EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Hikaye https://edebiyatblog.com/rss/category/hikaye EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Hikaye tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ https://edebiyatblog.com/zihnin-kalbe-dokulen-ihanetleri https://edebiyatblog.com/zihnin-kalbe-dokulen-ihanetleri ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ

Güneş ışıltısını azaltmış, sabah bütün yorgunluğunu gecenin sırtına yüklemeye başlamıştı. Kuşkusuz hayatımda yaptığım en saçma şeyi yaparak havanın kararmasına az bir vakit kalmışken sonbaharın etkisiyle yapraklarını dökmeye başlayan ormana atmıştım kendimi.

Patika yolda ilerlemeye başladım yavaş adımlar ile. Kendi içimde çok derdim vardı ama ne olduğunu bilmiyordum işte. Kalbim üstüne yüklenen yüklerin ne olduğunu bilmeden taşımaya çalışıyordu aciz bir şekilde. Bir yılan sinsice yaklaşarak önce tenimi okşuyor sonra da içinde bulunan bütün çiçekler ölene kadar zehrini salıyordu bedenime adeta. Öyle çok yük hissediyordum ki omuzlarımın üzerinde her yutkunduğum da düğüm düğüm oluyordu boğazım. Sanki prangalar ruhumun ayaklarına değil de bilhassa nefes alamayayım diye boğazıma bağlanmıştı.

Hayatım boyunca birçok hata yapmış ve bunun cezasını fazlasıyla çekmiştim. Lakin durum sadece cezanızı çekmeniz ile bitmiyordu. Fiziksel ceza biter yerini ruhsal acıya bırakırdı. Geceler boyu tırnaklarımı kemirir ve kendimi tam şu an olduğum yerde bulurdum. Geceleri çıkar koşarak şu an yürüdüğüm patika yola atardım kendimi. Bildiğim tek şey yaşadığım gerçeklikten kaçmak olmuştu her zaman. Asla bilemedim özgürce dolaşmanın ne demek olduğunu. Düşünemezdim. Düşünmek acı veren bir işkence niteliğindeydi benim için ama bu düşüncemin aksine her zaman düşünebilen insanlara özenirdim. Çünkü özgür olan insanlara çok özenirdim ve düşünmek hayatınızda yapabileceğiniz en özgür aktivitelerden bir tanesiydi.

Küçüklüğüm hayal kurarak geçerdi benim. Şimdi ise bütün hayallerim bir daha kurulmamak üzere yerin dört metre altına gömülmüştü. Öyle ya bu bile bir yüktü omuzlarımın üstünde. Her nefes aldığımda ciğerlerime batan bir kıymıktı. Hayallerimi gün gün çürüten bir avuç toprak her seferinde kendime küfretme sebebim olmuştu.

Yeniden kendimi patika yolda bulduğumda içim titredi. Gözümde canlanan anıları bir kenara bırakarak adımlamaya başladım. Bu yol nereye gider bilmezdim ama yine de gitmeye devam ediyordum işte. Benim için asla bir sonu olmamıştı ve her seferinde gözlerimi bu hayata ne zaman kapatırsam işte o zaman bu yolun sonuna geleceğimi düşünürdüm. Garip bir düşünceydi ancak benim için alışılmadık değildi.

Botlarımın yere temas ettiği her adımda gelen yaprak hışırtıları içimi sıcak bir kahvenin kokusunun ısıttığı gibi ısıtmıştı. Esen rüzgâr arkada topuz halde duran dağınık saçlarımı yüzümden savuruyor ve onları özgürlüklerine kavuşturuyordu. Gözlerimi kıstım ve ellerimi kiremit renginde olan paltomun ceplerine yerleştirdim. Isınmaya başlayan ellerim ile birlikte vücudum dengesini toparlamaya başlamıştı. Olduğum yer neresiydi bilmiyordum ama durdum. Gözlerimi kapattım ve hayatım boyunca hayata yaptığım nankörlükleri düşündüm. Kendime ne çok nankörlük yaptığımı saymayı bırakmıştım on yedi yaşından sonra.

O zamanlar ayaklarım yerde duruyordu. Dikiliyordum böyle kapalı gözlerle hiçbir şey yapmadan, yapamadan. Şimdi yirmili yaşlarımın başında yine aynı yerde dururken ayaklarım yere basıyor muydu bilmiyordum. Çünkü ruhum arsızca uçmaktan aciz olan bedenimden göklere yükselmesini istiyordu. Ruhum bedenimden ayrılıyor ve sanki göklerde süzülüyordu.

Şu an ayaklarım yere temas ediyor muydu bilmiyordum. Çünkü daha önce acımasızca defalarca kırılmış olan bileklere ve falakaya alınmış, ıslak bezlerle dövülmüş ayaklara sahiptim. Ayaklarım yere basıyorsa bile sağlam olmadığımı ve bir rüzgârın beni alıp götürebileceğini biliyordum. Hayır demezdim, itiraz etmez ve güçsüzlüğümü kabullenirdim sessizce. Konuşsam, bağırsam faydası olur muydu?

Cebimden telefonumu çıkardıktan sonra bir şarkıyı açtım ıssız ormanın sessizliğine karşılık olarak. Kararan hava eşliğinde tam olarak bulunduğum noktaya, yolun ortasına oturdum. Kulaklarımı dolduran notalar bedenimi battaniye edasıyla sarıyordu.

“Giderim alışığım gitmelere,”

Kulaklarımda dans eden melodiye karıştı sesim. Kelimeler kendini tekrar etti ve dilimde can buldu sözcükler.

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır.” dedim fısıldayarak.

Arsızdım ben. Ne yetinmeyi ne kabullenmeyi bilmiştim şu yaşıma kadar. Ne azı tatmin ederdi ne çoğu. Hep daha fazlasını istemiştim şu zamana kadar. Bazen nankör bazen bencil oldum ama yine de beni etkilemedi. Hâlâ nankörce düşüncelere kapılıyor ve hakimiyetimi kaybediyordum. Bu rüzgârın daha fazla esmesini istiyordum, bu hava az daha kararsın, yıldızlar daha çok görünsün ve ben daha çok nankörlük yapayım. Kendimi, o çok bilmiş egomu tatmin edeyim.

Kıskançtım da aynı zamanda. Benden başarılı herhangi birisi, takdiri hak eden herhangi bir şey içimde nefret ettiğim bir hissin oluşmasına sebep oluyordu. Senelerdir kendi hırsıma yenik düşerek çirkefleşiyordum. Eğer sizi tatile sınavı kazandığınız için götürüyorlar, eğer size bisikleti karnenizin üstüne konulan takdir belgesi için alıyorlarsa hayatta güzel şeyleri elde etmek için bir şeyleri başarmaktan başka şansınız kalmıyor. Şu yaşıma kadar bana bir şeyleri yapmam için konulan şartlar beni arsız, kıskanç, nankör ve bazen de bencil yapmıştı.

İnsanlara zarar veren ve kalp kıran birisi olmamıştım hiçbir zaman. Tam tersine fazla yufka yüreğimden dolayı dolandırıldım hep. Yeni büyümeye başlamış bir çiçek gibiydi güvenim. Büyüdü, çiçek açtı ve birisi tarafından zalimce koparılarak çiçeklerden oluşan bir tacın son parçası olarak yerleştirildi.

İnsanlar düzen mahkumuydu. Herkes bencildi, herkes nankörlüğün kitabını yazmıştı ve bu durumda ben düzenin ta kendisi olmuştum.

“Seni gördüğüm zaman,”

“Dilim neden tutulur?”

Değişen şarkının melodisi kulağımı doldurduğunda içimde nahoş bir hissiyat vardı. Bedenim zihnimden habersiz müziğe uyum sağlayarak sallanmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım, o klasik nefesten. Midemde bulunan kelebek cesetlerinin arasında gezindiğini hissetmek istedim o an. Sonra soluk borumdan içindeki zehir ile dışarıya çıktı nefesim.

“Aşkımı sevgiliye, derdimi sevgiliye.”

“Haydi söyle,”

“Onu nasıl sevdiğimi,”

“Haydi söyle,”

“Rüyalarda gördüğümü.”

Şarkı söylemek ruhumda yanan alevi biraz olsun dindirebiliyordu. Arkadan gelen gitar sesi bana huzur verirken eşlik etmeye devam ettim.

“Haydi söyle, uykusuz gecelerimi.”

“Haydi söyle...”

Gitar sesi yavaş bir şekilde etkisini kaybettikten sonra şarkı yerini bir başkasına bırakmıştı. Telefonumu elime aldım ve açık olan internetimi kapattıktan sonra flaşımı açtım. Zifir karanlık orman ürkütücü sesler ile doluydu. Oturduğum yerden ayağa kalktım ve flaşı etrafımda tam tur gezdirdim. Gözlerim gökyüzünü hedef aldığından başımı yukarıya kaldırdım ve yıldızların güzelliği karşısında ağzım açık kaldı. İçimden gelen ağlama isteğine bir anlam veremeyerek bastırdım. Boğazım düğümlendi ve yeniden o sıkı hissi hissettim. Nefes almamı engelleyen ipin ucu nerede bilmiyordum ama tam olarak şu an boğazımı sıkmak için gerilmiş olduğu aşikardı.

“Ne kadar güzel,” dedim fısıldayarak.

Patika yoldan çıkarak toprak bir alana geldiğimde önce dizlerimin üzerine çöktüm ve ardından sırt üstü uzandım. Bu sefer aklımda gezinen hastane anıları olmuştu. Zihnimin loş yerlerinde korkutucu sesler çıkartarak beni zayıf düşürmeye çalışıyordu.

Hayatımın yarısından fazlası hastane koridorlarında geriye kalanı da psikoloğumun odasında geçmişti. Kanseri bir kere yenmiş ama yeniden yakalanmış bir bireyin psikolojisi çok önemliydi sonuçta. Kaybetmekten nefret eden birisinin kaybedeceğini öğrenmesi zor olmuştu işte. Çokta minnet duymadığım bu hayattan gidecek olmak değildi içimi kemiren. Kaybetmekti.

Hayatı boyunca bütün başarısızlıklarında kendine zarar veren, oturup hüngür hüngür ağlayan bir insan olarak yüzüme bakılarak bana, bu sefer kanserin daha ileri bir seviye olduğu söylendiğinde zihnimde tek bir düşünce oluşmuştu.

“Kaybettin...”

Küçük bir başarısızlık değildi ne yazık ki. Bir daha başarısızlık yapmama izin vermeyecek bir hataydı ve ben bunun için bile kendimi suçlamıştım. Hayata gözlerimi kapatacak olmak bana sonsuz bir uykuyu çağrıştırıyordu. Öbür tarafta bir yaşamım olacaksa bile uyumak istiyordum. Öyle çok uykuya hasret kalmıştım ki sanki aylardır gram uyku almamış gibiydim. Rüzgârın etkisiyle uçuşan yapraklardan birkaçı üzerime düşmüştü. Turuncunun koyu renklerine sahip olan yapraklar dikkatimi dağıtmaya yetmedi. Gözlerimi üzerimden çekerek ait olduğu yere, gökyüzüne çevirdim.

Ruhum bedenime olan bağlılığını bırakacaktı ve ben ya bir avuç topraktan ya da bir yıldızdan ibaret olacaktım. Ya gökyüzüne ya da üstüme atılan toprağa karışacaktım ve bu çok basit olacaktı, acımasızca.

Gökyüzünde bütün yıldızlar ve takım yıldızları rahatlıkla görünüyordu. Bütün şehrin elektriği gitmişte sanki yıldızlar devralmıştı yeryüzünü aydınlatma işini. Nefesimin kesilmesi ile öksürmeye başladığım. Yattığım yerden acı içerisinde kalkarak geldiğimde attığım su şişesini bulmak içi sürünmeye başladım. Paniğe kapılan vücudum hareketlerini hızlandırmaya başlamıştı.

Ölmek beni üzmüyordu ama salak bedenim yine de kopamıyordu buradan. Telefonun flaşını diğer ağacın olduğu yere doğru uzattığımda gözlerim zar zor seçmişti plastiğin parlayan yüzeyini. Akciğerlerime battığını hissettiğim bıçak son değildi ne yazık ki. İçimden gelen çekip çıkarma isteğini bastırarak ölümün pençesinde şişeye uzandım ve kapağını açtım.

Su içmem şu an yaşadığım şey için hiçbir şey ifade etmiyordu ama ben beni rahatlatacağına inanmayı tercih etmiştim, ne yazık. Yudum yudum içtiğim su boğazımı biraz olsun yatıştırmış ve öksürüğün yarattığı tahrişi hafifletmişti.

“Burada doğdum, burada öleceğim.”

Kendimle dalga geçer gibi konuşmak sürekli yaptığım bir şeydi. Yine aynısını yaptım ve aciz olarak gördüğüm bedenim ile dalga geçtim.

“Ayağa bile kalkamayacak duruma mı düştüm?” dedim fısıldayarak.

Ayağa kalkmak istiyordum ama kendimde bulamadığım kuvvet yüzünden bulunduğum yerde kalmıştım. Kendimi sakinleştirmek için çabaladım ancak nafileydi. Heyecanlanan bedenim daha hızlı nefes alıp vermeye başlıyor ve zaten içime çekemediğim havaya daha da fazla ihtiyaç duyuyordu. Kendimi zorlayarak birkaç saniye nefesimi tuttum ve acımaya başlayan ciğerlerim nedeniyle nefesi hızlıca geri verdim. Derin bir nefes daha aldığımda kanserin neden beynime sıçramak yerine akciğerlerimi çürüttüğünü sorguluyordum.

Beni hızlı bir şekilde öldürebilecek iken neden nefesime göz koymuştu bu hayat bilemiyordum. İçimde kalbimi tırmalayan acı gittikçe keskinleşiyor ve kaburgalarımın arasından geçen bir kesik acısı ortaya çıkıyordu. Kendimi sırt üstü olacak şekilde yere bıraktım. Ağzımdan çıkan ufak inilti karşısında güldüm. Gülümsemem birkaç saniye içerisinde kahkahaya dönünce büyük bir öksürük ile sağa doğru attım kendimi.

“Alisa, dökülüyorsun kızım.”

Ağzımdan gelen kan tadı daha da çok gülmeme sebep olmuştu. Her gülümsemem bir öksürüğe bedel olmaya başladığında bazı şeylerin farkına varabilmiştim.

“Burada mı öleceksin gerçekten?” dedim ve konuşmaya devam ettim. “Bir avuç toprağa bile sahip olamayacak mısın?”

Gözlerim etrafımda toprak kazabileceğim herhangi bir şey ararken zifir karanlık beni engelliyordu. Ayın verdiği ışık yetersiz kalmıştı bu gece. Ruhuma herhangi bir ışık tutamıyordu ve bugün ben karanlığa gömülüyordum. Hayatım bitiyor ve renklerim soluyordu. Üzerime atılmış siyah boya ağzımı ve burnumu doldurarak akciğerlerime iniyordu. Yavaş yavaş, acı içerisinde ölüyordum.

Küçükken suda boğulmaktan korkardım ancak küçük aklım asla boğulmanın sadece su ile gerçekleşmek zorunda olmadığını düşünemiyordu. Ecel denilen kavramın gelip beni götüreceğine inanmıştım hep. Yaşım küçükken bile ölümün bir hastalık olacağı aklımdan geçmemişti. Uykumda sessiz sakin ve özellikle de acısız gitmek isterdim. Ruhsal, duygusal olarak yaşayabileceğim bütün acılardan ölesiye korkardım ve belki de bu yüzden hayatımın acısız geçen tek bir dönemini hatırlayamıyordum.

Küçükken hastane ikinci evimdi. Büyüdüğüm zaman bunun değişeceğine inandırarak korumuştum çocukluk neşemi. Lakin hayatın size nasıl alçakça sunum yapacağını bilemiyordunuz. Önce böbreklerim sökülerek ayaklarımın dibine atılmış, ardından yılanın sinsiliğini taşıyan gözler akciğerlerime dikilmişti. Yerinden sökülmüş, sahip olduğum tek şeyi, nefesimi elimden alarak ayaklarıma atmışlardı kanlı vahşetlerini.

Motivasyonu yerinde olan birisi değildim. Hırslıydım ancak mutlu değildim. Sürekli ölüm pençesinde geçen hayatımın son bulması her zaman an meselesi olduğundan kendimi başarmaya adamıştım. Ölmeden önce ne kadar çok şey başarırsam kendimle gurur duyarak öleceğimi düşünmüştüm belki de.

Burnumu çektikten sonra kendimi yeniden sırtımın üstüne bıraktım. Hissettiğim acı karşısında uyuşmaya başlayan vücudum daha önce hiç yaşamadığım duyguları beraberinde getirmişti. Bir insan ölürken öldüğünü anlar mıydı yoksa bu bana verilmiş bir lütuf muydu?

Hayatımda başardığım en büyük şey beş ay önce hayatım olmuştu. Oynadığım kumarım sürerken artık kazanmak için çabalamadığımı fark etmiştim. Direnciniz bittiğinde geriye çaresizlik kalıyor ve siz ne yapacağını bilemiyorsunuz. Çünkü çaresizlik kendinize acıyabileceğiniz en doğru an oluyor ve kendinize karşı acımasız iseniz bundan faydalanıyorsunuz.

Ağzımda hissettiğim kan tadı kendini tekrar belli ettiğinde bu sefer ağzıma gelen sıvı tükürmemi gerektirecek kadar fazlaydı. Başımı yana çevirdim ve kanı tükürdüm. Gördüğüm görüntü midemde bulantı yarattığı sırada gözlerim doldu.

“Böyle olmayacaktı...” dedim fısıldayarak. “Böyle ölmeyecektim ben.”

Öksürdükten sonra elimi su şişesine uzatarak şişeyi ağzıma dayadım. Aldığım büyük bir yudumu dikelerek kenara fırlattım. Ağzımın her yerinde hissettiğim kan tadı azaldıktan sonra bir yudum su içtim ve boğazımı yumuşattım. Sağ elimi yere koyduğumda duyduğum hışırtı sesi yapraklardan geliyordu. Bu sesi belki de son kez duyduğum için tadını çıkardım ve kulaklarımı etrafa açtım.

Elimle güç alarak ayağa dikeldiğimde bacaklarım ya korkunun etkisiyle ya da hastalığım sebebiyle titriyordu. Bunda ikisinin de payının olma ihtimali çok yüksekti ama umursamadım. Korktuğumu her zerremde hissedebiliyordum ve bundan kaçışımın olmayışı bana tokat etkisi yaratıyordu.

Üstüm başım toz toprak içerisinde kalmıştı. Üzerimde bulunan eşofmanın paça kısmı çamura bulanmıştı. Sendeleyerek patika yola doğru ilerledim. İçimden gelen ağlama isteği bu sefer bastırılabilecek gibi değildi. Gözlerim üzerinde bulunan hakimiyetim sona erdiğinde bardaktan boşalır gibi boşaldı yaşlar gözlerimden.

Senelere ağlıyordum işte, hayatıma ağlıyordum, ağlamadığım bütün kötü anılara ağlıyordum şimdi. Kendime yeniden acıyor ve bir gözyaşı da onun için döküyordum.

“Gitmek istemiyorum.”

O an oldu. Çıktığım patika yola bakarak ölmek istemediğimi itiraf ettim. Gelen baykuş sesleri bana ağıt yakıyor gibiydi. Kurtlar uludu ve Ay üzerimde yansıttığı ışığı kısmaya başladı. Gözlerim kararmaya başlamıştı yavaş yavaş. Dönen başım beni telaşa sokuyordu ve bu da hızlı hızlı nefes almama sebep oluyordu. Nefes almam şu an imkânsız iken bunun yanına bir de hızlı kelimesinin gelmesi işleri benim için daha da korkunç ve zor bir hale getiriyordu.

Aldığım her nefes sanki zehirli bir otu boğazımın içinden geçirerek akciğerlerime indirmişler gibi hissettiriyordu ve bunun her iki saniyede bir olması vücudumu aşırı derece bitkin düşürüyordu. Nefesimin her ne kadar kesilmesine istekli olsam bile o an af diledim tanrıdan.

“Eğer oralarda bir yerlerde isen affet beni. Ne yaptım inan bilmiyorum ama günahsız değilim. Günahlarımın dikenli bir tel gibi vücudumu sarmasına izin verme.”

Geçen her dakikada artan acım eşliğinde patika yolda dizlerimin üzerine yığıldım. Şimdi vazgeçmek yapmam gereken bir şeydi ama içimde yaşayan parça ölürken kendini belli etmişti.

“Oralarda bir yerlerde kendi canıma kıymamı engelleyen bir şeyler olduğunu biliyordum!” dedim haykırarak.

Akciğerimde hissettiğim ani batma acısı karşısında başımı yola koyarak acı bir çığlık attım. Bağırarak ağlamaya başladığım sırada acım artmaya devam ediyordu. Nefes almadığımı fark edince derin bir iç çektim. Kendimi yere atmış ve cenin pozisyonuna getirmiştim. Kollarım bedenimi sararken gözlerim yaşlarını akıtmaya devam ediyordu.

“Hayatım b-boyunca k-kendime yalan söyledim değil mi?” dedim az çıkan sesim ile.

“Kendime yalan söyledim,”

“Yalnızım bunu ben istedim,”

“Paramparça bütün aynalar,”

“İçimde kan revan birisi var.”

Kısık sesime rağmen söylemeye devam ettim.

“Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor.”

Cılız kalan sesim kulaklarımı doldurduğunda acımı bastırabilmek için zihnimde çaldığım gitardan gelen notaları canlandırdım.

“Önce yağmur sonra güneş, sonra da bize gökkuşakları...”

“Sen bırak tutunmayı, dünya bizi sarmalar.”

“Rengarenk acılar...”

Tam olarak aklıma gelmeyen şarkı sözlerine karşılık gülümsedim. Dudaklarımı dilim ile ıslattığımda ağzıma gelen kan tadı eşliğinde yüzümü ekşittim. Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Yeterli kan pompalayamadığının farkındaydım çünkü ona gerekli şeyi vermiyordum. Nefesim her seferinde daha çok tükeniyordu. Yavaşça beni terk ettiğinin farkındaydım ancak sesim de çıkmıyordu.

“Her şeyin gözümün önünden geçmesi gerekmez miydi?” dedim fısıldayarak. “Sesim çıkmıyor. Gözlerim ihanetin kaynak noktası.”

“Neden yad edemiyorum fıtratımdan beri yaşadıklarımı.”

Derin bir nefes almayı denedim. Ancak sadece denedim. Öksürük ile sonuçlanan deneyimim karşısında kahkaha attım.

Bedenimi ele geçiren uyuşukluk bacaklarıma doğru ilerlemeye başlamıştı. Az önce yerde bacağımı kanattığını düşündüğüm taş şimdi acısını hissettirmiyordu bile. Bedenimde olan bütün şeylerin farkında varmamı sağlıyordu yoğun sessizlik. Nefesim düğüm düğüm yavaşlarken her seferinde derin bir nefes almayı ihmal etmiyordum. Sürekli deniyor ve sürekli kaybediyordum.

Bunun kaybetmekten nefret eden ve psikolojik sorunlara sahip bir kız için ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezdiniz. Dakikalar içerisinde zihnin sana ihanet ederken aynı anda kendine de ihanet etmen.

Ölüm karşısında gösterdiğim çaba faydasız kalıyordu ancak direnmekten de vazgeçemiyordum. Her seferinde yenilmeme rağmen hayatımda ilk defa bir işe devam ediyordum. Yenileceğimi bile bile ilk defa kazanmak için çaba gösteriyordum ve bu bana gülme isteği veriyordu.

Acizliğimi bir kenara atıp cenin pozisyonumu bozdum. Ellerimi ve ayaklarımı serbest bırakarak iki yana açtıktan sonra sırtımı yere bıraktım. Ağzımdan çıkan inilti karşısında kendimi tutamayarak tekrar güldüm. Uzun zamandır ilk defa bu kadar içten gülüyor ve hayatımda ilk defa da gülerken acı çekiyordum. Ağzıma dolan kanın tadı yeniden başımı yana çevirmeme sebep olmuştu. Kuruyan ağzımı ıslatan kan karşısında yüzüm yeniden ekşidi. Kalp atışlarımın yavaşladığı bariz bir şekilde belli oluyordu.

Can çekişmek ne demek hiçbir zaman anlayamamıştım ancak şimdi o kadar iyi anlıyordum ki ne demek olduğunu. Boğazını sıkan bir ip, kaburgalarını kırmak için içeriye şiddetle sokulmuş bir bıçak, akciğerlerinin içerisinde gezinen hırçın kedi. Bu tanımların hepsi acımın yanında eksik kalsa bile kendime başka şekilde açıklamam mümkün değildi. Acıyordu işte. Acıyordu ancak acımı ne bağırarak çıkarabiliyordum ne ağlayarak.

Göz pınarlarım kurumuş, sesim adeta yok olmuştu. Mırıldanma gibi çıkan sesimin ise bana bir katkısı yoktu. Saçları ağarmış bir yaşlı değildim. Huzur içerisinde ölmüyordum. Küçüklüğümün içinde yatan psikopat kişiliğin kurduğu hayaller çıkmamıştı. Bunların hepsine karşılık genç yaşımda acı içerisinde gözlerimi kapatacaktım bu hayata.

Kalbim sıkışmaya devam ediyordu ancak elimden gelen bir şey olmadığını bildiğim için kendime bir şey diyemedim. Sesim neye karşı yükselecekti ki? Kime kızabilir bundan kimi sorumlu tutabilirdim?

Aklımda yankılanan şarkı sözleri gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Kuruduğunu sandığım gözlerim son kez yaşam belirtisi gösteriyordu bana. Son kez yaşlarını döküyor ve haykırıyordu gökyüzüne karşı. Kendimi sıkmadım öyle ya sıkacak gücüm de yoktu zaten.

Elimden gelen tek şey yeniden yatmak oldu. Yattığım şekle ölü adam pozu diyorlardı. Gerçekten bu şekilde öleceğim aklıma bile gelmezdi ancak bunu da şans saydım kendime. Herkes bu pozu hakkını vererek yapamazdı zaten ancak ben ölmeden önce son bir şeyi başarmış ve ölü adam pozunu gerçekten ölerek yapmıştım. Keşke bunu da duyurabilseydim herkese lakin bu pozu doğru yapmanın da bazı sorumlulukları vardı, ölmek gibi.

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Sana verdiği kadarıyla hayatın.”

Fısıldayarak söylediğim şarkıya başımı olumsuz anlamda sağa sola sallayarak cevap verdim.

“Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil ama olmadı yar.”

“Kendini kayırıyor insan bu yüzden önce aşka kıyar.”

Elimden geldiğince soluklandım ve şarkıya devam ettim.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne bitmelere,”

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere...”

Direnemediğimi bilmek canımı daha çok yaksa bile düşünmek istemedim. Belki de son dakikalarımı yaşıyordum ve bunu bilmemek beni büyük bir çaresizlikten kurtararak daha büyük bir çaresizliğe götürüyordu.

 Nefesim niteliğini kaybetmeye başlamıştı. Artık her saniye değil on, on beş saniyede bir alıyordum nefesi. Bana yeterli gelmemesi vücudumu sanki saatlerdir koşuyormuş gibi yormaya yarıyordu sadece.

Ölüyordum ancak şanslı saymak istedim kendimi. Karşımda duran şahane yıldızlara bakarak ölecektim en azından. Hayatım boyuna bir sürü görmüş, bir sürü şeye şahitlik etmiş gözlerim bugün son görüntü olarak gökyüzünde parıldayan yıldızları seçmişti. Şanslıydım değil mi? Ölüyordum ve bunun farkındaydım. Hayatımın son anının tamamen şanssızlık olduğunu düşünerek ölmek istemedim. Kendimi gömerek ölmek istemedim.

Yaşadığımı bana hatırlatacak bir şey yapmak faydasız kalacaktı artık. Derin bir nefes aldım ve bu sefer başarılı oldum. Serin hava yanan organlarımı tek tek ferahlatırken bu ferahlamanın iyileşme belirtisi olmadığını biliyordum. Ölüm bana el sallıyordu besbelli.

Gözlerimi kapatıp tekrar açtım ve bir karar verdim. Ölürken söylemek istediğim son sözler bir şarkıya ait olmalıydı. Her ne olursa olsun, hangi şarkı olursa olsun kendime hayatım boyunca verdiğim tek hediyeyi vermeli ve ruhuma bunu bahşetmeliydim.

Tekrar derin bir nefes aldım ve hissettiğim acıyı hiç saydım. Şimdi çok iyi biliyordum, hissediyordum son zamanlarım olduğunu. Çok bir vakti kalmamış bir insan ne yapar bilmediğim için şarkı sözlerini söylemeye başladım.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne b-bitmelere.”

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne...”

Gelen öksürük ile doğruldum ve birkaç saniye ardından kendimi yere attım.

“... yetmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır,” dedim ve öksürdüm.

İçimde oluşan garip huzura bir isim bulamıyordum ancak artık zorlamamın bir anlamı kalmadığının farkındaydım. Gözlerimin kapanmasına izin verdim ve derin bir nefes daha aldım. Artık ruhuma ipi koparması için izin vermenin vakti gelmişti.

“Yetinmeyi bilir misin?”

]]>
Fri, 17 Mar 2023 00:43:10 +0300 Slyheti
Kırgın, sessizlik, dost https://edebiyatblog.com/kirgin-sessizlik-dost https://edebiyatblog.com/kirgin-sessizlik-dost KIRGIN SESSİZLİK

Ne demiş Erenler :"Kemalde noksan imiş ,incinen incitenden"diye kendi kendine mırıldanıyordu...

Kızgın değil kırgındı  aslında her şeye ve de herkese son zamanlarda…Yüreği yoruldu iki yüzlülerden …

Bolca akıl verenlerden...

Söz verip sözünde durmayanlardan...

En azından bazıları onu böyle tanımlıyordu…

İyi olma çabası zamanla çıkmaza girmişti.

Herkese her şeye yetişmeye çalışıyor fakat herkes tarafından bir o kadar da eleştiriliyordu…

“Yapmasaydın

Bu kadar yıpratma kendini

Herkes kendi işini kendi yapsın sana ne?

  Vazifen olur ,

   Kendini  kullandırtma

   Kendini  ispat etmeye çalışma” vb akıl verenler de onun iyi niyetini en çok kullananlar değil miydi?

Kötülük nasıl bir sarmaldı böyle toplumda…

Yüzüne bakıp gülenler , iyi gününde etrafında pervane olanlar şimdi nerdeydi…

Onu kırgın ve yorgun gören can dostu:

“Sırlı olacaksın azizim “demişti omuzuna ekine koyarak …

“İnsanların yanında aziz olmak için sırlı olacaksın , biraz da sert …

Senden gelecek faydanın kaybolmasından korkmazsa insanoğlu …Sevdiğini iddia ede ede seni ezer; bir o kadar da üzer…

Aslında farkın yoktur pek çoğunun yanında diğer insanlardan…

Mutlu günlerinde , sana ihtiyaçları yokken senin yokluğunun farkında bile değillerdir…”

“Pratikte doğru da söylediğin azizim “diyebildi  can dostuna …

“İnsanların benim iyi niyetimi kullanmaları  ,benim salak olmamdan değil ;insanların karaktersiz olmasından …

"Yaradılanı severiz Yaradandan ötürü" diye diye iyileri incitenler düşünsün …

Ölüm pas geçmiyor hiç bir canlıyı…Ölüm var ,hesap var...

 Niyetimiz, yaptıklarımız  ve yapmadıklarımızdan değerlendirileceğiz …

Kızgın değil kırgın ve de yorgunum sadece…

İyilik yapmak herkese de  nasip olmuyor azizim vesselam” deyince  

”Haklısın azizim “diyebildi hafif bir ses tonuyla can dostu…

 Allah'dan başka gidecek yer ,Vekil  yok, işte azizim sözlerinin ardından

Anneannesinin ''Rabbim iyilerle eş Hızır as yoldaş olasın duası dökülüverdi dilinden... Sarıldı can dostuna azizim diyerek sıkıca ... Sıkıntısı hafifledi , yükü omuzlarından alınmış gibi kendini  iyi hissetti....

Belhi 

IMG_4398.heic"

]]>
Sat, 31 Dec 2022 21:09:10 +0300 Ayşe Atlı
BEN ve BEN https://edebiyatblog.com/ben-ve-ben https://edebiyatblog.com/ben-ve-ben               Yürümenin dinlendirici etkisini bilir misiniz? Ben bilirim, hem yürürüm hem dinlerim önce kendimi sonra çevremi. Bakarım önce etrafıma sonra içime. Hani denk düşen olur mu diye beklerim usul usul düşmez ama yine beklerim. Belki bir gün denk düşer de ben olmam diye.

   _Sonra başka bir partiyi tutuyorum diye başladı sövmeye.

  Yine dinledim içimde birisini hatta içimde küçük bir yere denk düştü. Kaldırdım oturttum şöyle karşıma. Bak dedim öncelikle, senin düşünce özgürlüğünü kısıtlıyorsa olmaz ondan uzak dur. Nedenini sordu hemen atıldım. Çünkü dedim çünkü insanin önce düşünceye saygısı olmalı çünkü bizi biz yapan düşüncedir. Düşünür yaparız düşünür konuşuruz ve yine düşünür var oluruz. Sustu konuşmadı. Ya da yürürken çok içime kapandım da sesini duymadım çocuk cağızın. Bu daha çok muhtemel. Yere baktım bu sefer birşey arıyormuş gibi baktım öyle bulamadım hem ne aradığımı hem de bulacağım şeyi. Bu sefer gözlerimi gezdirdim orda burda sonra çocuk gördüm elinde sigara habire içiyor. Yaşı da küçük hani ne diye içer ki?. Dedim kendi kendime, diğer ben cevapladı. Sen ne diye içmiştin peki? Düşündüm beş altı yıl öncesini kim vermişti bana o meredi. Heh tabi ya bizim ortaokulda ki düzenbaz vermişti önce. Herşey arkadaş dediğiniz insandan geliyormuş ya bunu da bugün hatırladık şükür. Pat diye oturdum çocuğun yanına önce bir hihhh yaptı sonra baş parmağını damağına koydu korkmuştu bizim efkarlı. 

   _Ne içersin? dedim. Elini soktu cebine çıkarttı paketini uzattı. 

_Yok ben markasını sormadım neden içtiğini sordum, dedim. Bu kez de biraz kaşları çatıldı sanki. 

_Ne içersin dedin abi, neden içersin demedin ki, dedi. 

_Ben biraz eskiyim be oğlum bizim eskiler neden yerine ne de, derlerdi, dedim. Demezdik valla öyle ağzımdan çıkıvermişti bende bozulmamak için uydurdum gitti. Şaşırdı sanki baktı şöyle bana. 

_Abi sen eski durmuyorsun ki, dedi.   

_Benim içim eskimiş be aslanım dışımı kim ne yapsın...

 

 

 

 

]]>
Mon, 12 Dec 2022 22:55:56 +0300 YağmurunKızı8
Hokus Pokus Final! https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-30-final https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-30-final

Ve Son.


Bölüm müzikleri:

Hakan Kurtaş- Hokus Pokus ( nakarat favorim:))

Cem çınar- Hokus Pokus kendisi şarkıyı kaldırmıştır fakat hikaye yazım aşamasındayken izin alınıp şarkıyı kitap için kullanmamda bir mahzur görmemiştir. :) Youtube tanıtımda bulabilirsiniz:)

İyi okumalar♡

-

''İki uçurum arasında kalırsan ortaya atla. En azından birinin değil ikisinin uğruna öldüğünü anlasınlar...''


''Afiyet olsun size.'' Arel gitmişti.

Derin bir iç çektim. Omuzlarım bedenime ağır gelirken sırtımı sandalyeye yaslayıp başımı geriye attım. Hatırlamak... Hatırlanmak. ikisi de aşırı yorucu eylemlerdi. Gülümsedim. Gülümseyişim aptal bir sırıtışa dönerken söylediklerimin ağırlığını tarttım. Bu kez terazi benden yanaydı. Haklıydım fakat haklı olmak tatmin etmiyordu. Kalbim Arel'in buruk gülümseyişinin altında eziliyor uçmaya çalışan kanatlarım zeminde debeleniyordu. Önümdeki bardaktan bir yudum su içip ayağa kalktım.

Yıkılmış bir köprü işlev görmezdi. Molozların altında ezilmek yerine köprüyü tekrardan inşa etmek istiyordum. Arel'in geçerli bir sebebi olmasaydı böyle büyük bir yalanın içinde yaşamama müsaade etmezdi. Sanırım onun hakkında emin olduğum ilk şey buydu. Güven.

Arel'e karşı hissettiğim duygular en başından beri kırgınlıkla doluydu. Kaçamak bakışları, tartışırken bile seviyesini bilip ve hatta çoğu zaman geride durması yalnızca benim anlayacağım şeylerdi. İşin kötü tarafı o da bunun farkındaydı ve tam şu an benden kaçıyordu.

''Arel'i nerede bulabilirim?'' deyip ortaya karışık sordum.

Gazel ceketini giyerken ''ben götürürüm seni.'' dediğinde itiraz etmedim.

Bu onun dilinde konuşmamız gerek demenin farklı bir yoluydu. Ceren'e gülümseyerek çıkarken Pars'ın stabil ses tonu duraksamama sebep oldu.

''Alacağın karar aldandığın anları tartabilecekse tuttuğun eli bırakma.''

Başımı geriye attım. ''Ya tartmazsa?''

''O zaman otur oturduğun yerde.'' deyip sandalyeyi işaret etti.

''Daha çok beklersin.'' dediğimde Gazel'in önünden yürümeye başladım.

Yola çıktığımızdan beri ölüm sessizliği vardı sanki. Ensemde hissettiğim ürperti gereğinden fazla gerdiğinde camı açıp soğuk havanın tenime nüksetmesine izin verdim. Gazel buğulu gözlerle yola dikkat kesilmişti. Araç yavaşladığında sahil kenarına gelmiştik.

''Geldik mi?'' Başıyla onayladı.

Arel banka oturmuş durgun denizi seyrediyordu. Elime tutuşturulan hırkayla şaşkınlıkla Gazel'e baktım.

''Bunu Arel'e götürür müsün?'' resmiyete geçmişti fakat çocuksu tını yerini koruyordu.

Elinden hırkayı alıp ağır adımlarla banka yanaştım. Arel stresle ellerini ovuyor bacağını sallıyordu. Omuzlarına hırkayı bıraktığımda irkildi.

''Kaçan kovalanır.'' dedim yanına otururken.

''O halde rolleri değişmemiz gerekmez mi?'' diye burukça sordu.

''Roller gayet iyi dağıtılmış durumda.'' deyip denize doğru baktım.

İkimizde birbirimize bakmıyorduk. Daha doğrusu bakamıyorduk... Sanki bıçak sırtındaymış gibi hissettiriyordu.

''Sana anlatmak istediğim çok şey var fakat...'' sesi çatallaşmış, göz altları hafif kızarıktı. ''Ne anlatırsam anlatayım inanacaksın, biliyorum.''

''İnanmak?'' diye sorguladım.

Başıyla onayladı. ''Evet inanmak.'' diye yineledi. ''Buraya geldin çünkü hala bana şans veriyorsun.''

Buruk bir tebessüm dudaklarımda yer edindi. Belli belirsiz çillerine gözlerim takılırken beni ne kadar iyi tanıdığını bir kez daha fark ettim. Sessizliğim onu germişti galiba. Stresle ellerini birbirine sürtüyor ara sıra ensesini ovuyordu. Öne doğru eğilmiş göz temasına asla dahil olmuyordu.

''İnanmak değil aslında.'' dediğimde sırtını banka yasladı. ''Sanki ne yaparsan yap en doğru olan oymuş gibi hissediyorum. Daha doğrusu derinlerde bir yerde haklı olmanı diliyorum.''

''Haklı olsam dahi seni incittiğim gerçeğini hiçbir şey değiştiremez. Kaldı ki haklı bile değilim...''

''Kime göre neye göre?'' sırtımı yasladığımda bakışlarından sezmiştim ki etraf yine sessizliğe bürünecekti.

Öylede oldu. Dakikalar geçmişti... Kafamın içinde dönüp duran çarklar ilk defa zihnimi boş bırakmıştı. Dünya hareket etmeye devam ediyordu fakat soyutlanmıştık sanki. Oturduğumuz hafif nemli ve eski bank tüm dünyaya karşı bizi yalnızlaştırmıştı.

Sessizliği delip geçen ses şaşırtıcı bir biçimde Arel'e ait oldu.

''Sanırım insanlar en çok bundan yıpratıyor sevdiğini. Onu korumak kollamak istiyorsun...'' ellerini tekrardan ovmaya başladı.

''Sevdiğin birini korumak adına bile isteye cahillik havuzuna mı itersin? '' sırtımı banka yaslayıp kollarımı birbirine kavuşturdum.

''İterim.'' Hiç düşünmeden cevap vermişti. ''Benim sırt sırta savaşacak gücüm yok.''

Güldüm. Nedense buna inanasım hiç gelmiyordu.

''Boş yere kulaç atmaya devam edecek... ufuklara kulaç atmak isteyecek fakat denizde olmadığını anladığında hayli yıkılacak. Ve daha kötüsü o yüzdüm sanırken aslında boğulmuş olacak.'' derin bir nefes verdim. Nefesim buhar gibi etrafa yayılırken ''cevabın hala aynı mı?'' dedim.

Başıyla onayladı. ''Nedense buna hiç inanasım gelmiyor Arel...'' dediğimde omuzları gerildi. Başını sağa yatırdığında gözlerimiz kesişti.

Yüzündeki çiller çocukken daha belirgindi sanki. Şimdiyse daha çok güneş izi gibi belli belirsizdi. Gözleri durgun bir denizi andırsa da ufak dalgalar maskesinin ardından göz kırpıyordu.

''İnanç sana kalmış bir şey fakat hayatın renksiz bir hayaletken seni hayal etmeye zorlayan o kişiyi de kaybetmek istemiyorsun.'' dedi açıklamaya çalışarak.

İkimizde birbirimizi tanıyorduk. Bütün benliğimizle yaptığımız yanlışları karşılıklı silmeye razıydık. Fakat yan yana olmaya cesaretimiz yoktu. Hafif bir esintide çökecek dal gibi zar zor tutunuyorduk ağaca. Yani birbirimize.

''Dönüşme sakın renksiz bir hayalete.'' deyip lili şarkısına atıf yaptım.

''Çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde.'' deyip içtenlikle gülümsemişti.

Şarkının sözlerini yinelemek ikimizin de duymak istediği tek şeymiş gibi mutlu etmişti bizi. Rüzgar tenimizi okşarken belki de uzun zaman sonra ilk defa huzurlu hissetmiştim. Arel'in söylediği her bir kelime zihnimdeki pusu dağıtıp kısık gelen melodiyi belirginleştiriyordu.

Adım sesleri aramızdaki tuhaf sessizliği dağıtıp atarken tam önümüzde durdu.

''Yediğimiz en güzel yemek hep beraber yaptığımız mozaik kekti.'' buruk gülümsemeyle sol tarafıma oturdu Gazel. ikisinin tam ortasında kalmıştım. Geri gelmesine şaşırmışken Arel'in yeni yeni parıltılar ekilen tohum gözleri tekrardan çorak bir araziye döndü. Donuk bakıyordu Gazel'e ve bu durum daha çok şaşırma sebebimdi.

''Kabul tatlıydı ama biz ona yemek demeyi tercih etmiştik.'' gözünden bir damla yaş süzüldü. ''Üstelik tencerenin dibini parmaklamak en güzel kısımdı.''

Arel araya girecek gibi oldu fakat Gazel'in göz yaşlarını gördüğünde duraksadı. Duyduklarım karşısında ister istemez gerilmiştim. Gazel geçmişi konuşuyordu. Maskesini çıkartan ilk kişi Gazel Özbey olmuştu.

''Cihan Sözen bizi yanında 2 yıl boyunca eğittikten sonra ailesiyle tanıştırdı bizi. ve biz seninle tahminimizden öte bir bağ kurduk. Sen benim tek arkadaşımdın. Aynı zamanda kız kardeşim. Fazlasıyla saf iyi niyetliydin. ve birde hayalperest! bizse her gün kod yazılımı yapar strateji çalışır dövüş sanatları dersi alırdık. Aslında sen olması gerekendin ve biz yabandık. İki farklı dünyadan kopmuşuz gibiydik fakat ona rağmen üçümüz birlikte tüm dünyayı dize getirecek güçteydik. Çünkü mutluyduk.''

Arel sustu. Anılar gözümden şerit gibi geçti. Gözlerimden yaşlar akarken Gazel'in sıcak elleri soğuk ellerimi alev gibi yakıyordu. O anlattıkça zihnimdeki prangalar birer birer özgür kılıyordu ruhumu.

''Fakat Cihan abi bir süre sonra değişti. Senide aramıza alıp aynı eğitimleri vermeye kalkıştı. Annen hiçbir şey bilmiyordu tabii.''

''Neden değişti?''

''Baban en başından beri intikam istiyordu. Faris hakkında olur olmadık bilgileri bağlantıları vardı. 10 yıla yakın intikam planından bahsediyoruz. Her şeyiyle en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Arel ve ben onun gözünde piyondan başka bir şey değildik. Ne isterse yaptık ama tek bir şeyi yapamadık.''

''Seni Vuslat olarak kabul etmedik.'' diye dalgın sesle konuştu.

''Çünkü sen Vera Sözen'din. Bizim tanıdığımız o küçük kız çocuğuydun ve senin de bizim gibi yaşlı bir hayalet olmanı istemedik. Aslında bunu söylemek istemiyordum fakat baban seni çok seviyordu. Her şeyden... herkesten fazla ve onu bir anda değiştiren şey bizi ürkütüyordu. 10 yıl boyunca yaptığı planı bir kenara attı. Hem de bir hiçmiş gibi... Ve seni önümüze koydu. Tıpkı şah gibi.'' dediğinde ellerimi tutup denize doğru baktı.

Aylardır sis altında yürüdüğüm yol güneşe çıkmıştı fakat ısıtmıyordu. Gördüğüm sanrılar tahmin ettiğim gibi anılarımdan ibaretti. Gördüğüm küçük çocuk Arel'di ve araya karışan sarı saçlar Gazel'e aitti. Uyandığımda unuttuğum uyanıkken de aklımdan çıkaramadığım görüntüler yapbozun parçaları misali birleşiyordu. Babam Arel ve Gazel'i ateşe atmıştı. Sadece bir kere gördüğüm adamların karşısında hissettiğim korku onlar için hiçbir şeydi.

''Babamın intikam sebebini söyler misiniz?'' dedim gözlerimden yaşlar süzülürken.

Onlara kızmak yersizdi çünkü herkes kendi doğrularının kurbanı olmuştu.

''Toprak Sözen kaçırıldıktan sonra annen ve baban sakin bir hayat sürmek istedikleri İstanbul'dan ayrıldalar. Bir süre aileleriyle de görüşmediler.'' derin bir nefes verdi. ''Birkaç sene sonra eline bir dosya ulaştı. Kimin gönderdiği hala bilinmiyor... Dosyada kanıtlarıyla birlikte Toprak Sözen'i Faris'in kaçırdığı ve...''

Duraksadığında ''Ve?'' diye sordum.

Arel iç çekip yüzünü sıvazladı. Gazel kızarmış gözleriyle bana doğru döndü. Yeşil gözleri koyulaşmıştı. ''Annen ile Faris arasında ilişki olduğunu belirten resim, ses kayıtları vs. vardı.''

Arel ellerini ovmaya başladığında gerildiğini anlamıştım. Duyduklarım karşısında adeta şok olmuştum. Annem babamı en yakın arkadaşıyla kardeşim dediği insanla aldatmıştı.

''Bunu yapmış olamaz'' dedim kendi kendime.

Kalbim deli gibi atıyordu. Nefes almak güçleşmişti. Ayağa kalkıp yürümeye çalıştım. Birkaç adım attıktan sonra sendeledim. Arel kollarımdan tutup düşmemi engelledi.

''Bırak!'' diye farkında olmadan bağırdım. ''Bana yalan söylediniz! hemde aylarca...''

Gazel ağlıyordu. Ellerini birbirine kenetlemiş gözümün içine bakıyordu. Arel ise göz göze gelmekten kaçıyor fakat beni bir an olsun bırakmıyordu. Gerçi... Bıraksaydı yere düşerdim.

''Özür dilerim...'' dedi Gazel.

''Oyuna girmek için seçim şansı sundunuz ve bende kabul ettim. Ama siz asla dürüst olmadınız.''

''Sana annenle Faris'in ilişkisini anlatmadık sadece.'' dediğinde hışımla Arel'e baktım.

''Sizi tanıyor muyum? diye sorduğumda birkaç kere denk geldiğimizi ama yakın olduğumuzu söylemediniz. Beni tüm o karanlıkta tek başıma bıraktınız.''

''Elinden tutsaydık bu kadar güçlü olabilir miydin?'' diye hızlıca cevap verdi Arel.

''Siz gücü karanlıkta yalnız başına kalmak sanıyorsanız çok yanılmışsınız. Kaldı ki... İkinizde diğeri olmadan yapamayacağını defalarca söylemişken.'' ellerini ittirip birkaç adım geriledim. ''Bari yaptıklarınızla söyledikleriniz bir olsun.''

''Eğer anlatmazsak oyuna girmezsin sandım.'' diye durağan bir tonda konuştu Arel.

Kahve gözlerindeki parıltılar tekrardan yerine gelmişti. Sanki gökteki yıldızlar ait olduğu yere dönmüştü.

''Sanrılar ve sanmalar işte tüm mesele bu...'' diye mırıldandım. ''Ben suçlu aramıyorum Arel. Ben yanımda olacak insanlar istiyorum. Sonu görünmeyen kabuslarımdan uyandığımda sarılacak birini istiyorum. ama siz bunu yapmadınız.

''Yapamazdık çünkü tek başına hayatta kalmayı öğrenmen gerekiyordu. Ailen vefat ettiğinde nasıl darmaduman olduğunu gören bizdik aynaya bile bakmayan sen değil.''

Boğazım düğümlendi. Ağlamamak için zor duruyordum.

''Seninde dediğin gibi bahsettiğiniz o karanlığı yok edecek gücüm yok benim.'' midem bulanıyordu.

''Gücün var.'' diye araya girdi Gazel. Elinin tersiyle göz yaşlarını siliyordu. ''Bak bu kez dağılmadın. Yalnız başına hayatta kalmayı öğrendin.''

Histerik gülmeye başladım. Hayatta kalmayı öğrendiğimi sanıyordu fakat her gün gözlerinin içine nasıl baktığımı görmüyordu.

"Geçmişimde olduğunuzu söylemeliydiniz." sağ elimi mideme bastırdım. Mide bulantım giderek artıyordu. ''Çünkü ben hayatta kalmaktansa hayatı yaşamayı tercih ederim.''

''Korktum.'' diye itiraf etti Arel. ''Canımın tekrardan yanmasından korktum. Belki de bencillik ettim ama ben senden sonra en çok ruhuma acı çektirdim. Canım o kadar yanıyordu ki kendimi bile tanımıyordum. Kanatlarım kırılmış çaresizce yerde çırpınıyordum. Tüm bu yaşananları bir kez daha yaşamaktan korktum. Ancak sen bana daha doğrusu bize yine aynısını yaptın. ve biz şimdi burada gerçekleri itiraf ediyoruz.''

''Ben size ne yaptım?''

''Sevgi Vera.. Sen bana içimdeki gökkuşağını bir kez daha gösterdin. Unuttun mu çocuk adamın kalbi Vera'nın yüreğiyle atıyor.'' nefesini verip etrafta birkaç adım atıp yürürken ''Sana resimler videolar vs. gösterseydim bizi hatırlardın ve aramızdaki bağ daha yakın olurdu. Ancak bunu istemedim. İstememin sebebi ise gerçek benliğini kimseye bağlı kalmadan bulabilmendi. Ve kendimi senden uzak tutmak istememdi.'' deyip başını sola doğru yatırdı. Böylelikle göz göze geldik. ''Ki hala uzak durmak zorundayım. Oyunun sonunda canı en çok yanan sen olacaksın diye boşuna demedim. Hesaplar görüldüğünde çocuk adam Arel olarak yanında olursam eğer o gün canını bende yakacağım. ''

Yüzümü ovup sinirle oflamaya başladım. Sinirlerim gevşemişti. Ara sıra gülüyor boğazımdaki yumru giderek büyüyordu. Bir tarafım deli gibi ağlamak isterken öteki tarafım gülmek kahkahalarda boğulmak istiyordu. Sanırım delirmiştim..

Sessizliğim onları bıçak gibi keserken Arel bana doğru yürümeye başladı. ''Duygular insanın canını yakar. Bunu istesen de inkar edemezsin. Etsen bile inandırıcı olmaz. Çünkü sen hafızandan ziyade duygularını hissetmediğim için karanlıktasın.''

''Arel ileri gidiyorsun.'' deyip öne atıldı Gazel.

''Daima ileri gitmek gerek Gazel çünkü geriye bakarsan ayağının altındaki cesetler peşine dolanır kabusun olur. Hayatta kalmak güçken hayatı yaşama umudun bile elinden alınır.'' Kolunu Gazel'den çekip ağır aksak dibimden geçti. ''Madem gerçekleri öğrendin o zaman karar ver kelebek. Bizimle misin değil misin?''

Cevabımı beklemeden gitti. Cevabımı uzun zaman önce vermiştim zaten. Artık istesem de vazgeçemezdim. Faris Gevheriyle karşı karşıya gelmekten korkmuyordum. 5'te 5'i kaybetmekten korkuyordum.

''Ne fark ettim biliyor musun?'' deyip Arel'in uzaklaşan sırtına baktım.

Gazel meraklı gözlerle bana bakıyordu. ''neyi?''

''Geçmişiyle yaşayamayan ben değil sizsiniz. Geçmişte Vera Sözen olduğum zamanlarda mutluyduk. Çünkü ben size neşe saçıyordum.'' Başımı sağa yatırdım. Gazel'in dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Sevimli görünüyordu. ''Siz tekrardan neşeli günlere dönmekten korkuyorsunuz. Karanlıkta yaşamaya alışmışsınız ve aydınlıkta ne yapacağınızı bilmiyorsunuz.''

''Sende karanlıkta ne yapacağını bilmiyorsun.'' deyip omuz silkti.

''Bilmiyordum ama öğrendim. Şimdi sıra sizde. Aydınlıkta yaşamayı öğrenmelisiniz.'' ellerini tuttum. ''Ancak böyle birbirimizi tamamlayabiliriz. Karanlık olmazsa ışık bir işe yaramaz öyle değil mi?''

Beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Buna o kadar ihtiyacım varmış ki kollarımı hızla doladım. Karanlık insanların maskelerini bir kenara bıraktıkları bütün gerçeklikleriyle korkularını tekrar hatırladıkları ve gerçek kişiliklerine büründükleri o vakitti. Ancak aydınlık olmazsa karanlıkta bir işe yaramayacaktı. Arel, Gazel ve ben birbirimizin farklı yönlerine rağmen yan yana durmayı öğrenmeliydik. Sevgimiz bir şansı daha hak ediyordu ve ben onlara bunu verecektim.

-

"Daha ne kadar peşinden koşacağım... bekle lütfe!" Diye yüksek sesle bağırdım. Gazel'i sahil kenarında yalnız başına bırakmıştım. ''Sizinleyim! pes etmeyeceğim.''

Arel'in adımları durduğunda nefes alışverişlerim birbirine giriyordu. Omuzları gevşedi. Elleriyle saçlarını dağıtırken geriye doğru baktı. Gözlerimiz buluştuğunda kahvelerine zıt giden kızarıklık yüreğime ağırlık yaptı. Kalbim onun bu halini görmeye dayanamamıştı hemde hiç... içimdeki Vera ıstırap çekiyordu.

"Ben seni hep bekledim. Ben seni beklediğim kadar kimseyi beklemedim. " histerik güldü. Dudakları çarpık bir hal aldığında, "ama ölen birini beklemeyezsin ki..." dedi acı dolu sesle.

Dişlerimle dudaklarımı sıkarken tırnaklarımı avuç içlerime geçirmiştim. Derimi yüzmek üzeredeydim sanki. O denli sinirli ve öfkeliydim.

"Ben ölmedim." Diye yineledim.

"Vera öldü sen değil. O yüzden oyuna devam edeceksen Vera'yı unut.'' Diye diretti.

"Beni ölü yerine koyan sensin Arel..." yavaş hareketlerle yanına doğru yanaştım. Aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı.

"Seni ölü yerine koymuyorum. Seni öldüren benim zaten." Öfkeyle bağırdı. Kalbine doğru vurmuştu. Defalarca. "Ben seni öldürdüm."

Sessiz kaldırıma göz yaşlarım teker teker düşerken kulaklarımda yalnızca Arel'in sözleri yankılanıyordu.

"Bunun yükünü alabilecek misin Arel? Sen bir katil olabilir misin?" Ellerini tutmak istedim geri kaçtı. Aramıza giren 3 adımlık mesafe kilometrelerce gibi gelmişti.

Karşımda gördüğüm adam benimle konuşmuyordu. İçindeki bozuk melodiyi dışa vuruyordu. Ondandı bu çaresizliği ondandı bu kalp tırmalayışı...

"Olmasaydım şayet aramızda mesafe olur muydu?" Deyip ikna etmeye çalıştı.

"O zaman beni neden peşinden gelmem için zorladın!"

"Ne!" parmağını savurdu. "Ben öyle bir şey yapmadım."

Yanaklarından tutup kendime çektim gözleri irice açıldı.

"Sen tam da öyle bir şey yaptın." Başımı sağa doğru yatırdım. Artık karşılıklı ağlaşıyorduk. Bu da sevmekti değil mi? En azından birini sevmek beraber ağlamayı da gerektiriyordu değil mi? Ben unutmuştum fakat kalbim sorularıma evet diye çentik atıyordu.

"Geçmişin izlerine basıp yürümeme izin vermeseydin gelemezdimki peşinden. Hatırlamazdımki seni." Hıçkırıklarım firar ettiğinde Arel dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kaçırdı. Yüzü kızarmıştı. Gözleriyse çaresiz... Işık karanlığa yem olmuştu. "Bizi hatırlamazdım Arel. Unuttun mu?" Sol elimle yanağını okşarken sağ elim kalbine indi. Kalbi deli gibi atıyordu. Sanki uzansam ellerime alabilirmişim gibi. "Çocuk adamın kalbi," Sözümü kesti " Vera'da atıyor. Vuslat'ta değil." Deyip kendini geri çekti.

Elinin tersiyle göz yaşlarını sildi oysaki benim kendi göz yaşlarını silecek gücüm bile yoktu.

"Sen Vera'nın değil Glen'in katilisin Arel Özbey. " öfke vücuduma hücum etmişti. Onu incitmemek için ağzıma taktığım süzgeci bir çırpıda söktüm. Yoksa Arel beni asla ama asla dinlemeyecekti. Çünkü o kendiyle konuşuyor kendi kendini ikna ediyordu.

Arel donmuştu. Tepkisi fazla donuk fazla durgundu.

"Kalbindeki mezara Vera'yı gömdüğünü sanıyorsun ama her gün her an bana nasıl baktığını görmüyorsun. Sen Arel Özbey, Vera'yı yaşatmak Glen'i öldürmek istiyorsun. Çünkü yalnızca Glen Vera'yla olabilir." Derin bir nefes verdim. "Ancak bilmiyorsunki Vera, Arel'i de Glen'i de birbirinden ayırt etmiyor. Ayırt eden yalnızca sensin. Ve senden başkası değil."

Sözlerim havayı öylesine germişti ki ellerimde bir bıçak tutuyor olsaydım gergin havayı kesebilirdim. O denli sertti. Arel'in aydınlık tarafıda Glen'di.

"Sen..." diye mırıldandı.

"Ben Vera Sözen. Cihan Sözenin kızı ve Faris Gevheri'nin bitirmek istediği ailenin son domino taşı Vuslat Sözen'im. Ben her ikisiyim. Peki ya sen gerçekten kimsin Arel?"

Bakışlarını kaçırdı. Soğuk hava tenimi yutarken ellerim titremeye başlamıştı. Fakat ruhum rüzgara rağmen dimdik ayaktaydı. Ve en başından beri dimdik duran ulu agac ilk defa köklerinden kırılmıştı. O ağaç areldi ve onun rüzgârı bendim.

Dudaklarını birkaç kere araladı titrek nefesini verdiğinde konuşmakta güçlük çekiyordu.

"Arel de Glen de benim için bir. İkimizde aynıyız. Hatta Pars, Gazel ve Ceren onlarda senin gibi. Benim gibi. Oturduğumuz kumar masasında zaaflarını saklamak için kendilerine yeni bir kimlik seçtiler. Ben benimkini seçemedim. Bana bu adı babam verdi ancak anlamının yükünü taşımamda da sen yardımcı oldun. Şimdide ben sana yardım etmek istiyorum. Arel Özbey dürüst insan demek değil mi? Tıpkı sevgiliye kavuşan vuslat gibi... bırak bu kez ben senin yükünü sırtlanayım."

Başını iki yana sallarken "Ellerimdeki kanı temizleyebilir misin? Her gün her an elimdeki kana yeni bir damlanın bulaşmasını engelleyebilir misin? Bunu daha öncede denedin ama bak ben yine olduğum yerdeyim ve sen giderek bana dönüşüyorsun." Dedi.

"Ben kelebek oluyorum Arel. Tıpkı dediğin gibi kelebek..."

"Kelebekler gökyüzüne aittir. Karanlığa değil."

"Kesin yargılara varmaktan vazgeç. Burası dünya ve herkes kendi hayatının başrolü. Senaryoyu sen yazamazsın Arel. Beni sahne arkasına atıp kötü karakteri oynayamazsın." Diye direttim.

Bariton desiyle "Bunu daha öncede yaptın başaramadın." Derken hecelemişti.

"Çocuktuk Arel!" Ani çıkışımı beklememiş olacakki afalladı. "Sende bende çocuktuk! Bunun neden farkında değilsin? Çocuklar anne ve babalarını taklit ederler. Sen ve ben ikimizde Cihan Sözen'i örnek aldık! Onun acısını, nefretini... Bu lanet intikam oyununa katılmak istedik. Çünkü bize göre bu doğruydu. Bize bunun doğru olduğu söylenmişti."

"Ben çocuk değildim ve sen hep çocuk kalmalıydın." Deyip iç geçirdi.

"Dünya toz pembe değil ve bende pembeye düşkün değilim. Senin gözünde Vera nasıl bir yerde bunu bilemem. Lanet olsun ki bana her şeyi hatırlayamıyorum ama şunu çok iyi biliyorum." Bir anda sustum. Ona itiraf edemezdim. En azından bu kadar açık olamazdım.

Ağır ağır yaklaştı. Bu kez mesafeyi o kapattı. Açanda kendisiydi kapatan da... elleri yanaklarıma dokunduğunda kuruyan göz yaşlarımı sildi. Geç kalmıştı. Akan damlalarım kuruduktan sonra silmesi ne kadar önemliydi ki?

"Neyi? Neyi biliyorsun Vera..." diye mırıldandı.

Önemliymiş. Onun Vera deyişi her şeyden önemliymiş. Vera... hiçbir şeymiş gibi rahatlıkla söyledi. Az öncekinin tam aksine.

"Kalbimin senin için deli olduğunu çok iyi biliyorum Glen." Diyebildim sonunda.

Söylememekte kararlıydım ancak omuzlarımdaki ağırlık yüzünden kambur olmuştum. Artık birinin beni duymasını istiyordum. Kanatlarımı özgürce çırpmak istiyordum. Ben her şeyden önce Arel'in yanımda olmasını istiyordum. Karşımda olmasını değil.

Alnını alnıma yasladı. Gözleri kapanırken omuzları küçülmüştü. Belimden kavrayıp kendine çektiğinde sıkıca sarıldı.

"Korkak herifin tekiyim ben..."

Başım omzuna düştüğünde o da başını boynuma gömdü. Nefesi kesik kesik geliyordu.

"Duygularını bile itiraf edemeyen aptalın tekiyim." Dediğinde alayla kıkırdadım. "ama ben yine de seni sevebilirim değil mi?"

"Yalnız kalmaktan korkuyorsun. Glen olursan güçsüz olmaktan korkuyorsun." Saçlarını okşamaya başladım. Kollarını sıkıca kenetledi. Zar zor nefes alabiliyordum. "Ve sen sevilmeyi hak ediyorsun Arel. Hem de çok hak ediyorsun..."

"Yalnız kalmaktan değil senin olmadığın bir dünyada yaşamaktan korkuyorum ben. " diye itiraf etti.

"O yüzden mi Vera öldü deyip duruyorsun."

"Ama öldü. Ölmedi mi?" Çocuk gibi soruyordu.

Vücudu titriyordu. Birbirimizden ayrıldığımız ilk anda yere düşecekti emindim.

"Başa döndük sanırım. Vera burada seninle Arel."

"Özür dilerim... Ama ben bunu yapamam kelebek." Geri çekilmek istedi izin vermedim.

"Neden?"

"Bir kez ölmüş birini hayata döndürürsen ve o tekrardan ölürse bu onu sevenler için cehenneme atlamak demektir."

Geçmişinin kanları geleceğinde de oluşmuştu. Arel Özbey'in tarihi tekerrür ediyordu. Döngüsünü ise ben bozacaktım. Çünkü ben Arel'in geçmişinin kanı geleceğinin yarasıydım.

"O şarkı... hani balkonda dinlediğimiz."

Kolları sıkıca belimi kavrarken "lili," dedi boğuk sesle.

"Lili.. Herkesin bir lilisi vardır ve lili kişinin kendisine özeldir. Kalbinin yuvası aklının mola verdiği yer, kişidir." Başını kaldırdı. Gözlerimiz buluştuğunda artık ikimizinde yüzünde buruk bir tebessüm hakimdi.

"Lilisini kaybetmiş bir insan artık insan olamaz. Yaşayan bir ölüden farksız olur." Deyip cümlemin sonunu beklemeden kestirip attı. "Benim dediğim gibi cehenneme atlamak demek bu. Hem de gözü kapalı."

Sözlerini umursamayıp "Ve sen bana ölümü yakıştıramazsın. Bu yüzden ölmeye razı değilim. Daha biriktireceğimiz bir sürü anı olacak. Örgütü devirecek ve sonrasında kendi hayatımıza döneceğiz. Gerçek bir çocuk olacağız Arel." Dedim.

Histerik güldü. Hatta daha çok alayla.

"Örgütü devirmek çok kolay bir şeymiş gibi konuşuyorsun! O iş öyle kolay değil. Ucunda ölüm bile var. Her şey bittiğinde sonumuz ne olacak belli bile değil."

Haklıydı fakat haklı olması söylediklerimden vazgeçmem için yeterli değildi. "Sende kendini çok hafife alıyorsun. Pars'ı öne sürüyorsun fakat esas senin tilkilerin zehir saçıyor. Kurallardan bahseden Pars fakat kuralları koyan sensin. Söylesene böylesine zekiyken kendini hafife alman ne kadar doğru?"

"Kurallar... biliyorsun." Diye şaşkınca baktı. Gözlerimi devirdim.

"Pars gibi bir insan kurallarla yaşamaz. Değil yaşamak kendini kurallarla sınırlandırmaz. Daha en başından belliydi o kurallarda bir bokluk olduğu."

Gülmeye başladı. Bu kez içtendi. Gözlerindeki karanlık sahneden inmişti. Ressamın sergisindeki en güzel şaheser onun gözlerinde saklıydı ve o bunu göremiyordu.

Gülüşünü durdurup "Bana çok güveniyorsun fakat ben her zaman yanında olamam arkanı kollamalısın.'' Dedi.

"Yanımda değilsen arkan boştur ve bir sırta ihtiyacın vardır. O zamanda ben sana sırt olurum. Olmaz mı?"

"Olmaz." Deyip kendini geri çekti. "En azından şimdilik olmaz."

"Neden Arel? Neden?" Diye öfkeyle sordum.

"Bir nedeni yok." Kestirip atmıştı.

"Ne demek yok?"

"Benimde bilmediğim karar veremediğim şeyler olabiliyor. Bende insanım sonuçta. Benimde canım yanabiliyor. Bendim de kalbim kırılabiliyor. Geçmişinde olduğumuzu söylemeden önce açıkçası ne yapacağımı bilmiyordum. Çünkü beni, bizi unutmuştun. Bu canımı nasıl yaktı anlayamazsın."

Kollarını ayırdı sendeleyip zorlukla toparlandı. İlgiyle sözünün bitmesini bekledim.

"Gözlerinde ise hiçbir duygu yoktu. Feri gitmiş gibiydi. O an anlamıştım anılar gidince duygularda yok oluyormuş."

"Korkmuştum çünkü! Çaresizdim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Fakat sizi gördüğüm o ilk andan itibaren Gazel ve sana karşı tarif edemediğim hisler vardı içimde."

Hislerini itiraf etmem onu ister istemez mutlu etmişti.

"Sen eğitime başladığında Pars'tan her gün her an bilgi aldım. Her konu için ama bütün yaptıklarım boşunaydı çünkü sen yine ve yeniden kararlıydın. Savaşmak istiyordun ve ben önüne geçemezdim. İnan bana dünyada en çok istediğim şey senin bu savaşa dahil olmamandı. Sana inatla Vera dememin sebebi de buydu.

Şakaklarımı sertçe ovdum. İçimdeki ateşi körüklüyordu ve parçacıklarını savurduğu arazi benden ibaretti. Kasıp kavurduğu şeyse ruhumdan ibaretti.

"Son ailemi de kaybetmiştim ve bedenim ölü bir bedenden başka bir şey değildi. Ama sonra bir şey oldu. Duvarlarımı sana yıktım. Farkında olmadan sana çekildim. Çünkü o enkazın altında bir umut ordasındır diye aradım. Ben seni seviyordum kelebeğim ama yaşamlar el vermedi."

Sevmek... boğazıma oturan yumruyla eş zamanla kalbime hançer battı. o beni sevmisti. Benim onu sevdiğim gibi o da beni sevmişti. Bunu duymak bile içimde el ele tutuşmuş Vera ve çocuk adamı mutlu etmeye yetmişti.

"Ben 2. Yasama aitken sen 1. Yaşamdaydın. Ben 1. Yasama geçtiğimde sen 2. yaşama geçmiştin. Zaman bizi kodlamayı bırakmış seçimlerimiz ellerimizden kayıp gitmiş 2 tutsak ruh olmuştuk. Ve ben tekrardan o cehenneme düşmek istemiyorum. Üzgünüm bu kadar güçlü olamadığım için."

Ve o an aramızda derin bir sessizlik oluştu. Artık Arel Özbey yanımda değildi. Tam karşımdaydı ve yerini koruyacaktı. Hatırladığımı bilmesi hiç bir şeyi değistirmemisti. Ben yine o yalnızlıkta kordum. Kör olmuştum.

"Bir adam içeri girip aynadan yüzüne bakıp..." yabancı ses ve bir o kadar tanıdık gelen ses.

Arel ve benim arama gölge gibi düşen ses.

"Şaşkın bir ruh haliyle" siyah irisleri Arel'i bulmuştu. Bıçak gibi keskindi. Sarhoşun tekiydi fakat bakışları bizden ayıktı.

"Herkesi uyandırır..." deyip elindeki içki kutusunu kafasına dikti. ''Uyan abicim uyan!'' Kendi ekseni etrafında dans ederek dönerken işaret parmağıyla beni işaret etti. ''Oyun son bulduğunda kafalar karışmasın.''

Arel'in öfkeyle adımladığını gördüğümde anında kolundan tuttum. Benim yüzümden başka biriyle kavga etmesine gerek yoktu. Bana sınırlıydı.

"Ne demiş atalarımız..." elini şıklattı. "Ben bu oyunu izledim Hokusu Pokusu yok bunun!" Deyip ellerini havada gezdirip dönerek ilerledi. Elindeki alkol kutusunu ayağımızın dibine atıp kahkaha atmaya başladı. Deli gibi gülüyordu. Başındaki siyah bereyi geriye doğru kıvırdı.

"Sözüme geliyorsun ey tanrım!"

Tekrardan güldü.

"Seçimler ve sonuçlar işte tüm mesele bu!" deyip tekrardan şarkıya döndü.

