EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Korku & Gerilim https://edebiyatblog.com/rss/category/korku-gerilim EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Korku & Gerilim tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. ÖLÜMCÜL SIR (Bölüm 7) https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-7 https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-7 Mon, 06 Jun 2022 15:50:34 +0300 Melekk ÖLÜMCÜL SIR (Bölüm 6) https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-6 https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-6 Fri, 03 Jun 2022 15:41:21 +0300 Melekk Ölümcül Sır (Bölüm 5) https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-5 https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-5 Wed, 25 May 2022 20:49:52 +0300 Melekk Körük köyü https://edebiyatblog.com/koruk-koyu https://edebiyatblog.com/koruk-koyu

]]>
Sun, 22 May 2022 20:14:05 +0300 krmv_qrb
Ressam https://edebiyatblog.com/ressam https://edebiyatblog.com/ressam Gecenin sessizliğinde sokaktaki tek gürültü arabasından çıkan hırıltıydı. En yükseği altı veya yedi katlı nispeten modern görünümlü apartmanlar arasında sanki oraya ait değilmiş ama ezelden beri de oradaymış gibi duran eski iki katlı ahşap evin önüne park etti. Hatırladığından daha eski görünüyordu artık. Üst katta bulunan küçük çalışma odasında loş bir ışık geliyordu. Geçen hafta o ışığı gördüğünden beri içinde ablasını tekrar görebileceğine dair bir umut belirmişti. Ama bu umudu kısa sürdü. Evi gözlerken gördüğü kadın ablası değildi. Çocukluğundan hatırladığı yaşlı kadına çok benziyordu ama o olması neredeyse imkansızdı. Kadın yaşıyorsa bile en az doksan yaşında olmalıydı. Motoru kapatıp arabadan çıktı. Sokak lambalarının cılız ışıklarına rağmen bahçedeki dikenli çalıları, yabani otları, bahçenin sonunda rahatlıkla görebildiği büyük çınar ağacını seçebiliyordu. Evin arkasında, bahçenin uzak köşesinde, göremediği ama orada olduğunu bildiği bir de kuyu vardı. Çocukken babası uyarmış ve üstü tahtalarla kapalı olmasına rağmen etrafında dolaşmasının tehlikeli olduğunu söylemişti. Bahçe kapısına doğru ilerledi. Gözünü üst kattaki pencereden ayırmadan ahşap kapıyı araladı. Ev kadar yaşlı kapı menteşeleri gıcırdayarak döndü. Gözlerini pencereden ayırmıyordu. Pencerede bir gölgenin kıpırdadığını görür gibi oldu. Biraz bekledi. Herhangi bir ses duymayınca kapıyı bırakıp yürümeye devam etti. Alt katın giriş kapısı sokağa bakıyordu ve orada kimse oturmuyordu. Üst kata çıkan merdivenlerin olduğu arka tarafa doğru yürüdü. Ablasıyla gölgesinde oyunlar oynadığı çınarın dalları hafif esintide sallanarak onu selamladı. Sonra kuyuya baktı. Yirmi yıl önce buradan taşınırlarken hatırladığı gibi duruyordu. Üzerini kapatan tahtalar çürümüş, birkaçı da düşmüştü. Temkinli adımlarla merdiveni çıkmaya başladı. Kapının önüne geldiğinde içeride bir ışık yandı. Olduğu yerde kaldı. Muhtemelen o yaşlı kadın ölmüş ve eve başkası taşınmıştı. Ama görmek zorundaydı. Kalp atışları hızlandı. Evin kapısı açıldı. Kendini yaşlı kadının ürkütücü yüzü ile karşılaşmaya hazırladı ancak beklediği olmadı. Onun yerine kırk yaşlarında bakımlı ve diri vücutlu bir kadın açtı kapıyı. Gece kadar siyah olan saçlarını arkada topuz yapmıştı. Yakası boynunu kapatan, kolları bileklerine inen ve boyu da ayaklarını göstermeyecek kadar uzun lacivert bir elbise giyiyordu. Elbisesi, saç şekli ve yüz hatlarıyla onu andırıyordu. Kızı olsa bu kadar benzerdi diye düşündü ama çocuğu olmadığını da biliyordu. Kadının kömür karası gözlerindeki sinsi bakışı da tanıdı. 

“Hayır bu olamaz” diye geçirdi içinden. Kadın geniş ağzındaki dişleri göstererek gülümsedi karşısındaki adama.

-Beni gördüğüne sevinmedin mi Melih?

İsmini söylerken ilk hecede biraz duraklayıp söylemişti. Me lih. 

Melih'in şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Bu ses tonu, bu gülümseme, ismini söyleme şekli, hepsi aynıydı.

-Ne o, dilini mi yuttun ufaklık? dedi kadın. 

Melih bu cümleyi duyduğunda bir an geçmişe daldı. Anıları kafasının içinden geçmeye başladı. 

 

           Annesinin tatlı sesi rüyasını böldüğünde yeni evlerinin olduğu sokağa dönmüşlerdi. Ablasına sesleniyordu. 

-Melike, Melikecim. 

Ablasının kulağındaki kulaklıktan dışarı müzik sesi geliyordu. Gözleri kapalı ama uyumuyordu. Melih sese uyanmıştı. Annesi ona bakıp gülümsedi. O yaz annesinin gülümsemesini son görüşü olacağını bilmeden aynı içten gülümsemeyle karşılık verdi. 

-Geldik mi anne? 

-Evet tatlım geldik.

Melih buna sevinmişti. İlk kez taşınıyorlardı ve bu süreçte hem sıkılmış hem de yorulmuştu. Melih ablasının elini tuttuğunda Melike gözlerini açıp ona baktı. Kulaklığı kulağından indirdi. 

-Geldik kızım, dedi annesi.

Araba iki katlı ahşap evin önünde durduğunda önce Melike kendini dışarı attı. Arkasından Melih indi. Ahşap çitleri yer yer sarmaşıkların istilasına uğramış, bahçesinde çimlerden daha çok ayrık otları olan ama arka taraftaki heybetli çınar ağacının güzelliği diğer her şeyi görmezden gelmenizi sağlayacak iki katlı ahşap bir evdi burası. Yer yer boyaları dökülmüştü. Melih çitin kapısını açıp bahçeye girdi. Babaları bagajdaki eşyaları çıkarmakla meşguldü. Melike evi yukarıdan aşağı süzdü. Sokaktaki diğer evlere hem çok benziyor hem de onlardan çok farklı duruyor gibi garip bir havası vardı. Kardeşi bahçede koşarken onun yanına doğru yürüdü. Anneleri de arkalarından baktı. Yeni evleri olan alt katın giriş kapısı sokağa bakıyordu. Melike kapıyı yokladı ama kilitliydi. Sağa doğru yürüyüp evin yan tarafına geçti. Melih gördüğü bir salyangozu inceliyordu. Yan taraftaki pencerelerden içeri baktı. Sıradan ahşap bir evdi işte. Melih salyangozu bırakıp ağaca doğru koşmaya başladı. 

-Ne kadar büyük bir ağaç böyle! 

Evin sonundan sola döndü ve sesi birden kesildi. Melike bir an duraksayıp dinledi ama kardeşinin sesini duyamayınca ismini seslenerek arka tarafa doğru koştu. Sola döndüğünde evin üst katına çıkan merdivenlerin ortasında duran yaşlı kadını gördü. Gri saçları arkasında topuz yapılmıştı. Uzun lacivert bir elbise giyiyordu. Elbisesi o kadar uzundu ki ayaklarını göremiyorlardı. Yüzünde, etrafta koşturan çocukları hiç sevmeyen huysuz bir ihtiyarın somurtkan ifadesi vardı. Melike köşeden dönünce kadının gözleri ona kaydı. Birden yüzü  değişti ve güzel bir tebessümle aydınlandı. Gözlerinin içi parıldamıştı adeta. 

-Kusura bakmayın hanımefendi. Kardeşim biraz meraklıdır o yüzden koşuyordu. 

Melike kardeşinin arkasına gelip kollarını omzuna koyduğunda Melih rahatlamıştı.

-Siz yeni kiracılar olmalısınız. Hiç önemli değil yavrum. Kusura bakacak bir durum yok. Gençlik enerjisinin tadını bende bilirim, diyerek gülümsedi korkuyla bekleyen çocuklara. Annesi arka tarafa koşan Melike'yi gördüğünde elindekileri kaldırıma bırakıp arkalarından koşmuştu. O da köşeyi döndüğünde kadını gördü, hızla çocuklarına göz atıp kadına döndü;

-Merhaba. Gelir gelmez yaramazlık mı yaptı yoksa bizimkiler? 

-Merhaba, hoş geldiniz. Hayır, sadece bu ufaklık beni görmeyi beklemiyordu herhalde. Şaşırdı biraz o kadar. 

Babası da soluğu yanlarında almıştı. 

-Hah, buradasınız. Melda Hanımla tanışmışsınız. Bu eşim Figen. Bunlarda Melike ve Melih. 

-Çok memnun oldum efendim. Tekrar hoş geldiniz. Melike, ne güzel bir ismin var öyle. Neyse daha çok görüşeceğiz zaten. Ben sizi işlerinizden alıkoymayayım. 

Arkasını dönüp çıkarken durup tekrar onlara döndü.

-Yalnız şuradaki kuyuya dikkat etmelisiniz. Eliyle bahçenin köşesini gösterdi. Üzeri kapalı ancak ne olur ne olmaz oraya pek yaklaşmayın çocuklar, dedi ve eve girdi.

           Melih’in odası arka taraftaydı. Küçük penceresinden yukarı çıkan merdivenin ilk basamakları ve soldaki kuyunun bir kısmı görünüyordu. Melike’nin odası da hemen yanındaydı ve bahçeye bakıyordu. Melih çoktan uyumuştu. Melike de başını yastığa koyar koymaz uyudu. Sabaha karşı Melih'in omzunu sarsmasıyla gözlerini yarım da olsa açabildi. 

-Ne oldu Melih, niye uyandın? 

-Kabus gördüm abla, o kadın beni kovalıyordu. 

-Hangi kadın Melih? Rüya görmüşsün sadece. Hadi yat uyu artık. 

-Yanında yatabilir miyim? Çok korkuyorum. 

Ondan kurtulamayacağını bildiği için kenara kaydı ve kardeşine yer açtı.

           Eve ilk taşınmaları ve Melih'in yaşlı ev sahibesi Melda Hanım ile tanışması bu şekilde olmuştu. Yaz aylarının o güzel güneşli günlerini çoğunlukla bahçede geçirmişlerdi. Ablası çınara yaslanmış müzik dinlerken o da bahçede koşturup oynardı. Bir gün bahçede oynarken başını kaldırıp üst kattaki pencereye baktığında yaşlı cadının (ona bu ismi takmıştı çünkü bakışlarından hiç hoşlanmıyordu) ağacın altında oturan ablasına bakarak gülümsediğini gördü. Kadının gözleri ablasından Melih'e kaydığında yüzündeki gülümseme silinip yerini tiksintiye benzer bir ifade aldı. Geniş ağzı kulaklarına kadar uzayıp uzun sivri dişlerini göstererek sırıttı Melih'e. Melih korkudan çığlık atıp ablasının yanına koştu. Ablası gözlerini açarak kulaklıklarını indirdi ve önce üzerine atlayıp kendisine sarılan kardeşine sonrada etrafına bakındı. Kimse yoktu. 

-Ne oldu Melih? 

-O bir cadı, diyerek parmağıyla üst katın penceresini gösterdi. 

-Kim? Melda Teyze mi? O sadece küçük çocuklardan pek hoşlanmayan yaşlı bir kadın, diyerek başını okşadı. 

-Ama gördüm! Uzun sivri dişleri vardı. Ağzı kocamandı! 

Melike gözlerini korkuyla açtı.

-Ne diyorsun? Ya bizi kazanda kaynatıp yerse! Arkasından bir kahkaha patlattı ve kardeşini öptü. 

-Hayal gücün çok geniş kardeşim. O sadece yaşlı bir kadın. Muhtemelen camdan yansıyan güneş yüzünden veya aşağıdan baktığın için yanlış görmüşsün. Evet geniş bir ağzı var ama kimseyi yemeyecek emin olabilirsin. 

-Öyle mi diyorsun abla?

-Tabi ki öyle. Cadı veya canavar diye bir şey yoktur. Senin gibi akıllı çocukların hayal gücü üretir tüm bunları. İstersen birlikte onu ziyarete gidebiliriz, ne dersin? 

-Hayır! Onun evine gitmek istemiyorum. 

-O zaman ben tek giderim. Yanımda bir korumam olsa daha rahat ederdim tabi ama neyse. Gelmek istemiyorsan seni zorlayamam. 

Kardeşine kaçamak bir bakış attıktan sonra ayağa kalkıp yukarı çıkan merdivenlere yürümeye başladı. Melih ablasının arkasından korku dolu gözlerle baktı. Sonra cesaretini topladı ve arkasından bağırdı. 

-Beni de bekle!

Elinden tutup merdivenleri  çıktılar. 

-Ne diyeceğiz peki kadına? 

-Sen konuşma işini bana bırak, diyerek kardeşine göz kırptı ve kapıyı tıklattı. Biraz beklediler. Kulağını kapıya yanaştırıp dinledi ama ses yoktu. 

-Belki uyuyordur. Yaşlılar genelde uyur. 

Melih buna çok sevindi ve arkalarını dönüp inecekken içerden bir ses duyuldu. 

-Geliyorum. 

Melih'in sevinci yarım kaldı. Yaşlı kadın kapıyı açıp kardeşleri görünce gülümsedi. Uzun sivri dişleri yoktu. Melike kardeşine bakıp gülümsedi ve kadına dönüp başıyla selam verdi. 

-Merhaba Melda Teyze. Nasılsınız? Bir ihtiyacınız var mı diye sormak istedik. 

-Merhaba çocuklar. Ne kadar düşüncelisin Melikeciğim. Teşekkür ederim. İçeri girmez misiniz? Limonata yapmıştım, bu sıcakta iyi gider. Hepsini kendim içemem zaten. 

Limonata fikri hoşlarına gitmişti. Ayakkabılarını çıkarırken belki de bu kadın o kadarda korkunç biri değildir diye geçirdi içinden. Ablası önden girdi içeri. Solda kapısı kapalı bir oda vardı. Sağda mutfak ve banyo yanyanaydı. Koridorun sonunda sokağa bakan salonu gösterdi kadın.

-Geçin bakalım salona, bende limonataları getireyim. 

-Zahmet etmeyin ben yardımcı olayım, diyerek kadının arkasından mutfağa yöneldi Melike. 

Melih tek başına girdi salona. Eski koltuklar, eski bir kütüphane ve köşede eski bir masa vardı. Eve eski bir koku hakimdi. Yaşlılığın kokusu böyle olsa gerek diye düşündü. Ama en çok ilgisini çeken şey duvarlarda asılı duran tablolardı. O kadar çoklardı ki duvarlarda neredeyse boş yer yoktu. Her tabloda farklı bir çocuğun resmi vardı. Aynı koltuğa oturmuşlardı ancak arka planlar değişikti. Kiminde küçük bir pencere olan bir duvarın önündelerdi. Bir diğerinde penceresiz ahşap bir duvarın. Üstelik çocuklardan bazılarının kıyafetleri çok eski çağlardan kalma gibiydi. Yaklaşıp resimlere yakından baktı. Ürkütücü derecede gerçekçi görünüyorlardı. Koyu tonların hakim olduğu resimlerde karanlık ve kasvetli bir hava vardı. Resimler o kadar gerçekçiydi ki çocukların gözlerindeki korkuyu neredeyse hissediyordu. Melih tabloları incelerken omzuna dokunan bir el ile sıçrayarak küçük bir çığlık attı. Melda Hanım elini hemen çekti. 

-Sakin ol ufaklık bir şey yok. Dalıp gitmişsin.

Ablası elinde üç bardakla bir tepsi tutar halde kadının ardından odaya girdi. 

