EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Senaryo https://edebiyatblog.com/rss/category/senaryo EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Senaryo tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. ACISI YARIM KALMIŞ KISA ÖYKÜLER & 3 (İNCE SIZI) https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-kisa-oykuler-2-ince-sizi https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-kisa-oykuler-2-ince-sizi 6.KISIM

İnsan onun yüzüne bakınca yılların karmaşasını sezebiliyor. Küçük bir çocukken okuldan eve koşuşu, annesinin zorla sırtına bezi sokuşturması, kardeşleri ile yaramazlıkları ve o sobanın yanındaki Pazar akşamları...Onunda yüzüne bir zamanlar soğuk kış gecelerinin birinde soba başındayken kızılın rengi vurmuştur. Peki ya şimdi diyor insan alnındaki ince işçilikle döşenmiş izlere bakarken...

Ellerini boyuna sokuşturuyor paltosunun ceplerine ama gizleyemiyor soğuktan kıpkırmızı kesilmiş kulaklarını, delik kundurası içindeki yuvasız ayaklarını, paltosunun içinden sızan ince soğuğu..ve en çokta feri sönmüş gözlerindeki yalnızlığın soğukluğunu gizleyemiyor. Her hareketi, bakışı, sözleri derininde her gün üşüyen o çocuğu gizleyemiyor...

7.KISIM

O terk edilmiş değildi! Yalnız, kimsesiz hele hiç diyemezlerdi! Hem kanıtı da vardı. Yüzünü öpmelere doyamadığı çocuğunun kokusu henüz bağrındaydı. Uzun gecelerine yoldaş olan eşinin gözleri hala hatrındaydı. Kimse cüret edemezdi "Hayır!" alışmayacaktı "Hayır!" kabullenmeyecekti bu durumu..Yalandı hepsinin sözleri...Hem ocaktan henüz alınmış dumanı tüten -eşi olsa ne de severdi hele fıstıklarını onun için ayırıp verirdi- helvaya açlıktan ölmüş gibi saldıran onlar değil miydi? 

Acı içinde bağrım, derinlerde kıvrılmış ve dizlerini göğsünde toplamış o çocuğu gizleyemiyorum. -Fark ediyorlar mıdır? Sanmıyorum...şu helvaya kaşık atışlarına bak nasılda iştahlı. Halbuki 40 düğüm oldu boğazım. -Acaba görüyorlar mıdır?  Nefesim kesiliyor soluk aldıkça...

-Çokta gençti yavrucak toparlak yüzü pak. Genç yaşta dul kaldı ya sen ona bak! Vah vah hele bu cılızlıkla nasıl yapacak? dediler, diyorlar, susmuyorlar, her helvaya kaşık atışlarında üzerime kırk kat toprak atanlar...

8.KISIM

Gaz lambasını hafif kıstı. Bütün kışı burada geçirmek zorundaydı. Kalemin mürekkebi kağıda damladıkça aklına yaşanmışlıkların hüznü çöküyordu. Çözüme kavuşturulması gereken onlarca problemi bir köşeye çekip usulca titreyen ellerinin sakinleşmesini bekliyordu. Nefesi kesiliyordu bu soğuk kış gecelerinde..geceyi, eskiyi, annesini ve pamuk elleriyle uzattığı mandalinaların kokusunu anımsıyordu.
Yan taraftan bir kurtarıcı el bekledi. İstediki sözlerinin hükmü geçecek bir şefkat abidesi tek bir hamle ile geçirsin tüm geçmişin silinmeyen izlerini. Yarına kalmasın heveslerin zerresi.
Sorguladı. Her anı. Şimdiyi ve geçmişi. Gücü yetse geleceği bile sorgulardı. Takvime baktı yıl 1957. Zavallı elleri 78, gözleri 88, kendisi ise takvimde 52 yaşındaydı. Kalbine sorsalar 30. Bitmiyordu telaşı. Yaşı, yası takvimde ki gerçeğe yetişemiyordu.







]]>
Sat, 12 Nov 2022 21:47:19 +0300 Gamze
ACISI YARIM KALMIŞ ÖYKÜLER &2 (EGO SAVAŞI) https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-oykuler-2-ego-savasi https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-oykuler-2-ego-savasi

Başını hafifçe yüzüne eğdi. Küçücük bedeninde soluk alıp verişini sonunda hissetti. Her gece nefesini kontrol etmeden uyuyamazdı. Tabi ki beşiğinde melek gibi uyuyan bu yavrucak onun herşeyiydi...

Sabah tıkırtılara uyandı. Eyvah! dedi içinden. "Yine mi?" Bir sabahta keyifle uyanamayacaktı. Akşamdan binbir özenle düzelttiği salonu hallaç pamuğu gibi dağılmıştı. Hışımla yorganı açtı ve yerinden firladı. Çocuğun üzerine yürüdü ve bağırdı. Zavallı annesini üzmek için mi gelmişti bu dünyaya..."Halbuki seni ne zorluklarla doğurdum biliyor musun?" diye inletti ortalığı...