Ve işte o an anılarımdaki kayıp yapboz parçası rayına oturdu.

Sarhoşun kelimeleri hayatımın kırılma anıydı. Gözlerimin önüne düşen kaza anıydı...

"Arel Özbey mi yoksa ağabeyin Toprak Sözen'i mi seçeceksin küçük kardeşim."

-

#Vusrel

Fikirlerinizi, nasıl hissettiğinizi yorumlarda belirgin lütfen ♡♡

]]>
Sat, 03 Dec 2022 15:17:09 +0300 Edanuryd
Hokus Pokus 29.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-29bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-29bolum #Vusrel

İyi Okumalar♡

Finale son 1!
-

"Uçurumun tam ortasında elleri ellerimdeydi."

3 Gün Sonra

Gazel, "kafe açacağım dediğinde sıfırdan başlarsın sanmıştım." diyerek etrafta gezinmeye başladı.

"Aslında size sürpriz yapmak istemiştim fakat dayanamayıp söyledim." dediğinde naif bir gülümseme dudaklarında yer edinmişti Ceren'in.

"Bize yardım edecek bir şey kaldı mı?" Pars'ın alaylı sorusu Ceren'i güldürdü.

"Aslında var..." sesi düşünceliydi.

"Ne gibi?" dediğimde başımı Pars'ın omzundan kaldırıp bar sandalyesine oturdum.

"İlk hanginizi söyleyeyim?" diyerek elini şaklattı Ceren.

"Pars'ı söyle!" Gazel'in sesi nidalı çıkmıştı. "Malûm yardım etmeye çok meraklı kendisi."

Pars, Gazel'e gözlerini kısarak baktığında Gazel omuz silkip Ceren'e döndü.

"Aslında en sona Pars'ı bırakmayı düşünmüştüm."

Pars tek kaşını kaldırıp kısık gözlerini mümkünmüş gibi daha çok kıstı. Böylelikle iri gözleri kaybolmuştu.

"Hm..." kollarını önüne bağlayıp yavaş adımlarla Pars'a yaklaştı Gazel. "O zaman en son söylersin." dediğinde Pars'ın sağa eğilmiş başını yukarı iteledi.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Pars.

"Göz zevkimi bozuyordun bende düzelttim."

"Sen benimkini bozduğunda ben sana dokunuyor muyum?"

"Sana dokunma diyen yok, dokunmayan sensin.''

Aralarındaki hızlı diyaloglara Pars'ın şaşkın ifadesi eklendiğinde Ceren'le aynı anda gülmeye başladık. Geldiğimizden beri sessizce bizi dinleyen Arel bile onlara gülmüştü.

"Ne gülüyorsunuz?" diye sorarken Pars'ın şaşkınlıkla açılan ağzını kapattı Gazel.

"Her neyse!" deyip ellerini çırptı Ceren. Gözlerini olabildiğince ikisine değindirmemeye çalışıyordu. Bu hâli onlardan daha komikti! "Vuslat ve Arel siz ikiniz şu köşedeki duvara resim çizeceksiniz. Kelebek figürü çizmenizi istiyorum. Nasıl şekillendireceğinizi kendiniz bulun."

"Ama ben nasıl resim çizeyim!" diye hayıflandım. ''Arel çizsin bana başka görev ver, lütfen...''

Arel kahverengi gözlerini hızla bana çevirdi. Birbirimize bakarken dudaklarını içe doğru katladı. Yüzündeki alaycı tavırla "denemeden bilemezsin." dediğinde ellerimden tutup çizeceğimiz duvara doğru ilerledi.

Duvarın önünde durduğumuzda "denemeye gerek yok ki..." diye mırıldandım.

''denemeden bunu bilemezsin denedikçe gereğini anlarsın kelebek.''

''Arel,'' dediğimde eş zamanla konuşmaya başladı.

"Üzerine boya damlaları dökülse sorun olur mu?" deyip konuyu kapattı.

Ceren neşeyle ellerini çırpıp bize kolay gelsin dedikten sonra Gazel ve Pars'ı kollarının arasına alıp mutfağa yöneldi.

Derin bir nefes verip, "olmaz!" dediğimde gülerek yerdeki tulumu kenara itti.

"Güzel o zaman." Yerdeki kalemlikten 2 tane kurşun kalem ve silgi çıkarıp birini bana uzattı.

Kalemi elinden alırken gözlerimle yerdeki tulumu işaret edip "sen neden giymiyorsun?" dedim.

"Resimle bütünleşmek istiyorsan birkaç damla boyaya razı olmalısın kelebek."

"Ya ya ne demezsin." Deyip yanına geçtim.

Kıvırcık saçlarım gözümün önüne düştüğünde geriye iteleyip kulağımın arasına sıkıştırdım. Arel ciddiyetle taslağı çizmeye başlamıştı.

Aniden kalemime vurdu. Gözlerimi kırpıştırıp "ya! ne yapıyorsun?" dedim.

"Düzgün çiz."

"Çiziyorum."

Çenemi tutup duvarı gösterdi. "Bu şekilde mi?" Sırıtıyordu. ''düşünmeden çiziyorsun.''

Elini iteleyip sinirle vurdum. "Evet bu şekilde. Hem düşünmeme izin verdin mi ki?''

Kaşları havalandı. Dudaklarını büküp, ''düşünmene gerek var mı ki? zaten ne çizeceğimizi biliyorsun.''

''Biliyor muyum...'' mırıldanırken Arel beklentiyle başını duvara yasladı. Koyu kahve hareleri güneşin yansımasıyla açılırken dikkatimi toparlamama hiç de yardımcı olmuyordu. Aniden aklıma gelen düşünceyle gözlerim irice açıldı. Aynı anda Arel gülümsemeye başladığında yüksek sesle, ''defter!'' dedim.

Elleriyle alkış tutarak tebrik ettiğini bildirdi.

''Bir an için bulamayacaksın sandım.''

''Yalancı! adın gibi biliyordun.''

Gözlerine kara bulutlar düştüğünde, ''ben sana yalan söylemem.'' kendini toparlayıp nefesini verdi.

Tek kaşımı kaldırıp aramızdaki mesafeyi kapattım. ''Yalan söylemek için hayatın çok kısa kelebek.'' dediğimde yutkundu. "Fakat rol yapmak için çok uzun."

Gözleri güneşe inat koyulaşırken alayla tebessüm ettim. Kelebek olan sadece ben değildim. O da kelebekti. Hem de yaşamaya en heveslisinden. Ben sadece görünen taraftım. Herkes tarafından kelebek olduğuna inandırılan kısımdım. Fakat Arel gerçek bir kelebekti ve kimse görmüyordu onu. Gerçi... görmesini de istemezdim.

''Madem hatırladın çizelim o halde.''

''Çizelim.'' deyip gülümsedim.

Arel saçlarını karıştırıp dağıtırken duvara ihtirasla bakıyordu. Kalemi elinde heyecanla birkaç defa çevirip dudaklarını dişledi. Bu haliyle çılgın bir ressama benziyordu. Birkaç adım geri attım. Arel dış dünyaya tamamen kendini kapatmış olmalıydı aksi taktirde beni fark ederdi. Yaklaşık 5 dakikadır duvara koza resmini çiziyordu. Onun çizdiği yerlerin üzerinden hafifçe geçiyordum yoksa işi berbat edebilirdim.

Düşünmeden çizdiğimi söylemişti ancak kendisi de düşünmüyordu, hissediyordu. Hissederek çiziyordu ve işin kötü tarafı Arel bunun farkında değildi.

Elleri havada asılı kalırken başını sağa yatırdı. Yere çömelmiştik. Göz göze geldiğimizde bakışlarımı duvara çevirip çizmeye devam ettim.

"Daha ne kadar öyle bakacaktın?"

Duyumsamazlıktan gelip çizmeye devam ettim. Arel tekrardan kalemime vurdu. İrkildim.

"Hey, sana diyorum."

Dalgınlığa vurup "bir şey mi dedin?" dediğimde gülmeye başladı.

"Yok demedim demedim de" deyip başını duvara yasladı. Beklentiyle baktığımda sırıtmaya başladı. ''Böyle dalman hoşuma gitmedi değil.''

Saç diplerime kadar gerildiğimde elimdeki kalemin titrememesi için dua ediyordum. Yanak içlerimi ısırıp gözlerimi duvara kenetledim.

''Güzel olmuş mu?'' dediğinde zorlanarak yüzümü ona çevirdim.

Kıvırcık saçlarımın olmasına belki de ilk defa şükür ediyordum çünkü yüzümü yarı yarıya kapamıştı.

Başımla onaylarken ağacın gövdesini bitirdim. Resim bitmişti. Bir tek boyanması kalmıştı.

''İlham perim sağ olsun güzel oldu.'' gözlerini kırpıp boya kutularını getirdi.

Boya kutularını aramıza koyup açmaya başladığında ona katıldım ancak Arel'in bakışları halâ üzerimdeydi.

"Bakmayı keser misin?"

"Hayır, kesmeyeceğim."

Kaşlarımı çattım. "Ne demek hayır? Rahatsız ediyorsun beni."

"Hayır, hayır demek nesini anlamadın?" Alayla gülümsüyordu. "Ayrıca tam 6 dakika 22 saniye boyunca beni izleyip durdun." Ayaklarımdan tutup aramızdaki mesafeyi kısalttı. "Borcunu ödemen gerekmiyor mu?"

"Yuh! Öyle bir şey yapmadım." deyip ittirdim onu. Kımıldamamıştı bile.

"Yaptın."

"Yapmadım." dediğimde nefesimi yüzüne üfleyip geri çekildim.

"Yalan söyleme kelebek." deyip saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

"Söylemiyorum sen yanlış anlamışsın."

Dudaklarını büzüp haylazca baktı. "Sen kafanda kurmuşsun de bari de tam olsun."

"Yok demem onu da..." mırıldanırken ekledim. "Vallahi bakmadım."

Arel gür bir kahkahayı patlattığında yerimde sıçradım. Keyfi oldukça yerine gelmişti. Resmen durağan halinden eser kalmamıştı.

"Ne gülüyorsun komik bir şey mi dedim?"

Gülüşünü bastırıp "sanki bakman suçmuş gibi davranıyorsun." dediğinde ellerimi birbirine kavuşturdum. "hayır bir de çocuk gibi inkar etmen yok mu?"

"Dalga geçmeyi bırak artık."

"Biliyorum çok göz alıcıyım ondan bu dikkat dağınıklığın." Deyip yanağımdan makas alıp geri duvara yasladı başını.

Gözlerimi devirdim. "Sen mi göz alıcısın?"

"Değil miyim?"

"Değilsin." deyip omuz silktim.

Bozulur sanmıştım fakat tam aksine daha çok keyiflendi. "Bundan beter yalan duymamıştım."

"1 dakika ya sen o gün demedin mi esas oğlan ben değilim diye."

"Evet dedim ama bunun onunla ne ilgisi var?"

"İlgisi şu kelebek, esas oğlanlar her zaman yakışıklı olur fakat sen esas oğlan değilsin."

Gözleri durgunlaştığında iç çekip elini şaklattı. Zoraki gülümsemeyle "aynen öyle değilim." dedi. "Hadi devam edelim."

Ayağa kalkıp fırçasını mor boyaya daldırdı. Fırçayı uzatıp kelebeğin kanatlarını işaret etti. Elinden alıp boyamaya başladığımda o da siyah boyayla şeritlerin etrafından geçiyordu.

Resim bitmişti. Artık kuruması gerekiyordu. Koyu yeşil kozada mor kanadı çıkmak üzere olan kelebek vardı. Mor kanadında minik beyaz damlalar ve siyah lekeleri vardı. Büyülenmiştim sanki. Arel ile resme uzun uzun bakarken Gazel seslendi. Ağır adımlarda mutfağa ilerledim.

Mutfağa nefis kokular yayılmıştı. Arel alaylı bakışlarla kapı pervazına yaslandı. Gördüğüm manzara karşısında adeta büyülenmiştim. Gazel masayı kuruyordu ve Pars beyaz bir aşçı önlüğüyle tabaklara sunum yapıyordu.

"Bu gerçek mi?" dedim Arel'e dönüp.

"Hem de ne gerçek." Yanağımdan makas alıp Pars'a doğru ilerlemeye başladı. Yüksek sesle "vay vay vay! Koçuma bak. " dedi gür sesle. Eliyle de Pars'ın sırtına vurmayı ihmal etmemişti.

Pars gözlerini devirerek omzuna dokunan Arel'i iteledi. "Siktir git dalganı başka yerde geç."

Arel dudaklarını büküp nıçlamaya başladı. "Hiç yakıştıramadım size beyefendi. Ahlaksızlık diz boyu." Kollarını önünde bağlayıp mutfak ortasındaki adaya yaslandı.

"Başlama yine!" Pars'ın sesi uyarıcıydı fakat takan yoktu.

Gülerek kollarımı tıpkı Arel gibi bağlayıp yanına gittim.

"İzle şimdi." diye kulağıma fısıldadı.

Anlamaz gözlerle ona baktığımda göz kırptı.

"Bu tavuğu kaç derecede pişirdiniz şefim."

"200." Elindeki tavayı ocağa bıraktı. Derin bir nefes verip başını iki yana salladı Pars.

"Harcına ne koydunuz?" diye ciddiyetle sordu Arel.

"Salça, yağ, tuz..." Pars elindeki havluyu tezgaha attı. "Ulan seni varya!" Diyerek hızlı adımlarla bize doğru yürüdüğünde Arel anında arkama geçti.

Ben gülmeye başlarken Pars'ın hazır cevap olmasını beklemiyordum! O sırada Gazel sandalyeye yaslanmış sessizce ikisini izliyordu.

"Hop hop yavaş gel aslanım." deyip beni kendine çekti Arel.

Pars burnundan soluyordu. Arel ise tam tersi keyifle gülüyordu ve bende Arel'e uyuyordum.

Pars başını ovarken "adam mısın lan sen? Saklanmasana kızın arkasına" dediğinde kendimi daha fazla tutamamıştım. Hiddetle gülerken elimi yüzüne kapaklandım. Pars bir anda mahalledeki dayılara dönmüştü!

"Bak güzel kardeşim."

Pars, Arel'in sözünü kesti. "Kardeşim deme bana."

"Kalbimi kırıyorsun." diye mırıldandı Arel.

"Arel! Sabrımı mı sınıyorsun oğlum?"

"Sabır?" dedi soru sorar gibi. Kahve tonundaki hareleri Gazel'i işaret ettiğinde "sendeki sabır taşta olsa çatlardı." Deyip göz kırptı.

Gülmeyi kesip şaşkınlıkla Arel'e baktım. Tahminlerimde yanılmamıştım. Ve bunu fark eden tek kişi ben değildim.

"Sen ciddi misin?" Dedim zorla konuşarak.

Elini omzuma attı. Bir eline bir ona bakarken "biliyor musun kelebek, kız abisi olmak hiç kolay değil..." dedi.

Pars'a döndüğümde munzurcca sırıtıyordu. Kaşlarım havalandı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu tepkiyi beklememiştim.

Arel'in kolunu itip beni kendine çekti. "Aynen kardeşim kız abisi olmak" vurguladı. "Hiç kolay değil. "

Arel'in alaylı ifadesi donuklaşırken Pars beni tezgaha döndürüp elime tabakları verdi. Neden böyle bir şey dediğini anlamamıştım. İma yapmıştı ama neden? Kalbim istemsizce hızlandığında gereksiz yere Arel'e bakmamaya çalıştım. Sanki bakarsam sorumun cevabını alabilirmişim gibiydi.

"Sen bana laf mı soktun." Dedi Arel birkaç dakikanın ardından.

Pars önlüğünü çıkartıp başıyla onayladı. Gazel mutfaktan çıkmış üst katta süsleri yerleştiren Ceren'i çağırmaya gitmişti.

"Yalnız buna dağdan gelir bağdakini kovmak denir." deyip karşımdaki sandalyeye oturdu Arel.

"Sen o bağı çürüteli aylar oldu."

Arel'in bakışları beni buldu. İfadesiz yüzüme renk gelirken gözlerimin içine bakıyordu. Bakışlarındaki yoğunluktan ürperdiğimde kalbimin sesini duymasından korkmuştum.

"Kendimi kandırmışım. İnsan bir kere bağlandı mi tekrardan çiçek açabiliyormuş meğer."

Pars yanıma oturdu. Elini sandalyeme koyup tek kaşını kaldırdı. Gözlerimi kaçırırken Arel hala bana bakıyordu.

"Cidden kız abisi olmak kolay değilmiş. " diye mırıldandı.

Anlamıştım. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Ve ben aptal olmak istiyordum. Hiç bir şeyi anlamadan plânlarımla devam etmek istiyordum. Fakat öyle değildi. Arel dolaylı yoldan beni halâ sevdiğini söylüyordu. Her ne kadar Vera olan beni silse de vuslat olan beni de sevmişti. Her ikisi de bendim. Ve o bunu küçük bir çocuk gibi yeni anlıyordu. Kendini, hislerini ve aramızdaki bağı...

Ceren ve Gazel gülerek geldiler. Ceren masa başına otururken gazelde Arel'in yanına oturdu.

"Ellerine sağlık şefim!" Dedi Ceren musmutlu gülerek.

Gazel gülümseyerek Ceren'i onaylandığında üçü arasında muhabbet dönmeye başladı. Arel'e baktım. Dışarıya bakıyordu. Anılarımı hatırlamasaydım eğer hislerini anlamam uzun sürebilirdi. Arel dengesizdi. Soğuk bakıyordu ve soğuk konuşuyordu. Gazel'inde dediği gibi Arel'e dokunursan soğuğu hissedersin ancak onunla savaşırsan sıcağı hissedersin. Ben Vera olarak soğukluğunu kutuplara götürmüştüm. Vuslat olarak ise o sıcaklıkta yanıyordum. Ona kızmak bağırmak neden diye sormak geliyordu içimden ama susuyordum çünkü susmak hançeri en keskin bıçaktı. Anlamak istiyordum onu. Gazel'i ve geçmişimde olduğum kişiyi. Yani Vera'yı.

Arel ve ben bir satranç tahtasında şah ve mat yapan ayrı ayrı piyonlardık. İkimizde içten içe birbirimizi duyuyorduk ama bir o kadar da bir birimize sağırdık.
Gözlerimiz buluştu. Dalmışım... yutkundu. Yutkundum. Ateş yanaklarıma hücum ederken Arel gözlerini kaçırdı. İlk defa gözlerini bile isteye çekti. Ardından alışık olduğum soğuk bakışlarını yöneltti. Gözlerimi kapattım. Bunu hak edecek ne yapmıştım?

"Beğenmedin mi?" dedi Gazel önündeki tabağı işaret ederek.

Gözlerimi açtım. " Lavaboya gidip geleceğim." dedim dalgınlıkla.

Pars'ın gözleri önce beni ardından Arel'i süzdü. Ceren başıyla beni onaylayıp yeri gösterdi. Ve ardından gazelin bakışları da Arel'e döndü.

İkisi de her şeyi biliyordu ve yalnızca susuyorlardı. Susmak ve konuşamamak ikisi de insanı ayrı uç noktalara götürüyordu. Çünkü her iki kelimenin arasında ince bir fark vardı. Biri kendi tercihi öteki zorunda kalmışlıktı. Fakat her ikisi de ana rahminde aynı günaha sebep doğuruyordu. Bu gerçek henüz değişmeyecekti ve beni en çok kahreden de buydu.

Elimi yüzümü yıkayıp yanaklarıma hafifçe vurdum. Kendime gelmeliydim. Kalbim sıkışıyordu. Sakinleşmek için derin nefesler aldım. Zihnimdeki sorular ve kalbimdeki empati duygusuyla darmaduman olmuştum.

Masaya döndüğümde gülümsüyordum. Rol yapıyorlarsa ayak uyduracaktım. Bana nasıl gelirlerse aynı şekilde karşılık alacaklardı. İyiye iyi. Kötüye kötü. Başka yolu yoktu bu işin.

"İyi misin?" dedi Ceren endişeli sesiyle.

"İyiyim de ne bu kasvet?" Dedim ortamı neşelendirmek adına.

"Aynısını bende dedim ama tiplere bak." diye konuştu Arel. Alayla gülüyordu. Ani değişen ruh hali beklenmedikti. Gerçekten iyi rol yapıyordu. "harca başka bir şey katmadığına emin miyiz"

Pars ayağıyla Arel'i masanın altından dürtükledi.

"Görüyorsunuz anlatmaya gerek yok." Ceren'e bakıyordu. "Çok edepsiz. "

Gazel gülmeye başladı. Gözleri kısılmıştı. saçlarından geçirdi. "Birinizden emin olmasam birbirinize aşık falan olduğunuzu sanacağım." deyip gülüşünü bastırdı. Yüzü kızarmıştı yine.

Ceren ile beraber gülerken Arel, Gazel'e yanaştı. "Umarım emin olduğun kişi benimdir."

Gazel ile bakıştığımızda Arel'e döndü. "Allah'a şükür henüz Pars'tan gol yemedik."

Ceren öne atıldı. "Allah'a şükür?" diye merakla sorduğunda Gazel bakışlarını kaçırdı.

Pars suskunlukla yemeğini yiyordu. Arel, masanın altından Pars'ın bacağına vurduğunda "bu kıyağımı da unutma." deyip göz kırptı.

Gözlerim irice açıldı. Arel'le göz göze geldiğimizde sırıtmaya başladı. Gazel ya çok saftı ya da aptallığı yeğliyordu.

Pars dudaklarını içe katlayıp "yemeğini ye." diye düz bir sesle konuştu.

"Birbirinize bulaşmadan yapamıyorsunuz resmen." deyip noktayı koydu Ceren.

"En büyük aşklar nefretle başlar Cerenim. " dedi Gazel kolunu dürtüp.

"Eline sağlık, çok güzel olmuş" deyip Pars'a döndüm.

"Daha tatmadın bile." diye laf attı Arel.

"Pars yapmışsa güzel olmuştur." dedim kendimden emin bir sesle.

Arel göz devirdi. "O kadar emin olma."

"Neden?" deyip yemeye başladım. Gerçekten lezizdi!

"Daha iyilerini de gördük."

"Daha iyisini tadana dek en iyisi Pars benim için."

"Gördük dedim zaten. Gördüm değil." Arel ciddiydi.

Gazel'in lokması boğazında kalırken öksürmeye başladı. Ceren suyu uzatırken Pars peçeteyi veriyordu.

"Bundan neden benim haberim yok?" dediğimde oyununa ayak uydurdum.

Gazel öksürüğünü durdurmuştu. Üçü birden dikkatle Arel'e bakıyordu. Gazel'in gözleri parıldarken Pars duygusuzdu. Sert bir ifadesi vardı. Bunu beklemedikleri apaçıktı.

"Unuttun çünkü." dedi acımasızca. "Şimdi bir düşününce sözümü geri alıyorum." Kaşlarımı çattım. Yine sert davranıyordu. Acımasızca konuşuyordu. İşin kötü tarafı dalga geçer gibi bir hali vardı. "Pars en iyisi senmişsin kardeşim. Aksi taktirde unutmazdı."

Alayla güldüm. Bu kez iç içe girmeyecektim. "En azından ben kaza sonucu unuttum."

Elindeki çatalı bıraktı. "Ne demek istiyorsun?"

Ellerimi önüme bağladım. Masada ona yaklaşırken. "Demek istediğim bilerek geçmişimi çöpe atmadım. Sanki hiç yaşanmamış gibi davranmadım. Ben bile isteye kimseyi unutmadım. Senin aksine!"

Arel'in gözleri büyüdü. Kahve gözleri koyulaşırken gülümsedi. İçten bir gülümsemeydi bu. Ve bu beni şaşırttı. Hem de çok şaşırtı...

"Kimsenin kimseyi unuttuğu yok."

"Öyle mi?" deyip iddiamı korudum.

"Öyle." diye diretti.

"Kanıtla." dedim doğrudan gözlerine bakarken. Sırtımı sandalyeye yaslamıştım.

Gerçi bu zamana kadar yaptıkları kanıt niteliğinde ama açık oynayacaksak oynardım. Aramızdaki durum yüzleşmeye illaki bağlanacaktı. Ne kadar kısa o kadar iyi ve ne kadar kısa o kadar özdü.

"Kanıtlamam gereken bir şey yok."

"Kelime oyunu yapma."

"Yapmıyorum."

"Yapıyorsun."

"Yapsaydım hiç bir şey anlamazdın."

"Bu kadar emin olma. Kendini fazla zeki sanıyorsun Arel. Fakat benim karşımda kelimelerin hep devrik. Senin hatanda bu."

Gözleri büyüdü. Bakışları kısıldı. Masadakiler diken üstünde bizi seyrediyordu.

"Hatırladığını neden söylemedin?"

"Hatırladığımı söylemedim."

"Bana diyorsun fakat senin de bana karşı cümlelerin çok titiz yoksa kurallı mı demeliyim?" Masaya yaklaştı. Elleri birbirine kenetlenirken oldukça rahat bir yüz ifadesine sahipti. "Hatırladığını anlamamam için ayrı bir özen gösteriyormuş gibisin."

"Hatırlıyorum dediğimi hatırlamıyorum."

Alkışladı beni.

"Madem kartları açıyoruz açalım." deyip yumuşak tonda konuştu.

"Başlatan sendin." dedim uyarıcı sesle.

"Bunu isteyende sendin."

"Neden yalan söyledin." Dedim hayal kırıklığıyla.

"Ben sana yalan söylemem. "

Sözünü kestim. "Bana söylemezsin ama Vera'ya söylersin. Hatta belki de söyledin bile ve en çokta kendine yalan söylersin. Hâline baksana. Kendini kandırıyorsun. "

Dondu. Tam anlamıyla Arel'in gözlerindeki korkuyu iliklerime kadar hissettim. Saniyenin onda biri gibi geçen süre zarfında Vera ismi onu dağıtmaya yetmişti. Gözü seğirdi ve kavuşturduğu elleri yavaşça çözüldü.

"Sen.." dedi Gazel şaşkınlıkla. "Sen gerçekten hatırlıyorsun."

"Tıpkı bu zamana kadar yaptığın gibi araya girme." dedim sertçe.

"Vuslat..."

"Sana araya girme dedim." diye hiddetle bağırdım. Gazel dudaklarını birbirine şaşkınlıkla bastırdığında. "Bu zamana kadar nasıl sustuysan şimdide sus. Nasıl olsa Arel ne derse onu yapacaksın."

Ağzını açacak gibi oldu fakat bu kez Pars el işaretiyle durdurdu. Ceren'in elleri Gazel'in elini ovarken destek vermeye çalışıyordu. Fakat bu gülünç bir hareketti. Herkes her hareketinden kendi sorumluydu. Onlar en az Arel kadar suçluydu. Arel hiç bir şeyi söylememeyi tercih etmişti ve onlarda Arel'e uymaya. Bu tıpkı bir suça tanık olduktan sonra susmak gibiydi. Masum birinin ahını almak gibiydi.

"Vera..." diye acı dolu bir ses döküldü Arel'in dudaklarından. Onun sesi sert çehremi darmaduman etti. Gözlerini masaya dikmişti. "Sen hatırlamıyorsun. Bizi deniyorsun. Vera hatırlasaydı böyle davranmazdı."

"Vera benim Arel." dedim doğrudan.

Gözleri bıçak gibi kesti.

"Vera öldü Vuslat."

Güldüm. Bu sefer alayla değil içten.

"Vera benim Arel." dedim direterek. "Çocuk gibi diretiyorsun. Beni bu hale getiren sizsiniz. Adımı, geçmişimi anlatan sizdiniz. Geçmişte tanışıklıktan öte ilişkimiz olmadığını söyleyen de sizdiniz. Ve soruyorum sana sen kimsin. Sen gerçekten Arel misin?"

Gülmeye başladı. Başını sıvazlarken. Önündeki tabağı iteledi.

"Vera bensem sende Glen, Arel Özbey'sin." Sesim boğuk çıkmıştı. Her şey çok hızlı ilerliyordu. "Sizi hatırlamıyorum. Sadece birkaç anı... Ama buna rağmen gördüm ki geçmişi unutan ben değilmişim. Senmişsin, ikinizmişsiniz."

"Düzgün konuş! Benim Vera'yla geçirdiğim anıların yerini hiçbir şey tutamaz. Unutmam, unutamam onu ben. "

"Beni kullandın Arel. Sen beni kullanıp kendine yeni bir sayfa açtın. Ve buna Gazel'i de sürükledin. Hatta hiç tanımadığım Ceren'i, Pars'ı, Bulut takımını hepsini sürükledin. İşin kötü tarafı. Ben bu insanlarla güldüm, eğlendim, ağladım."

"Bilmiyorsun. Hem de hiç bir şey."

"Ben intihar ettim Arel. Bunun ötesi var mı. Beni sen değil Geçmişimde olmayan yeni hayatımda tanıdığım kişi kurtardı."

Arel'in etrafta dolanan gözleri anında bana döndü. Gözlerinde iç içe geçmiş duygular ezip geçmişti adeta kalbimi. Dudakları, elleri titriyordu. Sinirle elindeki bardağı sıkıyordu. Anında Pars'a döndü. Göz pınarları kızarmıştı. Sinirden.

"Bana bunu neden söylemedin?"

"Kendin söyledin. Ben onun hakkında hiçbir şeyi bilmek istemiyorum diye."

"Pars!" diye hiddetle bağırdı Arel. Elindeki bardak patladı. Anında sıçradığımda "ölebilirdi. O ölebilirdi."

"Ölmedi ama." diye omuz silkti Pars.

"Bir şeylerden haberdar olmayan tek ben değilmişim." deyip masada dolandırdım gözlerimi. ''Zaten ölmüş birini öldüremezsin. Neyin öfkesini saçıyorsun Pars'a?''

Kahkaha atmaya başladı Arel. Sol elinden kanlar akıyordu. "Sen... Hatırlıyorsun ve bana hiçbir şey demedin." dedi. ''Neden?''

''Şunu açıklığa kavuşturalım..." diye araya girdim. "olayı büyütmeye gerek yok. Siz benim adıma yeni bir sayfa açtınız ve bende buna uymak zorunda kaldım."

Arel ayağa kalktı. Elinden kanlar akmaya devam ediyordu. Ceren ilk yardım kutusunu getirmişti. Arel elinin tersiyle iteledi onu. Başımı umarsızca iki yana sallayıp Ceren'in elinden kutuyu aldım.

Ellerinden tuttum. "dokunma bana." hızla geri çekti.

"Çocukluk yapma." Sol elini avuçlarımın arasına aldım. "hatırladığımı söyleseydim ne değişecekti?"

"Ben değişecektim." diye mırıldandı.

Kıkırdadım. "Zaten değiştin."

"Değiştiren sensin."

Gülmeyi kestim. Bandajı eline sararken gözlerimi gözlerine diktim. "Glen," göz pınarlarındaki kızarıklık arttı. Ellerinin titrekliğiyle şaşırdım. Arel Özbey sandığımdan çok daha fazla değer veriyordu bana. Ondandı bu çaresizliği. "Değişmeyen tek şey değişimdir. Sen bir seçim yaptın. Bu zamana kadar nasıl oynadıysan öyle devam et. Çünkü senin de dediğin gibi Vera öldü. Glen ise Arel olmayı tercih etti. "

"Ne zamandan beri hatırlıyorsun."

"Seninleyken her şey berraklaşıyor Arel. Zamanın önemi kalmıyor." Dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. "ama anılar zihnime dolduğunda yin yang gibi karanlıklar beliriyor."

Bandajı sardım. Malzemeleri kutuya bırakıp Ceren'e geri verdim. Kömür karası gözlerinde şaşkınlık ve endişe iç içe girmişti. Tekrardan Arel'e döndüğümde dudakları düz bir çizgi haline bürünmüştü.

"Benden özür mü bekliyorsun?"

"Sorduğuna göre dilemek gibi bir niyetin yok."

Dudaklarını birbirine bastırdı. Başını onaylayarak sallarken "yine olsa aynı seçimi yapardım." dedi

"Yapma diyen yok."

"Sen... neden kızmıyorsun?" Diye usulca sordu Gazel.

"Ne değişecek?" diye bıkkınlıkla yerime oturdum.

Arel hala ayaktaydı. Gözleri ise ellerinde.

"Kural 9." deyip Pars'a baktım. "İnsanlardan ümidini kes. Kimseye güvenme. Kendine bile."

Pars alkışlamaya başladı. Öne doğru bedenini kıvırdı. Boğazındaki hırıltıyı yok edip "ressamın sergisindeki baş şaheser tablo işte karşında. Tablo vuslat ve ressam sensin kardeşim."

"Pars," dedi Arel uyaran sesiyle. "İleri gidiyorsun."

Pars gülerek yemek yemeye devam etti. "Yolun başındayken sana vazgeç demiştim. "

"Sırf dediğin için onunla böyle konuşamazsın." dediğimde Pars lokmasını yutup bana doğru döndü. Meraklı gözleri alaylı yüzümle karşı karşıya geldiğinde elindeki bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. "Yolun en basında her şeyin farkındayken onu engelleyebilirdin ama yapmadın."

Pars tek kaşını kaldırıp sırıttı. "Arel'i durdurabilirmişim gibi konuştun." Ağzını peçeteyle silerken "onu kimse durduramaz. Sen bile."

Sesli güldüm. Delice bir kahkahaydı belki de... "insanların acı çekmesinden zevk mi alıyorsun?" Gülüşüm iç çekişlere dönerken "Sen gerçekten onu durdurmak isteseydin durdururdun. Bunu biliyorum ve sende bilmezlikten geliyorsun."

Ceren'in şaşkınlıkla dökülen nidaları araya girerken Pars ağzını açacak gibi oldu ama tıpkı onun Gazel'e yaptığı gibi elimle durdurdum. "Ya da şöyle mi demeliyim... zehrini akıttığın ilk insan Arel'di ve sen onun tükenmesini istedin."

Pars büyük bir alkış tufanına tuttu beni. Gözlerimi devirdim. Rahat davranmaya çalışıyordu ki üzerindeki etkim azalsın. Fakat bu sefer avlanan kendisiydi.

"Ben Arel'e neden bunu yapayım?"

"Orası sizin bileceğiniz bir iş." deyip durağan tonda konuştum. ''ne de olsa ikili oynayan sizsiniz.''

-

Bölüm sonu... kemerleri çıkartabilirsiniz demek isterdim fakat bir süre daha böyle seyahat etmemiz gerek:) en azından finale kadar... idare edin yahu!

Bu bölümde yüzleşmenin başlangıcını yaptık sanki;) güzel bir çatırdama oldu sanki...

Sizce?

Bölüm hakkındaki görüşler?

Soruları buraya alayım? ^^

Final çok yakındır dostlarım;(

Hoşça kalın ♥️

]]>
Fri, 25 Nov 2022 15:00:50 +0300 Edanuryd
Suskunluğun Çaresizliği 1 https://edebiyatblog.com/suskunlugun-caresizligi-1 https://edebiyatblog.com/suskunlugun-caresizligi-1        Sessizliğin sesli etkisi vardır. Sen sessizsin etraf sessiz ama için bas bas bağırıyor. Sesleniyor sana ve dinliyorsun çaresizce. Birşey yapabilir misin? Meçhul. Yapmak istiyor musun? Muamma. Peki nedir bu bilinmezlik? Bilinmez işte. Yan tarafıma baktım onu gördüm. Yağmuru izliyor, dinliyor biraz belki de konuşuyor içiyle bilemiyorum. Elimde ki kahveden bir yudum aldım ve sessizliği en gerçekçi sesim ile bozdum. 

"Söylesene aramızda ki bu şey ne?". Sesim ile döndü bana oyunbaz tavrı ile kaldırdı kaşını ve konuştu. 

"Söylesene bunu sorarken aramızda ki adı olmayan şeyi mi soruyorsun?". Dediklerini düşünmeye gerek yoktu ona tamamen dönerek cevapladım. 

" Evet adı olmayan olduğu meçhul belki de hiçbir zaman adı olmayacak o şeyi soruyorum?". Duydukları onu güldürmüş gibiydi. Ve o çok güzel gülüyor. 

"Arkadaş değiliz biz, ancak bu sevgili olacağımız anlamına gelmez, aşık da değiliz biz". Hiç durmadım ve hemen cevapladım. O da döndü bana tamamen sanki engelleri aşmış gibi konuştu. 

"Çünkü aşk kitabını bir kez okur insan ve biz o şansımızı kaybettik değil mi?"

"Evet, kaybettik". Dediğin de gözlerimi kaçırmamak için zorladım kendimi ve düştü, onun ellerine cemrelerim düştü. 

"Sorumun cevabını hala vermedin?"

"Söylesene cevabını bildiğin bir soru, soru olur mu?".   Başı eğdim yağmur kokusunu içime çekerek ona bizi anlattım. 

"Biz, bulutun içindeki yağmur taneleriyiz, Bir bulutta ki iki farklı yağmur tanesi" 

"Biz yaranın kabuk bağlayan kısmıyız, o kabuk hem yaradan kurtulmak ister hem de kurtulurken acıtır yarayı da kendisini de.." 

"Biz gideceğimizi biliyoruz"

"Biz kaybedeceğimizi biliyoruz"

"Biz çok güzel kaybedeceğiz"

"Biz çok güzel kaybedeceğiz"..... ????

 

]]>
Fri, 25 Nov 2022 12:00:00 +0300 YağmurunKızı8
MUTLULUK https://edebiyatblog.com/mutluluk https://edebiyatblog.com/mutluluk MUTLULUK BİRKAÇ BİBERDE Mİ?

Sonbahar iyice kendini hissettirmeye başladı...

Ani hava değişimi,süprizlerle dolu meteorolojik olaylar son günlerde daha da sık görülür olmuştu...

"Şükretmek lazım "dedi kadın kendi kendine ,"hem de çokça hamdetmek..."

Mevsim geçişleri ,doğadaki renk geçişleri ,tadına doyum olmayan seyirlik tablolar gibiydi onun için...

Balkondaki saksıdan biber kopardı birkaç tane...

Kahvaltı sofrasını daha bir mutlu hazırladı...

Bazen dalından taze koparılan birkaç biber ,tatlı bir söz ,içten sıcak bir gülüş ,sofraya ,gününe çok anlam katabiliyordu insanın ...

"İnsanoğlu diye mırıldandı...Bunca nimete teşekkür edip mutlu da olabilir ,hiç umursamaya da bilir....

Mutlu olmak çok uzaklarda olmasa gerek ,güzel düşünüp, güzel görmek günlük hengamede koşuşturmada işimizi daha kolaylaştıyor sanki "dedi  kendi kendine...

BELHİ

]]>
Sun, 13 Nov 2022 10:46:09 +0300 Ayşe Atlı
Biblolar Ve Yaşam https://edebiyatblog.com/biblolar-ve-yasam-3813 https://edebiyatblog.com/biblolar-ve-yasam-3813 Bir apartman boşluğunda buldum bugün kendimi. İnsanlardan kaçarken yerkürenin insafına sığınıp bir kuyuya kapanan ruhumu orada buldum. Ruhumu buzdolabına kapattım. Sonra o apartmanın önüne geldim. Kapı kapalıydı. Kafayı yemek için ne de güzel bir sebepti. Öyle, hemen şuracıkta ya aklımı yitirmeliyim ya da hemen buradan uzaklaşmalıyım. Uzaklaştım. Sevgi apartmanından kaçıp huzur sokağından geçtim. Gözlerim eskidi yollara bakarken ve ben yeniden bir biblo olduğumu hatırladım. Eve gidip tüm bibloları kırdım. 245 tanesi bir odada duruyordu. Onlar hariç aksesuar olarak salonumda duran ve kırmış bulunduğum 59 biblonun parçalarına baktım. Öylece bakıp kaldım. Bugün kendimi bulduğum apartman boşluğunu anımsadım. Karanlıktı, bodrum kata yakındı ve leş gibi bir koku vardı. Sanki bir biblo oraya düşüp kırılmıştı da kaldıran olmamış, polis olayı sorgulamak için gelmemiş, biblonun parçaları çürüyüp bu kokuyu yaymıştı. Kırdığım bibloların parçalarını toplayıp derin dondurucuya attım. Evimin salonunu da temizledim. Ortada delil bırakmadım, artık uyuyabilirim.

]]>
Tue, 08 Nov 2022 14:13:21 +0300 Rojda_Esra
GELİN https://edebiyatblog.com/gelin https://edebiyatblog.com/gelin

“ Bıktım vallahi bıktım. Yok yok kadın yalancı, bana başka konuşuyor oğluna başka konuşuyor, elâleme bambaşka.

Hayır gitmedim tabii ki, bu kadar  lafın üstüne bir de onun misafirlerine hizmet etmeye mi gideyim Gülseren. Hem ben çok dağınık bir gelinim ya biliyorsun. Pis de demiştir o kesin ama henüz kulağıma gelmedi.

Şekerim, sen de ne safsın. Ara düzeltmek için insan hizmetçiliğe mi çağrılır?

Parkta mı gördün? Ne giymiş haspam? Yetmiş yaşında kadın utanmıyor hala kırmızı topuklu ayakkabı giymeye. Derneğe mi gidiyormuş! Kendi gibi kokonalarla birlikte dedikodu yapmaya bayılıyor.

Ruhu mu genç?  Bırak allasen!

Sen ne dedin peki?  Pastacılık kursuna başladı, keyfi çok yerinde deseydin. Canım yalansa yalan o nereden bilecek?

Mahalledeki tüm komşularıyla kavgalı sanıyordum, Demek altın günleri o kadar kalabalık oluyor. Pardon da sen nereden biliyorsun? Gittin değil mi? Neyse neyse anladım kıvranma.

Hıh benim de kurs arkadaşlarım çok kalabalık. Dikiş, nakış, bak şimdi halk oyunları kursuna da başlıyorum. Evi toparlamak, ve çocukla ilgilenmek biraz zor oluyor her şeye yetişemiyorum elbette ama sosyal olmak lazım kuzum. Öyle değil mi?

Aman Gülseren sidik yarıştırdığım filan yok. Yaşlı başlı kadınla ne diye uğraşayım. Ayrıca sen de çok patavatsızsın şekerim. Öyle insanın yüzüne sidik yarıştırmak filan aaa ayıp ayol.

Anladık kimse sütten çıkmış ak kaşık değil. Neyini mi gördüm?

Kız geçen gün kuaförde sabahtan akşama eltinin dedikodusunu yapmadın mı? Dolabının kapağını açınca giysiler üstüne devrilmiş ya. Gerçi bu benim çok başıma gelir bence dedikodusu yapılacak bir konu değil, insanlık hali.

Tamam tamam kapın çalıyor. Ben zilin sesini hiç duymadım ama peki öyle olsun. Akşamüstü çaya gel.

Aman gelme.”

Bu Gülseren de ne garip kadın, sanki bir an önce telefonu kapatmaya çalıştı. Bir daha aramayacağım. Şu kuaföre bir gideyim de anlatayım bana yaptıklarını.

]]>
Sun, 23 Oct 2022 23:33:48 +0300 yildizacil
Mektup https://edebiyatblog.com/mektup https://edebiyatblog.com/mektup Herzaman ki gibi için'de gezinen hisselerini güzel yüzüne yansıtmayan bir ifadeyle, kitapları karıştırıyordu bayan S. Gözüne yeşil cilt çekilmiş üstünde ne bir isim nede bir künye bulunmayan küçükten bir kitap ilişti,yavaşca kitabın ilk sayfasını açtı, önüne aniden kalın bir zarf düştü.Zarf'ın da üstünde hiçbirşey yazılı değildi.Bu bayan S.'i biraz şaşırtmıştı.Aslında hergün hemde hergün kitaplığında ki kitapları karıştırır ve incelerdi ama nedense bu kitap hiç dikkatini çekmemişti.Yerdeki düşen zarfa uzanıp,sıkça oturup kitap okuduğu kahverengi deri koltuğuna çöktü Ve yavaşça zarfı açıp okumaya başladı;

"sana bu yazdıklarımı anlatmayı çok isterdim ama hayatın sanki insanı zincire vurmuşçasına yönlendirmesi yüzünden hiç ama hiçbirzaman söyleyemedim.Şimdi yine o kahverengi koltuğundasındır umarım,yine hiçbir mimik ve ifade oluşmamıştır o güzel çehrende.Lütfen  şaşırma ve korkma sevgilim. seni çok iyi tanıyorum,belkide bu yüzdendir sana ulaşamamam. Seni senden daha iyi tanıyabilecek kadar sevmem ve hiçbir zaman kendimi sana tanıtabilecek cesaret sahip olamamam.Sana kendimi tanıtmak istemiyorum çünkü tanıtsamda aklında kalabilecek biri olmadığım için hatırlamayacağına o kadar eminim ki.seni 12 yıl boyunca uzaktan, masumiyetle, utangaçlıkla, korkaklık ve özgüvensizlikle sevdim.Bana neden beni sevdin diye sorma, bunun hiçbir sebebi yok çünkü sen bir neden ve sonuca bağlanamayacak kadar özelsin benim için.Seni ilk kez Viyana'nın dar sokaklarında gördüm, o kadar kendinden emin ve güzellikle salına salına yürüyordun ki belkide ilk anda sana vurulmuştum,bense hiç fark edemeyeceğin bir yerdeydim. O dar sokakların ve şehrin bütün kasvestinin arasında sıkışıp kalmış, küçük bir ayakkabı tamir dükkanındaydım.Sen salına salına yürürken, bense elimde ki siyah kunduraları tamir etmekle meşguldüm. Hayatın insana ne getireceği belli olmaz, işte o siyah kunduraları tamir ettiğim sırada elime vurduğum çekicin acısıyla kafamı kaldırdığım anda gördüm seni,gördüğüm anda bütün acı hissiyat'ı bir anda yokolup gitmişti,o an bana acıyı unutturacak kadar güzel'din.Gözlerim sende takılı kalmıştı sadece sende,öylesine dalmıştım ki sana; o küçük penceremden zarif adımlar eşliğinde yavaş yavaş kaybolduğun sırada bile gözlerimi ayıramadım.O gün işten çıkıp eve geldiğimde senin hayalin eşliğinde yatağıma girdim.Evimiz küçüktü,gecekondu'dan bozma bir evdi,o güzel Viyana'nın görünmeyen yerindeydi.ben sana 16 yaşımda aşık oldum S. en çocukca hislerim ve gençlikteki cesaretimin zirvede  olduğu sırada,senin hayalin ile koca bir adam oluyordum sanki.O gün gözüme uyku girmedi,bir sağa bir sola dönüp durdum ve sabah yine bitkin bir şekilde ayakkabı dükkanına geldim.Aslında bütün gün o dar sokaklarda gözüm seni aradı,her saniye o kadar çok farklı simaların geçtiği sokağa baktım ki akşama kadar sadece 5 ayakkabı tamir edebilmiştim.Ustam bana göz ucuyla bakıp bakıp durdu,beni çok severdi,çalışkan bir çocuktum ama o gün hicbir iş yapamamıştım ve bu onu biraz kızdırmıştı.Biranda bana haykırdı"hey,ne bu sokakta aradığın senin,önümüzde bir sürü iş var ve  sen hala o saçma sokağı izliyorsun" Hiçbirşey diyemedim kafamı tekrardan önümdeki ayakkabı tamir makinasına eğip çalışmaya devam ettim.Sen o kadar aklımdaydın ki bu durum beni korkutuyordu aslında,çünkü hersaniye seni düşlüyordum.o küçük penceremden geçtiğin  an sanki bir sinama şeridi gibi aklımdan geçip duruyordu.Yine Viyana'yı daha güzel gösteren yağmurlu bir havada bir gözüm ayakkabıda bir gözüm sokakta işimle meşgülken,o sinama perdesini anımsatan pencereme sen geldin. Elinde simsiyah bir şemsiye vardı, o güzel başına taktığın şapka kumral saçlarında ayrı bir güzel duruyordu,ellerin sımsıkı yapışmıştı şemsiyene,gözlerin dimdik sokağa meydan okurcasına bakıyordu.Bana neden bu anıları bu kadar iyi hatırladığımı sorma S. İnsan kendi kaderini yaşarmış,bense senin hayalin ile kendi kafamda kurduğum kaderimi yaşıyordum,nasıl unutayım ki? İnsan kaderini yaşama mecburiyetindedir,bense hergün kendi kaderime cüretkâr bir şekilde seni fısıldıyordum.İşte o gün imkansız bir olaymış gibi gözünü çalıştığım dükkana çevirdin,gözlerinde ki ateş beni bir mum gibi eritmişti.Kapıyı yavaşca açtın"merhabalar,Ayakkabımın topuk kısmı sürekli yürüdüğüm yollarda kayıyor,acaba herhangi bir şey yapabilirmisiniz?"Hiçbirsey söyleyemedim sana karşı,adeta dilim kenetlenmiş,kelimeler boğazımda düğümlenmişti.Sadece sana baktım sonra ustam konuşmaya başladı"eğer sizin için sorun olmazsa ayakkabıyı bana uzatırmısınız hanımefendi,bir incelemek isterim"Sen tabi deyip karşımda ki sandalyeden bozma tabureye oturdun ve zarif ayaklarından o topukları minicik ayakkabını çıkardın.Gözlerim hala senin büyülü güzelliğin etkisindeydi.Hâla gözlerime inanamıyordum, tam karşımda bütün zerâafetinle oturuyordun.Ustam'ın bana seslenmesi ile birlikte gözleri mi senden ayırabilmiştim"Oğlum bunların altlarına birer macun çek sonra temizleyip hanımefendiye ver"Elime senin o pahabiçilmez ayakkabılarını uzatıyordu ustam,ne kadar sevinsem az gelirdi bu ân için.Hemen ayakkabıları alıp işime koyuldum,sanki bir sanaatkar edâsıyla  özenle tamir ediyordum,o sırada bir gözümde sendeydi;kollarını dizlerinin üzerine koymuş,başını ellerinin avuç içlerine dayamış bir şekilde dışarıda ki yağan yağmuru izliyordun. Bir yana da seninle daha fazla aynı ortamda vakit geçirebilmek için işimi o kadar fazla uzatıyordum ki bu ustam'ın dikkatinden kaçmamıştı"Hadi be oğlum bekletme hanımefendiyi,biraz acele et"bu talimattan sonra işimi,içim el vermeyerekten'de olsa biraz daha hızla koyuldum. Ayakkabıları tamir edip sana doğru uzattım"Teşekkür ederim"deyişin hala o anki gibi aklımdadır.Sen o küçük dükkandan çıktıktan sonra ustam'a bir maâzeret uydurup işten kaçmıştım,amacım seni takip etmekti.Halâ o çocukça davranışıma gülerim.Ellinde şemsiyenle dükkandan iki sokak uzaklıkta ki bir kitapçıya girdin,yavaşça dükkanın pencerisinden seni izlemeye koyuldum.O kadar güzel incelikte ilgileniyordun ki kitaplarla,her bir kitabın kapağını açtığında ki dudakların'da ki masum tebessüm,bir tabloya dokunur gibi kitaplara dokunuşun,o koca koca kitaplarla dolu rafların arasında ki süzülüşün,bana dışarıda ki yağan yağmuru unutturuyordu.Üstüm sırıksıklam kalmıştı o gün, baştan ayağı sırılsıklamdım hem yağmur ıslatmıştı beni hemde senin aşkın.Kitapçıdan çıktıktan sonra onun iki apartman yanında ki bir yalıya girdin,işte ozman bir imkansızlık deryasına attığımı anlamıştım kendimi.En acısı'da neydi biliyormusun seni o yalı'dan gözlerim ile uğurladıktan sonra,o gecekondu gibi evime girmekti.Artık işten çıktıktan sonra hergün seni izlemek için evinin önüne gidiyordum,şehrin küçük dar sokaklarına bakan penceren herzaman açıktı.Genellikle saat 8 sularında pencereden ucu hafiften gözüken kahverengi koltuğuna oturuyordun,saatlerce orada oturuşun ve benim karşı kaldırımda seni o saatlerin yıllara büründüğü bir evrende izleyişim.Vakit böyle aktı durdu bayan S. biz insanların hayellerini,beklediklerini ve telaşlarını umursamadan aktı,yaşım artık 21'di kocaman bir genç olmuştum artık,senin o pencerin baktığı sokakta'da büyüdüm desem yalan olmaz'dı.Senin haftada 3 kez mütemâdiyen kitapçıya uğraman ve hergün o aldığın kitapları okuman,beni'de bir okuma aşığı yapmıştı.Neredeyse bütün kazandığım paraları sırf seninle eş değer olabilmek için kitaplara harcıyordum.O kadar çok kitap okuyordum ki kendime ait bir kütaphane bile kurmaya başlamıştım.Kitapları okurken hep altında çizdiğim yerlere senin baş harf'ini eklerdim.Şimdi işte bu elinde ki  zarfın çıktığı kitap benim o kadar okuma emeklerimin karşılığı olduğu şiir kitabım. İçinde ki bütün şiirler sana adânmıştı,hayatım gibi.Bir gün seninle benim'de sayem ile kitapçıda karşılaştık,benim sayemde diyorum çünkü hersaniye o ân için göz kolluyordum.Elinde bir kaç kitap ile rafların arasında dolaşırken yavaşça yaklaştım sana bir esintinin yaparağa yaklaştığı gibi.Oscar wilde'nin Reading zindanı baladı kitabının önünde durdun,zarif parmaklarını kitaba uzatıp yine aynı tebessümle incelemeye başladın"Şair oscar wilde'nin son kitabıdır kendisi, asılmak üzere olan bir mahkumu ve cezaevinde ki olayları 109 bentlik şiir şeklin'de anlatır.Tavsiye ederim"hafif irkilmeyle birlikte o toprak kadar kahverengi gözlerini bana çevirdin,sanki kim bu yabancı edâsıyla bana baktın ve şu kelimeler döküldü ağzından."Galiba kitaplar hakkında fazla bilgilisiniz,şiirleri severim cidden" ve yine o güzel gözlerini kitaba çevirdin"Evet kitap okumaya bayılırım,hele ki konu şiirler olunca bambaşka bir ilgiyle yaklaşırım kitaplara"yine hafif bir tebessümle gözlerini bana çevirdin,sanki bayılacak gibiydim bakışların altında."İsminiz bana bağışlarmısınız beyfendi?"Heyecandan kekelediğimi mi bile farketmeyerek cevapladım sorunu"Andrew,Andrew terrie"

yavaşça elini bana uzatıp"Memnun oldum andrew bende sonia"ilk kez işte ozman temas edebilmiştim o güzel vücuduna,ellerin bir tüy yumuşaklığınday'dı hiç bırakmak istemedim.Bir iki ayak üstü sohbetimizden sonra bana yine görüşelim diyerek çıktın kitapçı'dan ve herzaman ki gibi bana senin gidişini izlemek düşmüştü ardından, İşte böyle böyle seninle birkaç anılar girdabı ile tam 12 yıl boyunca  sevdim ve hala daha sevmeye devam ediyorum.Elinde ki kitabı sana vermek çok zor oldu,kitabçıyla uzun bir süredir olan dostluğumuz sayesinde aslında.Kendim ayakkabı tamiri işiyle uğraştığım için kitabın ciltlemesini kendi emeğim ile yaptım bu yüzden ne bir künyesi ne de bir ismi var.Kitapçıya hergün yalvararak bu kitabı aldığın kitapların arasına saklamasını istedim zorda olsa en sonunda kabul etti ve bu sayede kitap ile mektup sana ulaşmış oldu.Aslında bunu yapma cesaretini kendinde nasıl buldun diye sorsan bilmiyorum derim,nedense hep içimde acaba seninde bana karşı hisserin var mı diye düşündüm,çünkü hep seni takip ettim ve hiçbir erkekle dolaştığını görmedim.Aslında buda beni sana karşı cesaretlendirmiş olabilir,insan sevince ne kadar cüretkâr olabiliyor dimi?Beni lütfen yanlış anlama S. sana bu mektubu yazmam gerekiyordu,ya yazmayarak kendimi tüketicektim ya'da yazarak içimdekinleri.Uzun bi müddetten sonra sana yazmaya böyle karar verdim işte,eminim beni anlarsın.Sana mektubu bitirirken bir şiir daha hediye etmek istiyorum.Oscar vilde'den bahsedince bir anlık ilham ile döküldü satırlara. 

Sen yıldızların seyrine daldığın biranda,

Sırtına uzanır zarifce bir el;

Önce anlamassın ne olduğunu,

Tâki acı bir his dokunana kadar yüreğine.

Dönmek istersin ardına,bakmak istersin

Fakat kalbine uzanmış o hançerin,

Batmasıyla,

Ancak dizlerinin üzerine çökersin.

Sanki yıldız ve ay son bir iyilik için,

Düşürür hainin gölgesini üzerine.

Kapkara bir süliet durur önünde.

Konuşmak,bağırmak,görmek istersin

Fakat ağzına dolan kan,

Susturur seni.

Bunca yıl göremediğin şey;

Bir karanlık olunca,

Göstermez kendini.

Serilirsin toprağın soğumuş bedenine,

sarılırsın ona bir evlat şevkatiyle.

Sıkarsın kumları elinin titremesiyle,

Gözlerin takılı kalır, hainin gölgesine.

Ruhun ayrılırken kaskatı bedeninden,

Bakarsın sırtındaki hançerin failine.

Anlayamadın hala değil mi,

Hainin kendin olduğunu.

Anlayamadın değil mi,

Hançerin aşk olduğunu.

Anlamayadın değilmi,

Katiline vurulduğunu.

Tıpkı oscar wilde'nin dediği gibi;

"Herkes öldürür sevdiğini"

Ve bir ölüm ancak bu kadar

Güzel olabilir'di. 

Belkide o küçük pencerenden bir kez olsun kafanı çevirirsen beni görürsün,sevgilerimle bayan S.

                                                            Andrew"

Kafasını elinde ki mektuptan ayırıp sokağı gören penceresine çevirdi bayan S. ve Andrew'i ilk kez ozaman farketti.Gerçekten'de onu izliyordu,tebessümle ile bakıyordu bayan S.'e ve ikisi uzun bir süre o küçük pencereden birbirlerine baktılar.Belkide aşklar bir pencereden bakılası kadar yakındır bize.İste asıl mesele o penreye nasıl bakıcağımızdaydı,tüm aşıklar o küçük delik kadar yakındırlar birbirine... 

      

]]>
Wed, 14 Sep 2022 03:11:51 +0300 AhmetÇ.
KENDİMİ KANDIRDIĞIMI SANDIĞIM SAHNELER https://edebiyatblog.com/kendimi-kandirdigimi-sandigim-sahneler https://edebiyatblog.com/kendimi-kandirdigimi-sandigim-sahneler Her gün aynı sahneler de aynı pozu verdiğimi başıma gelen garip olaylardan anlıyordum ya da ben o olayları garip bulduğum için olaylar garipleşiyordu. Anlamadığım şey olağanca bir hayatın içinde olağanca yaşadıklarım . O zaman beni yanıltan neydi? Ya ben yanılgı sandığım bir grup zihin engellerine takılı kaldıysam? Bir sürü soru var aklımda dönüp duran , kendi kendimi yiyip bitirdiğim ve bir türlü cevap bulamadığım . Evrenin tam merkezinde kaybolsam ama bu kayboluşumun farkındayken kaybolmak gibi olsa bu durum. Ait olduğum semti , sokağı , evi , sevdiklerimi gözümde büyüttüğüm insanları bile özler miyim ?  Gökyüzünü sevip büyütenler güneşli günlerde yağmuru aramaya çıkarken mavinin geniş düzlüklerinde güneşin tadını çıkarmak mümkün mü? Ya orada da içimdeki yenilmişliğin alasını yaşayan asık suratlı halime denk gelirsem ? Gerçi durumu da değerlendirebilirim sonuçta yenikte olsa onu o gökyüzüne çıkarabilmiş olmakta başarıydı belki de...

SAHNE 

Ormanın derinliklerinden gelen boğuk sesler sisli geceyi gözlüyordu. Tıpkı bir seri katilin kurbanını uzaktan izlemesi gibi , avlanmaya hazır olan düşünce bulutları yeryüzüne inmiş zihinlere in kurmuş tilkiler ve kuyrukları birbirlerini kovalamaya çoktan başlamıştı. Bu olaya şahit olan gece ve gecenin oyuncuları yukarıdan kargaşanın içerisinde sıkışıp kalan başrolün ne tepki vereceğini merakla beklemeye başladılar. Başrolümüz aitlik hissinin diplerini sıyıran bir gençti ,asıl oyunu sergileyecek olmanın da vermiş olduğu baskıyı bir türlü üzerinden atamıyordu. Ona verilmesi gereken eğitimi vermeden , prova etmeden ,tecrübelerini daha hayata uygulayacak duruma gelmemişken birden kendini bu sahnenin tam ortasında bulmuştu .Ne yapması gerektiğini bilmeyen başrol yanıp sönen ışıklar arasında ilk cümlesini okumaya başladı. 

-Rüzgarın güzün yaprakları savurduğu gibi savruluyorum, bozuk duygularım beni mahvediyor , kaybediyorum , kayboluyorum...

İlk önce karşısında birbirlerini yiyen tilkilere bakar sonra seyircilere , ön taraftan gelen gülüşmeler sinirini bozsa da repliğine devam eder. 

- Yok mu yardıma gelen beni soğuk savruluşlardan kurtarmak isteyen . 

İçindeki sesten kocaman bir kahkahayla karışık bağırtı 

-YOK , der  

Korkuyla sahnenin içinde turlar, endişeli bakışları beynine giden sinirlerle konuşmaya yeltenir . Fakat daha ağzını açamadan seyirciden gelen yumurtayla ne olduğunu şaşırır genç başrol.

-Doğru oyna şu oyunu, der seyirci.

Oyuna dahil olan seyirci diğer seyircileri de fikirlerine alet edince , oyun birden savaş alanına döner. Tüm gücüyle bağırır başrol

-Durun ! der 

-Durun ! ! Burası benim sahnem ,benim oyunum ,benim hayallerim , sizin değil  dahil olmak istediğiniz hayat , ruh benim . Sahip olduğum düşüncelere, oyunlara diyaloglara hatta belki monologlara bile saygı duymak zorundasınız . Kafanıza göre buraya çıkıp söz sahibi olamazsınız ! Tamam benim kafam çok karışık , hangi rolü bazen nasıl oynayacağımı bilemiyorum , karıştırdığım replikler oluyor bazen öğrenmem gereken şeyleri öğrenemiyorum . Soru soramadığım , çekindiğim için beni suçlayamazsınız .Sırf beğendiğim oyunları sevmediniz diye  de beni  karalayamazsınız . Canımı acıtmak için savurduğunuz güz yaprakları benim oyunculuğumdan bir şeyler götürürken , tilkilerimi kovalayamazsınız . Saygı gösterip yeri geldiğinde yanlışlarımı söyleyip uyarabilirsiniz ama yaptığım başarılı işlerin sonunda alkışlamayı da bilmelisiniz . Sanatçının ve oyuncunun en  büyük alıcısı ve destekçisi sizken beni yerden yere vurmanız sizden de güzellikler götürür. Lütfen beni ezmeyin ayaklarınızın altında ,benim sizinle birlikte öğrenmeye ve yükselmeye ihtiyacım var. Durun artık , durun ...

Başarılı bir şekilde oyununu  bitiren genç , sahneden alkışlarla iner . Perde kapanırken uğultular salonu doldururken, gece ve gecenin oyuncuları gencin performansından ne kadar etkilendiklerini ayın ışık gösterisinden belli eder . Genç artık daha umutlu ve gururludur...

                                                                                    SON 

]]>
Sat, 10 Sep 2022 10:33:18 +0300 gecesizsaye
İyi Ki Doğdun https://edebiyatblog.com/iyi-ki-dogdun https://edebiyatblog.com/iyi-ki-dogdun   Aynı sıralarda oturduğumuz yıllar gözümün önünden geçiyor şimdi,  hani sen  ders kitabını getirmemiş ve benim kitabıma bakarak dersi dinliyordun ya ama amaç dersi dinlemekten çok  kitabın üstüne yazı yazıp benimle uğraşmaktı. Özledim o günleri,  beden derslerinde bana basketbol oynamayı öğretirdin biraz kızgın çokça azim ile. Ama bilirsin ben hemen öğrenen birisi değilim ve hiç olmadım.  Beceriksiz demiştin hatta bu yüzden ama yaptığım kurabiyeleri hepsini sen yerdin. Hatta çok iyi hatırlıyorum kurabiye kabını yere atıp kırmıştın bir keresinde sebebi ise  kurabiyelerin bitmesi ve senin bir tane bile yememen olmuştur.  O hallerimi hatırladıkça daha çok gelir oldum okulumuza,  bizi biz yapan tek yere.  Koridorlardan geçerken beni nasıl koruduğun geliyor aklıma.  Merdivenleri çıkarken de ceza aldığımız o anlar.  Hepsini tekrar tekrar yaşamak istiyorum.  Bozuk bir plak gibi baştan sona oynayalım seninle bu koridorlarda hiç bıkmadan ve tükenmeden... zaman tüketti,  bıktırdı ve bugün senin 20. yaş günün benim senden uzak oluşumun 6. senesi.  Dile mi kolay yoksa yürek mi alışkın bu özlemlere?  Çözemiyorum.  Ama bilmeni istediğim bir şey;  "Her yazgı birer imtihan ve imtihan dolu bu yaşam da yaşınla yaşadıkların aynı olmuyor ve sen yaşadıklarınla yaşını aynı tutmaya çalış,  hayata inat."  Doğum günün kutlu olsun,  iyi ki doğdun. ????????

]]>
Sat, 20 Aug 2022 10:05:14 +0300 YağmurunKızı8
Kasımpatı https://edebiyatblog.com/kasimpati-3439 https://edebiyatblog.com/kasimpati-3439 Kasımpatı 

Papatyagillerden asil çiçek 

Krizantem diye de bilinir...

Cenaze çiçeği de denir adına 

Ölümsüz aşk ve platonik aşkı hatırlatır...

Türlü renkleri , katmerli çiçekleriyle göz alıcıdır...

İyimserliği de  çağrıştırır diye öğrendik...

Kasımpatı gibi iyimser ve iyimserliği çağrıştıranlar

Çıksın daim yolunuza diyorum artık...

Ne çok vardı evimizin bahçesinde

Parlak,canlı ve rengarenk 

Beyaz papatya ile güzel aranjman yapar

Gönül alırdın...

Sen gidince papatyalar da krizantemler de

Öksüz  kaldı annem...

Tıpkı seni sevenlerin boynu bükük kaldığı gibi

Onların da boynu bükük yıllardır  annem...Belhi 

]]>
Fri, 19 Aug 2022 15:33:43 +0300 Ayşe Atlı
Sarı papatyam, mutluluk, doğum günü https://edebiyatblog.com/sari-papatyam-mutluluk-dogum-gunu-3422 https://edebiyatblog.com/sari-papatyam-mutluluk-dogum-gunu-3422 Sarı Papatyam 

"Sarı Papatyam" derdi kızına annesi 

Annesinin adıydı kızının adı...

En çok papatyayı severdi annesi...

Belki annesinin bu çiçeği sevmesine sebep ; annesinin hayatının da papatya gibi sade duru vakarlı olmasındandı...

Sarı Papatyası ile annesi arasındaki benzerlikler, yıllar geçtikçe daha da belirginleşti...

Kim nasıl tanımlar bilmiyorum.

İster metafizik, ister kan bağı, ister aktarım soya çekim  ya da ada çekim , ister genetik densin adına benzerlikler aşikardı...

Bahçede o gün annesinin ektiği papatyalara uzun uzun baktı...

Geçmişle bugün arasında bağ kurulduğundan mı bilinmez;yoksa hayatına anlam kattığı için mi , papatyaları seyrederken ayrı bir mutluluk hissederdi...

Sarı Papatyasının doğum günüydü ya bugün daha bir hislendi...Papatyalara uzun uzun baktı gözleri doldu...

"Sevgiyle gelen her şey değer buluyor...

Ne çok şükredecek mutlu olacak şeyim var diye mırıldandı...

Yolun bahtın açık olsun Sarı Papatyam 

Doğum günün kutlu olsun" diye defalarca tekrarladı kendi kendine , bu doğum gününde beraber değillerdi...

Ardından "Rabbim iyilerle eş Hızır as ile yoldaş eylesin "diye uzun uzun dua etti ,kızına ve diğer çoçuklarına...

"Anne anne anneee!!! "sesiyle irkildi birden..

"Anne ben geldim "diyordu sanki arkadan bir ses...

Emin olamadı , arkasını döndü Sarı Papatyasıydı sesin  sahibi...

İçi içine sığmadı, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi adeta...

Sarıldılar uzun uzun. Ne olduğuna anlam veremeden ikisi de göz yaşlarını tutamadı...

Sevgi  böyle bir şey miydi?Anlatılamayan ama  yaşanan  ...

"İyi ki doğdun  SARI PAPATYAM "diye sımsıkı sarıldı bir kez daha ..

Belhi

]]>
Tue, 16 Aug 2022 18:52:10 +0300 Ayşe Atlı
Suya benzer insan yüreği https://edebiyatblog.com/suya-benzer-insan-yuregi https://edebiyatblog.com/suya-benzer-insan-yuregi Bir su gibi saf ve berrak tır çocukların yürekleri, ne hainlik vardir nede fesatlık düşüncelerinde. Büyüdükçe zaman geçtikçe Nasıl bir su koyulduğu kabın şeklini alıyorsa insanlar da yaşadıkları şehirlerin, ortamların şekilleri ni alıyorlar farkına bile varmadan mesela bir aile düşünün ki hayatda hiç bir şey bilmeyen okumamış değilde cahil insanlar da orada yeni yetişen bir çocuğu ne kadar eğitip yetistirebilecek ki ? tıpkı bir  sürahi den bir bardağa dökülen su gibi dar  bir alanda kalmıştır .insan eğer ki kendi ni yetiştirmek isterse o kişi akan su gibi akmalı. ilme irfana bulmali yolunu hayat yolunda geldiği cahhillige inat. öyle bir yetistirmeli ki kendini ,ondan olan  yeni nesiller daha bilinçli sağlıklı düşünceli insanlar yetismeli hayatdaKimilerinin yürekleri hırçın denizlerdeki dalgaların sahile vurduğu gibi hircinlasiyor söz geçiremiyor  o asi hırçın yüreğine.   
Kimileri sapsade bir hayat yaşamayı sever bu hayatda durgun ve sakin bir deniz gibi uçsuz  bucaksız olsada hayatları. Aynı moloton şeyleri yaşar dururlar aslında 
Bazen de bir yağmur olur insan Damla Damla can  verir hayat verir başka insanlara besin olur toprağa mesela doktor bir hayat kurtarır Rabbimiz in rahmetiyle bir öğretmen pırıl pırıl yeni nesiller yetiştirir güzel gelecek günlere 
Ne kadar. temiz olursa olsun kirlenir o berrak sular çamurlara karışınca  ne yazzak ki insan oğlu çevresinden etkilenerek kötü işler yapar çamurlara karışır kirlenip saflığını yitirir peki ya nasıl temizlenir bu çamurlu sular yine suyu suyla yıkamak gerek temiz yağmur gibi insanlar o çamurlu insanlara el uzatarak beyinlerini ve gönüllerini temizlerler Rabbimiz in yardımı ve Kendi iradeleri yle temizlenmiş olurlar o çamurlar dan topluma  yine arındırılmış su olarak geri döner saf ve temiz hâliyle işte bu su döngüsü devam edip durur insanlar arasında sürekli doğumdan ölüme kadar.

]]>
Sun, 31 Jul 2022 18:40:49 +0300 Özlem ceylan
Hayalci Dede https://edebiyatblog.com/hayalci-dede https://edebiyatblog.com/hayalci-dede Sırtında yükü bütün sokakları arşınlardı Hayalci Dede. Hayal satardı insanlara. Çocukla çocuk olurdu; öyle ki bir gün çocuklarla oyuna dalmış ve hayal satmayı unutmuştu. Bütün hayaller elinde kaldı. Ee... günlük olanlar çöpe tabii. Yine işe çıktığı bir gün, sokaklarda hayallerim var diye bağırırken önünden geçtiği evin penceresi açıldı.

“Dur hayalci! Bana göre nelerin var bakalım?” dedi orta yaşlarında bir kadın. 