-Ne oldu Melih? 

-Bir şey yok abla, resimlere bakarken biraz dalmışım sanırım. Melda teyzenin geldiğini fark etmedim. 

Melike tepsiyi masaya bıraktıktan sonra o da duvarlarda asılı duran resimlere bakmaya başladı. 

-Bunlar çok güzeller. Siz mi yaptınız? 

-Evet kızım. Küçüklüğümden beri resim yapmayı çok severim. Hiç evlenmedim ve hiç çocuğum olmadı. O yüzden çocukları resmetmeyi seviyorum. 

-Hepsi neden korkmuş gibi bakıyorlar? diye araya girdi Melih. 

Soru hoşuna gitmemiş gibi yüzünü buruşturan Melda Hanım yine de gülümseyerek ona döndü. 

-Ailemi erken yaşta kaybettim. Benim için korku içinde geçen yıllardı. Bu resimlerime de yansıyor sanırım. Belki o yüzdendir. Ne derler bilirsiniz. Yazarlara fikirlerinin, ressamlara kattıkları duyguların kaynağı sorulmaz.

Melih ne demek istediğini anlamamıştı ama Melike anlayışla gülümsedi.

-Hala çiziyor musunuz? En son ne zaman çizdiniz? diye sorarak konuyu değiştirdi. 

-Ah, uzun zamandır çizmedim canım. Özlemedim desem yalan olur. Elime yeniden fırça almak bana iyi gelirdi. 

Yılların kırışıklığıyla kaplanmış ellerine baktı bir süre. Sonra başını kaldırıp Melike'ye döndü. 

-Resmini çizmemi ister misin? Belki paslanmış olabilirim ama bir deneyebiliriz. Ne dersin? 

-Benim resmimi mi yapacaksınız? Yüzünde bir gülümseme belirdi Melikenin. Bilmem ki. Size zahmet vermek istemem. 

-Saçmalama lütfen diye kıkırdadı Melda Hanım. Gözlerinin içinde mutluluk ışıkları yanmıştı. Hem bana arkadaş olursun hem de çok sevdiğim bu uğraşı tekrar yapma fırsatım olur. Yarın akşamüstü bekliyorum seni. Ailenden izin alman sorun olacaksa bende konuşabilirim. 

-Çok sevinirim Melda Teyze. Daha önce kimse benim için böyle bir şey yapmamıştı. İzin konusunda sıkıntı olacağını sanmıyorum. Yarın akşamüstü görüşürüz o halde. 

-Tamam o zaman, anlaştık. Hadi limonatalar ılımadan için.

Melih isteksizce bardağın birini alıp eski koltuğa oturdu. Gözleri hala tablolardaki çocuklardaydı. Yardım istercesine bakıyorlardı kendisine. Limonatalar bitince teşekkür edip evden ayrıldılar. 

-Gördün mü bak canavar değil sadece yalnız ve yaşlı bir kadınmış, diyerek kardeşinin omzuna elini attı.

-Evet sanırım öyle. Ama yine de ondan pek hoşlanmadım abla. 

Biraz duraksadıktan sonra daha yumuşak bir ses tonuyla devam etti. 

-Yarın gerçekten gidecek misin?

-Tabi gideceğim. Böyle bir fırsat kaç kere gelir?

-Ama o kadınla başbaşa kalmanı hiç istemiyorum.

-Neden?

-Sana bakışları hoşuma gitmiyor. Hem neden tüm tablolarda kız çocukları var?

-Erkeklerden hoşlanmıyor olabilir. Hiç evlenmemiş ve çocuğu yok. Belki beni kızı veya torunu gibi görüyordur, olamaz mı? 

-Evet olabilir ama yine de içim rahat değil abla.

-Tanıdıkça sende alışırsın ona, dedi kardeşine ve birlikte eve döndüler. Akşam yemeğinde olanları anlattılar. Ailesi de kadını fazla yormaması ve derslerini ihmal etmemesi karşılığında gidebileceğini söyledi. Melike buna çok sevinmişti ancak Melih için aynı şey söylenemezdi. O gece yattığında aklı ablasındaydı ve uykuya dalmakta zorlandı. Hayal gücü ona türlü oyunlar oynuyordu ve hepside oldukça korkunçtu. Tam uykuya dalma anındaki o ince perdenin arkasına geçmiştiki kulağına bir gıcırtı sesi geldi. Gözlerini açıp geceyi dinledi. Düzenli aralıklarla gelen gıcırtı seslerini dinledi. Birisi merdivenlerden iniyordu. Karşısındaki pencereye baktı. Bir gölge ay ışığının girdiği pencerenin önünden geçti. Melih’in gözleri irileşti. O yaşlı cadı gecenin bu vakti niye bahçeye insindi? “Belki hayvanlar için artık yemekleri koyuyordur” dedi kafasındaki bir ses. “Bu saatte mi?” diye cevapladı bir diğeri. En iyisi kalkıp bakmaktı ama bacakları yataktan çıkmakta isteksizdi. Yine de kendini zorlayıp pencereye gitti. Tül perdenin arkasından görebildiği kadarıyla kuyuya baktı. Bir karaltı kuyunun önünde çömelmiş bir şeyler yapıyordu. Kollarının hareketinden anladığı kadarı ile kuyudan bir ip çekiyordu. Ne olduğunu net göremesede olanları ay ışığı altında belli belirsiz anlayabiliyordu. Kuyunun yanına koyduğu kovanın iplerini çözdükten sonra kovayı alıp arkasını döndü. Melih’e doğruca pencerenin arkasından kendisine bakıyormuş gibi geldi. Nefesini tutup yatağına koştu ve örtünün altına girdi. “Hayır beni görmemiştir” dedi kendine. “Odam karanlıktı ve beni görmemiştir.” “Hem susamıştır belki ve kuyudan su almak için inmiştir.” “O yaşta bir kadın nasıl kuyudan su çekebilir?” “Beni gördüyse bile ne olacak ki” Aklından bunları geçirirken sakinleşti ve tuttuğu nefesini yavaşça verdi. Yine de kadının merdivenlerden çıkarken çıkardığı gıcırtılar kesilene kadar örtünün altından çıkmadı. Sonra huzursuz bir uykuya daldı.

 

         Akşam olduğunda Melike çok heyecanlıydı. Melih’te onunla gelmek istemişti. İlk kez bir ressam göreceği için heyecanlı olduğunu söyledi. Ama asıl amacı ablasını yalnız bırakmak istememesiydi. Eve geldiklerinde Melda Hanım onları bekliyordu. Melih’i gördüğüne sevinmediyse bile bunu belli etmedi. Soldaki odanın kapısı bu sefer açıktı. Karşı duvarda bahçeyi gören pencerenin altında eski bir berjer vardı. Tablodaki çocukların oturduğu berjerdi bu. Kapının sağında bir sandalye ve önünde de tuval hazır bekliyordu. Bu odada da herşey eskiydi ve eski kokuyordu. Tuvalin yanında bir sehpa vardı. Üzerinde fırçalar, boya kutuları ve bir palet vardı. Melda Hanım Melike’ye karşıdaki koltuğu gösterip kendi sandalyesine oturdu. Melih kapının ağzında duruyordu hala. Melda Hanım ona dönüp;

-Bir ressamın çalışmasını bitmeden izlemek uğursuzluk getirir, dedi.

Melih içeri girip soldaki küçük bir taburenin üzerine oturdu. Gözleri ablası ve yaşlı cadı arasında gidip geliyordu.

-Nasıl oturmalıyım? Böyle iyi mi? diye sordu Melike.

-Kendini nasıl rahat hissediyorsan öyle otur tatlım.

Melike arkasına yaslanıp rahat bir pozisyon aldıktan sonra hazır olduğunu söyledi.

Melda Hanım palete siyah bir boya döktü. Fırçasını alıp tuvale sürmeye başladı. Melih de odaya göz gezdiriyordu. Burada da tablolar vardı. Bazıları karşı duvara yaslanmış yerde duruyordu. Tabloların üzerinde tozdan sararmış bir örtü vardı. Bu odaya en son ne zaman girdi acaba diye düşündü. Odayı incelerken sehpanın yanındaki bir kova dikkatini çekti. Gece gördüğüm (veya gördüğümü sandığım) kova bu muydu diye inceledi. Kovanın yanından siyah, parlak bir sıvı akmıştı. 

-Melda Teyze, su içebilir miyim? diye sordu Melih.

İsteksizce kafasını ona çeviren kadın zoraki gülümsedi.

-Tabi, mutfaktan alabilirsin.

Melih mutfağa gitti. Tezgahtaki sürahinin içinde su vardı. Bir bardağa doldurdu ve tadına baktı. Evet normal bir suydu bu. Tekrar odaya döndü.

-Suyu dışarıdaki kuyudan mı alıyorsunuz? diye sordu.

Kadın çalışırken rahatsız edilmekten hoşlanmadığını belli eder bir bakış attı küçük çocuğa.

-Hayır ufaklık. Onu da nereden çıkardın? Suyu zehirli olduğu için o kuyu kapalı ve yıllardır kullanılmıyor. Neden sordun?

Melih dün gece gördüklerini sormak istediyse de vazgeçti. Sadece omuz silkti ama gözü kovadaydı hala. Yanından akmış olan siyah sıvı paletteki siyah boyaya benziyordu.

-Boyalarınızı nereden alıyorsunuz? diye tekrar araya girdi Melih.

Kadın sinirlenmeye başladığını belli eden bir nefes alıp verdi.

-Öyle her yerde bulamayacağın özel bir boyadır bu ufaklık. Kendim hazırlıyorum. 

Melda Hanım Melih’in gözlerinin kovaya kaydığını farkettiğinde yüz ifadesi değişti. 

-Meraklı olmanı anlıyorum ufaklık. Ancak çalışırken odaklanmak çok önemlidir ve bölünmeyi hiç sevmem.

Gözlerindeki tiksintiyi gören Melih oturduğu taburede sinmişti. Ablası hemen söze karıştı.

-Sıkıldıysan eve gidebilirsin Melih. Bende Melda Teyzeyi çok yormayacağım zaten. Birazdan gelirim eve.

Melih isteksizde olsa kalkıp ablasına baktı ve iyi akşamlar dileyip evden çıktı. 

-Kardeşimin kusuruna bakmayın Melda Teyze, dedi, kendisi çok zeki ve meraklı bir çocuk. Ve ilk kez bir ressam görüyor. Tabi bende.

-Önemli değil canım. Sanırım bende biraz heyecanlandım. Uzun zamandır elime fırça almamıştım.

-Bitene kadar ne çizdiğinize bakamayacağım değil mi?

-Doğru tahmin ettin, dedi kadın gözleri parlarken.

 

        Ablası eve geldiğinde Melih henüz uyumamıştı. Odasına gidip o gittikten sonra neler olduğunu sordu. Ablası da biraz konuşup kalktığını söyledi.

-Dün gece onu gördüm abla.

-Kimi? Melda Teyzeyi mi?

-Evet. Kuyudan kova ile bir şey çektiğini gördüm. Sehpanın yanındaki kovaydı belki emin değilim.

-Melda Teyze belki altmışbeş belki de yetmiş yaşında olmalı. Kuyudan bir şey çekmesi pek mümkün gözükmüyor. Üstelik oranın yıllardır kapalı olduğunu söyledi.

-Evet biliyorum ama ya yalan söylüyorsa?

-Bak canım kardeşim. Biliyorum ondan pek hoşlanmadın ama o sadece yalnız ve yaşlı bir kadın. Artık onun hakkında böyle şeyler düşünme olur mu? dedi ve kardeşinin ellerini avuçlarının içine alarak sıktı. Alnından öptü. Melih özür diledi ve ellerini çekip odasına dönmek istediği sırada ablasının parmak uçlarındaki siyahlığı gördü.

-Ellerine ne oldu abla?

-Ha bu mu, dedi ve parmaklarına baktı. Palet ve fırçaları incelerken elime bulaşmış olmalı. Ne kadar güzel bir renk değil mi? Çok hoş, çok zarif, çok güzel.

-Abla?

Melike dalıp gittiği parmak uçlarından ayrılıp kardeşine baktı. 

-Merak etme yıkarım ve geçer.

-İyi geceler abla, seni seviyorum.

-Bende seni kardeşim. İyi geceler.

 

                  Ertesi gün Melike yine bir saat kadar o odaya gitti. Melih gitmedi. Daha doğrusu ablası gelmesine gerek olmadığını söyleyip yalnız gitti. Geldiğinde çok yorgun olduğunu ve uyumak istediğini söyleyip hemen odasına çekildi. Melih kalkıp yanına gitmek istediyse bile onu görmezden gelip odasının kapısını kapattı. Babası bir şey mi oldu der gibi annesine ve Melih’e baktı.

-Kızımız ergenlik çağına girdi artık ve bazen yalnız kalmak isteyebilir, dedi annesi.

Babası olayı anladığını gösterir bir bakış atıp okuduğu kitaba döndü. Melih ise huzursuzdu. Yaşlı cadının ablasına bir şey yaptığı düşüncesi aklından çıkmıyordu. Yatağında yattı ve  “O sadece yalnız ve yaşlı bir kadın.” “Tekrar resim yapma fırsatı bulduğu için heyecanlı” “Ayrıca erkek çocuklarınıda sevmediği belli” şeklinde düşüncelerle kendini rahatlatmaya çalıştı ancak uykuya dalarken kafasındaki huzursuz düşünceler hala oradaydı. Melih uykuya daldığında Melda Hanım’ın merdivenlerden inip kuyuya gitmesini ve elindeki kova ile geri dönmesini de duymadı.

 

       Sonraki üç gün boyunca Melike her akşam resminin çizildiği o koltukta bir saat kadar oturdu. Her geçen gün tuvaldeki boşluklar azalıyordu. Melike artık akşam yemeklerini çok az yiyordu. Gözlerindeki boş ifade sadece Melih’i tedirgin ediyor gibiydi. Anne ve babası okul, dersler veya sınavlar yüzünden stres yaptığını ve ergenliğinde buna sebep olabileceğini söylüyordu. Onlara göre bu geçici bir durumdu ve zamanla düzelecekti. Ancak Melih bundan o kadar emin değildi. Ablasında bir terslik olduğunu seziyor ama ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Sanki ablası hayata küsmüş gibiydi. Eski neşesi ve enerjisi yoktu. Onunla da eskisi gibi konuşmuyordu artık. Gidip kendi gözleriyle görmeliydi ve ertesi akşam ablası çıktıktan yarım saat sonra o da çıktı. Kapıyı tıklattı ve bekledi. Sabırsızlanıyordu ve tekrar tıkladı kapıyı, bu sefer biraz daha sert vurmuştu. Yaşlı kadın kapıyı açtı.

-Evet ufaklık, ne istiyorsun?

-Ablama bir şey söyleyecektim.

-Melike bu akşam gelmedi.

-Nasıl gelmedi? Yarım saat önce buraya gelmek için evden çıkmıştı.

-Olabilir ama buraya gelmedi.

Melih kapının açık kısmından içeriyi görmeye çalıştı.

-Abla! Abla! Orada mısın?

İçeriden ses gelmedi.

-Ne yaptın ona cadı!

-Büyüklerinle biraz daha saygılı konuşmalısın ufaklık.

-Bana ufaklık deme! Ablama bir şey yaptın sen biliyorum. Abla!

Kadını kenara itip kendini içeri attı. Kadının dur ne yapıyorsun demesine aldırmadan çalışma odasına daldı. Berjer boştu. Tuvalde ablasının bitmiş resmini gördü. Gözleri korku içindeki ablası ondan yardım istiyormuş gibi bakıyordu. Kadın hızla odaya girip sandalyenin üstündeki örtüyü tuvalin üstüne attı.

-Başkasının evine izinsiz giremezsin ufaklık. Derhal evimi terk et!

Melih ablasına bir kaç kez daha seslendi ama cevap alamadı. Gürültüyü duyan anne ve babası koşarak geldiler. 

-Ne oluyor burada? Melih ne yapıyorsun oğlum? dedi babası. 

