatle baktı. Taşı çıkarılmış bu sarkaç, dedesinin ölüm sebebi olan sarkaçtı. Güç kaynağı olmadan hiçbir aile bunu istememiş, en yoksul aile olan Kıraç'lar kabullenmişti sadece.

Kapıdan içeri girdi. Ev temizlenmişti. Camsız çerçevedeki resmi eline aldı. Bu, çok pozitif bir fotoğraftı. Tabii görünüşte... Ala'yı çıldırtan şeylerden birinin bu resme her gün bakmak olduğunu söylemişti Ömer Bey.

Evi biraz daha dolaştı.

Camdan dışarı baktı.

Bu havuzda boğulmuştu Sanem Akanca.

Salona baktı tekrar.

Bu duvarlarda parçalamıştı kafasını Defne Akanca.

Çocuk odasına doğru geçerken koridorda paslı çengeli gördü.

Bu çengelde asmıştı kendisini Mert Akanca.

Merdivenlerden yukarı çıktı.

Çatı...

İşte bu çatıdan atmıştı kendisini Hakan Akanca.

Dışarı çıktı Cemre. Bahçede dolanırken eskiden çim biçicinin işi bittiğinde koyulduğu yere baktı.

Burada kolu parçalanmıştı Mustafa Kıraç'ın.

Biraz yanda, lalelerle süslü mezarı vardı.

Mezar yapılmadan önce, burada kalp krizi geçirmişti dedesi.

Gözüne "SATILIK" yazan tabela takıldı.

Aklına gelen fikirle arabasına bindi.

~

Ömer Bey'in ofisinin önündeki sıra her zamanki gibi çoktu. Randevu almadığı için saatlerce bekleyecekti Cemre. Ofladı ve oturup beklemeye başladı.

~

Sıranın sonuncusu olarak içeri girmeyi başarmıştı. Kendisinden sonra gelenler sırayı gelince hemen kaçmıştı. Bu sebeple istediği kadar içeride kalabilirdi.

Kağıtlarına bakan Ömer Bey kapı sesini duyunca "Şikayetiniz ne-" İçeri gireni görünce cümlesini yarıda bıraktı. "Cemre Hanım, iki yıl sonra buraya neden geldiniz?"

Cemre gülümsedi.

"Üst düzey hipnoz olmak istiyorum ama Ala'nın yaptığı taşla."

Psikolojisini tamamen çökerten o kavram; hipnoz.

Belki de hipnoz kırdığını onarabilirdi?

Kim bilir?

Hipnoz gerçek bir gizemdi.

]]>
Fri, 10 Sep 2021 21:50:52 +0300 iremcoskun
Linkin Park & Numb https://edebiyatblog.com/linkin-park-numb https://edebiyatblog.com/linkin-park-numb I'm tired of being what you want me to be.

Olmamı istediğiniz kişi olmaktan yoruldum.

Feeling so faithless, lost under the surface.

Yüzeyimin (görünüşümün) altında çok inançsız hissediyorum.

Don't know what you're expecting of me.

Benden ne istediğinizi bilmiyorum.

Put under the pressure of walking in your shoes.

Sizin gibi olma zorunluluğumun baskısı altındayım.

(Caught in the undertow, just caught in the undertow.)

(Akıntıya kapıldım, sadece akıntıya kapıldım)

Every step that I take is another mistake to you.

Her adımım sizler için başka bir hata.

(Caught in the undertow, just caught in the undertow.)

(Akıntıya kapıldım, sadece akıntıya kapıldım)

I've become so numb, I can't feel you're there.

Öyle hissizleştim ki orada olduğunuzu hissedemiyorum.

Become so tired, so much more aware.

Öyle yoruldum ki neye dönüştüğümün daha çok farkına vardım.

I'm becoming this, all I want you do is be more like me and be less like you.

Ben bu hale geliyorum, tüm istediğim daha çok ben gibi olmak ve daha az siz gibi olmak.

Can't you see that you're smothering me?

Beni boğduğunuzu göremiyor musunuz?

Holding too tightly, afraid o lose control.

Kontrolü kaybetmekten korkup ipleri çok sıkı tutuyorsunuz.

'Cause everything that you thought I would be

Has fallen apart right in front of you.

Çünkü olabileceğimi düşündüğünüz her şey önünüzde parçalara ayrıldı.

(Caught in the undertow, just caught in the undertow.)

(Akıntıya kapıldım, sadece akıntıya kapıldım)

Every step that I take is another mistake to you.

Her adımım sizler için başka bir hata.

(Caught in the undertow, just caught in the undertow.)

(Akıntıya kapıldım, sadece akıntıya kapıldım)

And every second I waste is more than I can take.

Ve harcadığım her saniye kaldırabileceğimden çok daha fazla.

I've become so numb, i can't feel you're there.

Öyle hissizleştim ki orada olduğunuzu hissedemiyorum.

Become so tired, so much more aware.

Öyle yoruldum ki neye dönüştüğümün daha çok farkına vardım.

I'm becoming this, all I want you do is be more like me and be less like you.

Ben bu hale geliyorum, tüm istediğim daha çok ben gibi olmak ve daha az siz gibi olmak.

And I know

Ve biliyorum,

I may end up failing too.

Sonunda başarısız da olabilirim.

But I know

Ama biliyorum ki

You were just like me with someone dissapointed in you.

Birileri sizi hayal kırıklığına uğrattığında siz de tıpkı benim gibiydiniz.

I've become so numb, i can't feel you're there.

Öyle hissizleştim ki orada olduğunuzu hissedemiyorum.

Become so tired, so much more aware.

Öyle yoruldum ki neye dönüştüğümün daha çok farkına vardım.

I'm becoming this, all I want you do is be more like me and be less like you.

Ben bu hale geliyorum, tüm istediğim daha çok ben gibi olmak ve daha az siz gibi olmak.

I've become so numb, i can't feel you're there.

Öyle hissizleştim ki orada olduğunuzu hissedemiyorum.

(I'm tired of being what you want me to be)

(Olmamı istediğiniz kişi olmaktan yoruldum)

I've become so numb, i can't feel you're there.

Öyle hissizleştim ki orada olduğunuzu hissedemiyorum.

(I'm tired of being what you want me to be.)

(Olmamı istediğiniz kişi olmaktan yoruldum)

]]>
Sat, 21 Aug 2021 03:43:41 +0300 iremcoskun