Hayalci Dede şöyle bir çuvalını kavradı, aradığını yerini tespit etmek ister gibi. Sonra da;

“Dileğiniz nedir?” diye sordu; cevabını bildiği halde.

 Kadın şöyle bir süzdü dedeyi.

“Şu şişmanlıktan kurtulsam aslında,” dedi.

Hayalci Dede vakit kaybetmeden elinde tuttuğu kutuyu uzattı. İmkânsızı istemişti kadın ama biçare aldı kutuyu, ücretini uzatıp. Siftahını yapan dede devam etti yoluna. Bir çocuğu istediği topa, bir genci de hayalini kurduğu elbiseye kavuşturduktan sonra; bugünlük yeter diyerek tuttu evinin yolunu. Her dileği gerçekleştirirdi. E.. Tabi bir kaçı hariç. Kadere nasıl hükmetsin ki.

Sokaklar Hayalci Dede’nin sayılırdı. Kimse garipsemiyordu. Herkese bir çare bulmaya çalışırken kendine çaresi var mıydı bilen yoktu. Kimse sormaya da cesaret edemiyordu. Belki de çok ilgili değillerdi. Kimse Hayalci Dede’nin küçük bohçaya benzer torbasına o kadar şeyin nasıl sığdığını da merak etmemişti. Kendi halinde bir seyyar satıcıydı herkese göre. Neden özellikle bu mahallede gezerdi onu da bilen yoktu ama alışmıştı herkes. Mutsuz bir mahalleydi burası. Hatta adı bile varlığına yaraşır şekilde ‘Kutsuz’ konulmuştu. Hayalci Dede hayal satmak için daha iyi bir yer bulamazdı. Gerçi buradaki insanları hiçbir şey mutlu edemiyordu. Ellerine geçenler geçici olarak mutlu ediyor sonra eski bedbaht hallerine dönüyorlardı. Hayalci Dede seyyar satıcı olarak ekmeğini çıkarıyordu ama garipsemiyor da değildi. Belki de kendisine öyle gelmişti nerden bilebilirdi ki?

Hayalci Dede her zaman hayalleri gerçekleştirmek için uğraşırdı. Eski varlıklı ve rahat günlerini özlemiyor değildi. İsteği olan insanlar gelip onu bulurdu ve sokak sokak gezmesine gerek kalmazdı. Çok şikâyetçi değildi halinden aslında ama aklına daha iyi bir iş de gelmemişti. Varlığını kaybedince bu mahalleye yerleşmek zorunda kaldı. Ne eşi kaldı ne dostu; çocukları bile bakmaz oldu yüzüne. Hala anlayamıyordu nasıl bu hale düştüğünü. Kendi insanların hayalleriyle ilgilenirken çocuklarına bırakmıştı bütün varlığının yönetimini. Hesap kitap adamı değildi zaten. Çocuklarından başka kime güvenebilirdi ki insan. Bir gecede iflas ettiği haberini getirdi ortanca oğlu. Büyük oğlu konuşmaya tenezzül bile etmemişti. Kızı ise kendisiyle birlikte gelmek istedi ama Dede’nin gönlü el vermedi. Hepsinin ailelerinin yanında çocuklarının başında olmasını salık verdi. Bu mutsuz ve huysuz mahalleyi buldu sonra da. Ortanca oğlu kısa bir süre sonra çok varlıklı hale gelse de babasına bir oda verme teklifinde bulunmamıştı. Sadece giderlerini karşılamaya yanaşmış kız kardeşinin ısrarıyla ama Hayalci Dede kabul etmemişti. Şunun şurasında ne kadar ömrü kalmıştı ki! Ne yapacaktı bu yaşta varlığı? Nasıl olsa kendisi göçtükten sonra zaten çocuklarınındı. Herkes mutlu olsundu, onun derdi.

Hayalci Dede’nin ortanca oğlu hep kızar söylenirdi babasına; bizim rızkımızı herkesle paylaşıyorsun, diye ve kendine hâkim de olamazdı. Sonunda da varlıklı olmanın yolunu bulmuştu. Her şey mubahtı rahat yaşamak için ortanca oğula göre. Çevresindeki insanları umursamaz ve sadece kendini düşünürdü. Babasının tam aksiydi yani. Hayalci Dede’nin büyük oğlu ise varlıkta gözü olmasa da başarıdan büyük haz alıyordu. Varlıklı olup olmamak değil, onun için tek kıstas elde etmekti. Babası arada gurur duyuyor olsa da büyük oğluyla o da paylaşmayı bilmiyordu. Gerçekten çocuklarının nasıl bu hale geldiğini ciddi anlamda düşünmesi gerekiyordu. Kızı ise varlığı olmasa da bilirdi paylaşmayı. Huyu suyu yumuşaktı. Kendine bazen yeterdi bazen yetmezdi. Hayalci Dede;

“Vermek saadettir. Alandan çok vereni mutlu eder.” Der dururdu.

Sadece kızı dinlemiş olacak ki sözünü bir tek o uymuştu bu söze. O da eksik, fazla demez ayarını bilmezdi. Çocuklarının bir ortası yoktu Hayalci Dede’nin. Ya hiç bilmezler paylaşmayı ya da paylaşırken sınırları olmazdı. Nerede nasıl bir hata yapmıştı da bu hale nasıl gelmişti anlayamadı.

Fakirlik kokan evinden çıkıp caddeleri, sokakları arşınlamaya başladı.

 “Hayallerim var, dileğinizi söyleyin.” Diyerek birkaç hayal daha sattı.

Sonra bir kadın durdurdu seyyar satıcıyı.

“Benim hayalim zor ama yine de bana göre bir şeylerin var mı heybende?” diye sordu kadın.

 Hayalci Dede anlamlı anlamlı baktı kadına. Sanki dertleri birdi ya da öyle gelmişti bilemedi. Kafasını kaldırıp balkonundan sallanan kadına baktı.

 “Nedir hayaliniz, ne dilerdiniz bu yaşlı seyyar satıcıdan.” deyiverdi.

Kadın hüzünlenmişti birden, gözleri doldu; kimlerden medet ummaya başlamıştı. Acıdı haline, kendine, yaşamına.

“Yıllar önce terkedildim sevdiklerim tarafından. Geri getirebilir misin onları?” dedi lafı uzatmadan.

 Hayalci Dede yanılmamıştı. İnsanları kendi kadar iyi bilirdi. Bir bakış ve duruşu şıp diye çözüverirdi. Heybe bile denemeyecek torbasını bir yokladı. Sonra bir mektup zarfı çıkardı. İçinde ne yazdığını söylemeden hatta sattığı hayalin ücretini bile almadan kadının sarkıttığı sepete bırakıp gitti elindekini.

“Hey nereye gidiyorsun, ne kadar ücreti, ya gerçek olursa seni nasıl bulurum?” diye bağırıyordu kadın arkasından.

 Düşündü Dede, bulsa ne olacaktı ki gönülden bir hediyenin lafı mı olacaktı. Özel bir ‘hayal’ di bir de bu. Kadının hayali gerçek olursa kendisini şanslı sayıp bir hayal de kendisine açabilirdi belki. Kim bilir belki de son dileği gerecek olurdu.

Günler günleri takip ederken her gün hangi cadde veya sokakta olursa olsun o kadının evinin oralarda dolanır, görünmeden gerisin geriye dönerdi. Bir gün yine o sokağa uğradığında kadının balkonunda renk renk çiçekler, güzel bir masa ve keyifle gülen kadını gördü. Yalnız yaşıyor diye bildiği kadını etrafında insanlar da vardı. Çocukları herhalde diye düşündü. Mektup geldi aklına. Kendi çocukları için dokunaklı bir şekilde yazmış ve son arzusunu bu mektupta dile getirmişti. Ölmeden önce çocukları Büyük oğlu Azim, ortanca oğlu Hırs ve kızı Merhamet ile bir araya gelip onlarla dünya gözüyle bir an keyifli vakit geçirmek istiyordu. Varlıklıyken yazdığı vasiyette bu düşüncelere benzerdi. Varlıklarını nasıl olsa paylaşmanın bir yolunu bulurlardı ama babalarını kaybedince bir daha… Mutluluğu nasıl bulacaklardı. Kadına verdiği mektubun aynısını yazamazdı; o onun hayaliydi ve gerçek olmuştu. Farklı bir şeyler düşündü. Sonunda da bir şeyler buldu, yazdı ve yolladı.

Ben Hayalci Dede, sizin babanız. Bugüne kadar sayısız hayali gerçekleştirdim. Bir kendime olmadı dermanım. Siz benim çocuklarımın bana layık birer evlat olmanızı diliyorum şimdi tüm kalbimle. Bir gün çocuklarınız büyüdüğünde dedeleri sorduğunda onlara ‘Hayalci Dedeniz’ diye başlayın beni anlatırken lafa.” diye yazdı hayalini Hayalci Dede.

Bu son dileğiydi onun. Çocuklarını etrafında görmek, sevgilerini hissederek veda etmek istiyordu hayata. Hayatta azmiyle çok varlıklı olmuş, hırsları yüzünden tüm varlığını kaybetmiş, hayatta en önemli şeyin merhamet olduğunu anlamış ve çocuklarının kendi hayatının bir dönemini yaşattıklarını anlamıştı koyduğu isimlerle. Bir de kaybettiği eşi Sevgi vardı tabi. Hırsları yüzünden ilk başta kaybettiği ve gözden çıkardığı. O yüzdendir ki artık herkese sevgiyle yaklaşır ömrünün sonuna kadar hayal satardı Hayalci Dede. Bir gün kendi hayalinin de gerçek olması için bekleyecekti ömrünün sonuna kadar. Belki de ömrü vefa etmeyecekti. Hayalleri gerçekleştirmeye devam edecekti ne olursa olsun.

 

]]>
Sun, 31 Jul 2022 00:43:43 +0300 Betül FIRAT
Hokus Pokus 27.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-27bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-27bolum Fri, 15 Jul 2022 15:49:02 +0300 Edanuryd Hokus Pokus 26.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-26bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-26bolum Fri, 15 Jul 2022 15:48:06 +0300 Edanuryd Kar Tanesi Tanıtım https://edebiyatblog.com/kartanesi-bellaelliehall-3162 https://edebiyatblog.com/kartanesi-bellaelliehall-3162 Gökten düşen pamuk şekerlere gülümsedi. Annesine döndü ve işaret parmağıyla göğü gösterdi. Annesi ona gülümsedi.Avucunu açıp sokağın ortasında gökten yağan pamuk şekerleri yakalamaya çalıştı, avucuna düşen kar tanelerine baktı ve avucundaki kar taneleri kırmızıya bulandı.Bu kar tanesinin kırmızıya bulandığı yolda yeni aşklar ve yeni aileler bulunacaktı..

]]>
Thu, 14 Jul 2022 16:04:48 +0300 Bella Ellie Hall
Suskunluğun Çaresizliği https://edebiyatblog.com/suskunlugun-caresizligi https://edebiyatblog.com/suskunlugun-caresizligi   Kapalı olan gözleri etrafı dinliyordu, burnuna gelen menekşe kokusu, kulağında tatlı bir melodi bırakan cırcır böceğinin sesi. Yüzünde gezen rüzgarın dokunuşuyla gözleri açtı ve aklına gelen ilk soruyu onu sallayan kişiye sordu.

_Söylesene kazanmak için aynı zamanda da kaybetmeli miyiz?.Önce bir kaç adım sesi ve ardından o görüş açısına girmişti, kahverengi saçları alnına düşerken hafif kısık gözleri ile çok güzeldi. 

_Evet, yani teknik olarak her kazanan birer kaybedendir. Yukarıda uçan güvercine baktı ve onun uzun bir cevap vermesini sağlayabilecek bir soru sordu. 

_Peki, kaybeden aynı zamanda da kazanır mı?. Önce bir kıkırtı sesi yükseldi, o gülmüştü sesi çok güzeldi.

_Evet, ancak her kazanan mutlu olmuyor yada her kaybeden üzgün olacak diye bir kaide yok.

 Verdiği cevaplar açıklayıcı ve kısaydı ama o, onun sesini daha çok duymak istiyordu hiç susmasın ve hep konuşsun istiyordu. Bu yüzden alakasız bir soru yöneltti.

 _Söylesene, gözlerinde bir onu yaşatmayı nasıl başardın?. Donuk gözler vardı şimdi gözlerinin yansımasına düşen ve bu gözlerin içinde çokça hüzün vardı, çaresizlik kuşatmıştı her yanı. Konuşmadı genç adam sustu, suskunluğunu rüzgar ile paylaştı o da bulutlara ulaştırdı ve bulutlar onun çaresizliğine ağladı...

]]>
Tue, 12 Jul 2022 01:32:07 +0300 YağmurunKızı8
beklemek https://edebiyatblog.com/beklemek-3003 https://edebiyatblog.com/beklemek-3003 BEKLEMEK

''Beklemekten yoruldum ''dedi çoçuk annesine

''Neden bu bıkkınlığın'' dedi gözlerinin içine

Sevgiyle bakarak annesi 

''Büyümek istiyorum tavsiye vermek istiyorum herkese

Çünkü dinlemekten bıktım artık herkesten  tavsiye 

Olmak istiyorum ben de dinlenilen bilge...

Hem her konuşan bilge değil zaten

Verdikleri tavsiye de işe yaramıyor çoğunun 

Sen küçüksün hele bir dinle diyorlar her zaman... 

Benim 

Konuşacağım vakit ne zaman 

Yoruldum hem de bıktım afra tafradan

Heyecanım kaçar diye de korkuyorum bir yandan''...

Annesi dedi 

''Akıl yaşta değil baştadır '' demiş atalar

Her yaşta vardır güzel hatıralar...

Korkma küçüğüm büyürsün vardır herşeyin vakti zamanı, 

Zamanın insanı olmak için beklemelisin doğru zamanı ...BELHİ

]]>
Mon, 27 Jun 2022 13:37:54 +0300 Ayşe Atlı
1.Bölüm HP https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-842 https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-842 Mon, 27 Jun 2022 11:13:40 +0300 Edanuryd Anne Lütfen Ölme https://edebiyatblog.com/anne-lutfen-olme https://edebiyatblog.com/anne-lutfen-olme Adım Ayşe. Beş yıllık evliyim ve bir kızımız var. Kızımızın adı da Esra. Kömür karası gözleri dünyamı aydınlatıyor. Evliliğimden bahsetmeden önce nasıl tanıştığımızı anlatmak isterim. Beş yıl önce annem ile market alışverişine çıkmıştık. Annem tek başıma çıkmama çıkmama izin vermezdi. Bu yüzden arkadaş çevrem yok. Alışveriş işi de olmasa günyüzü göreceğim de yok aslında. O gün alışverişe çıktığımızda market kapısının önünde kaderim beni bekliyormuş meğer. Markette gölge gibi bizi takip etti. Kasanın önüne geldiğimizde sırasını bize verip sırıttı. O anda bir şeyler olduğunu sezmiştim ama çokta üzerinde durmadım.

O olayın üzerinden bir hafta geçti ve tek laf edilmedi. Ben de sormadım. Beni akşam yemeklerinden sonra odama gönderirlerdi. Ben odaya geçince aralarında fısıltılarla konuşurlardı. Bir akşam beni odama gönderdiklerinde gizli gizli mutfağa geçip dinledim. Bir hafta önceki alışveriş olayından bahsediyorlardı. O zaman anladım yanımdayken neden hiç konusu açılmayıp unutulmuş gibi yapıldığını. Sonra yine gizlice odama geçtim. Başımı yastığa gömüp saatlerce ağladım. Ailemin tek çocuğu olduğum için yalnız bir çocukluk geçirdim. Okul ve ev arasında gidip geldiğim için arkadaş çevrem de olmadı. Sığınacak, sesimi duyuracak kimse yok. Bu yüzden ağlaya ağlaya kaderime razı oldum. 

Sabah kahvaltısında tam bir sessizlik hakimdi. Birbirimizin gözlerine bakmadan lokmaları art arda boğazımıza diziyorduk. Evde sadece çay kaşığının bardağı dövercesine çıkardığı sesler yankılanıyordu. Asker gibi tek sıra dizilmiş lokmalar boğazı geçip mideye inince kahvaltı faslı da bitmiş oldu. Kahvaltıdan sonra babam sessizce çıkıp gitti. Annemle başbaşa kaldığımızda beni karşısına alıp akşama görücilerin geleceğini söyledi. Bağırdım, istemediğimi söyledim. Hatta ağlayarak ayaklarına kapandım ama nafile... Onlar çoktan kalemimi kırmıştı. Evi temizleyip toplayınca bayrmdan kalma elbisemi üzerime geçirdim.

Akşam üzerine doğru babam tıraş olmuş, kendine çeki düzen verimiş olarak geldi. Uzatmayacağım burayı... Akşam yemeğinden sonra Hikmet ve ailesi görücü olarak geldi. Hal hatır sorma, havalardan sulardan konuşma faslı bitince, Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle beni istediler. Babam da verdi ve koca evine giden ilk adım atılmış oldu. Nişan çok uzamadı. Bir ay içinde tabiri caiz ise yangından mal kaçırır gibi evlendik.

Cicim ayları bizim için geçerli değildi. Baba evi ne ise, koca evi de aynıydı. Bir yıl sonra kızımız Esra dünyaya geldi. Sevinememiştim bile. Onun da sonu benim gibi olacaktı. Baskılar ben hamileyken bile vardı. Bir de kızımız olunca iyice arttı. Şiddette boş durmada tabi o da geldi. Böyle böyle beş yılı devirdik. Beşinci yılın sonunda canıma tak dedi ve kızımızın sonu bana benzemesin diye boşanma davası açtım. Bu süreçte uzaklaştırma cezası aldı Hikmet. Ama bu karar onu durdurmaya yetmedi. Tehditler savurmaya devam ediyordu. Evden adım atamıyorduk. Komşuların yardımı ile ihtiyaçlarımızı karşılıyorduk. Birgün camımıza büyükçe bir taş atıldı. Hikmet'in yaptığını anlayıp Esrayı odasına kapattım. Salona geçtiğimde kırık camdan gelen kurşun kalbime isabet etti. Kanlar içinde yere yığıldım. Son duyduğum ses kızımın şu cümlesi oldu, "Anne lütfen ölme." 

]]>
Wed, 22 Jun 2022 19:18:37 +0300 Selin Sabcıoğlu
Kırgın çiçekler https://edebiyatblog.com/kirgin-cicekler https://edebiyatblog.com/kirgin-cicekler                      KIRGIN ÇİÇEKLER

     Vakit varken toplayın tomurcukları  çünkü zaman hızlı akıp gidiyor.

Bugün gülümseyen bir  çiçek yarın ölebiliyor. 

  Sevgi ile sulanmamış ,saygı ile beslenmemiş 

çiçekler görüyorum. Boyunları bükük kafalarını kaldırmaya mecealleri bile kalmamış ,kalp atışları yavaşlamış, umutlarını tek tek toparağa salmış kırgın çiçekler...

    Dallanıp budaklanmak istiyorlar.

Rüzgâr müsade etmiyor. Savruluyor her bir yaprakları ,

Tutunucak dalları, kırılıyor tek tek dökülüyor birer birer her bir yaprağı ayrı bir gözyaşı. 

 Birde   Güneşin yakıcı sıcaklığından korkup soluyor ,kuruyorlar .Yanmaktan korkup içlerine sinen,  kırılan cevresine küsen  kırgın çiçekler. 

   Kırıklıkları yerden, korudukları topraktan tekrar yeşermek istiyorlar. Tutunup sımsıkı varlığına, 

Son gücüyle belki kafalarını kaldırıp renklerini göstermek istiyorlar.

   Rüzgâr ve Güneşin inadına yeniden canlanıyorlar. Yaşama uğruna  ,Rüzgâr ve Güneş'e sanki savaş açıyorlar.Yeniden ve yeniden

yeşeriyorlar .Savaştan korkanlar  yaşamaya hakkım yok diyerek yaşama küsüyor yada yaşama küstürülüp öldürülüyorlar. 

Kırgın çiçekler halen savaşlarını sürdürmekte tomurcuklar sulansın , beslensinler çiçekler solmasın soldurulmasın...

       

]]>
Sun, 05 Jun 2022 00:08:13 +0300 nurglceee
Bendeki sen ile sendeki sen https://edebiyatblog.com/bendeki-sen-ile-sendeki-sen https://edebiyatblog.com/bendeki-sen-ile-sendeki-sen            Bendeki sen ile  sendeki sen  

Bendeki sen, yaralı bir kuş gibi çırpınarak yardım beklemekteydi. Tüm benliğim ile yardımına koşmaya hazırdım kimsesiz olmadığının yanında ben  varım demek  için elimden gelen fedakarlık ların hepsini yaptığımı düşünüyordum. 

Oysa sende ki sen yapmadığımı hiç bir fedakarlıkta bulunmadığımı dile getiriyor .

Beni suçluyordu ...

Zamanımın yettiği sürece hep yanındaydım. Yaralarını sarmak seni iyileştirmek istiyordum.

Sana belkide senden daha yakındım sen farkında olmadın. 

Bende ki sen öyle masum du ki tıpkı bir çocuğun masum olduğu kadar .kırılgan ve  hassas tı aynı bir cam gibi kırmaktan korktuğum .

Bende ki sen sahipsiz bırakılmıştı sanki yalnız bırakılmıştı üzgündü çaresiz dört duvarlara ruhu sıkışmış acı çekiyordu.

Kimseye kendini anlatamamış.  Etrafındakilere artık yabancılaşmış bendeki sen kurtarıcısını bekliyordu.

 Öyle olmadığını anladım  çok zaman sonra .

Hepsi bende ki sen miş meğer 

Sendeki sen  bendeki senden  çok farklıymış. 

]]>
Fri, 03 Jun 2022 16:36:53 +0300 nurglceee
İnsanlı Şapka ve Evsiz Adam https://edebiyatblog.com/insanli-sapka-ve-evsiz-adam https://edebiyatblog.com/insanli-sapka-ve-evsiz-adam Evsiz adam, hızla karıştırdığı çöplerin arasından, elini zafer kazanmış gibi gökyüzüne kaldırdı. Kararmış parmaklarının arasında tuttuğu, birkaç ısırık alınmış ekmek parçasına bir mücevher bulmuş gibi baktı. Gibisi fazlaydı, çünkü o ekmek parçası, onun için mücevherin ta kendisiydi. Hemen yan tarafta duran tahta banklardan birine oturdu. Onu hiç yalnız bırakmayan tüylü arkadaşı da hemen yanında bitti. Evsiz adam hiç düşünmeden ekmeği ikiye böldü ve en yakın arkadaşına ikram etti. Evsiz adam büyük bir açlıkla biraz bayatlamış ekmeği iştahla yemeğe başladı. Ekmeğinden bir parça kalmıştı ki yemekten vazgeçti. Yıpranmış, her yeri yama yapılmış pantolonun cebinden bir mendil çıkardı ve son ekmek parçasını, mendili ile sardı. Arkadaşının karnı doymamış olacaktı ki o son parçayı dilenircesine gözlerinin içine bakıyordu. Evsiz adam ekmeği ceketinin cebine attı. Geceyi düşünmesi gerekiyordu, her zaman bu kadar tazesini bulamıyordu, hatta bazen hiç bulamıyordu, kimi geceleri aç uykuya dalıyordu. Arkadaşının başını okşadı. Evsiz adam başını olumsuz bir şekilde salladı. Hayır, diyemedi. Dilsizdi evsiz adam. Arkadaşı anlayışla karşıladı. Evsiz adamın en yakın arkadaşı sadık bir köpekti. Evsiz adam biraz daha dinlenmek için bankta oturmaya devam etti. Bir çocuk parkındaydı. Daha önce buraya kadar gelmemişti. Rutinlerinden uzaklaşmak ona iyi gelmiyordu. Bir süre bankta oturup etrafı izledi, parkta oynayan çocuklara baktı, onların neşesine hayran kalmıştı. En son ne zaman çocuk olmuştu? Hatırlayamadı. Belki de hiç çocuk olmamıştı. Evsiz adam yaşlıydı. Beyaz, uzun arka saçları vardı, başının önü keldi, toplansa üç tel saç anca vardı. Beyaz sakalları gürdü ama bir o kadar da uzun... Saçı sakalına karışmıştı. Yanında bir hareketlilik hissettiğinde kısa bir zaman önce yanından usulca ayrılan dostunun geri geldiğini fark etti. Bu sefer dostu yalnız değildi. İri dişlerinin arasında tuttuğu, siyah, büyük bir fötr şapka vardı. Evsiz adam şaşırmamıştı. Yaramaz dostu ona hep küçük hediyeler bulup getirirdi. O da peşinden gelen bir sahibi varsa geri verir, yoksa hediyesini kabul ederdi. Evsiz adam gülümseyerek şapkayı aldı ve başına özenle geçirdi. Güzel bir şapkaydı. Bununla kendini asil hissetti, birkaç saniyeliğine. Köpeği birkaç kez havladı. İkisi de güzel bulmuştu. 

Evsiz adam biraz daha dinlendikten sonra kalktı yerinden, farklı bir yerdeydi tanımak istedi. Evler bir farklıydı bu mahallede. Eski ama bir o kadar gösterişliydi. Neredeyim acaba, diye bir düşündü. Dip dibe inşaa edilmiş barok tarzı binalar, süs su havuzları, heykeller... Burası evsiz adamın geldiği mahalleye hiç benzemiyordu. Binaların önünden geçerken küçük bir pastanenin önünde duraksadı. Evsiz adam, pastanenin vitrinine dizilmiş pastaları, kekleri, şekerlemeleri izlemeye koyuldu. Gözü, hemen en ortadaki çikolatalı pastaya ilişti. Zihni, çocukluğunda annesinin yaptığı çikolatalı pastalara gitti. Tadını hayal meyal hatırlasa da annesin o sıcak gülümsemesi gözünün önünden hiç gitmiyordu. Evsiz adamın yıllardır hayali, koca bir dilim çikolatalı pasta yemekti. Belki tadını da hatırlamak istiyordu ama asıl yâd etmek istediği annesinin hatıralarıydı. İşte böyleydi hayat, ne kadar yaş alırsak alınsın hep bir anne hatırası aratırdı, dokunduğun bir çiçekte, yediğin bir yemekte, sarıldığın bir kedide, tutunduğun bir hayalde... 

"Efendim, buyrun içeriye, kapıda beklemeyin." diye sıraladı, pastanenin içinden çıkan bir adam. Beyaz iş üniforması, siyah mutfak önlüğü ve büyük, komik beyaz şapkası... "Fırından yeni çıkmış, tam ağzınıza layık bir cevizli kekim var, bayılacaksınız." Pastane çalışanı ısrarla evsiz adamı içeri davet ediyordu. Evsiz adam ise kaşları yukarı kalkmış, alnı kırış kırış olmuş bir şekilde şaşkınlıkla adamın onu içeri davet ediş sebebini anlamaya çalışıyordu. Daha önce hiç böyle bir muamele görmemişti. Genelde vitrinlerine bile bakmalarından rahatsız olurlardı ve onu hiç hoş olmayacak şekilde kovarlardı. Şimdi ise bir de dükkana davet ediyorlardı. 

Evsiz adam, dilsiz olduğu için "Benim hiç param yok." diyemedi, sessiz sedasız dükkanın önünden çekilmeye çalıştı ama pastane çalışanı gitmesine hiç izin verecekmiş gibi durmuyordu. Evsiz adamın koluna yapıştığı gibi içeri çekti, bin bir ısrar ile.

Evsiz adam daha ne olduğunu anlamadan kendini pastanenin cam köşesinde otururken buldu. Pastaların biri gidiyordu, biri geliyordu. Üstelik bütün çalışanlar ona hürmet ediyordu. Evsiz adam daha önce hiç böyle bir saygıyla karşılaşmamıştı ve sebebini aşırı merak etse de aldığı ilgiden ve önüne koyulan pasta dilimlerinden aşırı memnundu. "Sanırım Tanrı'nın ikramı" diye düşünerek anın tadını çıkarmaya karar verdi, daha doğrusu çeşit çeşit pastaların... 

Evsiz adam karnı tıka basa doymuş bir şekilde içeceğini yudumlarken, pastane çalışanlarının onun hakkında aralarında konuştuklarını fark etti. "Kıyafetine baksana yırtık pırtık sanki buralı gibi değil." dedi garson bir kız. "Kokusu da bir ağır, kim bilir hangi parfüm markasını kullanıyor, tabii bizim burnumuz alışık değil." diye devam ettirdi başka bir garson. "Ama şu şapkasına bir baksana. Sence buralı olmasa öyle özel tasarım, pahalı bir şapka takabilir mi?"

Evsiz adam şimdi anlamıştı her şeyi. Bütün bu saygının, değerin, hürmetin sahibi o değil, kendine bile ait olmayan şapkasıydı. Evsiz adam artık gitmesi gerektiğini fark etti. Yerinden usulca kalktı. Karnı şiş, sırtı ağırdı. Yıllardır hiç doymadığı kadar doymuş, doğduğundan beri hiç saygı görmediği kadar sayılmıştı ama aslında bir şapka kadar değeri olmadığını fark etmişti. Sahi öyleydi değil mi? Şapkası olmasa bu dükkanda bırak saygı görmeyi, dükkana adımını dahi atmasına izin vermezlerdi. Çalışanlar biraz sonra alacakları yüklü bahşişin hayaliyle "insanlı şapka"nın gözlerinin içine bakıyorlardı. "Afiyet olsun, efendim. Umarım memnun kalmışsınızdır, efendim..." diye son hürmetlerini göstermeye devam ettiler ama onların sandıklarının aksine evsiz adamın onlara şapkasından başka verecek değerli hiçbir şeyi yoktu. Evsiz adam da öyle yapacaktı zaten. Elini şapkasına doğru götürdü, birkaç saat içinde varlığına çok alışmış olsa da ondan vazgeçmesi gerektiğinin farkındaydı. Eli tam fötr şapkasının kenarını kavramıştı ki duyduğu bir çocuk sesiyle eli havada asılı kaldı. "Aaa baba bak! Senin kayıp şapkan!" Evsiz adam iri iri olmuş, yaşlı gözleriyle başını pastanenin kapısına doğru çevirdi. Kapıda iki küçük çocuk ve anne ile babaları duruyordu. Kısa bir an göz göze geldiler, kısa bir sessizlik oldu, her şey kısacık sürdü. Lakin evsiz adam için iyi bir hayat dersi geliyordu. 

"Seni hırsız seni!" diyerek içeri girdi kadın. "Bey bak, bu senin şapkan! Demek ki köpeğini ona bir şeyler çalsın, diye eğitmiş. Bu ne rezillik?!" Kadın işaret parmağını sallaya sallaya bağırıyordu evsiz adama. 

Pastane çalışanı araya girdi. "Aman efendim ne oluyor?" Onlar da şakındı bu duruma. Her şey kısa bir anda gerçekleşmişti. Kısacık bir anda... 

Kadın kibirli bir bakışla çalışana baktı. "Bu hırsız, köpekleri eğitip kendine çete kurmuş. Belli ki siz de bunun gibileri pastanenize alıp destekliyorsunuz. Bir daha adımımı atmam ben buraya." 

"Hanım gel, önemli değil. Şapkayı geri alacak değiliz." dedi şapkanın asıl sahibi adam. Pastane çalışanlarına geri dönüp "siz de müşterilerinize dikkat edin, böyle işletme olmaz." diyerek karısının kolundan tutup dışarıya doğru çekti. Kadın, evsiz adama tiksinircesine bakıp pastaneden çıktı ve söylene söylene sokağı terk etti.

Evsiz adam mahcuptu. Aslında bir suçu yoktu. Ne şapkayı o çalmıştı ne de bu pastaneye kendi isteğiyle girmişti. Bütün suçlar onun üstüne kalmamış gibi, pastane çalışanları da ona tiksinircesine bakıyordu. Pastane sahibi elini uzattı. Artık hiç saygısı kalmadığı gözlerinden belliydi. Evsiz adam başı öne eğik şapkasını çıkardı ve pastane sahibine doğru uzattı. Artık hiç kimse tenezzül edip onun yüzüne bile bakmıyordu. Pastane sahibi eliyle kapıyı gösterdi. "Defol! Buradan bir daha geçtiğini bile görmeyeceğim." Evsiz adamı itekleyerek pastanenin dışına attı. 

Evsiz adam, az önce yaşadıklarının şaşkınlığını dahi üzerinden atamadan evi gibi gördüğü mahallesinin yolunu tuttu. Evsiz adam yeniden insan olmuştu, zaten "insanlı şapka" olmak ona kısacık bir zaman da olsa ağır gelmişti. 

Bir anda, bir şapkaya sahip olmuştu adam. O mu şapkaya sahipti, şapka mı ona?.. Bilemedi. Şapkayı bıraktığında özgürleşmişti. Öyleyse şapkayı taktığı anda, o artık şapkanın esiriydi. Evsiz adam cevabı buldu. Şapka bir insana sahip değildi, insanlara sahipti. Şapka kiminse en insan oydu. 

]]>
Tue, 31 May 2022 14:31:45 +0300 BYNGC
BAHARAT KAVGASI https://edebiyatblog.com/baharat-kavgasi https://edebiyatblog.com/baharat-kavgasi BAHARAT KAVGASI

Taht kavgası ,baht kavgası ,ekmek kavgası ,gelecek kaygısı derken...

Yepyeni bir kavgamız oldu...

Baharat kavgası ,yani mutfaktaki taht kavgası...

Nasıl bastırılır ,nasıl tatlıya bağlanır doğrusu bilemiyorum ?

Geçmişten günümüze aktarılan bir deneyim de yok  ?

Bakalım...Önce kulak verelim tuza...

TUZ

''Bensiz olmaz ,ben buraların Sultanıyım '' diyor

''Sadece sofra değil benim yerim...Hayatın her yerinde bana  rastlarsınız...

Dünyaya yeni gelen her bebek benimle tanışsa iyi olur,kışın kapanan yollarda karla mücadele  bensiz olmaz diye efeleniyordu diğerlerine karşı...

KARABİBER:

''Benim yerim senden önemsiz değil...Lezzetim şöyle dursun ,grip ve soğuk algınlığında benden kimse vaz geçemez..

Hem bilmez misin benim bir adım da kara altın.''..

Durur mu ordan hemen atıldılar  ,

NANE ve KEKİK:

''Biz mide dostuyuz bizi yabana atmayın''...

Birden mutfak karıştı ,hepsi birbirine laf yetiştirmeye çalışıyordu ki;evin hanımı aniden  girdi mutfağa...

Gözlerine inanamadı...

"Ne oldu size böyle,nedir derdiniz ben hanginizi ihmal ettim ?

Beraberce güçlü beraberce mutlu değil miydik ? diye konuşurken daldı gitti,yıllar öncesine hani ilk zamanlar yemek yapmayı tam beceremiyordu...Her yemekte bir baharat ya  eksik ya da fazla oluyordu...Zaman içinde çok emek vermişti,hangi yemeğe,hangi baharat hangi miktarda kullanılmalı iyice ustalaşmıştı...

Her şey yolunda gidiyordu ki,bu isyan karşısına çıktı karşısına ne yapacaktı ,şaşkın bir o kadar da çaresiz hissediyordu kendini...

Uzun süre boş boş daldı gitti...

Baharatlar hanımı ne kadar üzdüklerinin farkına vardılar.Birşeyler yapmalıydılar...

KARABİBER, usulca sokuldu birden,yüksek bir sesle hapşırdı evin hanımı...

Mutfakta birden hava değişti...Herkes usulca kavanozlarına döndüler...Evin hanımı mutlu bir o kadar da şaşkındı ...

Dudaklarından ''Sevgi emek ister ,emek verilen sevgi de geri döner sözleri dökülüverdi''...BELHİ

]]>
Sat, 28 May 2022 18:33:28 +0300 Ayşe Atlı
GÜNLÜK https://edebiyatblog.com/gunluk https://edebiyatblog.com/gunluk SEVGİLİ  GÜNLÜK

Merhaba Sevgili günlük ,

Ben dünyadayken ....

Meraklıyız hep bizden olmayana yaa bir de , uzaklarda ne var  bir bakayım dedim...

Hep aynı yerdeyim...

Gezegenimdeyim , biraz gezeyim etrafı şöyle 

Yaa çok mu uzaklaştım acaba?

Kaç mil , kaç ışık hızı ötedeyim...Yalnızım üstelik...

Ne yapacağım  şimdi ben...

-Alo alo efendim...Beni duyuyor musunuz ?

-Bağlantı yok ...Ne yapacağım...

Dışarıda farklı farklı canlılar...

Ahh meraklı olmak neler açtı  başıma...

Dünya denen yerde yapayalnız ne yapacağım ?

En sakin yere iniş yapayım en iyisi...

Korkutuyor beni  kalabalıklar ve sürekli hareket eden canlılar...

O da ne ?

Karaisalı yazıyor ineceğim yerde...

Neyseki çeviri programı çalışıyor ...

-Aloo aloo ses ver nerdesin,gezegenden çok uzaklaştın çabuk merkeze dön?

İnanamıyorum beni buldular ,yaşasın gezegenime dönüyorum...

Hoşça kal Dünya,hoşça kalın Dünyalılar elveda !

Tanışmak başka zamana kaldı Elveda ! BELHİ  

]]>
Tue, 24 May 2022 18:12:26 +0300 Ayşe Atlı
Nedret & Nilrafya https://edebiyatblog.com/nedret-nilrafya https://edebiyatblog.com/nedret-nilrafya Hırçın dalgalara kafa tutmuş ince yürekli zarif bir kaptan Nedret amca. Yıllarca sevmiş sevdirmiş, hep bir anlam aramış mutlaka bir nedeni olmalı boşu boşuna olmamıştır diye  hep bir arayış içinde olmuş.Tabi herkes gibi azınlıkta bir konumda olunca baş edemeyip kendi kabuğuna çekilmiş. Uzun bir sefer dönüşü rıhtıma yaklaşmaktaydı Nedret kaptan. Gemiyi gören  Nilrafya hemen limana koştu. Çok özlemişti Nedret amcayı. Çünkü uzun zamandır yoktu özletmişti kendini. Başından geçenleri anlatmaya başladı Nilrafya.Geçenlerde dere kenarında oturuyordum gözüme bir tane balık sürüsü çarptı. Uzun süre izledim onları tabi orada oldukları için şaşırdım biraz. Üst üste her gün gittim farklı gelmişlerdi bana sürüden ayrılanlar olmuş belli ki sayılar azalmıştı. Her geçen gün daha da azalarak sadece bir tane kalmıştı geriye. Sonra uzun süre gidemedim.Yine bir gün yolum düştüğünde kalan tek balıkta yoktu. Yerinde kocaman bir kurbağa vardı. Acaba kurbağa balıkları yiyor muydu anlam veremedim bir türlü Nedret amca. Ah Nilrafya onlar balık değil iribaş kurbağaların yavrusu yani zamanla değişip dönüşürler. Bak güzel kızım sen sen ol bir şeyi dört mevsimde görmeden yorumlama. Bir ağaç düşün mesela aynı ağaç ilkbaharda görmüş birine göre mis kokulu çiçekli olur ; sonbaharda görmüş birine göre kurumuş, hayat faaliyetlerini kaybetmiş,cansız görünür ama ağaç aynı ağaçtır de mi Nilrafya? Kurbağa da bu misal belli bir dönem balık gördün belli bir dönem kurbağa.Oysa ki her döneminde görsen bu karmaşada kalmazdın. Aynı mahkeme, farklı konu, farklı karar. İnsanlık için de aynısı söz konusu Nilrafya. Bir kişiyi her anında bilmeden eleştiremeyiz. Belli bir konuya göre o iyidir bu kötüdür diyemeyiz. Bu yüzden çok güzel bir örnekle geldin güzel kızım. Bu kadar küçük bir olay bu kadar derin anlamlar içerebiliyormuş ben de bunu öğrenmiş oldum. Peki Nedret amca artık şu esrarengiz yanlarını anlatmanın zamanı gelmedi mi ? Niye dünyadan, insanlardan en önemlisi de kendinden koşar adım kaçıyorsun ? Bu uçsuz bucaksız sulara niye kendini bırakıyorsun ? İnsanlardan kaçtım Nilrafya. Kötülüklerden, somurtkan yüzlerden, hayatı sorgulamadan yaşayanlardan kaçtım. Değiştirmeye çalıştım onları baktım onlar beni değiştiriyor ben de oradan uzaklaştım. Bilmem okyanusta bir damla bıraktımı hikayem  ama inan çok çabaladım ve sonra anladım ki şu senin kurbağalar misali; iribaş bile kurbağaya dönüşürken değişir ama ruh aynı ruh, kalp aynı kalp. İç değişmedikten sonra dışının yüzbin kere değişmesine ne hacet.Ben de bıraktım çabalamayı kaçtım kaçtım sadece kaçtım. Bilinçli bir kişi kaybetmez Nedret kaptan ; ya kazanır ya ders ders alır. Gittikçe daha da kayıtsız kalırsak düzen bize değil de biz düzene uyarsak nasıl yol kathediceğiz. Ufak da olsa olmazlara kötülüklere karşı koymazsak iyilik nasıl kurtaracak bu dünyayı ? Toplumu bu kadar körleştiren  herkesin kabuğuna çekilmesinden değilmidir zaten. Belki de bir çocuğun başını okşasaydık, bir  sokak hayvanı ile dolaşıp köşebaşı bir kaldırımda beraber iki lokma yeseydik, bir tenhada bir mısrada bir romanın sonunda bir teyzem gülüşünde bir amcanın ağlayışını birlik olsaydık dünyayı işte o zaman kurtarırdı iyilik. Bence iyiliği bir sahaftan bir çiçekciden bir yazardan hayatın yükünü sırtlanmış bir kimseden öğrenmeliyiz. Bunları yapsak gerçekten dünya daha da hızlı dönecek Nedret amca. Gel çık o kabuğundan ben de sana bildiğim çok güzel bir hikaye ile örnekleyebilirim bu durumu Nedret amca. Bu hikaye tırtılın kelebeğe dönüşüme hikayesi.Tırtıllar çok yemekten büyüyüp ve şişiyorlar aynı zamanda vücutlarında bir sıvı  birikiyor. Bu da onları yavaş yavaş öldürüyor. Bazı tırtıllar ise bu olumsuz durumla savaşabilen hücreler bulunduyor daha dogrusu hayal güçleriyle kendileri üretebiliyor. Bu hücrelere hayalci hücreler diyorlar. Kelebeğe dönüşebilen her tırtılda bulunan bir hücre. Bu hayalci hücreler tırtılın farklı kısımlarında kümeleniyorlar. Tırtılın ölen hücreler ile beslenip kendilerini yenileyip başka bir hayata hazırlıyorlar. Yani kelebek olmaya. Anlatacağım şu ki her bir çöküşün sonunda bizde hayalci hücrelerimizi kullanıp bir kelebeğe dönüşebilmeliyiz. Kendimizce inanmayarak yapamayacağımızı düşünerek tarihten silinip gitmenin hiçbir anlamı yok. Düşünceler bulaşıcıdır Nedret amca. Sabah sokağa  çıktığımızda mesela gördüğümüz kişilere selam verip gülümsersek onlarda pozitif başlamazmı güne? Sen  hayata ne nispette gidersen hayatta sana o nispette gelir. Sebepsiz yere yakınlarımıza sevdiğimizi söylersek mutlu olmazlarmı bu da iyilik değil midir ? İyi olmak çok kolay Nilrafya kızım önemli olan davranabilmek. Tamam haklısın Ben kabuğumdan çıkmam gerek düşünce yapımı değiştirdim diyelim hayatı bir şeye bağlanmadan günübirlik yaşayan çoğunluklara neyi nasıl öğretebilirsin ki. Bir insan bence bir şeye bağlanırsa iyilik yayılabilir , hiçbir şeye anlam vermeden anlamaya çalışmadan nefsin yazdığı oyunlarda oynanırsa iyiliğe dair çokta duygu barınmaz bence o bedende. İyiliğe bağlı kalsınlar demiyorum ki ben Nedret Kaptan normal işleri gibi iyiliği de günübirlik yapsınlar. Mesela hayvanlar için bir su kabı koymak sokağa, oraya buraya çöp atarak çevreyi kirletmemek, hadi hiçbir canlı için hiçbir şey yapılmasın elimizdeki nimetleri  israf etmemekte bir iyilik  değilmidir. Hep bugün de bekliyorken ben başka yarındayım ben başka zamandayım. Hayatımın zamlandığı  dönemlerdeyim. Nedret kaptan yine uzun bir yolculuğa çıkıp aylarca gelmedi.Oysaki iki ay kadar bir sürede gelirdi hep. Nilrafya çok bekledi ama bir gün kara haberi geldi. Okyanusun derin sularında geminin battığı ve içindekilerin arama çalışmalarının sürdüğü ama hiç bir gelişme olmadığı ortaya çıktı. Nilrafya anın şaşkınlığı ve üzüntüsü ile sokaklarda dalgın dalgın yürüyordu. Bir an gözüne köşe başındaki lokanta çarptı maddi durumu olmayıp sokakta yaşayan birkaç kişiye her vakit yemek veren iş yeri şimdi onları yaka paça kovuyordu. Bir sokak ileride yine bu duruma benzer bir olaya tanık oldu. Sokak hayvanlarına et veren kasabın bugünlerde onları kapının önünden şiddetle kovduğunu gördü. Kapı önünde kendi aralarında konuşan teyzelerden durumun neden böyle olduğunu öğrendi Nilrafya. Nedret Kaptan kazancının bir kısmını belirli aralıklarda bu esnaflara verip her gün o masumların  doyurulmasını istemiş. Nedret Kaptan ölüncede hemen yüz değiştirip gerçek yüzleri ortaya çıkmıştı. Nedret amca hep derdi iyiliğin şartı beştir evlat diye; tez olmalı, gizli olmalı, gözde büyütülmeli, sürekli olmalı ve yerini bulmalı. O zaman anlamalıydım. Ama şu an anlıyorum ki topluma karışmadan uzaktan yapılan iyilikler dönüp arakaya bakmayı gerektiriyormuş. Sen insanlara değil de insanların  seni değiştirdiği noktada olgunlaşılıyormuş. İşte o zaman olmazlara inat daha da iyilikle kucaklamak gerekiyormuş dünyayı. 

]]>
Sat, 21 May 2022 22:47:31 +0300 Elif Can
KAHVE İLE HASBİHAL https://edebiyatblog.com/kahve-ile-hasbihal https://edebiyatblog.com/kahve-ile-hasbihal KAHVE İLE HASBİHAL

 Yapılacak onca iş ,düzeltilecek dolap,çekmece bir de hava sıcak...Off off demenin de faydası yok..Ertelesen ne olacak ...Bayram geldi geliyor, az zaman kaldı...Taktik değiştireyim  dedim  bu kez ...Önce bol köpüklü kahvemi içeyim ,sonra başlayayım işlere...

 Alırım yumuşacık bezleri fazla kimyasallara maruz kalmadan bitiririm işlerimi...Kahve içerken neler düşündüm neler...Vaktin nasıl  geçtiğini anlamamışım,dalmışım hayallere... Bu ön kahve iyi geldi,işimi bitirince de içip keyfini çıkartırım mis gibi tertemiz evimin...Arada mızmızlansam da seviyorum galiba iş yapmayı ,hem de şükretmeyi... Şükredecek ne çok şey var dedim.En başta o işleri yapabilecek sağlık,düşünme yetisi ve eski  de olsa bir evim,evimin neşesi ailem...

 Birden utandım yeryüzünde bunca acı, elem,haksızlık varken temizliği dert  etmekten...Gönüller kirlendi.yürekler sevgisiz ,insanlar saygısız diye mırıldandım durdum..Yoksa hep böyleydi de ben mi yeni fark ediyorum diye içgeçirdim...

Bayram gele hoş gele

Bin bir dertleri def ede diye diye bitirdim işleri...

Gönüller sevgisiz yürekler

Merhametssiz kalpler

Tertemiz olsun çoçuklar

Hep gülsün isterim tüm samimiyetimle...BELHİ

]]>
Sat, 21 May 2022 12:42:49 +0300 Ayşe Atlı
Mutluluk kavanozu https://edebiyatblog.com/mutluluk-kavanozu https://edebiyatblog.com/mutluluk-kavanozu                  MUTLULUK KAVANOZU

23.05.2021 Bugün Gülce' nin  doğum günüydü doğum günleri onların  evlerinde değerli olduğunu hissettirmek için kutlanılır ,iyi ki doğdun hayatıma anlam kattın mesajını veriyordu.

Doğum günü olan kişiye ,sadece minik bir pasta yeterdi, onların mutlu olmasına öyle şatafatlı hediyelere yer yoktu onların evlerinde mütevazilik sinmişti şahsiyetlerine.

Gülce kimseden birşey beklemeden kendime hediye edeceğim bir şey olmalı diye düşündü.

Öncelikle kendime ,kendim değer vermem gerekir ve kendimi mutlu edecek bir şey yapmam gerekli diye düşündü. 

Ne yapsam ? Ne yapabilirim düşün düşün

Buldum evet bu cok güzel bir fikir "evde kullanmadığım kavanozlarımdan birini süsleyerek kendime mutluluk kavanozu yapabilirim "dedi . Bugünün tarihini de attı içine..

Kavanoz arkadaşla sohbet etti biraz dedi ki ona "bugün seninle bir anlaşma yapıcaz ben sana bir yıl içinde bana gelen mutlulukları anlatsam sende bunları içinde saklasan olur mu? "

Kavanoz arkadaş "neden olmasın ben zaten içinde birşeyler saklanmak için icat edilmişim. Sakladığım en güzel şey sanırım mutluklar olmalı "diye cvp verdi .

"Peki dedi anlaştık öyleyse çok sevindim "

Çok mutlu oldu Gülce." Hadi önce bu mutluluğu  fısıldadım sana sakla bunu "

Tarih tarih bir yıl içinde mutlu olduğu anılarını biriktirmeye başlamıştı. Kavanoz arkadaş bu mutluluğuna ortaktı .

 Ara ara sohbet ederlerdi mutluluk kavanozu ile bazen mutluluktan yaşlarla dolardı gözleri bazen sevinç dolu kahkahalar atardı. Gülce mutluluk kavanozu ile çok mutlu olmuştu kendisine çok güzel bir hediye yaptığını düşünüyordu mutluluğu daha da artıyordu. 

Kendini kötü hissettiğinde,günü sıkıntılı geçtiğinde hemen mutluluk kavanozun'a koşar onunla teselli bulurdu. "İyi ki mutluluklarımı saklıyorsun "diye teşekkür etti 

Tam bir yıl geçmişti üzerinden .Ertesi sene yine doğum günüydü. Geçen sene kendisine  hediye ettiği mutluk kavanozu bu sene nasıl mutluklar saklamış içinde onları  hediye edecekti bu sene de kendisine ...

Kavanozun kapağını açtı gün gün ,

Tarih tarih mutlu olduğu anılar saklıydı. Mutluluk kavanozu saklamıştı tüm mutluluklarını Gülce'nin

İçinden bir mutluluk anısı çıkardı bir tarihte oğlu ona okuldan gelirken bir gül ile  eve gelmişti. Annecim bu sana demişti. 

Bir  tarih daha çıkardı, kızı ' annecim iyiki sen benim annemsin 'demişti. 

Bir tarih daha  eşinin ona iltifat etiği zamanları vardı .

Bir tarih ve bir tarih daha arkadaşları sevdikleri ile görüştüklerinide ona güzel şeyler söylendiğinde 

Tek tek mutluluk kavanozun'a vermişti tüm mutlukları  o gün yine çok mutlu oldu .

Gülce'ye kimsenin doğum günlerinde ona hediye vermesi gerekmiyordu sevdikleri ona vermişti zaten anılarında farkına varmadan. 

Mutluluk kavanozun'a "bu sene artık mutluklar mızı paylaşmam gerek seni anlatmam gerek "dedi.

Mutlululuk kavanozunu herkezin duyması gerek mutluluklar paylaştıkça çoğalır çünkü  sevdiklerinle paylaştı mutluluk kavanozunu Gülce 

Onlarda çok mutlu oldu.

Kendine verdiği değer aslında sevdiklerinden de gelmişti böylece. 

Ne kadar çok mutlu anıları oluyormuş insanın aslında dünyalık koşuşturmaca hiç farketmiyor insan belkide mutluluklar diyince aklımıza bir sürü maddi değer gelir .

Gülce 'nin nekadar çok seveni değer vereni varmış meğer. 

İnsan böyle manevi değerlerle ile mutlu olur .

Bu şekil sebeplerle ...

Gülce mutlulukla dolu dolu gecen

bir yıl oldugunu ,

Mutluluk kavanozu ile farketmisti .Mutluluk kavanozu böylece  daha cok mutluluk çoğaltmak icin insanlara örnek oldu .

Mutlu anılarınızı biriktirin  bakın göreceksiniz ne kadar cok mutlu anı  biriktirmişsiniz kendinize.

Hep mutlu kalmanız dilegiyle .

]]>
Fri, 20 May 2022 18:23:33 +0300 nurglceee
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2590 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2590 On üç

"Odamda günlerdir yalnızım, ziyanı yok dünyada da yıllarca yalnız değil miydim?"

Yayılan kötü koku ve bağırışlara açtı gözünü. Hemen çocukların yanına koştu. Gördüğü manzara ile neye uğradığını şaşırdı. Çocuklar telaşlı ve korkak bakışlar ile ablalarına bakıyorlardı. Eslem aceleci bir tavırla çocukları mutfaktan çıkarttı. Yanan halıyı su ile söndürmeye çalıştı. Allah'tan çok büyük değildi de önlemeyi başarabilmişti. Çok korkmuştu o da, uyandığı gibi yangını ve çocukları görünce aklı çıkmıştı. Kapının eşiğine baktığında ise yaşlı gözlerle birbirine bakan iki üzgün yüz gördü.

-Sizin bu saatte ayakta ne işiniz var? Nasıl oldu da mutfak bu hale geldi?

-Babam işe gidince biz de uyanalım, kahvaltı hazırlayalım dedik. Sana sürpriz yapacaktık abla.

-Evet sürpriz oldu ama korku dolu bir sürpriz. Ya size bir şey olsaydı? Ne yapardım ben. Ben hazırlarım size kahvaltı yasak size mutfak.

-Özür dileriz. Söz sensiz bir şey yapmayacağız. Babama söyleme olur mu? Çok kızar, döver o da.

-Size zarar verecek bir şey asla yapmaz. Buna müsaade etmem. Hem o çok seviyor sizi. Gelin sarılacağım size. 

Küçük adımlar ile Eslem'in yanına gidip sıkıca sarıldılar. Kendi ailelerinin onlara yaptığı eziyetin başkasından geleceğini düşünüyorlar. Eslem bile bazen düşünmüyor değil. Bazı şeyler hala aşılamadı. İç savaş devam ediyor. Babası ile konuşmalıydı bu konuyu. Çocukları rahatlatabilirdi belki. En çok onların sevgiye ihtiyacı var. Şimdilik rafa kaldırdı.

-Hadi bakalım, açın televizyonu çizgi film seyredin. Ben buraları toparlayıp kahvaltı hazırlayayım. 

Kafa sallayarak çıktılar mutfaktan. Eslem dağınıklığa el atıp çay suyu koydu. Buzdolabından çıkarttığı kahvaltılıkları bir bir dizdi masaya. Çocukların sevdiğini bildiği için onlara omlet yaptı. Son olarakta dolaptan çıkardığı portakal suyunu doldurdu bardaklara. Kendi kupasına da demlediği çayı doldurduktan sonra çocukların yanına ilerledi. 

-Kahvaltı hazır mutfağa gelin. Koşmadan gidin ama. 

Çocukların arkasından giderken kapı çaldı. Delikten baktığında elinde kutu, şapkalı ve başı öne eğik biri vardı. Açtı kapıyı. 

-Eslem hanım siz misiniz?

-Eslem hanım? Siz kimsiniz?

-Size bir teslimat vardı onu getirdim. 

-Neden soyadım da söylenmedi? Nereden geliyorsunuz? 

-Eslem hanım demem söylendi. Bilgi veremiyorum ne yazık ki. Buyrun, iyi günler. 

Kutuyu eline verdikten sonra merdivenleri ikişer inerek uzaklaştı adam. Eslem'in dikkatini çeken şey adamın kafasını hiç kaldırmayışıydı. Üzerindeki siyah ceket ona bir yerden tanıdık gelmişti. Kapıyı kapattı ve yere oturup kutuyu açtı. Kendi fotoğrafları vardı. Sokakta kaldığı ilk zamanlarda çekilmiş fotoğraflardı. O geceye dair hatırlayabildiği üç şey vardı. Yağmur, titreyişi ve maskeli adam. Adamı görmüştü fakat kameranın flaşı yüzüne bakmasına izin vermemişti. Kutunun kenarına bant ile yapıştırılan bir kağıt vardı. Kağıdı yırtmadan bantları dişi ile kopardı. Kağıdın kenarında küçük kan lekeleri vardı. Bu onu ürkütmeye yetmişti. 

'Bunu sen istedin küçük hanım. Elimden aldığın ne varsa canını yaka yaka alacağım. İlk kimden başlasam acaba? Şehir dışında olan biricik abinden mi? Yoksa peşinden ayrılmayan küçük köpek yavrularından mı? Ben kararımı verdim. Sıra sende!'

Aklına gelen ilk düşünce ile salona ilerledi ve eline telefonu aldı. Abisinin numarasını tuşladı ve dua ederek açılmasını bekledi. Bir ileri bir geri yürüyordu. İçinde kötü bir his oluşuyordu. Kendisi yüzünden abisine bir şey olsun istemiyordu. Bir sesini duysaydı rahatlayacaktı ama duyduğu ses telesekreterin sesiydi. 

'Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.'

]]>
Thu, 19 May 2022 11:00:36 +0300 Creamisim
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2548 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2548 Sessizliğin içindeyim,

Çok karanlık bir yerdeyim.

Uzat bana ellerini,

Korkuyorum, derindeyim.

Acı çekmek nedir? Küçükken bisikletten düşüp dizini incitmek mi? Top oynarken düşmek mi? Bunların hiçbiri gerçek acıyı tarif bile edemez. Gerçek acı, anneni kaybetmektir. Sevgisizliği dibine kadar hissetmektir ve her karşına çıkan kişi de sevgiyi, değeri aramaktır. Bir insan annesini kaybettiğinde, kendi dünyasını da kaybetmiştir. 

Eslem, annesi ile bir tane bile güzel anı yakalayamamıştı. Annesi ile saklambaç oynardı küçükken. Anne, korkunç bir ebe kızı ise masum bir oyuncuydu. Her sobelendiğinde sonu kötü biterdi. Oysa ki, sobelenmemek için çok dua ederdi. Neden kabul olmadığını da bir türlü anlayamazdı. Bir yerde hata yaptığını düşünürdü hep. Annesi ile yakalayamadığı güzel anları babası ile yakalamak istiyordu artık. Ailenin ne demek olduğunu bilmek, hatırlamak istiyordu. Dışarıdan bakıldığında olgun bir kız gibi dursa da, içinde bir çocuk büyütüyordu. Yeniden kaybedemezdi..

1 Ay Sonra

Babasına isteğini söylemesinin üzerinden tam bir ay geçmişti. Yeniden başlamak için tek şansları vardı. Geç kalınan her şeye yetişmek için tek şans. Babası, bunu şimdilik güzel değerlendiriyordu. Kızını ve iki küçük çocuğu kira da kaldığı evine getirmişti. Evde yeni düzeni az da olsa oturtabilmişlerdi. Küçük çocuklar çok sevinçlilerdi. Birilerinin onlara sahip çıkması mutlu ediyordu.

Eslem'in içinde korku vardı. Sanki her an yeni yakaladıkları mutlulukları bozulacak gibi geliyordu ona. Belli etmemeye çalışıyordu. Bir yandan ise aklı Ömer abisindeydi. Annesini kaybetmişti o da ve cenaze işlemleri için memleketi olan Manisa'ya gitmişti. Onun bu hayata tutunmasının tek sebebi annesiydi. (Kalp krizi nedeni ile kaybetmişti.) Kimsesiz değildi Ömer. Üç tanr güzel kardeşi vardı. Hayatının geri kalanını onlara adayacaktı. Mezar başında annesine verdiği söz buydu.

———————————————————

-Kızım ben çıkıyorum. Allah'a emanet olun. Bir şey olursa ara ev telefonundan tamam mı?

-Tamam, dikkatli ol. 

Babasını işe yolcu ettikten sonra çocuklara bakmak için odanın kapısını araladı. İkisininde keyfi yerindeydi. Ellerinde çikolata, çizgi film seyrediyorlardı. Onların bu güzel haline iç çekip salona geçti. Ömer abisinin numarasını tuşlayıp aradı. Bir çaldı, iki çaldı, üç çaldı fakat açmadı. Israrcı davranmak istemediği için kapattı telefonu. Nasıl olsa geri dönüş yapardı. Koltuğa oturmasına ramak kala kapı çaldı. Delikten baktığında annesinin olduğunu gördü. Açmak ve açmamak arasında kararsızdı. Açmaktan başka şansı yoktu farkındaydı. Evde yokuz numarasını yapamazdı. 

-Kapının arkasında beklediğini biliyorum. 

-Diğer tarafta sen olunca insan korkuyor. Tereddütte kaldım. 

-Bu sefer korkutmaya gelmedim emin ol. 

-Değilim.

-Korkundan içeriye almayacaksın herhalde. 

-Senden korkmuyorum.

Dedi ve kapıyı açtı. Geçmesi için kenara kaydı. Kadın, karşısında cesaretli birini görmeyi beklemiyordu. Kızın soğukkanlılığını hissetmişti. Bakışlarından anlaşılıyordu. Salona geçerken şaşkınlığını gizleyemedi. 

-Kısa sürede iyi yerleşim. Baban nerede?

-Ne istiyorsun?

İki göz de birbirine nefret ile bakıyordu. Çekilen acılar farklı, istekler aynıydı aslında. İki tarafta aile olmak istiyordu. Biri korkusuna diğeri ise aşkına yenilmişti. Kendilerini kontrol edebilselerdi, kendilerine güvenebilselerdi farklı olabilirdi her şey. Bir yuvanın yıkımı bu kadar kolay olamazdı hem.

-Asıl sen neyin peşindesin? Bir sonraki planın ne? 

-Bir sonraki? İlk planım neymiş?

-İlki, sevdiğim adamı elimden almaktı. Tebrikler, başarılı oldun. 

-Sen gerçek bir ruh hastasısın. Ben senin karnındaydım be, nasıl bunu planlayabilirdim? Beni aldırmayıp doğuran sensin. Asıl sana tebrikler hayatımı mahvettin.

-Bizi bu hale getiren sensin. Sen olmasaydın ailem dağılmayacaktı. Biz savrulmayacaktık böyle. 

-Aldırsaydın öğrendiğin an. Ne dememi bekliyorsun? Vücudum da tek sağlam yer bırakmadın. Merdivenden yuvarlandım, çıplak halimle soğuk havada iki gün kapının önünde bıraktın, sopayla dövdün. Sen, doğar doğmaz bana hayatın acımasız olduğunu gösterdin. Sen daha da acımasızsın. 

İki küçük çocuğun odadan çıkıp yanlarına gelmesi ile susmuştu. Onların yanında konuşamazdı.

-Siz niye çıktınız? Hadi gelin başka bir çizgi film açayım size. 

-Biz korktuk. Bağırıyordun sen.

-Korkmayın, sadece konuşuyorduk. Bağırma yok.

Çocukların elinden tutup küçük odalarına geri götürdü. Geri döndüğünde ise daha sakin bir tonda konuşuyordu.

-Daha fazla sorun çıkarmadan git artık. 

-İstediğini alamayacaksın. Kocamı yeniden almana izin vermem.

-Tek isteğim sıcak bir yuva. Beni seven, önemseyen bir ailem olsun istiyorum. Neden bir kez de benim açımdan bakmıyorsun?

-Yuvaymış, hadi oradan. Ne zaman keseceksin bu masum kız ayaklarını. Seni dövdüğümde bile bir başkasına gider hemen ağlardın. Hala öylesin.

-Canımı acıttığın bir kez olsun aklına gelmedi mi? Sen bir çocuğa, kendi çocuğuna neler yaşattın hala idrak edemiyor musun? Nasıl bir zihniyete sahipsin, nasıl bir insansın sen ya?!

Eslem, çocukları korkutmamak için sakin kalmaya çalışıyordu. Bu kadın biraz daha burada kalırsa elinden bir kaza çıkacaktı. 

-Defol git, defol. Asıl ben senin hayatımı mahvetmene izin vermeyeceğim. Sen aslında zayıf bir kadınsın. Gerçekleri hazmedemeyip, öfkesini masum birinden çıkaracak kadar zavallısın. Önceden olsa evet, korkardım. Şimdi, sana sadece acıyorum. Benden aldığın ne varsa hepsinin en güzelini yazacağım. Senin yaşayamadığın ne varsa ben yaşayacağım. 

Ağır ve uzun konuşmanın ardından kadının gözüne korkusuzca bakıyordu. Başı dik, eli kapıyı gösteriyordu. Kadının cevap vermesine izin vermeden kolundan tutup dışarı attı. Kapının kapanması ile yere çökmesi bir oldu. Bacakları titriyordu. Kollarını kavuşturdu, başını dizine yaslayıp saymaya başladı. 

-Bir, iki, üç, dört, beş, geçecek. Geçireceğim. Sakin ol, sakin. Az kaldı geçecek. 

Kapı sesi duyduğu halde başını kaldırmadı. Bir ileri bir geri sallanıyordu. Çocuklardan biri elinde bir bardak su ile ablasının yanına geldi. Suyu yere indirdi ve küçük elleriyle elini tuttu. 

-Sana su getirdim. Gelirken birazcık döktüm ama bak dolu hala. Hadi iç abla, korkuyorum. 

Başını kaldırıp kardeşine baktı. Yalancı bir tebessüm ile yerdeki suyu alıp içti. İşte, kardeşlik böyle bir şey. İki, üç ay öncesine kadar birbirlerine yabancılardı. İşler değişti tabii. Babası, Ömer abisi ve iki küçük kardeşi ile aile olmuşlardı. Eslem için çok önemliydi. 

Hayat istediği kadar adil olmasın. Her şey elinizden alınabilir. Kazanmaya yakınken birden yenilgiye uğrayabilirsiniz hatta. Unutmayın, bir kapı kapanır ve bir kapı açılır..

]]>
Wed, 18 May 2022 00:09:35 +0300 Creamisim
Ayrılık Düğümleri&2 https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri-2 https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri-2 Ayağını taşların arasındaki boşluğa koyup iki hamlede duvara, kocasının yanına oturdu ve onun gibi semayı seyre daldı. Yıldızlar, lacivert gökyüzüne dağılmış zamansızlığın içinde her şeyden bihaber duruyorlardı. O kadar yakın görünüyorlardı ki sanki uzansa tutabilecekti. Uzanmadı, tutabilse bile bu saatten sonra faydası yoktu.

“Çok güzel,” dedi belli belirsiz ve devam ettiler suskunluğa. Konuşmak, kelimeleri birleştirmek anlamsızdı. Bu saatten sonra söylenecek sözlerin gelecekteki hükmü belirsiz hatta yerine göre geçersizdi ancak bakışlarından kopup gelen kelamlara dur demek imkânsızdı. Onca yıllık suskunluk, dağılıp yerini mora, kızıla ve griye bırakan lacivertin peşinden gitmeyen yıldızların huzurunda gözden göze, ruhtan ruha, yürekten yüreğe ulaşan bir uğurlamaya dönüşmüştü.

Babam, kardeşim, sen… Önce Allah’a sonra birbirinize emanetsiniz. Bilmem bu iş nereye çıkar, kimi kimden ayırır uzaklara koyar. Bilmem dönüşün var mıdır, döndüğünde burada mıyım? Belki yaşarım, belki ölüyümdür çoktan. Aklım, yüreğim sizde; o uzun yolda olacaktır. Sanma ki burada rahat olacağız, sizi merak ederken nasıl rahat olabilirim? Ah gelebilsem, şu kahrolası bacağım sağlam olsaydı da yolu birlikte yürüyebilseydik. Bilsem size engel olmayacağım anamı sırtıma alıp çileyi sizinle göğüslerim. Bu saatten sonra ne ben yolcu olabilirim ne de sen kalabilirsin. İkimiz yaşayamadıklarımızla ‘ah’ eder, pişmanlıkla uğraşırız. Senden istediğim tek bir şey var: Beni affet.

Cevap verememişti Seher, bakışmaları yarım Kadir’in sahibine teslim edeceği yüzük cebinin köşesinde kalmıştı. Daha sabah ezanı bile okunmamıştı, önce Kadir indi duvardan cepkenini düzeltip elini uzattı ve Seher’in inmesine yardımcı oldu. Çalmaya devam eden kapıyı açtıklarında karşı evde dört yaşındaki kızıyla birlikte yaşayan Dikran’ı görmek karı kocayı ve kapı sesine uyanan ahaliyi şaşırtmıştı. Kırklı yaşlarındaki zayıf, tıknaz adam kızının küçük elini bırakmadan bahçeye girdi hızlıca. Gözleri yaşlı, hali perişan. Eşini kaybedeli bir sene bile olmamıştı, yüreğindeki acı yetmezmiş gibi Ermeni vatandaşa da muhacirlik emri verilmişti. Türkler nasıl batıya giden kervandaysa Ermeniler doğuya giden kervandaydılar. Yolculuk kesindi peki ya son?

“Size emanet,” dedi Dikran ve kızının elini bırakıp uyku ile uyanıklık arasında kalmış olanları izleyen komşularına doğru itti. “Ben sizi tanıyorum, iyi insanlarsınız eşim öldükten sonra bize çok yardımcı oldunuz. Ben yaşlıyım, zayıfım yoldan sağ çıkamam onu yalnız bırakamam siz ona aile olun.” Elinin tersiyle çökmüş kırışık yüzüne bulaşmış yaşlarını sildi. “Onun ailesi olun yalvarırım.”

Kapısına geleni daha önce hiç geri çevirmemiş olan Hacı Baba uykulu gözlerle olanları anlamaya çalışan ama anlayamayan küçük kızın elini tuttu, gelinin eline tutuşturdu elini. “Sen merak etme, aklın arkada kalmasın önce Allah’a sonra bize emanet.”

Dülgerdi Dikran, büyük dedelerinin göç etmesiyle Trabzon’a yerleşmiş baba mesleğini sürdürmüştü. Tahtadan oyuncak, ev eşyaları, bilyaliler yapardı. Etiyle sütüyle kimseye karışmaz kendi halinde ailesiyle yaşardı. Altı ay önce vefat etmişti eşi Leniya, onun ölümüyle daha çok çökmüş aylarca gülmemişti yüzü. Kızı Nazenig ise beş yaşında annesiz kalmıştı ve bu durum Seher’e kendini hatırlatıyordu. Küçük kızın açık kahverengi saçlarını sevdi şefkatle, kendine çekti sıkı sıkı sardı minik bedenini. Değil Ruslar, dünyanın en güçlü insanı gelse ayıramazdı Nazenig’i ondan.

“Dikran efendi merak etme, kızın bana emanet.” O benim hem kızım, hem kardeşim, hem kaderdaşım.

Dikran arkasına bir kez olsun bakmadan evden çıkıp kendi kervanına giderken Nazenig her şeyden habersiz el sallıyordu babasına. Elinde tahtadan oyma bir at, kısa hayatının en uzun yolculuğuna çıkacağından habersiz yeni ailesinin sinesinde…

Ezan okunduğunda abdestler alındı, namazlar kılındı avuçlar semaya açıldı herkesin yüreğinden aynı dua zikredildi. Seher Nazenig’i sıkı sıkı giydirip saçlarını örerken sıkı sıkı tembihliyordu. “Senin adın Nazenin, tamam mı? Kim sorarsa benim kardeşimsin, tamam mı?” Her söylediğini başını sallayarak onaylayan Nazenin hiç soru sormuyor sessizce bütün geleceğini kabulleniyordu. Her şey hazırlandığında Kadir’in hazırlattığı at arabası kapıya gelmiş, eşyalarla dolduruluyordu.