-Ablam yok baba. Bu kadın ona bir şey yaptı!

-Nasıl yok ne demek bir şey yaptı? Melda Hanım ne oluyor?

-Bilmiyorum Mustafa Bey. Bu ufaklık gelip ablasını sordu bende burada olmadığını söyledim. Bana inanmayıp evime zorla girdi.

Melih bir şey söylemek için ağzını açacak oldu ama babası susturdu onu.

-Resim çalışması için size gideceğini söyledi bize. 

-Evet resmi bugün bitirecektik. Bende onu bekliyordum ama belki ödevi filan vardır ondan gelmemiştir diye düşündüm. Buyurun içeri bakın isterseniz.

Anne ve babasının yüzlerinden giderek artmakta olan panik okunabiliyordu. Annesi  içeri girdi ve hızlıca odalara baktı. Melike yoktu. Dışarı çıkıp kafasını salladı.

-Tamam panik yapmayalım. Sen polisi ara bende etrafa bakacağım dedi babası.

Melih’te babası ile birlikte sokağa koştu. Ablasının ismini bağırarak sokakta onu aradılar. Babası Melih’i annesinin yanına gönderdi ve arabaya binip gözden kayboldu. Melih koşarak arkadaki kuyuya gitti ve tahtaları kaldırmaya çalıştı. Tahtalar yerinden kıpırdamadı. Melda Hanım kapısının önünde onu izliyordu. Melih ayağa kalkıp ona baktı. Kadının yüzünde yine o sinsi gülüşü gördü. Ama bir şeyler farklıydı. O an korkudan ve aklı sadece ablasında olduğundan kadında neyin farklı olduğunu anlayamadı. Annesinin yanına döndü. O da sokağa çıkmış kızının ismini bağırıyordu. Gidip annesine sarıldı. Gözyaşları akmaya başlayan annesi oğluna sıkıca sarıldı.

-Onu bulacağız oğlum merak etme.

Melih’in gözleri de ablasını bir daha göremeyeceği korkusuyla dolmuştu. Yaşlı cadıda neyin farklı olduğu düşüncesi kıymık gibi beynine takılmıştı ve bir yandan da onu düşünüyordu. Polisler geldiğinde durumu anlattılar. Son günlerde iştahının olmadığını ve içine kapandığını dinleyen polisler bunun bir evden kaçma vakası olabileceğini ve çok çabuk fark ettikleri için kısa zamanda bulacaklarını söylediler. Melih ev sahibesi ile de konuşmak isteyen memura yolu gösterdi ve birlikte üst kata çıktılar. Kadın tüm sorulara cevap verirken Melih’te kadını inceliyordu. Beynine takılan kıymıktan kurtulmak için bir ipucu aradı ama neyin farklı olduğunu bulamadı. 

 

    Haftalar geçmiş Melike’den bir haber alınanamıştı. Babası çok belli etmese de annesi perişan haldeydi. Polisler olayın kaçırılma olabileceği ihtimalini de değerlendirdiklerini ve arama alanını genişlettiklerini söyleselerde bu ailenin yüreğine su serpmemiş aksine dahada çökertmişti. Melih bahçede bekleyip kadını gözetlemeyi kendine görev bilmişti ancak kadın o günden sonra dışarı hiç çıkmadı. Sadece çalışma odasının penceresinden birkaç kez gördü onu. Annesi o evde daha fazla kalmak istemediğini söylediğinde Melike’nin kaybolmasının ardından bir kaç ay geçmişti. Evden ayrılmadan önce Melih’te babası ile birlikte üst kata çıktı. Kadın müsait olmadığını söyleyerek kapıyı açmadan konuştu. Çok üzgün olduğunu da ekledi tabi. Melih kadının aslında bir şey sakladığından neredeyse emindi. Ama ona kimsenin inanmayacağını biliyordu. Babası veda ettikten sonra aşağı indiler ve o mahalleyi terk ettiler. Melih ertesi yıl ablasının kaybolduğu gün evin önüne geldi. Kadın evde yoktu. Bahçe bakımsızdı. Sonraki yıllar da gelmeye devam etti ve kimseyi bulamadı. Kadının öldüğünü düşünüyordu. Ta ki üst katın penceresinde ışık gördüğü geçen haftaya kadar.

 

    Tüm bu anılar aklından hızla geçerken yirmi yıldır beynine saplı duran kıymık yavaşça çıkmaya başladı. Tanıştıkları gün kadının “Gençlik enerjisinin tadını bende bilirim” sözü geldi aklına. Pencereden sürekli ablasını izlemesi, ona olan ilgisi ve bakışlarını hatırlıyordu. O gün kadında farkettiği ama tam olarak anlayamadığı o farklılığıda biliyordu artık. Kadının saçındaki beyazlar azalmıştı! Nasılda gözümden kaçtı diyerek kendine kızması bir işe yaramazdı artık. Zira o sadece on yaşında korkmuş bir çocuktu. Kıymık artık tamamen çıkmıştı. Biliyordu. Kadın ablasının gençlik enerjisini çekip almış ve onunla gençleşmişti. Peki ama ablasına ne olmuştu? O neredeydi? Onun ölmediğini biliyordu. Öyle olsa kadının evine dalıp odaya baktığında ablasının eşyalarını veya en azından kan görürdüm diye düşündü. Kadın Melih’in yüzündeki “her şeyi çözdüm” aydınlanmasını gördü ve sırıttı.

-Demek sırrımı artık biliyorsun.

-Ablama ne yaptın? Nerede o? diyerek kadının üzerine yürüyüp yakasına yapıştı. 

Kadın çevik bir hareketle Melih’in bileklerinden tutup iterek kurtuldu. Melih kadının gücü karşısında afalladı.

-Büyüklerine karşı saygılı olmayı hala öğrenememişsin anlaşılan, diyerek aşağılayan bir ifadeyle baktı. 

Melih kadına vurmak için yumruğunu salladı ama kadın aynı çevik hareketle kenara çekilince Evin içine doğru sendeledi. 

-Hayır hayır. Hiç yakıştıramadım sana ufaklık.

Ufaklık kelimesi Melih’i daha da sinirlendirdi. Sendelediği yerden doğruldu ve tüm gücünü kullanarak kadının üstüne atıldı. Kadın güçlü kolları ile onu durdurup itti. Melih açık duran kapının ağzına sırtüstü düştü. Vücudunun üst kısmı evin içinde bacakları dışarıda kalmıştı. Kadının gözlerindeki acımasız bakışlar karşısında yüreği korkuyla doldu. Aynı zamanda vücuduna adrenalin pompalanıyordu. Kadın pençe gibi ellerini birleştirip boynunu sıkmak için öne uzatarak Melih’in üzerine atıldı. Melih son anda bacaklarını kendine çekti ve ayaklarını kadının göğsüne dayadı. Adrenalinin verdiği kuvvetle kadını üzerinden itti. Hızla geriye savrulan kadın eskimiş merdiven korkuluğunu parçalayarak aşağı düştü. Kırılan tahtaların sesleri arasında kadının çığlıkları giderek uzaklaştı. Melih doğrulup aşağı bakmak için yanaştı. Yukarıdan bakınca dev bir solucanın ağzına benzeyen kuyunun tahtaları kırılmıştı. 

-Lanet cadı! dedi ve arkasından tükürüp eve girdi. Önce çalışma odasına baktı. Her şeyin üzeri örtülüydü. Uzun zamandır kullanılmamış gibiydi. Ablasının kadını ne kadar gençleştirmiş olabileceğini düşündü. Yirmi yıl mı? Otuz mu? Kadının şimdiki yaşına ve kuvvetine bakarak hızla bir hesap yaptı ve en az elli yıl gençleştirmiş olmalı diye düşündü. Oturma odasına girdi. Ablasının tablosu oradaydı. Onun korku dolu yüzünü görünce gözlerinden bir kaç damla yaş süzüldü. Ablası ve diğer tablolardaki çocuklar yardım dilercesine bakıyordu Melih’e. 

-Ne yapmam gerekiyor? Sizi nasıl kurtaracağım?

Hiçbiri cevap vermiyordu. Sadece ona bakıyorlardı. “Kurtar bizi!”

Gözlerindeki yaşları elinin tersiyle sildi. Telefonunu çıkarmak için ceplerini yoklarken eli çakmağına değdi. Çakmağı çıkarıp yaktı. Tablolardaki çocukların yüzlerindeki korku ve yardım çığlıkları yerini umut dolu bir ifadeye bıraktı. Ya da Melih’e öyle geldi. Resimler yüz ifadelerini değiştiremezdi ama öyleydi işte. Ablasının gözleri parlıyordu. Çakmağın alevi parlak siyah boya üzerinde parlayarak tüm çocukların gözlerini doldurdu. Melih bir elindeki çakmağa bir tablolara baktı. Ablasının tablosunun köşesini tutuşturmak için çakmağı yanaştırdı. Yıllanmış tuval hemen alev aldı. Önce küçük olan alevler hızla tabloyu sarmaya başladı. Alevlerin arasında ablasının gülümsemesini gördüğünü sandı. Sonra alevler tüm tabloyu kapladı ve yanan siyah boya tablodan akarak ahşap zemine düştü. Melih’in içini bir huzur kaplamıştı. Ablasının artık acı çekmediğini ve huzura kavuştuğunu bilmenin huzuruydu bu. Diğer tablolara bakarken dışarıdan acı bir çığlık yükseldi. Melih açık duran kapıya baktı ve çığlığı tekrar duydu. Koşarak kapıyı kapattı ve odaya döndü. Tablodaki alevler arkasındaki ahşap duvarıda sarmaya başlamıştı bile. Eski tahtalar tutuşmaya dünden hazır gibiydi. Hızla çakmağını çıkarıp duvardaki diğer tablolardan bazılarının daha köşelerini sırayla tutuşturmaya başladı. Kapı yumruklandı. Melih yanan tablolara son kez bakıp koridora çıktı ve çalışma odasına koştu. Tam odaya girdiğinde kapı parçalanarak açıldı. Vücudu siyah balçık gibi sıvıyla kaplanmış kadın çığlık atarak odaya koştu. Ona gençlik enerjisini veren ve tablolara hapsettiği çocuklar birer birer yanıyordu. Melih ise özgürlüklerine kavuşuyorlar diye düşünüyordu. Çalışma odasındaki tuvali de tutuşturmaya çalışırken kadın arkasını dönüp çalışma odasına geldi. 

-Seni küçük pislik! Ne yaptığını sanıyorsun? Beni böyle alt edebileceğini mi sandın, ha?

Melih üstünden balçık damlayan kadına baktı. Tablolar yandıkça yüzündeki kırışıklarda artıyordu. Kadının yüzünde öfkenin yanı sıra korku ve acı da vardı. 

-Bence işe yarıyor gibi cadı, diye cevap verdi.

Kadın ellerini öne uzatıp atıldı ancak sendeleyip düştü. Melih kadına baktığında ayağının yerinde olmadığını gördü. Tahtakurularının içten içe yediği bir tahta parçası gibi ufalanmıştı. Kadın acı ve öfke dolu gözlerle kafasını kaldırdı. Saçları hızla beyazlayıp seyreldi ve ufalandı. Kadın ellerine baktı. Onlarda hızla kırışıp kararmaya başladığında acı dolu bir çığlık attı. Melih olanları inanamayan gözlerle izlerken burnuna gelen yakıcı dumanla kendine geldi. Ceketini yüzüne kaldırıp yerde inleyen ve kıvrılan şeyin (ona artık yaşlı kadın veya cadı diyemezdi) etrafından dolanarak koridora çıktı. Alevler çoktan koridoru sarmıştı. Son kez odaya baktı. Elindeki çakmağı yakıp yerde kıvranan şeyin üzerine attı. Siyah balçık anında alev alarak parladı ve çalışma odasını kapladı. Melih kendini son anda dışarı atabildi. Az daha kırık korkuluktan aşağı düşecekti. Merdivenlerden koşarak indi ve sokağa koştu. Arabasının kapısını açıp son kez eve baktı. Yükselen siyah dumanlar arasında parlak beyaz bulut kümeleri gördü. Veya gördüğünü sandı. Tüm bu gece ona hayal gibi geliyordu. Diğer apartmanlardan birkaç ışık yanınca hemen arabasına binip uzaklaştı. Dikiz aynasından dumanların arasından yükselirken rüzgarda dağılıp kaybolan beyaz bulut kümelerine baktı. 

-Artık özgürsünüz, dedi ve bir daha arkasına bakmadan uzaklaştı.

    Ertesi gün haberlerde eski ahşap bir evin yandığı haberini gördüğünde televizyonun sesini açtı. Sunucu evin yıllardır kullanılmadığı için boş olduğunu ve can kaybı olmamasının sevindirici olduğunu söylüyordu. Evin önünden çekilmiş bir görüntü gösteriliyordu. Yetkililer evin bahçesindeki kuyunun tehlikeli olduğunu ve betonla kapatacaklarını söylüyordu. Melih televizyonu kapatıp komodinin üzerindeki aile fotoğrafına bakıp ablasına gülümsedi. 

]]>
Sun, 22 May 2022 01:24:50 +0300 AlacakaranlikOykuler
ÖLÜMCÜL SIR (BÖLÜM 4) https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-4 https://edebiyatblog.com/olumcul-sir-bolum-4 Fri, 20 May 2022 14:22:24 +0300 Melekk Ölümcül Sır(Bölüm 3) https://edebiyatblog.com/olumcul-sirbolum-3 https://edebiyatblog.com/olumcul-sirbolum-3 Thu, 12 May 2022 11:15:54 +0300 Melekk Ölümcül Sır(Bölüm 2) https://edebiyatblog.com/olumcul-sir https://edebiyatblog.com/olumcul-sir Tue, 10 May 2022 00:29:04 +0300 Melekk Ölümcül Sır (Bölüm 1) https://edebiyatblog.com/orman https://edebiyatblog.com/orman Fri, 06 May 2022 01:12:26 +0300 Melekk Son https://edebiyatblog.com/son-1982 https://edebiyatblog.com/son-1982 —Ben küçükken sürekli aynı kabusu görürdüm. Annemin dedemi ziyaret etmek için uçakla yola çıkacağı gün hasta olurdum. Ağrılarımın acısıyla kıvranırken annem dayanamaz ve o günkü uçuşunu iptal edip beni hastaneye götürürdü. Ertesi gün ise uçağı düşer ve ölürdü. Her gece bu kabusla kan ter içerisinde , ağlayarak uyanırdım. Bir tek şey değişirdi rüyalarımda. Ger seferinde hastalığımı daha da şiddetli geçirirdim. Sanki kader felaketi haber ediyormuş gibiydi. Anneme hiçbir zaman rüyalarımı anlatmadım. En sonunda o gün geldi. Şuan o günü düşünmeden edemiyorum. Birebir aynı şeyi yaşıyor olmama rağmen anneme "Bana bir şey olmaz. Sen git." diyememiştim. Hastalıktan kıvranıyordum ve iyileşmek istemiştim. Diyemedim. Hala bunun acısını yaşıyorum. 

—Bunu başka birine anlatmak seni rahatlatıyor mu?

—Hayır.

—Bak. O vakitlerde küçük bir çocuktun. Tahminim rüyalarını böylesine bir kaybın psikolojik etkileri sonucu hikayene sonradan eklediğin yönünde.

—Hayır. Uydurmuyorum o rüyaları gördüm.

—Sakin ol.... Bak suçluluk duygusu seni tüketiyor. Uçağın düşmesi ve ya hasta olman senin suçun değildi. Bunun yükünden kurtulamazsan korkarım ki ileride ciddi sorunlar doğurabilir. 

Sinirden elim ayağın titriyordu. Sakinliğimi korumaya çalışarak;

—Sanırım seansın sonuna geldik doktor .

