EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Texting https://edebiyatblog.com/rss/category/texting EdebiyatBlog & Online Blog Makale Kurgu Yaz Oku & : Texting tr-TR © 2021 | EdebiyatBlog® | Tüm Hakları Saklıdır. Kabullenişin Kıyısı https://edebiyatblog.com/kabullenisin-kiyisi https://edebiyatblog.com/kabullenisin-kiyisi Kabullenişlerin bir yenisini daha omuzlarına yüklenirken heybede birikmiş her sevgi tohumunu usulca köşeye bıraktı. Sözlerindeki ağırlığı şeffaf bir balonun içine hapsetti. Bir kez daha görse rahat edecekti. Parçalanmış gönlünü hangi kafese kapatsa aklını oynatır taşıyamayacağı bu yasla. Sahte bir sessizliği kabullenişinden beri yarı yolda olmayı hiç sevmedi. 

İşte bu ellerinle yarattığın dünya seni içine çektikte rengi ebruliden akar kara gecenin koyusuna. Bebeklere özgü bir tavırla masumiyetini sakla, yarım ağızla gülmek sana özgü değil anla. Tartıya koysak yükleri kimin ki ağır gelir bilinmez de kekremsi bir hüzün kaplamış her bir yanı aheste aheste. Yarım kalan sözler buruklaştırır yüzleri de sen bakma öyle. Tarifini veremem ama acı derinlerde. 

Yıldızı da yutmuş koyu geceyi hüzne boğarken… Ardındakini düşünse insan bırakır mı onca yük geleceğe. Geleceğin mirası dedikçe gülüyorum hayretle. Etten kemikten bir ademsin yokuşların çoktur. Alamadığın virajlar boşlukları doldurur. Durmak nedir bilmeyene sarfettiği sözler kırk kat sandıklara gizlenir. Nereden çıkarsın dersini en dibe battıkça yarası derinleşir.

]]>
Thu, 28 Dec 2023 18:20:08 +0300 Gamze
PencereCİK https://edebiyatblog.com/pencerecik https://edebiyatblog.com/pencerecik PencereCİK

Öylece oturmuş gökyüzüne bakarken karşıda bir pencere fark edip gözünü ona dikmek nasıldır bilir misiniz?

Bir pencere düşünün ki, koca apartmanın kışın çıkan o sıcak akşam güneşinin vurmadığı tek penceresi. Ev ahalisi güneş sevmeyen insanlar sanırım, kışın içinde ufacık da olsa o iç ısıtan, o umut vermeye hazır minicik güneş ışığını evlerine sokmamak için panjurları indirmiş. Üç parçaya ayrılmış bir oda camının, o bölmelerini bile minicik kutucuklara bölmüş. Onlar dışarıya o ufacık aralıktan bakarken, dışardaki hayatta onları o ufacık aralıktan, silik ve karanlık yakalamaya çalışıyor.

Aynı pencerenin yanında sanki aydınlıklara açılan kocaman bir balkon kapısı. Güneşi olduğu gibi içine almış, buyur etmiş evin yan odasının karanlığına inat. Yan yana duran, bu aynı hayata açılan yolun birisi karanlıkta birisi sarı sıcakların içinde kalmış.

Bakınca içime benzettim. İçimdeki bir şeyler koşarak o aydınlık kapıdan geçmek isterken, bir yanım o karanlıkta kalmış, hayatın ufacık gözüktüğü o pencerenin ardında sanki. Hayatı ıskalamak gibi. Azıcık bir çabayla yan odaya gidip kendini güz güneşine bırakmak varken kalkıp yürüyecek dermanı yokmuş gibi.

Ne kolay yığılıyor insanın içi. Bazen olmayan şeyler de ütülenmiş gibi buruşuksuz ama askıda giyilmeyi bekleyecek bir gömleğe benzetiyor insanı. Her şey düzgün ama her şey biraz biraz eksik gibi. Ütülenmiş gömlek de dolapta giyilmeyi bekler belki çok uzun süre. İçimizde bekler ya bazen çok uzun süre sevilmeyi, sarılınmayı. Tıpkı o kırışıksız askı gömleği gibi. Belki bir kravatla renklenip en güzel günde giyilme ümidiyle bekler kapalı dolabın içinde. Hazır kıta ama beklemekten yorgun. Sevgiye, şevkate, bir sıcak bakışa, sımsıkı bir sarılmaya, burnunu boynuna gömerek koklanmaya aç.

Mevsimden mi diye düşünürüm böyle zamanlarda. Niyeyse hep aynı zamanlar gelir bu hissiyat. Halbuki o kadar da severim ki, sarının turuncunun kahverenginin her tonunu içinde barındıran bir sonbahar dalı gibi olmayı, her yerde öyle yapraklar görmeyi, o yaprakların üstünde yürümeyi, yazın kokusunu hala saklayan ama içine çekerken burnunun içini üşüten o serin havasıyla gelen kışa hoşgelesin diyen sonbaharı. Bu kadar sevdiğin bir şey seni bu kadar hüzünlendirir mi diye düşünürüm. Sonra derim ki olur elbet, sevdiğin kimse üzmedi mi seni mevsim niye yapmasın ki. İsteyerek yapmaz belki, tıpkı sevdiğin insanlar gibi.

Sevdiğin insanlar neden yapar seni üzeceğini bile bile. Ya da bilmeden mi yaparlar acaba? Ya da sırf bencilliklerinden midir? Sen neden bencil olamadın diye kızıyorum kendime. Bok ciğerim dayanmadı derdi bir arkadaşım. Öyleyim herhalde. Bok ciğerli.