“Mutfakta sizi epey idare edecek yemek var uzun süre pişirmezsiniz sadece ısıtırsınız. Sobayı sabahtan yak, akşam odunla harlarsın.” Dönüp arkada kalan koca eve baktı. Bu eve ilk girdiği gün bu şekilde çıkacağını söyleselerdi asla inanmazdı. Her şeye inanır ama buna inanmazdı. Söylenecek, tembihleyecek bir sürü şey vardı ama hangisini söyleyeceğini bilmiyordu. Anlatmaya başlasa susamayacak, arabaya binip yola çıkamayacaktı. “Dikkatli olun,” dedi gözleri hala evin pencerelerinde dolanırken. “Allah’a emanetsiniz.”

Annesinin elini öptü, sıkı sıkı sarıldılar. Teyzeden çok anne olmuştu Seher’e Asiye Hanım. Ona yuva olmuş, sığınacak bir çatı vermişti. Dönüp bulamamaktan korktu, annesini ikinci kez kaybetmek istemiyordu. “Yolun açık olsun kızım, sağlıcakla git sağlıcakla dön birbirinize göz kulak olun. Üzerimizde çok emeğin var, Allah senden razı olsun hakkını helal et.”

“Ben helal ettim annem, asıl sen helal et bir yanlışım olduysa affet.”

“Helal olsun güzel kızım, helal olsun!”  Son kez sarıldılar. Herkes vedalaşmış arabaya doluşmuşlardı. Son kez, gözlerine son kez bakmak için Kadir’e döndü genç kız. Döndü, bende kalayım, demek istedi kendini tuttu. Kadir’in gözlerinde daha önce görmediği bir duygu dolanıyor, yerinde duramıyordu.

“Seher,” S’yi yorgun h’ye bağladı belirsiz bir r’ye kattı.  “Bu sana ait.” İki gün önce kendi elleriyle tasarlayıp biçimlendirdiği yüzüğü sıkıştığı köşeden çıkartıp, Seher’in eline uzandı ve avcunun ortasına bıraktı. Gümüş halkanın ortasına kondurulmuş parlak mavi taşa baktı Seher.

Affettim. Ben sana hiç darılmadım ki! Senin bir suçun yoktu, kimsenin suçu yoktu herkes kendince doğruyu yaptı. Şimdi gidiyorum, varsın kavuşmamız mahşere kalsın ben seni orada da beklerim.

Arabaya bindi, Leyla’nın yanına oturdu. Kare çarşafının eteklerini düzeltirken camdan son baktı. Ana oğul yan yana durmuş gidişlerini seyrediyordu. Boğazı düğüm düğüm oldu, tek damla yaş düşmedi gözlerinden. Önüne döndü, yanında oturan hüzün içindeki Leyla’ya baktı. Kucağında annesinin çeyiz olarak işlettiği mavi bohçası vardı. Ağabeyinin aldığı gümüş ayna, sayfaları dolmayı bekleyen bir defter ve birkaç parça kıyafet. Bütün eşyası bu, ziyneti gözyaşları.

*

 

Vapurun düdüğü limana yaklaştıklarını haber verircesine çaldığında uzaktan görünen şehri Trabzon’u izliyordu gözler. Yol kurbanlarının yüreğinde kıpırtı, heyecan, bıraktığını bulamama korkusu hüküm sürüyor. Yolda verdikleri kayıpların acısı yüreklerinde, yaklaştıkça uzaklaşıyorlar sanki limandan. Oysa Samsun’dan vapura binene kadar her şey olup bitmişti bile. Hacı Baba yolun ağırlığına dayanamamış, son nefesini kızlarının kucağında vermişti. Muhacirlerden birkaç adamın yardımıyla uygun bir yere defnedilmişti ama başında bekleyemeden yola devam edilmesi gerekiyordu, üç İhlas bir Fatiha okuyup sıra Yasin’e gelemeden zorlu yolun çoğunu aşmış koca yürekli adamı, babalarını yapayalnız bırakmak zorunda kalmışlardı. Çok az kalmıştı, vapura bindikten sonra İstanbul’a geçecek uzak akraba Hatice Hanım ve eşi Süleyman’ın evinde kalacaklar her şey düzeldiğinde geri döneceklerdi. Hacı Baba’nın vefatının ardında yola bir başlarına devam etmek zorunda kalmışlardı. Eşyaları her duruşta azalıyor, olabildiğince paraya dönüşüyordu. Saldırıya uğramış bir köyün içinden geçerken, ceset yığınlarının arkasında eşkıyalardan saklanırken, Harşit çayının sularına kapılmadan sağ salim karşıya geçmeyi başarırken, bırakılmış evlerde gecelik konaklarken hissetmemeye çalıştıkları yorgunluk vapura bindikleri anda kendini hissettirmişti. Başını omzuna yaslayan Leyla, dizlerine uzanan Nazenin… Seher için dinlenmek diye bir kelime yoktu. Gözü her zaman ona emanet edilen canların üzerindeydi. Dilinde onları sağ salim ulaştırmanın duası vardı ve İstanbul’un masalları süsleyen manzarasını görene kadar devam ediyordu.

Şimdi geri dönüyordu. Her şey bitmişti, dönüyor olmasına rağmen inanamıyordu. Vapur durduğunda kıyıya varmalarını sağlayacak olan kayığa insanların yardımıyla indiler. Limana vardıklarında Leyla ile yan yana durdular, karşılarında duran yabancı şehre bakakaldılar. Trabzon neredeydi? Ne yapmışlardı bu şehre? Ne hale getirmiş, nasıl yakıp yıkabilmişlerdi? Şehir böyleyse içindekiler ne haldeydi Allah’ım? Buldukları ilk arabaya ellerindeki son parayı verdiler, tüm yolu küçük camlardan kül olmuş şehri izleyerek geçtiler. Yıkılan ve yenisi yapılan binalar, köşe başlarında dağ oluşturmuş Rus askerlerin eşyaları, değişmiş mahalle adları, kapanmış, yakılmış Türk dükkânları… Her adımda dehşete düşüyorlardı. Ortahisar’a geldiklerinde arabacıyı durdurdu Seher. Aşağı inip Gülbahar Hatun’un türbesine yaklaştı, sağ ayakla içeri girdi. Bulduğu hal karşısında ne yapacağını bilemedi. Elleri örtünün üzerinde titreyerek dolaşırken başını güç dilercesine taşa yasladı.

Bana tüm bunlara karşı dayanma gücü ver. Ey Allah’ım, bana güç ver. Sabır ver, dayanmama direnmeme yardım eyle. Bu şehrin kalıntılarının altında kalmama fırsat verme. Bu zamana kadar dayandım ne olur bundan sonra da dayanmama izin ver. Sen Hak’sın, karşında isyancı olmama müsaade etme.

Üç İhlas bir Fatiha okudu, Gülbahar Hatun’un ruhuna hediye etti. Arabaya binip yola devam ederken eve varana kadar gözlerini bir kez olsun açmadı. Üç katlı evin önünde inip arabacıya parasını verdikten sonra tahta kapıya dokundu usulca. Kapı hafif bir gıcırtıyla açılırken korkuyla içeri girdiler. Evi bıraktıkları halden eser yoktu. Elma ağaçları kesilmiş, kurumuş dallar yerde küme halinde duruyordu. Avludaki masa kırılmış, tabureler sobanın yanında duruyor.

“Anne,” diye seslendi Leyla. “Biz geldik anne! Ağabey!”

Sonunda tahta merdivenlerde Kadir’in aksak adımlarının sesi duyulduğunda Seher’in hasretle parlayan gözlerinden yıllar sonra ilk kez yaş aktı. Öyle ani bir yaş bombardımanıydı ki bu ne engel olabildi ne silebildi. Boğazına dizilmiş yutkunmaktan bitap düştüğü hıçkırıklar havaya karışmış, dizleri bedenini taşıyamaz olmuştu. Yere düştü, yumrukları toprak zemine çarpıyor çektiği onca acı, gördüğü yüzlerce ceset, toprağa gömdüğü babasının ardından anasız kalmış bebekler gibi ağlıyordu. Memleketini küle çevirmişler, her şeyi mahvetmişler bu yıkıntılar nasıl toparlanacak? Toparlanacak gücü nereden bulacak? Seher nasıl normale dönecek?

Başındaki örtüye değen eller ile başını kaldırıp yaşlı gözlerinin buğusunun ardından karşısında gördüğüne inanamadığı kocasına baktı. Parmağında ona verdiği yüzük, şükür dolu hıçkırıklarıyla Kadir’in ellerini tuttu. “Yaşıyorsun, şükürler olsun yaşıyorsun.”

“Döndün,” dedi Kadir hayal olmadığından emin olmak ister gibi ellerini sımsıkı tutarken. “Sağ salim döndün.”

*

Ertesi sabah uzun zaman üstüne ilk kez dingin bir uykunun kollarından sıyrıldı. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı, bugüne çıkaran Rabbine şükretti, ölenlerinin ruhuna sureler okudu. Kollarını yukarı sıvayıp bahçeye indi. Elma ağacının dallarından ateş yaktı, kırılmış masayı kenara aldı, parçalara ayırdı. Ayrılan her parçada yenilendi, yanan her dal parçasında gördüklerini küle çevirdi rüzgâra bıraktı. Mutfağa gitti büyük bakır tencereyi kucakladı, çeşmenin başına gitti içini suyla doldurdu. Havaya kaldıracağı anda Kadir tencerenin diğer tarafından tuttu. Gözleri birkaç saniye birbirine takılı kaldı, ilk gülümseyen Kadir oldu.

Eksikleriyle, fazlasıyla yıkılıp kalmışlığıyla… Elde kalanlarla yeniden birleşip aile olacaklardı. Araya giren zaman ne alıp götürdüyse göğüslenecek, kabullenerek geleceğe bakacaklardı sadece. Böyle olmalıydı, insan yaşamak istiyorsa önüne bakmalı, gerekirse muhacirliği bile unutmalıydı. Unuturdu tabii ki, insan kelimesinin anlamı boşuna unutan demek değildi. Tarihi unutur, bugüne üzülür, geleceğe yürürdü. Unuturdu insan, ölümü de unuturdu kayboluşu da… Seher’de unutacaktı elbet, önüne bakmalıydı. Unutmayacağı tek şey ellerini tutan eller, onunla birlikte ağlayan gözler, onunla birlikte tencereyi sobanın üzerine bırakan hayat arkadaşıydı. İnsan kötü günleri güzel günlerle unuturdu, o da öyle yapacaktı.

 

]]>
Mon, 16 May 2022 22:46:32 +0300 Nghncsknr
Ayrılık Düğümleri https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri https://edebiyatblog.com/ayrilik-dugumleri Son kez sıcak suyun içine bıraktığı kâseyi durulamak için kenardaki maşayı kullandı. Üzerinden buhar yükselen porseleni kurulama bezinin içine alıp etrafındaki su damlalarını silerken parmakları kâsenin kırık kenarında duraksadı, ufacık kırıkta bin hasar aldı altmış bin can verdi de bir ‘ah’ demedi.  Diyemedi. Yolun suskunluğu dilini sarmış, yorgunluk göz pınarlarına oturmuş kalkmak nedir bilmiyordu. Geçen zamanın peşine takılmış onunla birlikte duruyor, onunla birlikte ilerliyor; en son ne zaman kendine kaldı onu bile hatırlamıyor. Kırık kenardan eline yapışan küçük parçalar canını yakıyor mu, ondan bile emin değil. Kurulanmış kâseyi ters bir şekilde alçak masanın üzerine, diğer bulaşıkların yanına iliştirdi. Kararmış ve şekil değiştirmiş kaşıklar; çizilmiş veyahut kırılmış birkaç parça tabak, kulpunun yarısı kırılmış ateşe temas etmekten kararmış demlik. Üç parça eşyadan fazlası yok, olanın da sağlamlığı şaibeli.

“Seher abla!” İç merdivenden gelen ayak sesleri, heyecanla adını söyleyen Leyla’ya aitti. Yitip gitmiş, birkaç kırıntıyla savrulup duran enerjisiyle belini doğrulttu ve kapının eşiğinde duran genç kıza döndü. Elinin tersiyle alnında biriken terleri silerken iki yıl üstüne ilk kez heyecanla parlayan çimen yeşili gözler rüzgâr oluşturup amansız bir umut kapısını açmaya çalışsa da kendini hemen kaptırmadı.

“Seher abla.” Leyla bu kapıyı zorlamaya hatta kırmaya kararlıydı. Aylardır bu haberi vermeyi bekliyor, secdeye kapanıp saatlerce dua ediyordu Rabbine. İşte olmuştu, duaları karşılığını bulmuş yolculuğun başından beri gülmeyen gözleri nihayet gülmüştü. “Trabzon kurtulmuş! Ruslar çekip gitmiş memleketimizden abla!” İki adımda Seher’in yanına yaklaştı, ellerini tuttu. “Bitti abla, bitti.”

Gerçekten bitmiş miydi? İki yıl önce çıktıkları yolculuk yerini geri dönüşe mi bırakmıştı? Hızla atmaya başlayan kalbini tuttu korkuyla. “Leyla,” harfler titriyor, birleşiyor heceler çığ olup Seher’in çaresiz dilinden taşıyor. Bitişin ucundan tutuyorlar birlikte, eksiklikle, hiçlikle, yoklukla birbirlerine sarılıyorlar. Aştıkları yollar, içinden geçtikleri fırtınalar, azgın sular, hırçın yağmurlar… Hepsi geri de kalmış birer kâbustan ibaret, önlerinde bir gelecek geleceğin ucunda umut var.

Karanlık İstanbul’un gürültüsünün üzerine akşam ezanıyla birlikte çökmeden önce Hatice Hanım’ın bahçesindeki çeşmenin başına geçip abdestini tazeliyor Seher. Ezanın okunmasını beklerken herkesin içeride olmasını fırsat bilerek bahçedeki küçük havuzun kenarına ilişiyor, batan güneşten geride kalan denize yansımış son kızıllığı seyrediyor oturduğu yerden. İki yıl önce, sıcak ile soğuk arasına kalmış bir bahar sabahında çıktığı evine geri mi dönecekti şimdi? Yarabbi gerçekten doğduğu, büyüdüğü topraklara dönecek, ardında bıraktıklarına kavuşacak mıydı? Eğer bu bir kandırmacaysa son nefesini vermeye razıydı, yeter ki yüreği bu defa gafil avlanmasın, dualarının kabul olduğunu gönül gözüyle görsün. Yüreği özlemle dolup taşarken başını öne eğdi, sol elinin yüzük parmağında bir başına kalmış yüzüğün mavi taşına dokundu usulca. İçinden yayılan ılık sevdanın sıcağına kıvrıldı, bahçeye dökülen yaprakların arasına masmavi parlayan taşı sol yanına bastırdı. Elinde avucunda bir tek bu gümüş yüzük kalmıştı. Sabahın ilk ışıkları, yola çıkmak için bekleyen at arabasının küçük camlarına çarparken gitmeye mecbur olduğunu bile bile kalmak istediğini söylemek için döndüğü hayat arkadaşı cebinden bu yüzüğü çıkarmış, vedayı mavi taşın keskin ucuna yerleştirip kadının avcuna bırakmıştı. Yarı güler, yarı ağlar vaziyetteydi ancak gözlerinden yaş dökülmüyordu. Hiç ağlamamıştı, hiç. Yola çıktıklarında, bir canı o yolda geri de bıraktıklarında, şahit oldukları karşısında veyahut Trabzon’da bıraktıklarından haber alamadığında… Bir kere olsun dökülmemişti inci tanesi yaşları yanaklarından. Bir kere ‘of’ dememiş, isyan etmemiş karanlığın biteceğini düşleyerek dua üstüne dua, hatim üstüne hatim indirmişti. Nihayet bitmişti, bitmişti değil mi? İnanamıyordu hala! Üç gün sonra hasretin kör ibresi vuslata dönecek, İstanbul limanından bindiği gemiyle yuvasına dönecekti. Peki, bıraktığı gibi bulabilecek miydi? İşte bundan çok koruyordu Seher.

İstanbul’a ilk geldiklerinde sahip oldukları eşyaların neredeyse çoğunu geride bırakıp, elde kalan para edebilecek malları satarak kazandıkları parayla birlikte Hatice Hanım’ın kocası Süleyman Efendinin bulduğu arabaya bindiler birlikte. Seher, yanında Leyla. Leyla’nın kucağında lacivert kumaştan üstü pembe işlemeli bir bohça var. İçinde iki parça kıyafet, yarısı kırılmış bir ayna, gencecik yaşında gördüklerini sığdırmaya yetmeyecek bir defter var. Leyla’nın karşısında gelişten ve gidişten bihaber, yolu bazen yürüyerek bazen kucakta aşan Nazenig daha doğrusu Nazenin oturuyordu. Yere bile değmeyen ayaklarında küçük iskarpinler, üzerinde eski bir elbiseden biçilmiş küçük elbise var. Başına ise kulaklarını kapatacak şekilde küçük bir örtü bağlanmış, babasından ayrılırken sahip olduğu ismi gibi kıyafetleri de onunla birlikte değişmiş bambaşka biri yapıvermiş onu. Küçük parmakları arasında tahtadan bir at dönüyor, muhacirliğin nasibini almış oyuncak sevimli mavi gözlerinin ışığında parıldıyor.

Liman kalabalığına karışıyorlar hep birlikte. Seher iki kardeşinin, can yoldaşının, dert ortaklarının, kaderdaşlarının ellerini sıkı sıkı tutarak onları bekleyen Reşadiye vapuruna doğru Süleyman Efendi’nin ardından yürüyor. Biletleri kesiliyor, vedalar ediliyor ve nihayet vapura biniyorlar. Vapurun arkasına, kenarda buldukları yere oturuyorlar yan yana. İkisinin de gözleri İstanbul’un karmaşasına dalıyor hüzünle, Nazenin her şeyden bihaber el sallıyor onlara kapılarını açan Süleyman Efendiye.

Neredeyse iki yıl önce 15 Mart sabahında çıktıkları muhacirlik yolu onları aylar süren bir mücadeleden sonra İstanbul’un kollarına ulaştırmıştı. Yüreklerinde gördükleri nice vahşetin yarası, ister bedenen ister ruhen paramparça olmuş psikolojileriyle İstanbul’da yaşayan uzak akrabalarının evlerine ulaştıklarında, tüm yaşananların birer yanılsama olduğunu düşünüyorlardı. O sabah evden çıkmamış, arabayla gidebildikleri kadar gidip yolun sona erdiği yerde paralarının çoğunu küçük bir takaya binmek için kaptanın eline saymamış, denizin bittiği yerde hırçın Harşit çayını aşmamış derenin içinde biriken ceset yığınlarını görüp de yaşam mücadelesi yüzünden görmezden gelmemiş gibi…

*

Muhacirlik… Menzili bilinmeyen, karşına çıkartacakları tahmin edilemeyen, günlerce uykusuz, aç biilaç halde ümitsizlik ve korku içinde geçen sonu sonsuz, varışı belirsiz, yaşamı amansız ölümü hak bir yolculuk.

“Muhacirlik var!” diye bağırmıştı tellak Şark Meydanının ortasında olanca sesiyle. İşinde gücünde olan halk her şeyi bırakıp tellağın ağzından çıkacak haberin devamını beklemeye koyulmuştu. “Muhacirlik var emir çıktı. Vali Cemal Azmi Bey şehir merkezini Ordu’ya taşıyor. Halkın şehri boşaltması, Giresun tarafına doğru acilen yola çıkması, ayağına bağ olacak eşyayı burada bırakması ancak çok aciliyeti olanları yanına alması, hayati ehemmiyette olanlardan başkasını yük etmemesi…” Böyle devam ediyordu tellak ama kimsede dinleyecek hal kalmamıştı. Kimisi kendi arasında konuşmaya kimisi de işini olduğu gibi bırakıp evine koşmaya başlamıştı. Tarih belli değildi ama Vali şehri Ordu’ya taşımaya karar verdiyse Rus ordusu yakında demekti.

Kadir almak üzere olduğu kitabı tezgâha geri bırakıp kendi arasında konuşan adamlara başıyla selam vererek Kitapçı Hamdi’nin dükkânından çıktı. Uzun Sokaktan Tabakhane’ye indi, köprüden geçti Ortahisar’a vardı. Yokuşu süratle tırmandı, yanında geçenlere yalnızca baş selamı verdi. Nihayet eve vardığında bahçenin tahta kapısını açıp kendini içeri zor attı.

“Hacı Baba!”

Duyduklarını evdekilere nasıl haber vereceğini düşünmek aklına hiç gelmemişti. Kendini yola öyle bir atmıştı ki endişesi düşüncelerine engel olmuş, hızına hız katmıştı. Elindekileri bahçenin ortasındaki tahta sofranın üzerine bıraktı, asma kemerin altından geçip yukarı çıkan basamakları üçer beşer tırmandı. “Hacı Baba,” diyerek odaya girdiğinde evin bütün ahalisini bir arada buldu. Annesi, Hacı Baba, Seher, Leyla… Hepsi bir kenara oturmuş, sessizlik içinde beklemekteydiler. Yüzlerindeki hüzne bakılırsa haberi çoktan almışlardı. “Muhacirlik,” dedi yine de, devamını getirmesine gerek yoktu.

Nefes nefese odaya girmiş olan Kadir’i gördüğü anda endişeyle ayağa kalktı Seher. Ağırlığını sağlam ayağına vermiş, ayakta zar zor duruyordu genç adam. Muhacirlik haberini aldığı gibi eve koşmuş olmalıydı ki ayağının rahatsızlığını düşünmemiş, koşmuştu. “Otur şöyle, dinlen.”

Dinlenme zamanı mıydı? Yola çıkılmalıydı. Ruslar geliyordu, burada durulur muydu? İyi de nasıl yürüyecekti onca yolu? Sakat bir ayakla gidişi belirsiz, amansız, sonsuz yola çıkılır mıydı? Çıksa bile birlikte yürüdüklerini yavaşlatmak dışında ne işe yarardı? Annesine baktı göz ucuyla, ciğer hastası kadın nasıl yürüyecekti onca yolu?

“Ne olacak şimdi?” Kız kardeşinin sorusu çaresizliğine çaresizlik katmıştı. “Gidecek, bırakacak mıyız Trabzon’u?”

Trabzon’u bırakmak… Bu hırçın, dört mevsimi bir güne sığdıran, Karadeniz’e bağlanmış inci tanesini bırakmak mümkün müydü? Öyle bir noktaya gelmişlerdi ki bütün imkânsızlıklar mümkün kılınmış, yolculuk belli yolcuya kabullenmek dışında hiçbir şey kalmıyor.

“Biz gideceğiz,” diyor Hacı Baba güçlü durmaya çalışarak. “Sen burada duracak annene bakacaksın, Asiye hasta onca yolu yürüyemez.” Dilinin altında yatan, sen yürüyemezsin, lafını yutmasına göz yumdu. Böyle bir haldeyken gurur son mevzuydu ki araya ayrılık, koskocaman bir hicran yarası girecekken birine darılmanın hiçbir anlamı yoktu. Yine de o uzun ve zorlu yolda birlikte olamayacak olmak üzüntüsüne üzüntü katıyordu.

“Hazırlanın, taşıyabildiğinizi alın. Bütün takıları paraya çevirin yolda lazım olur, bankada ne varsa çek Kadir Rus itine güven olmaz. Seher, kızım elden çıkarılabilecek eşyaları topla bugün yarın satalım. Hadi, oturmayın!”

Hacı Baba’nın emriyle ev ahalisi istemeden de olsa ayaklandı. Her şey birkaç gün içinde hallolmuştu. Büyükçe bir bohçaya kıyafetler, battaniyeler yerleştirilmiş; bir başka bohçanın içine porselen kâseler, orta boylu bir demlik, üç parça tabak; cam kavanozların içine çay, yazdan kalma kurumuş fındık, kuş üzümü doldurulmuştu. Yola çıkmadan bir gün önce Seher kollarını yukarı sıvadı, yaşmağını sıkıca bağladı ve bahçeye açılan mutfağa attı kendini. Ay tepede parlıyor, mum ışığıyla birleşerek mutfağı aydınlatıyordu. On beş gün yetecek kadar hamur yoğurdu, içine tava peyniri, patates kavurması ve haşlanmış pazı koyup sac üzerinde kızarttı birazını eve bıraktı çoğunu geniş tepsinin içinde biriktirdi üstünü kapattı. Ağzına kadar dolu bir tencereyle patates haşladı, üç tepsi börek açtı, yetmedi lahana sarması sardı. Sanki ne yapsa yetersiz kalıyordu. Evin içi, bahçe, mahalle hatta tüm Trabzon mutfaktan çıkan kokularla dolmuştu. Ateş başında durmaktan terlemiş, yaşmak kafasından kaymıştı. Sarı saçlarını kulağının arkasına itip ağır bir nefes bıraktı havaya. Yapmalı, yapmalı, bozulmayacak yemekler yapmalı. Yol uzun, yemek bulmak zor yapabileceği kadar yemek yapmalı ama ne kadar yapmalı? Kaç gün sürer buradan İstanbul? Gün yeter mi, aylar sürer. Ya bu yol hiç bitmezse? Ya bu yolun geri dönüşü olmaz, geride bıraktıklarına kavuşamazsa?

“Seher.”

Yapacağı ‘son’ yemeği mutfak dolaplarını izleyerek düşünürken arkasından gelen sesle yerinde sıçradı. İlk defa, evlendiklerinden beri ilk defa adıyla seslenmişti ona Kadir. Annesini beş yaşında tüberkülozdan, babasını ise Balkan Harbinde kaybetmişti. Hayatta kalan son akrabası annesinin teyzekızı Asiye’ydi ve babasının cepheye gittiğinden beri onlarla birlikte kalıyordu. Bu eve ilk geldiğinde on beş yaşındaydı. Kadir ile nişanlandığında on yedi, evlendiğinde on sekiz… Bir senedir evliydiler ama bunca zamandır bir kere bile adıyla seslenmemiş, göz göze bile gelmemişlerdi. Sesinden adını duymak saatlerdir hareket etmesini sağlayan kukla iplerini teker teker keserken kocasına döndü. “Dinlenmen gerek.” Önünde uzun bir yol var. Dursan bile dinlenemeyeceğin, başı da sonu da yorgunluk olan bir yol. Mücadele edeceğin, topla tüfekle olmasa da savaşacağın, imtihanla dolu bir yol. Kırk yıl uyusan bile uyandığında üstünden atamayacağın, zihninden silemeyeceğin bir yorgunluk seni bekliyor, ne kadar aş pişirirsen pişir bu yolda açlık da olacak susuzlukta, muhacirliğin kanunu bu...

Daha bitmedi, hem uykum yok.” Nasıl uyuyayım? Seni ardımda bırakırken, önümdeki yolun korkunçluğunu unutup nasıl uyuyayım? Gözlerim üzerine kapandığında nice felaket birikir ardında, o karanlığın içine adım adım ilerlerken ben nasıl uyuyayım? Memleketimi, anamın mezarını, babamın hatırlarını, seni sevdiğim bu evi nasıl bırakayım? Yol uzun, ne olmuş? Bitmeyecekse uzun olmasının ne anlamı var? Sonu sana çıkmayacaksa imtihanın ne anlamı var? Sen bana ‘Seher’ demişsin, uykunun ne gereği var?

“Bahçeye gelsene.”

Kadir aksayan adımlarla bahçeye giderken ellerini beline bağladığı beyaz beze silip pişen böreğin üzerini sini beziyle örttüğü gibi mutfaktan çıktı. Kalbi yarını unutmuş gibi heyecanla atıyor, elleri titriyordu. Entarisini avcunun içine hapsedip ağır adımlarla bahçe duvarına oturmuş, gökyüzünü izleyen Kadir’in yanına yaklaştı. 

devam edecek...

]]>
Wed, 11 May 2022 16:43:26 +0300 Nghncsknr
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2375 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2375 On


Sessizliğin içindeyim,

Çok karanlık bir yerdeyim.

Uzat bana ellerini,

Korkuyorum, derindeyim.


Acı çekmek nedir? Küçükken bisikletten düşüp dizini incitmek mi? Top oynarken düşmek mi? Bunların hiçbiri gerçek acıyı tarif bile edemez. Gerçek acı, anneni kaybetmektir. Sevgisizliği dibine kadar hissetmektir ve her karşına çıkan kişi de sevgiyi, değeri aramaktır. Bir insan annesini kaybettiğinde, kendi dünyasını da kaybetmiştir. 

Eslem, annesi ile bir tane bile güzel anı yakalayamamıştı. Annesi ile saklambaç oynardı küçükken. Anne, korkunç bir ebe kızı ise masum bir oyuncuydu. Her sobelendiğinde sonu kötü biterdi. Oysa ki, sobelenmemek için çok dua ederdi. Neden kabul olmadığını da bir türlü anlayamazdı. Bir yerde hata yaptığını düşünürdü hep. Annesi ile yakalayamadığı güzel anları babası ile yakalamak istiyordu artık. Ailenin ne demek olduğunu bilmek, hatırlamak istiyordu. Dışarıdan bakıldığında olgun bir kız gibi dursa da, içinde bir çocuk büyütüyordu. Yeniden kaybedemezdi..


1 Ay Sonra

Babasına isteğini söylemesinin üzerinden tam bir ay geçmişti. Yeniden başlamak için tek şansları vardı. Geç kalınan her şeye yetişmek için tek şans. Babası, bunu şimdilik güzel değerlendiriyordu. Kızını ve iki küçük çocuğu kira da kaldığı evine getirmişti. Evde yeni düzeni az da olsa oturtabilmişlerdi. Küçük çocuklar çok sevinçlilerdi. Birilerinin onlara sahip çıkması mutlu ediyordu.


Eslem'in içinde korku vardı. Sanki her an yeni yakaladıkları mutlulukları bozulacak gibi geliyordu ona. Belli etmemeye çalışıyordu. Bir yandan ise aklı Ömer abisindeydi. Annesini kaybetmişti o da ve cenaze işlemleri için memleketi olan Manisa'ya gitmişti. Onun bu hayata tutunmasının tek sebebi annesiydi. (Kalp krizi nedeni ile kaybetmişti.) Kimsesiz değildi Ömer. Üç tanr güzel kardeşi vardı. Hayatının geri kalanını onlara adayacaktı. Mezar başında annesine verdiği söz buydu.


———————————————————

-Kızım ben çıkıyorum. Allah'a emanet olun. Bir şey olursa ara ev telefonundan tamam mı?


-Tamam, dikkatli ol. 


Babasını işe yolcu ettikten sonra çocuklara bakmak için odanın kapısını araladı. İkisininde keyfi yerindeydi. Ellerinde çikolata, çizgi film seyrediyorlardı. Onların bu güzel haline iç çekip salona geçti. Ömer abisinin numarasını tuşlayıp aradı. Bir çaldı, iki çaldı, üç çaldı fakat açmadı. Israrcı davranmak istemediği için kapattı telefonu. Nasıl olsa geri dönüş yapardı. Koltuğa oturmasına ramak kala kapı çaldı. Delikten baktığında annesinin olduğunu gördü. Açmak ve açmamak arasında kararsızdı. Açmaktan başka şansı yoktu farkındaydı. Evde yokuz numarasını yapamazdı. 


-Kapının arkasında beklediğini biliyorum. 


-Diğer tarafta sen olunca insan korkuyor. Tereddütte kaldım. 


-Bu sefer korkutmaya gelmedim emin ol. 


-Değilim.


-Korkundan içeriye almayacaksın herhalde. 


-Senden korkmuyorum.


Dedi ve kapıyı açtı. Geçmesi için kenara kaydı. Kadın, karşısında cesaretli birini görmeyi beklemiyordu. Kızın soğukkanlılığını hissetmişti. Bakışlarından anlaşılıyordu. Salona geçerken şaşkınlığını gizleyemedi. 


-Kısa sürede iyi yerleşim. Baban nerede?


-Ne istiyorsun?


İki göz de birbirine nefret ile bakıyordu. Çekilen acılar farklı, istekler aynıydı aslında. İki tarafta aile olmak istiyordu. Biri korkusuna diğeri ise aşkına yenilmişti. Kendilerini kontrol edebilselerdi, kendilerine güvenebilselerdi farklı olabilirdi her şey. Bir yuvanın yıkımı bu kadar kolay olamazdı hem.


-Asıl sen neyin peşindesin? Bir sonraki planın ne? 


-Bir sonraki? İlk planım neymiş?


-İlki, sevdiğim adamı elimden almaktı. Tebrikler, başarılı oldun. 


-Sen gerçek bir ruh hastasısın. Ben senin karnındaydım be, nasıl bunu planlayabilirdim? Beni aldırmayıp doğuran sensin. Asıl sana tebrikler hayatımı mahvettin.


-Bizi bu hale getiren sensin. Sen olmasaydın ailem dağılmayacaktı. Biz savrulmayacaktık böyle. 


-Aldırsaydın öğrendiğin an. Ne dememi bekliyorsun? Vücudum da tek sağlam yer bırakmadın. Merdivenden yuvarlandım, çıplak halimle soğuk havada iki gün kapının önünde bıraktın, sopayla dövdün. Sen, doğar doğmaz bana hayatın acımasız olduğunu gösterdin. Sen daha da acımasızsın. 


İki küçük çocuğun odadan çıkıp yanlarına gelmesi ile susmuştu. Onların yanında konuşamazdı.


-Siz niye çıktınız? Hadi gelin başka bir çizgi film açayım size. 


-Biz korktuk. Bağırıyordun sen.


-Korkmayın, sadece konuşuyorduk. Bağırma yok.


Çocukların elinden tutup küçük odalarına geri götürdü. Geri döndüğünde ise daha sakin bir tonda konuşuyordu.


-Daha fazla sorun çıkarmadan git artık. 


-İstediğini alamayacaksın. Kocamı yeniden almana izin vermem.


-Tek isteğim sıcak bir yuva. Beni seven, önemseyen bir ailem olsun istiyorum. Neden bir kez de benim açımdan bakmıyorsun?


-Yuvaymış, hadi oradan. Ne zaman keseceksin bu masum kız ayaklarını. Seni dövdüğümde bile bir başkasına gider hemen ağlardın. Hala öylesin.


-Canımı acıttığın bir kez olsun aklına gelmedi mi? Sen bir çocuğa, kendi çocuğuna neler yaşattın hala idrak edemiyor musun? Nasıl bir zihniyete sahipsin, nasıl bir insansın sen ya?!


Eslem, çocukları korkutmamak için sakin kalmaya çalışıyordu. Bu kadın biraz daha burada kalırsa elinden bir kaza çıkacaktı. 


-Defol git, defol. Asıl ben senin hayatımı mahvetmene izin vermeyeceğim. Sen aslında zayıf bir kadınsın. Gerçekleri hazmedemeyip, öfkesini masum birinden çıkaracak kadar zavallısın. Önceden olsa evet, korkardım. Şimdi, sana sadece acıyorum. Benden aldığın ne varsa hepsinin en güzelini yazacağım. Senin yaşayamadığın ne varsa ben yaşayacağım. 


Ağır ve uzun konuşmanın ardından kadının gözüne korkusuzca bakıyordu. Başı dik, eli kapıyı gösteriyordu. Kadının cevap vermesine izin vermeden kolundan tutup dışarı attı. Kapının kapanması ile yere çökmesi bir oldu. Bacakları titriyordu. Kollarını kavuşturdu, başını dizine yaslayıp saymaya başladı. 


-Bir, iki, üç, dört, beş, geçecek. Geçireceğim. Sakin ol, sakin. Az kaldı geçecek. 


Kapı sesi duyduğu halde başını kaldırmadı. Bir ileri bir geri sallanıyordu. Çocuklardan biri elinde bir bardak su ile ablasının yanına geldi. Suyu yere indirdi ve küçük elleriyle elini tuttu. 


-Sana su getirdim. Gelirken birazcık döktüm ama bak dolu hala. Hadi iç abla, korkuyorum. 


Başını kaldırıp kardeşine baktı. Yalancı bir tebessüm ile yerdeki suyu alıp içti. İşte, kardeşlik böyle bir şey. İki, üç ay öncesine kadar birbirlerine yabancılardı. İşler değişti tabii. Babası, Ömer abisi ve iki küçük kardeşi ile aile olmuşlardı. Eslem için çok önemliydi. 


Hayat istediği kadar adil olmasın. Her şey elinizden alınabilir. Kazanmaya yakınken birden yenilgiye uğrayabilirsiniz hatta. Unutmayın, bir kapı kapanır ve bir kapı açılır..

]]>
Mon, 09 May 2022 23:43:18 +0300 Creamisim
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2374 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2374 Sekiz


Gözlerini açtığında nasıl oldu da kendini bu ortamda buldu hatırlayamadı. Baş ağrısı vardı, yüzünü buruşturdu. Sağında babası, solunda ablası ve karşısında kaşları çatık annesi vardı. Sessizliği bozan ilk kişi annesi oldu.


-Niye ölmedin sen? 


Keşke o sessizlik sonsuza kadar sürseydi de bu soruyu duymasaydı. Bir anne, evladına nasıl böyle bir şey söyleyebilirdi? Onca yaşanan şeyden sonra bir de. Tüm bakışlar kadına yönelirken Eslem yanıtladı.


-Yaşıyor gibi miyim? Beni ne hale getirdiğinin hala farkında değil misin? Senin yüzünden bu haldeyim.


Sesler yavaş yavaş yükselmeye başlıyordu. Birbirlerine nefretle bakan anne-kız için bugün hesaplaşma günüydü. Bir yandan kendini anlatmak için sıra bekleyen baba vardı tabii. Ailesini bu hale getiren asıl suçlu babaydı. Aciz, korkak ve zavallı biriydi. Karısını, iki kız çocuğunu bırakıp on yedi yıl boyunca aramayan sorumsuz bir baba. Şimdi ne yüzle çıkıp gelmişti ki? Ne dilenecekti, af mı? Çok geç. Sevgi mi? Hak etmiyor bile. 



-Eslem, sakinleş biraz lütfen. Sana bir şey olsun istemiyorum ne olur. 


Ablası yine korkaklığını gün yüzüne çıkarmıştı. Eslem ise onun yüzüne bile bakmadan koltuğun köşesine sinmiş olan babasına döndü. Baba kelimesi midesini bulandırıyordu. Karşısındaki adam onun için bir yabancıdan farksızdı. Nasıl bir hayattı bu, herkes işlediği günahların üzerini örtme derdindeydi. Bazıları da nasıl arttırabilirim düşüncesindeydi. Her şey için çok geç kalındı. Telafisi olmayan hatalar yapıldı. Bunun gibi. 



-Seni tanımıyorum biliyor musun? Aklımda hiç yer edinmemişsin. Bir fotoğrafın dahi yok cebimden çıkartıp gösterebileceğim. Sende tanımıyorsun ki. İlkim olan her şeyi kaçırdın mesela. İlk adımıma, ilk kelimeyi söyleyişime, ilk düşüşüme şahit olamadın. Sana kızgın değilim. Sana üzülüyorum. Böyle bir kadınla evli olduğun için. Kaybeden taraf olduğun için.



Sözlerden çok birbirlerine olan bakışları can yakıyordu. Asıl söylemek istediğini gözleri ile yabancı adama aktarmıştı. Adam tek kelime edemedi. Ne diyebilirdi ki? Özür dilese her şey eskisi gibi olamazdı ya. Pişmanlığı ile yanıp kavrulurdu ancak. İkisininde birbirine ihtiyacı vardı belki de fakat yanlış zamandı. 



Eslem, daha fazla kalmak istemedi. Annesi denen kadına baktıkça kusma isteği geliyordu. Ablasını zaten görmezden geliyordu. Babasına diyecek bir şey yoktu. Zamanında kimseye görünmeden sessizce kapattığı kapıyı şimdi büyük gürültü ile kapatıyordu. Dışarıya çıktığında onu yağmur bekliyordu. Ev görüş hizasından çıktığında ıslak kaldırıma çökmüştü. O sırada ise ona doğru gelen Ömer'i gördü. 



-Ani bir sinirle binadan çıkınca kendine zarar vereceğini düşünmüştüm. Biraz korkuttun beni. Şükür iyisin. Bakmadığım yer kalmadı. Şans eseri gördüm seni. Ne işin var senin burada?



Ömer bir yandan sözlerini sıralayıp bir yandan montunu kıza giydiriyordu. Merak ettirmişti kız kendini. Küçük çocuklar arasında adamı anlayan tek kişi bu kızdı. Eslem, yorgun bakışları ile adama bakıp fısıldadı.



-Bana acıyor musun? 


-Hayır, sana neden acıyayım ki? 


-Kendimi ne zaman öldürmeliyim?


-Eslem, ne ölümü ne saçmalıyorsun?


-İstediğim cevapları vermiyorsun bana.


-Cevaplamak istemediğim sorular soruyorsun. 



Eslem, Ömer'i şüphelendirdi bir kere. Artık adamın bakışları hep üzerinde olacaktı. Buna kendini hazırlamalıydı. Hem tenha sokakta olmaları hem de böyle sorular sorulması adamı yeterince tedirgin etmişti. 


-Başım çok ağrıyor. Binaya götürür müsün beni. 


-Tamam.


Adam kucağına aldı ve ağır adımlar ile arabaya ilerlediler. Elinde tuttuğu anahtar ile arabanın kapısını çok zorlanmadan açtı. Kızı arka koltuğa yatırdıktan sonra sürücü koltuğuna geçip aracı çalıştırdı. Ve kimsesizler yurduna geri döndüler..



Güldüm, ağladım ve sevdim.

Terk ettim ve terk edildim.

Hiç bakmadan arkama geldim yolun sonuna.

Gözlerimi açamadım, sonsuza dek kör kaldım.

Kalktım, düştüm hep yenildim.

Umutlarımı kaybettim.

Koydum yükseğe çıta, sessiz çığlıklar attım.

Kanla, terle, göz yaşıyla denedim aşamadım.

Madem kırıldı kalem,

Vazgeçtim her şeyden,

Bir ben vardı bende,

Sırra bastı kadem..

]]>
Mon, 09 May 2022 23:41:57 +0300 Creamisim
Çul Çürüten https://edebiyatblog.com/cul-curuten https://edebiyatblog.com/cul-curuten ÇUL ÇÜRÜTEN 

“Ne ehlikeyf adamsın be! Dünya yansa bir bardak su dökmezsin üstüne. Dert yok, tasa yok. Ekmek elden, su gölden yaşa bakalım beyzadem.” dedi Celal yine haset dolu bakışlarıyla. 
“Namıdiğer çul çürüten o. Bilmiyorsan tanıştırayım. Anası bunu bir çulun üstünde dünyaya getirmiş, o gün bugündür de kimse kaldıramamış beyzademizi o çulun üstünden. Orada onu unutmuşlar zahar. Baksana ne anası ilgilenir, baba desen bunun yüzünden çulsuz kalınca terk-i diyar etmiş zaten.” diye gevrek gevrek güldü adının hakkını veremeyen Rahim.
“Sus ulan mahşer midillisi. Anasını babasını karıştırma.” deyip iyi bir fırça çekti Celal Rahim'e. Lâkin Rahim bunu anlayacak kapasitede değildi. Girdiği her ortamda patavatsızlığıyla, ondan daha da beteri hakarete varan acımasız eleştirileriyle nam salmıştı.
Sabri her zamanki tavrıyla kulakları dış dünyaya kapalı, ağzından tek kelime çıkmaz, mimikleri kıpırtısız hâlde elinde misvağıyla uğraşır dururdu. Sanırdınız misvakla doğmuş. Ondan başka dostu yok. Kimselerle muhabbet etmeyen Sabri'nin içine hapsettiği cümleler, hergün ucunu açtığı, soyduğu, kesip yonttuğu, liflerini eliyle taradığı şu misvağın içinde mi can buluyordu kimbilir, misvak gitgide daha da bir parlıyor, güzelleşiyordu. Birgün Sabri'nin yerine o dile gelirse şaşmamalıydı.
Sabri kendisine yöneltilen lafları umursamıyordu ki. Arsız bir sinek gibi vızıldasa da kulağının dibinde bu söylenenler, elini kaldırıp kovalamaya bile tenezzül etmezdi. “Söyleyene değil, söyletene bak.” dedirtir, herkesi uçsuz bucaksız sabrı ve metanetiyle ağzı açık izlemeye sevk ederdi. Bir tiyatro oyunu gibi hergün köy kahvesinde canlandırılan seyirlik bir gösteriye dönüşmüştü bu sürgit konuşmalar. Sabri dışında herkes aktifti bu oyunda. Seyirciler bile hayret nidalarıyla katılıyor, kimisi laf atıyor ortaya, kimi de başını iki yana sallıyor, oyuna hareket getiriyorlardı. Durağan olan tek şey Sabri’nin kendisiydi. Hergün heyecan ve merak eşliğinde bir tepki bekleseler de Sabri'den, yine heybeleri boş dönüyorlardı oyundan.
Korunmaya ihtiyacı yoktu Sabri'nin ama Kahveci Mehmet Amca epey üzülür bu duruma, içi Sabri'yi sahiplenme içgüdüsüyle dolarak bozmaya çalışırdı oynanan oyunu. Hele ki Sabri'nin babasızlığını, kollayanı olmadığını bildiğinden yaşanan bu trajik sahnelere müdahil olur, savardı herkesi Sabri'nin başından. Savardı savmasına da, ertesi gün yine aynı hadisenin tekerrür etmesine mani olamazdı. “Ah be çocuk,” derdi içinden “ne derdin var bu kadar? Nasıl kapattın kendini dünyaya tek bir kelâm etmeyecek kadar?” diye söylenip dururdu kendi kendine. Sabri dile gelmeyince, zamanında anasıyla dedesiyle konuşmaya çalışmıştı elbet Kahveci, olayın iç yüzünü öğrenmek, Sabri'ye yardım eli uzatmak için. Ama öyle ketum insanlardı ki ailesi. Kendileri hakkında ser verip sır vermezler, köy ahalisinin arasına karışıp hasbihal etmeye niyetleri bile olmazdı hiç. Birkaç yıl olmuştu başka bir yerden bu köye göçeli. Ama kimseler nereden geldiklerini tam olarak bilmezdi.  Bu aile kendi ıssızlığında yaşamayı seçmişti. Mecburi hâller dışında ne anası, ne dedesi iletişim kurardı köylüyle. O yüzden bu ailenin hikayesi maalesef söylenti şeklinde dilden dile dolaşırdı köyde. Yok kan davasından kaçmışlar, yok kıtlıktan kaçmışlar, yok efendim birgün patlak verecek gizli bir plan için buraya konuşlanmışlar. Rivayetler böyle sürüp gidiyordu. İşin aslına astarına vakıf olamayanlar bu yüzden gemi azıya alıp biçare Sabri'ye yükleniyorlardı.
Sabri öğleden ikindi vaktine kadar kahvede elinden ve ağzından düşürmediği misvakı ile, akşamüstü oldu mu iner dere kenarına, başlar türküler söylemeye. Bütün derdini, kederini bu türkülerle nehire akıttığı için belki de gamsız olmuştu kimbilir. Canı sıkıldı mı tepelere çıkar, çoban misali gezinir dururdu dağ bayır. Neyse ki, kahvede huzurunu kaçırmaya çalışanlar buralarda musallat olmazdı ona. Yalnızlığı ile başbaşa dolaşırken dili açılır, mimikleri harekete geçerdi. O da böyle tutunuyordu hayata.
Ne anası doğru dürüst yüzüne bakar, ne dedesi kol kanat gererdi. İkisi de tüm gün tarlada tapanda, herkesten uzak sadece çalışmaya adarlardı kendilerini. Sabri hep bir işin ucundan tutmak istemiş, onların sevgisine, ilgisine mazhar olabilmek için çok uğraşmıştı yıllarca. Ama her defasında “ayak altından çekil” diyen bakışlarına maruz kalmış dedesinin ve annesinden de beklediği şefkati göremeyince uğramaz olmuştu yanlarına. Akşamdan akşama sofrada bir tas çorba içmek tek ortak paydası olmuştu onlarla. Babası da birkaç yıl önce çekip gidene kadar aynı mizaçla yaklaşmıştı Sabri'ye. Hiçbir yaptığını beğenmez, onu sürekli hor görür, karşısındaki insan değil de bir paçavraymış gibi ayaklar altına alırdı her sözü, her hareketiyle. 
Sabri sorgulamadı mı, sorguladı elbet. Lâkin, anası açmadı ağzını, gözünü devirdi yere; dedesi yüzünü çevirdi, uzaklaştı yanından; babası desen bir tokat aşketti ki yüzüne, daha Sabri'de ne soracak cesaret kaldı, ne konuşmaya hacet. Konu açılamadan kapandı yüzüne taş duvarlar ardında. Bir daha da kurcalamadı. Ne babasının gidişine dair sual etti, ne de bunca yıl zindan ettikleri hayatın hesabını sordu geride kalanlara. Öğrense ne fark ederdi, hükmünü yitirmişti herşey. Aile olmanın miadı dolmuştu. O da tepkisiz kalmayı seçti hayata, insanlara karşı. Öylece kabullendi kendisine dayatılan herşeyi.
 Misvak onun tek çaresiydi. Onu ilmek ilmek işlerken sabır tohumlarını ekiyordu aynı anda kalbine. Bu sayede sessiz kalabiliyordu kendisine dadananlara. Onu sık sık ağzına götürüyordu ki bu şekilde ağzını açıp kötü bir kelâm etmiyordu, ondan her daim bunu bekleyenlere karşı. Hoş, sadece kötü söze değil, iyi söze de engeldi ağzının kilidi. Zira, yanında yöresindeki insanların çoğu dedikodu düşkünüydü, dalavereciydi, muhatabının kusurunu örtmek yerine açığa çıkarmak için binbir düzen kuran karaktere sahiptiler. İyi niyetliler de tek tük seçiliyordu ama Sabri küsmüştü bir kere insanlığa. Onların iyi niyetleri derya denizde bir damla suydu. Ne kendilerine hayırları olurdu, ne Sabri'ye cansuyu verebilirlerdi. Dert insana anlatılmazdı. Akıp giden suya, aman vermez dağlara anlatılırdı.
Herşeyden şikayetçiydi buradaki ahalinin çoğu. Çay açık olmuş, köpürürdü kimisi hemen. Tavlada hile yapılmış, cıngar çıkarırlardı. Aylarca borçlarını ödemez, bakkal veresiyeyi kesince kapısına dayanırlardı. “Senin horozun, senin keçin bağıma, bahçeme girdi" deyip taşlı sopalı kavgaya tutuşurlardı. Karşı köyden bir kıza aşık olan gençler o köyün delikanlılarından veto yiyince hazmedemez, maiyetini toplayıp baskına giderlerdi. Çoğu kez de ava giden avlanırdı. Herkes böyle olacak değildi ya; iyi niyetliler, sakin mizaçlılar da vardı elbet, vardı da etkisiz eleman olmuşlardı bunca hırsın, gözü dönmüşlüğün, katakullinin içerisinde. Sabri etliye sütlüye karışmaz, “çul çürüten” pozisyonunu korumaya devam ederdi tüm bu hareketliliğin içinde.
İşte bir gün yine bir vaka ile köy meydanı yıkılıyordu. Köyün gençlerinden biri, kavgalı oldukları karşı köyden bir kızı kaçırdı sonunda, üstelik de nişanlı bir kızı. Böyle bir olay olur da, ortalık yangın yerine dönmez mi? Eli sopalı, tırpanlı kız tarafı vardı köy meydanına. Ahali sindi, ses seda kesildi. Kahvedekiler dağıldı. Çul çürüten Sabri ile Mehmet Amca'dan başka kimse kalmadı ortalıkta. Sabri yine tepkisiz, kılını kıpırdatmadan oturuyor, arada misvağını yontuyor. Mehmet Amca çok yalvardı: “Oğlum, gir kahveye. Bunlar seni mazlum görüp, hınçlarını senden çıkarırlar. Gel, etme” dese de nafile. Sabri kendi dünyasında yine sus pus, elini eteğini çekmiş herşeyden, mıh gibi çakılı oturduğu yere. Ta ki küçük bir kız çocuğu meydanda görünüp de öç almaya gelen gençlerin eline geçene dek. Ağlayan kızı kollarından çekiştirip kaldırıyorlar havaya, sesleniyorlar: “Kızımıza göz diken hain, neredeysen çık karşımıza, getir kızı bu çocuğu diyet olarak alıp gitmemizi istemiyorsan.” Çocuğun anası dövünüyor: “Yok mu yavrumu kurtaracak bir yiğit? El kadar bebemi yem etmeyin bu zalimlere" diyor ama duyan yok, ses eden yok. 
Onca yıl dili bağlanmış, eli ayağı adeta nadasa çekilmiş Sabri vicdanını, yiğitliğini hayata küstürmemiş olacak ki öyle bir çıkıyor ki er meydanına, hepsinin hakkından geliyor. Kızcağızın burnu bile kanamadan ellerinden çekip alıveriyor. Ortalık sütliman olmuş, kapı pencere ardına gizlenen başlar çıkıveriyor ortaya birer birer. Kahveci Mehmet Efendi bir nutuk çekiyor köylüye: “Çul çürüten dediğiniz adamın tek suçu çul çürütmek olsun. Sizin vicdanınızın, merhametinizin, insanlığınızın çürümüşlüğünün yanında onunki ne ki?”
O olaydan sonra Sabri kendi gerçekliğiyle yüzleşti. Kahramanlığını gören dedesiyle anası daha fazla yüz çeviremez oldular ondan. Kilitli sandıklar açıldı, gizlenen tüm mazi ortaya döküldü ve bir bomba gibi düştü Sabri'nin kucağına. Babası bildiği adam öz babası değildi. Kardeşinin yaptığı hatanın cezasını töre gereği elleriyle kestikten sonra babasıyla, karısıyla ve istenmeyen bir çocukla bu köye sığınmışlardı. Sabri'yi gözden çıkarmıştı annesi de, amcası da. Ancak dedesi kıyamadı, engel oldu yaşanacaklara. Bu yüzdendi anne baba sevgisini, şefkatini hiç tatmamış olması Sabri'nin. Babası bildiği amcası da bu yükü daha fazla sırtlanmak istemeyince sırra kadem basmıştı. Demek dedesinin hep yüzünü çevirmesi, uzaklaşması; annesinin gözünü yere devirmesi hep bu acıyı dile getirememektenmiş.
Sabri artık ne bu olaydan sonra ne de öğrendiği acı hakikatten ötürü buralarda kalamazdı. Artık çürüttüğü çuldan kurtulmanın, yeni hayatına bürünmenin zamanı gelmişti. Topladı tası tarağı. Zaten tek dostu, sakinleştiricisi misvakından başka pek de birşeyi yoktu ya. Bir gün sessizce çulun üstünden kalktı; çürümemiş, kokuşmamış bir yaşam bulmak ümidiyle yola revan oldu.

]]>
Wed, 04 May 2022 19:22:36 +0300 Yazarelifguler
Hayatın Arka Perdesi https://edebiyatblog.com/hayatin-arka-perdesi https://edebiyatblog.com/hayatin-arka-perdesi Okuldan arda kalan vakitlerinde çalışmak zorunda olan Sinan’ın aklına yeni bir fikir daha gelmişti ve evinin arka tarafında kalan küçük alanda bir şeyler yetiştirip satacaktı. Elbette bu konu hakkında pek bir bilgisi yoktu ama öğrenmesinin zor olmayacağını tahmin edebiliyordu. Okul, ödev ve bulabildiği herhangi bir işte çalışmak dışında boş kalan tüm zamanlarını bahçeye ayıracak böylece pazarda bir şeyler satarak ailesine yardımcı olabilecekti. Belki biraz fazla kazanır ve küçük kardeşine bir bayramlık bile alabilirdi. Kendisi başkalarının verdiği eski kıyafetleri giymeye alışmıştı ama kardeşi yılda bir defa bile olsa yeni elbiseler giymek istiyordu. Komşusundan emanet aldığı el arabasıyla pazarda küçük taşıma işleri yapıyor ve akşamları tezgahları toplamaya yardım ediyor böylelikle eline biraz para geçiriyordu. Bu defa kazandığı parayla biraz tohum satın almış ve kafasına koyduğu şeyi yapmak için yola koyulmuştu. Evi uzaktı ve yürüyerek gelmek zorunda olduğu için çok yorulmuştu. Annesi ona dinlenmesini tembih etmişti ama o hemen bahçeye koştu ve orayı çapalamaya başladı daha sonra tohumları ekerek hafifçe suladı. Sıra ödevini yapmaya gelmişti ama ödevini yaparken uyuyakalacak kadar yorgundu. Ödevinin başında bir süre uyuduktan sonra gece yarısı uyanmıştı ve hemen kaldığı yerden devam etmiş, ödevini aksatmamıştı. Zaten onun okulda başarılı olmasının en önemli sebeplerinden biri derslerine ve ödevlerine özen göstermesiydi. 

 Aradan belirli bir süre geçmiş ve domatesler satılacak kıvama gelmişti. Üstelik gayet bereketli bir toprağı vardı bu yüzden beklediğinden daha fazla domates yetişmişti. Heyecanla bunları pazara götürdü. Küçük bir tezgah açmıştı ve biriktirdiği temiz poşetleri kullanıyordu. Poşetlerin hepsinin aynı renk olmasına özenle dikkat etmişti çünkü insanlar farklılıktan dolayı temiz olmadığını düşünebilir ve ondan satın almazlardı o zamanda bütün emeği ve günü boşa gider, hayalleri suya düşerdi. Neyse ki ilk müşterisi gelmişti ve yanda bulunan tezgahın terazisini kullanarak ilk satışını yapmıştı. O gün güzel satış olmuş ve oradan memnun ayrılmıştı. Sonrasında süreç aynı şekilde devam etti,  hatta o kadar iyi gidiyordu ki kardeşiyle birlikte annesi ve kendisine de bayramlık almayı düşünecek duruma gelmişti. Evin ihtiyaçlarına katkı sağlıyor bir yandan da para biriktiriyordu. Yaptığı hesap doğru ilerlerse bayrama kalmadan kıyafet paraları tamam olacaktı.

 Yine pazarda tezgah açtığı bir günün akşamıydı ve bayram yaklaşıyordu. Elindeki tüm domatesleri satmasına rağmen paranın yetersiz kalmasından korktu ve eskiden yaptığı gibi tezgahları toplamaları yardım etmek istediğini söyledi. Pazarcılar kabul etmişlerdi, zaten onlarında yardıma ihtiyacı vardı. Nihayet eline bir miktar para geçmişti. Yine saat çok geç olmuştu ve eve yürüyerek gitmesi gerekiyordu. Çünkü evin masrafları vardı ve bayramlık alacağına da söz vermişti. Aslında taksi o kadar pahalı değildi ama yine de onu sarsabilirdi. Yolu yarılamıştı ama yine de şehir merkezinden oldukça uzaktaydı. Sokağın ıssızlığı ve yanıp sönen sokak lambaları insanın içine işliyordu. Üstelik etraftan gelen köpek seslerini de gittikçe yaklaşıyor gibi hissediyordu. Sinan’ın elini cebine götürüp paraların orada olduğunu hissetmesi ve bayramlıkları düşlemesi içine işleyen korkuları yok etmeye yetmemişti. İçinde kötü bir his vardı ve yanılmamıştı. Karşıdan 25-30 yaşlarında üç sarhoş geliyordu ve niyetleri gayet açıktı. Önce birisi ona omuz attı ve önüne baksana diyerek suçu ona yüklemeye çalıştı ancak Sinan oradan kurtulmak için arkasına bile bakmadan özür dilemiş ve yoluna devam etmeye çalışmıştı. Arkasından yaklaşan adam, dur bakalım öyle çarpıp kaçmak var mı ? kuru bir özürle kurtulamazsın diyerek omzuna yapıştı. Diğeri ona eşlik ederek bu seferlik seni affedebiliriz ancak bize bir miktar ödeme yapman gerekiyor dedi. Ama hiç param yok ki diyen Sinan kendini inandıramadı ve burnunun tam ortasına yediği kafa darbesiyle savruldu. Tam kafasını kaldırıyordu ki diğeri gözüne bir yumruk savurdu neyse ki sıyırmıştı. Hemen doğrulup kaçmak istedi ama bu mümkün değildi. Son çırpınışlarla karşı koymaya çalışarak birisini yere devirdi. Ama kalıplı olan diğer adam onu yakaladı ve öldüresiye dövdü. Sıra parasını almaya gelmişti ama Sinan çok inat etti. Bu sırada yerde yatan adam kalmış ve dayak yemeyi hazmedememişti. Cebinden çıkardığı bir çakıyı Sinan’a sapladı. Onlar hemen kaçıştılar ama Sinan yere düşüp kaldı elinde tuttuğu paralar kanlar içerisindeydi. Uzaktan yanan ışıkları ve bağırış seslerini duyuyordu. Parasının elinde olduğunu hissederek gülümsedi ve gözleri kapandı.

]]>
Sat, 16 Apr 2022 23:59:19 +0300 Mehmetkvk
Esaret https://edebiyatblog.com/esaret https://edebiyatblog.com/esaret    Vakti zamanında kızın biri hayran olduğu yazara mektup yazar ve onu dedesinin evinden yazarın çalıştığı yayınevine gönderir. O sıralar da kız adını sevdiği bir şiir de geçen Vera adını koyar. Günler geçerken kız tekerli sandalye ile bahçeden çıkar mektubu almak için yazar dan geri dönüş almıştır bunun sevinci ile fazla hızlı iter ve sandalye yokuş aşağı düşer. O sıralarda yazar mektubu bırakmış giderken yere düşen kızı görür ve onu dedesinin evine kadar götürür tabi kızın evi zanneder. Yazar , Bir kaç gün Vera ile mektuplaşırken yardım ettiği o kızı da unutamıyordu. Ve bir karar alarak ona mektup yazar tâbi kızın evine derken dedesinin evine yollar ama adını ikinci adı olan Vaha olarak yazar. 

   Gel zaman git zaman bunlar 1 yıl böyle konuşur Vera yazar beye, Vaha Vera ya. 99 depremi olduğu zaman Vera hayatını kaybeder ve vaha iki mektubun da aynı anda kesildiğini anlayınca o eve gider ve öğrendikleri onu çökertir. Vera 3 yıl önce geçirdiği kazadan hem kör hem de engelli olarak kurtulur.

Dedesi ile mektupları yazar. bunca zaman Vera Vaha ya evinden yazarken, yazar beye de dedesinin evinden yazdığı için adresler den anlamaz ama dedesi bunu bildiği halde susar birşey demez.

Rivayete göre Vaha Vera'nın mezarının yanına boş bir mezar yaptırır. Vera'nın mezarının üstüne menekşe boş mezara da karanfil ektirir...

 

 

 

 

]]>
Sat, 16 Apr 2022 13:46:31 +0300 YağmurunKızı8
Lacivert Koltuk https://edebiyatblog.com/lacivert-koltuk https://edebiyatblog.com/lacivert-koltuk LACİVERT KOLTUK

                 Yataktan  kalkıp  mutfağa  doğru hızlı ama tedirgin adımlarla ilerledi genç kadın. Ayağına bir şeyler takılıp sendeledi. Koridordaki halıydı... “ Bu halı da nereden çıktı ?” diye geçirdi aklından. Evde halı sevmezdi ki. Mutfağından alışkın olmadığı sesler geliyordu.  Mutfağının kapısından baktı. Kendi mutfağı değildi burası .  Kahvaltı hazırlanmış  , çay demlenmiş , taze simit kokusu mutfağın baş köşesine kurulmuştu. Arkası dönük adam , evyede bir şeyler yıkıyordu. Ürperdi genç kadın. Yıkadığı domatesleri masaya koymak üzere döndüğü an adamla göz göze geldi. Kumral , hafif dalgalı saçları beyaz keten gömleğinin yakasında geziniyordu. Kot pantolonu sanki boyunu daha da uzun göstermiş gibiydi.  Adam, reverans hareketi ile genç kadını masaya davet etti. Genç kadın çığlık atmak istedi. Neler olduğunu anlayamıyordu. Hazır kahvaltı masasına oturmuş , çayı önüne gelmişti. Evlendiği günden beri ilk defa böyle bir manzara ile karşılaşıyordu.  Bu hoş adam kimdi ve nasıl böyle rahat  davranabiliyordu ?  Kocası neredeydi ?

         Adam, işe çok geç kaldığını ,kahvaltıda ona eşlik edemeyeceğini , onun güzel gözlerinden gün boyu uzak kalacağından dolayı mutsuz olduğunu söyledi . Genç kadın , uykusundan daha ayılamadığını , gördüğü rüyanın devam ettiğini düşündü. Adam evden ayrılıncaya kadar sevgi sözcükleri havalarda uçuşuyordu. Genç kadın, kapanan kapının ardından bakakaldı.

         Bulunduğu mutfak kendi mutfağı değildi. Yavaşça oturduğu yerden kalktı. Korku dolu adımlarla salona doğru ilerledi. Burası kendi evi değildi. Üzerine baktı. Şık bir gecelik vardı. Hiç gecelik giymezdi ki. Lacivert saten gecelik ve takımı olan sabahlık ile  uçuş uçuş bir havası vardı.  

         Hoş görünümlü bir salondaydı. Küf  yeşili duvarlara lacivert koltuklar çok yakışmış diye hızlıca düşünüverdi. Duvarlardaki tablolar, sehpaların üzerinde fotoğraf  çerçeveleri , televizyondan biraz uzakta  duran renkli yer minderleri , nişlere serpiştirilmiş mumlar , tam köşede küçük bir kitaplık , masanın üzerinde büyükçe bir cam vazo içerisinde papatyalar vardı. Papatyalar canlıydı. Cam vazonun içine beyaz çakıl taşları ve bir tane de nazar boncuğu bırakılmıştı. Aslında salona bakarken ,salonun kendisine hiç de yabancı gelmediğini fark etti genç kadın. Televizyonun siyah ekranında birden yansımasını gördü. Dişiliği hissedilen bir kadın duruyordu karşısında. Pijama ve eşofmandan oluşan dar hayatını kocası çizmişti.  Hoşuna gitti bu yeni görüntüsü.

         Papatyaların yanında duran büyükçe bir zarf dikkatini çekti. Zarfı almak için ilerlerken fotoğraf çerçevelerine daha da yaklaşmıştı. Fotoğraflarda  biraz önce mutfaktaki adamla  kendisini gördü genç kadın. Korkudan elleri titreyerek zarfı açtı .

“ Şaşırdın değil mi ? Okuduğun kitaptaki salonun ortasındasın işte. Kendi evinde de yer minderleri  kullanmak istemiştin o satırları okurken . İmrenmiştin. Artık  sen de canlı çiçek alacaktın evine ve cam vazonun içine çakıl taşları koyacaktın.  Anlamış olman gerekli ,ben okuduğun kitaptaki baş karakterim. Sen şimdi korkudan bayılırsın . Bilirim ben seni . Git mutfağa da bi bardak su iç. Sakinleş biraz. Kitabı,  benden iğrenerek okuyorsun . Ben sadece kitaptaki karakterlerin değil senin de düşüncelerini okuyabiliyorum. İnsanların mutsuzluklarından keyifle beslendiğimi ve her fırsatta kötülük yaparak kendi mutluluğumu artırdığımı da  biliyorsun. İşte, ben de senin benden nefret ettiğini biliyorum. Dedim ya , sen kitabı okurken düşündüğün her şeyi biliyorum. “Kitaptaki adamla evli olsam keşke” demiştin kendi kocana bakarak. Lacivert koltuklarda kahve içmeyi, yer minderlerinde televizyon izlemeyi istemiştin. İşte hepsine sahipsin şimdi. Ne oldu ? Aklın başına geldi mi biraz ? ”

Genç kadının elleri hâlâ titriyordu. Başkarakterin söylediği her şey doğruydu. Evet öncelikle bir bardak su içmeliydi. Mutfakta sürahiyi almak üzereyken bir zarf daha gördü. Biraz daha sakin bir şekilde zarfı açıp okudu.

“ Umarım en önemli kısmı hatırlıyorsundur ? Kitapta , senin karşı komşunun gözü sabah ki hoş adam diye içinden geçirdiğin  kocandaydı . Senin yerine geçebilmek için ne planladığını okumuştun. İşte şimdi korkmaya başlayabilirsin.”

Baş karakter doğru söylüyordu. Psikopat bir kadındı karşı komşusu . Kitaptaki kocasına göz koymuş ve türlü planlar yaparak genç kadını öldürmeyi hedeflemişti.

Genç kadın bu oyunun bir parçası olmayı kabul etmiş gibi hemen yatak odasına gitti. Koridordaki halıyı ayağı ile kenara ittirdi. Uçuş uçuş olan geceliğini çok sevmişti. Üzerini değiştirdi. Yeni haliyle günlük kıyafetleri bile önceden  giydiklerinden daha güzeldi. Kendisini özel hissetti.

 

 Akıllıca davranmalıydı. Çok zamanı yoktu. Başkarakter ile iş birliği yapabilirdi. En önemlisi de psikopat komşu , onun planlarını bildiğini bilmiyordu.

Yatak odasından çıkıp banyoya gittiğinde aynaya yapıştırılmış bir zarf daha gördü.  Sakinleşmişti artık.

“ Bir an önce tansiyon  ilaçlarını içmelisin. Geçen gün unuttuğunda ne sıkıntılar yaşadığını hatırla. Bu arada acaba ben seninle iş birliği yapacak   mıyım ? Bunu da düşün istersen .”

 Düşüncelerini okuduğunu bir an için unutmuştu. Kitaptaki eşi ,mutfakta ilacını tazecik simidin yanına bir bardak su ile hazırlamıştı. İlacını içerken kitaptaki kocasının, sabahki hoş görüntüsünü içi titreyerek tekrar hatırladı.

Çayını alıp,  lacivert koltuklara oturup plan yapacaktı. Güzel salonuna geçtiğinde bir zarf daha ;

“Yeni hayatına ve yeni kocana ışıltılı  gözlerle  bakarken  kitabı okumayı akıl edemedin. Aptal seni. İlacını dikkatsizce içiverdin. Sence o doğru ilaç mıydı?  Psikopat komşun, kitaptaki kocan simit almaya gittiğinde eve sessizce girip değiştirdi ilacını. On sayfa sonrasındaki planını uyguladı. Yazık olacak sana .  Şimdi git ve hayalindeki salonunda lacivert koltuğuna otur . Çayını içerken de kendi cenaze törenini planla . Bir parça da simit alsaydın bari . Sen seversin çayının yanına simidi .”

                                                                   Banu  KATIRCIOĞLU

 

]]>
Fri, 15 Apr 2022 14:29:00 +0300 Banu Katırcıoğlu
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2066 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2066 Altı

Bugün günlerden Pazartesi. Kimsesizliğin yaklaşık birinci ayındalardı. Arayan, soran yok. Bir çöp gibi hissediyordu kendini genç kız. Konteynıra fırlatıldıktan sonra bir daha bakılmayan bir çöp.  Halini, sağlığını ve bulunduğu konumu merak eden dahi yok. Annesinin peşine düşmemesi onu çok da üzmüyordu ama ablası onun için çabalayabilirdi. Ablası, her ne olursa olsun günün sonunda hep yanındaydı. Kızı asıl üzen de buydu. Diğer bir ihtimali de düşünüyordu. Belki annesi yasakladı bulmaya çalışmasını. Kendisi de ölmesini istediği kızını bulmak ile uğraşmazdı. Peki, babası o ne durumdaydı? O da mı merak etmiyordu evladını. Sorumluluğundan korkup, bir korkak gibi kaçıp giden babası. İlk evladına gösterdiği şefkati, sevgiyi neden Eslem'e de göstermedi? 

——————

Cebinden çıkardığı kibrit kutusunun içinde kalan son kibriti yaktı. Şiddetli yağmura yakalanmışlardı tüm çocuklar. Hepsi bir araya toplanıp üzerlerindeki battaniye ile ısınmaya çalışıyorlardı. Bazı çocuklar yağmura yakalanmıştı, kurumaları uzun sürecekti. Ateşin sıcaklığı parmağını yakınca bırakmak zorunda kaldı. Isınmak için tek şansları buydu. Sağdan soldan topladıkları küçük odun parçalarını birleştirip ateş yakmaya çalışmışlardı. Fakat tüm çabalar sonuçsuz kaldı. Bir ileri bir geri sallanarak battaniyeye sıkıca sarıldılar. Kız, üzerindeki örtüyü alıp çocukların üzerine serdi. Bir çocuğun daha ölümüne şahit olamazdı. Onları, kendinden daha çok önemsiyordu. Kendisi dayanabilirdi bu felakete fakat onlar çabuk pes edebilirdi..