Diyerek odasını terk ettim. İnsan kalabalığının arasına karışıp evime doğru yol aldım. Öfke ve pişmanlık ayaklarıma güç veriyor ve bedenim bu , kaos içerisinde harmanlanmış insan topluluğunu yarıyordu adeta. En sonunda apartmanıma  varmayı başarmıştım. Katıma çıkıp yaptığım hatanın ve bencilliğimin lekesini gizlemek istercesine hareketler ile dairene girdim. 10. Katta kalıyordum. Burası şerhin dumanının biriktiği ve insanı zehirlediği bir kattı. Bu evden nefret ediyordum. Varlığım , elimdeyken kaderi değiştirme şansımı teptiğim ve annemin ölümüne sebep olduğum gerçeğini yüzüme vuruyordu. Ne doktorlar ne de ilaçların bir faydası vardı. Aslında çözüm basit ve bir o kadar da zordu. Günahımın lekesi bedenime işlemiş ve ruhuma işkence ediyordu. Asıl varlığımı günah yüklü bu bedenden kurtarma düşüncesi ,  her annemin ölümünü aklıma getirdiğimde daha da cazip bir hal alıyordu. Bedenimin artık bunu kendine şartlandırmasından olsa gerek , salondaki camı açarken kontrol bende değilmiş gibi hissediyordum. Rüzgar zehir dumanı salona doldururken asla boş kalmayan o yoldan geçen arabaların gürültüsü insanı sağır ediyordu. Ama ben kendimi uzun zamandır hiç olmadığım kadar iyi hissediyordum. Cama tutunup ayaklarımı dışarı sarkıtırken içimden "Kaderin beni uyarmış olmasına rağmen bir şey yapmadım. Ben katilim." Diyordum. Bir süre öyle kaldıktan sonra rüzgarın hızını tenimde hissetmeye cesaret edebildim. Sağır eden gürültüye her saniye daha da yaklaşırken temizlendiğimi hissediyordum. Gözümü kapatıyor ve annemi tekrar görebilecek olmanın mutluluğunu yaşıyordum. 

]]>
Sun, 20 Mar 2022 21:37:53 +0300 Garip
İyi Geceler https://edebiyatblog.com/iyi-geceler-1459 https://edebiyatblog.com/iyi-geceler-1459 Anne: Bu şarkıyı hatırlıyor musun oğlum? Küçükken bu şarkı çok severdin.

Çocuk: Anne dışarı çıkabilir miyim? Diğerleri gibi oyun oynamak istiyorum.

Anne: Ah. Bunu daha önce de konuşmuştuk. Hadi şarkıyı söyle.

Çocuk: Anne ben dışarı çıkmak istiyorum.

Anne: Ama biz mutlu bir aileyiz. Sadece sen ve ben . Dışarısı tehlikeli. Hadi şarkıyı söyle. 

"Karanlık çöküyor.
  Yavrumu sarıyor.
  Annenin sevgisi.
  Seninle geliyor.
  Sevgiyle esinti.
  Yavrumu koruyor."

Anne: Dışarısı tehlikeli benim tatlı oğlum. Anneni kapatmak isteyen insanlar var.

Elini çocuğun başına uzattı ama çocuk ,  somurtkan bir ifade ile annesinin eli değdiği gibi itti. 

Çocuk: Canım yanıyor. Yarama dokunma.

Anne : Oğlum...

Çocuk birden ayaklandı ve koşmaya başladı. evin odalarında kendisine saklanabileceği bir yer arıyordu.

Anne: Oğlum hadi geri gel. 

Çocuk sonunda saklanabileceği bir dolap buldu. Kendisi dolaba girdikten kısa bir süre sonra annesi girdi. ~ Yavaş adımlarla odanın etrafında turlamaya başladı.

Anne : "Karanlık çöküyor./Yavrumu sarıyor." Hadi eşlik et oğlum.

Çocuğun kalp atışları hızlanıyor , nefes aralıkları daralıyor.

Anne: "Annenin sevgisi,/Seninle geliyor." Sana asla zarar vermem oğlum. Anneciği seni seviyor.

Çocuk ; gölgelerden annesini , içinde saklandığım dolabın yanında durduğunu anlayabiliyordu. 

Anne: "Sevgiyle esinti,/Yavrumu koruyor." Hadi ortaya çıktı.

Şarkının bitmesiyle çocuğun nefes aralıkları normale dönüyor. Donuk bir yüz ifadesi ile sakladığı dolaptan çıkıyor.

Anne : Bak gördün mü? Hiçbir sıkıntı yok. 

Çocuk ağlayarak annesine sarıldı. 

Çocuk: Çok korktum anne.

Anne: Korkmana gerek yok ben buradayım.

Birlikte tekrar salona geçtiler.  Salonda , görüntü vermemesine rağmen çalışan televizyonun karşısında çocuk oyun oynarken annesinin silueti ile irkildi. Annesi ise bir elinde sigara , diğer elinde ise bir sopayla kapının önünde bekliyordu. Yavaşça çocuğa doğru yürüdü. ~ Öylece ayaklarının dibinde , kırık oyuncaklar ile oynayan çocuğa baktı. Sopasını sert bir şekilde çocuğun sırtına indirmesi ile yüksek bir çığlık yankılandı evin içinde.

Anne: Beni şikayet edecektin değil mi? O yüzden kaçtın değil mi?

Çocuk acıdan dolayı ağlıyor , ağladığı için de konuşamıyordu.

Anne : Beni doktorlara söyleyecekti değil mi?

Anne bir kez daha çocuğa sopayla vurdu. Çocuk bağırışları bir kez daha yankılandı. Sonra bir kez daha vurdu "He. Söyleyecek miydin?" Sonrasında yerde öylece yatan  çocuğa baktı. Sopayı yere bıraktı , sigarasından bir nefes aldı ve odanın içerisinde yürümeye başladı.

Anne: Ben ... Ben çok üzgün oğlum. Merak etme annen seni seviyor. Ben sadece düşündüm. O beyaz oda aklıma geldikçe...

Sigarasından bir nefes daha aldı. Odanın bulunduğu köşesinde çocuğun yerde yattığı kısma geldi. Yavaşça çocuğun yanına çömeldi. Dizlerini kırdı ve hala yerde yatıyorken çocuğun saçını okşamaya başladı. 

Anne: Çok güzel saçların var.
~
Sigarasından son bir nefes aldı ve dumanını üfledi. Kalan kısmı çocuğun cansız bedeninde söndürdü.

Anne: Karanlık çöküyor.
          Yavrumu sarıyor.
          Annenin sevgisi,
        Seninle geliyor.
        Sevgiyle esinti,
         Yavrumu koruyor.
         
Anne sözleri söylerken çocuğun başını okşamaya devam etti. Çocuğun bedeninde daha önceden oluşmuş yaralardan rahatsız olduğu için üzerine bir örtü serdi. Gözleri çocuğu süzdü, sırtını sıvazladı.

Anne: Biz güzel bir aileyiz. Annen seni çok seviyor. Sende anneni çok seviyorsun. Biz... Biz çok eğleniyoruz değil mi? Mutluyuz.

Çocuğunun üstünü örtüğü örtüden başını görebileceği bir kısmı açtı . Eğildi ve çocuğun morluk olan yanağına bir öpücük kondurdu.

Anne: İyi geceler oğlum.

]]>
Fri, 14 Jan 2022 01:09:21 +0300 Garip
Saç Tokası https://edebiyatblog.com/sac-tokasi https://edebiyatblog.com/sac-tokasi BİR KADININ GÖZLERİ

 

Bir kadının gözlerinde ne görürsün?

Korku?

Hüzün?

Neşe?

Belki de intikam…

Nasıl baktığın veya ne gördüğün değil, oraya ne verdiğin yansır gözlerine.

Gözler miydi kalbin aynası, yoksa kalbinden geçenler mi yansır kadının gözlerine?

Her kadın aynı bakmaz. Son bakışın önemi vardır her vedada. Gidilen yollar aynı olsa da her veda başka parlar gözlerinde.

Her veda eden gitmiş sayılmaz, her giden iz bırakır ve ona özel bir yerde, solmuş anılar uykuya dalar.

Kendi sonunu görmeden sonsuzluk sözü verirsin, mutlu bir gülümseme yakalamak adına; egoistçe…

Kadın güçsüz değildir, kırılgandır; narin bir çiçek gibidir aslında. Gözleriyle anlatır olanları ve ancak iyi kalpli bir insan yakalar kadının gözlerindeki anlamı. Kötüler ise öldürür sevginin rengârenk yapraklarını.

Ölüm; ruhun bedeni terk edip, boş bir kabuk bırakması değildir sadece. Kalp ölür, duygular ölür, hayat ölür.

İyi insan yaşatandır. Aklı başında bir erkek görür kadının anlattıklarını. Diğer türlüsü ise son bulur, bir haber başlığının gölgesinde…

Her zeki insan “iyi” değildir. En sosyopatlar, en zekilerden çıkar. Tek bir gülüşüyle yakalar avını, umarsızca hapseder ellerine ve fark edilmeden çeker dipsiz uçurumuna.

Biz burada kötü bir aptalı değil, zeki bir kötüyü okuyacağız…

***

Son bir bakış attı M, kararmaya yüz tutmuş gökyüzüne. Boynunda büyüyen sızı ve akan hayat suyunun yavaş yavaş solan sıcaklığı arasında tükenen zamanını düşünerek… İşlerin buraya gelmesi; duygularına yenik düşmesi mi, yoksa karşısındaki insanı küçümsemesi miydi? Bilemiyordu.

Kelimeler istediği gibi çıkmıyordu hırıltılı boğazından. Ona doğru eğilen bedeni yakalamak istercesine uzattı ellerini.

Solan sevginin attığı bakış işledi ölen kalbine. Mavinin griyle kucaklaşmasını çevreleyen siyahın huzurunu; kurtuluşun nefreti ve intikamın ışıltısını fısıldayan irisleri çevreleyen, balın kahveyle münasebetini resmeden ve dikenli telleri anımsatan kirpikler, muhatabına aşkı ilan edercesine bir tavır takınmıştı.

Aşkının küçümseyen bakışları arasında gördü diğerlerini. Onlar, geçmişin karanlıklarından çıkıp el vermişti B’nin kurtuluşuna…

***

Aynı yere defalarca gelmişti M. Her defasında farklı bir lezzet tatmıştı, içindeki tükenmek bilmeyen aç kötülük. O kötülük ki M’nin karşı konulmaz cazibesinin en temelindeydi. Gülümsemesine güç, bakışlarına derinlik, sesine güven veriyordu. Kültürlü bir adam, kadınları nasıl cezbedeceğini bilen ve girdiği her yerde dikkatleri üzerine toplayan bir karakteri vardı M’nin.

Her defasında, çevresindeki en az ilgi çeken kadını seçerdi. Çünkü onlar en kolay avlarıydı onun. Kötülük, kadının içindeki sessizliği ve çaresizliği koklar, M’yi o kadına yönlendirirdi. Diğerlerinin ilgisini dağıtmadan ve şüpheye düşürmeden avucuna alırdı, yavaşça ve sessizce atan kimsesiz kalbi.

Bir kere tuzağına düşen kadın, daha önce kimseden görmediği tatlı sözleri ve yumuşacık dokunuşları hissederek, mutluluk penceresinden doğan güneşi kucaklardı umarsızca. Zamanının tükenmekte olduğundan habersizce, geceler gündüzle yarışırdı kısacık ömrünün bitmekte olan nefesiyle.

En özel anını paylaşırken, uyuşan dudakları ve kesilen nefesinin içinden çıkmak isteyen çığlığının duyulmadığı manzaraya kapanırdı gözleri…

***

B ile ilk karşılaşmaları, sanatsal bir toplantıda olmuştu. Kadın kendini tanıtırken, enerjisiyle insanları yakalamıştı. M gözlerini ayırmadan kadına odaklanmıştı. Çevresinde oturan diğer insanlar silinmiş, nefesleri kaybolmuş ve salonda sanki sadece ikisi kalmıştı. Bu bir av çekimi değildi. Henüz anlam veremediği bu tutulmaya kapılmıştı M. 

Saatler hızla akıp gitti salonda. İnsanlarla sohbetler, eğlenceli etkileşimleri kovaladı. Günün bitimini haber veren eğitmenle birlikte toparlandı salondaki insanlar. Bir sonraki toplanma günü konuşulurken, M’nin gözleri yine B’ye odaklanmıştı. Saf bakışlarının karanlığında gizlendiğini zannederken, yakalandı B’nin gülümsemesine.

Bir süre dinlenmeye çekilen kötülüğün sessizliğinde, M kendini hayatın akışına bırakmaya karar vermişti. Yaşanan onca zorlukların sonrasında biraz tatil yapmak onun da hakkıydı.

Zaman ilerledikçe aralarındaki çekim kuvvetlenmiş, buluşmalar ve sohbetler daha keyifli olmaya başlamıştı. Doymak bilmeyen kötülüğün açlığı, bitmesini istemediği mutluluğun doygunluğuna yenik düşmüştü. Artık acıkmıyordu içindeki boşluk.

Günler mutluluk fotoğraflarının renkli karelerinde akarken, kâbuslar bölmeye başladı M’nin derin uykularını. Eski yüzlerde gördüğü son bakışlar, nefes nefese uyanışlara itiyordu yorgun bedenini. Kötülük, derinlere gömülmesinin acısını çıkartmak istercesine zorluyordu zihninin kapılarını. B ile olan mutlu anları, karamsarlık ve bitiş çanlarının uzaklardan gelen çığlıklarına kulak kabartmaya başlamıştı…

…ve kötülük kilitleri kırdı.

***

“Son bir buluşma.” dedi M, kötülüğün açlığının pençesindeki B’ye.

Hazırlıklar her zamanki gibi olmalıydı. Ritüeli bozmak, geçmiş tüm gidenlere haksızlık olurdu.

M, evinden çıkarken alacaklar listesini de cebine koymayı ihmal etmedi. Üç çeşit peynir, bir paket sosis, kaliteli bir şişe şarap…

Market yolunda ilerlerken, solunda yükselen binaları süzüyordu gözleri. İçeride yaşanan diğer hayatları hayal etmek hoşuna gidiyordu. Apartmanın önünde oturan insanlarla selamlaştı. Her zaman çevresine saygılıydı. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, yaya geçidinden geçerek market kapısına vardı M.

Kapının sol yanında duran market sepetlerinden birini eline alarak içeriye girdi. Kapının birkaç metre ilerisinde duran sebze reyonu görevlisine selam verdi. Görevli, tanıdığı bu nazik insanın selamını aynı samimiyetle aldı ve yapmakta olduğu işine geri döndü.

M, reyonlar arasında gezerken, alakasız da olsa ürünleri inceliyordu. Çünkü bu ritüel, aceleye gelmeyecek kadar özeldi.

Market müdürü, elinde bir listeyle yanından geçerken M’ye gülümsedi. Genelde sohbet etmelerine rağmen, müdür acelesi olduğunu anlatmak istercesine ellerini ‘teslim’ pozisyonunda kaldırarak geçmişti yanından.

M, önce peynir reyonuna ilerledi. Reyon görevlisi ellişer gram eski kaşar, çedar peyniri ve grevyer peynirini paketlerken, M de hemen karşısında duran içki reyonundan aldığı Merlot şarabını özenle sepetine yerleştirdi. Peynirleri sepete koyarken teşekkür edip, görevlinin gözündeki “nazik müşteri” imajıyla yoluna gitti. Ritüelin son parçası olan, şişte kızartmalık parmak sosisleri de alarak kasaya yöneldi.

Ödeme sırası geldiğinde, parmağında yüzük olmasına rağmen M’yi her gördüğünde yüzü kızaran kasiyer kız, evde kendini bekleyen mutsuzluğunun aksine, karşısındaki adamla birlikte olsa nasıl bir hayatı olacağını anlık da olsa düşünmeden edemiyordu. M’nin gülümsemesinin ardında olan ve kötülüğünün ona verdiği cazibenin gücünden habersizdi.