Nihayet yola çıktılar. Evde erzak bitmişti. Bütün gün ev işi yapıyor, herkesin ardını topluyor, çocuğa o bakıyordu. Biri de alışverişi yapmayı teklif etmiyordu. Hayat onun için adil değildi. Hem sorsalar bu hayatı o seçmemişti. Kendini düşünmenin bir sonu gelse ufacık yavrucağın çektiği eziyeti fark edecekti. İyimserliği baba evinde kalmıştı.

(Asıl sahne)
Markete girdiler...
Soğuktan elleri üşümüş yüzü pespembe yavrucak alnı pak gülerek çocuklara has bir masumiyetle raflara yöneldi. Anne sepeti aldı ve yanına ilişti.

-Hepsinden istiyorum. Anne bak bu da çok güzel..aaa bu da çok güzel dimi! dimi!

- (Sıkılgan, bunalmış, tüm yük ona kalmış ama her an patlamaya hazır) Herşeyi elleme! Kaç kere dedim sana. Hadi tamam seç birini de gidelim.

- Tamam bu olsun çok güzel dimi! Bunu istiyorum.

-Hayır! dedi, annesi -hemen yanındaki kutudaki çikolataya uzanırken- Bu olacak! (Elinden tuttu ve götürüyor)

-Ama anne hep senin dediğin oluyor. Sen seç demiştin. O daha güzeldi!

- "Evet!" dedi kadın! -Büyük bir şey başarmış gibi. Sonunda o da birini ezmiş gibi. Savaş verdiği herkesi ve herşeyi hatta bu dünyayı sonunda alt etmiş gibi..-
-Evet, hep benim istediğim olacak! Her zaman!

]]>
Fri, 11 Nov 2022 16:10:51 +0300 Gamze
ACISI YARIM KALMIŞ KISA ÖYKÜLER &1 (KAYBOLUŞ) https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-kisa-oykuler-1-kaybolus https://edebiyatblog.com/acisi-yarim-kalmis-kisa-oykuler-1-kaybolus 1.KISIM

Adliye koridorları...Bir mübaşirin gözünden takip ediyoruz.

-“Adalet” deyip feryad eden bir baba.

-“Sen ne dersin, bre cahil” diyen bir yargıç.

Eline şapkayı alıp başını eğen bir adam. Biraz sağda ve geride iki küçük çocuk ve annesi. Annesi:

-Uslu dur oğlum, derken kucağına çektiği çocuğu...

Gözleri eşine kayar. Bir daha tüm aile yine bir akşam yemeğinde dumanı üzerinde tüten mercimek çorbası içebilecekler midir?

Kim bilir?

Dalar, gider…

2.KISIM

“Öhöm öhöm” dedi evin babası. Rutin bir akşam sofrasındalardı yine. Dumanı üstünde henüz tüten bir mercimek çorbası

Sakinliği bozuyor sesi:

- “Bir mercimek çorbasını da doğru düzgün yapamayacaksan ne diye aldım seni?”

Kadın -bezgin ve yorulmuş- gözlerini dikti yere. Saatlerdir durdurmadan çabalıyordu. Hayır tüm gündür. Durun durun! Bir ömür…

Bir ömür heba olmuştu bu kıymetsizin elinde.

Ve üstelik daha demin çocuklardan biri dışarıdan içeriye ağlayarak koşarak girmişti. Üstü başı yırtılmış ve kirlenmişti. 

“Eyvah!” dedi. Daha iki gün önce alınmıştı bu kıyafetler...

Üstelik; “Ne de masraflı kadın çıktın be!” sözlerinin her bir türlüsünü işiterek, burnundan gelerek giydirmişti yavrucağını.

3 yaş daha alacaktı bu üstündekilerle. Sırası mıydı şimdi?

Çocuk ağlıyor. Annenin yüzü bu düşüncelerle şekilden şekile giriyordu.

3.KISIM

Derin bir kalp çarpıntısı ile doğruldu yerinden. Bir bebek sesi kulaklarında. Avaz avaz ağlıyordu çocuk. 

Saatine baktı. Gece 03.30. Beşinci kere görüyordu bu rakamları. 5 gecedir! Evet, tamı tamına 5 gecedir; nemli ve kasvetli hastane koridorunun, üçüncü sandalyesinde, dizleri göğsünde, yüreği ağzında uyuya kalıyordu.

Halbuki bundan 5 gün önce sabah öperek uyandırmıştı eşi kocaman bir gülümsemeyle.

Şimdi peki?

Soğuk bir koridor ve donuk yüzlere, her gece bu saatlerde açıyordu gözlerini.

4.KISIM

Dile kolay, dedi Hatice nine. 5 yıl oldu. Ömründen ömür ekle de ver, deseler (söylediklerinin hakikat olduğunu göstermek için dilenir gibi bakan yaşlı gözlerini dikerek) canım pahasına - sefillik çekmeye razıyım- seve seve verirdim.