Binanın içinden gelen hışırtı sesleri ile tüm gözler aynı yöne kaydı. Ellerinde bir sürü poşet, saçları sırılsıklam olan kahramanları gelmişti. Tüm çocuklar sevinçle ayağa kalktılar. Çok sevdikleri Ömer abileri gelmişti. Onları bu soğukta da yalnız bırakmayan, düşünen biri. Poşetler açıldı, karınlar doydu. Ayaklara çorap, kazaklar ve hırkalar giyildi. Yemekler bol kahkalar ile yenildi. Onların elinden her şeyi alabilirsiniz fakat gülüşlerini asla..

Gitmek için yağmurun dinmesini bekleyen Ömer 'in sırtına ıslak saçlarından su damlıyordu. Bir köşede oturmuş dinleniyordu. O da yorgundu. Hem ruhen hem fiziken süren bir yorgunluğu vardı. Hasta annesinin durumu pek de iyi değildi. Her an her şey olabilirdi. Korkusu vardı elbette, annesini kaybetmek istemiyordu. Derinden aldığı nefesi tek seferde geri verdi. Elindeki örtüyü ona uzatan Saye'ye çevirdi kafasını.

-Tam kurumaz ama en azından ıslaklığını alır. Üşütüp hasta olmanızı istemem. Burada kolay ısınamazsınız.

Dedi ve elindeki örtüyü adama uzattı. Adam yüzündeki buruk gülümseme ile alıp dediğini yaptı. Ayaklanıp camdan dışarı bakınca yağmurun arttığını gördü. Dinecek gibi durmuyordu ve anlaşılan bu gece çocuklar ile kalacaktı. Hem aklı da kalmamış olurdu. Annesinin yanında ona bakacak hasta bakıcı vardı. İçi az da olsa rahat edebilirdi. Bu geceyi de bir şekilde atlatmalılardı. Aslında her gün onlar için zorlu geçiyordu. Ama günün sonunda hep bir arada uyudukları için pek de sorun etmiyorlardı. Dışarıdan bakıldığında kendi ailelerini kurmuş gibi duruyorlardı. Hepsi kardeş gibi yakınlaşmışlardı birbirlerine. Kimsesizliğin içinde bir kez daha bunu yaşayamazlardı..

]]>
Thu, 14 Apr 2022 20:36:47 +0300 Creamisim
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-2017 https://edebiyatblog.com/ugursuz-2017 Üç


-Abla, abla aç gözlerini. Öldü mü acaba kıpırdamıyor. Buz gibi de olmuş.



Onu dürten minik ellerle araladı gözlerini. Bu sefer korkuyu hissetmedi. Karşısında küçük çocuklar vardı endişeli gözlerle bakan. Onlar da zarar vermezdi herhalde. Çocuklar birbirlerine bakarken, kız ayağa kalkıp üzerini silkeledi. Her yerde gazete parçaları vardı. Ne olduğunu önce kavrayamadı sonra çocuklara sormak aklına geldi.


-O gürültülü ses neydi? S-siz mi yaptınız?



Küçükler birbirlerine bakıp kendi aralarında fısıldamaya başladı. Onlar da sesi duymuştu fakat kızın abarttığı kadar gürültülü bir ses değildi. İçlerinden bir tanesi öne çıkıp soruyu yanıtladı.


-Hayır, biz çıkarmadık ama ben gördüm. Ses senin gazetelerinden geldi. Onlar düştü aşağıya. 



Kız, inanamadı duyduklarına. Emindi büyük bir ses duyduğuna. Korkmakta da haklıydı. Hayatının her anında korkuyu hissedince haliyle bırakmak kolay olmuyordu. O düşüncelerle boğuşurken, küçük çocuğun ona uzattığı su şişesine döndü bakışları. Gülümseyerek bakıyordu küçük çocuk. 



-İçinde az var ama içmek istersen alabilirsin abla.



-Teşekkür ederim. 



Elinden aldığı şişenin kapağını açarak içti suyu. Çok çocuk vardı burada. Ama neden, bu yaşta tehlikeli sokaklarda ne yapıyorlardı? Onlara sahip çıkan biri, birileri yok muydu? Ya başlarına bir şey gelseydi, kim verecek bunun hesabını? Daha fazla kendini tutamayıp sordu sorusunu.



-Siz burada mı kalıyorsunuz? Aileniz nerede?


Başlar öne eğildi. Bazılarının gözleri dolu dolu. En çokta onların aileye ihtiyacı vardı. Uykuya dalmadan önce başlarını okşayan, ona masallar anlatan, huzur dolu bir yuvaya ihtiyaçları vardı. Onun yerine ise ıssız, sessiz, soğuk, tenha sokaklarda yaşamaya çalışıyorlardı. Onları bu hale getirenler sıcak yataklarında rahat uyku çekerken, bu çocuklar hangi poşet daha sıcak tutar derdindelerdi.


Sarışın, mavi gözleri dolu dolu olan kız çocuğu genç kızın dizine oturarak cevaplamaya çalıştı. 



-Benim kimsem yok. Annem beni doğurduğu günden beri hep canımı acıttı. Ağlattı beni, çok üzdü. Bende ona ceza olsun diye kaçtım evden. O da vazgeçti galiba benden. 



Genç kız, küçük kıza sarılıp başını okşadı. Buna bir cevap verilemezdi. Nasıl avutabilirdi onu, ne ile oyalayabilirdi? Herkesi derin bir hüzün kaplarken dışarıdan gelen araba sesi ile tüm çocuklar dışarıya koştu. Kız sadece camdan bakmakla yetindi. Siyah, spor bir arabanın içinden bir genç adam çıktı. Bagajdan poşetler çıkarıp çocukları etrafına topladı. Genç kız ise güç bela yapıştırdığı gazeteleri toplayıp, yere serdi. Tekrar cama yönelip gökyüzüne baktı. Tek bir yıldız dahi yoktu. Olsaydı dileyeceği tek bir dilek vardı. Kurtulmak, bunu dileyecekti. Ne şekilde, nasıl olacak bilinmez tek isteği buydu. 


İnsanlar gözlerini kapatınca karanlığı görürler. Bu kız ise beyaz ışık görüyor. Yakın zamanda kavuşacağı o beyaz ışığı.

]]>
Thu, 24 Mar 2022 14:15:15 +0300 Creamisim
Tarhana Çorbası https://edebiyatblog.com/banu-katircioglu https://edebiyatblog.com/banu-katircioglu TARHANA ÇORBASI Hep isterdi aslında evlenmeyi ... Sobası çıtır çıtır yanan sıcacık evinde onu bekleyen bir eşin hayali ile dolanır dururdu. Fabrika çıkışı taze ekmek alıp da eve geldiğinde eşi açmalıydı kapıyı. Eşinden sonra onu karşılayan mutfaktan gelen sarımsaklı tarhana çorbasının kokusu nasıl da güzel olurdu. Üzerine tereyağlı, salçalı ve hafif naneli bir sos. Biraz da pul biber. Az ama. Acıyı pek sevmezdi. Hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem. Hayal de Ethem ‘den. Fabrikaya işçi olarak girdiğinde “Burada çalışan hanımlar arasında illaki kendime göre birisi çıkar” diye düşünmüştü. Fabrikadan önce çalıştığı hastanedeki temizlik işinde de , mahalle kahvesinde esnafa çay dağıtırken de, meydandaki lokantada bulaşık yıkarken de odun ,kömür çuvallarını taşırken de ,park eden arabalara değnekçilik yaparken de hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem . Hayal de Ethem’den. Yaşlı anasının Ethem’e kız bakacak sağlığı kalmamıştı. Aslında sağlığı kalmadığından değil de Ethem’ine kimseleri layık göremediğindendi. Anasının yanında hiç sesini çıkaramıyordu ki Ethem. Anasının yaptığı vıcık vıcık yağlı patatesli böreği , çiğ soğanlı taze fasulyeyi, diri kalmış makarnayı , salçası hafif küf kokan pırasayı “Ellerine sağlık” diyerek yerdi de tarhana çorbasını içemezdi. Yapamıyordu işte anası. Sarımsaklı , tereyağlı ,salçalı , hafif naneli yapamıyordu . Anasının çorbası , çorba gibi kokmuyordu. Anası bütün gün evde yatıyordu. Hasta olduğundan değil tembelliğinden. Babası da inşaatta çalışırken sakarlığından beşinci kattan düşüp de öldükten sonra hepten tembelleşmişti. Yatmadığı zamanlarda da kapının önünde komşularıyla oturup konuşur da konuşurdu. Anasının bu davranışlarını sevmezdi Ethem. Evi temizlese, kenarları iplik iplik çıkmış ,rengi solmuş halıları çırpsa, bulaşıkları yağlı yağlı kokmadan yıkasa, televizyonun tozunu alıp üzerine dantel bir örtü örtüp ucunu ekranının önüne sarkıtsa, yatağını toplasa , çarşafını silkeleyip katlasa , sobayı düzgün yakmadığı için evin her tarafına dağılan külleri silse,süpürse diye düşünürken de hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem. Hayal de Ethem’den. Ablası vardı bir de Ethem’in. İki sokak ötede otururdu. Damı akan , pencerelerinden bıçak gibi soğuk giren, kapı önü yazın bile çamurlu bir evde ; pısırık ,tıknaz, hiçbir işi kendisine yakıştıramadığı için bir türlü iş bulamayan , günün birinde at yarışlarından vurgunu vuracağını düşünen bir adamla yaşardı. Hiç şikayet etmezdi kocasından. İçki içmiyor , dövmüyordu ya . Yetiyordu ablasına . Kocası taş dizerken kahvede o da evde yatıyordu tıpkı anası gibi . Çocukları olmamıştı . Önceleri pek üzülmüştü. Ama sonradan rahata alışmış kocası da ses etmeyince ablası da kabullenmişti . Ablasının evinde de güzel yemek kokuları olmazdı. “ Hiç değilse ablamın evinde tarhana çorbası içebilsem” diye düşünürken de hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem. Hayal de Ethem’den. Birkaç kız göstermişti ablası . Ethem beğenmiş ama kızların hiç birisi yanaşmamıştı tanışmaya. Ethem’in şaşı gözleri mi , traktör kazasında kısa kalan bacağı mı yoksa çocukluğunda sobanın üzerine döktüğü kolonyadan parlayan alevlerin yüzüne hediye olsun diye serpiştiriverdiği izler miydi bu tanışmaya engel olan ? Çalışmaya yeni başladığı fabrika , iyi bir başlangıç olabilirdi Ethem için. Hanım hanımcık , aklı başında , evinin içini mis gibi sarımsaklı tarhana çorbası kokusu ile dolduracak , yüzündeki yanık izlerini tiksinmeden öpecek bir hanım bulabilirdi. Bir de akşamları diğerinden kısa olan bacağının ağrısını hafifletebilmek için kantaron yağı sürmeliydi. Yazın birlikte topladıkları kantarondan yapmalıydı hanımı bu yağı. “Ethem’im senin için yapıyorum” demeliydi. Hem de gözlerinin içine bakarak diye düşünürken hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem. Hayal de Ethem’den. Yemekten sonra sobanın yanına oturduğunda kahvesini de getirmeliydi hanımı. Mutfakta işini hemencecik bitirip o da yanına gelip oturmalıydı. Birlikte televizyona bakarken ekranın üstünden hafifçe sarkan dantel örtüyü kaldırmak için yerinden doğrulurken , hanımı Ethem’ine kıyamayıp kendisi düzeltivermeliydi. Hazır ayaktayken bu sefer de mutfaktan elma tabağı getirmeliydi. Kabuğunu incecik soyduğu elma dilimlerini tabağa yerleştirip ikisinin arasına koymalıydı. Elma alırken tabaktan ara sıra birbirlerine değmeliydi elleri. Hanımı yer minderinin yanında duran boş kahve fincanını fark edip hemen almaya niyetlenmeli biraz mahcup bakmalıydı Ethem’inin gözlerine. Şimdi de Ethem kıyamamalıydı . “ Boş ver kalkma, koyuver yana” deyip sıcacık elini tutmalıydı. Bir taraftan da hanımının akşamüzeri aceleyle yıkayıp soba borusunu üzerindeki demir çubuklara gelişigüzel bırakıverdiği Ethem’inin çoraplarının ucundan zaman zaman su damlamalı ,soba cossss diye cevap vermeliydi çoraplara. Hayal etmekten hiç vazgeçmedi Ethem . Hayal de Ethem ‘den. Banu KATIRCIOĞLU 18.03.2022 Niğde

]]>
Fri, 18 Mar 2022 17:18:36 +0300 Banu Katırcıoğlu
Montaigne https://edebiyatblog.com/montaigne https://edebiyatblog.com/montaigne Mon, 14 Mar 2022 12:07:41 +0300 Edanuryd Hokus Pokus 22.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-22bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-22bolum Sun, 13 Mar 2022 15:04:16 +0300 Edanuryd Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz-1807 https://edebiyatblog.com/ugursuz-1807 İkinci


Hayat, kimsesizler için çokta kolay değildi. Herkesin yolu farklıdır. Kimi yolun başında, kimi kaybolmuş, kimi sonunda. Dertler farklı dursa da, akan gözyaşları hep aynıdır. Çekilen içler, bağlanan kollar, yalvaran gözler. 


Bu kız yolun başında artık. Ona eziyet eden bir ailesi, uğursuz gözüyle bakan annesi, aşağılayan babası yoktu artık. O da isterdi diğer çocuklar gibi şımartılarak büyümeyi. Hayat mı zalimdi yoksa insanlar mı? 


Çöplerin arasında uyuyarak geçirmişti geceyi. Yağmurlu ve sert esen rüzgarla mücadele veriyordu. İnce hırkası onu ısıtacak tek şeydi. O soğuk içine işlemişti bir kere. Nasıl ısınabilir ki? Güç bela çöplerin arasından sıyrılıp ayağa kalktı. Her yeri pislikle batmıştı. Üzerini silkeledi, şapkayı kafasından çıkardı. Etrafa baktığında birkaç insanın koşuşturduğunu gördü. Ellerini cebine koyup ilerlemeye başladı. Kendine kalacak bir yer bulması gerekiyordu. Sokakta yatamazdı daha fazla. Cebinde ne parası ne pulu vardı. O cehennemden kaçarak iyi mi etti bilemedi. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak olmazdı. 


İlerledi nereye gideceğini bilmeden öylece ilerledi. Telefon kulübesine rastladı. Şanslıydı ki biri kart bırakmıştı. Numarayı çevirdi ve biraz beklemenin ardından pes edip kapatacak iken bir ses duydu. 



-Alo?


Sustu. 


-Alo, kimsiniz? 


Nefesini tuttu.


-Bu kaçıncı ama şikayet edeceğim en sonunda!



Kapandı. Tuttuğu nefesi bıraktı. Ablasına sesini duyursaydı daha da kötü olabilirdi her şey. Onu bulup öldürmeye gelebilirlerdi. Başladığı yere geri dönüp çöpleri karıştırdı. Her poşetin içini açıp gazete parçası arıyordu. Bir planı vardı kendi kendine uğur olacaktı. Bulduklarını başka bir çöp poşetinde toplayıp yola koyuldu. Hiç bilmediği caddelerden, görmediği insanların yanından geçiyordu. Bakışlar üzerindeydi ve bunu hissediyordu. Gergindi, korkak ve bir o kadar da yalnız. Boş bir arazi gibi bir yere geldiğinde birkaç küçük çocuk gördü. Onun gibilerdi. Kimsesizlerdi. İstenmeyenlerdi. Uğursuzlardı. Yıkık dökük bir binanın merdivenlerini çıktı. Kendine göre bir yer bulduğunda çöpten bulduğu gazeteler ile camları kaplamaya başladı. Bant olmadığı için su ile yapacaktı bunu. Denedi, ilk gazete yapıştı. İkinci, üçüncü, beşinci her gazete su ile cama yapışıyordu. Yorulunca dinlenmek için yırtık poşetin üzerine oturdu. Bacaklarını uzattı , derin nefesler çekiyordu. Dizginlemeye çalıştı kendini. Böyle böyle uyuyakaldı. 



Sessizliğin ortasında duyduğu gürültü ile aniden bacaklarını kendine çekip sallanmaya başladı. Bir yandan söyleniyor bir yandan sayıyordu. 


-Ben bir şey yapmadım. Yapma, bir, iki , üç vurma, gelme, bitti, gitti, geçti şş geçti. Uğursuz değilim ben. Özür dilerim. 


Kalp atışları gitgide artıyordu. Bu sefer kolay sakinleşecek gibi değildi. Sallanması arttı. Saymak işe yaramıyordu. Sık alınan verilen nefesler başını döndürüyordu. Gözleri kapalı bir şekilde ayağa kalkmayı denedi. Dönen başı buna izin vermedi. Başının dönmesi ile kendini yerde bulması bir oldu.

]]>
Fri, 25 Feb 2022 13:23:20 +0300 Creamisim
HUZURSUZLUK EVİ https://edebiyatblog.com/huzursuzluk-evi https://edebiyatblog.com/huzursuzluk-evi                                                 HUZURSUZLUK EVİ

Koşar adımlarla yürüyen insanlar, durmaksızın korna çalan arabalar, çöpleri eşleyen kediler, daldan dala konan kuşlar, yelkovanla kovalamaca oynayan akrep, bir arada olup da birbirini tanımayan durakta otobüs bekleyen bir yığın yolcu…

Saat kaç  acaba? Bu küçük odada her gün birbirinin aynı gibi olsa da zaman akıyor, sokaktaki kiraz ağacı dallarını bayram çocuğu gibi süslemiş, sokak boylu boyunca mis gibi ıhlamur kokuyor, rengarenk hercai menekşeler bahçelerde yerini almış, ağaçlar yeşermeye başlamış. Göçmen kuşlar da yavaş yavaş dönüyor. Koltuğu camın kenarına almak iyi olmuş; en azından dışarıyı izliyor da dünyanın döndüğünün ayırdına varıyor.

Bu sabah pek keyfi yok gibi; görevlinin getirdiği kahvaltı tepsisi de orada öylece duruyor, hiç dokunmamış. Güne dair pek çok düşünce var kafasında, bir dolu plan; ama hiçbirini yapacak gücü yok. Yataktan çıkmak için bile uzunca bir süre düşündü. Kalkıp da ne yapacaktı? Belki biraz daha uyurum diye gözlerini kapattı. Bir müddet öylece yatmaya devam etti yatağında. Gençken de sevmezdi uykuyu, yaşlanınca daha az uyur oldu. Gözlerini kapatmaktan, gözleri acıdı; uyumak için zorlamanın daha fazla anlamı yoktu. Kalktı… Üzerini giyindi; giyimine pek düşkündü. Ne kadar keyifsiz olursa olsun kıyafetlerini seçmek için uzunca bir süre uğraşırdı;  bugün pantolonunun üzerine gömlek uydursa, kravatı tutturamadı, kravat uysa gömleğini beğenmedi. Sonunda hoşuna giden bir gömlek ve kravat seçip hazırlandı, itina ile tıraşını oldu. Çıktı… Her zaman gittiği parka gidip, bir banka oturdu. Açık hava iyi geldi, neşe ile oynayan çocuk seslerine karışan seyyar satıcı sesleri hala yaşadığını anımsattı ona. Ne kadar süre oturmuş, çocukları, kuşları, yürüyen insanları izlemiş, saat kaç olmuş, önemi yoktu; zaten gün içinde yapacak işi de yoktu. Akşam serinliği çıkmaya başlayınca üşüdüğünü duyumsadı. Yakınlarda zaman zaman gittiği bir kıraathane vardı. Emekli insanların geldiği, biraz siyaset, biraz ekonomi, biraz spor konuştuğu, kimisinin tavla oynadığı, kimisinin bulmaca çözdüğü, ufak bir kıraathane. Bir sandalye çekti, her zamanki gibi sade bir kahve söyledi. Yan masada oturanlar kıyasıya tavla oynuyor, karşı masadakiler ise hararetle bir şey tartışıyor. Son zamanlara kadar ömründe hiç gitmemiş  kahveye; ama bu aralar ya parka gidiyor  ya kahveye. Ne yapsın başka türlü vakit geçmiyor.

Bir süre de kahvede oturduktan sonra artık geri dönmenin zamanı gelmişti. Bu sefer yolu biraz daha uzatarak, geldiği yolu değiştirerek geri döndü; yaklaştıkça adımları yavaşladı; sanki bir adım ileri iki adım geri. Sonunda yol bitmiş; bahçe kapısına gelmişti, titrek ellerle kapının kolunu tuttu.

]]>
Fri, 25 Feb 2022 08:57:03 +0300 Serve
Uğursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz https://edebiyatblog.com/ugursuz Bir

Her şey çocukluk travmaları ile başladı. On yedi yaşındaki bir kıza göre yaşadığı atlatılacak türden şeyler değildi. Üstelik yeni bir olay değil, bebeklikten bu yaşına kadardı. Her gün yaşadığına lanet etti. O evden, yapılan işkencelerden nasıl sağ çıktı bilmiyordu. Çareyi, esiri olduğu evden kaçarak bulmuştu. O aileye bir daha geri dönemezdi. Tek şansı buydu. Kaçtı ama travmaları ile. 

Bir gün gecenin bir yarısı ıssız sokaklarda dolaşırken yağmura yakalandı. Yağmur üstüne çiseleyince korkup dizlerinin üzerine çöktü. Sırtındaki kapüşonlu hırkayı üzerine serdi. Böylelikle yeni bir işkenceden korunacaktı. Öyle düşündü. 

Elleri ile dizlerini sardı. Başını yere eğerek ileri geri sallanıyordu. Hayatında hiçte güzel anılar yoktu. Ailesinin onu yağmurlu havada, üstü çıplak vaziyette dışarıda bırakmıştı. Sokaktan geçen her insan kızı izlemişti. Yine aynı şeyler olacak korkusu vardı içinde. Sallandı, durmadı. Yağmurun şiddeti korkusunu arttırdı. Daha çok sallandı. Bir yandan kısık sesi ile sayıklıyordu.

-Bit artık. Bitti. Geçecek. Geçti. Hıhı geçti. Dur, dur diyorum. Yapma, dokunma, vurma. Bitti değil mi? 

Bitmedi, bitmeyecekti. Asıl şimdi başlıyordu hayat ile mücadelesi. Vücudundaki tüm yaralar sarılabilirdi, ama içindekiler öyle kolay kapanmayacaktı.

Başını hafifçe kaldırdı. Yüzündeki yaralar ıslandığı için acısı artıyordu. Aldırmadı. Sırılsıklamdı. Kalkıp gitse dahi gidecek yeri yoktu. Ona el uzatacak ne ailesi ne bir dostu vardı. Tek başınaydı. Ailesi uzatılan elleri kırmak ile meşguldü. Şapkasını taktı. Başını yerden kaldırmadan öylece yürüdü. Sessizdi, bir tek yağmur sesi duyuluyordu. Bir süre öylece yürüdü. Ta ki, çöp yığınlarının yanına gelene kadar. Durdu, yutkundu. Vücudu titriyordu ve ısınması gerekti. Çöpü karıştırması doğru olur muydu? Bu geceyi atlatabilmesi için başka seçeneği yoktu. Belki işine yarayacak hir şey bulabilirdi. Önündeki poşeti yırtarak başladı. Aradığını bulamadı. Devam etti bakmaya. Midesi daha fazla dayanamayınca öğürmeye başladı. Biraz durup dinlenmek istedi. O esnada boş sokakta yankılanan bir ses vardı. Etrafa baktığında elinde kamera, yüzünde maske olan biri onu çekiyordu. Hemen başını dizine koyup, elleri ile başını savundu. Sallanmaya başladı. O geceyi hatırladı, herkesin onu çıplak vaziyette izlediği o geceyi. 

-Bakma ne olur, bakma. Git, bit, bitsin. Bakma, bakmasın. 

Hem sallanmaya hem sayıklamaya devam etti. Sakinleşmeye çalışıyordu bir yandan da. İçinden saymayı deniyordu. Biraz da olsa işe yarardı bu yöntem. Sayıları saydıkça sallanması durdu. Sıkıca kapattığı gözlerini açtı. Maskeli kimseye bakmadan çöplerin arkasına girdi. Korkuyordu. Zihninde çok şey dolaşıyordu. Fakat tek hissettiği şey korkuydu. Zordu, hemde çok.

]]>
Thu, 24 Feb 2022 13:34:52 +0300 Creamisim
Kanlı Papatya 4.Bölüm https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-4bolum https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-4bolum 4.BÖLÜM

Yokluğunu varlığına katmak mı işte ben on da varım…

Gecelerin ısssızlığı  beni ürkütüyordu. Şehir de sanki kimse yokmuş gibi sessizdi. Adımlarım yolları ezberleyip bedenimi yönlendiriyordu. Beynimi kemiren düşüncelerle sokaklar dolu geliyordu. Erina ne söylemeye çalıştı dediği doğru muydu? bu sorulara cevap bulamıyordum. Kafayı sıyırmama ramak kalmıştı. Artık dayanacak gücüm kalmadı hem özlüyorum hem de alışamıyorum olmuyor işte yapamıyorum. Bütün dünya duysun  onu benden alsan da kalbimden sökemezsin bakışlarını, gülüşlerini, dokunuşlarını unutturamazsın aklıma dahi gelmezdi onun dediğim dedik tavırları ama insanoğlunun aklına geliyormuş,burnunun dikine gitmesini özleyeceğim. Kime ne anlatacağımı bilmiyorum yoruyor bir yerden sonra… ayakta duracak takatim bile kalmamış herhalde içmeden sarhoş oldum dedikleri bu olsa gerek  eve gitmem lazımdı. Anılarımızı gözümde canlanıdırıyorum da biz bunu haketmdik  başımın ağrısı beni öldürüyordu. 


Eve geldim. Kapıyı açtım. İçeriye girdiğim an Gölge’yle Safir kapının önüne geldi, üzgünüm kızım ve oğlum annenizin gülüşleri eksik diyemedim. En çok da bu kahrediyor. Odama çıkıp uyumam lazım tabi uyuyabilirsem. Yine girecek rüyalarıma biliyorum gözlerimi usulca kapattım. Yeşillik  bir ormanda yürüyorum adımla biri sesleniyordu sanki etrafıma bakındığımda kimse yoktu bir kere daha seslendiğinde önümde belirdi. Beyaz elbiseli biriydi. Yakından baktığımda Mira’ymış, sarılmak için ona doğru koştum tam sarıldım derken bedeni kayboldu. Arkama dönüp tekrardan baktığımda ordaydı. 
_Egemen ben çok korkuyorum etrafım sürekli karanlık bana yardım et.
_Mira korkma bak ben buradayım sana bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim.
_Yapamıyorum elimde değil seni hep izliyorum bazı zamanlar dokunmak istiyorum sana sarılıp her şeyin geçeceğine inanmak istiyorum ama olmuyor. Sen başka yerdesin ben başka yerde aramızda bir duvar var aşmak istesek de aşamıyoruz. En son ne zaman senin saçlarını okşadım kokunu içime çektim hatırlıyor musun? hep kendimizi kandırıyoruz  sen benim öldüğümü kabullenemiyorsun ben de senden ayrılışımı.
_Hepsi benim hatam bunların olmasına ben sebep oldum.
_Senin hiçbir suçun yok beni anlıyor musun?
_Ben sensiz yapamıyorum dünya dönmüyor sanki diğer yanım hep eksik dolmuyor dolduramıyorum tam doldu derken içimde bir yanılgı oluşuyor.
_Hiç konuşmayalım kalplerimiz konuşsun belki seni son görüşüm olabilir belkide değil  lütfen konuşma son defa sana sarılıp saçlarını okşamak bana verebileceğin en güzel hediye olur. Sustum öylece  başka bir şey yapmaya gücüm yetmedi sonra
_Egemen gitmem gerek seni çok sevdiğimi asla unutma hep yanındayım sadece sen göremiyorsun sevgilim.
_Mira gitme.
_Gitmem gerek üzgünüm.
Mira diye bağırarak uyandım bu nasıl bir rüya gerçek gibiydi. Bakışları, dokunuşları hatta sarıldığı o an inanmakta zorluk çekmiştim. Yanılmışım. Yataktan kalktım. Elimi yıkadım. Hazırlanıp karakola gitmek için yola çıktım. Evde daha fazla kalsaydım bir şeyler rayından çıkacaktı.Karakola vardım. Arabadan indim. İçeri girdim.
_Uğur.
_Efendim abi.
_Hemen sokaktaki mobese kamera kayıtlarını istiyorum.
_Tamam abi de daha önce gönderilmişti.
_O zaman nerede Uğur  görebiliyorsan söyle.
_Tamam abi anlaşıldı sen yine ters tarafından kalmışsın.
_Bana laf yetiştirene kadar bulmuştun Uğur ha gayret.He bu arada kim bunlar hapishanenin önü dolmuş mahkumla niye ilgilenmiyorsunuz oğlum şunun tipine bak bir de kaş göz işareti yapıyor tıkın şunu hücreye.
_Onların davası kapanmadı savcılıktan onay bekleniyor. İlgilenen kişi de Erina diye biri sanırım.
_Erina mı o ne alaka.
_Bilmiyorum abi bize öyle söylendi.
_Tamam git sen bana kamera kayıtlarını getir teker teker inceliyorsun yanına birini al 1 saate kadar burada olacaksın oyalanmak yok.
_Tamam abi haberleşiriz.
_Hadi fırla.
Erina yine ne işler karıştıryor önce bebek olayı sonra burada görev alması çok tuhaf yakında çıkar kokusu da ne zaman merak konusu ben neden bunları düşünüyorum ki gidip neden sormuyorum. Her zaman ki gibi ketum ve dik başlıydı.yanına yaklaştım ve
_Erina ne işler karıştıryorsun ve neden hala buradasın?
_Egemen sen ne zaman benim hayatımla ilgilenmeye başladın?
_Lafı çevirme ne demek istediğimi gayet iyi anlıyorsun.
_Hayır anlamıyorum Mira’nın katilini bul seni öyle anlayacağım.
_Bu seni ilgilendirmez.
_O zaman benimde burada çalışmam seni ilgindirmez dikkat et yanlış sularda yüzüyorsun bak acıyorum sana ikinci defa uyarıyorum hadi ben gidiyorum seni düşüncelerinle baş başa bırakıyorum.
_Erina yakında foyan ortaya çıktığında bu kadar eğlenebilecek misin acaba?
_Egemencim bunları düşünme ben hep eğlenirim ama seninle değil. Beni çok tuttun daha amirime dosyaları götüreceğim, savcılığa çıkacak mahkumlarım var görüşürüz.
_Görüşmeyelim ya bence.
_Sana özel kendimi kamufle edemem Egemen bak yardakçında geldi gidin bulun şu katili bu beni daha çok neşelendirir.
_Dava soruşturmalarını hızlandırıyorum o kişi her kimse yakaldığımda burnundan getireceklerimi unutmasın.
_ Erina kendinden emin bir tavırla.Mesaj bence yerine gitmiştir hadi bana müsaade.
Erina her neyden bahsediyor bilmiyorum ama  bu kızın bildiği bir şeyler var benden gizliyor  yakında bulucağım.  

]]>
Wed, 23 Feb 2022 22:10:00 +0300 Aleyna Burçin Gökçe
Dursun Usta https://edebiyatblog.com/dursun-usta https://edebiyatblog.com/dursun-usta                                                            DURSUN USTA

  • Çay, tavşan kanı çay, cıvıl cıvıl sesi, gençliğine yakışır enerjisi ile daldı dükkana çaycının çırağı Efe, efelere yaraşır sesiyle:
  • Hayırlı işler Dursun abi, bırakayım mı bir çay? Dursun Usta, yorgun, mutsuz, bezgin topuğunu onardığı kunduradan başını kaldırmadan; duyulur duyulmaz bir sesle “bırak oraya” dedi. Efe, çayı bırakıp çıkarken radyodan gelen müziği duyunca kendi kendine gülmeden edemedi, “ayağında kundura, ayağında kundura, yar gelir dura dura…” Tam da dükkana uygun bir şarkıydı, şarkıdaki durağanlık sanki dükkana nota nota, ezgi ezgi işlemişti. Zehir gibi boya deri karışımı ağır koku, sağda, solda, rafta, tezgahta, loş huzmeler arasında belli belirsiz seçilen kimi onarılmış, kimi onarılmayı bekleyen onlarca eski, yeni kundura… Bir enkazı andıran dükkan, Dursun Ustanın ruh halini aks ettiriyordu sanki. Baba mesleğiydi kunduracılık, çocukken de sevmezdi bu dükkanı, babasının zoru ile tatillerde dükkanda çalışırdı. Önce boyanacak ayakkabıları fırçalamakla başladı işe, sonra boyamaya, sonra ufak tefek tamir işleri derken iyi bir kunduracı oldu. Civarda ne onun gibi kundura tamir eden usta vardı ne de yapan. Babasının vefatı ile dükkanı o işletmeye başladı. Oysa Dursun müzisyen olacaktı, ne milletin ayak kokan kunduralarını tamir edecek ne de elleri pis ve boya olacaktı. Babası yüzünden piyano çalacak parmaklar, çivi ile ökçe tutturuyordu şimdi. Ara sıra ekmek parası diye kendini teselli etse de sevmiyordu bu işi. Ökçeyi tutturmak için vurduğu her çekiç darbesi aslında hayallerine, umutlarına, gençliğine iniyordu. Bu küçük, köhne, ruhu gibi karışık dükkanda ömrü tükenip gidecekti. Yaşı genç olmasına rağmen kırlaşan saçları, kırışan alnı yaşından oldukça fazla gösteriyordu bedenini. Evlenmemişti, evlenenlerin halini görüyordu, evlenip de ne yapacaktı hem hangi kadın çekerdi ki tenine sinmiş yaş tabaka kokusunu? Ben diyesim geldi, sonra kendimden emin olamadım, bana yakışmazdı; zaten hayalleri peşinde koşup, baba sözünden çıkmayan adamdan da koca olmazdı. Sıkılmış olmalı ki, şöyle bir yerinde kıpırdadı, yoksa acıktı mı? Çırağın bıraktığı çaya da dokunmadı. Bu adam, nasıl bir adamdı? Kafamda yine sorular birbirini kovaladı.

- Tamir edilecek ayakkabınız mı vardı? Sorusu aklımı başıma aldırdı. Evet miydi hayır mı, verilecek en mantıklı cevaptı?

-Dedim ekmek alacaktım, yakınlarda bir fırın var mı?

]]>
Sat, 19 Feb 2022 23:27:24 +0300 Serve
Gömülü Hayaller https://edebiyatblog.com/gomulu-hayaller https://edebiyatblog.com/gomulu-hayaller Seksenine merdiven dayayan, ak saçlı bir nine selamlaşır birkaç akranıyla avlu kapısının önünde. Yıllarca onun bunun tıklım tıklım isteklerine didinmiş lakin yine de kimselere yaranamamış olmanın verdiği hüzünle hem kırgın hem buruktur. Tüm yitik zamanlar kamburunda birikmiş gibi usul usul adımlarla eve döner. Sobanın yanındaki yer minderine ağır ağır bağdaş kurup oturur.

İçerisi hayli kalabalıktır; kızlar, oğullar, damatlar, gelinler, torunlar. Cümleler kulak kulağı duymaz bir halde havada uçuşmakta. Elini öpmek için koşar en küçük torunu, ilişir o anda yorgun göz bebekleri yerde duran ışıltılı kutuya. Bir hediye, toruna alınan. Ninesinin bayramını kutlar kutlamaz telaşla paketi açmak için oturur küçük kız halının üzerine. Çıkarır paketin içinden çiçek desenli minik fincan takımını. 

Yaşlı ninenin gözleri oyuncaklara ilişir. Zihni bir an, bayram telaşından uzaklaşarak, dalar gider geçmişin efsunlu kokusuna. Henüz sekiz yaşındayken ilk defa kurduğu ve iki yıl boyunca her gece yatmadan önce tekrar tekrar düşlediği tek hayali. İlerleyen zamanların amansız didinmeleriyle hep yorgun düştüğü gecelerde hayallerine yabancı bırakıp üstünü sımsıkı kapatan kalın tiftik battaniyesi usul usul açılmaya başlar.

Henüz bebekken hayatını kaybeden babasının kendi elleriyle yapıp armağan ettiğini düşlediği minik kulübeyi tekrar görür karşısında. Her gece yatmadan önce koşa koşa nasıl da tırmanırdı merdivenleri, kurduğu pembe hayallerinde. Hiçbir zaman birlikte evcilik oynayamadığı hasta annesiyle, oynarmış gibi yapardı düşünde fincan takımlarıyla. Sonra masalının en tatlı yerinde kahvesini yudumlarken annesinin gözlerine bakar ve gülümseyerek uykuya dalardı. İşte böyle yalın bir hayaldi, ak saçlı ninenin henüz sekiz yaşında iken kurduğu tek hayali. Taa ki annesi on yaşında hayatını kaybedene kadar. O geceden sonra bir daha hiç hatırlamak istememiştir minik fincan takımlarını ve babasının yaptığı küçük ağaç kulübeyi.       

Torunu ninesine fincanlardan birini uzatarak, “Nineciğim sana kahve getirdim, haydi birlikte içelim mahsusçuktan, olur mu?” der. Yaşlı ninenin gözleri dolar, oyuncaklara  bakar ve anımsamaya başladığı o günlere yeniden dalar. Yorgun göz bebekleri, ışıldayan yıldızlara dönüşmüş ve göz kırparak çınarın üstündeki ağaç evine bakmaktadır. Canlanır nasırlaşmış bedeni ormanın yeşilinde masmavi göle nazır küçük kulübede. Susmuştur, şimdinin tüm kemiren çığlıkları. Ve bağıra bağıra tekrar tekrar hatırlatır bulanık zihni, yıllardır bastırdığı ve üstünü örttüğü yegâne toz pembe hayalini.

Belki annemi görürüm ümidiyle hızlı hızlı tırmanmaya başlar merdivenleri, göğüs kafesindeki olağan hırıltı sesleri hiç duyulmaz. Açar ağaç evin küçük kapısını. Oyuncak pembe gül desenli fincan takımı ile çiçekli minderleri dizilidir yerde bıraktığı gibi. Annesi şirin bir minderin üzerinde gülümseyerek ona bakmaktadır. Oturur yamacına, kıpır kıpır havada uçuşan sevinçle birlikte. Eline bir fincan uzatarak, “Haydi yavrum birlikte kahvemizi içelim.” der. Tutar fincanı kırışmış elleriyle ve bir oh çeker yudumlarken kahvesini. Aslında buruşuk dudakları, kahveyi içermiş gibi yapmaktadır. Ninecik işte o saniyede kendi minik fincanlarıyla son evciliğini oynamaktadır.  

Sert ve kalın bir ses işitir aniden: “Anneee! Anne, yine daldın!” diye seslenir, yaşlı ninenin en büyük kızı. Son kahve damlası karışır belleğine ve irkilerek uyanır hayalinden. İniverir merdivenlerden hem kırgın hem buruk, hasta dizleriyle. Kimse sormaz ne dalgınlığın ne de süzgünlüğün sebebini.

Damadın sesi yükselir birden kendi arzularıyla dolup taşmış bir halde. Çoğalan heceleri ise ağzını bir taş ocağına döndürmüştür. Kabardıkça etraftaki seslerin hacmi kendi taşkınlıklarında, birer birer örtülür ağaç kulübenin üstü sert ve keskin kayalarla. 

Ak saçlı ninenin tek hayali de gömülür böylece birilerinin tıklım tıklım hırslarında. Üzgün ve perişan bir halde bakakalır bayram telaşına, çıkar tek düşünden. Ve dayar merdiveni ömrün bitişine düşsüz, yeniden…

Nezihat Keret

]]>
Wed, 16 Feb 2022 22:57:51 +0300 Şiir Reçeli
YÜZLEŞME https://edebiyatblog.com/yuzlesme https://edebiyatblog.com/yuzlesme YÜZLEŞME

 Duyduklarım karşısında kulaklarıma inanamadım...Geçmiş gözümün önünden hızla akmaya başladı birden...

Neler neler yaşamadık ki diye düşünüyorken , istemsizce akan gözyaşlarıma hakim olamıyordum...Demek buraya kadarmış diye hayıflandım.Umudun, sevginin, emeğin ve fedakarlığın karşılığı bu mu olmalıydı???

  Fakat heyhat hayat çok acımasız!!! Gözlerimin içine bakarak o söylediği sözler ,jest ve mimikler sahte miydi?,fikri beynimi kemiriyordu...Günler geçiyor  ama yaşadıklarım adeta bir kabus gibi üzerime çökmüştü...Nefes almakt zorlanıyordum..

  Sesssiz ve uzaklara daldığım bir gün ,bir an omuzuma dokunan bir el''Ve yeter artık kendini harap ettiğin,eğer canının bu kadar yanacağını bilseydin yine de onu sever miydin ? ''  sorusuyla yüzleşmem gerektiğini söyledi...

  Ardırdan ''Hayat kısa umudun ve heyecanın hep canlı olmalı '' dedi can dostum   BELHİ

]]>
Sun, 06 Feb 2022 10:29:21 +0300 Ayşe Atlı
ADI CAN OLSUN https://edebiyatblog.com/adi-can-olsun https://edebiyatblog.com/adi-can-olsun ADI CAN OLSUN

Sevimli,masum,sevecen bir bebek  dünyaya gözünü açtığında ismi ne olsun diye fikirler üretildi.Hiç bir isim onun bu karakterine uymazdı.Sonunda ailesi adı CAN olsun dedi. İsmi gibi hayata can olsun diye adı CAN konulmuştu.

Bebekliğini pek hatırlamaz kimse!.. CAN da bunlardan biriydi.Yavaş yavaş serpilip yürümeye ve konuşmaya başlayınca, herkes tarafından  ilgi  görmeye ve sevilmeye başlandı.Mahalle arkadaşlarıyla kaynaşmış kimi zaman toplanıp sokak başında arkadaşlarıyla sohbet eder,mahalle arkadaşlarıyla da hafta sonları  maç yapardı.

CAN,gençlik dönemine girdi.Ama bu yaşına kadar neler geçirdi?Bir derdi var mı?Paylaşmak istediği bir şey olur mu diye düşünen olmadı!...Yaşamdan ne isterdi?Hayali neydi?Bu  sorular hep içinde birikti.  Yaşam  zordu anlamıştı,anlamasına ama! ona destek verecek kimsede yoktu.

Can,herkese koşar herkesin işini görürdü.Yardımsever,hayata hep pozitif bakan,güler yüzlü hiç kimseyi kırmayan bir yapıya sahipti.Kimseye HAYIR! demezdi.Belki de bu yüzden hep kendini yorgun hissediyordu. Herkese koşan ama kendini unutan bir yapıya sahipti…

Her yaz tatilinde akranları tatil yaparken o ise hep çalıştı.İlk,Orta,Lise derken okul bitti. Askerlik zamanı geldi çattı.CAN şöyle geriye dönüp baktı.Yaş  olmuş YİRMİ dedi kendi kendine.Ne oldu?Nasıl geçti zaman?Neler yaşadım? Gibi  sorularla biraz geçmişe bir yolculuk yaptı.Aklında deli sorular ve hiçbir zaman çözümlenmemiş cevaplar vardı…

Yaşam o kadar çabuk geçiyor ki,kimse nasıl geçtiğini ve nasıl geçeceğini bilemez oluyor.Can,kendi doğduğu topraklardan biraz uzaklaşmak ve kendi yaşamını daha iyi idame ettirmek adına,şehir dışına gider.Gittiği şehre çabuk alışır ve çalışmaya başlar.Kendine göre bir ev kiralar sabah işe,akşam eve gelir.İzin günlerinde bazen arkadaşlarını ziyarete gider.Yaşamını iyi idame ettiren,haytalık peşinde koşmayan ve herkes tarafından sevilen biri olarak alışır oranın yaşantısına. Gel gör ki!Can düzenini kurduğu,Alıştığı, Gürültüsüne bile katlandığı bu şehirden gitmek zorunda kalır.Aradan geçen onca seneden sonra  memleketine ailesinin yanına  döner.Hiç bir şey yıllar önce ardında bıraktığı şehir gibi olmayacaktı.Sadece şehir mi;Hayır!İnsanları bile yabancı gelecekti .Ne de olsa doğup,büyüdüğü şehirdi burası.Alışmayacak ta;ne yapacaktı?İş bulması gerekiyordu ama burası büyükşehir gibi iş imkanı çok olan bir şehir değildi.Mücadele verdi her defasında,çalmadık kapı bırakmadı ama!İş yoktu.buna rağmen manevi olarak bir işe sarıldı hem çevresine hem de ailesine faydalı bir birey olup,her defasında  yardıma koştu.Her daim insanların ve ailesinin gönlünde köprü kurdu…Büyük,küçük herkesle iyi geçinir onlarla iyi anlaşırdı.Yediden yetmişe herkes onu çok severdi…

Can’ın ailesi onunla gurur duyardı.Oysaki, CAN  yaşamdan eskisi gibi tat almaz ve hep üzüntülü bir şekilde yaşamına devam eder oldu.Yaşayacağı ömürde sadece  küçük mutluluklarla kendini avutacak ve zaman böylece akıp gidecekti …

Ve CAN,

Her zamanki gibi yine  kendi kabuğunda,temiz kalbi  ile  yaşayıp gidecekti…

]]>
Sat, 05 Feb 2022 15:43:51 +0300 KUM SAATİ YAZARI
KANLI PAPATYA 3.BÖLÜM https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-3bolum https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-3bolum 3.BÖLÜM


”Gerçekle olmayan düşünceler arasında sızan su damlasıyım…”


Her şeyin yokluğuna alışılır olmasını yeni yeni öğreniyor insanoğlu kaybettiklerinin farkına geç olsa da varıyor. Uyumaktan korkuyorum artık uyuyunca biliyorum ki rüyama gireceksin ve seni sevmeye başlayacağım. (Of yine kafamda bir ton sorular polis karakolunda sabahlamak iyi fikir değildi her yerim uyuşmuş resmen gel de şimdi sorguya gir bu halde neyse ben hallederim.) Mutfağa gidip kahve alıp içince kendime gelirim diye düşünmüştüm o sırada 
_O abi günaydın.
_Sana da günaydın Uğur. 
_Acil sorgu odasına gelmen lazım. 
_Yine ne oldu saçma sapan şeyler için çağırıyorsan bak bozuşuruz.
_Yok abi Mira cinayeti ile lgili bir kadın ifade vermeye geldi oldukça güzel bir hanımefendiydi.
_Yine zevzek zevzek konuşmaya başladın senin ortan yok mu bunu hala bulamadım. Neyse gidelim bakalım kimmiş öğrenelim.


Duygularımın karmakarışık olduğu bir an daha  her şey sanki yeni başlıyormuş gibi bitti sanıyordum aslında yeniden başladığını hissetmem garip kapıyı açtığımda neyle karşılaşacağımı bilemiyordum ne hissederim acaba hüzün mü yoksa öfke mi ? en çok öfkemin beni öldürmesinden korkuyorum. Biraz zor olsada kapıyı açtım ve
_Senin burada ne işin var.
_Seni görmeye geldim. Nasılsın?
_Gördüğün gibi toparlanmaya çalışıyorum. Sen neden burdasın?
_Katili hala bulamdın değil mi? 
_ Araştırıyoruz ama onu yakında bulacağım.
_Egemen o gün olanlar hakkında bilmediklerin var. Katil çok yakınında olabilir.
_Yoksa katil sen misin?
_Yanılıyorsun işte buraya seni uyarmaya geldim. Beni suçladığında neyin farkına vardım biliyor musun?
_Bana kelime oyunları yapma ne söyleyeceksen söyle artık yoksa seni tutuklarım.
_Böyle bir şeye iznin yok bunu ikimiz de biliyoruz. Mira ölmeden önce sana anlatacakları vardı bunu söyleyemem ona bir söz verdim. Ve düşünüyorumda iyi ki söz verdim sen benden bildin ölümünü en yakın arkadaşından. Ben yapsaydım ayaklarına kadar gelmezdim. 
_Erina abuk sabuk konuşup daha çok sinirimi bozuyorsun.
_Egemen sana son kez söylüyorum katil ben değilim. Ben gidiyorum umarım dediklerimi dikkate alırsın. Gölge’yi  öp benim yerime annesiz kaldı tıpkı o  bebek gibi.

2 HAFTA ÖNCE


_Abi adli tıp uzmanı otopsi raporunu hazırladı gidip bir bakalım.
_Hadi gidelim.

Bu kapıdan el ele çıktığımız günleri hatırlıyorum hepsi yarım kaldı.Bana bakışları, gülüşleri aklıma kazılmıştı.Şimdi hiçbiri benimle birlikte değildi.Allah kahretsin alışamayacağım onsuzluğa keşke ona son bir kez daha sarılsaydım, kokusunu içime hapsetseydim.Bunları söylemek için bile geç kaldım o kadar çok özlüyorum ki şimdi istesem de ulaşamacayağım yerde bunları düşünerek pişman oluyorum. Odanın kapısına yaklaştıkça ben içeri girmek istemiyordum ne yazık ki girmek zorundaydım. Cesaretimi topladım. Kapıyı açtım. Ufak adımlarla içeri girdim.
_Merhaba 
_Merahaba Egemen Bey.
_Mira’nın otopsi sonuclarını öğrenmek istiyorum.
_Mira hanımın çeşitli yerlerinde yaralanmalar olmuş en çok karın bölgesine vurulmuş ve bebeğiniz ölmüş Mira hanım yaralanmalara dayanmış fakat boğaz bölgesinde yaralanmaları fazla boğularak ölmüş.
_Bebeğimizin olduğunu bilmiyordum nasıl benden saklar. Ona el kaldıramazken bile bunu her kim yaptıysa bulduğumda çok fena olacak. Bu otopsi sonuçların kopyasını odama gönderilmesini istiyorum.
_Tamam Egemen Bey.
Kapıdan çıkarken cesedini gördüm hala yüzü solmamış beni görüp görmediğinden emin değilim bu hayat  onsuz geçmiyor bunu her kim yaptıysa söz veriyorum bulacağım sevgilim.

]]>
Thu, 03 Feb 2022 14:31:10 +0300 Aleyna Burçin Gökçe
NOVELLA https://edebiyatblog.com/novella https://edebiyatblog.com/novella Tue, 01 Feb 2022 15:29:23 +0300 EdebiyatBlog SARHAS'IN KAYIP MEKTUBU https://edebiyatblog.com/sarhasin-kayip-mektubu https://edebiyatblog.com/sarhasin-kayip-mektubu 1900'ün ilk sabahı... Yoğun kar pencereme damlıyor envai çığlıklarla, ruhum yanan sobamın közleriyle kül oluyor, tek göz odada, bakıcı Dimitri Lavyan'ın küflenmiş evinde kalıyorum, okulu bıraktım, gülümsemeyi ve aynaya bakmayı da... Yemek yiyemiyorum artık, masamın üzerinde özgürce yükselen mum ışığı sönmeye yüz tutmuş, karanlığım bile dinlemiyor beni... Bütün varlığım, ailem, saçma bir miras kavgası yüzünden toprağın altında... Alatyovva ailesinin nefese tutunmuş tek varlığıyım, tuhaf geliyor bu durum bana... Ölmeyi en çok ben isterdim oysa, fakat Tanrı'nın gazabını gördüm, yaşamaya şükretmek zorunda olmayı ailemi kaybettikten sonra anladım, eğer hayattayken yaşama tutunmazsan, ölmek istersen alır sevdiklerini yanına... Bu bir ceza mı bilmiyorum, fakat yalnızım, üşüyorum... 

Yılkovlar'ın orta yaşlı Spynada'sı peşimde, fakat ben tuhaftır ki korkuyorum... Daha birkaç ay öncesine kadar Tanrı'ya "Al canımı" diye yalvarırken şimdi yaşamak için saklanıyorum, bir acizin daralmış ruhu var etrafımda dolaşan... 

... Gerektiğinden fazla bağlılık acı veriyor çünkü bana, bu yüzden çevrem kalmadı, kimsem yok, sadece soyut şeylere tutunuyorum hayatta kalmak için, birinin sırf benim yüzümden ağlamasını gördükçe kendimden tiksiniyorum, sırf birisi benim yüzümden kırıldı diye günlerce düşünüyorum, eğlenceli biri gibiyim her zaman da öyle görüneceğim, önceden sevdiğime sıkıca tutunup hayatta her şeyiyle ilerleyeceğiz diye birbirimize söz verdiğimiz zamanları düşünüyorum her gece, o anıları nasıl gömdüm, nasıl yaktım, nasıl paramparça ettim biliyor musun? Hepsinin acısına  direnerek ama artık korkuyorum, her şeyden çünkü tutunabileceğim soyut şeyler de kalmadı, hayallerim soluyor, yazmaya takatım, medetim bile yok, değersiz değilsin diyor ruhum bana buna emin ol, sadece ben yalnızlığa çok alıştım diye cevap veriyorum, dört yıldır, dile kolay dört yıldır birkaç kişi dışında konuştuğum kimsem yok, mektuplaştığım kişi sayısı bir elin parmağını geçmez, yine de buna rağmen ben hep kendi benliğimi unutmaya çalıştım, kendimi acındırmak için demiyorum bunu emin ol, her şeyiyle kaybettiğim insanların anılarını içim yana yana zihnime kutsal birer emanet gibi sakladım. Seninle en sevdiğim kitabı bile paylaştım ve emin ol bunu sadece sana yaptım, çünkü güvendiğim kişilerle paylaşmak güzel hissettiriyor, sonra kitap kararı verdik, ben daha önce geçmişim dışında kimseye kitap okuma teklifinde bulunmadım, evet farkındayım bu konuda geç davrandım, o gün o kitabı alıp ne kadar olursa olsun okumaya başlamalıydım, fakat yanımda gerçekten o kadar yoktu ve birini buldum adresimi verdim kimse de gelmedi, gelene de kapımı açmadım... Çünkü peşimdelerdi, sonra kar yağdı yollar gerçek anlamda kapandı, fayton seferleri bile iptal oldu, buna bence duyumlarda şahit oldun sende, iki gün de bu yüzden çıkamadım, yani uzun lafın kısası sen değersiz ya da soğukta kalmış birisi değilsin, aksine ben öyleyim, çünkü bu şekilde benim yanımda duran herkesi karanlığa ve soğuğa çekiyorum, bu sözü onlarca kişiden duydum, şimdi umarım anlatabildim, acıtmaktan, kanamaktan yoruldum, asıl değersiz olanın kendim olmasını bir kez daha bu sayede senden duydum... 

Acı ruhum bana... 

Medet et... 

Gözyaşlarımı içime akıtmama müsaade etme... 

Dokun omzuma, ağla benimle... 

Ama soğukta bırakma beni... 

Üşüyorum çünkü...

Bu beni korkutuyor... 

Yalvarırım sana bırakma beni ruhum... 

Senden başka kimsem yok..."

... Karanlığın Mektubu adındaki kitabımdan alıntıdır... 

]]>
Sun, 30 Jan 2022 18:02:17 +0300 Muhammet579_
EVİMİN AĞIRLADIĞI ,GÖNLÜMÜN DEĞİL ! https://edebiyatblog.com/evimin-agirladigi-gonlumun-degil https://edebiyatblog.com/evimin-agirladigi-gonlumun-degil Evimin Ağırladığı ,Gönlümün Değil !!!

 Kalbimi kıra kıra gitti bir elveda demeden yıllar önce…Hiç bir şey olmamış gibi “akşama sendeyiz  güzel yemeklerini özledim “diye aradı.Müsait değilim demeye fırsat vermeden telefonu kapattı.

   Ne yapacağımı şaşırdım,sandalyeye oturup ellerimin arasına aldım başımı.Burnumda hafif  sızı.Nasıl kaldıracağım karşılaşmayı Off Off…Yüzsüzlük mesleği olmuş sanki yemeklerimi çok özlemiş miş…

  Arayıp müsait değilim demeye karar verdim.Telefona baktım.Arayan numara gizli.Yanında gelecek olan kim ya da kimlerdi acaba?

  Annemin kodlamalarını. Hatırladım”Evine gelen kimse kendini değerli hissetmeli bu öncelik ona değil ,kendine verdiğin değerdir.”Ama bu kez ağır hem de çok ağır geldi gönlüme misafir ağırlamak.

  Evimde ağırladım gelenleri resmî biri şekilde..Benim için de bir yüzleşme oldu yüzsüzle…İşte dedim misafir var misafir var…Sonuçta kaderde bunu da yaşamak varmış Evimin ağırladığı ama gönlümün ağırlamadığı misafir…Belhi 

]]>
Wed, 26 Jan 2022 19:57:13 +0300 Ayşe Atlı
GÜNAHKAR https://edebiyatblog.com/Dilara-Esen-Üstündağ-1549 https://edebiyatblog.com/Dilara-Esen-Üstündağ-1549

Elindeki ekmek poşeti bir ileri bir geri savrulurken içe içe olan kalabalık binaların arasından kaygısızca geçip gidiyor, uzun yürüyüşünün ardından topal bacağı artık onu taşımakta güçlük çektiği için oturması gerektiğinin sinyallerini veriyordu. 

Ağrısını unutmaya çalışarak biraz daha ilerledi. Evine varmasına az kalmıştı. Tek isteği bir an önce evine gitmek ve koltuğuna yayılıp planına kaldığı yerden devam etmekti. 

Kafasındaki şapkayı yüzüne doğru çekiştirdi. Bu aralar fazlasıyla dikkatli olması gerekti keza tüm planları suya düşebilirdi. 

Kafasını sağa sola salladı. Bu hareketi iç sesine olan cevabıydı. 

Derin bir nefes aldı ve köşeden gözüne çarpan evine aksak adımları ile vardı. Apartman kapısı ardına kadar açıktı. Giriş kattaki dairesine seri hareketler ile girdi. 

Artık rahat bir nefes alabilirdi. 

Kafasındaki şapkayı çıkartıp fırlattı. Salona doğru ilerlerken ekmek poşetini küçük sehpaya bıraktı ve geniş koltuğuna yayıldı. 

İçerisi sigara kokusundan geçilmiyor, dumanı etrafa adeta pus çöktürerek tüm hakimiyeti ele alıyordu. 

Umursamadı yaşlı adam. Neticede bu dert edeceği son şey bile değildi... 

Sıkıntıyla yüzünü ovuşturdu. Fazlasıyla yorgun ve bitkindi. Biraz uyusa bir nebze kendine gelebilirdi. Yerine iyice yerleşen adam gözlerini kapatacağı esnada karşıdaki koltuğun altından kendisine göz kırpan albümü gördü. 

Gözüne ilişen albüm yaşlı adamı meraklandırmıştı. Yavaş hareketler ile yerinden doğruldu. Usulca ilerledi ve yerdeki tozlu albümü eline aldı. 

Daha kapağını açmıştı ki gördüğü fotoğraf ile olduğu yere çöktü. 

Bir eli fotoğrafın üzerinde acelesizce gezinirken diğer eli dolan gözlerini siliyordu. 

Gözlerini dikkatlice fotoğraftaki yüzlerde gezdirdi. Birbirinden heyecanlı, saf bir masumluk ile dudaklarına konmuş tebessümleri güneşli havadan bile daha iç açıcı ve pirüpak idi. 

Bu güzel yüzler onun öğrencileriydi. Ve yanlarındaki yüz ise öğrencilerinin yanında gururla duran tazecik bir öğretmen... 

Bir hıçkırık koptu boğazından. Eskimeyen ve değişmeyen tek şey fotoğraflardı. Ne yazık ki fotoğraftaki adam ile fotoğrafa bakan adam arasında aşılamayacak farklar vardı. 

Önce ela gözleri ile buluştu gözleri. Tüm canlılığı ve heyecanı ile bakan ela gözleri şimdi o canlılığı silmiş güzel gözlerine yaşanmışlıkların acısını nüksettirmişti. 

Eski gülüşünü şimdiki kayıpları gölgelemiş,  kumral saçlarına düşen aklar adamı çökertmişti. Dal gibi olan adam şimdi kilo almış ve kendini umursamayan bir adam olmuştu. 

Usulca düştü gözyaşları. Ne acıdır kendimizi tanıyamayacağımız hâle getirmek... 

Bir sayfa çevirdi yaşlı adam. Koca bir ömrüne mâl olan fakat yalnızca iki parmağının ucunda bulunan bir sayfa... 

Ve olanlar oldu. Gözlerinden akan yaşlar bir anda kesildi. Yumuşayan kalbi tekrar nasır tutmuş sertliğine geri döndü ve gördüğü suret ile o katil yanı tekrar gün yüzüne çıktı. 

Tüm masumluğunu kaybeden yaşlı adam gördüğü suret ile içinde alevi harlanan bir ateşe durmadan odun atmaya başladı. 

Bu ateş onu yıllardır yakıyordu. Şimdi sıra onu yakanları yakmaya gelmişti! 

Sevdiği kadını elinden alan herkesi bir bir öldürecekti! Bunun için çok beklemiş ve nihayet amacına ulaşmıştı. İlk zaferini kazanmıştı bu adam. Şimdi sıra zaferini ölümsüzleştirmekti.

Onu hor gören herkes şimdi onunla hesaplaşacaktı. Bu adamın kazandığını herkes görecekti! Bu adam herkese gününü gösterecekti! 

Bu zavallı günahkar beden kazandığını zannederek kendisi ile beraber herkesi öldürecek ve asıl kendisi ile olan savaşına yenik düşecekti. Fakat bunu hiçbir zaman anlamayacaktı... 

Yıllar önceydi. İlk göreve başladığı okulda güzeller güzeli meslektaşını görmüş ve daha gördüğü an vurulmuştu ona. Hiç unutmuyordu onu ilk gördüğü anı. Siyah bir kalem etek ve siyah bir ceket giymiş, adeta bir kuğuyu andıran incecik boynuna kırmızı fularını bağlamıştı. 

Öğrencileri ile beraber gülüp eğlenen kadın her geçen gün biraz daha kazınmıştı adamın biçare yüreğine. Merhameti, sevgisi, süzüle süzüle geçip giden endamı ile kor misali yakıyordu adamı. Ve bir gün artık o kor içine sığmaz olmuştu adamın. 

Her şeyi göze alarak kadının karşısına çıkmış ve tek nefeste anlatmıştı ona olan duygularını. Derin bir sessizlik ve çaresizlik içinde bir cevap beklerken nihayet istediği cevabı almıştı ay tenli Ayten'inden. Ayten de onu seviyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen hayalleri sonunda gerçeğine kavuşuyordu. Artık yazdığı hayallerini yaşama sevinci ile buluşturacaktı ki önüne çıkan engel ile ona gülen şansı arkasına bile bakmadan onu terk edip gitmişti. 

Uzun süre beraber olduğu sevdiği ile evlenme kararı almışlardı ki sevdiği kadının ailesi topal olduğu için onu kızlarına yakıştırmamış ve bu evliliği onaylamamıştı. Genç aşıklar ne kadar dirensede ailenin önüne geçememiş ayrılmak zorunda kalmışlardı. 

Ayrılsalarda birbirlerinden asla vazgeçmeyen genç çift Ayten'in ailesinin Ayten'i başka bir adam ile evlendirmeye kalkması ile asıl vurgunu o zaman yaşamışlar ve gerçek ayrılığın acı tadını işte o zaman tam anlamı ile tatmışlardı. 

Hiçbir şekilde görüşemeyen genç çift Ayten'in zoraki evliliğinin ardından tüm umutlarını kaybetmiş ve her ikiside hayattan tam anlamı ile soyutlanmıştı. Her gün sevmediği bir adam ile gözlerini açmak Ayten için mide bulandırıcı bir durumdan öteye gitmiyordu. 

Ve bir gün gözlerini bir daha hiç açmamak üzere kapattı. Sevmediği bir adamla yaşamaya daha fazla katlanamayan ay tenli Ayten gündüzü geceye boğarak intihar etti... 

İşte o an yemin etti bu adam. Ay tenli sevdiğini ondan çalanlar ve genç yaşında toprağa gömülmesine izin verenleri öldürmeden rahat etmeyecekti!  

Ve sözünde durdu. Sevdiği kadının ölmesine sebep olan her kim varsa o da onları tek tek öldürdü. İçinin yangını sönene dek durmadı ve durmayacaktı. Bu gece sondu. Bu gece son kişininde canını alacak ve ruhu huzura erecekti.  

Ağrıyan şakaklarını ovuşturdu. Ne zaman eskileri düşünse aklı başından gider, her an o anları tekrar yaşıyormuşcasına kahırla dolup taşardı. Bir kez daha buğulandı ela gözleri. Ne yapıyordu şimdi ay tenli sevdiceği? Kızıyor muydu ona bu yaptıkları için yoksa üzülüyor muydu bu aciz kalbinin düştüğü çaresizlik için? 

Derin bir nefes aldı yaşlı adam. Hava kararmıştı. Biraz daha oyalanıp çıkabilirdi artık evinden. Bugün bu son ve ölümsüz zaferi olacaktı. Artık tamamen kazanacaktı...

İçinde hissettiği amansız heyecana mani olamadı ve tek seferde yerinde doğruldu. Koltuğun üzerindeki siyah hırkasını alıp usulca giydi. Telaşsız hareketleri zaferinin tadını çıkarmaya başlamasındandı. Acelesi yoktu. Son adımını büyük bir titizlik ve keyif içerisinde atacaktı. 

Şapkasını fırlattığı yerden alıp başına geçiren adam hırkasının fermuarını boğazına kadar çekti ve cebindeki siyah deri eldivenlerini ellerine geçirdi. Arabasının anahtarını cebine attı ve son kez göz gezdirdiği evine bir daha gelemeyecekmişcesine baktı. Artık yolun sonuydu. 

Daha fazla oyalanmak istemeyen adam evden çıktığı gibi arabasına atladı ve gideceği yerin yolunu tuttu. Zifiri karanlık yollara çökmüş ölüm için bu adamı çağırıyordu. Evet, ölüm için güzel bir gece idi... 

Vardığı tek katlı evin biraz gerisinde durdu. Issız yolda kimseciklerin olmaması yaşlı adamın işini kolaylaştırıyordu. Ya da o hiç kimsenin olmadığını sanıyordu(!)

İndiği arabasını kilitledi ve kapşonunu kafasına geçirip tekinsiz sokakta ilerlemeye başladı. Gireceği ev bahçeli ve tek katlı olduğundan işi sandığından daha kolay olacaktı. Etrafına son bir kez göz gezdirdi. Bugün üstünde farklı bir şey vardı. Bugün bu adam içine sığmayan heyecanı ile kendine şaşırıyordu. 

Bitmek bilmeyen düşüncelerini aklından sildi. Şu an odaklanması gereken çok daha mühim bir mesele vardı. Derin bir nefes aldı. Hırkasının cebinden çıkardığı maymuncuk ile kapıyı açmaya çalışan adam bir müddet oyalanmış ve sonunda kapıyı açmayı başarmıştı. 

Sessizce ilerlediği evin içerisindeki sıcaklık yüzüne vuruyor ve şu an tahminen mışıl mışıl uyuyor olan adamı bir an önce gebertmek istiyordu. Odaların kapılarının açık oluşu adamın işini kolaylaştırırken odalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor ve gözleri öldüreceği adamı delicesine arıyordu. 

Karşıdaki kapısı aralık olan odaya doğru ilerledi. Sadece orası kalmıştı. Avına sessizce yaklaşmayı sürdüren adam usulca geriye doğru itti kapıyı. Köşedeki tek kişilik yatakta sırtı dönük bir şekilde uyuyan adamı görünce yüzünde canice beliren sırıtışına engel olamadı. 

Temkinli adımlar ile yaklaştı yatağa. Bu yatak ile beraber bu adamı diri diri yakma isteği yaklaştığı her an dahada büyüyordu içinde. Derin bir yutkunma sesi duyuldu. Heyecandan titreyen ellerine hakim olamayan adam içinde büyüyen amansız cesareti ile yataktaki adama yöneldi ve tek hareketi ile döndürdüğü adamın boğazına yapıştı. 

"Son duânı et! Öldüreceğim seni!" 

Gözünün dönmesi ile kimin boğazını sktığının farkında olmayan adam yüzüne yediği ani yumruk ile sendelemiş ikinci yediği yumruk ile topal bacağı dengesini kaybedip tökezlemişti. 

"Kaldır ellerini polis!" 

Yataktan, dolaptan ve kapının arkasından çıkan polisler etrafını kuşatırken kendisine doğrulan silahlar ile şaşkınlığına engel olamayan yaşlı adam nutku tutulmuşcasına etrafına bakıyordu. Nasıl yani? Takip edilmişti ve bunu fark etmemişti öyle mi? 

"Bu sefer yakayı ele verdin ha öğretmen?" 

Duyduğu cümleyi idrak etmekte zorlandı. Bu an gerçekten gerçek miydi?

"Takın şuna kelepçeyi hadi!" 

Bağıran polisi duymayan yaşlı adam kulakları sağır edecek bir sessizliğe hapsolmuştu. Hâlâ ne olduğunun farkında değildi. 

"Hayır..." Zorlukla fısıldayan adam mırıldanmaya devam etti. "Hayır daha bitmedi..." Ela gözlerine dolan yaşlar bileklerine geçen kelepçe ile birer birer düştü yanaklarına. 

"Bitti artık öğretmen! Artık hiç kimsenin canını alamayacaksın!" 

Dışarıdan duyduğu siren seslerini yeni duymaya başlayan yaşlı adam aynı zamanda yüzüne yediği yumrukların acısınıda şimdi hissetmeye başlıyordu. 

"Olmaz... Beni götüremezsiniz!" 

Son anda yüksek çıkan sesi ile kendisini atmaya başlamış ve delirmişcesine bağırmaya devam etmişti. 

"Beni götüremezsiniz! Ben o pisliği öldürmeden beni hiçbir yere götüremezsiniz!" 

Kendini yerden yere atan yaşlı adamı tutmaya çalışan genç polisler adamın söylediklerini duymamazlıktan gelerek ilerletmeye çalışıyorlardı. Öğretmen yolun sonuna gelmişti. Artık buradan dönüşü yoktu. Zaferini ölümsüzleştirememişti. 

"O benim sevdiğim kadını çaldı! O benim sevdiğim kadını öldürdü! Bende onu öldüreceğim!" 

Polis arabasına binmeden evvel bir ses yankılandı göklerde. Etrafı bembeyaz hâle getiren bir şimşek çaktı önce. Ve sonra yıllardır hasreti ile yanıp tutuştuğu sesi son kez duydu öğretmen. 

"Sevgi;can almamalı sevgilim..."

Ve bir haykırış koptu öğretmenden. Semaya doğru yükselen aciz bir haykırış. Bitmişliğin ve çaresizliğin derin duygular ile vuku bulduğu aciz haykırış... 

Delicesine çakmaya devam eden şimşekler ve yağmaya başlayan yağmur bu gece öğretmen ve sevdiği kadın için ağlayacaktı. Her şey buraya kadardı. Öğretmenin intikam oyunu daha bitmeden bitmişti...

]]>
Sun, 23 Jan 2022 21:59:39 +0300 Dilara Esen Üstündağ
Hokus Pokus 17.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-17bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-17bolum Thu, 20 Jan 2022 15:40:44 +0300 Edanuryd KİMSESİZLİK https://edebiyatblog.com/kimsesizlik-1509 https://edebiyatblog.com/kimsesizlik-1509     Uzun yılların ardından , tek başına kaldığı bu tek odalı evde, aynada gördüğü kendi aksinden başka , hiç nefes yoktu. Yazdığı kitapları , rafda yerli yerinde duruyor, üzerindeki toz zamanın hangi tarihinden kalıpta biriktiği konusunda bir fikir vermiyordu. Boş gözlerle baktı herbirini, sıradan tarayarak. Eşi hayatta olsa değil toz , esamesi bile okunmazdı.  Onu kaybettiği yılları bile saymayı bırakmıştı artık,  kendi yaşıyla bile ilgilenmezken.