Ey sobanın kovasını boşaltmak için haftalık çizelge oluşturduğumuz, mutfağında kertenkele çıktığı için bir hafta girip su bile alamadığım evim. Orası mıydı acaba yuvam, geçici miydi yoksa o zamanlarım. İsteseydim farklı bir hayatım olur muydu yoksa ben mi istemedim. Hep bir bahane buldum kendime o ışık vurmayan pencerenin küçük aralığından bakmaya. Korumak için değil kendimi, bu şekilde daha çok eskitildi üstüm başım. Daha korumasız oldum sanki beni o aralıktan gören insanlara. Gördükleri yanlarıma ısırıkla saat yapıp zamanlarını doldurdular sanki hayatımda. Geleni kabul edip gitmeye meyillileri tutmaya çalıştım sanki hep. Gitseler ne olur korkusu yordu beni. Gidenleri de gördüm ama. Yasını tuttum, kabul ettim ve kalktım. Çok geçtim o yan odadaki kocaman balkon kapısının önüne. Çok konuştum gözlerimi kısıp vuran güneşle. Sorular sordum. Kimi zaman yanıtladı sanki beni, kimi zaman sadece gözlerimin içine bakıp anlattı demek istediklerini, eskiden beri bildiğim beni çok iyi tanıyan eskimiş bir insanım gibi.

Hepimizin insanları var değil mi. Kim benim insanlarım. Kim anlar bir duruşumdan, bir cümlemden ne hissettiğimi. Kim açar öylesine ağlamak istediğimde omzunu. Üzülme ben yanındayım diye kim der ahkam kesmeden. Zor mudur birinin gerçekten yanında olmak? Zor mudur birini en az kendin kadar düşünmek, tüm bencilliklerinden sıyrılmak.

Dönüp arkama baktım. O balkon kapısına da akşamın karanlığı sarılmak üzere. Yine de o kapıdan bakasım, sabah vuracak güneşi o kapıdan karşılayasım var. Gitsem, bu gece bu kapıyı beklemeye, yeni günün güneşini karşılamaya geldim desem bir kuru koltuk verirler mi yorgun benliğimi dinlendirmeye? Alışkınım ne de olsa berjer koltuklarda uyumaya. Az uyumadım, minicik insanım diye on kişinin yatmaya yer arandığı evlerde tekli koltuklara sığışıp. Ondandır belki kendime çok büyük alanlar aramadım insanların hayatında. Onlarına bana açtığı, ama aslında sadece kendilerine ait olan odalarındaki koltuklarda taliptim hep. Her insanımın da değil ha aklınız karışmasın. Kalabalıktır aslında hayatım ama koltuğuna talip olduğum sayılı insan oldu yanımda yöremde.

Hep anlatacak bir hikayem olduğunda yazarım derdim kendime. Şimdi var mıdır bilmem, dilim döner kelimelerim anlatır mı o göğüs sıkışmalarımı ama o küçücük pencere bana yaz dedi sanki. İçimi sıkan karanlık, güneşi doğuracak gibi zorluyor ruhumun balkon kapısını.

İsyan diyor bazıları bu hallerime. İsyan mı ediyorum yoksa içimle mi konuşuyorum bilemedim. Asilik edecek yerlerim ağrıyor sanki. Hesaplaşasım var insanlarımla. Az ve öz kavga edesim. Ağzıma geleni sayasım, dümdüz küfredesim var. Ağzı çok düzgün bir insan değilimdir ama ya keyifliyken küfrederim ya çok sinirlenince. Üzüntüsünü susarak yaşayanlardanım. Şu an sinirlisin diye yaftalandığım azdır aslında. Sinirlenince yıkarım cam çerçeve ohhh. Bardak çanak kırılır, benim sinirim ruhumdan sıyrılır sanki. Sinirlendiğim insanı korkutmam da işin cabası.

Cabaları severim bu hayatta. Havadan gelen bolluktur cabalar. Bir misketle on misket kazanmak gibidir. Sahi nerde benim çocukluk misketlerim. İçinde yazı saklayan o camdan küreler. Sokağın tozuna bulanmış, bulanık olsa da içindekilerin saklı renkler olduğunu belli eden. Çocukluğumun misketleri gibi içim. Saklı renkleri var ama üstü başı toz olmuş. Silkelenmeye, silinip paklanmaya, parlatılmaya ihtiyacı var. Hayatında tekli koltuklarım olan insanlarım, yetişin silinecek cam misketlerim var.

 