Titrek dudakları hareket ederken can acısıyla. Gözlerim hemen geri de onun fotoğraf çerçevesi içindeki gülen yüzüne kaydı.

Hatice nine konuşuyordu boyuna. Benim zihnimde tek soru: "Acaba beni hatırlıyor mudur?"

5.KISIM

Hatırlamıyorum. En son saat kaçtı bu mekana girdiğimizde. Gecenin koyu hüznü boğarken şehri biz...biz nerde miyiz?

Bu soruyu 10 yıl önce denizin ortasında koskoca sırma delikanlım, Cevval yiğidim, gözlerimin önünde boğulurken...yutkunamadığım, nefesimin kesildiği o gün..

İşte o günden beri hiç sormamıştım. 

"Sahi ben nerdeydim?"

]]>
Tue, 08 Nov 2022 13:02:17 +0300 Gamze
BİR NEFES BİN RUH https://edebiyatblog.com/bir-nefes-bin-ruh https://edebiyatblog.com/bir-nefes-bin-ruh Tren istasyona ulaştığında gece oldukça ilerlemiş, sabahın ışıkları kendini göstermek için yavaştan hazırlanıyordu. Leila beline kadar uzanan, kömür karası saçlarının dibine kadar ıslandığını esen soğuk rüzgâr saçlarını okşayınca fark etti. Trenin sıcağından bir anda bozkırın soğuğuna inmek biraz içini titretmişti. Yanına aldığı ebruli iplikten haroşa örgülü beresini takarak saçlarını aceleyle bereye tıkıştırdı. Ağır adımlarla istasyonun içine yöneldi ve oradaki bankların birine kendini bırakıp biraz dinlenmeye karar verdi. Oldukça uzun süredir yollardaydı. İki gün evvel hastanede geçirdiği zor nöbetten çıkar çıkmaz, aylardır planladığı yolculuğuna çıkmıştı. Erivan’dan Gümrü’ye gelene kadar elbette uyumuştu. Ancak Gümrü’den Türkiye’ye geçiş yapıp Kars’tan trene bindiği andan itibaren hiç uyumamıştı. Büyükannesinin kendi annesinden duydukları kadarıyla hasretle anlattığı memleketi Türkiye’yi epeydir ziyaret etmek istiyordu. Aslında Leila üniversite yıllarında tıbbiyeliler buluşması için İstanbul’a bir kez gelmişti. Hem uçakla gelmiş olması hem de o seyahatin bir etkinlik dâhilinde gerçekleşmesi vesilesiyle İstanbul’u layıkıyla keşfedememişti. Bu sefer büyükannesinin memleketine tecrübeli sayılabilecek bir çocuk cerrahı olarak geliyordu. Hem de İstanbul’dan önce ona sıklıkla anlatılan bir Anadolu kazasında birkaç gün geçirmeyi kafasına koymuştu.

Leila uyandığında gün doğmuş ve istasyon geceye nazaran biraz daha hareketlenmişti. Kendisine bir kahve alıp daha sonra yola koyulmaya karar verdi. Büyükannesinin ailesinin burada yaşadığını, daha sonra Erivan’a göç ettiklerini aile arasında anlatılanlardan hep duyardı. Büyükannesinin de aslında bu anıları kendinin hatırlamadığını bilir, ancak onun heyecanına bir anda kendisi de kapılırdı. Divrik denilen kasabayı o günden beri hep merak eder, nasıl bir yer olabileceğine dair tahminlerde bulunurdu. Büyükannesinin sokağındaki konakları, o konaklardaki çocuklarla oynanan oyunları hayal ederdi. Hekimliğinin 10. yılında ona gönderilen bir hediye kitabın içerisinde Divriği Şifahanesi’ni görmüş ve buranın büyükannesinin doğduğu yer olduğunu fark etmişti. Hem geçmişin parmak izleriyle buluşmak hem de bundan 800 yıl önce mesleğini icra eden üstadlarının nefeslerini dinlemek için bu seyahati planlamıştı.

Dikkatle bakılmadıkça fark edilmesi epey zor olan istasyon büfesinden aldığı kahvesini yudumlayarak yürümeye başladı. İstasyon binasından çıkıp ana yola geçmek için merdivenleri çıkmaya başladı. Gar binası yolun ve yerleşim alanların altında, bir çukurda gizlenir gibiydi adeta. Aslında çok da şaşırmamak gerekirdi, çünkü etrafı çevreleyen dağlar ancak evlere yer açmış gibiydi. İstasyon, hastane ve askeriye çukurda kendilerine zar zor yer bulmuştu. Merdivenleri çıkıp hafif bir yokuştan ilerlediğinde konaklar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Ana yola açılan, bir arabanın bile anca geçebildiği dar sokakların iki yanı tarihi konaklarla çevriliydi. Bu dar sokaklardan birine yöneldi, hangisi olduğunun çok da önemi yoktu. Çünkü hiçbir sokak Leila için tanındık bilindik değildi. Konakların bazılarında perdeler vardı. Herhâlde hâlâ insanlar yaşıyor olmalı diye düşündü. Bazılarında ise restoran ya da müze olduğunu düşündüğünü ibareler vardı. Yazıları okumak için uğraştı. Aslında Leila Türkçe bilmiyordu ancak büyükannesinin ailesinden kalan bazı kitapları biraz karıştırmış ve aşina olduğu sözcüklere rastlamıştı. Belki büyükannesi birkaç yıl daha burada yaşayabilseydi, ondan öğrenebilirdi.