    Şöhretin, kalabalığın, çocuklarının ,  çok güzel geçen yılların , dinlenme hediyesi şu anki yalnızlığı idi. Arada meraklı bir okuyucu yada röpörtaj  için gelen birileri haricinde kapısı pek çalmazdı. Oğlu, dostlar alışverişte görsün misali, bayramdan bayrama on dakikalığına uğrardı.  Oğluyla arası her zaman iyi olmuştu ama annesinin ölümünden sonra biraz uzaklaşmışlardı birbirlerinden. Oğlu hiç evlenmemiş,  ünlü bir yazar olmuştu ama, topladığı kalabalık içindeki kimsesizliği yok edememişti.  Hiç bir zaman sorunlu bir çocuk olmamıştı, mutluydu da.  Ama yıllar içine yazma aşkını ekledikçe, insanlara olan ilgisini de  eksiltmişti. 

    Kendi haline koyduğu isim yalnızlık, oğlunun ki ise kimsesizlikti.  O dolu dolu yaşamıştı bu hayatı ya oğlu. Genç yaşta, ilk romanıyla üne kavuşmuş , hatırı sayılır paralarda kazanmıştı ama öyle evinde kendi halinde yaşayan  biyolojik yaşı genç, ruh yaşı ihtiyar bir adama dönüşmüştü.  Son günlerde bu konu aklından çıkmıyordu. Ne hata yapmıştı oğlunu yetiştirirken,hangi duygusunu eksik bırakmıştı? Bu konuyu oğluylada konuşmuştu ama dişe dokunur bir cevap  alamamıştı. Günlerce düşündü ve bulduğu tek cevap, kendi ününün ve hareketli hayatının içinde oğlunu eksik bırakmıştı. Hafta sonları biraraya gelinen kahvaltı ve öğleden sonra ailece yapılan klasik etkinlikler. Oğlunun okuluna hiç gitmemişti mesela, maçlarına, yada başka bir şeylere. Bir düzine ebeveynlere ders veren  yazdığı kitap vardı ama gözünün önündeki kendi çocuğuna baba olamamıştı.  Çocukluğunda ve gençliğinde kimsesiz bıraktığı oğlu şimdide kimsesizlik içinde kendi romanını yazıyordu. 

   Oğluna telefon açtı. "Oğlum artık birarada kalsak olmaz mı? İkimizde yalnızız. "  Oğlu sessizdi.  Ne demeliydi bilmiyordu, kırmakta istemiyordu. Belki babasının son günleriydi. "Tamam baba. Ama sen bana taşın, senin eve sığamayız." Baba mutluydu. Hızlıca dertop ettiği valiziyle yarım saate oğlunun kapısındaydı. Bir dakika bile kaçırmak istemiyordu. 

   İçeri girdiğinde evin temizliği ve düzeni karşısında şaşırırdı. Annesi gibiydi. 

-Annen gibi düzenlisin.

-Nerde baba, bu gün temizlik günü, tesadüf ettin. Teyze daha yeni gitti. Nerden çıktı bu birlikte oturma merakı..

   Baba uzun uzun duygularını anlattı, eksik bıraktıklarını. Oğlu bilinçsizce daldı, babasına gülümsedi. 

- Baba inan ben bunların eksikliğini hiç duymadım. 

- Pekiyi oğlum, neden yalnızsın.

-Babaaa ,  sende yazarsın anlaman gerek. Yazmak için yalnızım.

- Yapma oğlum yalnız olabilirsin ama kimsesizlik ayrı. Bir sevgilin bile yok. 

- Oldu ama şu an yok. Samimiyetsiz , ün sevdalısı buluyor , ondan vazgeçtim.

   Babası  birşey söylemedi. Belliki oğlu çok konuşmak istemiyordu. Odasına geçti. Kapısı çaldı.

-Baba ben ölüyorum. Direk böyle demek istemezdim ama nasıl olsa öğreneceksin. Uzun konuşmalar yapmak istemiyorum. Sadece sönüm yakın bunu biliyorum.

    Babası sustu sustu. Oğlu kapıyı kapatıp çıktı. Öylece kaldı. Kimsesiz dediği oğlu şimdi onu kimsesiz bırakıp gidecekti. Ağlamak istedi ama olmadı. Sadece ılık nefesinin azaldığını hissetti. 

]]>
Wed, 19 Jan 2022 22:37:05 +0300 Gülbeyaz Gürsoy
Portakal Çiçeği https://edebiyatblog.com/portakal-cicegi https://edebiyatblog.com/portakal-cicegi Yaşam gezinen bir gölgeden ibaret zavallı bir komedyen, bağıra çağıra saatini doldurur sahnede ve bir daha duyulmaz olur sesi; bir ahmağın anlattığı masaldır bu, avazı çıktığınca, hiddetli ve hiçbir anlamı olmayan.

Giriş

"Yorgunum!" dedi umutsuzca fısıldayarak. Gözleri gözlerimin içine yuva yapmış kuşların neşesi kadar parlak ve cazibeliydi de, fakat yorgundu gerçekten, sevmekten mi yorulmuştu sevilmekten mi, bilmiyordum. Her an karşıma dikilip "Yürütemiyorum!" demesinden korkuyordum, hayatımda bana bu kadar benzeyen birini bulduğum için şanslı olmalıydım herhalde, bu nedenden onu asla bırakmamalıydım, onun da beni sevmesi, sıkıca sarılması gerekirdi, son zamanlarda çok fazla düşünmeye başlamıştı. Yoksa gerçekten sevmiyor muydu beni? Derin bir nefes aldım, belli ettirmemeye çalışıyordum ama yine de titriyordu ellerim. Korkumu bastırmak adına sertçe yutkundum ve gülümsedim. 

"Neler yaptın bakalım bugün?" Dizlerimin acıyla sızladığını hissettiğimde karşımda beni ağlayarak izleyen annemi gördüm. 

Gülümsedim sadece, ben halimden memnundum, annem neden ağlıyordu bilmiyordum. Sakince uzanmaya çalışıp tabletimi iyice sıktım. Sıla'da yatıyordu yatağında, her şeyden sıkılmış gibi bakıyordu gözlerime. Dudaklarını kıvırdığında düşüncelerimin oyunlarına kanıp bir türlü odaklanamamıştım. 

"Neyin var portakal çiçeğim?" 

Sesimin olduğunca çatallı çıktığından adım gibi emindim, gerçekten bir şeyler yolunda değildi ve sanki vücudumu beynim yerine kalbim yönetiyormuş gibiydi, kilit vurulmuştu tüm düşüncelerime, kulaklarımın yanında biri fısıldıyordu, aslında bağırıyordu, içimi yakıyordu bu ses ama bunu benden başka kimse duymuyordu, öyle olmaz mı zaten genelde, ortada yaşamdan sıkılmış biri olur, ailesi baskı yapar, okulu berbat geçer, hiçbir enerjisi kalmaz... yine de tüm bunlara rağmen yolunu kaybetmemiş gibi yürümeye devam eder... hangi yönün doğru olduğunu da bilmez, gözyaşlarına sığınır ve yürür sakin adımlarla, yolun sonu onun için bir kurtuluştan ziyade hiçtir, yıkılmış hayatının kocaman bir hiçliği...

"Hiçbir şeyim yok!" Sıla içini çektiğinde saniyeler sonra gözyaşlarına boğulacağını biliyordum. Sakince tabletin etrafını sıkıp "Anlat portakal çiçeğim, seni kim üzdü?" diye fısıldadım. Birine çok iyi olduğu zaman sormazlar ya umursamaz, böyle kötü anlarında ağlayan birini görse dayanamaz ve hıçkırmaya başlar gözlaşlarıyla... öyle işte Sıla'da tam böyle, ona bağıran kim olursa olsun, cevabını veremez, gözlerini karşısındaki insanın yüzüne dikip öfkeyle soluyamaz, sonra odasına çekilir ve saatlerce ağlar... tek fark bu işte aramızdaki, ben asla Sıla gibi değilim bu konuda, kim ne derse desin cevabını veririm, ağlamam öyle kolay kolay hiçbir söze, inkisâra. Ama ne oluyor bana bilmiyorum, Sıla karşımda ağlamaya başladığında gözyaşlarım istemsiz dökülüyor, yanaklarımdan süzülüp öylece selam çakıyor zeminime. 

"Bugün her şeyi unutmak istiyorum Yiğit, yanımda olmanı ve sana sıkıca sarılmayı istiyorum."

Gözyaşlarımı fark etmemesi için tableti yere düşürmüş numarası yapıp sakince ellerimin tersiyle siliyorum tüm ıslaklıkları, yüzüme sahte bir tebessümü ekliyorum zorla. 

"Ben, bunun olmasını çok isterdim Sıla," diyorum içtenlikle, "Bir gün sana koşarak geleceğim." 

Annemin şimdi gülümsediğini görüyorum karşı odanın eşiğinden, sertçe yutkunuyorum. Onu böyle görmek içimi çok daha ferah tutuyor oysa, ağlamasını istemiyorum kimsenin, hele ki benim yüzümden bir damla yaş dökülsün istemiyorum. 

"Kaç senedir tanıyoruz birbirimizi!" Sıla'nın öfkeli sesi kulaklarımda kavisler çizerek odayı doldurduğunda dişlerimi sıkıp sahte gülümsememe devam ediyorum. Gözlerimin altı titriyor oysa, kalbim çığlıklarla içimi tırmalıyor, yine de yolunu kaybetmiş o ruh gibi yürüyorum fakat bir gerçek var, arkamda asla bir iz bırakmıyorum. 

"Biliyorsun Sıla, gerçekten okul ve iş birlikte çok fazla vaktimi alıyor, saatler sürebiliyor işler."

"O zaman izin ver Yiğit, ben geleyim."

"Hayır burası sana çok uzak,"

Sıla'nın gözleri çekingen bir şekilde kapıya baktığında sakince anlıyorum babasının geldiğini "Kapatmam gerek!" diyerek gülümsüyor yüzüme, "Hoşça kal!" 

Aramayı sonlandırdıktan sonra annemin yanıma geldiğini ve kızarmış gözleriyle yüzüme baktığını fark ediyorum, bana acısın istemiyorum ama o bir anne, haliyle anne merhametinin yerini hiçbir şey tutamaz. Avucuyla saçlarımı yavaşça oynuyor, alt dudağı titriyor, benden bir şey sakladığı yutkunmasından bile belli, bu sırada içeriye annemin iç çekişlerini duyan babam giriyor, yirmi üç yaşındaki oğlunu görmek istediği hiçbir yerde göremeyen, benim hakkımda tüm hayallerini unutan, cesur ve bir anne kadar şefkatli olan adam, ışığı yakıyor sakince. 

Karanlığımı bölüyor, hafif gece lambası yetiyor oysa bana, gözlerimin içine bakıyor her ikisi de, fakat ben onlara bakamıyorum, gözlerim yıllardır tepki vermeyen dizlerimin üzerinde geziniyor, lanet bisiklet kazası yüzünden felç kalan ayaklarıma bakıyorum, "Gidemiyorum!" diye bağırıyorum, aynı zamanda ellerimi sertçe bacaklarıma vuruyorum, acıtsınlar istiyorum, kalbimin yandığı gibi yansınlar istiyorum, hiçbir şey hissetmiyorum ama.

"Böyle yapma yalvarırım!" diye başımı sarıp göğsüne yatırıyor annem, sıktığım dişlerimin arasından çıkan nefesimle gözlerine bakıyorum babamın, "Daha ne kadar yalan söyleyeceğim ona? Doktorun hiç düzelmeyeceğimi söylediğini biliyorum! Bu haldeyken Sıla'ya nasıl giderim?"

Sebepsizce değil haykırışlarım oysa, her şeyimi yürümemle birlikte kaybettim ben, kimse beni yanına almaz, Sıla'da benimle bu haldeyken birlikte olmaz, biliyorum onu çok seviyorum ama düşünmeden edemiyorum, beni bu halde kabul edecek kadar güçlü mü onun sevgisi?

]]>
Mon, 17 Jan 2022 22:27:39 +0300 Muhammet579_
Hokus Pokus 16.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-16bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-16bolum Sun, 16 Jan 2022 13:39:50 +0300 Edanuryd Hokus Pokus 15.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-15bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-15bolum Sun, 16 Jan 2022 13:03:49 +0300 Edanuryd KISA BİR SOHBET https://edebiyatblog.com/kisa-bir-sohbet https://edebiyatblog.com/kisa-bir-sohbet +

KISA  BİR  SOHBET

 Bir  insana  kendinizi   nasıl  sevdirirdiniz?Kendinizi  sevdirmek  zordur  o  kişiye  güven  vermeniz  yürekten  gelen  sevgi  ile ona bakmanız  gerek … 

 Semt  pazarını hepiniz  bilirsiniz , orada  size  yardım  etmek   isteyen  daha  doğrusu  sizlere kolaylık  olsun  diye sabah  erken  saatler de  yaz- kış  demeden  el arabası  ile  Pazar  alışverişinizi taşıyan  genç  bireylere  rastlarsınız . Bende her  alışveriş yaptığım zamanlar  bu  genç  arkadaşlarla sohbet  eder  onların  hayatlarını dinlerim .

  Bu  genç  bireylerden  biri  ile sohbet  ederken , gözlerindeki  masum  bakışa  sözlerindeki   sevgi  dolu  sözlere   ve  yüreğinden  gelen  sese  kulak  vererek  ona  baka kalıyorum… İBRAHİM  adında genç  bir  birey   benim  yanıma  yaklaşıp  ağabey  araba  lazım mı? diye  sorarken ,Kısa  bir tebessüm  ediyor .Biraz  duraksıyorum  sonra  olur  diyorum  bana  dönüp  teşekkür  ediyor .Neden  teşekkür  ediyorsun  diye   sormuyorum  zira; Kendi   açıklama  yapıyor. Çok  anlayışlısınız  bana   bağırmadınız  tam  aksine  anlayışla karşıladınız  beni  diyor. Şaşkınlığımı  gizleyemiyorum! Neden  sana  bağırayım ki?Tabi ki  sana  güzel  bir  dille  yaklaşmam  gerekiyor  diyorum.

 İbrahim  benimle  sohbetini  sürdürüyor . Ağabey  hayat  zor.Hem  okuyor  hem de  çalışıyorum diyor Bir şey  almak  istediğimde  kimseye  muhtaç  olmadan,Kimseden  bir  şey  beklemeden   alın  terimle   kendimin ve ailemin ihtiyaçlarını karşılamak  için çalışıyorum.Bir de! Babamdan  para  istememek   için  diyor. Aynı  zamanda  Pazar günleri  amcamın yanında  fırında çalışıyorum. Çünkü  ben  çalışmayı  seven  tembellik  yapmayı  sevmeyen  bir  yapıya  sahibim.

Benim  hayalim üniversite  okumak  ve  doktor olmak.Hayatın ne  getireceği  belli  olmaz. Bir yere  yerleşemesem   bile, En azından hayatımı kazanmak  için elimde bir mesleğim  var  diyor.

 Kimi zaman  gençleri  anlamıyoruz  ya da  anlayamıyoruz  deriz. Bu  sözleri  söylerken  onların yüreklerine  dokundunuz  mu ? Onlarla  hasbi hal  edip nasıl  bir gelecek  istediklerini  sordunuz  mu ?

GELECEĞİN  UMUDU ,YANAN  IŞIĞI   GENÇLERİN  HAYALLERİNİ  GERÇEKLEŞTİRMESİ  DİLEĞİYLE…

 

]]>
Tue, 11 Jan 2022 23:40:13 +0300 KUM SAATİ YAZARI
KANLI PAPATYA 2.BÖLÜM https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-2bolum https://edebiyatblog.com/kanli-papatya-2bolum      2.BÖLÜM

”Mutluluğu sen de gördüğüm an başladı hikayemiz…”


Bugün yine diğer günlerden farksızdı. Camları açtım. Havanın kokusunu içime çektim. Odadan kahkaha sesleri gelir gibi oldu ama yanılmışım hala kabullenemdim. Bu zamanla düzelir mi? Bilemiyorum. Şimdi burada olsaydı uyandıktan sonra etrafa neşe saçmaya başlardı, beni uyandırırdı, balkona geçip sanki parfüm kokuluyormuş gibi tüm oksijeni içine çekerdi, bir  de güldüğünde gözleri kısılmaz mı o an aklımı başımdan alırdı. Tanıştığımız zamanki hallerini asla unutamam.

3 SENE ÖNCE...


Gökyüzünün masmavi olduğu sabaha uyandım kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyordu, yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Mutfağa inip kahvaltı hazırlamaya başladım.‘Safir kızım nerdesin nereye saklandın yine a burdaymış, ah bu kediler neden yerinde durmaz ki  kahvaltımızı yapıp dolaşmaya ne dersin Safir ayağa kalkıp heyecanla etrafta koşturmaya başladı. Tamam tamam dur çok heyecanlandın. Hazır mıyız bakalım küçük prenses , evden çıkıp her zamanki gittiğimiz parka doğru ilerledik. 


Safirle birlikte parka girdim. Ben bankta otururken Safir kuşları kovalıyordu. Safir kuşları izlerken bir tane siyah tüylü beyaz benekleri olan küçük tatlı bir köpek ona doğru ilerliyordu. Köpeği görünce hızla yerimden fırladım. Safire doğru koştum. 


 Arkamdan biri “Gölge uslu dur oğlum” diye seslendi, ses tonu hoşuma gitmişti dönüp baktığımda karşımda çok tatlı bir hanımefendi vardı. Tekrar arkamı döndüğümde köpekle Safir’in oyun oynadıklarını gördüm. Köpek Safir’in kuyruğuyla oynuyordu Safir’de kuşları izlemeyi bırakıp köpekle oynamaya başladı.
_Anlaşmaları çok garip değil mi? (Gözlerimi bakmaktan alamıyordum sanırım sorduğu soruya cevap vemem lazımdı.)
_Evet iyi anlaştılar hiç beklemezdim. Bu arada ben Egemen sizin isminiz nedir?
_Benim adım Mira memnun oldum. Çok tatlı bir kediniz var ufaklık adın ne bakalım. (Sanırım konuştukça kendimi ona kaptırıyordum.Neden bu kadar derin düşüncelere dalıyorum.)
_Adı Safir. (Şu sorunun cevabını bile zor veriyorsun kendinden utan.)
_Ne güzel isimmiş o yerim ben seni. (Düşünüyorumda bence sabah uyanamadım şu an rüyadayım  tokatlasam bu rüyadan uyanır mıyım acaba? dur ya niye uyanmak istiyorum ki kalsın  bu haliyle.)
_Sizin köpeğinizin ismi de anladığıma göre Gölge
_Evet Gölge sahiplendiğimde küçük bir şeydi şimdi kocaman oldu. 
_Çok çabuk büyüyorlar haklısınız.
_Evet öyle benim gitmem gerekiyor,tanıştığımıza tekrar memnun oldum. (Ben de demeden hızla ortalıktan kayboldu acaba yine karşılaşabilme ihtimalimiz var mı? eve gidene kadar bu soru sürekli aklımı kurcalıyordu.)

10.50

Kapı çalıyordu, açtığımda “Uyanmadın mı hala abi sen geç kaldın. Şüpheli bulduk ifadesini almak için hemen karakola gelmen lazım.
_Telefon diye bir şey var demi Uğur buraya kadar gelmene gerek kalmazdı.
_Abi sanada iyilik yapılmıyor.
_Boş boş konuşma hadi in aşağıya geliyorum hemen.
İçimi hem merak ve öfke kaplıyordu. Birbimizi yeni bulmuştuk bu kadar erken kaybetmemiz olmadı. 

]]>
Sun, 09 Jan 2022 21:29:53 +0300 Aleyna Burçin Gökçe
sevgi https://edebiyatblog.com/sevgi-583 https://edebiyatblog.com/sevgi-583

]]>
Mon, 03 Jan 2022 23:42:59 +0300 zanbahsi
Arşiv 15 (Bir Hayal Kurdum) https://edebiyatblog.com/arsiv-15-bi-hayal-kurdum https://edebiyatblog.com/arsiv-15-bi-hayal-kurdum (Bu hikayede bazı kelimeler akla ilk gelen anlamlarının dışında kullanılmıştır. Örn: hayal , hedef , fikir vb.)

—Neden hala hayattasın? Bunları ben yaşamış olsam çoktan köprünün dibinde bir daha uyanmamak üzere yatıyor olurdum.

—Sebeplerim var. Beni hayatta tutacak güçlü sebepler. Bu sayede ayaktayım. Hala hayattayım. Sen nasıl yaşıyorsun ki?

— Yaşamak için bir şey yapmama gerek yok ki. Sokaklarda da yaşanıyor.

—Bu yaşamak değil , hayatta kalmak. Yaşamak başka bir şey. Sokaklarda herkes hayatta kalıyor ama nihayetinde yürüyen cesetlerden farksızsınız. 

—Nasıl yaşanır ki başka ? 

—Hayallerin bize getirdiği amaç bizi hayatta tutar. Bunlardan yoksun bir insan ya kukladır ya da ölü.

—Ben kimsenin kuklası değilim.

—Demek ki ölüsün. 

—Ölü mü?

—Şuan duyduğum sesin bir cesedin içerisindeki sıkışmış havanın dışarı çıkmasıyla oluşan ses gibi. Sesin çıkıyor ama bu ölü olduğun gerçeğini değiştirmez. Kuklalar bir kişi değildir , ölüleri ise kimse dinlemez.

—Sen yaşıyor gibi konuşuyorsun. Bir hayalin var yani?

—Hayaller asla ulaşamayacağımız , ama bunu denerken uğurunda kendimizi harcamaktan çekinmeyeceğimiz şeyler olmalı. Sonsuzu sonlu ömrümüze sığdırmaya çalışırken verdiğimiz mücadele ile yaşarız. Attığımız adımlar bizi biz yapar. Biz yürüdükçe hedef uzaklaşır , biz ulaşamayacağımızı bilsek bile ona olan isteğimiz ağır basar ve koşmaya devam ederiz. Attığımız adımlar bize yetersiz gelse de hiç kimsenin varamadığı yerlere varırız. Kitaplar adımızı anar. Ortak bir hayali paylaşırız. Hepimiz bizden öncekinin bıraktığı bayrağı alıp devam ederiz. Kendimizi bu hayale adarız. Bir süre sonra bu hayale koşmanın sonucunda artık beden ve isim sınırlarımdan kurtulur ve gerçek varlığımıza ulaşırız. Artık kişiler bizi andıklarında akıllarımda oluşan bir isim , bir siluet değil bir fikirdir. Fikri olmayan insan ölüdür. Fikrin kendisi olan ise ölümsüzdür. Bu gün tarih kitaplarından adı silinememiş tüm kişiler bunu başarmış insanlardır. İmkansız HAYALLERİNİN peşinden koşmayı nihai AMAÇ edindiler , bu uğurda ilerledikleri yolda isim ve cisimden öte bir FİKİR oldular , ölümsüzlüğü tattıktan sonra ise varisler UMUT bayrağını devralıp taşımaya devam etti. Bu hep böyle devam etti ve böyle devam edece. Bir hayal kurmalısın. Gerçekleşmeyecek kadar ütopik ancak uğurunda kendini harcamaya değecek kadar özel bir hayal. Aksi halle ya ölüsündür ya da kukla.

—Hıh ... Sen bir varis sin yani. Umut bayrağı elinde , sağa sola koşturan ve insanlara hayal kurmalarını anlatan bir varis.

—Bunu herkesin yapabileceğini söylemiyorum. Ama denemeyi denemeliyiz. 

—Hayal kurmayı denemeyi denemeliyiz yani? Peki senin hayali ne?

—O tozlu kitapları okuduğumda hep şunu fark ediyorum. Bir döngü söz konusu. Tanrı olma arzusuyla yanıp tutuşan kişiler iradeye açlar. Kendi kullarını istiyorlar. Zeka parayı getirir , para insanı getirir , insan ise gücü. Gücü elinde bulunduran kişi ise yeryüzünde tanrı olmak ister. Bu politikacılardan , şirketlerden , örgütlerden öte bir durum. Aramızdan birini ilk kez ellerimiz ile öldürdüğümüz gün başladı. Günümüzde ise herkesin elleri kelepçeli. Tesbihten kelepçe. 
Benim hayalim bu. Kelepçeleri çözmek istiyorum.

—Tanrılar ile savaşmak istiyorsun.

—Tanrı kılıklı kullar ile savaşmak istiyorum. Bu benim hayalim. Düzeltmek istiyorum. İnsanların kör ve sağır bir şekilde yaşamalarını istemiyorum. Benim hayalim bu.

—Onlar sanırım Tanrılarından çok sana öfkeliler.

—Cehaletin göz bandı sıkı ,kelimelerim ise keskin. 

—Cidden mi? *  Emin misin? Ben ortada ceset göremiyorum. Ya da en azında kesilmiş göz bantlarından birini 

—Sana imkansız bir hayalim olduğunu söylemiştim.

—Bir hiç uğuruna m8 savaşıyorsun yani?

—Hala anlamadın değil mi? Ben savaşmıyorum artık. Savaş benim. İnsanlara beni andıklarında "Tüm imkansızlıklara karşı doğru olduğuna inandığı şey için savaştı." diyecekler.

—Peki ya demezlerse? Anlattığın formüle göre ölümsü olman için hayalinde yürürken tarih olman gerekiyor. Peki ya olmaz isen?

—İnandıklarım uğurunda verdiğim savaşın sonunda huzurlu bir şekilde bedenime veda etmek tek isteğim. 

—Zor bir yoldasın. Buna saygı duyarım. Uzun ve yorucu bir hikayen var belli ki. Şimdi den görebiliyorum "FEDAİ - BİR HAYAL KURDUM" (yaşanmış bir hikaye)

—Hıh... Doğru söze ne denir. 

—Aslında senin adına seviniyorum cidden. Hayaline sıkı sıkıya tutunmuşsun. Bu hayatına bir anlam katmış. Ama bu işin sonunu hiç iyi görmüyorum dostu. 

—Ben de.

—Neden buradasın?

—Sen neden buradasın?

—Sen söyledin ya ben ölüyüm. Asıl sen neden buradasın?

—Dediğin gibi insanlar benden nefret ediyorlar. İsmimden , cisminden ... Ben de bunlardan kurtulacağım. 

—Öleceksin yani.

—Hayalime tutunuyorum. Ölmeyeceğim. Sadece biraz yüzmem gerekecek. Ama evet onlar için ölmüş olacağım.

Köprünün eşiğinde iki dost , gözünü hırçın nehre dikmiş şeklinde bir süre sessiz kaldık.
Yaklaşan görevlilerin sesleri iyice yükselmeye başlamıştı.

—Fedai?

—Efendim?

—Umarım hayaline ulaşırsın.

Bedenlerimiz rüzgarı yararak nehre doğru yönelirken köprüye varmış görevlilerin arkamızdan bağırışlarını duyabiliyorduk. O soğuk kış gününde su bedenimizi kucaklıyor ve bizi ayırıyordu. Uğurunda ölüme gittiğim hayalim için savaşabilme isteği ile ölmemeyi ummaktan başka bir seçenek sunmuyordum

]]>
Sat, 01 Jan 2022 12:46:37 +0300 Garip
SİNCAP https://edebiyatblog.com/sincap https://edebiyatblog.com/sincap SİNCAP

 Güzel güzel öteşen kuşlar ...Havada vızıldayan sinekler ,sabahın serinliği... Yaylada mis gibi bir hava , havanın genleşmesiyle  dedesinden kalma   89 yıllık ahşap evdeki çatıdan gelen tıkırtılar  hayata dair bir şeyler ifade ettiği için, kadına hoş geliyordu...

Hafif hafif esen rüzgar ve rüzgarın etkisiyle ağaçların yaprakları arasından ara sıra görünen güneşi seyretmek ve evdeki yaşanmışlıkları hayal etmek  ona hep hoş ve gizemli gelirdi...

Yine bir sabah erken kalkmış etrafı seyrederken ,sincapların hareketleri dikkatini çekmişti...'Sincap bile durmuyor  ' dedi.

Çatı arasında yaşayan sincaplar, önceleri çok ses çıkarıp onların gelmelerinden hoşnut olmadıklarını belli ederlerdi adeta...

Sonra birbirlerine alışırlardı. Bahçeden kopardıkları ceviz ve fındıkları tavan arasına götürürken sincaplarla göz göze geldi.,Sincaplardaki telaş ve heyecan kadını gülümsetti ,nice akıllı geçinen insanlar sincaplar kadar mücadeleci ve hareketli değiller diye hayıflandı...Öyle ya hayat akıp gidiyor, gündem ve yaşam şartları sürekli değişiyor ve hızlanıyor. İnsanlarda da şikayet artıyor diye mırıldandı.

Sincap işte. Hayvan deyip geçme !!! Yurt edindiği tavan arasına hayat mücadelesine devamlı uğraşıyor.

Ders alacaksın evrende...Yeri gelir   sincap bile sana öğretmen olabilir ,bugünlük sabah motivasyonu yeter işlerime bakayım diye kalktı yerinden..

BELHİ

]]>
Sat, 25 Dec 2021 12:12:39 +0300 Ayşe Atlı
PANDEMİDEN GERİYE KALAN https://edebiyatblog.com/pandemiden-geriye-kalan https://edebiyatblog.com/pandemiden-geriye-kalan PANDEMİDEN GERİYE KALAN

Rutin oldu artık tavayla konuşmalar...

Ne çok derdimizi çektin be cefakar tavam... 

Pandemide en çok senin kulpunu tuttum

Mutfaktaki diğerlerine inat...

Ahh pandemi vahh pandemi ve kapanma günleri

Bize neler öğretti,dayattı sessizce...

Akıp giden zaman ...

Nefs muhasebesi yaptığım anlar... 

Dalıp gitmişken anılara ...

''Anne ,anne annee omlet hazır değil mi?'

Sesleriyle kendime geldim ara sıra ...

O da ne bu kez tavanın sapı elimde kalmaz mı?

Ha bugün ha yarın yeni bir tava alayım derken,

Sanki vefasızlık olacakmış gibi 

Bir hisle erteledim uzun zaman...

Artık vakit geldi,ayrılık zamanı ...

Hoşça kal tavam...İyi miyim ben?

Tava ile bu duygusal bağ ve diyalog normal mi ?

İçerden sesler :

'Normalleşme sürecine geçiliyormuş

Oleyy yaşasın çığlıkları' çoçuklardan...

Normalleşmek mi ?

Tavayla sohbeti tam da ilerletmişken diye 

Mırıldandım kendi kendime...

Sahi ben eski ben miyim soruları ve...

Hatırlayınca tebessüm ettiğim tava diyalogları...

Belki de pandemiden geriye kalan

Sadece bunlar hatırlamak istediklerim...

Geçirdiğimiz zorlu süreçte 

Kaybettiklerimize Allah'dan rahmet diliyorum...

Başta sevgili eşim olmak üzere 

Canla başla çalışan sağlık personeline ve

Olumlu anlamda emeği olanlara sonsuz teşekkürler...

Rabbim bir daha yaşatmasın ...

Umuda,esenliğe ve sevgiye olan ışığınız sönmesin saygılarımla...BELHİ 01.07.2021

]]>
Fri, 24 Dec 2021 19:25:28 +0300 Ayşe Atlı
Masal Gibi Sürpriz Bölüm https://edebiyatblog.com/masal-gibi-surpriz-bolum https://edebiyatblog.com/masal-gibi-surpriz-bolum YENİDEN ‘DOĞUŞ’

 Bir gün masallarla uyuduğum uykumdan uyandım, bu uyanış gözlerimin açılması değildi yalnızca. Bu uyanış, gözümdeki perdelerin kalkışıydı... Ben bir hikâye yazdım, fedakârlık yaparak, gözyaşı dökerek... Aklımı yitirdim, değer verdiklerim adına, aşkım uğruna... Arada kaldım, senelerimin hatırına, sevdiklerime kıyamadığıma... Düştüm. Belki siz beni düşmedim sandınız ama asıl ben düştüm o uçurumlardan en dibe. Yere çakıldığımda kaybettim her şeyi ama geri kazandım aklımı. Hani bir şey bozulduğunda birkaç kez vurunca düzelir ya, bu hayat da vura vura getirdi bozulan aklımı başıma.

 Fazla fedakârlığın, fazla tevazu ve bağlılığın insana zarar vereceğini öğrendim. Acı bir şekilde öğrendim ama ne fark eder... Tekrar başa dönebilse insan binlerce hatasını düzeltirdi belki de, ancak hata yapmadan da bugünkü ‘ben’ olamazdı. Pişman mıyım, evet. Bedel ödedim mi, fazlasıyla... Bir bedenin ve bir ruhun kaldıramayacağı kadar ağır bedeller ödedim.

 Sevdim ama ömrüm boyunca buna hakkım olmadığına ikna edildiğim için yaşayamadım. Hayat herkes için aynı koşulları sunmuyordu maalesef, benim payıma düşen de ‘masal gibi’ bir aşkı kâbusa çevirmekti. Ben mi yaptım, evet. Ben mi katlandım, evet. Yalnız mıyım, hayır. Siz de benim gibisiniz aslında... Kızgınlık ondan biraz... Kaç kişi hayatında sonsuz kredi sunmamıştır ki birine? Kim bağlanmamıştır belki bu defa düzelir umuduyla bir şeye... Sadece ikili ilişkilerde değil, aile yaşantısında veya arkadaşlıklarda da... Kim diyebilir ki, ben ilk hatasında sildim birini diye…

 Ben Bade, aklım ve mantığımın aynı anda çalışmadığı ama aşkımın her şeyin önüne geçtiği, zavallı Bade. Dik durduğunu zannederken ıslak dallar gibi yere eğilen Bade. Ben, aslında güçlü olmak zorunda kalamayan Bade. Zayıflığım altında ezmeye çalıştığım tüm hatalar, çığ gibi oldular, sonunda ise ben ezildim.

 Sonra insan ömründe bir an vardır, yanar, yanar, yanarsın da küllerinden doğarsın. Küllerimden doğdum, aklım başıma kızgın korlar bastı. Yan dedi, daha fazla yan... Ama içime bir umut doğdu, su serpti yangınıma, beni yeniden doğurdu. Şimdi ise ben onu...

 

 “Caaaaaaan!”

 “Tamam bebeğim, tamam hayatım. Derin nefes al!”

 “Dayanamıyorum!”

 “Çok az kaldı güzelim.”

 Alnımda oluşan boncuk boncuk terler, kafamdaki boneyi ıslatırken, doğum hanenin koridorunda tiz sesim yankılanıyordu.

 “Yeteeeer!”

 “Doktor Bey, bir şey mi yapsanız? Dayanamayacak.”

 Can en az benim kadar telaşlı ve her an bayılacak gibi tepemde dikilirken doktor bu halimize gülmekle meşguldü.

 “Ne gülüyorsunuz?!” diyerek doktora çıkışınca, Can eliyle ağzımı kapattı.

 “Bade Hanım, sakin olun. Kendinizi kasarsanız doğum zorlaşacaktır.”

 “Ölüyorum!”

 Doktor gözlüğünün üzerinden suratıma baktı ve “Ölmüyorsunuz, doğuruyorsunuz.” diyerek doğuma geri döndü.

  “Derin nefes al karıcığım, düğünümüzü düşün. Nasıl güzeldi değil mi?”

 Karıcığım... Can’ın ağzından duyduğum en güzel kelime... Biz bu kelimeye ulaşana kadar neler yaşadık, ne taşlı yollardan geçtik, ne karlar yağdı üzerimize, ne yangınlar yandı can evimizde...

 Can uyandığında dünyaya yeniden geldiğimi hissettim. Kendisine gelen oydu, kendime gelen aynı zamanda bendim. Sanki ruhum çıktığı bir gezintiden bedenime geri dönmüştü onun uyanışıyla beraber. Ciğerlerime tekrar havanın dolduğunu hissetmiştim o an.

 Birkaç hafta Can hastanede kalmaya devam etti ve tabi ki ben de onunla, hatta biz demeliydim. Zor günler geçti ama her gün bir önceki günden daha iyiye gidiyorduk. İlk başlarda uzun cümleler kuramıyordu ama günden güne benimle konuşmaya başladı. Yürümesi epey zaman aldı mesela, ilk adımlarını haftalar sonra attı ama şükür ki kalıcı bir hasarı yoktu. Zamanla normal hayatına dönerken hepimiz ona destek olduk.

 Ada ve Gediz her gün mutlaka yanımıza uğradı. Eniştem sanki henüz araba almamış gibi Can’ın ayaklanması için her gün yalvardı çünkü yeni arabası çoktan gelmişti ve Can dışında hiç kimseye elini sürdürmemeye yeminli gibiydi. Hamile olduğumu öğrendiğinden beri Ada her gün önüme mükemmel sofralar kuruyor ve yeğeni için neredeyse bir bebek mağazası açabileceğim kadar fazla eşya alıyordu. Bunları benim yerime birilerinin yapmış olması iyi bir şeydi çünkü benim ne hevesim, ne mecalim ne de keyfim vardı.

 Aynı zamanda annem de Can uyanana kadar yanımda kalmıştı ve her gün o evde ağlamalarıma katlanıp her şeyin düzeleceği konusunda beni teselli etmişti. Haklıydın anne…

 Volkan ve Tuğba mahvolan düğün gününden sonra bir süre kimseyle görüşmediler. Yaşadıkları en az bizim yaşadıklarımız kadar ağır şeylerdi… En başta Volkan, en yakın arkadaşını toprağın altına gömmüştü ve Tuğba’nın en mutlu günü mahşer alanına dönmüştü. En yakın arkadaş demişken Volkan Deniz’in cenazesine bile gitmedi. Ne fark ederdi ki? Bizimkisi çoktan geç kalınmış bir tavır koyuştu… Ama şimdi mutlular, düğün gününden sonra bir kere bile o gün hakkında konuşmadık, onlar da üzerine bir perde çekip konuyu kapattılar. Vakit buldukça görüşmeye devam ediyoruz ama sanırım eskisi gibi olamayacağız hiçbir zaman…

 Can’ın ailesi bebek için hazırlık yapmaya devam ederken Can’ın uyanmasıyla birlikte düğün hazırlıklarına da başlamışlardı. Öyle sevinçlilerdi ki Sezin Hanım da aynı benim gibi yeniden doğmuştu…

 Can hastaneden çıktıktan sonra ne benim evime ne de onun evine bir daha gitmedik. Her şeye sıfırdan başlayıp Ağva’daki evi baştan aşağı tekrar döşeyip oraya yerleştik. Evet, belki biraz uzaktı ve yakınlarımız bu durumdan şikâyetçi olmuşlardı ama bizim için en güzel anılarımızın olduğu yer orasıydı. Orası bizim ‘evimiz’ olsun diye dua ettiğimiz yerdi… Öyle özeldi ki benim için, bizim için, düğünümüzü bile evin bahçesinde yaptık. Düğün denmezdi aslında nikâh töreni demek daha doğru olurdu çünkü hem benim hamileliğim hem de Can’ın durumu büyük bir organizasyon yapmamıza izin verir durumda değildi. Hoş ben her zaman kır düğünlerini severdim. Bütün bahçeyi ayçiçekleriyle donattık, ben gelinlik yerine peri kızı gibi bir elbise giydim. Can damatlık yerine keten gömlek ve pantolon… Masal gibiydik işte… Sindirella gibi değil ama Tinker Bell gibiydim… Mutluyduk… Can eski sağlığına kavuşmuştu ve biz kendi yuvamızda artık bütünüyle bir aile oluyorduk. Şahitlerimiz Ada ile Gediz de dâhil olmak üzere biz ‘evet’ dedikten sonra tüm davetliler gözyaşlarına boğulmuştu.

 Can alnıma dudaklarını yaslayıp, ‘’Bu an için uçurumdan atlamam gerekseydi bile, yapardım. Emin ol yapardım.’’ dediğinde, benim gözümden akan yaş onun yanağını ıslatmıştı. Ellerimi yüzünde dolaştırıp, ‘’Lütfen bizi bir daha bırakma…’’ diyebilmiştim. O günden sonra içimde oluşan Can’ı kaybetme korkusunun önüne geçebilmem epey zamanımı almıştı. Kaç gece kâbuslarla uyanıp yatağın öbür tarafında Can’ı aramış ve hıçkırıklarla ağlamıştım.

 Bir insanın varlığına alışmak da yokluğuna alışmak kadar zor oluyormuş. Dilerim ki bir daha Can’ın ne yokluğuna alışmak zorunda kalayım ne de varlığına alışmakta güçlük çekeyim. O hep yanımda olsun, nefesi tenime çarpsın ve gözleri daima bana baksın.

 Seni seviyorum Can’ım, seni seviyorum canımın tamamı… Şimdi ise senden çok seveceğim, bizi birbirimize görünmez bir iple bağlayan, aşkımızın ve sevgimizin bize en güzel hediyesine sahip olacağız. Beni bunca zaman güçlü kılan ve hatta belki senin uyanmana bile sebep olan sihrimiz. O bizim parçamız ve biz onun tamamlayıcılarıyız.

 

 ‘’Bade Hanım?’’

 Gözlerimi zorlukla aralamaya çalıştığımda tavandaki ışık deprem olurmuşçasına sallanıyordu sanki. Kafam, hâkim olamayacağım kadar ağır ve beynim zonkluyordu.

 ‘’Güzelim, iyi misin?’’ Can’ın sorusu üzerine bakışlarımı yavaşça sesin geldiği yöne çevirdim.

 ‘’Ne oldu bana?’’

 ‘’Anne oldun meleğim.’’

 Saçlarımı okşayan terli elleri yüzüme geldiğinde benim de aklım başıma gelmişti. Hıçkırıklar eşliğinde ağlamaya başladığımda, ‘’Nerede bebeğim?’’ diye bağırdım.

 Benim ağlamama dayanamayan Can, ‘’Sakin ol, şimdi işitme testine götürdüler. Birazdan burada olacak.’’ dediğinde ne ara doğum yaptığımın farkında değildim.

 ‘’Can, ben bir şey hatırlamıyorum. Uyuya mı kaldım doğumda?’’

 ‘’Aslında uyuya kaldın sayılır…’’ diyerek güldü. ‘’Biraz baygınlık geçirdin ve doktorumuz seni sezaryene almak zorunda kaldı.’’

 O sırada odada olan doktor ve hemşireler kontrollerimi yapmaya başladığında görünüşe göre her şey normaldi ancak bebeğimin doğduğu anı görememek beni biraz üzmüştü. Ayrıca o kadar sancıdan sonra baygınlık geçirmem çok normaldi çünkü doğuruyormuşum gibi değil de ölüyormuşum gibi hissediyordum.

 Doktor kontrollerini tamamlarken, ‘’Bebeğim sağlıklı mı?’’ diye sordum.

 ‘’Her şey yolunda Bade Hanım, ufaklık birazdan gelir.’’ Cümlesi bittiği anda kapının ardından duymaya başladığım ağlama sesleri kulağıma ilişti.

 Bebeğimin sesiydi bu… Kapı açılıp hemşirenin kucağında duran minicik ama gerçekten ufacık bebeğimi görünce doğrulmaya çalıştım ama acı bir çığlıkla olduğum yerde kalakaldım.

 ‘’Siz kalkmayın Bade Hanım.’’ Hemşirenin uyarısı üzerine tekrar kalkmaya yeltenmeme izin vermeden bebeğimi kucağıma bıraktılar.

 ‘’Merhaba bebeğim.’’ dediğimde sesim titriyor kucağımda tuttuğum varlığın benim içimden çıktığına inanamıyordum.

 ‘’Miniciksin…’’ dedim, yanağımdan bir damla yaş süzülürken. ‘’Küçücüksün bebeğim…’’ Mutluluktan ağlamak, gözyaşlarının en güzeliydi. Belki de tek güzel olanı…

 ‘’Hoş geldin bu dünyaya.’’ Can yanımıza oturunca beni kucağımdaki bebeğimle birlikte göğsüne yavaşça yasladı. ‘’Senin adın ne biliyor musun?’’ Yüzüme bakıyordu öylece, sakinleşmişti, ağlamıyordu hatta ara sıra uykuya dalıyordu sanki ama göz göze gelmiştik onunla. Gülümsedim gözyaşlarım arasında, ‘’Nereden bileceksin ki değil mi?’’ dedim. ‘’Adın Burak, baban koydu ismini.’’ Can’la göz göze geldik. ‘’Temiz, berrak ve saf demek, Burak.’’ Bebeğimin kokusunu içime çektim, öyle güzel kokuyordu ki hayatımda daha önce böylesi güzel bir koku duymamıştım. ‘’Çok güzel kokuyorsun, aynı adın gibi...’’

 ‘’Sana bu hayatı yaşamayı öğreteceğim.’’ diye fısıldadım kulağına. ‘’Sana baban kadar güçlü olmayı öğreteceğim, ben yürürken ellerinden tutarım, baban bisiklete binerken koltuğundan… ‘’

 Ağladım, boğazıma dizilen tüm kelimeler onu uyuturken hıçkırıklar içinde ağladım. ‘’Baban kadar iyi bir insan ol tamam mı? Onun kadar fedakâr, onun kadar mükemmel birisi ol. Bana da benze ama en çok babana… Onun kadar romantik ol mesela ama en çok onun kadar savaşçı ol. Ya da vazgeçtim, sen bu dünyada savaşmak zorunda kalma… Ufacıksın çünkü… Büyüyecek misin? Hayal ettiğimden çok güzelsin. Sen benim olamayacak kadar güzelsin bebeğim.’’

 ‘’Annesi de çok güzel…’’ Konuşmamı bölen Can’a buğulu gözlerle baktım.

 ‘’Sevgilim, bu bizim mi?’’

 ‘’Bizim… Baksana, aynı ben...’’

 Ufak bir kahkaha dikişlerimi acıtıp inlediğimde Can, ‘’Tamam, tamam… Gülme şimdi ağlayınca canın yanmıyor en azından. Ağla sevgilim.’’

 Biraz daha güldüğümde bu defa kucağımda hareketlenen bebeğim ağlamaya başladı. Doktor, ‘’Onu beslemelisin.’’ dediğinde ne yapacağımdan habersiz ama annelik içgüdüsünün bana bahşettiği donanımla onu göğsüme yasladım.

 Benden beslenen, benim kokumla sakinleşen, benim vücudumda ısınan bir varlık… İşte şimdi ‘masal gibi’ olanın bir aşktan öte olduğunu anlamıştım. İşte şimdi tamamlanmıştım…

 Dudakları saçlarımda gezinen Can, ‘’Seni seviyorum Bade Arel. Sen dünyanın en güzel ve en iyi annesi olacaksın. Sizi çok seviyorum.’’ diye fısıldadı. Kelimelerim yetseydi ona içimde duyduğum tüm hisleri anlatırdım ama hiçbir sözcük hislerime yeterli gelmiyordu. Ben anneliği de ona olan sevgimi de anlatabilecek lügate sahip değildim.

 ‘’Becerebilir miyim, bilmiyorum. Yani anlatmaya… Ama seni çok seviyorum kocacığım. Seni ve bebeğimizi bu dünyadaki her şeyden çok seviyorum.’’

 Can elimi tutarak gözlerime baktığında ona hala ilk günkü heyecan ve aşk dolu bakışlarımla cevap verdim. ‘’Tozpembe hayallerime bir tek sen yakıştın, en çok sen yakıştın.’’ dedim.

 ‘’Tozpembe hayallerini benimle gerçekleştirdiğin için teşekkür ederim masal gibi kadın.’’

 ‘’Varlığın için, sevgin için, bizim için teşekkür ederim masalımı yazan adam.’’

 Ve tüm romantizm, Ada, Gediz, annem, babam, Volkan, Tuğba ve Can’ın ailesinin odaya akın etmesiyle sona erdi.

 ‘’Ohoo, Can hani uyanınca haber verecektin!’’ diye koşarak boynuma sarılan Ada…

 ‘’Vay! Benim baldızım anne mi olmuş?’’ diye celallenen eniştem ki koridoru baştan sona çelenkle donatmasını da es geçmemek lazım (nedenini bilmiyorum).

 ‘’Bademcik anne olmuş, duy da inanma!’’ diye saçlarımı karıştıran Volkan…

 ‘’Yavrum, yelek falan giy sen şimdi üşütme kırkın çıkana kadar.’’ diye sırtımı sıvazlayan ve üstümü örtmeye çalışan taze anneanne, annem…

 ‘’Yaa, ben ağlarım ama…’’ diye duygusallaşan ve çantasından çıkardığı kokulu peçeteyle gözlerini silen Tuğba…

 ‘’Bebeğin ayaklarına patik giydirelim, üşütürse gazı olur kızım.’’ diye çantadan çıkardığı çetikle babaanneliğe soyunan Sezin annem.

 ‘’Rahat bırakın kızı yahu!’’ diye aynı anda isyan eden babalarımız… Vee buradan kocaman bir tebriki onlara gönderiyorum…

 İşte böyle… Masal mutlu sonla bitmiş, belki de yeni başlamıştı bizim için. Bir Can, hayatıma bir can katmıştı. Diliyorum ki, hayat acı vermez, hayat bizi üzmez ama eğer üzecekse de onlara bir şey olmasın. Onların tüm acılarını ve üzüntülerini yüklenmeye hazırım. Diliyorum ki, hayat ellerimizi birbirimizden ayırmasın. O ve bendik biz olduk, biz karı koca olduk ve şimdi sıra anne babalıkta… Bizi birbirimize karıştırdın Can Arel, bizi bir ettin… Bir hiç değildik, biz her şeydik… Her şey için milyonlarca kez teşekkürler…

 

 Benden size son bir şarkı, Nil Karaibrahimgil-Benden sana…

 

Can-Bade-Burak

AREL

]]>
Tue, 14 Dec 2021 00:08:38 +0300 Aysu GİRGİN
Anemor Serisi 1: Dehşet Cehennemi https://edebiyatblog.com/anemor-serisi-1-dehset-cehennemi https://edebiyatblog.com/anemor-serisi-1-dehset-cehennemi
◾▪️SÖZLÜK▪️◾
Aseraria Kılıcı: Ölümsüzlüğü ve sonsuz gücü getirdiği sıra gezegenleri arasında anlatılır, Süve'nin sözlerinde, dini kitaplarda adı geçer. Mükemmel bir şekilde dönemin en büyük büyücüsü Adlar Agasto tarafında obsidiyen, demir ve bazı değerli madenlerle ustaca tasarlanmıştır. Kılıcın kimi yanları, hayvan pulları ile süslenmiş, son derece bulunması zor değerli taşlarla, tılsımlarla donatılmıştır. Sıra gezegenlerinin kullandığı ortak Nsyma sembolik yazısı ile kabzasında "Barışı koruyun" yazısı yer almaktadır. Efsanenin sonunda ise gezegenlerin arasında barışın bozulmasıyla kılıç Tlanex dinine bağlı bir Otrak tarafından yeryüzüne, bilinmeyen bir yere konulmuştur. 
Süve: Yedi sıra gezegenin taptığı, başı ve sonu olmayan, görünmeyen bir ilahtır. İyiliği, barışı emreder. Tüm gezegenlerin aynı soydan geldiği dini kitaplarda yazar. Kimi din sorumluları tarafından yedi kola ayrılır. Bu yoldan sapanlar ve Süve'ye tapmayanlar tek bir isim altında toplanırlar. Süve'nin emrinde dokuz büyük melek vardır ve bu melekler çeşitli görevlerle donatılmıştır. O, gezegenler arasında çok övülen ve korkulan bir tanrıdır. Ona yakınlaşmanın en büyük yolu yemin etmek ve diğer canlılara üstünlük taslamamaktan geçer. Evrende, hiçbir yerde ondan daha zekisi, akıllısı yoktur. Onun sonsuz gücü ve sayısız askeri vardır.
Adlar Agasto: Süve'ye çok çok dua etmesi, ona bol sayıda kurban vermesi ve diğer canlılara hoş yaklaşması sonucu Neletsara efsanesinde adı geçer. Süve ona büyük bir güç vermiştir ve o bu gücünü büyük bir kılıca hapsetmiştir. Kılıcın kudreti ve sonsuzluğu Adlar'ı yoldan çıkarmıştır. Efsaneye göre dönemin en büyük büyücüsü bu kılıç yüzünden, yoldan sapmış ve Süve tarafından lanetlenmiş ve bilinmeyen bir canlıya dönüştürülmüştür. 
Neletsara Efsanesi: Gezegenler tarafından sıkça anlatılan bir efsanedir. Ama bir özelliği onu yapma efsanelerden ayırır. Süve tarafından yaratılmışlara indirilen Tasian kitabında bu efsaneye yer verilir ve dini yönden bu efsanenin gerçekten yaşandığına inanılır.
Nsyma: Yedi gezegenin ortak dili, bulanı ve ortaya çıkaranı belli olmayan bu dili bütün sıra gezegeni ve diğer canlılar tarafından küçük yaştan itibaren öğretilmeye başlanır.
Tlanex: Süve'ye inanmayan, farklı varlıkları ilah olarak gören canlılar topluluğuna verilen isimdir.
Otrak: Tlanex dinine bağlı din görevlilerine verilen unvan.
Elf: Farklı biçimleri olsa da hepsi genel olarak aynı özellikleri taşırlar. Güzel olmaları, sivri kulakları, uzun vücutlarının yanı sıra savaşçı özellikleri ile tanınırlar. Kimisi büyücü kimisi köledir. Yirmi sekiz elf türü vardır. Aralarındaki sıkı bağ bazen derin bir düşmanlığa dönüşebilir.
Drow: Yol bulucu anlamına gelir. Kara elfler olarak bilinirler ve genellikle Şidahuman gezegeninin kuzeyindeki Balagaun şehrinde, yeraltı mağaralarının kayalarında oluşturdukları habitatta yaşarlar. Vahşi canlılardır. Aldatıcılardır, büyü yapabilenlerine Stadrow adı verilir. Kurnazlık alanında ustalardır. Karanlık geçmişleri yüzünden sıradan elflere düşmandırlar. Kötü olmaları onların bilindik özelliklerinden biri olsa da hepsi doğuştan kötü değildir. Sadece dışlanmamak için onlardanmış gibi görünen Drowlar'da vardır. Hiçbir tanrıya inanmazlar. Gezegen yöneticilerine itaat etmezler. Tek yöneticileri Sienqiolcyd Ovry'dir.
Kalashtar: Büyük savaşçılardır. Kılıç ve iyi ok kullanırlar. Çok iyi ejderha binicileridirler. Kanları eski Warforgedlere dayanır. Büyü yapamazlar. Gittikleri yerlere çabucak alışabilirler ve bir tehlike oluşturmazlar. Gerektiği yerde birçok vahşi yöntemleri kullanmaları doğuştan gelen özelliklerinden biridir, sivri dişlere ve keskin kulaklara sahip canlılardır. Sadece beş yüzü hayatta kalmayı başarabilmiştir. 
Warforged: Kalashtarlar'ın atalarıdır. Bir soy şeklinde yaşarlar. Kaderleri aynıdır. Aralarında bir yönetici seçmezler. Savaş zamanı haklı kimse o tarafı tutarlar ve destek verirler. Kırmızı gözleri, bronz tenleri ve ince uzun suratları vardır. Birçoğu çelimsiz gibi görünür ama gerçekte iyi birer ok kullanıcısıdırlar. Büyü yapabilenleri vardır ama Warforgedler bunu pek hoş karşılamazlar. 
Tiefling: Kanatları olan, konuşabilen, insansı varlıklardır. Tüm gezegenler tarafından lanetli bir soydan geldiklerine inanılır ve bu yüzden tam anlamıyla toplumda yer edinemezler. Hepsi dağınık yaşar ve kimisinden hiç iz yoktur. Tieflingler dışlanmalarının aksine güvenilir varlıklardır. Savaş zamanı bulundukları bölgeyi korurlar ve aralarında kötü ruhlarla konuşanları vardır. Uzun saçları, genelde siyah veya beyaz kanatları, keskin görüşleri ve azimleri onları birer asil yapan unsurlardan sadece birkaçıdır. 
Pinewiev: Petra gezegeninin kuzeyinde yer alan ve tehlikeli kişilerin de aralarında bulunduğu otuz katlı üçer binaya verilen isimdir. Genellikle buraya dinden sapanlar sürgün edilir. Suçlular ve krala karşı gelenler de burada tutsak edilir. Acı ve işkenceleri dayanılmazdır. Kimi deneyler buradaki tutsaklar üzerinde yapılır. 
Ölüm Kolordusu: Petra gezegeninin en güçlü askerlerinin yer aldığı ordunun genel adıdır, Kral Avurş tarafından oluşturulmuştur.
Ghost: Petra gezegeninde yaşayan en usta büyücülerin yer aldığı grubun adıdır.
Gem: Petra gezegeninde yaşayan acemi büyücülerin yer aldığı grubun adıdır. 
Ktanum: Petra gezegeninde yaşayan ve belirli malzemelerle büyü yapan büyücülerin yer aldığı grubun adıdır.
Teptetam: Savaş zamanı itaat etmeyen, yönetime karşı çıkan kralların veya kraliçelerin karşı tarafa göndermiş olduğu bir flamadır. Bu flamanın üzerinde Tanrı Süve'nin "Barışı koruyun, korumayanı cezalandırın" sözü yer almaktadır. Gezegenlerin kültür renklerine göre flamanın rengi farklılık gösterebilir. 

Defne Yaprağı: Sıra gezegenleri arasında barışın temsili olan bir semboldür. Her gezegende özenle saklanan defne yaprakları vardır. Ayrıca yöneticilerin içtiği özel içeceğe katılır, tütsülerde ve dini bayramlarda da kullanılır. 



◾▪️GİRİŞ▪️◾
▪️BİRİNCİ TANITIM▪️
Sıra gezegenleri yüz yıldır barış içinde yaşarken, Petra gezegenine yeni bir yönetici seçilmişti. Öfkesi sabrını, şöhreti ise tüm kaderini yok etmişti bu yeni yöneticinin. Tahta geçmesiyle gezegenindeki tüm elçileri öldürmüş, diğer gezegenlere ait her şeyi yok etmişti. Amacı efsanelerde anlatılan Aseraria ölümsüzlük ve sonsuz güç getiren o parlak kılıcı bulmaktı, böylelikle tüm sıra gezegenlerini ele geçirecek ve daima güç, kudret içinde yaşayacaktı. Onlarca büyücüyü kılıcı bulamadıkları iddiasıyla acımasız şekillerde öldürdü. Elfleri, Kalashtarları, Warforgedleri, Tieflingleri, Drowları... ve daha binlerce türden canlıyı ölmeleri üzere Pinewiev'e hapsetti. Birbirlerine yirmi bin kilometre uzak olan sıra gezegenlerini yavaş yavaş istila etmeye ve kılıcı efsanede geçen yerlerde aramaya koyulmuştu Kral Avurş. Ölüm Kolordusu adını verdiği ve içerisinde sekiz tür canlının da bulunduğu beş yüz bin askeri ona daima bağlıydı. Ayrıca Ghost, Gem, Ktanum adını verdiği bu gruplarda çeşitli tekniklerle büyü yapabilen Petralılar yer alıyordu. 
Sıra gezegenleri aralarındaki sorunu henüz çözememişlerdi, bu sorunu onlara unutturacak bir şey oldu; Okyanusların ve bataklıkların içinden çıkan Orremarlar tüm türleri tehdit ediyordu, acaba sıra gezegenleri tek düşmana karşı bir olacaklar mıydı? 


◾▪️GİRİŞ YAZISI▪️◾
HER ŞEY KIZIL BİR GECEDE BAŞLAMIŞTI
   Bir harman vaktiydi, Ayevur'da yıllar sonra bir soylunun kanı dökülmüştü. Kraliçe Oletha, Petra gezegeninin Kralı Avurş tarafından bir suikaste kurban gitmişti. Yıllardır özenle saklanan defne yaprağı tüm Ayevur halkının gözünün önünde yakılmıştı. Bu barışın bittiğini ve sıra gezegenlerinin artık sonunun geldiğini gösteriyordu. Avurş, bir yönetimi devralmayı, Aseraria kılıcını bulmayı ve tüm gezegenlerin efendisi olmayı planladığında, unuttuğu bir gerçek bulunuyordu. "Herkes yazdığı kuralların bedelini ödeyerek can verirdi," bu bilinen bir Ayevur sözüydü. Savaşılmadan itaat bekliyordu Avurş, bu imkânsızdı. Kimse bir barbar gezegen yöneticisine hayatını teslim edemezdi. Bu yüzden savaş açan ve Avurş'a Teptetam gönderen ilk yönetici Letita olmuştu. Dostu Oletha'nın intikamını alacaktı er ya da geç. Letita, Avurş'a bir mektup yazdı. Satırlarının her biri intikam ateşiyle yanan birer köz gibiydi. "Bir kavimin efendisi, nasıl korkakça, savaşmadan bir soylunun kanını döker? Sen, defneyi yakıp ateşi başlattın, şimdi sıra bizde Avurş, o ateşte seni yakacağız!" Bu satırlara dayanamayan Avurş, Ayevur'daki tüm soyluları öldürme kararına vardı. Gezegenin dört bir yanındaki soyluların askerleri tarafından yakalanmasını emretti. Ama Ayevur soylularından kimsenin kalmadığını, büyücülerin yardımıyla Baptia’ya kaçtıklarını öğrendiğinde ise öfkesi katbekat arttı. Büyücülerin ve soyluların kaçması üzerine Ayevur halkı artık savunmasızdı. Codie şehri barbarların istilası altındaydı ve Ayevur'un başkenti Oşra’ya büyük bir istila bayrağı çekilmişti. Sıra gezegenlerinden Thardolian, Greilia, Milimma Avurş'a çoktan boyun eğmişlerdi. Diğer dört gezegen ise sırayla Avurş'a Teptetam göndermiş ve ona karşı bir olacaklarını açıkça dile getirmişlerdi. 
Savaş yakındı, Süve ölümlülerin kaderini böyle yazmıştı. 

]]>
Sun, 12 Dec 2021 23:06:54 +0300 Muhammet579_
Hırka https://edebiyatblog.com/hirka-1143 https://edebiyatblog.com/hirka-1143 HIRKA

Yine eve gelir gelmez attı beni bir kenara. Yarın fellik fellik arayacak, nerede bu hırka diye? Hayır, nedir bu agresifliği anlamıyorum; oysa kıyafetlerine çok da hoyrat davranan bir insan değil. Beni aldığı günü anımsıyorum da, ne güzel rengi var demişti; tam da bana göre, sonra da "üç kuruş fazla olsun kırmızı olsun" diye eklemişti. Şimdi ne o göz alan kırmızımdan eser kaldı ne de beni her seferinde  özenerek üzerine giyen insandan.

Sanırım ben de eskiyorum, kullanıldıkça yıpranıyor; yıprandıkça gözden düşüyorum. Belki bir zaman sonra yerimi başka bir model, başka bir renk hırka alacak. Tıpkı beni giydiği gibi, yeni hırkasını özenle giyecek, düğmelerini ilikleyecek ve dakikalarca aynanın karşısında kendini inceleyecek. Kim bilir? Belki de onca yıpranmama, onca eskimeme rağmen ısrarla benden vazgeçmeyecek.

Her sabah yataktan kalkar kalkmaz beni üstüne giyecek, az hareket edip terleyince tersimle çıkarıp bir köşeye iliştirecek. Bu kısır döngü bilinmez ne zamana kadar sürüp gidecek. Şu önümüzdeki günlerde havalar ısınacak, bana çok ihtiyaç hissetmeyecek; ama biliyorum ki, beni yanından eksik de etmeyecek. İlginç bir insan kendisi, tuhaf takıntıları var; mesela sıcak da olsa soğuk da olsa beni yanından hiç ayırmaz. Kimi zaman rengim hoşuna gider, kimi zaman modelim. Bazen beni eski ve modası geçmiş diye beğenmez, bazen de çok eskidi; ama, böyle bir hırka bulamadığım için vazgeçemiyorum ondan, der. Dedim ya, değişik bir karakter; onu çözmeye çalışmaktan vazgeçeli uzun zaman oldu. Artık davranışlarına çok takılmıyorum, akışına bıraktım olayları. Keyfi ister beni giyerse, mutlu olmuyor değilim; ama, giymezse de eskisi gibi üzülmüyorum.

Bugün neşesi yerindeydi; bir heves giydi beni; sonra ne olduysa oldu keyfi kaçtı. Bir hışımla çıkardı üzerinden, tersimle fırlattı beni. Muhtemelen sabaha yine sakinleyecek ve fellik fellik arayacak beni.

]]>
Sat, 04 Dec 2021 19:47:08 +0300 Serve
YAREN https://edebiyatblog.com/yol-1123 https://edebiyatblog.com/yol-1123 YARENLİK

Yola yolcu gerek...Yolcuya yoldaş, yoldaşa yarenlik gerek... Nicedir gitmek istediğim yerlere turla mı  gitsem yalnız mı gitsem karar veremiyordum...Dün uzun uzun çalan telefonu açtım.''Müjdemi isterim ,tura yazıldık...''

Tura yazıldık derken ,nasıl nereye,ne zaman diye art arda soruları sıraladım...

''Geçen konuştuk yaa ,uzun bir tatile,bir yolculuğa ihtiyacım var diyordun..

Sana emri vaki yapılmazsa seyahate çıkacağın yok...Uzun bir yolculuk istiyordun ,hayaller kuruyordun...İşte fırsat...Uzun bir mavi tura katılıyoruz...Haftaya yola çıkıyoruz...''

Çok ani oldu ,nasıl hazırlanırım nereye gidiyoruz diye şaşkın şaşkın kouşmaya devam ettim...

Dert ettiğin şeye bak.Sen yıllardır hazırsın bu geziye...Bir ışık ,bir motivasyon ,hareket bekliyorsun sadece...

'' İki kapılı bir handayız,geldik gidiyoruz.Ömür dediğin ne ki..Daha fazla hayallerini erteleme '' dedi ve telefonu kapattı...Şaşkındım öylesine diye konuştuğumuz  konuyu dert edinmiş canım arkadaşım...Çözüm bile bulmuştu...Arkadaş var sana yar olan,arkadaş var sana yara olan ,arkadaş var Yaren olan..Gönlünüz  yolunuz , yolculuğunuz ve  nasibiniz yarenler olsun.BELHİ

]]>
Thu, 02 Dec 2021 19:54:39 +0300 Ayşe Atlı
Sarı Bisiklet… https://edebiyatblog.com/sari-bisiklet https://edebiyatblog.com/sari-bisiklet Henüz okula başlamamışım,mahallede lastik atlayıp top oynuyoruz,

O zamanların gecekondu dediğimiz tek katlı,şimdi yüksek apartmanlarla dolu mahallemizde...

Hulahop çevirmede madalya verilseydi kesin ben alırdım, çevirirken sağa sola birde laf yetiştirirdim,sanki önemli bir iş yapmıyormuşum da benim için çok basitmiş gibi “O Misketler Benim Bak Ona Göre”diye bağırır hulahopumu koluma takıp  babasının mahalleye sanki bir Porsche getirmişçesine bir övüntüyle kızına hediye ettiği hediye ederken de bütün çocuklara kutlama olarak lokma dağıtıldığı,ama kızının binmekten korktuğu bisikletine binip düşe kalka kopuk uçurtma misali yokuştan aşağı giderdim..

Kızcağızda benim peşimde tabi, “ bana da öğret “ diye...

“Yarın yine bisikletine binmeme izin verirsen öğretirim derdim” ama o yarın pek gelmeyecek gibiydi ikimizde biliyorduk..

Çocuk aklımla uyanık davrandığımı zannetsemde pek uzun sürmedi,zirâ kocaman mahalledeki tek bisikletli arkadaşım babasının işi nedeniyle taşındılar..

Bisiklete mi yanayım,arkadaşıma mı....

Sonra okul başladı günler yıllar geçti,

Hâlâ bisikletli arkadaşımı ara sıra düşünürüm büyüdü mü ? nasıl birisi ? en önemlisi ise neden bana her gün bisikleti veriyordu ? sormak isterdim...

Bu fotoğrafı çekerken düşündüm sadece bu yazdıklarımı,

Bir kaç saniye veya dakikalığına...

İşin ilginç yanı bu bisiklet ile o bisikletin de benzerlikleri var,mesela renkleri aynıydı,

İkincisi ise bu da benim değildi...

Yine bir arkadaşımın geri dönüşüm yaparak değerlendirdiği onun kızının bisikletiydi...

Bi an için bisiklete dalmış olmalıyım herhalde ki... bana “daldın arkadaşım “ dedi..

Bende gayri ihtiyari olarak,

“Yarın da binebilirmiyim ? Dedim,

O an gülüştük tabi, bu anıları anlattım ona

Ne güzel günlerdi çocukluk dedik,olanı olmayanla paylaşmak,anı yaşamak,ne güzeldi diz sızlamaları,misket sesleri diye diye beraber seyre daldık..bir zamanlar yokuş aşağı kopuk uçurtma misali koşup şimdi çiçeklerle bezenen hayatlara...

]]>
Sun, 28 Nov 2021 21:35:10 +0300 siirsel__sanat
Bir şarap gecesi ve aşk https://edebiyatblog.com/bir-sarap-gecesi-ve-ask https://edebiyatblog.com/bir-sarap-gecesi-ve-ask
Kendimi iyi ve enerjik hissettiğim bir güne merhaba diyerek gözlerimi açtım. 

Bugün aklımdan geçirdiğim ve yapmayı planladığım her şey benim bu zamana kadar olan hayalimdi. 

Bunu düşlemek dâhi çok güzeldi. 
Her sabah uğradığım muhallebiciye uğrayıp çiçek teyze'min yanağına öpücük kondurduktan sonra neşe kokan adımlarımla ilerlemeye devam ettim. 

Arkama döndüğümde o güzel bakan gözlerinde  bir yasemin çiçeği vardı. 

Ah benim çiçeğim, yaseminler kadar güzel kokardı. 

"Nereye böyle ayçiçeği?"
Enerjim ve hiç solmayan bir yanım olduğu için bana böyle seslenirdi.

"Yeni kokular tatmaya çiçeğim."
Yüzündeki ifade beni ne kadar iyi tanıdığına ve ne demek istediğimi anladığına şahitlik ediyordu. 

"Görüşürüz, keşifçi ayçiçeğim."

"Görüşürüz çiçeğim."
Dedikten sonra el sallayarak yoluma devam ettim. 

Karşıdan gelen insanların nereye gittikleri nasıl bir hayalleri vardı acaba? 

Benim gibi bir tutam mutluluk, bir tutam da güzel insanlarla geçirilen bir vakit olabilir miydi? 

Her zaman ki düşüncelerime dalıp giderken, gelmek istediğim o kitap kafeye gelmiştim. 

Buraya gelmeye bayılırdım. Yeni insanlarla tanışmaya, yeni kitap kokuları almaya bayılırdım. 

Hayatımdaki en güzel aktivitemdi. 

Yine o en sevdiğim köşeye geçip, insanlara hem yakın hem uzak olabileceğim cam kenarında dalıp gitmek için hazırdım. 

Sıra raflardan seçtiğim kitaplardan birine karar verip başlamaktaydı. 

Bu benim için zor olsa da bir karar verip kapağı renkli ve canlı olan o kitabı seçtim. Genelde renkli ve böyle cıvıl cıvıl olan şeyler çok ilgimi çekerdi. 

Kapağını açıp göz attığımda ise ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım. 

Ve kendimi kitabın ellerine teslim ettim. 

Cama yasladığım kolumu ve başımı kımıldatmadan kitaba devam ettim. 

Ve neredeyse dalıp gitmiştim. Baş karakterin yaşadığı olayı içselleştirip, ben yaşasam ne yapardım diye düşündüğüm anlar dâhi oldu. 

Bazı yerlerine çok güldüm. Bazı yerlerinde ise gözlerimin dolduğuna şahit oldum. 

Bu yüzden kitaplar insanlardan daha çok şey yaşatıp, duygudan duyguya sürükleyebilirdi.

Bunun için en uygun araç olduğunu düşünüyordum. 

Ellerimin ve başımın pes edip dinlenmeye ihtiyacı olduğunu anladığımda kitaba ara verip sonra devam etme kararı aldım. 

Kafeden çıkıp caddede yürümeye devam ettim. 

Ama aklım ise yalnız bıraktığım kitabımdaydı. 

Çünkü onları arkadaşlarım olarak görüp, seviyordum. 

Yarın devam edeceğim için biraz vizdanımı rahatlatmıştım. 