                                                                                                                                                                  Kasım 2023

]]>
Wed, 08 Nov 2023 12:56:42 +0300 Eylül Tuğçesi
ACEL https://edebiyatblog.com/acel https://edebiyatblog.com/acel Merhaba, ben Acel çok küçükken bu ismi dedem bana bırakmış gözlerini ve sağ kolunu savaşta kaybettiği için ve  sürekli titremekte olan bacakları yüzünden her işine ben koşarım acelin anlamı aceleci demekmiş eee burada böyle her zaman hızlı olmak gerekir mesela dedem dişsiz ağzıyla su dediğinde bir tas suyu  getirip bak dediğinde tahta naylonlarla çevrili pencereden gökyüzüne bakındığımda hava fişekli yada dumanlı dediğimde duymayan kulakları yüzünden bağıra bağıra söylerdim onun elli ayağı gözü kimsenin anlamadığı dili olmuştum bana eskiye dair çok şey anlatırdı yaşadığı onca kötü anıların arasında kokularına doyamadığı küçük çiçek tomurcuklarını gözü yaşlı savaşta kaybettiği evlatlarını anlatırken sanki ordaymış gibi boş olan sol koluna hepsini sığdırmış yüreğine bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu onun fazla üzülmemesi için konuyu değiştirip bir şey sorduğumda konu ta nerden nereye açılırdı mesela insan vücudu farklı olmasına rağmen yaşadığımız dünyayla nerdeyse aynı olduğunu bir insanın hangi ırkta olduğunu anlamak için göz şekli ve burun direkleri sayesinde ayrıt edebileceğini bir ev yapmak istediğinizde ise çok sayıda fare deliklerin olduğu yerde yapılmasını  ve bunun gibi  bir çok eskiye dair konuşmalar bu tür konuşmalar pek ilgimi çekmese de dev solucanları anlatırken merakla can kulağıyla dinlerdim bu dev solucanlar genellikle bir uzun insanın iki kat büyüklüğünde olup ve  tonlarca ağırlığa  sahip olduklarını  mezarlıklarda bulunup  ölülerle beslendiklerini yani anlayacağınız bütün mezarlar boş ve bu boş olan mezarlıkları düşündükçe mezarlığa gitmek korkunç bir şey dedem konuşmasını sürdürürken ben gizliden oradan uzaklaşınca  sürekli bomba ve fişeklerle yamulmuş topraktan evimizin kaba çatısından aşağıya doğru dürt parmak genişliğinde çatlamış duvarın biraz ilerisinde iki yeni fişek delikleri bu fişekler dün akşamın misafirleriydi kapıdan değil duvardan gelmişlerdi dedem ışık saçan kurşun deliklerin benim parlayan gözlerim sanıp bir torba biriktirdiğim mermi çekirdeklerini  avuçlayıp yaşadığı savaşı tekrardan anımsayıp iç geçirip an ve an anlatmaya başlayınca  gizliden kendimi dışarıya Salı verdim burası bizim evimizin küçük  avlusu  böyle  bombalardan yıkıldığına bakmayın babam bir aya kalmaz tekrardan eski haline geri döndürecektir  mesela şuan ayağımın altındaki yıkılmış duvarın görünmeyen deliklerinde üç kesilmiş örülmüş saçım sekiz dişim ve beni hep koruyan  annemin bir tel saçı  tahta kapımızın yanındaki kuru dalların  altında ise topraktan yaptığım iki küçük bebeğim var onları kimsenin görmeyeceği bir yerde saklamalıymışım  orası bence en güvenilir  yer  bak şuraya yanış tarafa bakıyorsun şaşkın babam beni ve annemin sakladığı sığınağın hemen yanı başındaki  taşların altında kalmış  yaprakları hala yeşil duran küçük dikenli  pembe gül ağacı bi ara bu gül ağacımızın üstüne bir arı konmuştu görür görmez nasılda heyecanlanıp mutlu olmuştum çünkü babam ava  çıktığı ormanlıkta bir ağacın kütüğünde bir teneke dolusu bal getirmişti  gece gündüz demeden doya doya yemiştim çok tatlı ve lezzetliydi tatlı demişken  bir keresinde birkaç tank gözükünce her zamanki gibi  babam beni ve annemi resmen toprağın altına gümüştü  üstümüze tahtalar bırakıp tekrardan topraklarla örtüp nefes almamız için yumruk kadar bir delik açıp birkaç taş ve çalı çırpıyla bizi o askerlerden saklayıp  ve hızla evin içine girip kapıyı kapatmıştı birkaç dakika geçtikten sonra birkaç asker belirledi onları delikte gördüğümde  korkunun vermiş olduğu titremeyle titi titreyip  terler oluk oluk başımdan aşağıya doğru dökülüp gözlerimi bulandırıyor  kalbim bir kelebek gibi çarpıp nefes almaktan zorlanıyordum neyse ki annemin o güvenilir şahin kanatlarını aratmayan kollarındaydım dev gibi  bir asker büyük kocaman botlarıyla tahta kapımızı ayaklarıyla vurup kırmıştı silahını içeriye doğrultup anlaşılmayan boğuk  sesler  duyuluyordu ve elbiseleri  tıpkı kurbağaların derisine benziyordu bu askerlerin iyisi de varmış dedem her defasında  anneme ” bize bir şey olduğunda bayrakları kırmızı ay ve yıldız olan askerlere sığının” dedeme nedenini sorduğumda onların bayrakları dünyada bulunan bütün bayraklarla kardeştir gölgesi evdir ana kucağıdır sıcak çorbadır taze ekmektir uzanan dost elidir adildir “ ve öbür askerin hemen arkasında bir asker daha belirlenmişti elinde uzun namlusuyla yan döndürülmüş mavi şapkasının altında kıp kırmızı bir yüz etrafı Sözen çıplak iri gözleriyle bize doğru yaklaştı ve  yaklaştı elimden olmadan korkudan tekrardan titreyip çığlık atacaktım ki  annem sım sıkı elliyle ağzımı tutu burun deliklerim bir küçülüp bir büyüyordu  siyah koca botları tam gözümün önündeydi gözlerimde göz yaşlarım birikmiş  uzun kirpiklerimde irice bir göz yaşı asılı durmuş sanki yere düştüğünde bir bomba gibi patlayacakmış  gibi  hiç kıpırdamadan durmuştum  