Konaklarla dolu sokaklara rastgele gire çıka yürümüş ve en sonunda şehrin ortasından geçen yola gelmişti tekrar. Kendisine hediye edilen kitapta gördüğü şifahanenin, bu yolun karşısında, dağın yamacına kurulmuş, kendisine el salladığını fark etti. Yolun karşısına geçmek için aceleci bir tavra büründü. Neden bu kadar heyecanlandığını bilmiyordu. Önündeki yolu rahatlıkla geçip, tarihi hamamın yanından hafifçe tırmanmaya başladı. Kalbinin çarpıntısı artmıştı. Birkaç dakika içerisinde kendini şifahanenin yanı başında buldu. Durup derin birkaç nefes alarak biraz sakinleşmek için kendini kenarda duran bir taşın üstüne bıraktı. Elindeki kahvenin boş bardağını buralara kadar getirdiğini ancak çantasını açmaya yeltendiğinde fark etmişti. Trenden indiği andan itibaren tuhaf bir tesir altına girmiş ve hafif bir sarhoşluk emaresiyle şaşkın şaşkın buraya kadar gelmişti. Bardağı buruşturup çantasına koyarken kendisini buralara kadar sürükleyen kitabı çantasından çıkardı. Sayfaları hızlıca karıştırıp, şifahanenin olduğu bölümü açtı. Ardından bölümün başında yer alan büyük fotoğrafa ve önündeki taşlara işlenmiş detaylarla ruha gelen yapıya baktı. Fotoğraftakinden daha heybeti duruyordu. Aslında bu yapı bir şifahane ve bir caminin birlikteliğinden oluşuyordu. Nefesini kontrol edebilir hâle geldiğinde taşlardaki detayları yakından görmek için ayaklandı.

Şifahanenin giriş kapısı bütün görkemiyle karşısındaydı. Kapının sağ ve sol yanında yer alan süslemeler ilk bakışta bütünüyle simetrik durmaktaydı. Ancak hem elindeki kitaptan aldığı bilgiler hem de yakından incelediğinde fark ettiği detaylar doğrultusunda adeta iğne ile işlenmiş narinlikteki detayların birbirinden farklı olduğunu anlamıştı. Her bir bezemenin, bulunduğu yerde olmak adına çok geçerli sebepleri vardı. İnsan bedenini, ruhunu anlatan tasvirler bulunuyordu. İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik gibi manevi tartışmaları barındıran bezemeler de oldukça fazlaydı. Her bir detay bir hikâye, bir öğüt ve bir bilgi içeren detaylarla doluydu. Ancak detaylardan biri oldukça ilgisini çekmişti. Kapının üzerindeki ters hilal simgesinin altında, Davut Yıldızı ve onun yanında haç bulunuyordu. Babasının merakı sayesinde tarih ile haşır neşir olan birisi için bunların anlamlarını kestirmek pek de zor olmamıştı. Aslında şifahanenin girişinde bir mesaj olduğunu Leila da hemencecik anlamıştı. Burası bir şifahane, modern deyimle bir hastane bir deva mekânıydı ve buraya girebilmek için herhangi bir şart yoktu. Yani bütün dinler, ırklar ve mezhepler bu şifahaneye girebilir ve şifa bulabilirdi. Bu detay aslında kendisi ile geçmiş arasındaki köprüyü çok iyi anlatan bir detaydı. Kendisi de ömrünü insanlara şifa dağıtmaya adamış genç bir hekimdi. Ve yemin ettiği günden beri her kim olursa olsun şifasını dağıtmaya çalışmış, dertlere çare olmak için uykusuz kalmış, çocuklarının başında bekleyen annelerin ellerini tutarak onlara bir kardeş gibi destek olmuştu. Hatta kendini o kadar bu işe adamıştı ki kendi hayallerinde anne olmaya hiç yer bulamamıştı.