Evine dönüş yolundayken, içeriden bastıran kötülüğün gücünü damarlarında hissetmeye başlamıştı. Hızlı adımlarla apartman kapısına geldi ve asansöre binerek evine ulaştı. Çabucak mutfağa yöneldi. Aldığı ürünleri özenle poşetten çıkartarak, peynirleri üç ayrı saklama kabına koydu. Paketinden çıkarttığı sosisleri de özenle şişlere geçirerek, uzun ince bir kaba koyarak, arka odadan aldığı piknik sepetine yerleştirdi. Pötikare örtüye sardığı şarabı da sepete koyduktan sonra, ritüelin en önemli ayrıntısını halletmek için banyoda gizli tuttuğu iksir şişesini ve bir parça pamuğu mutfağa getirdi.

Sadece bu günler için kenarda tuttuğu kristal kadehleri tezgâha koydu ve kendi kadehini yeşil bir peçeteye sardı. Pamuğa birkaç damla iksir damlatarak, diğer kadehin ağız kısmına sürmeye başladı. Pamuğun turu son bulacakken, balkona giren bir güvercin, M’nin dikkatini dağıttı. Kadehi elinden bırakıp balkona baktığında ise kuş çoktan kendini toparlayıp yoluna gitmişti bile.

İkinci kadehi kırmızı peçeteye sardıktan sonra sepete koyarak mutfaktan çıktı.

Üzerini değiştirip, son buluşmanın yapılacağı sürpriz yerine gitmek için yola koyulma vakti gelmişti. Evin kapısından çıkmadan hemen önce aradığı taksi, M’yi apartmanın önünde bekliyordu. Sol kapıyı açarak sepeti koltuğa bıraktıktan sonra, kendisi de sağ arka koltuğa oturdu ve taksi yola çıktı…

***

Son dönemlerdeki dengesiz gelgitleri yüzünden, hayatlarının bu güzel zamanlarını zulme çevirmeye başlayan M’ye kızgın olsa da son bir şans vermek istemişti genç kadın, sevdiği adama. Belki de yaşadığı stresli zamanlar, ilişkilerinde aşmaları gereken bir engel, dönmeleri gereken sonu görülmez bir sapak olmuştu.

“Hazırlan, seni almaya geliyorum.” Mesajını okuduktan sonra, oturduğu yatağından kalkarak üzerini giyinmeye başladı. On beş dakika sonunda telefonu çaldı…

Kapının önüne çıktığında, taksiyle onu almaya gelen M karşıladı kadını. Yüzünde yine o tatlı gülümsemesiyle sarıldı küçük bedenine. Kollarının arasındaki sıcaklığın ardında atan kalbi dinledi birkaç saniye. M yukarıdan bakarken, gözleri ışıldadı eski günlerdeki gibi. Nazik bir beyefendi olarak taksinin kapısını açarak arka koltuğa oturttu M, sevdiği kadını. Arabanın diğer tarafına dolanarak, yanına oturdu ve elini nazikçe kavradı B’nin. Kadının küçük elleri avucunda kaybolurken, aralarındaki çekim de yine kendini hissettirmeye başlamıştı. Kötülük, derinlerden açlık çığlıkları atarken, taksiciye işaret verdi M ve yol akmaya başladı o son düzlüğe doğru.

***

Yaklaşık yirmi dakikalık yol boyunca hiçbir konuşma geçmedi aralarında. Arada sırada kadın kaçamak bakışlarla süzüyordu, elini tuttuğu gizemli adamı. M gözlerini camdan dışarıya odaklamış, hafif bir tebessümle gökyüzüne bakıyordu.

Taksi şehir merkezinden uzaklaşmış ve tarlaların arasından geçerek patika yollara sapmıştı. Kadın, nereye gittiklerine anlam vermeye çalışırken, M kadına dönerek;

“Gözlerini kapat güzelim, geldik.” dedi.

Taksi yavaşladı, kapının açılma sesi geldi ve kadının ellerinden tutan M, onu nazikçe araçtan indirdi. Seslere odaklanan B, taksinin gittiğini duydu. Artık bu ıssız karanlıkta sadece ikisi kalmıştı.

“Şimdi seni yönlendireceğim, bana güven.” Komutuyla birlikte, kadının omuzlarına yaslanan eller onu yavaşça yürümesi için ittiriyor, bazen hafif sendelemeler eşliğinde sağ ve sola dönüşler ile toprak zeminde dengesini kurmasına yardımcı oluyordu.

“Şimdi, yavaşça gözlerini aç…”

B gözlerini ürkekçe ve yavaşça açtı. Gördüğü manzara karşısında, içinde büyüyen korkusu yok oldu. Yerini mutluluk ve huzurun, aşk ile tutuşan sessizliği aldı.

Olabildiğince uzanan yeşil bir çayırın ortasında, güneşin batışına yakın kızılın ve serinliğin kalbinde, yerde kurulmuş tatlı bir piknik örtüsünün üzerinde duran atıştırmalıklar ve yanan mangaldan tüten kömür kokusu eşliğinde döndü sevdiği adama doğru. Gözlerindeki aşk, adamın gözleriyle buluştu ve dudakları hasretle kavuştu…

Aradan geçen birkaç dakikanın ardından ayrıldı kavuşan kalpler. Sevgi dolu bakışların eşliğinde el ele yürüdüler tatlı sürpriz sofrasına.

Örtünün bir ucuna B, diğer ucuna M oturdu ve sosisler pişmeye başladı kömürün sıcaklığında.

“Bunca hazırlığı ne ara yaptın?” sorusuyla M’yi uyandırdı kadın, korların kızıllığının derinlerinden.

“Seni aramadan birkaç saat önce alışverişimi hallederek buraya geldim tatlım. Bu manzarayı her zaman sevmişimdir ve bu özel günümüzü burada noktalamak istiyorum.”

Kadın etrafındaki güzellikleri seyrederken, M sepetten çıkarttığı kadehleri ve şarabı örtünün üzerine özenle yerleştirdi. Tirbuşon ile şarabın mantarını açarken, kadın da hayranlıkla erkeğinin hizmet etmesini izliyordu.

M kadehleri özenle doldurup, şişeyi kapattıktan sonra B’nin gözlerindeki mutluluğa doğru kadeh kaldırdı.

“Bize ve doyuma ulaşmamıza içiyorum.”

Kadın, tüm güzelliğiyle karşılık verdi.

“Aşkımıza…”

İlk yudumların ekşimsi tadı damaklarına ulaşırken, B ağzına değen acılığı fark etti. İçinden bir ses yanlış giden bir şeyler olduğunu haykırırken, omzunun üzerinden bir ürperti sardı bedenini.

Ani bir hareketle arkasına baktığında, gördüğü sadece yeşillik olan bu yokluğun ortasında farklı bir titreşim daha vardı. Kadehin farklı yerinden bir yudum daha içtiğinde sadece şarabın tadını yakaladı küçük dudakları. Kaşları çatılırken, gözlerini kaldırdığında karşısında sinsice bakan ve hiç tanımadığı bir çift gözle çarpıştı zihni. Dudaklarına yayılan uyuşma hissiyle birlikte, içinde büyüyen korkuyu kucakladı deli gibi atan kalbi…

Kömürlerin üzerinde alev alan yanmış sosislerin kokusunun arasında M’nin kafasının içinden bir haykırış yükseldi…

“Şimdi!” diye emir verdi kötülük.

M, oturduğu yerden hızla kalkarak kadının üzerine atladı. Daha ne olduğunu anlayamadan, adamın bedeninin altında ezilirken buldu kendini B. Konuşmaya çalıştıkça dudaklarındaki uyuşma artıyor ve kelimeler ağzında büyüyordu.

Örtünün üzerindeki yiyecekler etrafa dağılmış, kadehlerden dökülen şarap örtünün üzerinde kanlı lekeler gibi şekiller oluşturmuştu.

M ellerini B’nin boğazına bastırıyor ve bütün ağırlığıyla nefesini tüketmek ve kendi mutluluğuna ulaşmak için üzerine çöküyordu.

M ağzının kenarından süzülen salyaların arasından tıslarken, doruğa çıkan bir aşk gecesinin son anlarını yaşayan bir hayvan gibiydi.

Nefesi tükenirken sonunun geldiğini düşünen B, azalan uyuşmanın verdiği bir parça güç ile çırpınmaya başlasa da üzerine çullanmış adamdan bir türlü sıyrılamıyordu. Minik elleriyle yüzüne vuruyor, tırmalıyor, bacak arasına diz atmaya çalışıyordu. Aldığı her darbede daha da hırslanan bu vahşi yaratık, gözlerinden keyif yaşları süzülürken boğazını daha fazla sıkıyordu.

Artık gözleri kararmaya başlayan B son bir umutla etrafına bakındı. Taş, kum veya eliyle tutabileceği bir nesne ararken, karanlıkların içinden bir siluet belirdi. Solgun ve üzgün bir kadının yüzü, netleşmeye başladı.

“Artık sonum geldi ve ölüm meleği beni götürmeye geldi.” düşüncesiyle, umudunun son saniyelerini harcarken, kadın B’nin elinden tutup, çimenlerin arasındaki sert bir cisme ulaşmasına yardımcı oldu.

Tuttuğu cisme bakınca, bunun Japon tarzı metal bir saç tokası olduğunu gören B son gücüyle ince demir çubuğu, adamın boğazına sapladı.

Boynundaki baskı azaldı ve M elleriyle boynunu tutarak geriye doğru düştü. Kadın yattığı yerden nefes nefese kalkarak, yerde kanlar içinde yatan caniye doğru yürüdü. Tokayı boynundan çıkartmak üzere hamle yapan adamın boğazına bastırarak, demir parçasını daha da içeriye ittirdi ve kıpkırmızı olmuş gözleriyle yerde çırpınan et parçasına nefretini kustu.

Kötülüğünün açlığını doyurmak için geldiği mabedinde, kendi sonunu bulan M kalkmaya çalıştıkça batıyor, bağırmaya çalıştıkça sesi kısılıyordu. Gücü tükeniyordu artık. Gökyüzü kararırken, karanlıktan çıkan anıları belirmeye başladı…

Kızgın, kırgın ve ölmüş anılar.

Ölen sevgiler ve yitip giden duyguların arkasına saklanmış faili meçhuller.

Adaletin hüküm bulamadığı, doğanın ve evrenin adaletinin son anlarında, gidenleri seyretti acılarının pençesinden giren kuşun kanatlarında. Yitip giden nefesi ve toprakla buluşunca donan kandamlalarının ardında, arada kalanların seslerini duydu. Hepsi de öldürdüğü hislerinin nefretini haykırıyordu çınlayan kulaklarına.

Ruhu öldü, duyduğu acılarla. Kalbi öldü, zulmüne uğrayan sevgilerle. Beyni öldü, anlamsızlaştırdığı anıların hiçliğinde…

…ve sonunda kendisi öldü, öldürdüğü bütün iyiliklerin işkencesinin pençesinde.

 

***Yitip giden tüm sevgilere ithafen…***

]]>
Mon, 22 Nov 2021 00:35:09 +0300 Levozbozkurt
Korkunun Tutsakları https://edebiyatblog.com/Korkunun-Tutsakları https://edebiyatblog.com/Korkunun-Tutsakları Bu esaret ne zaman bitecek?

Ne zaman son bulacak insanların korkuları ve biz kucaklaşacağız?

Karanlıktaki bekleyişimin bir sonu olacak mı? Gördüklerimin içinde hapsolanları, göremeyenlerin kalplerindeki derinliklerden çıkartıp kendi kapımın anahtarına kavuşma isteğiyle çığlıklar atarken; kendini kaybedercesine kaçanlara kahkahalarla gülüyorum.

Buradaki hikâyemin ne zaman başladığını unuttum. Çünkü unutmazsak; asla o son dönemeci aşıp, çıkışa varamayız. Bize sunulan lanetli görevi ancak boş vermişlikle bitirebiliriz...

                                   ***

Korku evinin namını duyduğumda, hakkında bilgi toplamaya başlamıştım. Yazılanlara göre; gelen insanlardan bazıları psikolojik tedavi görmüş, panik atak krizleri geçirmiş, halen tedavisinin devam ettiği şizofreni atağı yaşayan müşterileri varmış. Evin kurucusu, tedavi masraflarını üstlenmeyi kabul etmiş ve yasal işlemler sonlandırılmış.

Genelde yaptığımız ekip planlarımızda hep bir pürüz çıkmış, iptal olmuştu.

Bu sefer erken davranarak günler öncesinden evin sahibiyle görüşmeye gittim. Korku evini aradım ve beş kişilik rezervasyon yaptırmak istediğimi söyledim. Telefondaki adamla buluşma için uygun saat ve mekâna karar verip konuşmayı sonlandırdık.

Buluşma saatinden yirmi dakika önce mekâna gittim. Kendi kendime, "acaba nasıl bir tip gelecek," diye düşünürken, mekânın önünde duran 1959 model, siyah Cadillac arabayı görünce, beklediğim adamın geldiğini anlamıştım. Araba; klasik Amerikan cenaze arabasıydı, mat siyah ve krom kaplamaların uyumu beni kendine çekmişti. Kocaman görüntüsüne kilitlenmiş bir şekilde bakarken, sürücü tarafındaki kapı açıldı ve şoför dışarıya çıktı. 1,80 boyunda, siyah takım elbise giymiş, beyaz tenli adamı görünce; bu gezinin çok eğlendirici ve gerçekten korkutucu olacağına kanaat getirmiştim.

Adam, insanların tuhaf bakışlarına aldırış etmeden kapıda durup etrafa bakarken, ayağa kalkıp ona doğru yürümeye başladım.

"Merhaba, ben Levent." Tokalaşmak için elimi uzattığımda, güneş gözlüklerini çıkartarak elimi sıkıca ve buz gibi bir hisle kavradı.

"Merhaba dostum, ben de Mayki." Gülümsemesi yayıldı.

"Gerçek adımı, evdeki turunuzun sonunda söylerim."

"Pekâlâ. O zaman oturalım ve bir şeyler içerken diğer ayrıntılara geçelim." Elimle oturduğum masayı işaret ettim. Masaların arasında yürürken, yanından geçtiğimiz insanlar sanki hayalet görmüş gibi bize bakıyordu. Masamıza oturduğumuzda, garson siparişlerimizi almak üzere yanımıza geldi.

"Hoş geldiniz, ne arzu edersiniz?" Zavallı kızcağızın konuşurken sesi titremişti.

Mayki'ye bakarak,

"Ne istersin dostum?" diye sordum.

"Sade nescafe." Sesindeki ağır tını kanımın çekilmesine sebep olmuştu.

"İki sade nescafe lütfen." diye cevaplayarak, garson kızı çektiği işkencenin içinden çekip çıkartmıştım. Kız yanımızdan ayrılırken, ben de yeni arkadaşıma sohbete başladım.

"Öncelikle tanıştığımıza çok memnun oldum. Korku evinizin namını duydum ve hakkında araştırma yaptım. Mazisinin bu kadar karanlık ve korkutucu olması benim için karşı konulamaz bir çekicilik sağladı. İçeride bizi bekleyenleri merak ediyorum." Konuşurken sanki gözlerime değil de ruhuma bakıyordu. Bu adamın derinlerinde, görünenin aksine başka şeyler olduğuna emindim. Konuşmam bittiği sırada, kahvelerimiz gelmişti. Garson, elleri titreyerek siparişlerimizi masaya bırakırken, Mayki kızın elini tuttu;

"Bu kadar korkacak bir şey yok küçük hanım. Şu anda ilgimi çekmiyorsun." Minyon ve kırılgan görünen kız, gözlerimin önünde eriyip gitti. Kız, yanımızdan ayrıldıktan sonra Mayki bana dönerek;

"Size içerideki sırlarımızdan bahsedemem. Bizim metotlarımız, dünyanın hiçbir yerinde olmayan ve kişilere özel olarak değişen, karmaşık bir sistem üzerine kurulmuştur."