bir iki siyah botları  hareketlenip kıvrıldı namlusunun uzun boruya benzer başı da bu  botların arasına katıldı ve tekrardan içerden  boğuk sesler duyuldu  ve gözümün önündeki namlının başı kayboldu botlar hareketlenmeye başlayınca bir el uzandı botların bağcıklarını bağlandı ellerini botlardan çeker çekmez  yere çok ama çok parlak bir şey düşmüştü askerler oradan uzaklaşınca annem rahat bir nefes alıp  tabi ben gözümü o yere düşen parlak şeyden ayırmıyor merak ediyordum  babam kısa bir süre sonra üstümüzdeki tahtaları  kaldırır kaldırmaz saçım başım toz toprak içinde olmasına rağmen buna aldırış etmeyip babamın elinden tutuğum gibi sığınaktan çıkıp o yerde duran parlayan şeyin yanında durdum üstüne  birkaç  karınca üşüşmüştü eğilip ellime alıp karıncalara üfleyip cebime koydum yumuşak gibiydi  dedem tek sol koluyla titrek bacaklarıyla yerde sürüne sürüne dış kapıya çıkmış anlaşılmayan boğuk sesiyle “ biz bu topraklarda doğduk  bu topraklarda öleceğiz  bu toprakları sahipsiz belemeyin” gibi daha ağır ve ara ara küfürlü konuşmasını sürdürürken cebimdekinin ne olduğunu merak edip elime aldım parlak kağıda sarılı bu yumuşak şeyin ne olduğunu öğrenmek için kağıdı açmaya karar verdim biraz bizimkilerden uzaklaşıp dikkatlice ve yavaş yavaş incecik kağıdı açtığımda siyah bir şey eriyip parmaklarıma bulaşınca önce biraz tiksindim sonra kokladım  bu hoş ve nefis kokunun tadını merak edip dilimi dokundurttuğumda  ne olduğunu anlamadan tek hatırladığım  bir hamlede boğazımdan aşağıya doğru kayıp yutkunduğum olmuştu  tıpkı aç bir kurt gibi saldırmıştım  bu şey çok ama çok lezzetliydi  günlerce parlak kağıdını kokladım annemin avlunun etrafındaki topladığı  tatsız tuzsuz pancarını çiğnerken aklıma o lezzetli siyah şey oymuş gibi nasılda  yutmuştum  bak işte bu parlak kağıt cebimde hiç düşürmediğim halen saklayıp her gün bir iki defa açıp koklar  tekrardan katlayıp cebime bırakırım”  annem kapıda belirlenince yüksek sesiyle “ acel  saatlerce kimle konuşuyorsun ”avuçlarımın arasındaki minnacık ve bu koca yerde tek avunduğum arkadaşımı arkama saklayarak çekingen sesimle” arkadaşımla konuşuyordum ” annem ellinde bir kap su ve tarakla “ ah kızım bırak şu kuşu” kızgın bir şekilde sesimi yükseltip” hayır bırakmam hem onun ismi kuş değil arkadaş ” annem kuşu elimden alıp kuşa ” bana bak arkadaş acelin sana anlattığı bazı sırlar olduğunu biliyorum  bu sırlar ikinizin arasında kalıp ve sık sık aceli ziyaret edip ihmal etmeyi unutma” dedikten sonra ellindeki kuşu gökyüzüne bırakıp dağılmış örüklü saçlarımın yeşil lastik tokasını çıkartıp bileğine takarak taşın üstüne oturdum siyah uzun  saçlarımı açıp mor küçük tarağını tastaki suya bandırıp bandırıp dalgalanmış saçlarımı  taramaya başlayınca ben  gökyüzündeki uçup  gözden kaybolan kuşuma dalmıştım içimden” keşke bende gökyüzünde süzülen kuşum gibi bulutlarda uçabilseydim diye düşünürken birden bire  çok korkunç bir ses duyuldu ve hemen bu sesin ardında gök yüzünde yağmur gibi kuşlar dökülmeye başladı kuş yağmuruna tutulmuştuk kuşlardan iki tanesi  ayağımın  önüne  düştü ve ben onu tanıdım bu semalarda kaybolan arkadaş dediğim kuşumdu gözlerim dolu dolu ellime aldım  boynu sarkmıştı annem avazı çıktı kadar bağırıyordu çok korkuyordum kulaklarımı sımsıkı kapattım  ar arda gelen bomba sesleri ortalığı yıkıyordu her bir bomba sesi duyduğumuzda içimizden bir şeyler kopuyor  ortalığı simsiyah dumanlar kaplıyordu yerler zangır zangır  titriyor  kuşlar uçuşuyor  hayvanlar kaçışıyor  yer altındaki fare ve  yılanlar  deliklerinden çıkmış boğuşuyor kurbağalar zıplıyor az önce başıma irice bir çekirge konup tekrardan uçmaya başlıyor  annem ve babamın sesleri duyulmuyor koşuşturup tozdan dumandan seçilmiyordu kıyamet kopmuş gibiydi annem içeriye girip bir şeyler alıp dış duvarda asılı duran  matarayı boynuna takıp  var gücüyle beni  kucağına aldığı gibi evden uzaklaşıyorduk  babamda dedemi sırtlayıp koşar adımlarla  ardımızdan gelip bize yetişmeye çalışıyordu  gökyüzü siyah  dumanlarla  kaplamış kurşunlar alkış tutmuş  bombalar patlamaya devam ediyordu  bir balinanın ağzındaki küçük balıklar gibiydik ne korkunç  ben annemin siper ettiği göğsündeydim  sım sıkı boynundan  tutmuştum  babam dedemi sırtına almış dedem anlaşılmayan dişsiz ağzıyla babamın başından kolundan vurup bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu babam duymuyordu ben söyleyeyim “beni bırak diyorum oğul beni bırak siz canınızı kurtarın“ ama babam kızarmış terli yüzüyle boynundaki damarları çıkacakmış gibi  tüm gücüyle dedemin bacaklarından sımsıkı tutmuş koşuyordu anemin nefes alış verişi hırıltı ve çığlıklara dönüşünce korkup bende bağırmaya başladım annem bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olunca beni sırtına aldı annem babamla beraber nefes nefese sırtlarında ben ve dedem kurşunlar vızır vızır yanı başımızdan işliyordu babam ve dedem arkamızda kaldılar annem beni iki büyük kayalığın arasına bırakıp koynunda nemli parçalanmış ekmekleri ve boynunda asılı matarasını çıkartıp kucağıma bırakarak kolundan tutum “ beni burada bırakma korkuyorum” telaşlı kesik kesik nefesiz sesiyle “burada kal şimdi dönerim” beni