Kapının tesirinden biraz sıyrılıp içeriye girmek için hareketlendi. Kapının yanında duran, yaşının epey ileri olduğu belli olan adam Leila’ya bakarak başıyla selam verdi. Leila heyecanlanmıştı. Aslında ailesi, geçmişi, şifahane ya da burayla ilgili bir sürü şey öğrenebilirdi. Türkçe bilmediğini hatırlamasıyla heyecanı biraz sönümlendi. Ağır adımlarla kapıdan geçerek içeriye doğru ilerledi. Sağlı sollu odaların açıldığı geniş bir avlu Leila’yı karşıladı. Giriş aksının karşısında, avlunun bir köşesini oluşturan büyükçe bir eyvan vardı. Bu eyvan avluya göre yüksekteydi ve birkaç basamak kullanılarak ulaşılıyordu. Avlunun tam ortasında yerde spiral şeklinde açılmış suyolları ve tam spiralin merkezinde yer alan bir şadırvan vardı. Leila bu detayı kitapta görmüştü. 800 yıl önce ruh ve sinir hastalıkları tedavisinde su sesinden faydalanmak amacıyla yapılmış bir sistemdi bu spiral. Müzik ve su sesi ile tedavi bu şifahanede kullanılan bir yöntemdi. Büyük eyvana yaklaşmadan önce avluyu çevreleyen küçük odalara göz atmak istedi. Hasta odaları olarak kullanılan bu odalar oldukça küçüktü. Duvarları şaşırtmacalı örülmüş taşlarla bezeliydi. Odaların yanı başından üst kata uzanan bir merdiven vardı. Merdivenler oldukça tuhaf bir görünüme sahipti; hiçbir basamak birbirinin eş ölçüsünde değildi. Hatta bazıları oldukça yüksekti. Leila bu durumu pek anlamlandıramamıştı. Okuduğu kitapta da bu detaya hiç rastlamamıştı. Giriş kapısında taşa sanat yapanların merdivenleri bu kadar üstünkörü yapmış olması pek de anlamlı değildi. Kapıdaki yaşlı adama gidip sormamak için kendini zor tutuyordu. Zaten nasıl soracaktı ki? En iyisi bu merdiveni çıkıp yukarıda ne olduğunu keşfetmekti. Tuhaf merdiveni çıkarken basamakların dengesizliği nedeniyle düşeyazdı. Sağlıklı ve genç bedeniyle çıkarken zorlandığı merdivenleri hastaların nasıl çıktığına hayret etti. Merdivenlerin bittiği yer oldukça küçük bir hole açılıyordu. Bu holden kapıları ancak göğüs mesafesine denk gelen beş odaya giriliyordu. Odalardan birine yönelerek, kafasını çarpmadan odaya girdi. Herhâlde bu kapılardan geçen üstatlar her daim zinde, farkında ve uyanık olmalılar diye düşündü. Aksi halde odasına gelmek isteyen bir hekim 36 saatlik nöbetin ardından yatağına ulaşabilmek için bir hayli çileli bir yolculuk yaşayacaktı. Hafifçe gülümsedi kendi kendine ve uzun saatler süren mesailerini düşündü. Bu mesleğin doğası gereği hep dinç ve farkında olmak gerekti. Hataya yer yoktu bu meslekte. İnsanlar hayatlarını emanet ederlerdi ve Leila gibi diğer hekimler de her ne olursa olsun işlerini en iyi yapmak için savaşırlardı. Kafa dağınıklığı, ailevi problemler, gönül meseleleri, şifa dağıtılan kapının ardında kalmalıydı. Başkalarına şifa dağıtmak için adanmış ömürler 800 yıl önce de bugün de hep insanlığın daha iyi olması için savaşmaktaydılar.

Odalar aşağıdaki hasta odalarına nazaran biraz daha büyüktü ancak yine herhangi bir işleme yoktu. Sade ve dingindi. Köşede bir yatak ve yanında ebruli bir kilimin üzerinde bir rahle ve kandil yer alıyordu. Temsili düzenlenmiş odanın bir hekim odası olduğunu anladığında aklına tuhaf merdiven geldi. Hastaların nasıl çıktığına hayret ettiği o basamaklar belki de hastalar çıkmasın diye yapılmıştı. Hekimin sağlığı ve güvenliği için düşünülmüş detay, ustaca bir mimariyle sunulmuştu. Bu durum Leila’yı etkilemişti. Aklına üniversite yıllarında beraber sıkça vakit geçirdiği, fakültenin en güzel kızı olduğuna bütün herkesin hem fikir olduğu Lilit gelmişti. Lilit iki sene önce hayatını kurtardığı bir kadının kocası tarafından bıçaklanmıştı. Acil servise doğum sancısıyla gelen kadının kocası, bütün hastaneye dehşeti yaşatmış ve dünyalar güzeli Lilit’i arkadaşlarından ve ailesinden koparmıştı. Keşke Lilit’i koruyabilseydi. Lilit tek bir örnek değildi… Zaten kendisi de sıklıkla tedavisini yaptığı çocukların aileleri tarafından tehdit ve zorbalığa maruz kalmıyor muydu?