Adam konuşurken, ben de merak denizinde, hayal edemediğim bilinmezlerle yüzmeye başlamıştım. Zihnimde gezinen gölgelere anlam kazandırmaya çalışırken;

"Tur gününde, sizi belirlediğimiz bir noktadan alıyoruz. Sizi evimizde ağırlayacak ve sözleşme imzalayacağız. Birkaç sağlık kontrolünden de geçmeniz gerekiyor."

"Ne gibi kontrollerden bahsediyorsun?"

"Korku evinde yaşanmış olaylardan sonra oluşabilecek sıkıntılardan en az kayıpla kurtulmak adına birkaç psikolojik ve fiziksel yeterlilik testine gireceksiniz."

"Anlıyorum ve bunda da çok haklısınız."

Konuşmamızın sonlarına gelirken Mayki günü belirlememiz için randevu defterini çıkardı ve tur günü olan; 01.03.2020 tarihini not aldı. Defteri cebine koyarken ruhuma dokunan son bir bakış yakaladım gözlerinde. Bu bakışın altındaki derin karanlığı ancak korku evine girdiğimde öğrenecektim.

Sohbetimizi ve tanışmamızı geride bırakarak mekândan ayrıldık. Ben de diğerlerinin yanına gitmek için yola koyuldum.

                                  ***

Uzun yıllardır çalışmalarını sürdürdüğümüz müzik grubumuzun albüm yıl dönümüydü. Mayki ile buluştuğumuz günün akşamında, Saygın ve Emine'nin evinde akşam yemeği planı yapmıştık. Tur hakkındaki gelişmeleri de yemek sırasında anlatacaktım. Saygın'ların evine yakın olduğumdan, erken gitmeye ve hazırlıklara yardım etmeye kara verdim.

Telefonla Saygın'ı aradım;

"Kardeşim, nerelerdesiniz? İşlerim bitti ve yardıma geleceğim."

"Markete gitmek için çıkmak üzereyiz. Sen neler yaptın?"

Gün içinde yaptıklarımı ve planı anlatmak için can atıyor olsam da şimdilik susmalıydım.

"Dışarıda birkaç işim vardı. Şimdi size doğru geliyorum."

"Tamam dostum. Bekliyoruz."

Adımlarımı hızlandırarak, evin olduğu sokağa yaklaştım. Saygın ve Emine, kapının önüne çıkmıştı. Kısa bir selamlaşmanın ardından markete gitmek üzere yola koyulduk.

Alınacaklar listesi bayağı uzundu. Ana yemek için et seçenekleri, mezeler, salata malzemeleri... Market turu sürerken, Hasan aradı.

"Alo, kardeşim. Neler yaptınız?"

"Saygın ve Emine ile birlikte marketteyiz. Yarım saate evde oluruz. İşiniz yoksa gelin, dört koldan hazırlıkları halledelim."

"Tamamdır. Yağmur da yola çıkmış. Evde buluşuruz." Telefonu kapatıp marketten çıkarak evin yolunu tuttuk.

Eve vardığımızda, ben masayı kurarken Saygın da mangalı yakmaya başlamıştı. Emine, mutfakta salata ve mangal için sosları hazırlarken kapı çaldı. Hasan ve Yağmur'un da bize katılmasıyla, ekip geceye hazırdı.

İki saatin sonunda, masamız tüm ihtişamıyla bizi çağırıyordu. İlk kadehlerle birlikte, eğlence başlamıştı. Saatler ilerledikçe, sohbet koyulaşmaya ve planımı anlatmam için bana zemin hazırlamaya başlamıştı.

"Arkadaşlar, pazar günü için plan yapmayın. Size kemiklerinizi bedeninizden ayıracak bir sürprizim var." Bu tarz cümlelerime alışık olsalar da arkasından gelebilecek konunun, illaki sıra dışı olacağını bildikleri için pür dikkat beni dinliyorlardı.

"Geçen hafta, şehir dışında açılmış bir korku evinin reklamını gördüm. Bu konuda çok iyi olduklarını ve yöntemlerinin kusursuz olduğunu okudum. Bugün gelmeden önce de randevu aldım..." Birkaç günün özetini anlattım, fikirlerini ve kararlarını almak üzere geri çekildim.

Emine ve Saygın, korku temaları hakkında bize nazaran daha zayıf olsalar da Hasan ve Yağmur'un da desteğiyle pazar gününe onay verdiler.

"Tek bir şartla geliriz." dedi Emine.

"Zorlandığımızı hissettiğimizde, çıkarız."

Fazla üstlerine varmadan;

"Belirli durumlarda, kişiler turu bırakabiliyorlar." dedim.

Yemeğin, rakının ve sohbetin sonlarına yaklaşırken; ev hakkındaki bilgileri paylaşarak geceyi noktalamıştık. Saygın ve Emine çiftine veda ederek, pazar günü öğlen saatinde buluşmak üzere evden ayrıldık.

                                  ***

Pazar sabahı saat 08.15 sularında uyandığımda, gece gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmak için kendime sert bir kahve hazırlayıp, sabah serinliğine aldırmadan balkona oturdum ve kâbuslarımdan arta kalanları düşünmeye başladım...

Rüyamda; karanlık koridorlarda, arkamda beni takip eden karanlık ellerden kaçıyordum. Bana her dokunduğunda, kulaklarıma dolan çığlıkları ve yardım isteyen ruhları duyuyordum. Karşıma çıkan kapıları açtıkça, başka koridorlara ve başka odalara düşüyordum. Odalarda; tanımadığım yüzlerin, kanlı vücutlarından taşan parçalanmış organlarıyla eğlenen maskeli insanlar ve bu insanlara anlamadığım karanlık bir dilde emirler yağdıran Mayki vardı...

Gece dört defa uyanmıştım. Tekrar uykuya dalışımda, kâbuslar kaldığı yerden devam ediyordu. Sanki rüyada bayılıp, kendi dünyama geçmiş ve tekrar uyuduğumda rüyamda ayılarak, devam eden bir korku döngüsünde yuvarlanır gibiydim.

Kahvaltı öncesi iki bardak kahve ve iki saatlik düşünme faslının bitiminde, evden erken çıkmaya karar verdim. Erkenden insanları organize ederek Saygın'ların evine vardım. Kapıdan girdiğimde; taze çayın kokusu ve insanların uykulu bakışları ile karşılandım. Kısa bir süre sonra, Hasan ve Yağmur da bize katıldı.

Buluşmaya yarım saat kala Mayki aradı...

"Günaydın, bugünün şanslı ruhları." Sesindeki açlığın tonu, kulaklarıma dolan kahkahasıyla birleşince, kâbuslarımdan çıkan bir hortlakla konuşuyor hissine kapılmıştım.

"Günaydın, korkunun azmettirici gücü." Bu şekilde hitap etmem hoşuna gitmiş olacak ki aynı kahkahayı, içtenlikle yollamıştı kalbime.

"Buluşma vaktimiz yaklaşıyor, umarım hayatınızın en korkunç gününe hazırsınızdır."

"Tabii ki hazırız. Sen de geç kalmamaya çalış. Bekleyen ruhları küstürme."

"Tamamdır. Yaklaşırken sizi ararım."

Telefonu kapattığımda, yüzüme oturan sadistçe gülümseme, diğerlerinin soru soran bakışlarıyla birlikte normale döndü.

"Haydi bakalım, zamanımız azalıyor. Etrafı toparlayıp, hazırlanmaya başlayalım." diyerek, insanları harekete geçirdim.

Yirmi dakikalık hazırlık sürecinin ardından gelen telefonla birlikte, buluşma noktamıza doğru evden ayrıldık...

                                    ***

Mayki bizi almak için geldiğinde, diğerlerinde de benim ilk tepkimin benzerini gördüm. Karşımızda duran ihtişamlı araba ve şoför koltuğundaki garip adam...

Yolda giderken tanışma ve sohbet için bolca vaktimiz olacaktı. Arabaya doluştuk ve bizi bekleyen korku dolu saatler için yolculuğumuz başladı. Şehir dışına çıktığımızda, bilmediğimiz patikaların arasında gizlenen ağaçlık yollara saptık. Yol kenarındaki ağaçlar; insanı hipnotize edercesine sallanıyor, dallarına değen rüzgârlarla kucaklaşarak dans ediyordu. Dalların arasından geçen rüzgârın, kulaklarıma taşıdığı fısıltılarla kendimden geçmiş halde dışarı bakarken; Mayki'nin sesiyle, zihnim yeniden dünyaya adım attı.

"Yaklaşıyoruz, hazır olun." Bizi göreceklerimize hazırlarcasına çıkan sesine doğru koşarken, yolun sonundaki arazinin ortasında, tüm ihtişamıyla bize vahşice gülümseyen evi gördüm. Arazinin girişinde durduğumuzda kapının güzelliği karşısında dona kalmıştık. Yüksek sütunların üzerine oturmuş Gargoyle figürleri, gelişimize mutlu olmuşçasına bize gülümsüyordu. Mayki, cebinden çıkarttığı kumandayla, üzerinde altın renkli büyük bir 'M' harfi olan demir kapıyı açtığında, figürler de hareketlendi. Sahiplerini selamlarcasına oturdukları yerden kalkıp kanatlarını açtılar ve kapının kapanmasıyla tekrar eski hallerini aldılar.

Heykellerin bu şekilde hareket etmesinin şaşkınlığıyla kapıya bakarken, Mayki'nin donuk kıkırtısını işittim.

"Gördükleriniz sadece başlangıç."

Parke taşlarıyla döşeli yolda, tekerleklerin çıkarttığı hırıltılı sarsıntının sessizliğinde eve vardık. Arabadan inip gözlerimi eve çevirdiğim zaman, karşımızda duran malikânenin güzelliği kendini tüm ayrıntılarıyla ruhlarımıza sunuyordu...

Zifirisine gri bir kaymak çekilmiş; bir ihtiyar köpeğin kırışık alnındaki çizgileri temsil eden duvarlarıyla, bal peteğini andıran nakışlarıyla süslenmiş bir noktayla gözlere çarpan devasa bir yaratık izlenimi veren yapının dil ısırtan görüntüsü; siyah şeffaf bir örtüye benzer sisli bir gecede bile öteden kendisini belli edecek bir ihtişamla bize bakıyordu.

Giriş kapısına uzanan üç dönemeçli geniş merdivenlerin başında duran şövalye zırhları, ellerindeki kılıçların parlaklığıyla gözlerimizi kamaştırdı. Merdivenleri çıkarken, üç katlı binanın mimarisine şaşkınlıkla bakıyorduk. Kapının girişindeki kemerlerin ihtişamı, evin kendisi kadar ürkütücüydü. Eski tarz oymalı kapının üzerindeki kocaman kuru kafa figürü; Mayki'nin, çenesinden tutup tokmak olarak kullanmasıyla canlandı ve kocaman kapı, kahkaha atan bir gıcırtıyla ardına kadar açıldı.

"Çekinmeyin, kendinizi evinizde hissedin."

"Sizi bilmem ama ben burada sonsuza kadar yaşayabilirim." dediğimde, Mayki'nin sırıtışı yayıldı.

Saygın ve Emine kol kola girmiş, ağızları bir karış açılmış halde etrafı izlerken; Hasan ve Yağmur da duvarda asılı tabloları, sanki bir resim sergisini gezen iki entelektüel gibi inceleyerek, kendi turlarını başlatmışlardı.

Işıkla birlikte gözlerimize oyunlar oynayan, altın ve yeşil karışımı yer karoları yolumuzu aydınlatıyordu. Neredeyse on metre yüksekliğindeki, tavana kadar uzanan sütunların içinde bir şeylerin yaşadığını hissetmiştim. Duvarda asılı olan orta çağ tabloları, kendi hikâyeleriyle bizi selamlıyor ve onlara baktıkça kalplerimizi ele geçiriyordu.

"Burası çok güzel." derken, Emine'nin sesindeki hayranlık fısıltısı, yüksek tavanların en karanlık köşelerine kadar ulaşmıştı. Ev de kendince teşekkür etmek istercesine; içeride gezen serin havayı yüzlerimize vurarak, derin bir nefes almamızı ve geziye devam etmemizi söyler gibiydi...

"Öncelikle sözleşme ve diğer işlemler için sizi bu odaya alalım." Mayki, giriş kapısının hemen solunda duran odayı işaret etti. O ana kadar orada olduğunu fark etmediğimiz uşak, kapıyı açmış ve misafirperver bir edayla bize bakıyordu.

Tablolara dalmış olan Hasan ve Yağmur'a seslendim ve odaya girdik. Oda, dışarısının ihtişamına karşın, oldukça sade döşenmişti. Kapının karşısında özel yapım olan bir ofis masası, üzerinde bir dizüstü bilgisayar, masanın hemen yanında duran kahve makinesi göze çarpan ilk ayrıntılardı. Masanın tam karşısında bir üçlü, iki de tekli, mat siyah koltuk takımı ofisin bütünlüğünü sağlanmıştı.

Mayki masasına geçerken, biz de koltuklara yerleştik. O sırada uşak kahvelerimizi ikram ederken, Mayki de çekmeceden evrak dosyasını çıkartarak, kalem ve formları uzattı. Üç sayfadan oluşan formda; kişisel bilgilerimiz, sağlık durumumuz, kan grubumuz, ameliyat veya geçirdiğimiz kronik sakatlıklar ve eve kendi isteğimizle geldiğimizi beyan eden, oluşabilecek psikolojik ve fiziki sorunlardan işletmeyi sorumlu tutmayacağımız; feragat sözleşmesi bulunuyordu.

İmzaladığımız formları masaya bıraktık. Mayki formları inceledikten sonra;

"Şimdi de yardımcım sizleri küçük bir fiziksel teste alacak." dedi.

"Ne gibi bir test?" Hasan sessizliğini bozmuştu.

"Koşu bandında on dakikalık tura çıkacaksınız. Kalp atışlarınız, nefes sıklığınız ve kan basıncınız ölçülecek. Bir şey daha var; test sırasında oluşabilecek bir terslikte, kişiye 'tur için uygun değildir' kararını da verebilirim. Bahsi geçen olayları sizlere yolda anlatmıştım." Mayki bütün bunları anlatırken, içtenliğine kendimizi kaptırmıştık.

"Hiç sorun olmaz." dedi Saygın. Kahvelerimizi içip ofisin içinden spor salonuna doğru, uşağın peşi sıra ilerledik. Üzerimize eşofmanlarımızı giymek için soyunma kabinlerine girerek, test için hazır bir şekilde koşu bantlarının başında beklemeye başladık. Uşak; her birimize kalp ritimlerimizi gösteren kabloları özenle iliştirirken, ağızlarımıza maskeleri takıp, koşu bantlarını ayarladı.

Hafif tempoda başlayan koşu, beşinci dakikadan itibaren artarak, başarılı bir şekilde sonlandı. Uzaktan monitörleri izleyen ve notlar alan uşak, test sonuçlarını Mayki'ye götürürken, biz de ofise geçtik. Yokluğumuzda hazırlanmış ve masalarımıza konulmuş taze portakal sularımızı yudumlarken, Mayki de kâğıtlara bakıyordu.

"Sonuçlar oldukça güzel. Bunca yoğun iş ve sanat aktivitelerinden sonra böylesi sonuçlarla karşılaşmak beni oldukça memnun etti. Büyük bir mutlulukla tura hak kazandığınızı belirtmek isterim."

Yüzümüze yerleşen memnuniyet ve heyecan duygularıyla, portakal sularımızı bitirip kıpırdanmaya başladık.

"Artık vakit geldi. Hazırsanız üst kata çıkalım." Mayki'nin gözünden, kalbimin derinlerine işleyen ışığı gördüğümde;

"Evet, çok eğleneceğiz." diye mırıldandım...

                                    ***

Ofisten çıkıp bir üst kata ulaştık. Karşısında durduğumuz kapı; tarihin tozlu raflarında şans eseri bulunan, unutulmuş bir kitap gibi bize ustasının zanaatını anlatmaya çalışıyordu. Kapının girişinde iri kıyım bir görevli duruyordu. Kapı önünde sıraya girdiğimizde, Mayki;

"Eğer ki turun ortasında zorlanır veya çıkmak isterseniz, bir güvenlik kelimesi belirlemenizi istiyorum."