koruduğu o şahin kanatları zangır zangır titriyordu hızlı bir şekilde üstüme çalı çırpı atarak yerde çöreklenmiş babam ve dedeme koşuyordu çok dehşetli şiddetli bir patlama duyuldu ama bu patlama öyle bir patlamaydı ki kulakları yırtan patlatan ve çıldırtan bir ses arasında kaldığım kayalıklar sarsıldı sanki  bu ses kulaklarımdan girip burnumdan çıkmıştı burnumdan dumanlar ve  acı sıvılar akmaya başladı altında saklandığım  çalılıkların üstünde  sertçe bir şey düştü bir iki deprenip  durdu başım vücudumdan  kopmuştu sanki ellerim değilmiş gibi yüzümden çektim sıcak bir şeyler damlıyordu art arda dumandan kusacakmış gibi öksürüp hapşırmağa  başladım  ciğerim ağzımdan  gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu beynim  bulanmış  burun deliklerim tozla tıkanmıştı zorla üstümdeki elbiseyi çekip akan burnumu temizledim parmaklarımı hissetmiyordum  ve yoğun bir  barut ve kan kokusu duyumsadım  üstümde ip gibi damlayan sıvının  ne olduğunu çıkartamadım  uyuşan başımı ıslatıyor  patlama sesi duyulmuyordu  ne tuhaf  büyük bir dinginlik içindeydim kulaklarımda hafif bir çarpma ağrısı önümü seçemiyordum sırtımda soğuk terler dökülüp  bütün vücudum  zonkluyor kemiklerim sızlıyordu bir yarım saate yakın hiç kıpırdamadan uyku ve uyanık halimle bir sersem gibiydim korkuyordum.  sanki üstümde bir fil oturmuştu susadım kucağımdaki mataranın başındaki tıpayı uyuşmuş dişlerimle zor çekip açtım kurumuş dudaklarım sanki ilk kez suyla buluşmuştu kana kana içtim boğazım yanıyordu ağzıma bir iki lokma ekmek atıp zorla çiğneyip acıyla yutkundum diken yutuyormuşum gibiydi artık bacaklarımı hissediyor karıncalanıp iğneleniyordu biraz toparlanmıştım ve tekrardan korkmaya başladım bu sessizlik beni korkuttu tekrardan titremeye başladım üstümdeki şeyin ne olduğunu merak ettim elimle  şöyle bir yoklayınca çalılıkların arasından bir el sarkıldı  bir çığlık attım  hareketsizce duran elli bulanık gözlerle sözdüm irkildim oda ne evet bu bileğinde duran benim yeşil lastik tokamdı gözlerim doldu sımsıkı annemin sarkılan ellini tutup çektim kolu yere düştü elleri ellimdeydi sımsıkı sarıldım öptüm  öptüm  soğuktu annemin kanadını koparmışlardı bana yaklaşan top mermisine bir şahin gibi kanatlarını açıp kucağında patlamıştı  duyulmayan anne çığlıklarım göz yaşlarım hıçkıra hıçkıra gözlerimde çamurlanmış yaşlar bir yılan gibi yanaklarımda süzülüyordu ellerini yüzüme verdim avucunu öptüm  parmakları göz yaşlarımda kayıyordu kendimi biraz daha iyi hissedip kanatları altında gece boyunca güvenle uyudum  sabah boğazıma kaçan burnumu tıkatan tozlarla uyandım  öksürmeye  başlayınca kusacak gibi oldum ağzımda kapkara balgamlar atmaya başladım yüzüme çarpan tozların savrulduğu yüne bakındım ard arda verilmiş tanklar görüldü  çok şaşırdım ama bu tanklar nasıl oluyor da ses çıkartmadan tozu dumanı bir birine katıp hızla ilerliyorlardı  galiba bombanın o korkunç  sesinden kulaklarım patlamıştı duyamıyordum  bu tankların üstünde  dalgalanan kırmızı ay ve yıldızlı  bayraklarını görünce heyecanlandım  işte dedemin anlattığı iyi askerlerdi  bunlar deyip sım sıkı sarıldığım annemin kolluna karıncalar üşüşmüş  morarmış şişmiş buz gibi kesilmiş ellerinden  tutunarak  büyük bir güçlükle doğrulandım uyuşmuş bacaklarımla adım atacak halim yoktu ikide bir düşecek gibi oluyordum kayalıklardan tutunup zorla aya kalktım yanımda geçen tanklara doğru  ağır ağır yürümeye başladım  ve tankların içinden  bir asker küçük kızı görünce yüksek bir ses tonuyla arkadaşlarına ” durun şuraya bakın” başlarını  tankların deliklerden çıkartmış  birkaç asker giden tanklara telsizle  haber verilmiş dönüşünü alıyorlardı kısa bir süre sonra acelin  yanına yaklaşan birkaç asker gördükleri manzara karşısında şaşkın bakışlarıyla acele bakınırken dokuz on yaşlarında insan olup olmadığı  seçilmeyecek kadar korkunç  kemikli iki ayaklı  yaşadığı vahşeti an ve an vücudun her bir zerreciğinde okunan küçük bir kız çocuğu çamurlaşmış bir birine yapışmış kirpik ve saçları kir içerisindeki yüzünden karıncalar gezinirken sımsıkı eliyle tutuğu ve yerlerde sürünen bir kopuk şişmiş kol bunlar burada kalıp topraklarını bırakmayan ailelerin çocuklarından  biriydi belki kendilerini koruyacak bir silahları yoktu ama kocaman bombalara siper ettikleri zırh gibi yürekleri vardı  acelin elindeki kolu alıp uzaklaştırırken bir asker acele el kol işaretiyle ne yemek istediğini sorunca  acel cebinde buruşmuş çıkolata kağıdını uzatınca asker dolmuş gözlerle parlak çikolata kağıdına bakınıp hıçkıra hıçkıra acele sarılarak ağlamaya başlar askerler bir kez daha dalgalanan  Türk bayrağın karşısında gururla  selam durur eli yüzü temizlenmiş acel  çikolatasını ara ara ısırıp oda Türk bayrağını küçük  elleriyle  selamlayıp istiklal marşı okuyan askerlerin sırtında o şahin kanatları gören acel büyük bir sevgiyle dalgalanan Türk bayrağın gölgesinin altında durup  kendini annesinin o şahin kanatların altındaymış gibi hissedip dalgalanan Türk bayrağına sarılıp yükselen sesler  gökyüzündeki gri bulutları  arlandırıp  saklanan güneş gün yüzüne çıkıyordu  Türk bayrağın ay ve yıldızı acelin  gözlerinde  tüm ihtişamıyla aydınlanıyordu