Düşünceleriyle verdiği hararetli tartışmayı alt kattan gelen bir ses bölmüştü. Leila duyduğu sesin tesiriyle merdivenlere yöneldi. Çıkarken zorlandığı merdivenleri telaşla indi. Ses kapının karşısındaki eyvandan geliyordu. Kapıda duran yaşlı adam eyvanın farklı köşelerine hareket ederek melodik ve şiirsel bir şeyler söylüyordu. Adam hareket ettikçe sesin verdiği tını ve his değişiyordu. Kimi zaman pes kimi zaman tiz oluyordu. Leila bu detayı kitapta görmüştü. Hastaların şifası için Kuran’dan ayetler okunuyordu. Eyvanın duvarlarında yer alan motifler ise sesi farklı frekanslara çeviriyor ve bu frekanslar da odalarda yatan hastalar için şifa oluyordu. Ancak Leila bu sesin bu denli tüyleri diken diken eden bir etkiye sahip olduğunu elbette okuyunca hissedememişti. Anlamadığı, bilmediği daha önce hiç duymadığı bu şeyin nasıl olup kendisini tesiri altına aldığını anlayamadı. Eyvanın basamaklarının birine oturup gözlerini kapatarak kendisini o sese bıraktı. Gözlerinden ellerine düşen minik damlaları silmeden yaşlı adamla hiç konuşmadan yaptıkları sohbete bıraktı kendini…

Yaşlı adama kapıdan geçerken soramadığı her şeyin cevabını almıştı aslında. Aynı dili konuşamadıklarını sanmıştı. Aslında tam olarak aynı dili konuşuyorlardı. Aynı taşlarda parmak izleri vardı ikisinin de. Tıpkı 800 yıl önceki üstatları gibi…

 

 

 

]]>
Wed, 23 Mar 2022 12:29:49 +0300 galeria.faustina
Aşkın Vicdan Hikayesi https://edebiyatblog.com/askin-vicdan-hikayesi-1744 https://edebiyatblog.com/askin-vicdan-hikayesi-1744 Her insan kendine benzeyeni sever, en çok. Belki de sana benzemediğim için sevmedin beni, kim bilir. Ben de sana benzemek istedim sonra.

Sosyal medyada bir kızla tanıştım. Önce o mesaj attı, “Şiirleriniz çok güzel, ilgiyle takip ediyorum.” diye yazdı. Teşekkür ettim ve böylece başladık bir aşk serüvenine, tabii ona göre aşk.

Sizli bizli konuşmalar, senli benliye döndü. Telefonlarımızı verdik birbirimize. Geyik muhabbetleri gırla, kakara kikiri, mesajlarda, gülücük emojileri, çiçek böcek emojileri, kalp emojileri, öpücük emojileri havada uçuşmaya başladı. Kız halinden çok memnundu. Sonra “Seni seviyorum.” dedi. “Ben de seni seviyorum.” dedim. Seni özlüyorum, ben de… Sensiz yapamam, ben de… Sen benim her şeyimsin, sen de benim… Hayatıma renk kattın,   sen de benim hayatıma…

Aslında zerre kadar sevgi yoktu içimde. Senin bana yaptığın gibi yapıyordum işte, sen oluyordum,  sana benziyordum.

Önce umut vererek sevdiğime inandırıp sonra da ayrılacaktım hiçbir şey yokmuş gibi. Kendimden tiksinti duydum bir an. Sen de duyuyor musun bilmiyorum? Her neyse. Yaptığımın çirkin bir şey olduğunun farkındaydım.

İyice inandırmıştım onu sevdiğime. Buluşmalarımız oldu, kahve fasılları, muhabbetler, öpüşmeler, küsmeler, barışmalar, tripler, adam gibi sevgili olmuştuk, sırılsıklam aşıktık… O aşıktı. 

Sevgisinin nirvanaya ulaştığı zamanlardı ve artık soğumuş gibi davranmaya başladım. Kurbanımın üzüldüğünün farkındaydım. Umursamadım, umursamıyormuş gibi yapıyordum, aslında umursuyordum, üzülüyordum perişan olmuş hâline. Görüldü yazdığı halde mesajlarına cevap vermez oldum. Sinirleniyordu; “Neyin var senin Allah’ın belası! Hani çok seviyordun şerefsiz!” diye küfürlü mesajlar atıyordu.

Bir hafta falan gördüğüm hâlde mesaj atmadım. Sonra bir arkadaşının facebooktaki paylaşımında, onun hastanede olduğunu öğrendim. Arkadaşlarına durumunun çok ciddi olduğunu ve dua etmelerini istiyordu.

O an vicdanım silahı çekip kafama dayadı ve ateş etti. ‘Ölmelisin sen pislik adam’ dedi. ‘Haklısın’ dedim. Öfkeli bir katilin kurbanının boğazını sıkar gibi sıkıyordu sanki boğazımı. Nefes alamıyordum. Telaşla hastaneye koştum. Ve yine beni gülümseyerek karşıladı. Seven insanlar böyledir işte, ağzına da s*çsan gülerek karşılıyor. Şimdi sen gelsen ben de seni böyle karşılardım. Uzaktan bakınca aptallık gibi görünüyor ama n’apsın, seviyordu ve ayrılmak istemiyordu.