Kolay telaffuz edilecek bir kelime düşünmeye başladık. Bu karmaşanın içinden Yağmur'un zekice fikriyle çıktık.

"Niyazi. Nasıl fikir?" Şarkılarımızdan birinin adını seçmek gayet mantıklıydı.

"Hem de kolay." dedi Hasan.

"Bu sorunu da çözdüğümüze göre, artık kapılar açılsın ve eğlence başlasın. Sizi sürekli izliyor olacağız. Ters bir durumda arkadaşlar size ulaşacak." Mayki sözünü bitirip, kapıda bekleyen adama 'tamam' anlamında bir işaret yaptı ve görevli, korkunun kapılarını açtı.

                                    ***

Kapıdan içeriye giren ilk kurban ben oldum. Karanlık koridorda yürürken, diğerleri de arkamdan geliyordu. Dar ve loş koridor, nemli ve küflü bir kokuyla bize 'merhaba' demişti. Derinlerden gelen uğultular, ilk anlarda anlamsız ve boğuk sesleri andırıyordu. Koridorda ilerledikçe; sesler, çığlıklara dönüşmeye ve insanın tüylerini diken diken etmeye başlıyordu. Gözlerimiz karanlığa alıştıkça, içerisi sanki bunu anlamışçasına karanlığa bürünme isteğiyle bizi avuçlarına hapsediyor, karanlığın içinden; kafamıza, yüzümüze, kollarımıza değen belirsiz hislerle yolculuğumuz sürüyordu.

Ellerimi öne uzatmış, küçük ve ürkek adımlarla yürürken; karşıma bir yol ayrımı geldi.

"Yol burada ikiye ayrılıyor. Ayrılalım mı?"

"Bana kalırsa ayrılmak yerine biraz daha devam edelim." dedi Hasan. Hepimiz bunun mantıklı olduğu konusunda anlaşarak yola, sağ taraftan devam etme kararı aldık.

Karanlıkta izlendiğiniz hissine çok kez kapılmışsınızdır. Görünmeyen köşelerden, bilinmeyenlerin gözleri üzerinizde yürürken, derinlerden gelen nefes sesleri ve çıtırtılarla, korku dolu şekilde yolda yürüdüğünüzü hayal edin. Boş ve karanlık sokaklarda kaçmak veya çığlık atmak gibi seçenekleriniz vardır; fakat bu dar koridorda bu seçenek, şıklar arasında yer almıyordu. Zeminden belli belirsiz titreşimler gelirken, arkamdan gelen ürkek fısıltıları işittim.

"Yerde bir şeyler var Levent!" Emine titrek sesiyle fısıldarken, yerdeki titreşimler hissedilir olmaya başladı. Sanki bir mekanizmanın dişlileri bizi yutmak için ağzını açıyor gibi homurdandı ve zemin bir anda boşluk oldu...

                                   ***

Çığlıklar atarak düşerken; 'sonumuz nereye varacak' heyecanı ve korkusuyla, koyu bir sıvının içine düştüm. Karanlıkta yönümü bulmaya çalışıyordum. Diğerlerinin seslerini duymaya başladığımda; ayrı ayrı tüplerin içinde hapsolduğumuzu anladım. Bir pantomim sanatçısı gibi etrafımı anlamaya çalışıyordum. Görünmez -karanlık- bir camın ardına sıkışmış, çıkmak için çabalayan bir kelebek edasıyla camları yoklarken; uzaklardan yaklaşan kocaman adımları duydum. Karanlığı delerek yaklaşan ayak sesleri hızlandı ve cama çarpan kocaman bir suratla, çığlık atarak tekrar koyu sıvının içinde çırpınmaya başladım.

Odada karışık sesler korosu gibi herkes çığlıklar atıyordu. Birileri; içinde sıkıştığımız şeffaf hücrelerimize yumruklar atıp bağırıyor, biz de karşımızdaki bu karanlık öfkeyi algılamaya çalışırken, korku faresinin ruhumuzu kemirmesinin paniğini hissediyorduk.

Sonunda yumruklamalar ve bağırışlar bittiğinde, diğerlerine sesimi duyurmak için avazım çıktığı kadar bağırdım.

"Dinleyin! Herkes iyi mi?" Sesim, kendi hücremde yankılanmış, diğerlerine ulaşmayı başarmıştım.

"İyi değilim Levent! Bizi nasıl bir yere getirdin?" Hasan'ın öfkeli sesini duyduğumda biraz da olsa rahatlamıştım.

Derinlerden diğerleri de konuşmaya başladı. Yağmur ve Emine çığlıkla karışık, kesik nefesler alıyordu. Saygın, eşini sakinleştirmek için yüksek sesle konuşmaya başladı;

"Emine, sakinleş. Hepsi geçti. Unutma buraya eğlenmeye geldik." Konuşması bittiğinde ortalık biraz daha sessizleşti. Ben de buradan çıkış için bir şeyler düşünme fırsatı bulmuştum. Ayaklarımın altında kapak gibi bir şey hissettim. Derin bir nefes alarak, kendimi koyu ve yapış yapış sıvının derinlerine gömdüm. Ellerimle zemini yoklarken, ufak bir vana veya kol arıyordum. Nefesim bitmek üzereyken aradığım şeyi buldum ve tekrar nefes almak için yukarıya çıktım. Keşfimi diğerlerine de aktarmak ve bu kutulardan çıkmak için seslendim;

"Gençler, beni dinleyin. Hemen altınızda bir yerde, ufak bir kol bulacaksınız. Onu çekerseniz, buradan kurtulacağımızı düşünüyorum." Herkes onayladığını belirttikten sonra, tekrar derin bir nefes aldım ve son kez karanlığın kollarına bıraktım kendimi.

Kolu çektiğimde, derinlerden gelen uğultuyla birlikte; içinde yüzdüğümüz bu balçık benzeri sıvı, hızla boşaldı ve kabin yukarıya açılarak özgürlüğümüzü ellerimize bıraktı.

Kapakların açılmasıyla birlikte, dört ayrı kapının üzerindeki ışıklar yanarak, yeni seçimimiz için bize fırsat sunuyordu. Kapılara yaklaşırken, diğerleriyle göz göze geldim. Hepsinin yüzündeki korku ve sinirli ifadeyi tek tek içime hapsettikten sonra;

"Hasan, bu seferki seçimi sen yap kardeşim." diyerek, Hasan'ı öne davet ettim. Yanımdan geçerken,

"Buradan çıktığımızda benden bir tokat alacağın var." dedi ve üzerinde mavi ışık olan kapıya yöneldi. Kapının kolunu aşağı çektiğinde, diğer kapıların ışıkları söndü ve derinlerden başka bir kapının açıldığını duyduk. Kapıdan bir şey çıktığını; adeta uluyarak üzerimize koşan dev gölgeyi gördüğümüzde anladık ve can havliyle seçtiğimiz kapıdan kendimizi içeriye attık. Kapı ardımızdan kapandı ve kilit mekanizmasının sesi duyulduğunda ortalık sessizliğe büründü.

Bu kez girdiğimiz yol engebeliydi. Yaklaşık bir buçuk metre genişliğinde, yer yer yükselti ve çukurlar olan, kıvrımlı koridorun duvarlarından cıvık bir sıvı akıyordu. Her dokunduğumda kusacakmış gibi bir hisse kapılıyordum. Bu kez en önde Hasan vardı. Yağmur, hemen arkasında yürürken, ben de sıralamanın sonuna atılmıştım. Aldığım her nefeste ciğerlerime dolan pis kokunun tadını alabiliyordum. Bozuk süt gibi bir tat, nefes yollarımı tıkamaya başlamıştı.

Yine derinlerden gelen çığlık sesleriyle ürpermeye başlamıştık ki dengemizi korumak adına yaslandığımız yan duvarlar açıldı. İçeriden çıkan iğrenç suratlı kafalar, üstümüze kusmaya başlamıştı. Saygın da kendini tutamamış ve kusmuk seremonisine katılmıştı. Artık içerideki kokuya biz de kendimizden bir parça eklemiştik. Öğürme resitali bittiğinde, koridor genişlemiş ve tekrar bir yol ayrımına gelmiştik. Fakat bu seferkinin farkı; yerdeki oyuklardı. Dar tünelin bitmesine sevinirken, daha dar bir girişe gelmiş olmanın sıkıntısının kucağına düşmüştük. Hasan'ın önderliğinde tünele girdik. Emekler pozisyonda ilerlerken;

"Yerde bir şeyler var ve hareket ediyor!" Yağmur'un iğrendiğini ve korktuğunu belli eden sesinin eşliğinde; yerde dolaşan hamam böcekleri, solucanlar, çekirgeler ve irili ufaklı örümceklerin arasında olduğumuzu anladık. Ellerimizin ve dizlerimizin altında ezilirken çıkarttıkları gıcırtılı sesler, binlerce çekirdeğin çıtlamasını andırıyordu.

"Hasan, ne olur biraz daha hızlan..." Emine artık kendinden geçmek üzereydi. Saygın da onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Böcekli tünelin bitiminde ışığı görünce yaşadığımız mutluluk, içerideki manzarayı görmemizle kursağımızda kaldı.

Yuvarlak bir odaya adım atmıştık. İçerideki loş ışık etrafı algılamamız için yeterliydi. Duvarlardan sarkan yosun ve küf karışımı madde, odanın kokusunun aromasını oluştururken, duvarlardaki izler, daha önce buraya birilerinin bağlanmış görünümüne ışık tutuyordu. El ve ayak bileklerinden duvara asılan insanların ardında bıraktığı kan lekelerini andıran şekillere bakarken;

"Acaba sırada ne gibi iğrençlikler var?" diye soran Saygın'ın beklediği cevap fazla gecikmedi. Odanın tavanı gürültülü bir şekilde ikiye açılarak, üzerimize yağan vücut parçalarından kendimizi korumak için kollarımızın altına siper aldık. Et yağmuru sona erdiğinde, Emine nefesinin yettiği kadar, "Niyazi!" diye haykırdı. Odanın bütün ışıkları yanarak, hoparlörlerden gelen emirle birlikte olduğumuz yere çakılı kalmıştık.

"Emine Hanım haricinde kimse kıpırdamasın. Kendisini almak için görevliler geliyor." Anonsun bitimiyle, geldiğimiz yolun hemen sağ tarafından gizli bir kapı açıldı. İçeriye bir kadın görevli ile portatif sedye taşıyan iki de erkek geldi. Saygın, eşine sıkıca sarılmış halde olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Kadın, yerde diz çökmüş halde ağlayan Emine'nin yanına gelerek, küçük bir el feneriyle göz bebeklerinin tepkilerini ölçtü, nabzını saydı ve erkek görevlilere dönerek,

"Emine hanımı lütfen revire götürün." dedi. Görevliler sakin ve nazikçe sedyeye aldıkları Emine'yi, geldikleri kapıdan taşıyarak gözden kayboldular. Kadın da arkalarından girdi ve kapı kapandı.

"Çıkış zamanınız gelene kadar, Emine Hanım bizim konuğumuz olacak. Siz de verilen parçalarla bir kompozisyon hazırlayacaksınız. Gölgeler; olması gerektiği şekilde ve düzende olunca, kapılar açılacak."

Anons bitince; odanın tabanından uzunlu kısalı çubuklarla birlikte, ortasından yükselen, ucunda lamba olan bir asa çıktı. Ampulün altında yuvarlak bir delik vardı. Önce ne olduğunu anlamak için asayı incelemeye başladık. Deliğin üzerindeki küçük ipucunu Yağmur fark etti.

"Şuraya bakın! Burada bir göz simgesi var. Anladığım kadarıyla, yapacağımız şekle buradan odaklanacağız."

Sırayla delikten baktığımızda; asanın üst kısmına yerleştirilmiş ampul, zekice bir ışıklandırma sunuyor ve adeta bir çerçeveye karşıdan bakıyormuş hissi veriyordu. Yerden yükselen diğer çubuklar birer sehpa gibiydi.

"Bunların üzerine, yerdeki parçaları koyarak, bir şekil oluşturacağız." dedi Saygın.

"İyi de bu şeklin bizden istenen şekil olduğunu nasıl anlayacağız?" Hasan'ın cümlesi daha havada kaybolmamışken, duvarda başka bir kapak açılarak, yarım kalmış bir görüntü ortaya çıktı. Dizlerinin üzerine çökmüş, karşısında sanki biri varmış gibi ellerini boynunun hizasında birleştirmiş figür; kavgada kendini savunan biri gibi görünüyordu.

"Sizce burada ne oluyor?" dedi Yağmur.

"Kavga veya cinayet." Saygın'ın sesi; eşinin yanına gitmek istediğini belirtir tondaydı.

"Anamorfik sanat." Herkes bana 'o ne demek?' ifadesiyle bakarken;

"Bir çeşit görsel illüzyon sanatı. Belirli bir biçime sahip değilmiş gibi görünen; çizim, fotoğraf veya nesnelerin, özel bir bakış açısından algılanabilir hale gelmesidir."

Yerdeki parçaları ve duvardaki şekli inceleyerek odada turlar atıyordum. Bazı sehpa çubuklarının hemen yanında, başka bir ayrıntıya takıldı gözüm.

"Hey şuraya bakın. Çubukların yanlarında birer delik daha var." Yağmur hala asa ile uğraşıyordu. Saygın ve Hasan da diğer sehpaların deliklerine bakarken, Yağmur'un sakarlık dolu çığlığını duyduk ve o tarafa doğru hamle yaptık. Asa olduğu yerden çıkmış ve şaşkın bakışları altında, Yağmur'un elinde duruyordu.

"Ah be canım! Ne yaptın öyle?" Hem soru soran hem de kızgınlık ifadesiyle Hasan, Yağmur'un yanına gitti ve asayı elinden aldı. Yanımıza gelip, asayı yerdeki deliklerden birine soktu ve göz deliğinden duvardaki yarım resme doğru baktı.

"Sanırım doğru parçaları yerleştirdiğimizi bu şekilde anlayacağız." Hepimiz sırayla delikten baktık. Tam bu sırada, derinlerden çığlıklar yükseldi. Duvarları tırmalayan birileri vardı.

"Bir an önce işimizi bitirip çıkalım buradan!" Yağmur artık korkmaya başlamıştı. Sesi titriyor, histerik hareketlerle etrafına bakınıyordu.

"Öncelikle bütün parçaları bir araya toplayalım. Sonra da doğru kombinasyonu oluşturmalıyız." İnsanları organize ederken, ben de duvardaki şeklin doğru açısını bulmak için sehpaların aralarında gezmeye başlamıştım.

"Bunlar çok iğrenç!" Yağmur, elinde tuttuğu kola bakıyordu. Yapay olduğunu ümit ettiğimiz vücut parçaları insanın içinde tiksintiye sebep oluyordu.

"Kuzum, bence sen buraya gelip sehpaları incele. Biz de parçaları toplayalım." Yağmur, yanıma gelmişti. Asayı ona vererek;

"Deliklerin hizasından resme bak, eğer aklına yatan bir yerdeysen söyle."

"Tamamdır."

Hepimiz odaklanmışken, uğultular daha da artmış, bizi taciz eden seslerle etrafımızda gezinen gölgelere dönüşmüştü.

"Sanırım bir şey buldum." Yağmur, elindeki asayı odaklamıştı. Yanına gidip baktığımızda, doğru olabilecek dizilimi bulduğumuzu anladık. Sıradaki adım; doğru parçaları bulmaktı.

Tam bu sırada zemin sarsılmaya başladı. Işıklar açılıp kapanıyor, sesler çığlıklara karışıp bize haykırıyordu.