….…. Son……….

]]>
Wed, 03 May 2023 23:56:42 +0300 Songül Pirinççi
HÜZNÜN KALESİ & 1 (İMTİHAN) https://edebiyatblog.com/huznun-kalesi-1-imtihan https://edebiyatblog.com/huznun-kalesi-1-imtihan

Bütün hüzün dolu yüreklere sarılıp sizi anlıyorum deyip hüngür hüngür ağlayasım var. Dağ gibi çökermiş bir insan. Gözlerinden erirmiş önce... Hüznü sîretine yansır da yakarmış bakan gözleri

Ben iki kişinin öldüğünü gördüm. Sadece bir gözde. Ama temizdi. Yalandan riyadan temizlenmiş. Huzura doymuş acılardan.

Karşılaştık.

- Acın hafifledi mi?

- Evlat acısı bu hafifler mi?

- İyi gördük ama seni sanki gençleşmişsin.

- Daha yeni ağladım bak gözlerim yangın yeri…

İçi; kurtar, der bazen insanın bakışlardan anlayan kişi sadece hissedebilir bunu. Canım yanıyor, su serp yangınıma der, o bakışlar. Bir şey söyle hadi, bir söz beni teskin etsin, diye bakan gözlere;

- Çok üzdün kendini sağlığına yazık

- Bir kaç gün sonra 3. senesi olacak. Bak işte şurası (midesini gösteriyor) her gece yanıyor. Allah kimseye evlat acısı vermesin. Anlayamazsın kızım.

- Allah merhametiyle muamele etsin. Duaların ona ulaşıyor. Anne duası bu, acıları hafifler. Hepimiz eninde sonunda orada buluşacağız. Yakındır.

- Geçmiyor ki. Her gün her gece. Üç günde bir yanına gidiyorum. Türbelere gidiyorum. Helvalar dağıtıyorum. Bak yakında koç keseceğim. Her sene yapıyorum. Yavrumun ruhu rahat olsun.

Hüzün ki bazen söze düşer yerlerde yuvarlanırda diğer bir hüzünlü kalbi arar bulur. Hüzünlü hüzünlüyü bulur. Ruhlar birbirini tanır. Teskin olmaz acılar ancak hüzünlünün gözlerine bakar da ona selam verir sır perdesinden. Bütün hüzün dolu yürekleri alıp kucaklayıp hepinizi ben anlıyorum, sabredin! demek isterdim hüngür hüngür ağlarken...

 

]]>
Wed, 09 Nov 2022 11:42:17 +0300 Gamze
Bir Gelincik Hikayesi... https://edebiyatblog.com/bir-gelincik-hikayesi https://edebiyatblog.com/bir-gelincik-hikayesi Bir zamanlar köyün birinde görkemli bir düğün yapılmış. Yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı ile dünyalar güzeli bir genç kız evlenmişler. Düğünleri dillere destan olmuş. Herkes onların düğünlerini konuşuyorlarmış.