Evime yaklaştığımda sokak kedilerine mamalarını verip biraz da sevgi dolusu sarılışlarım ve öpüşlerimden sonra onlar da veda edip evime girdim. 

Ben hayatı böyle seviyordum. Hesapsız, plansız ve içimden geldiği gibi. 

Benim için mutluluk çiçek teyzemin yüzündeki gülümsemeydi. 

Sokak ta kendisini sevmeme izin veren kediydi.

İşte hayat bu kadar kolay ve güzeldi. Yeter ki ona farklı bir bakış açısından bakılsın

]]>
Tue, 16 Nov 2021 00:19:10 +0300 Gizem akar
KUĞU KUŞU https://edebiyatblog.com/kugu-kusu https://edebiyatblog.com/kugu-kusu Çok uzak köylerin birinde yaşayan bir öğretmen varmış. Bu öğretmen köy çocuklarına okuma yazma öğretmek, onların bir meslek sahibi olması için çok çabalarmış. Özellikle kız çocuklarının okumasıyla ilgilenir, nerede okumayan kız çocuğu varsa onların evlerine gider, ailelerini ikna etmek için elinden geleni yaparmış. Bazı köy halkı kızlarını okutmak istemiyorlarmış. Onlara göre kız kısmı okumaz, evde annesine yardım edermiş. Hal böyle olunca kız çocuklarını belli bir yaşa gelince de hemen evlendiriyorlarmış. Öğretmen böyle düşünen birkaç köylüye engel olmuş. Kızını evlendirmek isteyen köylünün birini almış karşısına konuşmuş. 

“Şimdi sen 15 yaşındaki kızını evlendirmek istiyorsun, çocuk demeden, okumasına izin vermeden… İlerde bir zamanda, ya kızına muhtaç olursan, elini ona uzatırken o ellerini kızın tutmazsa… Çok hasta olsan yataklara düşsen karın, çok sevdiğin oğlun, sana bakmasa, ne olur biliyor musun? Eğer 15 yaşında ki kızını evlendirmeseydin, küçük yaşta gelin ettiğin için senden nefret etmeseydi, kızın o elleri tutardı, hem de bir doktor, bir öğretmen olarak. Okutup doktor olsaydı, elleri sana şifa olurdu. Başka insanlara şifa olurdu, onunla gurur duyardın. O beyaz önlüğü giyince tıpkı bir melek gibi olurdu değil mi? Ama sen kızından bu hayallerini çalmak istiyorsun. 15 yaşında eli kalem tutacağına, kocasının ailesine hizmet mi edecek? “
Adamcığız bir şey diyememiş, susup kalmış. Çünkü öğretmenin haklı olduğunu biliyormuş. Kızını yanına çağırıp onu evlendirmeyeceğini aksine okutup büyük insan yapacağını söylemiş. Küçük kız babasının söylediklerini duyunca öyle mutlu olmuş ki, sevincinden gidip babasına sarılmış. Babada o gün ilk defa kızının saçlarını okşamış, kollarıyla onu sarmış. Sonrada kızını öğretmene emanet edip, okuması için elinden ne geliyorsa her şeyi yapacağını söylemiş.
O günden sonra herkes kızlarını öğretmene emanet edip, okuması için izin vermişler. Öğretmen o köye çok iyi gelmiş. İnsanlar gün geçtikçe onu daha çok sever olmuşlar. Çünkü öğretmen sayesinde yaptıkları yanlıştan dönüp kızlarına değer verir olmuşlar, hem de okumaları için kızlarına da destek olmaya başlamışlar. Öğretmeninin adı Halil’miş ama ona hiç kimse ismiyle seslenmiyorlarmış. O köyde onun ismi öğretmenmiş.

Halil günlerin çoğunu öğrencileriyle geçirip onlara yeni şeyler öğretmeye çabalıyormuş. Bir gün hiç ummadık zamanda gönlüne sevda düşmüş. Köyün en güzel kızına… Okula gidip gelirken onu tarlada çalışırken görmüş. Sonra aklından hiç çıkaramamış. Her yerde onu görür olmuş. Bu sevda kalbine öyle bir işlemiş ki… Hasta olup yataklara düşeceğim diye çok korkuyormuş. Sonunda bu böyle olmaz deyip kıza açılmaya karar vermiş. Sevdasını söylemesi biraz zor olacakmış, çünkü köylük bir yerde böyle sevda işlerine pekiyi bakmazlarmış. Kızında onda gönlü olduğunu bilse hiç durmaz gidip istermiş. Ama emin değilmiş, onun için bir çözüm yolu bulup kızında onda gönlü olup olmadığını öğrenmesi gerekiyormuş. Günlerce düşünmüş nasıl öğrenirim, kıza nasıl yanaşırım diye. Sonra aklına bir fikir gelmiş. Yine o tarlanın yolundan geçeceği vakit köylülerle sohbet ediyormuş gibi yapıp,  niyeti ona üstünde yazılı bir mendil bırakmakmış. Eğer o mendili alıp bana cevap verirse o zaman onunda gönlü bende demektir. Kızın birkaç kez kendisine baktığını görmüş ama emin olamıyormuş. Bu yüzden tek çözüm mendilmiş.

Tarlaya gidip kolay gelsin bahanesiyle çalışanlarla konuşmaya başlamış. Sohbeti bitirip kızdan tarafa doğru yürüyüp tam kızın önüne gelince mendili düşürü vermiş. Yandan da kızın gözlerine bakıp hafiften gülümsemiş. Kız önündeki mendili görüp şaşırıp kalmış, gözlerini öğretmene çevirince gülümsediğini fark edip tekrar bakışlarını yere eğmiş. Mendili alıp öğretmene uzatacakken yürüyüp gittiğini görmüş. Kimse görmeden mendili alıp cebine saklamış.
Öğle molasında kız tuvalete gitmeye bahanesiyle kimsenin görmeyeceği yere gidip mendili bakmak istemiş. Önce istemeden burnuna alıp koklamış. Kokuyu içine çekerek gözlerini kapamış, daha önce hiç böyle kokuya rastlamamış. Kendine gelince ben ne yapıyorum deyip mendili geri cebine koyacakken, mendilde bir şeyler yazdığını görmüş. Merak edip mendili tamamen açmış. Bir kuğu resmi... Sonra gözleri yazıya kaymış.

“Kuğu kuşu bir hayvan ama sıradan yaratılmamıştır. Kuğu kuşu denince akla hemen aşk düşer. Aşkın en saf halini temsil ettiğini, eşlerine olan bağlılıklarından bahsederler. Şimdi diyorsun bana neden kuğudan bahsediyorsun. Bilmeni isterim ki benimde sana olan aşkım en saf, en temizinden… Aynı kuğu kuşu gibi bende sana kalpten bağımlıyım. Eğer senin kalbinde küçücükte olsa bir yer edindiysem bu mendile bir şeyler yaz. Yarın tekrar gelip mendili senden alacağım. Eğer bende gönlün yoksa sevdamı kalbime gömüp yoluma devam edeceğim.”

Güzel kız mendildeki yazıyı okuyunca ne düşüneceğini şaşırmış. Kalp atışları birden hızlı atmaya başlamış ve yüzlerinin yandığını fark etmiş. Elini kalbine götürüp kalp atışlarını dinlemiş. Atışlarında öğretmene dair izler aramış. Kalp atışları sanki öğretmen diyormuş. Gül sende öğretmene sevdalısın, öğretmenin sana hissettiği duygular gibi sende ona âşıksın. Kalbini dinledikten sonra yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuş. Gereken cevabı alıp oda mendilin diğer kısmına bir şeyler yazıp yarın öğretmene vermeye karar vermiş.

Halil öğretmen o gece heyecandan uyuyamamış. Bir an önce sabah olup cevabı öğrenmek istiyormuş. Sabahı sabah etmiş, önce okula gidip derslere girmiş. Sonra ayakları heyecanlı şekilde tarla yoluna koyulmuş. Aynı dünkü gibi köylülerle biraz konuşup kızın olduğu tarafa gelmiş. Kızla bir an göz göze gelmişler ama kısa sürmüş. Adımlarını atarken yerde mendilini görmüş. Kimseye çaktırmadan eğilip mendilini almış. Gül’e dönüp bir bakmış ama kız işiyle uğraşıyormuş. Önüne dönüp hızlı adımlarla evine gitmiş. Kendini koltuğa atıp mendili açmış, heyecandan resmen eli titriyormuş. Mendili açıp okumaya başlamış.

“Elimi kalbime götürdüm, atışlarını dinledim. Kalp atışlarım bana diyor ki, Gül sen de öğretmene sevdalanmışsın, kalbinde ona çoktan yer vermişsin. Şimdi cevabımı aldığına göre en kısa zamanda gel iste beni…”
Halil sevinçten ne yapacağını şaşırmış. Odanın içinde çocuklar gibi hoplayıp zıplamış. Demek adı Gül’müş. Kendi gibi ismi de çok güzelmiş diye kendi kendine mırıldanmış. En kısa zamanda gidip sevdiğini isteyecek, ölene kadar birlikte mutlu mesut yaşayacaklarmış.

Bir hafta sonra Halil yanına köy muhtarını alıp Gül’ü ailesinden istemeye gitmişler. Halil’in ailesi olmadığı için muhtara rica etmiş. Halil’in ailesi o küçükken bir kazada hayatlarını kaybetmişler. Halil’e dedesi bakıp büyütmüş ama bir süre sonra dedesini de hastalıktan ölmüş. Bu yüzden kimsesi yokmuş. Köyün muhtarı müjdeli haberi duyunca çok sevinmiş. Öğretmeni çok sevdiği için hemen kabul edip, Gül’ü istemeye gitmişler. Gül’ün ailesi çok memnun olmuş, koskoca öğretmen kızlarını istiyor. Kim olsa mutlu olmaz mı? Gül’e öğretmenle evlenip evlenmeyeceğini sorup öyle cevap vermek istemişler. Öğretmen bu duruma bir yandan sevinmiş, çünkü ailesi Gül’ün fikrini de almak istemiş, onu zorla bir şey yaptırmak istememişler. Gül sessiz kalıp bir şey dememiş ama gözlerinden her şey okunuyormuş. Annesi anlamış ki kızının da öğretmende gönlü var. O gece Gül’ü öğretmene vermişler, yüzükler takılmış. İki kalpte çok mutluymuş, çünkü ikisi de diğer yarısını bulmuş. Artık iki kalpte ayrı atmak yokmuş. Çünkü onlar tek kalp olup birlikte atmaya karar vermişler.

Kısa sürede düğün dernek kurulmuş. Öğretmen ve gül evlenmişler. Düğünleri öyle güzel olmuş ki bütün köy konuşmuş. Evleri nehire yakın bir yerdeymiş. İkisi de su sesini dinlemeyi çok sevdikleri, birde iki tane kuğu kuşu beslemek için özellikle orayı seçmişler. İki kuğu kuşu, aynı onlar gibi birbirine âşık kuğularmış. Aynı Halil ve Gül gibi birbirlerinden hiç ayrı duramıyorlarmış. Her zaman yan yanalarmış.
Onların aşkı çok büyükmüş, adeta kalplerine sığmaz olmuş. Sevdaları birbirlerinin gözlerine baktıklarında öyle belli oluyormuş ki… Bütün köy onların sevdasını konuşur olmuş. Genç kızlar aynı onlar gibi mutlu yuvalarının olmasını için dua ederlermiş. Halil karısının bir dediğini iki etmiyormuş. Yeter ki ağzından bir şey çıksın. Gül’ü bir şey istesin hemen alıp geliyormuş. Ona şiirler okuyor, türküler söylüyormuş. Her daim aşkını ona haykırıyormuş. Hiç bir zaman eşinden sevgisini esirgememiş. Karısını baş tacı yapmış, ev işlerinde yardım ediyor, her zor anında yanında oluyormuş.

Günler mutlu bir şekilde geçip gidiyormuş. İkisinin de aşkları daha çoğalıyor, birbirlerine daha çok bağlanıyorlarmış. Yalnız bu mutlu tabloda bir şey eksikmiş çocuk… Seneler geçmiş ama hala çocukları olmamış. Gül kendinden olmuyor diye kederlenip duruyormuş. Halil’ime bir evlat veremedim, ben nasıl eşimde ona laik olamadım deyip kendi kendini hüzünlenirmiş. Böyle durumlarda kadın neden hep kendini suçlardı, belki kocasından olmuyordu. Toplumun bize yüklediği yüklerden biriydi, bir evlilik de çocuk olmuyorsa bunun suçlusu kadın olurdu. Hatta karısının üstüne kuma getiren bile oluyordu ama erkek asla kendinde sorun olacağını düşünmüyordu. Gül’de böyle düşünen bir grup içindeydi, sorunun kendisinde olduğunu sanıyordu. Bunun üstüne köyde de çoktan dedikodu başlamıştı. Gül öğretmene evlat veremedi, kısır deyip söylenip duruyorlarmış. Gül bunları duydukça daha çok üzülmüş. Aslında ne kadar kötü bir düşünceydi, önceden mutlu aileden bahsederken şimdi ise Gül'ün çocuğu olmuyor diye konuşuyorlardı. Bir zamanlar onları yüceltirken, bir anda kötü konuşmaya başlamışlardı. İnsanoğlu ne kadarda nankördü. Onlara yardımı dokunan bir öğretmene, en kötülüğü onlar yapıyorlardı. Bir kadının ahını alarak, zaten en büyük günahı işlemişlerdi.

Halil ne kadar çocuk istemiyorum, bana sen yetersin dese de Gül'ü ikna edememişti. Günler geçtikçe Gül üzüntüden eriyip bitmiş, bir şey yiyemez olmuş. Bir deri bir kemik kalmış. Halil karısını böyle gördükçe çok üzülüyormuş. Ona her daim sevdiğini söylese de çocuk istemiyorum dese de Gül’ün yüzünü güldürememiş.
Gül üzüntüye daha fazla dayanamayıp yataklara düşmüş. Halil karısına hekimler getirtmiş ama hastalığına çare bulamamışlar. İnci hastalığına yakalanmış. Ve bu hastalığında şifası yokmuş. Halil karısını iyileştirmek için çok uğraşmış. Pekmezlerle ballarla beslemiş ama Gül’ün vücudu bunlara cevap vermemiş. Onun tek ilacı varmış, oda bir evlat.

Bir gün nehir kenarında oturup kuğuları izlemeye koyulmuşlar. Halil sevdiceğini dizlerine yatırıp saçlarını okşuyor bir yandan da kuğulardan bahsediyormuş.
“Hatırlıyor musun Gül’üm sana kuğu kuşlarının bağlılığından bahsetmiştim. Onları aşkın en saf halini temsil eder. Neden mi? Kuğu kuşları tek eşli olması ve ölene kadar eşlerine bağlı olmaları... Derin bir sadakat duygusuna sahiptirler ve öldükten sonra bile bağlılığını sürdürenler vardır. O yüzden aşkın en saf halini temsil eder. Bende bizim aşkımızı onların aşkına benzetiyorum. Onların birbirine olan aşkı gibi, birbirine bağlılıkları gibi bizde birbirimize bağlıyız. Her ne olursa olsun bizim sevdamız ölümsüz. Birbirimize sadakatimiz çok derin…”  Halil konuşuyormuş ama Gül’den hiç ses çıkmamış. Merak edip eğilip yüzüne bakmış. Gözlerinin kapalı olduğunu görmüş, bir telaşla dizlerini çekip karısının başını yere koymuş. Gül’ün başına geçip onu uyandırmaya çalışmış. Ama Gül’de ses yok nefesine bakmış, kalbini dinlemiş. Yaşama belirtisi yokmuş, ne kalbi atıyor, ne nefes alıyormuş. Halil karısını öyle görünce çok korkmuş, ellerini ellerine alıp "Gül'üm karım hadi uyan, bak beni korkutuyorsun."diye seslenmiş ama karısından cevap gelmemiş. Gül’ü kucağına çekip sarıp sarmalamış, uyan sevdam demiş, uyan ama sevdası açmamış gözlerini... Gözyaşları nehire akıp gitmiş.

Halil sevdiğini kollarında kaybetmiş, bağırışlarını ağıtlarını bir köy duymuş. Bir köy öğretmeninin acısına şahit olmuş. Ne yazık ki bir köyde Gül'ün sebebi olmuştu. Pişman olmuşlardı ama iş işten geçmişti, bir insan öldükten sonra pişman olsan ne yazardı. Burada Gül’ün hikâyesinde çıkarmamız gereken bir ders vardı, ne olursa olsun insanların sözünü kafaya takmamaktı. Onlar her türlü konuşuyorlardı, Gül evlat veremedi diye dedikodusu yapıp onu üzmüşlerdi. Hâlbuki Gül’ün elinde olan bir şey değildi, üzülüp kendini hasta etmişti.

Halil sevdiğini kaybederken diğer tarafta sevdiğini kaybeden biri daha vardı. Nehir'in akan suyuna kuğu kuşu da eşini vermişti. Aynı Halil gibi kuğu kuşu da sevdiğini kaybetmişti. İki âşık ölene kadar sevdalarına bağlı kalıp son nefeslerinde bile eşlerin isimlerini anmışlardı.

]]>
Sun, 31 Oct 2021 19:04:40 +0300 Çilem Akpınar
EYVAH EYVAH https://edebiyatblog.com/eyvah-eyvah https://edebiyatblog.com/eyvah-eyvah EYVAH  EYVAH!

Saat on ikiyi  çoktan  geçti. Her  akşam  saat  tam  yirmi  oldu  mu sallana  sallana  gelirdi. Bu  gün  oldukça  geç  kaldı. Hayret  aramadı  da.

Ah! Yoksa  başına  kötü  bir  şey mi  geldi? Diye  içinden  geçirirken birden  alacaklısı  gelmiş  borçlu gibi  kapısının  şiddetle çalınması onu  kendine  getirmiş, korku mu yoksa  heyecan mı bilemediği  garip   bir  duygu tüm  bedenini  sarmıştı.  Durdu  düşündü! Bu  güne  kadar  akşam  vakti  kapısı  böylesine  hiç  çalınmamıştı. Hatta hiç  çalınmamıştı.

Melisa çiçeklerinin  yoğun  kokusunun  etrafı  buram  buram  kapladığı bir  İzmir  akşamında, denizin  kıyıya  hoyratça  vurma  sesleri  odanın  penceresinden  nasılda  işitiliyordu.  Yıllar  yalnız  başına  yaşamayı  ona  bir  hakmış  gibi dayatsa  da, yine  de  her  akşam  bıkmadan  usanmadan penceresinin  perdesini  aralar ,  saatler  boyu  kavuşmayı  istediği  gençliğini  beklerdi.

Bu  akşam  da  yine  aynı  özlemle oturmuş karşı  evlerin ışıkları  bir  bir  yanmaya  başlarken  o  içindeki  karanlığı  aydınlatacak  bir  ışığı  bekliyordu. Kendi  kendine  konuşmaya  başladı  birden;

Tabii  yaa beklersin  işte. Hani  asla  yalnız  kalmazdın. Etrafında  seni  seven  bir  çok  insan  vardı. Ne  oldu?

Şimdi  gülme  ve  huzur  zamanım  diyordun, görevlerimi  yerine getirdiğimden  emin  olarak  yaşlanmak  istiyorum  diyordun!  Olmadı  mı?

Dinlenmek  huzurun  tadını  çıkarmak  istiyorum, kırışıklıklardan  ve  beyaz  saçlarımdan  korkmadan yaşlanmak  istiyorum  diyordun.  Ne  oldu  şimdi? Bak  perdenin  arkasından  bakıyor,  biri  gelecek  diye  için  titriyor, kendini  dört  duvar  arasına  mahkum  ediyorsun.

Sahi  kaç  gün , yok  yok  kaç hafta , hatta  kaç  aydır  evden  dışarı  çıkmıyorsun?

Hadi  canım  o  kadar  da  değil.  Geçen  gün  Nezaket  hanım  hani  şu  giriş  katta  oturan  dul  Nezahat  var  ya beni  kahve  içmeye  çağırmıştı  ya.

Ah  be  zavallım  nasılda  unutkan  oldun, başım  ağırıyor  bir  başka  gün  geleyim  diye  atlattın  ya.

Doğru!  Derin  bir  nefes  aldı. Bir  an  heyecanlanmıştı . 

Hayret , hatırlamıyordu.  En  son  ne  zaman   dışarı  çıkmıştı? Ne  zaman  biriyle  konuşmuştu?

Ama  bu  akşam  kararlıydı  mutlaka  birileriyle  konuşmalı  ve  bu  yalnızlığı  yıkmalıydı.  Sokağa  geri  döndü. Saat  on  yedi  otuz,  Zebercet  Hanım bankadaki  işinden  çıkmış, elinde beyaz  örgü  filesinin içine  doldurduğu  ,  akşam  pazarı  meyve  ve sebzeleriyle  telaşlı  adımlarla sokağın  köşesinde  bulunan  en  yüksek  apartmanın  yanından kıvrılıp  gidecek.  Bu  apartman mahaldeki  en  kolay  bulunabilecek  adres.  Mahalleli  tarif  verirken kırmızı  boyalı  bu  apartmanı  söyledi  mi  adresi  bulmamanız  mümkün  değildir.  Elinizle  koymuş  gibi  bulursunuz. 

Biraz  sonra  Mithat koşarak  okuldan  gelecek  ve  doğruca evlerinin  altındaki  bakkaldan  kaptığı,  fırından  yeni  gelmiş,  özene  bezene kapının  sol  tarafında  bulunan sarı  tel dolaba  sırayla  dizilmiş  ekmeklerden en  ortada  olanı diğerlerine  dokunmadan  itinayla  alacak  diye  söylenmeye  başlamıştı  ki ;

Evet, Mithat  söylediklerini  harfiyen  gerçekleştirmişti  bu  günde.

Dur  bak  dedi,  şimdi  Kahveci  Samet in  Çırağı elindeki  eski  bakır  tepsi  üzerinde  taşıdığı çayları  sırasıyla tüm  esnafa  dağıtmaya  başlayacak.

Kolay  gelsin  Samet!  Bana  yok  mu?  Diye  seslendi.

Samet  binanın  önünden    geçerken  aniden  dönüp  pencereye  dikkatlice  baktı  baktı. 

Eyvah   duydu  galiba!  Gördü  mü  acaba?  Samet  kafasını  sağa  sola  sallayarak  yoluna  devam  etti. Perdenin  arkasından  kim  görebilirdi  ki!  Kim  bilir  onun  için  neler  söylüyorlardı?   Yıllarca  aynı  sokaktan  defalarca  geçmiş,   konuşmadığı  selam  vermediği  kimse  kalmamış ama  şimdi  herkese  kendini  kapatmıştı. Sabah  ekmeği,  alınacakları  dahi  listeler  kapıcının  alması  için torba  ve  parayla  kutuya  bırakır  gerek  olmadıkça  kapıcıyla  bile  konuşmazdı.

Oh  ya  dedi  sevinçle.  Hiç  sektirmeden  her gün  aynı  olayları  yaşıyorum.  Ama  mutluyum  diye  geçirdi  içinden. Yalnızlığının adeta  bir  ortağı  olup  onu bu  derin  yoksunluktan  kurtarıyordu  izledikleri.

Hayat  kimine cömert  kimine  nasıl  da cimri  davranıyor diye  düşündü. Sokakta  gördüğü  herkes bir  şeylerin  telaşıyla  sağa  sola  giderken  onunsa yaşamı  olduğu  yerde  tükeniyordu  sanki. Olsun  o  yine de  mutluydu. Çünkü  dert  edecek  öyle  az  şeyi  vardı  ki!

Az  mı?  Dedi. Alaylı  bir  tebessümle   adeta  kendi  sözüyle  dalga  geçti.

Gerçekten  de  az  mı?  

Ooo    saymayayım  şimdi.  Ya  çok  çıkarsa!  Mahcup  olurum  maazallah.

Vazgeçti  döndü  tekrar  sokağa. Hava,  koyu  ağırlığını  yüklenmiş  bulutlarla   güneşi  bir  kapayıp  bir  açıyor,   saatler   ilerliyor ve   heyecanı  da  ikiye  katlanıyordu . Silkindi  kendine  geldi.

Sen  bu  kafayla  gidersen hep  yalnız  kalacaksın.  Kalk  sokağa  çık, herkes  gibi  nefes  al,  gez  dolaş ve  sana  sunulan  yaşam  denen  bu  armağanı  doyunca  yaşa. Biliyor  musun  hayatı  kaybetmekten  daha  acı  bir  şey  vardır.  O  da   yaşamın  anlamını  kaybetmek. Yoksa  sen bunu  mu  yitirdin?

Duydum  ki  kendini  eve  kapatmışsın . Öldün  zannettim.  E  yaşıyorsun  işte.  Yaşıyorsan  hala  umut  var  demektir.

Evet  bu  ses  kulaklarında  çınlarken  etrafına  bakındı. Gerçekten  yaşıyor muydu? Bir  kez  daha  sessizlik  yüzüne  yüzüne    vuruyordu  sanki.

Nasıl  oluyor  bu?  Yoksa  deliriyor  muyum?  Bütün  bunlar ...

Aman  neyse  ne! Şimdi  bir  de  bunları  mı  takacaktı  kafasına?

Geçmişte  yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu.  İçinde  derin  yaralar  açmış  belki  de  insanlara  karşı  nefreti  ya da  kırgınlığı o  günlerden  başlamıştı.  O  da  her  kadın  gibi  sıcak  bir  yuva  hayaliyle  çıktığı  o  yolda  başına  gelecekleri  nereden  bilebilirdi ki? Yemeğin  tuzu  az  olmuş,  evin  temizliği yeterince  yapılmamış,  işten  eve  geç  gelinmiş,  zaten  hiç  bir  şey  zamanında  olmuyormuş…muş  da  muş ,muş . Bahane  üstüne  bahaneyle  hıncının çıkarıldığı  bir  metaya  dönüşmüştü  adeta.  Canını  hiç   bir  şey  daha  kötü  incitemezdi işittiği  laflardan. Kırılan  kemikler  zamanla  iyileşiyor,  moraran  yüzü  eski  haline  geliyordu,  ancak  kırılan  incinen  ruhu  hiç  bir  zaman  iyileşemeyecek  ,  bu  nedenle kendisine  uzanacak  her  ele  karşı  ürkek  davranarak geri  kalan  hayatını  yalnızlığa  mahkum  edecekti.

İnsanca  yürüyebileceği  bir  yol  kalmamıştı. Böyle  gitmez  diyerek  sonunda  bir  cesaretle boşanmış ve  kendi  içine  dönüp,   kendini  dış  dünyadan  soyutlamıştı. Tüm  bu  yalnızlığı  tamamen kendi  tercihiydi.  Şimdi  gençliğinin  geri  gelmesini  beklerken o da  bunun hiç  gerçekleşemeyeceğinin  farkındaydı  ama  yine   bir  umut  işte…..

Hah  işte  saat  on  dokuz  otuz, az  kaldı. Yarım  saat  sonra servis  otobüsü meşhur  köşeyi  döndü  mü  o   da  muradına  erecekti. Bekledi , bekledi,  saat  yirmi,  yirmi  on  beş, yirmi  otuz,  yirmi  bir.

 Ne  oluyor  böyle? Belki  belki  de  beklediği  gelmişti.

Birden  derin  bir  sessizlik  sonrası  saatin  yirmi  dördü  vuran  gong  sesiyle  birlikte kapı  çalmaya  başladı.  Ayağa  kalkmaya  çalıştı  zorlanmıştı.  Yorgun  bedenini taşımak  bu  gece  nedense  ağır  gelmişti  ona. Son  bir  çaba ha  gayret  dedi. Koridora  zor  ulaştı. Az  daha  yürüse  kapıya  ulaşacaktı. Ayakları  geri  geri  gitse  de bedeni   olağan  üstü  bir  çabayla  nihayet  kapının önüne gelebilmişti

Biraz  önce  duyduğum  doğru  mu?  diye  söylendi. Kalbinin  sesi  öyle  güçlü  çıkmaya  başlamıştı  ki   başkası  duymasın  diye  eliyle  bastırmaya  çalıştı.  Heyecandan  ne  yapacağını  şaşırmış kapıyı  dinliyordu.

Üstteki  kilidi  iki  kez  çevirdi, altı  da  kilitlemişti.  İki  kez  de onu  çevirir  çevirmez  kapı  aralandı. Önce  karşı  daireye  gelen  birisi  diye  düşünmüştü  ki  yüz  yüze  gelince birden  irkildi.

Eyvah,  eyvah  diye  bağırdı. Beklediği  gelmişti. Bu  yüz  hiç de   yabancı  değildi.  Fısıltı  gibi  cılız  bir  sesle ;

Hoş  geldin,  diyebildi.

Ne  oldu  işte  hadi  konuş  bakalım.  Sor  bunca  zaman  neredeymiş?  Neden  bu  kadar  beklemiş?

Korktun  mu?

Biraz.

 Değdi  mi  beklemeye?

Bilemiyorum  dedi  kendi  kendine, hayal  kırıklığı  yaşıyordu  şu  an.  O  gençliğinin  geleceğini  düşünerek  bu  kadar  zaman  beklemişti.

Oysa   şimdi  karşısında  duran, ona  tanıdık  olduğu  gibi  bir  o  kadar  da  yabancı  olan  yılların  yorduğu  son  demleriydi ,     misafirliğe     gelmişti  . Buyur  etmeden  kapıda  konuştular  ayak  üstü.  Ne  çok  söz  birikmişti  meğer  içinde. Dayanamadı    veda  etmek  isterken son  bir  kez  dönüp  baktı  geriye.

 

 

Aynada  gördüğü  bu  yüz    kendisi  olamazdı.

Şakakları  kaldıramazdı   bu  kadar  çok  beyazı

Elleri  buruş  buruş  olmuş  üşüyor   hava  sanki  kış  ayazı

Yüreği    döndü   buzdan  bir  cama  nasılda  oldu   kaskatı

Ne  servis  kaldı  geçmişten  bu  güne  gelecek,

Ne  kendisi  o  servisten  eskisi  gibi  inecek

Hayat  beklemeye  değmiyor  inan  bitti  bitecek

Son  demleri görmeye  belki  nefes  yetmeyecek.

 

 

Müzeyyen/ 11.09.2021  

 

 

 

 

]]>
Mon, 25 Oct 2021 16:35:42 +0300 Müzeyyen GÖKMEN
VEFA https://edebiyatblog.com/vefa https://edebiyatblog.com/vefa ÖZGÜNLÜK  

Dedesinden kalma yayla evınde yazları vakit geçirmekten çok  keyif alırdı kadın...Onuniçin ev sadece bir duvar

,mekan değildi..O, aslına ve köklerine sımsıkı bağlıydı...Her yazı iple çekerdi,dile kolay 89 yııllık tarihi ahşap bir evdi yayla evi...Her gidişinde dedesinin düzenli gidiş geliş tarihini ve yazdığı notları okur ve babasının anlattıklarıyla hafızasında birşeyler canlandırırdı...Etrafındakiler muhallanarak '' Ne buluyor bu eski evde '' diye söylenirlerdi.Ne mi buluyorum demişti birinde kadın,doğallık,tarih,cefa,vefa en önemlisi de sevgi '...

 Ramazanoğlu Kara İsa' nın mekanıydı o yayla...Üstelik 500 yıldan fazla Karakucak Güreşlerinin yapıldığı bir mekandı...

İnsanların duyarsızlığı yeniye olan merakı,evlerın ruhuna değil de içine eşyasına önem vermelerine bir türlü anlam veremiyordu...Birbirinin aynısı evler,model ve eşyalr adetaonu boğuyordu...Çünkü ' Özgün olmak özgür olmaktı 'onun için...

'Şimdilerde evlerimiz modaya esir ,ruhlarımız da başka hayatlara esir ipotekli sanki 'derdi kendi kendine...BELHİ

 

]]>
Thu, 21 Oct 2021 16:59:13 +0300 Ayşe Atlı
KİTAP SADECE KİTAP MI ? https://edebiyatblog.com/kelimeler-715 https://edebiyatblog.com/kelimeler-715 KİTAP SADECE KİTAP MI ?

 Güzel bir sonbahar günü evinde kahvesini yudumlarken,eski  günlük ve hatıralarının yazılı olduğu defter aklına geldi...Kahvesini yarım bıraktı...Kalktı yerinden ...Evde yalnız kalmayı ,anılarla başbaşa olmayı hayaller kurmayı oldum olası severdi...Aramaya koyuldu yazdıklarını ...Yazmaya uzun süredir ara vermişti...Kızdı kendi kendine :'Anıların zaten zihninde hapis,defteri nereye hapsettin şimdi ? : diye söyleniyordu alçak sesle...

 O sırada eline başka bir kitap geçti ve durakaldı...Bambaşka bir şeylere evrildi zihni...Yıllar önce yarışmada kazandığı kitaptı elindeki..O gün gözünde canlandı...Berabere kalmıştı finalde...Yedek sorularda da beraberlik bozulmuyordu...Her sorudan sonra 'devam mı kura mı çekelim 'diyordu yarışma heyeti ...İki taraf da kendinden emin kurayı istememişlerdi...Yedek sorular bitmiş ,daha sonra sorulan üç soruda da beraberlik bozulmamıştı...Yarışma uzadıkça uzadı..Artık yarışmacılar gergin ve heyecanlı ,salonda ise çıt çıkmıyordu...Nefesler adeta tutulmuştu...Sıradaki soru' Osmanlı Divan Edebiyatı'ndan' bir kelime idi...Bu çok çok kolaydı onun için..Edebiyata meraklıydı.Kelimelerin kökenini araştırır ve yerli yerince kullanmaya gayret ederdi...

Sunucu soruyu bitirmeden cevabı ayağa kalkarak vermiş ,seyirciler de ayağa kalkmış alkış ve  ıslık sesleri arasında gözyaşlarına  hakim olamamıştı...Diğer yarışmacının gelip tebrik etmesi, ikisinin kucaklaşıp ellerini beraber havaya kaldırması salondakileri daha da  coşturmuştu...Ne gündü diye duygulandı...Bu kez de gözlerinden süzülen yaşa engel olamadı..Kitabı aldı, kokladı, gögsüne bastırdı ,odaya döndü...Yarım kalan kahvesini yudumlarken' kahve soğumuş ama anılar sıcak içimi ısıttı olsun ' dedi kendi kendine...İnanılmaz mutlu olmuştu...'Belki günlüğümü bulsam acı bir anı denk gelecek hüzünlenecektim.Bunda da vardır bir hayır ' dedi...Derin derin iç çekti ' hiçbir emek boş değil'!..Kitap sadece bir kitap değil ,iyi niyetle emek verdiğin hobin uğraşın hiç ummadığın  bir gün sana güzellik olarak dönebilir ' diye mırıldandı.....Yüreğiniz umuttan ,güzel hatıralarınız belleğinizden silinmesin...BELHİ

]]>
Fri, 01 Oct 2021 18:31:11 +0300 Ayşe Atlı
GERÇEK HAYATLARDAN KISA BİR KESİT https://edebiyatblog.com/gercek-hayatlardan-kisa-bir-kesit https://edebiyatblog.com/gercek-hayatlardan-kisa-bir-kesit Dolabı açtığında yarı çürük bir domates, bir yumurta ve küçük bir parça katıyağ buldu. Altı yaşındaki kızı Allah'tan önüne geleni yiyordu da uydurmasyon hazırladığı yiyeceklere ses çıkarmıyordu. Melemen görünümlü melemeni kızına yedirdi. Eşinin vurdumduymazlığı, abuk sabuk işlerde geçirdiği vakit, bir hafta doldurduğu dolabı diğer haftalarda boş bırakıyordu. İşte bu yokluk zamanlarında kadın mutfakta çağ atlıyor neyi bir araya getirsemde yemek yapsam diye kara kara düşünüyordu. Gel zaman git zaman kocasının ağır konuşmalarıda sinirini bozmaya başladı. Git iş bul, beğenmiyorsan kendine yeni koca bul vs vs.. Yıllarca yokluk çekmiş gık bile dememişti. Ödülüde ağır sözlerdi. İlkokul mezunu kadının yapacağı tek iş ya temizlik ya temizlikti. Oda iyi kötü bir kaç kişiye haber verip, çocuğuyla kabul edilebileceği bir iş aradı. Ailesinin bir yakını ona yatılı temizlik işi buldu. Ailenin kendi çocuğuda olduğu için kızına da ses çıkarmadılar. Dubleks, altı odalı bir evin hizmetçiliğine başladı. Hem ailenin ikiz oğlan çocuklarıyla ilgileniyor hemde işini yapıyordu. Kızıda bol bol yiyor içiyor, oyuncaklarla oynuyordu. Halinden memnundu ve babasını unutmuştu bile. Kadın bir ay sonra boşanma davası açtı ve eşide yükten kurtulduğu için hızlıca boşandılar. Kadın bu evde çalışmaktan çok mutluydu. Tek rahatsızlığı evin hanımı manita yapmış, gizli gizli onunla buluşuyordu. Bu kadar mükemmel bir evlilikte insan neden bunu yapar diye düşünüyor, hanımına kızıyordu. O böyle bir eş için ömrünü verirdi ama ya öbürü gitmiş başka adam buluyordu. Evin beyi naif, saygılı ve çok sosyaldi. Aman karısı sıkılmasın, yorulmasın diye hayatını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Çocukları kreşe o bırakıyor, alışverişi yapıyor ve onlar için sürekli dışarıda programlar planlıyordu. Azgın eş bunlarla yetinmemiş ve kendine yeni mutluluklar aramıştı, bulmuştuda. Bu şekilde bir iki yıl geçti. Bizimki aileyle, evle o kadar iyi ilgileniyordu ki maaşına zam onada sigorta yaptılar. Bizimki bakımsızlığından dikkat çekmiyordu ama kumral, ela gözlü, orta boylu hoş bir kadındı. Evin hanımı onu hep paçoz gördüğünden ve kocasını gözden çıkardığı için pek dikkatini çekmedi. Bir gün kadının telefonu çaldı. Arayan bayan ismiyle yazılmış sevgilisiydi. Panikle yanlarından ayrıldı. "Yarın yarın" diyordu. Kocası "Ne yarın?" dedi. Oda "Kızlarla birşeyler planlıyoruz da." dedi ve konuyu kapattı. Yarın geldi ve evin hanımı eve dönmedi. Uzun uğraşlar sonucu sevgilisiyle Hollanda'ya gittiği öğrenildi. Eş hızlı bir boşanma devresiyle, çocuklarıda göstermemek şartı ile bu konuyu kapattı. Bizimki orada çalışmaya devam etti. Olaylar tam nasıl gelişti bilmiyorum ama bizimki bir kart atarak beni nikahına çağırdı. Şu an hizmetçisi olduğu evin beyiyle mutlu bir evliliği var. Arada ziyaretlerine gidiyorum ve geçen sıkıntılı on yıllık bir evlilikten sonra onunda mutlu olması benide mutlu ediyor. En son resimlerini facee Prag'dan attılar. Eski eşlerde hasetlerinden çatlıyordur eminim. Oh canıma değsin.
Ha bu arada unuttum. İki çocukları daha oldu. Şu an onlar yedi kişilik mutlu bir aile. Kıymeti bilinmeyenin kıymetini bilen birileri mutlaka çıkar diyorum ve noktayı koyuyorum.

]]>
Tue, 28 Sep 2021 19:28:44 +0300 Gülbeyaz Gürsoy
SUS ARTIK! https://edebiyatblog.com/sus-artik https://edebiyatblog.com/sus-artik Üniversiteyi bitireceği sene tanıştığı Mercan onu nede çok heyecanlandırmıştı. Yanından bir d,akika olsun ayrılmak istemiyor, devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanıyor ve sınavlara çalışmadan giriyordu. Mercan bu durumdan şikayet etmiyor, dahada ilgi istiyordu. Haluk en son annesinin ihtarlarıyla kendini topladı ve mezun olmasına az bir zaman kaldığını bildiğinden derslerine ağırlık verdi. Mercan Güzel Sanatlar bölümünde yüksek lisans yapıyordu ve biraz daha rahattı. Haluk ona sabretmesini , okul bitince nasıl olsa daha sık görüşeceklerini söylüyor ama Mercan anlamak istemiyordu. Haluk onu kırmadan , üzmeden sürekli telkinde bulunuyor, parasının son kuruşuna kadarda ona hediyeler alıyor, "Yeterki mutlu ol." diyordu. O kadar tatlı tatlı anlatıyordu ki halini kızmak mümkün değildi. Mercansa sürekli kapris yapıyor, herşeye kusur buluyor, Haluk'a hayatı dar ediyordu. Severken gözü kör olan gençlik bunları hoşgörüyle karşılıyor ve sabır gösteriyordu. Bizim kör aşık okulu bitirdi ve Mercan'la evlendi. Haluk'un ailesinin hali vakti yerinde olunca şatafatlı bir düğün yapıldı. Balayı tam bal-ayı oldu. Hayatında hiç ülke dışına çıkmamış Mercan bu sayede İspanya, İtalya bütün Akdenizi dolaştı. Annesi Haluk'a düşkündü. Çocukluğundan beri bir dediği iki edilmemiş , buna rağmen efendiliği hiç bozulmamış, naif , saygılı bir kişilikti. Ablasının istenmeyen evliliğine bile onun sayesinde rıza gösterilmiş, ekonomik durumu vahim olan enişte böylece aileye girmişti. Sonunda hırslı enişte bunu kendine ar bilmiş almış yürümüş, onlardan bile zengin olmuştu. Bizimkilerin evliliğinin iki ayı yine Haluk'un alttan almalarıyla bitti. Bizim Mercan ne yemek yapıyor, ne evle ilgileniyor nede bir işe yarıyordu. Dışarıdan yemeyi çok seviyor, Haluk evde pişirelim deyince kızılca kıyamet kopuyordu. Haluk dışarıdan yemekten bıktığı için İstediklerini annesine söylüyor öğle aralarında soluğu annesinin evinde alıyordu. Bir iki zaman sonra annesi bu durumdan rahatsız oldu ve geliniyle konuştu."Kızım bilmiyorsan öğretilir, her gün dışarıdan yenilir mi, buna hem ekonomi hemde mide dayanmaz." dedi. Mercan yorum yapmadı, sustu. Suskunluğunu kocası gelince bozdu ve içindeki canavarı salıverdi. Haluk ne dese dinletemedi. O ne annesini eşine nede eşini annesine ezdirmeyen erkek gibi erkek olduğu için en son, "Annem bizim iyiliğimizi düşünüyor, artık başka bir şey söyleme." dedi ve odasına gitti. Mercan susmadı; bıt bıt bıt .... ütüledi de ütüledi. "Senin annen bizim aile hayatımıza ne karışır, sen mi şikayet ediyosun. Terbiyesizler ..." İşte o sözü söylemekle hata etti ama geç oldu. Haluk açtı ağzını yumdu gözünü. Hayatında lügatına almayacağı sözcüklerle hakaret etti." Sen mi terbiyeden bahsediyorsun, seni tanıdığım halde evlenmekte acele ettim. Çıktığımızdan beri çenenden yoruldum. SUS ARTIKKKK." dedi ve ceketini aldığı gibi evden çıktı gitti Bir daha da dönmeyecekti zaten. Mercan çok yalvardı ama Haluk ona ikinci şansı vermedi. Mercan kendinden daha dırdırcı bi koca buldu. Eski eşini çok aradığına dair duyumlar aldık ama geçen geçmiş, giden çoktan gitmişti. Umarım Haluk kendisine ve ailesine yakışan bir eş bulmuştur. Çünkü o bunu sonuna kadar hak eden , nadir insanlardan biridir. 

]]>
Tue, 28 Sep 2021 19:01:48 +0300 Gülbeyaz Gürsoy
dört kelimelik hikaye https://edebiyatblog.com/dort-kelimelik-hikaye https://edebiyatblog.com/dort-kelimelik-hikaye İÇİMDEKİ KIZ ÇOCUĞU ÜŞÜYOR.

]]>
Tue, 28 Sep 2021 00:56:38 +0300 Zeynepwesen
DUYULMAMIŞ BİR HİKAYE https://edebiyatblog.com/duyulmamis-bir-hikaye https://edebiyatblog.com/duyulmamis-bir-hikaye Nicedir elime almadım şu sazı. Ne menem ne nankör bir alettir bu. Hacı Bey pek ısrarlıydı bu gece, -Çal be evlatlık, çal da gönlümüzü titret- dediydi. Bana kalsa sandıktan hiç çıkarmazdım. Ne örümcek ağı kaplamış tellere ne de rutubetlenmiş gövdesine dokunmazdım. Hacı Bey ne zaman rakının üstüne likör içse, ya hastanelik ya da eğlencelik oluyor. Komaya da girdiği yok, hastane bahçesine girer girmez ayılıyor. Mehmet Ağa, Tığ Cemil hepimiz bıktık bu moruktan. Ölse de üç beş birşeyini aramızda bölüşsek diye bekliyoruz. Ne öleceği var bunun, ne de delireceği. Dört Kadın eskitti gözü hala beşincide. Allah bunun gibilerin uçkuruna ateş düşürmedikçe, daha çok ana kuzuları otuzuna gelmeden terelellenecek. Çok kahrını çektim Hacı’nın. Onbeş yaşımdan beridir, aha oldu dün sabah yaşım kırk, halen daha çekmekteyim. Ne baba vardı ne ana ne de bir hısım akraba. Muhtar beni bunun yanına ayak işleri için verdiğinde, doğru dürüst Türkçe bile konuşamazdım. İlk zamanları Hacı Bey beni zorla mektebe yazdırdı. Yok dedim kafam almaz benim okumam. Oradan aldı tarlaya, yok dedim çapa bilmem ekin sürmem. -Ulan köpoğlu Rum ne yapacaksın ne bilirsin dedi. -Na şurda bir adam var ahraz, elinde saz, beni ona ver de saz öğreneyim dedim. Ahrazın yanında saz öğrendim, söz öğrendim, usul erkan öğrendim. Hacı Bey’in sazcısı sözcüsü oldum. Seksenine merdiven dayadı gavad, daha ölmek nedir bilmiyor. Köyün en yaşlısı bir o, bir de Necip’in kahvesinin önündeki çınar ağacı kaldı. Karımı çok erken dağlara saldım, çocuğumuz olmadı mevla yazısı. Hacı Bey karıma bir laf etmiş garip Ayşe bozulmuş dağa çıkmış. İndiremedim aşağı ne dil döktüysem, zaten o da yanında kalmamı istemedi. O dağda ben aşağıda delirdim. Sazı sözü bırakmıştım nicedir. Hacı Bey pek ısrarlıydı bu gece. Üstüme gelme diyemedim, parmaklarım telleri şöyle bir yokladı, dilim benden önce davrandı iki keklik türküsünü söylemeye. Hacı Bey ölse de kurtulsam. Ayşe’mi dağdan indirsem ben Bey olsam, o Hanım. Hacı Bey sabaha ölse, ben Ayşe’yi sırtlanıp getirsem. Hacı Bey ne istedi benim garip Ayşe’mden. Bir kar yağsa, hastalansa yatağa düşse, atı şahlansa sırtından atsa, kamyon çarpsa diye bekledim -beklerim- Hacı bey ölse de ben Ayşe’me gitsem. En son geçen sene gördüm onu dağdaki kulubede. Yüzüme bakmadan konuştu benimle. Al yanakları solmuş gördüm, saçları kırlaşmış daha otuzuna değmeden. Hacı Bey neden kıydın Ayşe’me diyemedim. Tutamadım iki yakasından, resti çekip de. Ne kalabildim adam akıllı ne de gidebildim Ayşe’me. Hacı Bey birgün Ayşe’den ve benden önce ölse, davul zurna çaldırıp çıkarım Kaz Dağına. Benim melek Ayşe’m allar giyinse, morlar sürünse, yeşiller taksa başına. Hacı Bey aman, dil alışkanlığı Hacı gavadı ölse de bitse bu işkence. -Ben ölmeden o karın köye inemez dedi. Şeytan diyor kap çifteyi vur alnının çatından yat ömrün geri kalanını. Her gece adaklar adıyor mum dikiyorum. Kiliseye ayrı camiye ayrı gidiyorum. Ya İsa, Ya Muhammed kabul edecek beni. Bizi. Ayşe ile ikimizi. Hacı Bey bir ölse ah bir ölse! Ne gam kalır bende ne kasavet. Gönlümdeki güvercin benden önce uçar konar Ayşe’ye...

]]>
Mon, 27 Sep 2021 00:45:52 +0300 Zeynepwesen
Huyuna suyuna https://edebiyatblog.com/huyuna-suyuna https://edebiyatblog.com/huyuna-suyuna -Lanet olası sivilceler! Diyerek çilek tarlasına dönmüş yüzünde ayrık otunu temizlemeye çalışan köylü gibi iki elinin baş parmaklarını birbirine yaklaştırarak tırnakları arasında sıktırdı istenmeyen sivilceyi. Güzelliğine gölge düşüren yegâne şeyin içinden çıkan sarımtrak sıvıyı, düşman askerine iğrenerek bakan komutan edasıyla iğrenerek süzdü ve tırnaklarını peçeteyle sildi. Sırada annesi vardı. İki dakika rahat bırakmamıştı ayna karşısında. Gün sırası kendilerine gelmişti ve annesi odasını toplaması için seslenip duruyordu: -Sevgiii! Odan çok dağınık kızım. Misafirler ayıplarlar sonra! -Onlar kendilerine baksınlar önce. Kısır, kek yemekten besili dana gibi olmuşlar. Oturdukları yerden kalkmıyorlar. Benim odam mı batıyor onlara? -Çok ayıp kızım! Hepsi de iyi insanlar. Neden böyle söylüyorsun? -Ya şurada bir kafa dinletmiyorlar. Bana ne iyiliklerinden. Hepsi de dedikoducu tayfası işte! -Yeter kızım! İyice zıvanadan çıktın, bir haller oldu sana. Büyüyorsun diye alttan alıyoruz. İyice tepemize çıktın sen de! -Ben çıktım öyle mi? Doğurmasaydın o zaman! Elalem için bana laf sayıyorsun burada. -Elalem için değil kızım, kendin için. Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine. Evde kalırsın bu gidişle, kimse almaz! -Almasınlar! Ben de bayılmıyorum kimseye. Hem ben dünyayı gezeceğim, evlenmeyeceğim. -Hadi Sevgi! Daha banyo, lavabo temizlenecek; saç kılların duruyor hala. -Of ya! Bıktım bu evin bitmeyen işlerinden! -Sen de anne olunca anlarsın o zaman! -Olmayacağım işte! Tamam mı? "Beni kimse anlamıyor!" diyerek odasına gitti. Müziğin sesini sonuna dek kökledi. İçinde volkan misali kabaran öfkeyi kusmak istiyordu tüm dünyaya. Annesi odaya gelene dek radyodaki repçinin sözleri, odanın duvarlarında çınlıyordu: "Kod adım nefret. Diyorlar ki bana emret. Söylüyorum, sen de tekrar et. Kesildi sana çoktan bilet. Hadi sana bay bay. Diyorsan bana hay hay. Keserim cezanı çok kolay. Olursun dünyamda kobay. Yov, yov kobay."

]]>
Tue, 14 Sep 2021 13:25:06 +0300 Elmas Tunç
Bir Bakış https://edebiyatblog.com/bir-bakis https://edebiyatblog.com/bir-bakis Çoğu zaman rüyalarını unuturdu. Birkaç görüntü, birkaç yüz, belki ufak tefek olaylar. Silinip giden cümleler. Sabahları kahvaltı sofralarında anlatılan, heyecanlı ve bir o kadar da karışık rüyaların sahibi hep başkaları olurdu. En azından bir kurgunun sahibi... Olaylar silinip gittikçe, rüyalardan geriye kalan duygulara daha çok sahip çıkar olmuştu. Bazı günler, büyük bir istekle kalkardı yatağından. Çaydanlığı kolayca kaldırır, bardakta tüten buharı karanlık fonların önüne konumlandırırdı. Böyle şeyler için enerjisi olduğunu hissederdi. Sıcak bir yumurta pişirmek için. Güneşlikleri, odaya saatlerce dönmeyecek de olsa, açıp gitmek için. Bazı günler ise bedeni bir külçe gibi olurdu, kalkmaya direnirdi. Yatağı, yorganı, çarşafların ılık havasını sevdiğinden değil. Aksine o terli ve uyuşmuş dokunuştan rahatsızlık bile duyardı. Gücü bulabilmek isterdi, güce uzanabilmek... Ama orada olmasına, işte tam orada olmasına rağmen dokunamazdı. Rüyasının boynuna ilmeği doladığı, o yakın ama uzak noktada... Böyle böyle, duygularını tanımaya başladı. Kendi tanımlarını oluşturmaya. Kurguların kalıplarından azade bir şekilde, hislerin kurgusunu yazmayı öğrendi. Gerçi duygular, oluşlarla ilintiliydi. Etki ve tepki vardı. Görüntü ve yansıma. Peki onun ilmek ilmek kuvvetlendirdiği şey neydi? Ördükçe sökülen bir hırka mı giyiyordu? Aslına bakarsanız, hepimizin sırtında böyle bir hırka vardır. Şairin dediği gibi "Ömrüm, Ah benim ördükçe sökülen, Yakasız kolsuz hırkam..."(ŞE). O ilmekleri birbirine tutturan şey nedir, bunu düşünürdü. Hatırasız gecelerin ardından, geriye bu kalırdı; ilmekleri birbirine tutturan ama yine de sökülmesini durduramayan, durduramasa bile ilmeklerin farkına vardıran, böylece durmayı söküp atan şey... O buna duygular dedi. Bir başkası ne der umursamadı. Ve zamanla daha iyi gördü ki, ah ömrüm, dedikçe, hırkayı görürdü, ilmeği geçirirdi, ilmeği sökerdi... Ah ömrüm, ah ömrüm. Kaybettikçe kazanılan, söküldükçe gerisingeri dikilen, dikildikçe sökülen. Ah ömrüm, ah sahiplendiğim her şey, rüyam, uykum, duygum... Ah!
...
Rüya ve şiir birbirine benziyor. İkisi de bir sayıklama gibi, ama ikisini de es geçemiyorsunuz. Başınızın, bir kayalığın soğuk zemininde yahut yeşil bir çimenlikte değil de, yastığınızda olduğunu fark ettiğiniz o ilk uyanış anında, tavanı tarayan gözlerinizdeki boş ama boş olmayan bakış, bir şiir okuduktan sonra gelip yerleşen bakışa ne kadar da benziyor. Ama rüyaları anlattığımız kadar kolay anlatamıyoruz şiirleri bir başkasına. Çünkü şiirler uyanıkken yazılır. Oradan gelen bir çağrıyı, bir ıstırap çığlığını kulak ardı edemezsiniz bahanesizce. Edersiniz belki ama, en azından insan içindeyken değil. Ya insan içindeyken duyarsak birkaç mısra, birkaç dize, ne yapalım? Şiirler anlaşılmıyor deyip geçelim. Şairin dili çok ağır, çok kapalı. Ama duygular... Olaylar silinip gitse, hiç anımsanmasa, anlamlandırılmasa dahi canlı kalan duygular, onları ne yapalım?
İşte onlara hiçbir şey yapamayız. 
Onları anlaşılmıyor diye karalayamayız.
Çünkü onların kelimelerle yapılacak tanımlamalara ihtiyacı yoktur. 
Birileri onları dile dökmeye çabalıyorsa, o duyguları kalbine yeniden ama yeni ve daha büyümüş bir halde sokmak istediğindendir. 
O zaman ne yapmalı...
Tekrar gözlerimizi yummadan evvel, bir düş görelim gündüz gözüyle, hece hece...
"Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı." (BN)  

]]>
Sun, 12 Sep 2021 21:08:53 +0300 rehneverd
RAHMET https://edebiyatblog.com/rahmet https://edebiyatblog.com/rahmet

"Üşümese bari, hava soğuk." 

İhtiyar kadın dükkanın penceresinden buğulu gözlerle sokağa baktı. Çok bulanıktı. Belinde asılı duran bezle camı sildi. Küçük kare ızgaralı pencerenin ardındaki manzara hala sisler içindeydi. Elini başına götürdü. Güçlükle gözlerini yumdu, yüzü acıyla kasılmıştı. Kaşları istemsizce kalkarken, gözlerinden yaşlar yuvarlandı. Ocaktan çıtır çıtır köz sesleri geliyordu. Camı tekrar sildi. Karşı kaldırımdan, dokuz on yaşlarında bir dilenci çocuk çıplak ayaklarının parmak uçlarında hızla geçti. Yağmur hızlanıyordu. Şimdiden tabelalar asfalta dökülmüştü. Ama ihtiyar kadının dükkanı gölgelerin içinde gizleniyordu. Yahut dükkanın kendisi bir gölgeydi. Ne yağmur yiyince parlayan granit bir cephesi ne de göz alan ışıltılı isim levhaları vardı. Görülmek için tek istediği, dönüp kendisine bakılmasıydı. Neyse ki o anda ihtiyar kadının son derdi içeri müşteri toplamaktı. Şu karanlık sokaklarda aydınlanmasını istediği tek bir yüz vardı.

“Çıkıp bir baksak mı ki?”  

Dükkanın içinde volta attıkça, belindeki turuncu bez bir o yana bir bu yana sallanıp duruyordu.  

“Aradım Neziha Teyze. Merak etmeyin geleceğim dedi.” 

“En son geleceğim dediğinde, gelmesi için üç yıl geçmişti. Üç yıl...” 

Neziha Teyzeyle konuşan, dükkanın en dip köşesinde, karanlıklar içinde oturan genç bir adamdı. Neziha Teyze arkasını dönünce, başını iki yana sallayıp sessiz bir of çekti. 

“Bu sefer farklı, biliyorsun.” 

Kadın hışımla gence döndü 

“Neyi biliyorum? Üç yılını benden kaçıran oğlumun üç günde neyini bilmiş olabilirim Rıfat?” 

Sesi hem öfkeli hem de ağlamaklıydı. Rıfat yerinde huzursuzca kıpırdanıp öne yekindi. O anda, başından beri orada bulunan ama hiç sesi çıkmamış biri bir söz etti. Anı kışkırtan bir söz.  

“Doğru, bilemezsiniz. Ama farklı olduğunu görebilirsiniz. O zaman, kendinden kaçmak için gitmişti. Şimdiyse kendine kavuşmak için dönecek.” 

Bir kadındı bu. Gölgelere gizlenmemişti. Loş ışığın hükmettiği odanın orta yerinde, kusurları en aza indirgenmiş bir güzellikle oturuyordu. Gülümsemiyordu ama mahzun da değildi. Yüzünde endişeden eser yoktu. Sakindi. Hakkında söylenecek en doğru şey buydu. İhtiyar kadının tam aksine son derece sakindi. Neziha Hanım yürümeyi bıraktı ve bakışlarını kadından tarafa yöneltti. Tüm gövdesiyle dönmeden evvel  

“Peki neden, sen burada olduğun için mi?”  

Dedi. Odaya bir müddet sessizlik hakim oldu. Sokaktan hızla geçen arabaların gürültüsü bu kısa süren sessizliği fırsat bilip içeri doluştular. Motor ve korna seslerinin diktatörlüğünde, yağmur damlaları içine kapandı, akıp gittiler. Ve o amansız selin içine karıştılar.  

Genç kadın konuşmaya başladığında, Neziha Hanımın gövdesi muhatabına bütünüyle dönmüştü. Hatta öyle ki, dönüşü onu büyütmüş ve genç kadının çarşaf gibi sükunetinde tedirgin dalgalanmalar vuku bulmuştu. Kadın perçemini kulağının ardına sıkıştırdı.  

“Keşke evet diyebilseydim.”  

Uzun kirpiklerinin ardında karanlığa gömülen gözleri önüne düştü.  

“Ama hayır. Eğer öyle olsaydı, hiç dönmezdi. Ben de hiç terk etmezdim bir yerleri ve birilerini.” 

“Bana kendini acındırma. Oğlumla aynı şeyleri yaşadığını söylemeye hakkın yok.” 

“Ben hiçbir zaman böyle bir şey demedim.”  

Dedi genç kadın.  

“Ama zaten sorun da bu ya. Sizin hayatı tek bir düzlemde yorumluyor oluşunuz.” 

Neziha Hanım kendini kızın karşısındaki sandalyeye attı.  

“Demek her şeyin sorumlusu benim?” 

“Yine aynı şeyi yapıyorsunuz. Beni veya onu dinlemiyorsunuz. Kimseyi dinlemiyorsunuz. Karanlık bir sokağı gözlemek sizi tatmin ediyor. Oysaki beklemeniz söylendi. Merak etmemeniz. Ama siz, kendinize biçtiğiniz rolün elinizden alınmasını asla kabul etmezsiniz, değil mi? Bu sizin yararınıza olsa bile.” 

Rıfat genç kadının yanına gelmiş, omzuna elini koymuştu. Bir an, kadının o eli iteceğini düşünebilirdiniz. Gözlerindeki o alaycı parıltıyı gördüğünüz bir anda, bunun kesin olacağına inanırdınız. Ama olmadı. Kadın o elin üzerine elini koydu ve konuşmaya devam etti. 

“Rıfat da ben de hep sizin iyiliğinizi istedik. Sadece oğlunun değil. Hem senin, hem onun.” 

Neziha Hanım ellerini masanın üstünde birleştirdi.  

“Peki neden bunca zaman gelmediniz? Neden onu getirmeniz için üç yıl geçmesi gerekti? 

Artık büsbütün ağlıyordu. Hıçkırıkları trafiğe rağmen duyulmasaydı, yürekleri bu kadar dağlamazdı belki. Genç kadın Neziha Hanımın elini tuttu.  

“Çünkü onu biz getirmedik. Ne zaman ki kendi gelmek istedi, hemen yan koltuğa iliştik. Ama bize güvenebilirsin, evinin önünde arabayı her daim hazır tutan biz ikimizdik. Sadece ona saygı duyduk. Bekledik. Biz bunu severek ve doğru olduğuna inanarak yaptık. Sense nefret ederek.” 

“Ve inanmayarak.” 

“Ve inanmayarak.” 

Neziha Hanım başını kaldırdı. Ona bakan iki çift sevecen gözün de yaşlarla dolmuş olduğunu gördü. 

“Sizce üç yılımı hiç mi ettim?” 

O anda dükkanın kapısı, üstündeki zilin müjdeli melodisiyle açıldı. Gelmişti. Parke zemine üstünden şıpır şıpır yağmur taneleri damlıyordu. Saçları ortadan ikiye ayrılmış, yüzüne yapışmıştı. Gözleri nemli miydi yoksa namlu mu henüz anlaşılmıyordu. Halen karanlıktaydı. Birkaç adımda, loş ışığın tam altında duran masanın yanına geldi. Genç kadın annesinin elini tutmuş, Rıfat genç kadının omzuna elini koymuştu.  

“Üç dakika dedi.”  

Üç nemli bakış, merakla ona çevrildi.  

“Üç dakika önce gelen metroya binseydim, ölmüş olabilirdim.” 

Cebinden köstekli bir saat çıkardı ve masaya bıraktı. İhtiyar kadının elini tutarak  

“Neyse ki anne, babamın saatini kaybetmiştim.” 

Dedi.

]]>
Sat, 11 Sep 2021 18:35:24 +0300 rehneverd
HIRKA https://edebiyatblog.com/hirka https://edebiyatblog.com/hirka                                                                               HIRKA

            Sabahın ışıkları ile kalktı yine. Her gün olduğu gibi bugün de ilk olarak perdeyi açtı. Sonra camı. Dışarısının havasını şöyle derin derin çekti içine. Hafiften bir titredi, ürperir gibi olunca gözü odada beni aradı. Gözüne değdiğim anda ise hemen bana doğru geldi ve bir çırpıda geçirdi beni sırtına. Sımsıkı sarıldı. Tek tek, yavaş yavaş dokundu kollarıma. Adeta bana minnet duyar gibiydi.

            Birlikte lavaboya doğru yol aldık. Yüzünü yıkarken sağ kolumu hafiften ıslattı. Sonra özenle ıslanan yerimi katladı. Hızlıca aynadaki aksine baktı. O arada gözüne kirli sepeti takıldı. Kirlileri makinaya attı. Evdeki her şeyi yerli yerindeydi. Bardakları, tabakları, kıyafetleri, tv kumandası, kalemi, kağıdı, defteri… Evden çıkarken terliklerini çıkardığı yer bile. Bir tek benim yerim belli değil. Evin her yerinde olabilirim. Onunla birlikte ben de evde oda oda gezerim. Mutfakta yemek mi yapıyor kapının kolundayım, oturma odasına mı geçti koltuğun bir kenarındayım, çalışma odasında mı dosyalarının üzerindeyim. Velhasıl-ı o nerede ben oradayım. Evde şurası da benim yerim dediğim yer yok zira evin her yerindeyim. En son genellikle yatağının başucunda asılı kalır sabahı beklerim.

            Sarışın, açık kahverengi gözlü minicik bir sahibim var benim. Bazen delidolu ama çoğunlukla sessiz sakin. Aslına bakarsanız sahibim olmadan önce şen şakrak bir kızdı. Hatırlıyorum o günleri de benim bile şurama bir şey gelip oturuyor. Okuluna gider gelir sonra annesine üşenmeden tüm gününü anlatır, ona sarılır şiirler okurdu. Kitapları çok severdi bir de yazmayı. Yazdığı yazıların hepsini annesine okurdu. Ve tabii ki bana. O zamanlar annesi sahibim olduğundan annesine anlatırken bana da anlatırdı. Annesine sarılırken bana da sarılırdı. Şakalaşırlardı, birlikte yemek yaparlardı. Mutfaktaki yemek kokusu ile birlikte annesinin kokusu üzerime sinerdi. ‘Bu hırka biraz sen biraz da en sevdiğim yemekler kokuyor anne sultan,’derdi.

            Sonra evde bir gün bir telaş bir gözyaşı… Birkaç gün bir köşede unutulmuşluk. O sessiz bekleyişte anladım ki sahibim beni terk etmişti. Sonra bir sabah bu küçük hanım geldi yanıma. Dokundu, sarıldı, öptü, kokladı. ‘Sultanım,’ dedi; ‘neden bıraktın beni?’ Sonra beni aldı geçirdi sırtına. Öylece uyuyakaldı o gün. O uyudu ama ben sabaha kadar uyuyamadım. Isıttım onu, teselli ettim. Gece sayıkladıkça saçlarını okşadım, buram buram koktum burnuna, kulağına buradayım diye fısıldadım. Gözünden damlayan yaşları sağ kolumla sildim. İşte öyle başladı hikayemiz. Bir daha o nereye ben oraya yanından hiç ayrılmadım.

 

                                                                                                          

 

]]>
Fri, 10 Sep 2021 22:24:37 +0300 mamak
KUŞ https://edebiyatblog.com/kus https://edebiyatblog.com/kus

"Hissediyorum, damarlarıma yeniden yürüyen o enerjiyi hissediyorum."

"Sahi mi? O enerjiyle ne yapacaksın peki?"

"Dinlemeyeceğim."

"Neyi?"

"Seni."

"Ama bana konuşuyorsun."

"Belki beni anlıyorsundur diye anlatmıştım. Ama anlamıyorsun. Olabilir. Ben de bir zamanlar anlamıyordum. Bir gün gelecek sen de bu zamanlarını hatırlayacaksın ve benim yaptığımı yapacaksın. Yürüyüp gideceksin. Yeri gelecek koşacaksın. Çünkü saatler süren bir otobüs yolculuğunun ardından evine yürüyerek dönen bir yolcunun adımlarından duyduğu hazza eşdeğer bir haz duyacaksın. Bu hazzı yitirmeden evvel, yürüyebildiğin kadar yürümek için gerekirse yolunu uzatacaksın. Çünkü o anda esas olan eve varmak değil, yolda olmaktır."

"Ben hiç otobüs yolculuğu yapmadım."

"Biliyorum."

Uzaklara dalmama engel olan apartmanların ardında kaybolmuştum. Ama gerçekten kaybolmuştum. Çünkü içimin ufukları, tüm önü kesilen uzaklardan daha uzaktı. Bir kuş değildim. İyi ki de değildim, dedim ilk defa o gün. Çünkü onun kanatları, ufukların sisini dağıtır. Büyüyü siler. Gizemin üstünü çizer. Ve en kötüsü, merakı selbeder. Ben kuşları, izlemeliyim. Gözümün almadığı mesafelerde, bir özlem, bir rüya ekip göğsüme, yitip gidişlerini, hiç varmadığım yerlerden yurduma uzanışlarını izlemeliyim. Ben kuşları izlemeliyim. Kuşlar izleyemez. Kuşların izini kaybettiğim noktada, bir yön levhası bırakmalıyım; kendi içime çıkar, diye. Ne çok kuş dedi dilim. Zaten tüm derdim, mavi gözlerimin, maviye hasreti...

"Ne yaptın görüşmeyeli, yürüdün mü?"

"Sen hiç duran insan gördün mü ki?"

"Seni anlamadığımı sanıyorsun değil mi?"

"Belki evet, belki fazla mağrurum."

"Bize gururun her dozu fazladır."

"Haklısın, seni anlamıyormuşum."

"Çöp kokusunu alıyor musun?"

"Evet, burnumun direğini lastiğe çevirdi."

"Oysaki kırıp geçmeliydi. Takat getirememeliydin. Lastiğe döndüyse, alışmışsın demektir. Artık duymuyorsundur."

"Fazla kelime oyunu yaptık. Nimetle oyun olmaz."

"Kötü kokulara ise kolayca alışılır. O yüzden arada bir çıkıp girmelisin olduğun yere."

"Eziyet."

"Meziyet."

"Otobüse bindin herhalde?"

"Bu mevzu başka mevzu. Bu mesele benim meselem. Ben otobüse binip inmeden seni anlayamam, sen de evinden dışarı burnunu çıkarıp geri evine dönmeden beni anlayamazsın."

"Peki ne yapalım öyleyse?"

"Bekleyelim. Sen oturduğun yerde yürü, ben yürüdüğüm yolda tökezleyeyim."

"Güzel söyledin."

Işık gitgide azalır. Renkli binalar karardıkça, göğün gengi daha da aydınlanır. Hilal bir mücevher, sokak lambaları incitmez hilali. Ama neonlar, siz sürmeyin göğüme ellerinizi. Ben sizin capcanlı yüzlerinizi de bilirim, gölgede sinişlerinizi de. Nadiren kesilen elektiriğin ardında, büsbütün yitişlerinizi de. Dört dolandım dünyanın çevresinde. Bulunduğum kara parçasına gece gelmeden, dünyanın öteki yüzüne hicret ettim. Gecesiyle tanıdım bazılarını, bazılarını gündüzüyle. En çok, gün batımı alacasına tahammül edemedim. Ama yorulmak için fırsatım olmadı henüz. Yorulup durulmak için. Ya da yorulduğumu anlayamadım, ayağım takılıp durulduğum için. O gün gelir belki bir gün. Ama şimdi, dönüyorum dünyanın tepesinde. Dönüyorum, kuşların gölgesinde. 

]]>
Fri, 10 Sep 2021 10:02:49 +0300 rehneverd
Leylak Kokusu https://edebiyatblog.com/leylak-kokusu https://edebiyatblog.com/leylak-kokusu Yanından geçmişsindir yıllarca. Farkında bile değilsindir çoğu zaman. Ne zaman o güzel lila rengi çiçekler açar, o zaman koparırsın bir kucak, o da öğretmenini mutlu etsin diye. Altına iki tane kiremit koyup beştaş -bu oyunun tadını oynamayan bilmez- oynamışlığın bile vardır. Hatta öğlen saatlerinde sırf güneş vurmasın diye oturmuşsundur altına da, çiğdem çitlemişsindir saatlerce. Mevsimler geçer, yıllar yıllar geçer; ilkokul, ortaokul, lise derken o koşuşturmanın içinde o vardır da hep orada, sen onda değilsindir.

