SONDAN BAŞA | 3. BÖLÜM

Ocak 3, 2023 - 09:25
 0

1. 3. BÖLÜM

3. BÖLÜM

10 gün önce;

Elinde fotoğraf makinesi, sırtında on yıllık kadim dostu eski gitarıyla sahile iniyordu genç adam sabahın bu erken vaktinde. Tek derdi içindeki sanat aşkını bir nebze olsun bastırabilmekti, fotoğraf makinesinin bahtına düşen harikulade bir gündoğumuyla. O yüzdendi uykusundan tereddütsüz fedakarlık yapması. 

Adımları olabildiğince hızlıydı. O muhteşem manzarayı kaçırmak istemiyordu. Aksi takdirde yarın sabah yine uykusundan feragat etmesi gerekecekti ki içindeki sanat aşkı için de olsa uykusuna yeterince düşkündü genç adam. Saatin akrebinin oldukça erken bir vakti göstermesi neyse de bu saatlerde kışın kara ayazı çok vurucuydu be. İşte onun için erkenden bitirme derdindeydi işini.

Bacaklarını tam sarmasa da bol da sayılmayan siyah dar paça pantolonunun paçalarını siyah bağcıklı botlarının bilek kısmında toplamış, ayakkabısının görüntüsünü gözler önüne seriyordu. Ellerinde yine siyah yarım eldivenleri bulunmasına rağmen, Samsun'un sabah ayazından nasibini parmak uçları da almış, renkleri hafif mora dönmeye başlamıştı. Sakin sakin burnunu çekiyordu arada.

Dağınık saçları yüzüne vuran rüzgarda savrulurken çehresine hafif bir serserilik katıyordu. Karizmasını bozacak diye hasta olmayı göze alacak olan adam kafasına bere takmaktan kaçınıyor, karizmasına karizma katan atkısını da gevşek bırakmak suretiyle boynundan hiç eksik etmiyordu kış aylarında. Tam bir fotoğrafçı tipi de olsa fotoğrafçılıkla sadece hobi olarak ilgilenen genç henüz yirmi dört yaşında bir üniversite öğrencisinden fazlası değildi. Yaklaşmaya korkanların bahane ettiği serseri bakışları bir de ailesine yük olmadan okumak için bir kafede garson olarak çalışırken görülmeliydi. Oldukça sıcak, kimi zaman sempatik, çoğu zaman muzip... 

Bu saatte, aklını peynir ekmekle yemediklerinden olsa gerek yurdum insanından tek bir Allah'ın kulu yoktu sokakta. Tarık sahilde de tek başına olacağını düşünüyor ve içten içe rahatça poz yakalayabilmek için sakin bir ortamın daha uygun olduğu fikrini kafasında döndürüp duruyor, kendince sayısız hesap yapıyordu. Adımları düşünceleriyle doğru orantılıymış gibi daha da hızlanıyordu. 

Kısa sürede sahile varan genç adam, boylu boyunca uzanan mükemmel ötesi kordon boyuna baktı. Karadeniz kışın daha bir hırçındı. Kayalıklar daha bir sert... Güneş normalden daha nazlı... Deniz kokusu da daha keskin, daha burun yakıcı, daha iç gıdıklayıcıydı sanki. Suların kayalara vuruşu huzuru temsil edemeyecek kadar acımasızdı belki ama ne yapıp edip insanı o acımasızlıkla bile huzura çekiyordu. Karadenizdi; Türkiye'nin samimi, asi kızıydı vesselam.

Memnun bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları hoşnutluğunu belirtirmişçesine. Güneş daha ışıklarını hediye etmemişti. Yeryüzü aydınlanmış ama ufukta nazlı kızımız henüz yerini almamıştı. Her zaman sol bileğinde yer alan saatine bakarak vakti kontrol etti. Henüz doğuma iki dakika vardı. o sırada hazırlığını yapabilirdi. Hoş, evden çıkmadan gerekli kontrolleri yapmıştı ama tedbirli olmak gerekti. Sonuçta üç dakikası falan vardı toplamda o anı yakalayabilmek için. 

Boynundaki fotoğraf makinesini çıkartarak son kontrollerini yaptı ve gözünü nazlı gelinini bekleyen bir damat havasında ufka çevirdi. Lakin çabası boşunaydı. Gözleri ufka baksa da gördüğü bir kır papatyasıydı. Hem de ne kır papatyası ama... Boynunda kendisininki gibi bir fotoğraf makinesi, tek dizinin üstüne hafif çökmüş o da tıpkı genç adam gibi ayazın bu vaktinde gündoğumuna talip. Sen gündoğumuna ben sana... 

Tarık istemsizce sırıttı düşüncelerine. Gündoğumunu da kim takardı şimdi? Karamel saçları dalga dalga omuzlarının biraz aşağısına dökülen kır papatyası yan profilden gündoğumundan da şahane geliyordu gözüne. Uzaklıktan mı küçük gözükmüştü bilmiyordu ama küçük, tavşan burnu soğuktan olsa gerek hafif kızarmıştı. 

Kamerasının yönü gündoğumundan bu leziz manzaraya çoktan dönmüştü. Artık profesyonellikten refleks haline gelmiş bir şekilde önce kamerasının önünü döndüre döndüre uzak, yakın, odak ayarlaması yaptı. Hemen ardından vakit kaybetmeden de deklanşöre ulaştı parmağı. Bir, iki, üç... Derken kaç poz çekti o da bilmiyordu. 

Birinde elini saçlarına daldırmış, tekinde çektiği fotoğraflara bakıyor, bir diğerinde çektiği fotoğraflardan hoşnut mükemmel bir şekilde gülümsüyor sonra yerdeki dizi uyuşmuş olacak yere dayadığı diziyle öbürünü değiştiriyor, güneşin doğuşunu çekerken bir yandan da izliyor, çözülmüş bağcığını bağlıyor. 