Düğün yapıldıktan sonra herkes kendi işinde gücünde çalışmaya başlamış. Yeni evli çift de geçimini sağlamak amacıyla köydeki evlerinden uzakta olan babalarından kendilerine düğün hediyesi olarak verilen tarlayı ekerek geçinme çabası içine girmişler.

Evin erkeği her gün erkenden tarlaya gidiyormuş. Öğleyin yemeğini karısının azığına koyduğu mütevazı yiyecekler ile idare ediyormuş. Genç evliler hayatlarını bu şekilde kazanmaya çalışıyorlarmış. Erkek her sabah erkenden tarlaya gittiği için hanımın canı sıkılıyormuş. Ev işlerinden arta kalan zamanını komşuları ile geçiriyormuş.

Aradan yıllar geçmiş, çocukları olmuyormuş. Çeşitli tedavi yolları denemişler gitmedikleri doktor kalmamış, yine de çocukları olmamış. Çocuklarının olmamasına her ikisi de çok üzülüyorlarmış. Komşuları da kadına acıyarak baktıkları için kadın bir kat daha fazla üzülüyormuş. Adam geçen bu yıllar boyunca her sabah tarlaya gitmek zorunda kalıyormuş. Adam tarlaya gittiğinde hanımının evde canı çok sıkılmaya başlamış. Artık evde yalnız kalamıyormuş. Adamcağız iki arada bir derede kalmış. Tarlaya gidip çalışmak zorunda imiş. Tarlaya gittiğinde ise hanımı evde sıkılıyormuş. Aklı daima evde kalıyormuş. Tarlada çalışmasından da bir türlü verim alamamaya başlamış. Adam bu işin böyle gidemeyeceğini anlıyormuş fakat bir türlü çözüm bulamıyormuş.

Bir gün tarlada çalışken bir gelincik yavrusu bulmuş. Hemen aklına bunu eve götürür ve karısına sevdirebilirse kendisinin tarlada olduğu zamanlarda karısının da gelincik yavrusu ile oyalanacağını düşünmüş. Gelincik yavrusunu alarak akşam eve gelmiş. Karısına “bak sana bugün ne hediye getirdim. Bunu çok seveceksin” diyerek gelincik yavrusunu karısına vermiş. Karısı gelincik yavrusunu görünce çok sevmiş. Onu hemen eline almış bir çocuk gibi öperek göğsüne yaslamış. Hemen komşularına giderek gelincik yavrusunun ne ile beslendiğini öğrenmiş ve akşamdan onu kendi elleriyle beslemiş. O gece kadıncağız bir başka rahat uyumuş. Gelincik yavrusuna bir şey oldumu diyerek sık sık uyanmış fakat bundan çok memnunmuş. Ertesi sabah mutluluğuna diyecek yokmuş. Kocasını bir başka mutluluk içinde tarlaya uğurlamış. Hanımın mutlu olduğunu gören koca ise artık gözü arkada kalmadan tarlaya gitmiş. Tarlada çalışırken bir daha evi ve hanımını düşünmüyormuş. İşlerine daha çok zaman ayırıyormuş.

Aradan yıllar geçmiş, gelincik yavrusu büyümüş. Artık yetişkin bir gelincik olmuş. Evde herkes mutlu imiş. Kadın her sabah kocasını uğurladıktan sonra gelinciğe bakıyormuş. Onun yiyeceklerini hazırlıyormuş. Zaman zaman da gelincik ile konuşuyormuş.

Günler böyle geçip giderken ailenin bir çocuğu dünyaya gelmiş. Artık kadın kendilerinden başka iki cana bakmak zorundaymış. Gelinciğe eskisinden daha fazla sevgi göstermeye özen gösterirken kendi çocuğuna da tüm sevgisini veriyormuş. Eski zamanların geride kaldığını düşünerek şimdi canının sıkılmasını bırakın zamanı yetmiyormuş. Akşam eve gelen kocasıyla bile ilgilenemiyormuş. Kocası bazen kendisine takılarak “benimle hiç ilgilenmiyorsun, benim pabucumu dama atıldı” diyormuş.

Günler böyle geçip giderken komşuları kadının evine gelip “bu gelinciği artık kovalamalısın. Çünkü gelincik kıskanç hayvandır senin sevginin bölündüğünü yani çocuğunu sevdiğini görünce kıskanarak çocuğuna zarar verebilir” demeye başlamışlar. Aynı şekilde kocası da “artık bu hayvanı gönderelim bak çocuğumuz da var artık canın sıkılmaz. Gelincik çocuğumuza zarar verebilir” diyerek gelinciğin gitmesini istiyormuş. Fakat kadın “hayır ben bu gelinciği bir yere gönderemem benim en sıkıntılı günlerimde o bana yar ve yarenlik yaptı” diyerek gelinciği göndermiyormuş.

Komşulardan ve kocasından gelen tüm baskılara rağmen kadın gelinciği göndermiyormuş. Hatta onu daha sevmeye başlamış.