"Acele edin!" Hasan bizi kendimize getirdi. Herkes birer parça aldı. Ben, gövdeyi Yağmur'un bana söylediği yere koydum. Hasan kolları, Saygın da bacakları doğru şekilde yerleştirdi. Birdenbire ortama doluşan Yağmur'un çığlığıyla olduğumuz yerde kalakaldık. Arkamıza baktığımızda, kahkaha atarak Yağmur'u boğazından tutmuş ve arkada açılan bir kapıya sürükleyen, suratının yarısı yanmış, kalan yarısı da kemikleşmiş iğrenç adamla göz göze geldim. Gözlerinin olması gereken yerde pelteleşmiş kanlı yuvarlaklar vardı. Tam onlara doğru koşarken, yerden açılan bir kapaktan çıkan kol beni yere düşürdü. Odanın her tarafından kapaklar açılıyor, iğrenç kahkahalar eşliğinde bizi sağa sola savuran kol ve bacaklar çıkıyordu.

Kargaşa bittiğinde, düşüşün etkisiyle acıyan omuzuma rağmen ayağa kalktım, Yağmur kayıptı. Hasan kalçasını tutmuş sendeleyerek yerden kalktı. Saygın hala yerde yatıyor ve göz göze kaldığı kopmuş kafaya bakıyordu.

"Ha si..tir!.. Ha si..tir!.. Ha si..tir!" Hasan'ın şaşkınlığı ve korkusu kelimelerinden çok yüzüne yansımıştı. Yavaşça yerde yatan Saygın'a yaklaştım. Omzuna dokunduğumda, uykusundan aniden uyanmış gibi bir refleksle elimi tuttu ve boş gözlerle bana baktı.

"Kardeşim. Hadi kendine gel ve buradan bir an önce çıkalım." Dediğimde, arkamdan gelen Hasan beni omzumdan tutarak geri çekti. Saygın'ı elinden tutup kaldırdı ve bana dönerek;

"Borcun iki oldu birader..." Üçümüz ayağa kalktık ve kaldığımız yerden işimize devam etmeye başladık. Bulmaca dışında hiçbir şey konuşmuyor, gerginliği artırmamak adına temkinli davranıyorduk.

Birkaç deneme sonunda, doğru parçaları bulduğumuza kanaat getirerek; asayı deliğe yerleştirip bastırdığımda çıkan 'klik' sesiyle, duvarlar sarsılmaya başladı.

"Levent, yapacağın işe sı...yım!" Turun başından beri Saygın ilk defa isyan etmişti.

Duvara yansıyan görüntüye baktığımda, tabloyu oluşturduğumuzu gördük. Yerde diz çökmüş olan figür, boğazından tutmuş başka bir karakterle kavga ediyordu. Duvarların sarsıntısı bittiğinde, üç noktayı gösteren ışıklar açıldı ve yine seçim zamanının geldiğini anladık.

"Sen seç." dedim, Saygın'a. Temkinli adımlarla ortadaki kapıya doğru ilerledi. Kapı kolunu tuttu, gözlerindeki hüzün ve kızgınlık karışımı bakışla bana dönerek;

"Kardeşim, görüşürüz."

"Niyazi..." dedi ve daha odadan çıkmadan, gizli kapı açıldı ve gelen görevliler Saygın'ı aramızdan alıp götürdü.

Geriye Hasan ve ben kalmıştık. Saygın'ın seçtiği kapıyı açtım ve yeni odaya gitmek üzere bizi bekleyen karanlığa doğru ilk adımımızı attık.

                                    ***

Karanlık, bedenlerimizi içine çekerken etrafımızda gezinen nefesleri duyuyordum. Sanki derinlerden birileri bizimle birlikte yürüyor, bizimle konuşmak için fırsat kolluyordu. Kulaklarımdaki çınlamalar, fısıltılar gibiydi. Belki de karanlığın içine hapsolmuş çığlıkları duyuyordum. Bu koridorlardan geçen onlarca kişinin geçmişin derinlerinde bıraktığı çığlıklar, buradan kaçmamız için bizi arkamızdan itekliyor ama biz ısrarla çıkmamak için direndikçe, korkularımıza saldırıyordu.

Issızlığın ortasındaki bu karanlık koridorlarda yürürken, yine derinlerden gelen bir uğultuyla irkildik.

"Hazır ol dostum, bir şeyler geliyor." dediğimde, Hasan arkamdan tam sırtımın ortasına bir yumruk indirdi. Tok bir ses ve kesilen nefesime, hızla yükselmeye başlayan sular eşlik ediyordu. Suyun içinden bacağımı sıyırıp geçen bir yumuşaklık hissettim.

"Ah Levent, benden çekeceğin var..." Hasan, sitemkâr ve kızgınlıkla konuşmuştu. Sular iyice yükselmiş, ayaklarımızı yerden kesmişti. Yüzerek ilerlerken, akıntı bizi bir yerlere sürüklüyor ve seçim yapamadığımız yol ayrımlarına götürüyordu. Uzaklarda iki ışık huzmesi belirdi.

"Hasan, sağ mı, sol mu?"

"Sol, a.. koyayım!" dedi bağırarak. Sola doğru yüzmeye başladık. Koridora girdiğimizde, suyun akışı hızlandı ve bizi duvarlara çarpmaya başladı. Kontrolsüzce akıntıda sürüklenirken, suyun altından bir el, ayak bileğimi yakaladı ve beni içeriye çekti. Suya batıp çıkarken, mosmor olmuş bir yüzle göz göze geldim. Sanki daha önce burada boğulmuş da çıkmak için kendine beden arayan kızgın bir ruhla boğuşuyordum. Ayak bileğimi kurtarmaya çalıştıkça daha sıkı tutuyordu. Nefesim bitmek, gözlerim kararmak üzereydi. Tam bu sırada, alttan açılan bir delikten aşağı düşmeye başladık ve kocaman bir gölete indik.

Sudan çıktığımda, yer altında bir mağarada olduğumuzu anladım. Hasan da çığlıklar atarak geliyordu. Suya düşüp de yüzeye çıktığında etrafa bakınmaya başladı. Kenara doğru yüzerken, derinlerden yine aynı el, bileğime dokundu. Damarlarıma hücum eden korkudan sıyrılarak hızlıca sudan çıktım ve bir kayanın üzerine oturarak etrafı izlemeye başladım.

Loş ışığın aydınlattığı mağara, duvarlarındaki çıkıntılardan bize gülümsüyordu. Tavandaki sarkıtlar, her an bizi yutacakmış gibi görünen bir canavarın dişleriydi sanki. Damlayan suyun sesi, duvarlarda yankılanarak ahenkli şıkırtılarla bize huzur veriyordu.

Huzurumuz, derinlerden gelen kahkahayla ürpermeye dönüştü. Mayki'nin hırıltılı ve içinde olduğumuz durumdan hoşnut konuşması, duvarlarda sakince bekleyen gölgelerin kaçışmasına neden olmuştu.

"Artık sona yaklaşıyorsunuz arkadaşlar. Bundan sonraki seçiminiz, kaderinizi belirleyecek." Konuşması mağaranın duvarlarında yankılanırken, uzaklardan gelen uğultuyla birlikte duvarda beliren ışık, bize gitmemiz gereken yolu işaret ediyordu.

"Haydi kardeşim, bu taraftan." Hasan'a gitmemiz gerektiğini işaret ederek, ayağa kalktım. Suyun kenarından temkinli adımlarla ilerlerken, geride bıraktığımız güzel ve huzurlu manzaraya son kez bakıp ışığın önderliğindeki yolumuza devam ettik...

                                 ***

Duvarların arasındaki yolculuğun sonunda, karşımıza kocaman bir oda çıktı. Islaklığın etkisiyle üşümeye ve titremeye başlamıştık.

Odanın duvarında yapboz benzeri kare şekiller vardı. Çerçevenin iki ucunda sabit; giriş ve çıkış uçları, ortada ise diğer parçaları hareket ettirmemiz için kullanacağımız iki karelik boşluk vardı. Labirent benzeri bir bütünün dağınık resmini andırıyordu. Odanın tam ortasında; yuvarlak bir kayanın üzerinde, iki adet kol ve gemi dümenini andıran başka bir mekanizma daha vardı. Hasan, mekanizmanın başına geçerek dümeni çevirdi. Duvardaki bulmacanın sağ köşesinden; ortasında kare bir boşluk olan parça, tozlarını dökerek kendini gösterdi.

Hasan dümeni sola çevirdikçe, mekanizma da o yöne hareket etmeye başladı.

"Şu kolları dene." dedim.

Hasan dümenin sağındaki kolu kendine doğru çekti. Bir 'tık' sesi duyduk. Dümeni tekrar çevirdiğinde, bu sefer mekanizma aşağıya gitmeye başladı. Hasan diğer kolu çekti ve mekanizma, üzerinde bulunduğu kutucuğa sabitlendi. Dümeni tekrar çevirmeye başladığında, kutucuk da mekanizmayla birlikte hareket etti.

"Anladığım kadarıyla sağdaki kol, yukarı ve aşağı hareketi; soldaki ise tutup, bırakma işine yarıyor." dedi Hasan.

"Tamam dostum. Şimdi iki ucu birbirine bağlamamız gerekiyor." Ara sıra yer değiştirip dinleniyorduk. Dümeni çevirmek çok yorucuydu. Saatlerdir tünellerde gezip, çeşitli işkencelere maruz kaldığımız ve iliklerimize kadar ıslandığımız için direncimiz düşmüştü.

Çözüme yaklaşırken, derinlerden yükselen çığlıklarla irkildik.

"Hay ağzına s...yım. Neler oluyor lan!" Hasan'ın küfürleri boşlukta yankılanırken, yükselen suyu fark ettik.

"Sular yükseliyor. Elimizi çabuk tutmalıyız!"

Yükselen sularla birlikte, içinde gezmeye başlayan siluetler görüyordum. Ayaklarımızın altında ilerleyen yüzler, ellerini bize dokundurup sert tırnaklarıyla derilerimizi çiziyorlardı. Her dokunuşları acı vermeye ve tenimizi yakmaya başlamıştı.

Hasan, dümenin başındaki görevini bırakıp, kenara koştu.

"Benden bu kadar birader. Dışarıda görüşürüz."

"Yapma kardeşim, az kaldı sona ulaştık sayılır. Sabret..." Sözüm daha bitmeden, Hasan başını yukarıya kaldırıp, sihirli kelimeyi haykırdı.

"Niyazi!"

Mağaranın tavanından açılan kapaktan, taşıma halatı ile biri indi. Hasan'ın yanına gelen adam, halatı onun beline doladı ve yukarıya tırmanmaya başladılar. Gidenlerin ardından bakarken, Hasan orta parmağını kaldırıp bana pis bir gülümseme bıraktı.

"S...tir!" Kendi kendime savurduğum küfür, suyun içinde yüzenlerin hoşuna gitmişti. Dümenin başına geçerek son parçayı da yerine oturtmak üzereydim. Sular yükselip belime kadar ulaşmıştı. Sağdaki kolu çekip, son parçayı alacağım sırada; suyun içinden derileri çürümüş bir el, bileğimi çekti ve çığlık atarak geriye düşmeme sebep oldu. Gücümün son demlerini harcarken, karşımdaki siluetle, suyun içinde kavga ediyordum.

Son bir çabayla kendi etrafımda dönerek, beni tutan yaratıktan kurtuldum ve suyun yüzeyine çıktım. Arkamdan gelen canavara aldırış etmeden bulmacanın son parçasını da yerine oturtmayı başardım. Mağaranın içini dolduran uğultu, suyun içinde yüzenlerin kaçışmalarına sebep olmuştu. Ortadaki dümen mekanizması yere doğru batarken, sular da çekilmeye başladı. Dümenin olduğu yerden, içbükey bir ayna yükseldi.

"Başka bir bulmaca daha mı? Benimle dalga mı geçiyorsun Mayki!"

"Merak etme yeni dost, tek bir engel kaldı. Işığın kılavuzu ol ve bana gel." Sesindeki cezbedici çağrıyla aynanın başına geçtim. Tavandan açılan kapaktan içeriye giren ince ışığı aynaya sabitledim ve oluşturduğum labirentin başlangıcından bitimine kadar, aynanın yansımasını kullanarak ilerlettim...

                                    ***

Labirentin çıkışına geldiğimde; şeklin durduğu kocaman duvar açılarak, kurtuluşuma giden yol açıldı. Yolda yürürken, duvarlardan bana seslenen ruhlarla tanıştım. Onlar bütün oyunlar boyunca etrafımızda gezinen kayıp kalplerdi. Sanki geleceğimi ve onları kurtaracağımı biliyorlardı. Hepsi mutluydu, bana dokunmak için uzanıyor, ruhumun en derinlerinden konuşuyorlardı.

Yolun sonunda kollarını açmış şekilde bekleyen Mayki'yi gördüm. İçten içe ona kızsam da aslında buna gerek olmadığını ve işini yapmak için çabalayan sıradan biri olduğunu düşünüyordum.

"Hoş geldin sevgili dostum. Seni uzun zamandır bekliyordum." Anlamsızca yüzüne bakarken;

"Tahmin bile edemeyeceğin kadar uzun zamandır bu evin sahibiyim. Artık benim zamanım doldu. Seni ilk gördüğüm anda, kurtarıcım olduğunu anlamıştım. Ruhunun derinlerinde yatanları uyandırmak ve emanetim olan anahtarı sana teslim etmek için geldim. Bundan sonra burada gördüğün her şey senin olacak. Zihninin derinlerinde yatanları, korkusuzca insanlara sunmalısın ki bir gün sen de kurtuluşuna sarılabilirsin."

Sözlerini bitirdiğinde, bana sıkıca sarıldı. Hareket bile edemeden öylece kala kalmıştım. Gözlerimi kapadım ve bu çaresiz ruhun hediyesini kabul ettim. Vücuduma uyguladığı baskı kaybolurken, bedeni de ışığın içinde zayıflayıp yok oldu.

Duvarların ardından çıkan diğerleriyle birlikte, açılan kapıdan yukarıya doğru bakakalmıştım.

"Hoşça kal Onur..." Adını, söz verdiği gibi 'turun sonunda' öğrenmiştim. İsmini kulaklarımla değil, kalbimle duymuştum.

Karşımda açılan geçidin ucunda beni bekleyen uşağı gördüm. O tarafa doğru yürümeye başladım;

"Evinize hoş geldiniz efendim."

                                       ***

Tekrar evin giriş katına ulaştığımızda, turlarını yarıda bırakmak zorunda kalan dostlarımla karşılaştım. İyice dinlenmişler, kurulanmışlar ve günlük kıyafetlerini giyip, ofiste keyifli bir şekilde kahvelerini yudumluyorlardı.

Ben de üzerimi değiştirdim. Ofisteki masama oturduğumda, Hasan söze girdi;

"Bugün biraz fazla korkmuş olsak da tur harikaydı. Sizinle ve evinizle tanışmış olmak büyük bir onur. Bir gün belki tekrar geliriz." Sözlerini ve kahvelerini bitirip ayağa kalktıkları sırada, ben de içimden kopanlara veda ederek, beni hatırlamayan dostlarımı evlerine bırakmak üzere dışarıya çıktım.

Arabanın başında beklerken; cesaretimin ödülü olan lanetli hediyeye baktım. Evim dediğim yeni hapishaneme gülümsedim ve arabaya binip motoru çalıştırdım.

Sessiz geçen yolculuğun ardından, eski dostlarımla son kez el sıkışarak ayrıldık.

"Hoşça kalın dostlar. Geleceğiniz parlak olsun..." Sözlerim dudaklarımdan dökülmeden, arkalarını dönüp gitmişlerdi. Ben de yalnızlığımla birlikte, karanlığın içindeki hayatıma geri döndüm.

Uğuldayan duvarların ardında, cesur savaşçıları bekliyorum. Gölgelerde saklanan unutulmuşları; zekâlarıyla aydınlatacakları, korkularından sıyrılacakları ve kurtuluşa ulaşarak, görevi devralacakları güne kadar...

En büyük korkularınızı sizlere sunmak için buradayım.

Kendinizi evinizde hissedin...

]]>
Sun, 27 Jun 2021 01:34:00 +0300 Levozbozkurt