Kendimden iğrendim o gün hastanede. Meğer sen ne kadar o*ospu çocuğuymuşsun. Ne kadar adi ve şerefsiz bir kişiliğin varmış. Sana benzemekten utandım, tiksinti duydum.

Sonra ne mi oldu o kadına? Bir müddet sonra kendisi ayrıldı. Bir müddet dediğim iki yıl. Sinsice yaptım bu işi, planlı programlı, üzmeden, sezdirmeden, incitmeden, ayırdım onu kendimden. Senin gibi seviyormuş gibi görünüp umut verdikten sonra pat diye ayrılmadım. Bir hayatın anasını ağlatmadım, bir kalbi parçalayıp yol kenarına atmadım yani.

Ateş yaktıkça soğurmuş, soğumuşsundur umarım. Neyse boş ver. Olacağı varmış, kadermiş, nasipmiş, kısmetmiş, hayırlısıymış, falan filan işte!

Nazım Köyce

]]>
Sun, 20 Feb 2022 14:47:41 +0300 Nazım Köyce
Zihnimdeki Sinekler https://edebiyatblog.com/kimsesizlik https://edebiyatblog.com/kimsesizlik Biriktirdiğim tüm öfkeyle doğrulurken kaburgamdan gelen çatırtıları duymazdan geldim. Bu zevkten arındırılmış dört duvar arasında, gözümü sineklerin uçuşunu izlemek gibi işlere yorabilirdim, fakat burada sineklerin uçmasına dahi izin verilmiyor. Gülümsedim. Karmaşanın ortasına çökmüştüm. Ellerimi üşüten zinciri, sanki gece boyu kırmayı denememişim gibi bir kez daha yerlere çarptım. Zincirin her halkasının teker teker dalgalanışı, odanın diğer ucundaki pencere pervazında son buldu. İnce ışık hüzmelerinin zorla misafir olduğu bu pencere ile aramda, sık örülmüş demir korkuluklar vardı.Pencereyi aralayıp odama bir sürü kelebek dolup taşsın istedim. Kanatlarındaki renklere sığınmak, kolaya kaçmak olur muydu ki? Tam orada, önümdeydi. Tanrım, sanki içeri girmek isteyecek kelebek varmış gibi.

]]>
Wed, 19 Jan 2022 21:40:25 +0300 Deyi
Hayaller Limanı Bölüm & 1 https://edebiyatblog.com/hayaller-limani-bolum-1 https://edebiyatblog.com/hayaller-limani-bolum-1 "Bitti" dedi Ayla çizdiği resmine bakarken. Aylanın yanına gidip yapmış olduğu resmine baktım. "Vay be, döktürmüşsün yine kızım." Ayla resmini eline alıp ayağa kalktı. Çok güzel bir kız çizmişti. "Ya Açelya, evet biliyorum güzel yeteneğim var ama ya o istediğim kursu kazanamazsam? Benim için oraya kabul olunmak, o sınavı geçmek geleceğim için baya yardımcı olacaktır." Çizdiği resmi onlarca çizdiği resimlerinin üzerine koydu. "Saçmalama Ayla. Senin çok güzel yeteneğin var. Bence ileride çok ünlü bir ressam olacaksın." Ayla yanıma gelip bana sarıldı. Ben de ona sarıldım. "Hadi gel aşağıya inelim. Annem güzel yemekler yapmıştır şimdi." Ayla elimden tutup beni odadan çıkarttı. Mutfaka doğru gidiyorduk. Sevil teyze bizi gördüğü gibi "Gelin bakalım güzeller, yemek hazır. Açıkmışsınızdır." Masaya doğru geçtiğimizde "Sevil teyze, ne gerek vardı? Zahmet etmişsin" dedim. Sevil teyze kendisine masaya geçtiğinde "yok kuzum. Afiyet olsun, ne zahmeti? Hadi yiyin bakalım." 

Ayla Işık. Ayla benden bir yaş büyük, canım arkadaşımdır. Çok güzel siyah boncuk, boncuk gözleri ve siyah saçları var. El yeteneğini çok seviyorum. O kadar güzel resimler çiziyor ki, ondan tam bir ressam çıkardı, ki çıkacaktı zaten. Hayali en büyük ressam veya dizayner olmaktı. Onun için kurşun atar, kurşun yerim olayına geçtin Açelyacım. Bu da benim hep konuşan ama çok zamanda boş konuşan iç sesim. Artık o kadar çok konuşuyor ki kendisine isim bile taktım. İsmi Ece. Kendimi de tanıtayım. Açelya Aktaş ben. 18 yaşındayım. Benim de en büyük hayalim dizayner ve yazar olmak. 

Ayla benim çocukluğumdan mahalle arkadaşım. Hatta aynı üniversitede okuyoruz. İkimizde dizaynerlik istediğimiz için aynı üniversiteyi yazmıştık. Ama benim ilk yılım, Aylanın ise üç hafta sonra ikinci yılı olacaktı. 