Günlerden bir gün, kadın kocasını tarlaya yolcu ettikten sonra evin eşiğinde otururken komşuları gelmiş ve onlarla konuşmaya dalmış. Bu konuşma sırasında bebek beşiğinde uyuyormuş. Gelincikte evin içinde bebeğin yanında uyuyormuş. Dış kapı eşiğinde konuşurken evin içinden bir gürültünün geldiğini duymuşlar. Komşuları, kadına “bak biz sana dememiş miydik, gelincik çocuğa zarar verdi, onu öldürdü” diyerek kadını heyecanlandırmışlar. Bir hışımla kadın yerinden kalkmış ve odanın kapısını açmış. Bir de ne görsün gelinciğin ağzı kanlar içinde açılan kapıdan dışarıya doğru kaçıyormuş. Bunu gören kadın beyninden vurulmuşa dönmüş. Hemen eline aldığı bir sopa ile gelinciğe vurmaya başlamış. Öyle bir vurmuş ki dakikalarca sürmüş. Artık gelincik orada hayatını kaybetmiş, fakat kadın hırsını hala alamamış. Bir zaman sonra çocuğu aklına gelmiş. Elindeki sopayı fırlatıp, koşarak eve girmiş ve çocuğunun yattığı beşiğin yanına varmış. Birde ne görsün ki; Beşiğin üzerinde kocaman bir yılan fakat yılanın başı yok. Yılan ölmüş. Gelincik yılandan çocuğu kurtarmış. Kapı açıldığında da yılanın başı ağzında ve her tarafı kanlar içindeymiş. Kadın yavrusunu kurtaran ve uzun zamandır hayat arkadaşı olan gelinciği kendi elleri ile öldürdüğüne çok üzülmüş. Günlerce kendine gelememiş ve sürekli ağlamış.

Alıntı.

]]>
Sat, 06 Aug 2022 15:33:46 +0300 Rüya gibi
Vişne Zamanı https://edebiyatblog.com/visne-zamani https://edebiyatblog.com/visne-zamani Bu parşömende çürümüş vişne lekeleri var. Eller, gözyaşları ama en çok çürük vişne. Gizlemek için çok çaba sarf ettiğim en sonunda öyle bir yere gizlediğim için yerini bulamadığım vişneler. Bekleyen her şey çürür lakin hiçbir çürümseme lekeleriyle yeniden bir hayat inşa edemez. Mürekkebini takas pazarında mezata çıkarmasını istiyorum kalemimin. İçi boşalan bir şeyi yeniden doldurmak ve yeniden yeniden yazmak. Yazmanın insana verdiği haz üzerine düşündüğüm bir zaman diliminde aralayıp penceremi hayasızca bağırıyorum sokak köpeklerine. En çok kediler gülüyor halime yine de.

Kedilerin belirli bir örgüte mensup olduklarına neredeyse emin olduğumdan asla bulaşmam akıllı halimle. Bu yüzden hızlıdan pencereden geri sokuyorum gövdemi iki göze sahip olan evime. Şerhim var ölülerin bize dar ettiği yeryüzüne. Kapı zillerinin üstündeki isimler yalan. Bulamıyorum aradığım yüzleri, bulamıyorum dairelerin duvarlarına karışmış acılarını. Vişnelerden evvel çürüyen tek şey zaman

Herkes her şeyi biliyor. Susuyorlar. Herkes yutuveriyor kabul etmediğini. Oysa neydi insan

İki göz odaya 50 yıl harcayan , yine de hiçbir şey yokmuşçasına ağzını sıkı sıkıya kapayan. Yanı başında ölse biri aman ha ben buradayken olmaz diyecek kadar çıkarlarına sarılan. Neydi insan? Kapı zillerine ölmüşlerini bırakıp kapı ardında kendini en donanımlı şövalye sanan ? Antre boşluklarını bile andıramayacak yoksunluktaki yansımaları , ellerine bakacak cesareti gösteremeyen esaretleri kadar var olamayandan başka ne olabilir ki insan

Düşünmenin ardında bir ordu var. Körü körüne inançtan birazda cehaletten uzak. Cehalet demişken hakkını veren tanıdıklarım var. Öyle cesur öyle kabalar

Sığabildikleri bir tek dünya var. Portakaldan öteye geçmeyen ama renkten de pek haberdar sayılmazlar

Ziyadesiyle doymuş ama ruhları açlıktan saldıranlar

Cümlenin anlamını yalnızca noktalamayı yanlış yere koymak bozmaz, yanlış yere attığım her adım bu paragraftaki her cümleyi asıyor yalnızlıklarından. Parşömen renk değiştiriyorken, cümlelerin içi boşalıp akıyor , birikecek hiçbir derinlik bulamıyorken bir şarkı çalıyor arka mahallede

Sanki annemin çekmecesinden çıkıp gelmiş bu sözler , küçükken o çekmeceyi hep merak eder hane boşalır boşalmaz kurcalamaya giderdim

Tıkış tıkış bir çekmece içinde annemden , babamdan, kardeşlerimden ah kardeşlerim ki görmesinler içimin çürüyen vişnelerini.

Minnettarım bu amansız çileye. Ne kadar yok saysanız da bu dünya üzerindeki izlerimi, ne kadar erkekseniz başıma vururken elinizi, ne kadar yaralıysanız çocukluğunuzdan tüm bunları affınıza sığdıramadığınızdan her sabah bayram ayakkabısı gibi koyduğunuzdan yatağımın kenarına, mutluluk sayıyorum tek başıma topraktan yetişip köksüz bir fesleğenden olma hayatımı. Ne suyunuza ne saksınıza muhtacım.

 Yalnızca çorakta olsa toprağa.....

]]>
Sat, 09 Jul 2022 01:03:42 +0300 EzoSayn2
Yabancı https://edebiyatblog.com/yabanci-3037 https://edebiyatblog.com/yabanci-3037 Thu, 30 Jun 2022 19:04:48 +0300 from_misr