 

Dedim ya yıllar geçer, okullar biter, o bahçeli evin yerini bile başka evler alır. Sen hayatın koşuşturmasında kendini bile zor anımsıyor iken. Yanı başında bir arkadaşın öğle yemeğine çıkmadan iki fıs sıkayım der ve çıkarır parfümünü. O kokuyu duyarsın, o an tutar seni elinden götürür o beştaş oynayan kızların yanına. İşte o koku dersin çocukluğumun geçtiği evimin bahçesinde ki leylağın kokusu… Ve sonra beştaş oynamayı bırakır başını kaldırırsın. Ne leylak vardır ne de ev, geriye kalan sadece o koku…

 

Bunu niye mi anlattım. Yanından gelip geçtiğini sandığın bir ağaç, sana çay veren garson, her ay takip ettiğin dergini aldığın seyyar büfe, kuşlar için yem satan yaşlı amca, sokağın köşesindeki simitçi… Nasıl da girmişler senden habersiz hayatına öyle değil mi?

 

Kimisi kokusu, kimisi hitabı, kimisi gülüşü, kimisi samimiyetiyle. Şimdi ne yap biliyor musun? Farkına var, şu koşuşturmanın içinde yüreğini sıcacık yapan şeylerin. Farkına var ki yıllar yıllar sonra bile tutsun elinden götürsün seni o en sevdiğin ağacın gölgesine.

]]>
Wed, 08 Sep 2021 22:29:00 +0300 zeynonun_blogu
RÜYA https://edebiyatblog.com/ruya https://edebiyatblog.com/ruya Keskin siyah gözlerini bir süre gözlerime dikti. Bakışlarındaki yakıcıklık derinlerimde bir yerde bir titreşime sebep olmuştu. Kendinden emin ve ne istediğini bilen bir hâli vardı. Bu eminlik beni hem ürkütüyor hem de zevklendiriyordu. Uzun ve ince parmaklarını yüzümde gezdirdiğini hayal ettim. İrkildim. İri gövdesiyle yavaşça yanıma yaklaştı. Gözlerimiz birbirine kitlendi. Nefes alışverişlerim hızlanıp yavaşlıyordu. Yaktığım tütsü işlevini görüyor, sandal ağacıyla dolu isin, beni olduğu kadar onu da etkilediğini biliyordum. Fonda çalan müziğin ritmine uygun hareket ediyor, sanki tek bir notasını kaçırırsak yüzyıllık bir büyüyü bozacakmış gibi hissediyorduk. İyice yanaştı. Artık dip dibeydik. İkimizde birbirimizden bir hamle bekliyorduk. Durduk. Savaşı önce kimin başlatacağına karar vermemiz gerekiyordu. Oda da yaktığım mumun cılız alevi onun suretini daha büyük gösteriyor, beni gittikçe korkutan bir dalgalanmaya itiyordu. Bir şekilde onu alt etmeli ve geldiği yere geri göndermeliydim. Saniyelik bir refleksle yerden aldığım terliği kanepenin başında duran böceğe yapıştırdım. Sarı bir dışkı güzelim kanepenin başlığına bulaştı. Terliğin tersiyle iri bedenini aşağıya doğru ittim. Bir süre kendime gelemedim. Leşine bakmaya cesaretim yoktu. Tütsü dumanını duyumsadım. Göz kapaklarım ambiansa yenik düşüp kapandı. Kendimi uykunun kollarına bıraktım. Bir rüya gördüm. Bir böceğe şehvet dolu yaklaşıp terlikle canını almıştım.

]]>
Thu, 02 Sep 2021 00:46:44 +0300 Zeynepwesen
SADECE İNANMAK https://edebiyatblog.com/sadece-inanmak https://edebiyatblog.com/sadece-inanmak Genç bir kızken, imkansız aşkın ne olduğunu acı bir şekilde yaşayarak öğrenmiştim. Bu aşkın kalbimi en derinden paramparça edeceğini hiçbir zaman bilemedim. O zamanlar aşka inanırdım. Ergenlik çağında, gönlü herkese düşebilecek, herkese inanacak bir yaştaydım. Aşkı kitaplarda okuyan, dizilerde izleyen,  masal gibi olduğuna inanan biriydim. Bir gün bu masalın içinde olacağımı, en güzel aşkı yaşayacağımı umut ederek hayaller kurardım. Bir de böyle imkansız olsun; biraz acı, biraz mutluluk derken sonunda da vuslat olacak bir aşk. Bilseydim imkansızlığın bu kadar yarayalacağını ister miydim hiç?

Liseyi İstanbulda okuyan, sınıfın en çalışkanı, en çekingen kızı, konuşmayı pek sevmeyen biriydim. Arkadaşlarım vardı elbet ama iiki elin parmağını geçemeyecek kadardı. Öğretmenlere göre çok çalışkan bir kız, arkadaşlarıma göre kendini beğenmiş biriydim. Halbuki öyle biri değildim, sırf insanlarla fazla diyaloğum olmadığı için bu damgayı yapıştırmışlardı. Bir de üstüne şişko kız eklenince benim için okul biraz daha zor olmaya başlamıştı. Bu arada gönlüme de bir sevgi düşmüştü. Karşı sınıftan bir çocuktu. Her teneffüs kapıya çıkar, onun sınıfını izler, dışarı çıkmasını beklerdim. O da kapıda durur öyle etrafa bakardı. Ama gözleri beni hiç görmezdi. Bense sadece onu izlerdim. Onun ilgisini çekebilmek için de arkadaşım Tuğçe'yle oyun oynar, koridorda koşar dururduk. Ama ilgisini hiçbir zaman çekemedim. Bir gün kulağına gitmiş benim ondan hoşlandığım, tabi bende heyecanla ne dediğini merak ediyordum. Aldığım cevap ise beni yerle bir etmişti. "O şişko kız mı benden hoşlanıyor? İstemez," demiş.

Kalbim paramparça olmuştu, benimle dalga geçmişti. O günden sonra onun yüzüne dahi bakamadım. Utanmıştım, üzülmüştüm. Ne kolaydı insanların kalbini kırmak. Halbuki bana karşı bir şey hissetmiyorsa doğru düzgün söyleyebilirdi ama o kalbimi kırmayı seçmişti. O an anladım, biz ayrı dünyaların insanıydık. Ben sevgiye değer veren biriydim, o ise sadece görünüşe değer veren birisiydi.

Kalbi kırık, aşktan korkan, sevilmeye layık olmadığımı düşünerek aylar geçti. Yaz ayı gelip de okul kapanır kapanmaz soluğu memlekette aldık. O yaz kuzenimin düğünü vardı, ben de öyle heyecanlıyım ki, içim kıpır kıpırdı. Düğün günü gelip çattığında en güzel elbisemi giyinip, saçlarımı kuaförde yaptırdım. Belki okulda pek ünüm yoktu ama memleketimde baya bir ün edinmiştim. İstanbul'dan gelen bir kızdım, şişko olmam kimsenin umurunda değildi.

Düğünde de yıldızım bayağı parladı. Bir çocuğun ilgisini çekmiştim. Kara gözlerini benden ayırmadan sürekli gözlerime bakıyordu ve ben bu gözlerden çok etkilenmiştim. Düğün boyunca bakıştık, bu arada öğrendiğim kadarıyla damadın da kardeşi oluyormuş. Bendeki şans işte, düğün sonunda herkes dağılmaya başladı. Biz de kuzenimle vedalaştık. Annemler önce çıkmış, en son ben kalmıştım. Yavaş adımlarla dışarı çıkacakken biri arkamdan seslendi "Bakar mısınız?" diye. Arkamı dönmemle bir çift kara göze denk geldim. Yanıma yaklaşıp tam karşımda durdu. Kalbim o an yerinden çıkacakmış gibi öyle atıyordu ki.

"Acaba telefon numaranızı verir misiniz? dedi ve ben şok oldum. O güne kadar telefonumu kimseye vermeyen ben, bir yabancıya pat diye verdim. Telefon numaramı kaydedip yüzüme tebessümle baktı ve ben bir kez daha bitmiştim. Heyecanla arkamı dönerek nasıl çıktım, nasıl arabaya bindim hiç bilmiyordum.

Sonunda dedim, sonunda beni de fark eden biri var. Kiloyla ilgilenmeyen, sadece ben olduğum için ilginen biri...

Düğün gününün üzerinden tam üç geçmişti ama ne arayan vardı ne bir mesaj atan. O üç gün boyunca gözlerimi telefondan ayırmadım. Mesaj gelecek diye heyecanla bakıyordum ama sonunda da hayal kırıklığına uğruyordum. Sonunda bir telefon geldi ama arayan kuzenimdi. Beni evlerine davet ediyordu. Belki o da orada olur diye bir umut kuzenimin evine gittim. Tahmin ettiğim gibi o da oradaydı ama ben gözlerine bile bakmadım. Telefon numaramı alıyor ve mesaj dahi atımıyordu. Kızgındım, o da diğerleri gibi beni kandırmıştı. Tabi arada kaçamak bakış atmıyor da değildim. Gözleri kalbimde bir etki yaratmıştı ki kendimi alıkoyamıyordum. Yemeklerimizi yedik, çay içtik derken "lunaparka gidelim mi?" dediler, "olur," dedim. Çünkü o günün hiç bitmesini istemiyordum. Belki bir daha kara çocuğu görme şansım olmayacaktı. Hemen hazırlanıp evden çıktık. Kuzenimle kocası önde, biz arkada hiç konuşmadan yürüyerek lunaparka ulaştık. 

Bütün aletlere bindik, bütün heyecanı en dibine kadar yaşadık ve gecenin sonunda kara gözlü çocuğun elleri ellerimdeydi. Ona karşı kızgınlığım sadece bir kaç saat sürmüştü ve o gün sevgili olduk. O gece benden mutlusu, benden daha sevdalısı yoktu. Ona gözüm kapalı güvenerek ellerimi emanet ettim.

Günler geçmiş ve eve gitme vaktimiz gelmişti. O yaz oradan ayrılmak içimi burkuyordu, çünkü kalbimi arkada bırakacaktım. Belki onu sık göremeyecektim ama biliyordum ki sevgisi benimleydi. Son defa görüşüp vedalaştık, gözlerimde yaş ona sımsıkı sarıldım.

İstanbul'a eve geldiğimizde sanki hayat benim için durmuştu. Telefonda görüşuyorduk ama onun kara gözlerini görmemek canımı yakıyordu. Bu şekilde iki ay geçmişti ve bizim ilişkimiz hala devam ediyordu. Öyle böyle değil, birbirini uzaktan çok seven bir çifttik. Ben onun boncuk gözlüsü, o ise benim kara gözlümdü.

Sonunda bu ilişkiyi bir şekilde öğrenen annem ondan ayrılmamı istedi. Çünkü ailesi iyi değildi, özellikle babam babasını hiç sevmemişti. Annem benden ayrılmamı isteyince el mahkum kabul ettim. Çünkü bu işin olacağı yoktu. Bir taraftan ailem, diğer taraftan kalbim... Düşünmeden ailemi seçtim ve gözyaşları içinde ona mesaj atıp ayrılmak isteğimi söyledim. Ona hesap sorma fırsatı bile vermeden sim kartını kırıp attım. 

Bir insanın nefes alamamasını, kalbinin feci şekilde yanmasını ben o gün ilk kez tatmıştım. Bu, öyle acıydı ki sanki hayatımı elimden almışlardı. Odama geçip saatlerce ağladım, içim yana yana gözyaşları döktüm. Anneme kızmıyordum, sonuçta o da beni düşünüyordu. Ama gel bunu kalbime anlat. Sol yanım ağrıyordu; sol yanım çok acıyordu. Bu acının çaresini bir tek kişi giderebilirdi, o da yanımda yoktu.

Günler günleri kovalıyordu ama benim için zaman o gün durmuştu. Ondan ayrıldığım gün... Ondan ise hiç bir şekilde haber yoktu. Bir gün acı bir şey öğrendim ve o gün hayatım tamamen karanlığa büründü. Dediler ki o seni gerçekten sevmemiş, dediler ki o senin üzerinden iddiaya girmiş. Ve ben sadece ona açtığım aydınlık tarafımı, yine kendi elleriyle karanlığa çevirmesine izin vermiştim. Abi bildiğim insanla birlikte olup benim üzerimden bir takım elbisesine iddiaya girmişler. Abim dediğim kişi "o kız sana numarasını vermez," demiş. O ise ben "o kızdan numarasını alacağım," demiş. Kazanan taraf belli olmuştu, kara gözlü çocuk. Ben ona numaramı vermiş, hayatımda hiç düşünmeden bir şey yapıp kalbimi avuçlarına koymuştum.

17 yaşımda acımasızca darbe alıp yerle bir olmuştum. Ben her zaman imkansızı isterdim ama sonumun böyle olacağını bilseydim aşık olmazdım. Eğer annemin sözünü dinlemeseydim kandırılmaya devam edecektim. Evet, onunla aramızda imkansızlık vardı. Önce ailelerimiz, sonra kalplerimiz...

Biz onunla iki ayrı dünyaydık, ben seven taraf, o ise aşkımı kullanan taraf. Benim kalbimde sevgi varken onun kalbinde merhamet yoktu. Bizi ayıran en büyük özelliklerimizdi; iki ayrı dünya, iki ayrı kalp...

Bir kez daha sevgimle dalga geçilmiş, bir kez daha yenilmiştim. Kalbimdeki acıyı avuçlarıma alıp öylece baktım. Orada sevdam duruyordu, karşılığı olmayan, kandırılan sevdam. Bir takım elbise uğruna beni yok eden bir sevda. Gözlerimdeki yaşlar tek tek kalbime damladı ama acıma şifa olamadı. Ben o yaşımda bittim, ben 17 yaşımda kendime olan inancımı kaybettim.

Seneler geçti, büyüdüm. Ama içimdeki ateş geçmedi. Gözyaşlarım kurudu ama içimdeki yaşlar durmadı. Kalbim sevdamı unutamadı ama o beni unutmuştu. Boncuk gözlüsünü bir çırpıda unutuvermişti. Gidip başkalarının yari olarak beni bir kez daha öldürmüş, üzerime toprak atmıştı. Ben toprak altındayken, o  başkalarının olmuştu. Benim elimden kayıp giden 17 yaşım, öylece hala duruyordu. Ateşi ise hala yüreğimde taptazeydi. Bu hikayadeki tek suçum ise sadece inanmaktı.

]]>
Mon, 30 Aug 2021 22:08:32 +0300 Çilem Akpınar
BİR MASAL MİSALİ https://edebiyatblog.com/463 https://edebiyatblog.com/463 Sun, 29 Aug 2021 04:14:01 +0300 Sessizimsi KATİLİNE TUTKUN BİR MAKTUL https://edebiyatblog.com/katiline-tutkun-bir-maktul https://edebiyatblog.com/katiline-tutkun-bir-maktul Ben bir katilim. Bir saat önce birini öldürdüm. Kimseler duymadı. Sığamadı içime yazmak istedim. Eli kanlı kalem tutan bir katil kulağa komik geliyor olmalı. Ben bir saatten fazladır duymuyorum. İlla ki hak vereceksiniz cinayetime. Tarafından defalarca öldürüldüğüm birinin işini bir dakikada bitirdim. Çok kez öldürülmenin bedeli, adam akıllı bir kez öldürmektir. İşte içimdeki adamı bu gece bir nefeste bıçak gibi kesip attım. Eskimiş, nasır tutmuş anılara bir ateş çakıp yaktım. Hem de bana hediye ettiği çakmakla yaptım bunu. Sigarayı an itibari ile bıraktım. Aynada yüzüme baktım. Çizgilerim gitmiş, yüzüm parlamıştı. Sanki göğsümde yüz tane kalbim varmış da yüzü birden atıyormuş gibi canlandım. Ben bir katilim, katilimi öldürdüm. Bitti bu kadar işte. Maziyi ateşe verdim. Katilimi topyekün öldürdüm. Şimdi nerededir bilmiyorum. Artık onu düşünmek de istemiyorum. Bu gece onu içimdeki mezarlığa gömdüm. Ölüler dirilemez sandım. Anısı olan bir şarkıya sigara yaktım. Bırakmıştım, söz vermiştim, içmeyecektim ama ne yapayım, kırdım kirişi. Ölüler konuşamaz sandım. Karşımda konuşuyor hâlâ. Pişkin gülümsemelerinden birini fırtlatıyor. Işıkları kaparsam göremem sandım. Karanlığın içindeki hayaleti gözbebeklerimi yakıyor. Uyursam geçer sandım. Uykuya daldım. Rüyamda bir sahil. Uzanmışız ikimiz, kumlar doluyor saçlarımıza, bir yerlerden o şarkı çalıyor yine, sen bana geç kaldın ben sana erken diyor tok sesli bir adam. İkimizde gökyüzüne bakıyoruz, lacivert bir kasım gecesine yıldızlar eşlik ediyor. Soğuk ve üşüyoruz. Uyandım. Ne soğuk ne de aylardan kasım. Sıcak bir haziran gecesinde yorgana sarındım. O şarkıyı duymamak için kulaklarımı kapadım. Zihnimde bir yerlerde boğuk sesiyle eşlik ediyor şarkıya. Dayanamadım bıçağı tam kalbime sapladım. Meğer bir kalbim varmış da ben yüz tane sanmışım. Onu öldürdüm sanmıştım, yine kendime kıymışım.

]]>
Sun, 29 Aug 2021 03:51:54 +0300 Zeynepwesen
HATALI PAPATYALAR MEZARLIĞI https://edebiyatblog.com/hatali-papatyalar-mezarligi https://edebiyatblog.com/hatali-papatyalar-mezarligi “Beni aldatmasının üstünden 17 gün, onu affetmemin üzerinden yarım saat geçti. Telefonda sesinin titrediğini, ağlayarak bana yalvardığını duyunca dayanamadım. Sen olsan n’apardın be kızım? Seviyorum da iblisi. Ne yapayım? Aynur Abla haklı armudun sapı, üzümün çöpü diye diye ortalıkda kimseyi bırakmadım. Hem devir kötü devir anacım. Adam gibi seven buldun mu bırakmayacaksın. Tarık beni aldatmışsa ne olmuş? Erkek adam canım, bir kerelik kaçamak yapmak istemiş. Ne var bunda allasen? İşinde gücünde, namuslu, aile yapılarımız benziyor, üstelik nişanlıyız, hem elalem ne der? Geçen hafta hastaneye kaldırmışlar -beni ısrarla aradığı benim de telefonu kapadığım gün- intihar etmiş bir kutu aspirin yutmuş. Zor yetiştirmişler. Bereket versin yıkamışlar midesini. Aynur abla arayıp söylemese haberim yok. Ben de az zalim değilim çocuğu perperişan ettim. 17 gün be dile kolay. Yapmadığı kalmadı affetmem için. Ama bu intihar olayı da beni sevdiğinin kesin kanıtı işte. Ayrılıp el sevindireceğimize ailelerimizi sevindirelim dedik. Bu akşam üstü beni almaya gelecek gelinlik bakacağız beraber. Valla içim içime sığmıyor. Sonunda evleniyoruz. 7 sene be, 7 senemi vermişim ben bu adama. Bunca sene çöp mü olsun bir çırpıda. Elin ne idüğü belirsiz aşiftesi yüzünden. Hem annemden gördüm ben o da affetmişti babamı. Sonra sırasıyla teyzem, ablalarım, komşularımız. Ne yapalım bize de bu biçilmiş. Aldatılmak her kadının alnına yazılıymış. Öğrendiğin zaman gönlünü alana kadar suratını düşürüp küseceksin. Burnunu sürteceksin, yeminler ettireceksin kitap hakkı için. Bir şekilde pişman oluyorlar. Hem sonra bu kadar insan yanılıyor olamaz. Ya nikahda olan keramete ne demeli? Evimiz bile düzüldü. Şunun şurasında nikah tarihine ne kaldı? 3 ay sonra ben de evliler kervanına katılıyorum. Neyse işte hazırlandım, aradım. İşi çıkmış -n’apsın be kuzum çalışıyor düğün için- yarın akşama erteledi. Telafisi için de çiçek göndermiş bana. En sevdiğim çiçek papatyalar, bak nasıl da biliyor, ne zaman gönlümü kırsa papatya gönderir. Papatyalar için saflığı temsil eder derler.” Kucağındaki papatyaları yüzüne götürüp burnuna dayadı, sanki nişanlısıymış gibi öptü kokladı. Burcu burcu papatya kokusu sarmıştı odayı.

Yutkundum. Duyduklarımı kulağım çok net işitti. Midem almadı hiçbir detayı. Bir bulantı hissettim her şeye karşı. Onun zihnindeki tabuları ve saçma sapan kalıpları yıkmak, boğazımı tahriş etmekten farksız olsa da, bir dost olarak onu kendine getirmem gerekiyordu. Yaptım. Beceremediğim aşk ilişkilerimle akıl vermemi geçmiş, bu zamana kadar kim bana papatya alacak kadar çok sevmiş? Şu erkek düşmanı olan şey neymiş ona göre “feminik”? Heh ondan ilan edildim. Yetmedi. Onu kıskanmakla suçlandım. Zaman hızlı geçiyor nikah tarihi geldi çattı bir daha konuşayım dedim. Müstakbel kocası benimle görüşmesini yasakladı. Evlenmişler. Üremişler de. Peşpeşe iki çocukları olmuş. Eşi işi bırakmış evdeymiş. Bana haber göndermiş ortak bir tanıdıktan kocası biraz hastaymış ama kendi ne iş olsa yaparmış...

]]>
Sun, 29 Aug 2021 02:39:33 +0300 Zeynepwesen
BİKES https://edebiyatblog.com/bikes https://edebiyatblog.com/bikes Akşam vakti sokak lambaları yandığında içimde bir yerlerde uyanan sokak köpeği kendine sığınacak bir yer aradı. Müezzin perşembe selasını bu kez belki de hiç bir zaman gerçekleşmeyecek hayallerime okuyordu. Caminin önünde durdum. Selayı kulağıma çektim, kalbim sıkıştı, içeri girip yaradanın huzuruna çıkmak beni böylesi bir çaresizliğe neden ittiğini sormak, isyan etmek istedim. Kendimi bildim bileli yaradan ile aramda farklı bir bağ kurdum. Kuvvetli ve körü körüne inançlarım her seferinde değişse de içimde bir yerlerde yaradana olan inancım hiç değişmedi. Durdum ve düşündüm, bir yanda dünyevi isteklerim, diğer yanda uhrevi düşüncelerimle, annemin hastalığından sonra bu camiye ilk girişimdi. Giriş kapısı bütün heybeti ile bana meydan okuyordu. Borç harç içinde okuduğum yıllarımı, annemin beni okutmak için pazarlarda sattığı yer elmalarının tadını bile unutmuştum. Caminin hemen karşısındaki mezarlığa gitmek, orada başı boş, üstünde ot bitmemiş, su dökülmemiş bir musalla taşı bulup saatlerce hüngür hüngür ağlamak istedim. Toprağa karışmış kemiklere dönüp işte buradayım ey ölüler benim sizden bir farkım yoktur belki de ben sizlerden zilyon kere daha ölüyüm demek istedim. Yapamadım. Ölenle ölünmezmiş. Gücüne gidermiş yaradanın. Evin yolunu tuttum. Sokağın başı ıssız aynı benim gibi, sanki o da dün kaybetti annesini.

]]>
Wed, 25 Aug 2021 02:13:39 +0300 Zeynepwesen
Dinginlik https://edebiyatblog.com/dinginlik-479 https://edebiyatblog.com/dinginlik-479 Güneşin suya yansımasıyla ışıl ışıl parlıyordu deniz. Her zamankinden daha bir parlak ve huzur dolu gelmişti denizi seyretmek. Dinginlik ve mutluluk hissediyordu içinde. Artık sonbaharın son günleriydi. "Ağaran saçlarım, ağrıyan dizlerim bana da her gün ömrümün sonbaharında olduğumu hatırlatıyor," diye iç çekti. "Neler geldi geçti? Neler neler yaşamadım ki," diye uzaklara daldı gitti buğulu, güzel kahverengi gözleri. "Hayat her zaman böyle çarşaf gibi pürüzsüz ve sorunsuz değildi benim için," diye başladı mırıldanmaya. "Bazen asla açamayacağım, çözemeyeceğim düğümler, sorunlar yumağıyla uğraştığımı düşündüm. Oysa büyüklerin 'Bu da geçer yahu!' sözü doğru çıkmıştı. Her yokuşun inişi, her gecenin sabahı gibi. Dönüp ardıma baktığımda hayat her haliyle güzel," dedi. "Çok da geçmişteki kötü günleri hatırlamamak lazım. Önümde muhteşem bir deniz, pırıl pırıl gökyüzü ve bunları idrak edecek akıl, ruh ve beden sağlığı... İşte en büyük hazine," dedi Berlin'deki taşları teker teker suda sektirmelerini içi kıpır kıpır coçuk saflığıyla seyretmeye koyuldu. Hayat kısa, dertlerle kederlenip daha da çıkmaza sürüklemek yerine elinden geleni yapıp tevekkül ederekk mutlu olmayı bilmeli insan. Yoksa düğümler, müsilaj, stres, depresyon vb. insanı bir girdabın içine çekiyor. "Deniz, huzur ve mutluluk!" diye haykırdı tüm gücüyle...

Belhi

]]>
Sun, 22 Aug 2021 19:29:55 +0300 Ayşe Atlı
GÜLİSTAN https://edebiyatblog.com/gulistan https://edebiyatblog.com/gulistan Yemyeşil ovaların, mor dağların, çağlayan şelalelerin arasında bir köy. İçinde bir çiçek. Gülistan, ak bir güvercin. Hep ürkek. Göğsünde üç tane beni var en koyusundan. Bir bakan bir daha bakıyor, nazara uğruyor çoğu zaman.  Alaca köyden görücüsü geliyor, beybabası Nuh’a peygamber demiyor. Ne kahveci çizo’nun tembel oğlu Mustafa’ya, ne de bakkal çırağı topal Musa’ya vermiyor. Gülistan susuyor. 

Gülistan, kızlar arasında bir gül bahçesi. Süt beyazı teni ay’ı kıskandırır. Gözleri yayla şenliği. Sırma saçlarına geceleri yıldızlar düşüyor. Beş sene öncesinden beridir istenmekte. Yaşı yetmiyor resmiyete ama köy yerinde o yaşa kız kalmaz. Bir kusuru yok. Sağır olur kötü söze. Lâl olur küfüre hakarete, dilinin bağı var. Adam akıllı konuşamaz Gülistan. Saçı uzun aklı kısaymış, bu yüzden kararları ağabeyi ile beybabası veriyor. Ağabeyi Gülistan’ı bekletiyor. Şöyle zengin bir talibi çıksa, daha o dakika koynuna sokacak. Ağalara, beylere lâyık Gülistan. Köyün dilinde güzelliği, köyden kasabaya inenlerin yüreğinde. Anlatıp duruyorlar sağa sola. Gülistan hâlâ evlenemedi. Okutmadılar, okutsalar muallime diyecekler destur çekeceklerdi. İstemedi beybabası, ağabeyi. Kahrından öldü çakır gözlü anası. Susuyor için için ağlıyor Gülistan. 

Üveyana getirdiler başına. Mavi yaşmak taktılar serine. Gülistan, Dicle’den daha derin. Fırat’tan daha uzun çoktandır içinde tuttukları. Geceleri ay penceresine vuruyor, pencerenin önü sevdalısının cigara dumanı. Kokusunu alıyor Gülistan. Sarı tüyleri ayağa kalkıyor. İçi ürperiyor birden. Adıyaman tütünü çok ağır kokuyor. Göğüsleri entarisine dar gelmekte, eteği ıslandı ha ıslanacak. Sevmek sevişmek istiyor. Kör olası ağabeyinin derdi ne de vermiyor Musa’ya. Topal diyor. Topalsa topal ne yapmalı. Bir ayağı diğer ayağından daha kısaysa suç onda mı? Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler diyor Yunus Emre. Daha söz söylenir mi Yunus’un sözü üstüne. Kiraz ağacının gövdesi uzamış. Rüzgar kamçısını vuruyor ağacın kollarına, kollar dayanıyor Gülistan’ın camına. Bu gelen sevdalısının ayak sesleri. Biliyor Gülistan. Pencereyi açıyor. Önce keskin bir Adıyaman tütünü sonra da sevdalısının lavanta kokan teni odaya siniyor. Lavanta ve tütün kokusu genzine yapışıyor Gülistan’ın. İçi gıdıklanıyor. Üstünde bir karabasan. Bütün vücudu titriyor. Soğuk bir el bacaklarında geziniyor. Gülistan’ın ismi sıcak bir nefesle çıkıyor topal Musa’nın ağzından. Ne gören var, ne duyan. Gülistan 3 seneden beridir Musa’ya yâr olmakta. Musa yalancının, kumarbazın teki. Görenler olmuş, kasabaya inince soluğu, bacası tüten çok sıcak bir evde alıyormuş. Çeşme başında kızlar konuşuyorlar, Gülistan hepsini mıh gibi kazıyor aklına. Hesabını soracak bir bir. İşte tam sırası diyor aklı, sor hadi kimmiş o dul kadın. Sor hadi Gülistan. Sor, sor diyor aklı. Dudakları tam açılıyor ki, Musa kendi dudaklarını bastırıyor onunkilere. Susuyor. Gülistan, rüyasında gördüğü bir ülkeye gidiyor. Bu ülkede hiç kış olmuyor. Denizi var sahili. Güneş kavuruyor tenleri. Kızlar istediği gibi geziyor. Kızlar okuyup meslek sahibi oluyor. He ya kız kısmı! Doktor kızlar, avukat - hakim - öğretmen, mühendis kızlar ve daha niceleri. Hepsinin yanlarında boylarınca oğlanlar. Açık seçik konuşuyorlar. . Kumrular gibi sevişiyorlar. Bu ülkede ne beybabalar ne üveyanalar var… Susturan yok onları. Gülistan bu ülkenin fahri vatandaşı. 

İçeriden beybabası ile analığının sesini duyup sıçrıyor. Çok çabuk dönüyor o sıcak ülkeden köyüne. Musa’yı atıyor üstünden. Sesler giderek büyüyor. İkisi de tetikte. İçeriden bağrışmalar geliyor, iki tane tokat sesi. Ardından bir el silah sesi. Gülistan’ın aklı şimdi dalgalı bir denizde yüzen gemi gibi gidip geliyor. Odanın kapısını açıyor biri. Kapıyı kitlemeyi unutacak kadar saftirik Gülistan. O yatakta, Musa yerde. Hangi ara entarisi düştü sırtından. Analığı koridordan gelen ışığın huzmesi altında, korku filmlerindeki öcüler kadar ürkütücü. Basıyor yavuklusuyla üvey kızını. Gözleri karakaçanın gözlerinde daha da irice büyüyor. Başlıyor yaygaraya ki, eline ısırgan batmış gibi bağırıyor. 

-Komşulaaaar, ağalaaar, beyler, efendiler yetişiiiiiin komşulaaaaar. Kızlığımın yavuklusu beyimi öldürdü. Yetişin komşular, ağalar, beyler. Yetişin! Topal Musa, evimin direğini yıktı, ocağımı söndürdü. Nasıl kıydın ha namussuz nasıl. Ya sen kahpe, sen ha sen! Yavukluna vermiyor diye, babanı nasıl öldürttün. Ar namus kalmadı komşular! Jandarmaya haber salın, katil topal Musa, Gülistan’ın koynundan çıkıp beyimi öldürdü!

Köyün kalbi Gülistan’ın odasında atıyor. Jandarmaya haber salmış muhtar, bütün james bond’luğu üstünde bu akşam. Üvey anası köy kadınları tarafından teskin ediliyor. Gülistan’da ne ar kaldı ne hâyâ. Yuhlamalar küfürler havada uçuşuyor. Musa’yı çekip çıkarmışlar Gülistan’ın odasından. Jandarma alıyor Musa’yı. Gülistan gülmeye başlıyor. Annesinin onu gıdıkladığı zamanlarda ki gülmesinden daha gerçekçi. Beybabasının zil zurna ata binmeye çalışırken kıçının üstüne düşmesinden daha komik bir şeye gülüyor. Kahkaha atıyor Gülistan. Durduramıyor hiç kimse. Bu kadar komik olan ne Gülistan? Yolma saçlarını, sırma saçlarına yıldız düşecek birazdan. İnce narin ellerinin içi dikenli mi? Vurma yüzüne yüzün hep çizik çizik oldu kanıyor. Susma Gülistan. Bu kez susma ne olur. Sor o soruyu Musa’ya. Önce babanın cesedine yapış Gülistan. Ağabeyinin kafasına geçirmek istediğin baltayı düşünme şimdi. Konuş Gülistan. Birşeyler söyle. Jandarmaya anlat gerçekleri. Çık şu kiraz ağacının tepesine bu kez sen sustur herkesi. Susma Gülistan. Haydi konuş, babanı, ağabeyini, analığını, Musa’yı anlat. 

Seni dinleyecek biri çıkar elbet…

Bir gecede hem öksüz kaldın hem yetim, hem sevgisiz hem arsız. Susma Gülistan düşünme o tatlı sıcak ülkeyi. Gündüz düşlerine ve gece rüyalarına ara ver. Acımasız dünyaya geri dön. Burada gerçeklere susma. Haykır Gülistan. Öyle bir haykır ki, seni beş köy ötede ki ahraz bile duysun. Konuş be Gülistan. Susmanın sırası mı şimdi. Asıl şimdi konuş Gülistan. Sustuğun yerden çaldılar çocukluğunu, ergenliğini, kızlığını, kadınlığını… Senin insanlığını çaldılar Gülistan. 

Gülistan bir gül bahçesi, bülbüller şakıyor sesinde. Dilinde çok eski bir türkü annesinin hayaliyle düette…

]]>
Thu, 19 Aug 2021 15:04:18 +0300 Zeynepwesen
Telefon Kulübesi https://edebiyatblog.com/telefon-kulubesi https://edebiyatblog.com/telefon-kulubesi Telefon kulübesinde geçiyor günlerim bir hayalden arama beklerken izliyorum sokaktan geçenleri herkesin gözünde yorgunluk var herkesin gülümsemesinde öfke var herkesin acelesi var herkes koşuşturuyor koca şehirde bir tek benim işim yok sanki. Bir hayalin gölgesinin izini takip ederek yaşıyorum. Bir hayali tablonun içinde çiçeklerimi suluyorum. Ben buraya nasıl geldim bana gel demedi mi o ağaç nerede şimdi. Yağmur yağan sokaklar o gelecek demedi mi kaldırımlar gülümsemedi mi beni karşılarken. Çalmayan tüm telefonlar şarkı söylemedi mi şimdi neden susuyorlar ardı boş olan bu kutu bana güzel haberler vermeyecek miydi. Hani nerede? Uçurtmam nerede kim verdi bana bu ölü kuşu.  Bağırıyorum duyuyormusunuz gülüyorum niye ağlıyorsunuz buradayım işte niye gidiyorsunuz. Uçurumun sesi yükseliyor şimdide beni çağırıyor sesi ağlamaklı. Hatırlayamıyorum ben kimim sen kimdin beklediğim sen misin yoksa senin suretinde bir yabancı mı. Telefondaki şarkılar bitti ayrılık çanları çalıyor bizim için buraya kadarmış...Hayalinden beklediğim tüm güzel sözler hüzünlü bir şiir oldu dökülüyor gözlerimden. Uçurumun davetine gidiyorum . Bomboş şimdi sokaklar ben gidiyorum buradan sende gittin zaten boş kaldı mısralar onca ev var ama tek bir yuvam yok. Bu şehirde benim gibi öksüz kimsesiz yorgun ama umutlu doğacak güneşi bekliyor kara bulutların altında.  Sen ve ben olmazsak hangi şehirde çiçekler açar yarım kaldı roman bu kitabı kim bitirecek hangi mutlu son bize sahip çıkacak kötü sonların merhametine kaldık. Sana okuduğum şiirler öksüz kaldı uğruna yazdığım satırlarda can çekişiyorum. Bak uçurum gülümsüyor bana denizin dalgaları vuruyor kıyılarıma beni içine çekiyor yavaş yavaş... elimdeki kuşa mirasın olan nefesimle can veriyorum bana eziyet olan bu nefes ona hayat oluyor bana kafes olan gökyüzü ona özgürlük oluyor o uçuyor ben göçüyorum... 

]]>
Tue, 03 Aug 2021 13:35:46 +0300 apolitikjüpiterli
Bana Her Gün Bayram Sana da Olsun mu? https://edebiyatblog.com/bana-her-gun-bayram-sana-da-olsun-mu https://edebiyatblog.com/bana-her-gun-bayram-sana-da-olsun-mu

"Bugün bayram erken kalkın çocuklar!" dedi, Barış abim. Erkenden kalkmadık mı? Kalktık valla. Sabahın körü demeden misler gibi kızarmış ekmek kokusu ile uyanmadık mı? Uyandık valla. Senden kaç saat önce kalkıp bayram namazına giden babanı camda beklemedin mi? Bekledik valla. Keyifle yaptığın kahvaltıyı mahallenin toplaşıp gelen çocuklarının gelmesiyle bölmedin mi? Böldük ama hiç şikâyetçi oldun mu? Olmadık valla.

"Hayat bayram olsa!" var birde. Şarkıyı duyan herkesin el ele tutuşup yuvarlak olup hoplaya zıplaya eğlendiği şarkı. Bol bol sosyal mesaj içeren, mutluluğun formülü en net şekilde veren şarkıyı, en eğlenceli en mutlu günlerimizde marş gibi söylemedik mi? Söyledik valla.

Öyle her şey bol bol değildi eskiden bayramdan bayrama en yeni kıyafetler ayakkabılar alınır da giyilirdi. Yoktan var edilirdi belki ama yine de bayrama cicili bicili giyinilirdi.

Memurdu babam, bayram ikramiyesi alacağımız günü sevinçle beklerdik. Bazı bayramlarda kıyafetin yanında tabak, kaşık, çarşaf satan yerlerden verilince üzülürdüm valla, çünkü annem o zaman bayramlık değil çeyizlik alırdı ikimize. İki kız kolay değil tabi eksikleri bir anda almak, etmek. O zaman öyle düşünmezdim çocuk aklı işte.

Hani televizyonlarda gösteriyorlar ya, ayakkabısını başucuna koyup uyuyan çocukları işte ben onlardandım. Köyde geçerdi çoğu bayramımız aile büyüklerim hep orda çünkü. Arifeden giderdik çoğu zaman. Bizim köyde adettir arife günü beklermiş bizi bu dünyadan göçenlerimiz. Dağdan mersinler toplanır, traktörlerin kasalarına doldurulur. Tek tek dolaşılır mezarlar, tanıdık tanımadık diye birşey yok tabi her biri o köyün insanı. Şimdi daha bir anlamlı arifeler. O konuya hiç girmeyelim en azından bugün.

Sabahına herkes de ayrı bir telaş olur tabi. Ama bizim en önemli telaşımız üzerinden etiketi yeni çıkmış kıyafetlerimiz. Giyinip kuşanıp kapı kapı gezer, el öperdik. Kimi şeker kimi para verirdi. Para verenleri daha çok severdik. Doğruya doğru buda aklınızda bulunsun kapınıza gelen bir küçük olursa. Bizim gibi bir kaç kız vardı. Hep beraber gezer, paralarımızı birleştirirdik. Çatapat, kızkaçıran gibi köy bakkalında satılan eğlenceli muzip şeyler vardı hemen onlardan alırdık.

Biz öyle oyunlar peşindeyken bizden yaşça büyük olanlar top oynar, ip atlardı hava kararana kadar. Bir curcuna olurdu ki mahallede sormayın gitsin. Bahçesine kaçan topları bıçakla patlatan Emine nineye bile kızmazdık. Hani öyle keyiflisindir ki seni hiçbir şey üzemez ya seni, işte öyle günlerdi benim İçin bayramlar.

Anneannem ailemizin en büyüğü olduğu İçin dolup taşardı geceli gündüzlü evimiz. Yine aynı grup bu sefer iki odası salona açılan evin bir odasını işgal ederdik. Bu sefer oyunlar değişirdi tabi. El el üstünde kimin eli var, yağ satarım bal satarım, aç kapıyı bezirgân başı gibi oyunları, büyüklerimiz “aa yeter artık kafamız şişti “ diyene kadar yine aynı curcuna halinde oynardık.

Topumuzu kesen Emine nine dışında pek kötü bir anımın olmaması da ne büyük şans benim İçin. Rahmetli Emine nineye de hiç kızmamışızdır, nurlar içinde uyusun inşallah…

Anlat anlat bitiremeyeceğim bayramlarım oldu benim. Şekerin dibine vurduğum, baklavayı şeker pareye bandığım, kahvaltıyı kavurma ile açtığım, bando geçişlerini izlerken gözümden sicim gibi gözyaşımı akıttığım.

Baktım bayramlarda içimde kelebekler uçuşuyor. Bende her günümü bayram gibi yaşıyorum. Tabi buna başka bir şey de diyorlar anladınız siz onu...

İyi Bayramlar… Sevgiler Zeyno’dan…

]]>
Thu, 22 Jul 2021 22:13:20 +0300 zeynonun_blogu
Ceket ve Diploma https://edebiyatblog.com/ceket-ve-diploma https://edebiyatblog.com/ceket-ve-diploma Sana verdiğim sözü tuttum baba. Diplomamı da aldım geldim. Dur sana okuyayım. ‘Lisans diploması. Cemil Kaya Hacettepe 6 yıl süreli Tıp Fakültesi’ni başarı ile bitirerek 6/6/2021 tarihinde bu diplomayı almaya hak kazanmıştır.’ Babasına verdiği sözü kanıtlamanın sevinciyle diplomasını okurken tüm yüzüne yayılan gülümsemeyle devam etti konuşmasına Cemil. 
Biliyor musun baba, üniversiteye kayıt yaptırırken  harcımı ödemek için ceketini sattığını sonradan öğrendim ama bunu bildiğimi sana sezdirmedim. Üzülmeni istemedim çünkü. O ceket senin damatlığınındı. İlk yaz tatiline eve geldiğimde dolapları karıştırırken farkettim. Sana söz ilk maaşımla bir ceket alıp o takımını tamamlayacağım. Lütfen ısrar etme, o ceket benim buralara kadar gelmeme vesile oldu. Okula başladıktan sonra da hem çalışıp hem okuyarak sana zahmet vermedim. Bazen aç kaldım, para lazım mı dediğinde, lazım olsa bile istemedim, çünkü evde beş boğaz daha vardı doyurmak zorunda olduğun. Ağlama baba, geçti artık bak oğlun doktor oldu işte, hayırlısı ile en yakın zamanda işe başlayacağım. Allah nasip ederse ileride onkoloji alanında uzman olacağım. Senin gibi kanser olan tüm hastalarları parası olmasa da ücretsiz ameliyat yapacağım. Çünkü bir babayı kaybetmenin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Elimden geldiği kadar bunu kimseye yaşatmamaya gayret edeceğim. 
Uzun zaman olsa da kokun hâlâ evin içinde. Otoriten, gülüşün, çatık kaşın, sabah homurdanmaların, işten gelirken her seferinde, ‘Karabaş’ın yemeğini verdiniz mi?’ deyişin, bayramlarda uzattığın kalın damarlı elin, arada bir kasketini arkadan öne doğru düzeltişin, sofraya dağ gibi oturuşun, ekmeği yediye bölüşün, sırf biz duyalım diye besmeleyi sesli söyleyişin, her şeyin evin içinde hiçbirini atmadık, bir ceketin eksik, onu da tamamlayacağım inşallah. Şimdi sana bir Fatih’a okuyayım, sonra eve geçeceğim daha annemin haberi yok geldiğimden ona da sürpriz yapacağım.

]]>
Tue, 13 Jul 2021 13:36:01 +0300 Nazım Köyce
Hayat Arkadaşım https://edebiyatblog.com/hayat-arkadasim https://edebiyatblog.com/hayat-arkadasim Bir vapurda cam kenarına oturmuş başında şapkası ve takım elbisesiyle denizi izleyen bir adam gördüm. O kadar şık ve zarifti ki elinde bir buket çiçeğiyle bir kolundaki saate bir denize bir de çiçeğe bakıyordu sürekli. Birine veya birşeye gittiği belliydi. Acelesi vardı. Telaşla saatine bakıyordu belliki geç kalmaktan korkuyordu biryere. Başlarda eskiden görüştüğü bir dostuna veya bir hanımefendiye gittiğini düşündüm. Çünkü yüzünden gülümsemesi gitmiyordu. Bembeyaz sakalları arasından gülümsemesini kesemiyordu. Biraz izledim uzaktan. Sürekli telaşla saatine ardından elindeki çiçeğe ve tekrar denize odaklanıyordu. Yüzünü merak ettim, yerimden kalkıp farkettirmeden onun önündeki koltuklardan birine oturdum. O beyaz sakallarının arasında gerçekten görülmeye değer saf bir gülümseme vardı. İster istemez yüzümde bir gülümseme oluştu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar çok şeye şahit olduğunu gösteriyordu. Daha fazla dayanamayıp yanına gittim.

'Merhaba oturabilir miyim rahatsız etmeyeceksem' diye sordum kibarca. Bana döndü gülümsemesini düşürmeden başını salladı. Hemen yanına oturdum. Bir süre sonra boğazımı temizledim ve 'Yanlış anlamazsınız birşey sormak istiyorum' dedim.

'Buyur sor kızım' dedi.

'Bir süredir sizi izliyorum, yüzünüzdeki o saf gülümseme kendini her yerden belli ediyor ve bende merakına yenik düştüm. Merakımı mazur görün ama nereye gidiyorsunuz bir hanımefendiyle mi bulacaksınız bu kadar heyecanla' diye sordum kibarca.

Başını tekrar cama çevirdi derin bir iç çekti. 'Evet dedi bir hanımefendiyle buluşacağım. Çok kibar naif bir hanımefendiyle.'dedi. 'Ne kadar tatlı bunca sene birbirinizden kopmamanız ve hep aynı heyecanla buluşmanız.' 'Evet' dedi. 'Öyle, her cuma buluşuruz ve biliyor musun güzel kızım o hala çok güzel.

'Tabiki mutlaka çok güzeldir' dedim gülümsememi düşüremeyerek. Son kez saatine baktı. Ve şapkasını eline alarak ayağa kalktı. 'Kıyıya az kaldı ben kalkayım artık geç kalmak istemem' dedi.

'Tabiki buyurun efendim' diyerek yol verdim. Sonra bana hiç beklemediğim bir soru sordu. 'Güzel kızım yanında bir şişe su var mı acaba, yanıma su almayı unutmuşum çiçekleri ekince sulamazsam kururlar' dedi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım. Bir buketi neden ekecekti ki. Hanımefendiye vereceğini söylemişti.

'Yanlış anlamazsınız bu çiçekleri hanımefendiye verecektiniz neden ekeceksiniz ki'

'O şuan bu çiçekleri benden alamaz belki öteki dünyada bi buket verirsem o zaman alır, şimdi onun gibi kokan çiçekleri toprağına dikeyim ki yine öyle koksun canımın içi' dedi. Ne olduğunu biraz geç kavramıştım.

'Başınız sağolsun çok üzüldüm' dedim. 'Hiç üzülme kızım' dedi,  ben de üzülmüyorum çünkü o benim üzülmemi istemezdi. Hem sevgi bitmedikçe araya topraklar girse ne farkeder' dedi.

'Haklısınız' dedim. O sırada çantamdaki suyu karşımdaki beye doğru uzattım. 'Çok teşekkür ederim yavrum. Onuda benide çok sevindirdin. Sende kendine hep yüzünü güldürebilen birini bul.' dedi. 'Umarım' dedim, 'Umarım bulurum.'

'Merak etme bulursun güzel kalpler ve ruhlar asla yanlız kalmaz hep eşini bulur sadece bekle hayat seni en olmadık zamanda onunla karşılaştırır inan bana' dedi.

Uzun ve takılmadan cümleler kuruyordu. Ve gerçekten bilgili biriydi. Hem giyiminden hemde konulmasından açıkça belli oluyordu. 'İnanıyorum size banada sizinki gibi bir eş, hayat arkadaşı verir hayat' dedim. 'Benim gitmem lazım şimdi umarım tekrar karşılaşırız küçük hanım' dedi.

Ve yavaş ama tempolu adımlarla uzaklaşmaya başladı. 'Umarım ve hanımefendiye özellikle selamları iletin' dedim. Başını hafifçe arkaya çevirip bana öyle içten gülümsedi ki o an herşeyin olabileceğine inandım. Ve öyle de oldu...

]]>
Mon, 12 Jul 2021 01:44:18 +0300 Nehir Kahraman
Ölü Adama Mektup 4 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-4 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-4 Seninle yağmurda ıslanmayı özledim.

İlk karşılaştığımız, konuştuğumuz ve hayatıma girdiğin yerdeyim. O gün ki gibi yine yağmur yağıyor. Hala hüzün saklı gözlerimde ve bu sefer ki sebebi sensin. Halbuki 'hüzün kondurmayacağım hiç bir zaman o gökyüzülerine, önüne bulut geçmesine izin vermem' böyle demiştin bana, peki neden izin verdin? Neden gitmeyi seçtin?

Yağmurun her damlası tenime bir dokunuş bırakıyor, sanki yalnız değilsin burada demek istiyor. Huzuru vadediyor bana ... senden sonraki, tek huzuru. 

Yıllar çok çabuk geçiyor değil mi? Daha dün gibi aklımda iken ilk tanışmamız, seni yeni kaybetmişim gibi hissediyorum hep. Yıllarıma bahar olarak geldin, kışı bırakıp gittin. Oysaki ben kışı da severdim seninle; her üşüdüğümde sana sığınmayı, beni sarıp sarmalamanı.

'Emanet gibi duruyor, uğraşma boşuna' demiştin, bana kurduğun ilk cümleydi. Ve bu cümlenin sahibinin ilkimi ve sonumu getireceğini nereden bilebilirdim ki. Anlamamıştım ne dediğini, ses yanımdan gelmese üstüme bile alınmazdım. Artık nasıl baktıysam sana 'bakma öyle, dudaklarındaki gülümsemeyi diyorum; gözlerinden akıttığın yaşlar belli olmasa da kıpkırmızıyken, sahte olduğu çok belli.' O gün ilk defa 'ilkimi' yaşamıştım seninle ve ondan sonraki bütün ilklerimin sahibi oldun. 

İlk önce geldin ; mutluluğu, huzuru, güveni, sevgiyi, aşkı yaşattın. 
Sonra gittin; hüznü, üzüntüyü, mutsuzluğu, kırgınlığı, özlemi yaşattın.

Sen bana ne yaşatırsan yaşat, inatla kalbimde yaşamaya devam ediyorsun..

27'06

]]>
Thu, 01 Jul 2021 21:39:42 +0300 Kağıttan Ruhlar
Esilâ’ya Mektup https://edebiyatblog.com/esilaya-mektup https://edebiyatblog.com/esilaya-mektup Esilâ’ya Mektup

Bu gün şehre yağmur yağdı, çisil çisil. Bu yağmurda seninle ıslanmak güzel bir anı olabilirdi. Hiç baş başa geçirdiğimiz bir anımız olmadı seninle. Sokağa çıkıp biraz da olsa ıslandım ama yalnız ıslanılmıyor yağmurda. Yalnız yemek yenmiyor, yalnız gökyüzüne bakılmıyor, yalnız bir ağacın gölgesinde oturulmuyor, yalnız eve girilmiyor, yalnız mutlu bile olunmuyor Esilâ. Yalnız, sadece çok iyi acı çekiyorsun. İstediği kişi insanın yanında olmayınca ezbere yaşıyor hayatı. Yemeği hayatta kalmak için yiyorum, muhabbeti ayıp olmasın diye ediyorum dostlarımla. Aklım hep sende. Yaşamak fiili hayatın içinden çıkıp gidiyor. Öznesi sen -olmayan sen- olan hayatımın, tüm yüklemleri yoruyor beni.  Gece yoruyor en çok.

Gece yarıları, yaralarım açılıyor bir bir…Yaram şiir oluyor. Kan kaybından ölene kadar şiir karalıyorum. Ölene kadar nahif bir söz oldu, geberesiceye kadar seni yazıyorum aslında. Her şeyi unutuyorum o an, dalgınlığım oluyorsun. Sigaramın bittiğini kül tablasından düşünce anlıyorum. İnan bana bir gün ikimizde yanacağız bu evin içinde. Yazdıklarımdan çok sildiklerim yoruyor beni. Seni yazmak kolay da silmek zor Esilâ.

Şu an sana ulaşamadığım için kendimi suçlu hissediyorum. Her yer suç mahalli gibi. Senin, benimle birlikte olmadığın her yerden ben suçluyum. Vuslatımızın katili benim belki de… Suçumun cezasını çekiyorum. Tüm gelemeyişlerin sancısındayım.  

Elimden gelse ömrümün kalan kısmını seninle baş başa geçirebileceğim bir kaç dakikaya değişirdim. Bunu yapabilirim. Elimden gelmeyen o kadar çok şey var ki. Mutlu olmak elimden gelmiyor mesela. Yaşamak elimden gelmiyor, en iyi yapabildiğim şey seni özlemek. Oysa özlenecek o kadar çok şey vardır ki bir insanın hayatında. Çocukluğu mesela, ayrı ise anne ve babasını özler insan. Ama seni özlemek kalbimde kimseye yer bırakmamış gibi. Bu aciz, acınacak halimi yazarak seni de mutsuz etmek istemiyorum. İyiyim aslında. İnsan alışıyor yalnızlığa, sensizliğe alışamasam da.

Geçenlerde, geçenlerde dediğim birkaç yıl oldu, sana yazdığım bir şiire ödül verdiler. Ödüle laik görülen bu şiire biraz daha şiir ekleyip kitap çıkardım. Aforizmalarla seksen sayfalık bir kitap oldu. Belki bir gün alıp okursun. Kader bu, dünya küçük, bir köy kadar küçüldü tabiri caizse,   Almanya’da üretilen bir kemer, Ağrı’da ki bir adamın beline nasip olabiliyor artık. Olur ya kitabım, daha doğrusu senin kitabın, tevafuk eline geçerse, özellikle kış geceleri, yazdığım her şeyi üzerine al, üşütme…

Can parçan

 

Nazım Köyce

]]>
Thu, 01 Jul 2021 20:07:15 +0300 Nazım Köyce
Ölü Adama Mektup 3 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-151 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-151 827. kesik oldu; evet, saydım. Senden sonra kesilen her yarayı saydım. Şimdi burada olup; önce beni yine nasıl kesmeyi başardım diye azarlamalı, sonra da o yarayı kapatmaya çalışmalıydın. Hep böyle yapardın, iyileşene kadar öpücükler kondururdun. Bazen bu kadar ilgine, psikopatça gelecek ama çok dikkat etmezdim, bıçakla uğraşırken. Senin o yarayı iyileştireceğini bilirdim. İlgine hayrandım ve bir gün sıkılmandan çok korkuyordum. 

Hem nazımı, hem kahrımı çekerdin. Hatta ne güzel derdin, "'sevdiğinin nazını değil, kahrını çekmektir sevda" demiş Mevlana; senin nazında, kahrında başım gözüm üstüne.' Bir insan bu kadar mükemmel olur mu derdim çoğu zaman. Hatta bazen kendimi rüyada sanardım. Bir gün o rüyadan uyanıcam diye ödüm kopardı. Ama şimdi bir kabusun içinde olmak ve bir an önce uyanmak istiyorum.

Zaman geçiyor.. ama seni unutturmaya yetmiyor, yeteceğini de sanmıyorum. Ve zaman sadece yaralarımı kapatmaya yetiyor, onları iyileştirmeye değil. 

Senin iyileştirmeni bekleyen çok yaram var..

Sen lazımsın; bana, yaralarıma, yarınlarıma..

22'06

]]>
Thu, 24 Jun 2021 22:02:01 +0300 Kağıttan Ruhlar
Ölü Adama Mektup 2 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-149 https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup-149 Özleyecek birisi olmayan birine, bir gün gelip-yaşatıp-gidip özlemlerin en beterini nasıl yaşatabiliyorsun! 

Senden önce özlem, özlemek ne demek gerçekten bilmezdim. Bu can yakan kavramıda diğerleri gibi sen öğrettin bana. Şimdi ne demek senin için diye sorucak olursan; susuz kaldığım bir çölde, senin ateş olduğun yerde yanacağımı bilmeme rağmen sana gelmek derim. Sonunda sana varacak olsam hiç düşünmeden bir uçurumdan atlayabilir, derin bir okyanusa kulaç atabilirim. 

Keşke diyorum bazen; aslında bazen değil, o kadar çok ki keşkelerim. Sakın yanlış anlama tamam mı? Benim yaptığım hatalar, yanımda iken birazcık daha o hayat bulduğum gözlerine bakmadığım, daha sıkı sarılamadığım, öpemediğim, aşık olduğum kokunu daha çok içime çekemediğim için bu keşkeler. Ve bir de, en çok.. yalan olan söylediklerim var. Sana son kez de olsa 'seviyorum' demek varken, nasıl diyebildim o kelimeleri bilmiyorum. Belki de söylemeseydim bu kadar yıl benden uzak değilde, bir nefeslik yakınımda olurdun. Olur muydun gerçekten? Bunun cevabını bilememek daha çok kahrediyor beni..

Bir gün bana demiştin ya 'beni özlemek için zaman bulamayacaksın ve artık o kadar bıkacaksın ki kendinle kalmak isteyeceksin.' Ben kendimden bıktım, her yerde seni arar oldum be sevgilim, sen neredesin?

Ben seni yanımdayken bile özleyecek kadar çok sevdim, bu hasreti ben kaldıramıyorum..

21'06

]]>
Thu, 24 Jun 2021 20:22:33 +0300 Kağıttan Ruhlar
Yaşama Sebebim.. https://edebiyatblog.com/yasama-sebebim https://edebiyatblog.com/yasama-sebebim Aynaya baktığımda kimi gördüm ben? Gözleri ağlamaktan kızarmış bu aciz çocuk ben miyim? Benden başka parmağındaki yaraya yara bandı yapıştırmak yerine tuz basmayı öğrenen çocuk var mıdır? Kalbi parçalanmış teselliyi yıldızlarda arayan bu kız çocuğu daha çocukken başladı hayatı sorgulamaya ve şuan aynaya bakıp neden yaşadığını sorguluyor; bir sebep arıyor, tanrıya yalvarıyor; 'Tanrım bana tek bir sebep ver yaşamam için! Tanrım bu kimsesiz çocuğa bir kimse göster ki kesmesin nefesini!' Bir şeytan fısıldadı kulağına 'kimsen yok kimse seni sevmiyor!' saçlarını çekti, kulaklarını kapadı sonra yıldızları titreten bir çığlık attı çocuk. Bir melek fısıldadı kulağına 'yıldızları söndürme, çocuklar yıldızların ışığıdır gidersen sönerler..' Ve kulaklarında babasının sesi yankılandı 'sen çocuk değilsin!' Ama çocuk yaştayım diye fısıldadı yıldızlara bakarak o gece bir yıldız söndü bir papatya boynunu büktü çocuk hissetti artık çocuk olmadığını ve çocuk bir sebep buldu gözlerini yıldızlardan çekti arkasındaki aynaya baktı sebebi karşısındaydı 'kimse için değil herhangi birşey için değil kendim için yaşayacağım, ben çocuk yaşta olup çocuk olmayan birisiyim ve büyümeden ölmeyeceğim' dedi aynaya bakıp..

O gece bir yıldız ışığını kesti çünkü bir çocuk bir gecede büyümüştü..

O gece bir papatya boynunu büktü çünkü bir çocuk masumiyetiyle beraber kalbini gömdü toprağa.. 

Çocuk büyüdü ve şimdi aynaya bakmaktan korkuyor, çünkü o aciz çocuğu görmekten korkuyor. Aynaya bakmayıp pencereden gözüken yıldızlara bakıyor 'yıldızlar hiç sönmeyecek çünkü ben hiç büyümeyeceğim'' diye yazmıştı o gece kara satırlarla dolu defterine. Çocuk aklıyla yazdığı bu satırı fısıldadı, defteri eline aldı yeni bir satır ekledi 'ben bir yıldız ışığı olamadım çünkü ben çocuk olamadım, ben sadece kayan bir yıldızın sessiz çığlığıyım.. ben bir papatya değilim çünkü ben masum kalamadım, ben sadece boynu bükük papatyanın intihar eden ilk yaprağıyım..' çocuk sorguladı yaşama sebebini sordu kendine ve buldu.. Çocuk büyüyünce de sorguladı yaşama sebebini ve buldu.. Hep böyle devam etti sorguladı,buldu,kaybetti,sorguladı. Eskiden aynaya bakamayan bu çocuk şimdilerde aynaya bakınca yine o aciz çocuğu görüyor değişen şey ise eskiden bakmaya korkardı şimdi ise bakabildiği kadar bakıyor. İnadına gülümsedi yansımasına içindeki sızıyı gülümseyerek bastırdı öfkesini küçük yumruklarının içine sakladı ve sadece sıkmakla yetindi..

22.06.2021 

Ben geldim çocuk.. Şeytan ve melek artık ne zaman sorgulasam kulağıma fısıldamıyorlar çünkü onlarda biliyor benim senin için nefes aldığımı, tabi içimizdeki bu öfke ruhumuzu isyankarlaştırdı bu yüzden bu kadar sorgulama. Sebebim olduğunu bile bile sormam sadece hayata karşı bir isyan. Keşke şimdiki halim geçmişe dönüp elinden tutabilseydi, keşke sen karşıma geçip 'herşey çok güzel olacak' desen ve ben sana inansam..

 Bu gece yazdığı satırlar böyleydi ve aşağıya not düştü,

  'Dün gece paramparçasın, bugün hiçbir şey olmamış gibi davranman gerekiyordu ama olmuyor işte öyle yarın biraz daha eksik uyanıyorsun. Bir kaç yıldızım söndürüldü, bir kaç papatyam koparıldı mutluymuş gibi davranamazdım..'

]]>
Tue, 22 Jun 2021 19:46:42 +0300 Nyctophilia
Köprüler ve Salcılar https://edebiyatblog.com/kopruler-ve-salcilar https://edebiyatblog.com/kopruler-ve-salcilar "Ama Einstein?" dedi Zehra. Karşısındakinin söylediklerine melül melül bakıyordu.

"Einstein halt etmiş! İzle şunu."

Selçuk elindeki kurşun kalemin ucunu gösterdi. Ellerini masaya vuracakmış gibi yaparak dikkatini o yöne çekti. Sonra kurşun kalemi biraz daha havaya kaldırdı. Masadan  kalın bir "tık" sesi yükseldi. Zehra sesi duyduğu gibi gözlerini masaya çevirdi. Selçuk'un elinin duruşundan dolayı "tık" sesinin onun vurması sonucu olduğunu anladı. Ama yüzü hala melül melül bakıyordu.

"Kızım anlamıyor musun? Şu belki yeterli olur." dedi ve elini bir kaç adım ötedeki kara tahtaya doğrulttu. Kara tahtada saçma sapan noktalar dışında hiç bir şey yoktu. Ama bu, Zehra' nın durumu anlamasına yetmişti. Bununla birlikte açıklamayı dinlemeyi de istiyordu.

"Kalemin ucuna dikkatini vermeliydin. Pürüzsüzdü yavrucak. Ama şuan küt olmuş baksana. Kalemin ucundaki parçacıkları kara tahtaya ışınladım. Masaya vurarak oluşturduğum entropiyle."

Bu sözler, ikisinin de yüzünde gülümsemeler oluşturmuştu. Ama Selçuk' un mimiklerindeki yoğunluk Zehra ile kıyaslanamazdı. İcadını anlatmasıyla birlikte onu ürettiği ilk güne dönmüştü sanki.  

Zehra laboratuvardaki sandalyelerden ilk bulduğunu altına çekti. Sıralardan en az kirlisine kafasını bıraktı. Çenesini tahtaya oturttu. Ve duygu yoğunluğu içerisinde hoplayıp zıplayan Selçuk'u sakince izlemeye başladı. Gözleri kırpıştırdı. "Saçmalama" dedi kendine. "Amacım buydu değil mi? Bunca uğraş bunun içindi. Ama nasıl da kendinden geçmiş şuna baksana!"

Selçuk'un hareketliliği sona erdiğinde. Artık Zehra'nın verdiği süre sona ermişti. Görevi tamamlayamamaktan korkuyordu. Eli mekanik bir hareketlilikle çantasına gitti. Eline aldığı tabanca ona ilk kez bu kadar ağır geliyordu. 

"Seni bulmam çok uzun sürdü."

 Selçuk su şisesinin olduğu masaya oturmuştu. İçerisindeki suyun hepsini emip bitirme uğraşına ara verdi. "Biriyle ne zaman tanışırsan tanış illaki geç kalmışsındır. Sigara böreğinden hiç istemediğinden emin misin?"

Zehra kendine kaçıncı kez "Buraya kadar, artık yeter" dediğini bilmiyordu. Ama bir daha söylemişti işte. Tabancayı Selçuk'a doğrulttu. 

"Şu Einstein'ın dediklerini keşke biraz daha irdelemiş olsaydın. Işık hızını geçmenin yolunu bulan bir adamın lineer zaman algısıyla düşünmek gibi bir lüksü olamaz."


Tabancadan dolayı Selçuk sözleri ciddiye alamamıştı.

"Seninle tanıştığım ilk anı hatırlıyor musun? Yanına geldiğimde nefes almakta zorlanmıştım. Sen de yardımıma koşmuştun. Astım hastasıyım falan demiştim."

"Evet" dedi Selçuk. Artık tabancaya değil kızın yüzüne doğru bakıyordu.


"Ben astım hastası falan değilim. Sadece atmosferin oksijen oranı ciğerlerime uygun değildi. Gelecekte oksijen oranı çok yüksek.
Gelecekte insanlar çok mutlu. Gelecekte... Gelecekte insanlar çok şerefsiz. Gelecekte araziler çok değerli. Gelecekte eğer sapiensiyum elementinin kaynağına yakın bir yerde arazin varsa kendini en zengin kişi olarak ilan edebilirsin. Kaynağın yakınlarında biraz bile vakit geçirmek için tüm servetini vermeyecek zengin bulamazsın. Ama en zengin kişilerin dahi bir sorunu var. Çünkü bir kişi ışınlanmayı icat etti. Ve artık arazilerin bir değeri yok. Selçuk Cansız diye bir bilim adamı. Ve bu arada gelecekte de bilim insanı yerine bilim adamı sözcüğü kullanılıyor." 

Tabancayı tutan eli terlemişti. Ve terledikçe daha sıkı tutmaya çalışıyordu tabancayı.


"Geleceğin kodomanları bu iş için beni seçti. Seni bulmam çok uzun sürdü. "


"Bilimi seviyorsun ama sen. Beni falan da seviyor gibiydin." dedi Selçuk. Konuşması küçük bir çocuk gibi hissetmesine neden olmuştu. Ayakları bir yerlere doğru arandı. Kollarını garip bir şekle soktu. Ve nihayet doğru yere geldiğinde gözleri hariç hiçbir yeri hareket etmiyordu.


"Bilimi seviyorum, seni de seviyorum." Bir anlığına durdu. "Nihayetinde ikiniz de bana 5 milyon parsel kazandıracaksınız."

Zehra son cümleyi söylemeden önce zamanlamayı tutturamayıp tetiği çekiverdiğini fark etti. Ona son söylediği söz olan "seni de seviyorum" sözü kafasında dönmeye başlamıştı. Yüzünde esrarengiz bir gülücük oluştu. Kara tahtaya kadar saçılan kanlar görmezden gelindiğinde beklediğinden daha iyi bir veda idi bu onun için. Halihazırda gülümserken gelen düşünce  histerik bir kahkaha atmasına sebep oldu. Einstein ışık hızının hiç bir zaman geçilemeyeceğini söylerken belki de bunu kastetmişti.

Kara tahtaya her seferinde gözü gidiyor ama eliyle kafasını aşağıya bastırarak buna engel olmaya çalışıyordu. Saçlarını sıkarak tutması canını acıtmıştı ve kahkahası daha bir hıçkırıklı hale gelmişti. Ama kollar asla meraklı bir kafaya engel olamazlardı. Kara tahtadaki kan kırmızısı ve kursun kalem siyahı noktaların oluşturduğu yazıya gözlerini tamamen dikmişti artık. Okumaya çalıştığı yazının büyük bölümünün öldürdüğü insanın kanı olması midesini bulandırmıştı. Biraz daha ilerliyip gözlerini iyice kısmalıydı.
Okuduğu yazı bir kez daha kahkaha atmasına  neden olmuştu.

 
"Zeki insanlar, bu şekilde intihar ederler."

]]>
Wed, 16 Jun 2021 10:00:26 +0300 Mustafa Uğur Sepetci
Ölü Adama Mektup https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup https://edebiyatblog.com/olu-adama-mektup Yine geldi o gün, cehennemim. Alışamadım hâlâ yokluğuna, alışmakta istemiyorum aslında. Gelmeyeceksin biliyorum ama ümit etmeyi bırakmıyorum. Neden gittin ki, rahat mısın orada? Rahat mısın, gözümden akıttığım yaşlarla seni anmamdan. Olmuyor be adam, sensiz bana her yer cehennem gibi geliyor, yaşayamıyorum. Kendine alıştırman kısa zaman almışken, unutmak neden senelerimi alıyor, söylesene! Ne zaman bitecek bu hasret, ne zaman kavuşacağım en mutlu olduğum yere. Sen neden kendin gelmediğin gibi benim de gelmeme izin vermiyorsun. Ne olurdu gelsen, gelsem.. hiç sıkılmadan baksam o hayat bulduğum gözlerine, hiç bıkmadan bırakmadan sarılsam; kollarında uyuyup kalsam. Hâlbuki burada olsan ne çok severdin kollarında uyuyup kalmamı, hiç kıpırdamadan sabahlara kadar seyrederdin. Uyandığımda ise utanmayayım diye uyuyormuş gibi yapardın ama anlardım ben, yine de çok mutlu olurdum, hiç olmadığım kadar iyi hissederdim yanında. 

Anılar; aklımdan çıkmıyor, tutunduğum tek şey onlar benim. Senle olan her şey benim hayatım.. Senden önce yaşamıyordum, ben her şeyi senle yaşadım, senle öğrendim, senle mutlu oldum; kendimi seninle sevdim. Şimdi sen yoksun, gittin; gelmemeye gittin ve kendinle birlikte hayatımıda götürdün. Ben sensiz hiçim, yokum, nefes almıyorum !

Sen vardın, ben vardım; sen yoksun, ben hiç yokum..

10'06

]]>
Thu, 10 Jun 2021 21:47:42 +0300 Kağıttan Ruhlar
Hokus Pokus 14.Bölüm https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-14bolum https://edebiyatblog.com/hokus-pokus-14bolum Wed, 07 Apr 2021 17:49:52 +0300 Edanuryd Şehirler ve Hikayeler https://edebiyatblog.com/Nrglceee https://edebiyatblog.com/Nrglceee                 ŞEHİRLER VE HIKAYELER

Nasıl ki her insan nasıl özel ise her şehirde özeldir kendince ...

Şehirleri insanlar inşa edip olusturmuşlardır.

Hiç bir insan yaşamadığı şehir sadece toprak ve kimsesiz evlerdir.

İnsanlar canlandırır ayakta tutar şehirleri ,

Her şehrin kendine has özellikleri vardır her insanda olduğu gibi,

Her şehrin ayrı bir hikayesi vardır, her bölgenin kendine özgü bitkisel örtüleri vardır ,

Toprağın kıyafeti misali...

Ege incisi, İzmir lezzetleri, denizi,ağaçları boyutu çayı, meyveleri, kızları ,halk oyunları her şehir özeldir kendince insanlakin yaşattıkları üstüne 

Nerelisin diye sorulduğunda zaman ne önemi var dersin önce sohbet uzun sürerse ise birde hemşehrim çıkarsa daha bi ısınırsın o insana şehrinin toprağının insanıdır çünkü

İnsan ayırt etmezsin ama kendi doğduğun büyüdüğün şehrin insanı başkadır insan gözünde ...

Amma velakin yaşanmışlıklar özel kılar şehirleri 

Yani insanlara dayanır aslında şehrin önemi geçmişten günümüze kalan hatıralarla toprak üzerine üzerine inşa etmekteyiz yine ve yeniden yaşanmışlıklar üzerine... 

]]>
Tue, 30 Nov -001 00:00:00 +0155 nurglceee
AĞLAYAN KADIN KİMDİ https://edebiyatblog.com/aglayan-kadin-kimdi https://edebiyatblog.com/aglayan-kadin-kimdi Tue, 30 Nov -001 00:00:00 +0155 nurglceee