"Ah, ne yapıyorsun Ayla ya?" Ayla bana attığı yastığı tekrardan ona attım. "Oha Açelya kafama attın, neyse ya boşver ne söyleyeceğim hadi ya çıkalım dışarı dolaşırız biraz." Ayağa kalktığında beni odasına götürmek için elini uzattı. "Nereye gidiyoruz?" Odaya geldiğimizde Ayla kiyafetlerinin olduğu dolabı açtı. Kendisine bir şeyler seçiyordu. "Ne bileyim, çıkalım düşünürüz işte." Dolabından ona çok yakışan soft şeyler seçip giyinmişti. Ben zaten hazırdım. Üzerimdeki kahve renkli tişört saçlarımın rengiyle uyum sağlıyordu. "Saçlarına bayılıyorum Açelya. Bir keresinde bence sana böyle kısa saç çok yakışıyor. Rengi bilmiyorum ama o da çok hoşuma gidiyor." Yanıma gelip aynaya bakıp daha sonrasında sarılmıştı. Kahverengi ve düz saçlarımı çok seviyor. "Bence o senin güzelliğin. Saçlara bak ayrıca up uzun. Sana da böyle yakışıyor." İkimizde gülerek odadan çıktık. Sevil teyzeye haber ettikten sonra evden çıkmıştık.

1 saatdir neredeyse yürüyorduk ve konuşuyorduk. "Açelya hadi şurada oturalım, yoruldum." Başımı tamam anlamında salladım. "Burada voleybol oynuyorlar ama top bize gelmesin?" Ayla telefonuna bakarken bana da cevap veriyordu. "Boşver, onlar dikkatli oynasınlar bir zahmet." Ben de telefonumu çıkarttıktan sonra başımı Ayla'nın omzuna koydum. 

Oha, yavaş ya biraz. Görmüyor musunuz insan oturuyor burada?" Voleybol topu kafama çarpmıştı. Sinirle ayağa kalkmıştık. Yanımıza iki çocuk geldi. Birisi gidip topu götürdü. Digeride "Kusura bakmayın. Birşey olmadı değil mi? İyisinizdir umarım?" Çocuk yakışıklı birisiydi. Tipinden belli ama qıcıkdı. Qıcık mı? Açelya, saçmalama istersen? Çocuk taş değil daş. Ay ne diyorsun Ece ya? Sus bir. "İyiyimde yani biraz dikkatli olursanız güzel olur." Ayla karşımdakı çocuğun görmeyeceği şekilde koluma vurdu. Yani diyor ki sakin ol Açelyacım. "Tamam dikkat ederiz. Başka bir sorun yoksa oyuna döneceğim." Topu götüren çocuk "Yiğit hallettiysen gel." İsmi Yiğitmiş demek ki. Ay Vallaha zaten Yiğite benziyor. İç ses bir kez daha böyle sinirlerimi bozarsan psikoloğa gideceğim artık. Ay tamam susdum. Yiğit arkasını dönüp gittiğinde bizde oradan yavaş yavaş gidiyorduk. "Açelya bence biz buraya hep gelelim." Gülüp Aylaya baktım. "Niye kuzucum? Oradakı topu götüren çocuğu mu beyendin?" Şakasına söylemiştim ki bir an Ayla'nın sustuğunu fark ettim. "Ciddi olamazsın değil mi Ayla?" Ayla yüzüme bakıp "Ay ne var Açi? Sadece işte böyle biraz yakışıklı, biraz yakışıklı ve biraz yakışıklı birisi gibi." Ayla bana bazen Açi derdi. İsmim çok uzumuş diye. "Farkında mısın bilmiyorum ama cümlende üç defa o şahsın yakışıklı olduğunu belirttin." Ayla gülüp koluma girdi. "Neyse ya boşver. Hadi sizin eve vardık zaten. Sen gir eve konuşuruz sonra." Ayla öptükten sonra içeri eve geçtim. Nedense aklım şu Yiğit denen çocukta kalmıştı. Tamam yakışıklı ola bilirdi.. neyse daha fazla düşünmeyeyim. Annemin yanına gidip "Annecim ben geldim. Ne yapıyorsun?" Annem elinde bir şeyler yapıyordu. "Hoşgeldin kızım. 2 gün öncesinde yeni komşu taşınmış. Dün markete giderken karşılaştık. Tanış olmak istiyormuş evine çağırdı. Ben de eli boş gitmeyeyim diye kurabiye yapıyorum." Ne ara yeni komşu taşınmıştı ki? Hiç haberim yoktu. "Hee, tamam anne. Kolay gelsin sana ben odamdayım. Yardım lazım olursa çağırırsın." Elime suyumu alıp odama doğru geçtim. 

...

]]>
Mon, 20 Sep 2021 22:24:13 +0300 Nezrin