Her birini an be an bıkmadan, usanmadan fotoğrafladı genç adam büyük bir zevkle. Her şeyini çekmiş, incelemiş, görmüştü. Karamel rengindeki dalgalı saçlarını, narin ellerini, zayıf ve kusursuz bedenini, küçük burnunu, yüzünün sağ profilini, kendisinin aksine sağ bileğine taktığı saatini, saatinin hemen üzerinde yer alan deri bilekliklerini... 

Tek gözlerinin rengini görememişti. Gerçi yüzünü önden de görmemişti ama olsun. Sağ profili de oldukça dikkat çekiciydi. Yüzünde makyaj yoktu kızın. Zaten hafif hafif çiseleyen yağmurda dertsiz, tasasız sadece gündoğumuna odaklanan bir kız da makyaja takılmazdı. Yağan yağmuru zerre takmamış, hatta bir süre yüzünü gökyüzüne kaldırarak onu ıslatmasına izin vermişti. Erimekten korkan şeker kızların (!) aksine... Islanan saçlarını da hiçbir şey olmamış gibi sadece hafif bir el hareketiyle omuzlarından geriye ittirmiş ve fotoğraflama işine devam etmişti. 

Eh! Tarık da kaçırır mı? Elbette ki o muhteşem kareyi de yakalamış ve senelik profesyonel mankenlere taş çıkartan bu kızın o anına tam anlamıyla hayran kalmış, tek kelimeyle tutulmuştu. 

Çektiği fotoğrafları kontrol etmek için durduğu pozisyondan dik bir hale geçti Tarık. Çekerken hiçbir pozunu kaybetmeyeyim diye çektikten sonra tek bir tanesine bile bakmamış, şimdi her birini teker teker inceliyordu yüzünde görenleri hayran bırakacak türden bir sırıtışla. Altmışa yakın kareyi tek tek inceledikten sonra kır papatyasına bakmak için kafasını kaldırdı. Ne yazık ki gündoğumu bitmiş, kır papatyası gitmişti. Tarık'a da saf saf etrafına bakmak kalmıştı. 'Tüh!' Dedi içinden. 

Henüz telefon numarasını alacaktı. Sonra kendi kendiyle dalga geçti. Bırak telefon numarası almayı daha kızın yanına gidip ismini bile soramamıştı bir de telefon numarasından bahsediyordu. Şansına saydırdı bir müddet içinden. Ne vardı sanki fotoğraflara dalacak. Eve gidince incelenmiyordu sanki o fotoğraflar. Hem bilgisayarda büyük ekranda daha da güzel incelerdi. Kaldı ki gittiğinde bilgisayar ekranında tekrardan baştan sona inceleyecekti zaten. 

Telefonun çalma sesiyle irkildi daldığı yerden. Kızın, dakikalarca fotoğraf çektiği yere daldığını o zaman fark etmişti. Kamerayı boynuna asıp derince bir ofladı. Bir eliyle ensesini ovalarken diğer eliyle de cebinden telefonunu çıkardı. Arayan Serkan'dı. Sabahın köründe öldürseler uyanmazdı bunlar. Hayırdır İnşallah diye geçirdi içinden.

"Alo!"

"Efendim Serkan."

"Nerdesin oğlum sen kaç saattir? Kahvaltıya bekliyoruz."

"Daha kargalar bokunu yememiş, kardeşim. Siz bu saatte kahvaltı mı yapıyorsunuz? Hayırdır kargaları mı çağırdınız kahvaltıya?" 

"Kes lan tatavayı. Saatten haberin var mı senin? Dersimiz var erken saatte."

Sol bileğindeki saate baktı. Ne kadar süredir buradaydı? Bu kadar uzun mu sürmüştü fotoğraflara bakması? İçinden saydırdı geçen zamana. Canuna yandığımın vakti, ne de çabuk geçeyi. Ayakları da uyuşmuştu. İki buçuk saattir ayakta dikildiği yerde fotoğraf incelerse elbet kız da giderdi, ayakları da uyuşurdu. Alnını ovuşturdu. Esen rüzgar, sızlatmıştı.

"Alo, kime diyorum lan !! "

Telefondan gelen sesle irkildi. 

"Burdayım, burada. Geliyorum ben yirmi dakikaya, tamam."

" Nerdeysen çabuk ol! Gelirken de mümkünse şu bizim hayvanları doyurabilecek kadar ekmek al. Adamlar et yemiyor, otlanmıyor, ekmek gömüyorlar ha bire." 

"Tamam kapat hadi kapat."

Aldığı komutla ayakları sahilin tam tersi istikametinde kalan öğrenci evlerine doğru çevrildi. Aldığı talimat üzerine önce fırına uğrayıp sonra da eve gitmek için kafasında rotasını belirledi. 

Aklında gözlerini görmediği, göremediği kır papatyası, yüzünde aklındakilerden ötürü oluşmuş bir sırıtma... Sırıttığını ancak girdiği fırındaki beyefendinin bir şey olup olmadığıyla ilgili sorusu üzerine fark etmişti.

Aldığı ekmeklerle öğrenci evlerinin bulunduğu apartmanın kapısından içeri girdi. Üçüncü kattaki evlerine merdivenlerden ıslık çala çala çıktı. Montunun cebinden çıkardığı anahtarla fakirhanelerinin de kapısını açarak içeri girdi. Kızı kaybetmişti, ismini öğrenememiş, numarasını alamamıştı belki ama fotoğrafları vardı. Ayrıca kendinden biliyordu. Yarın yine gelecekti kız. Nasıl emindi bilmiyordu ama sözleşmişler gibi hissediyordu. Halbuki kız kendisini görmemişti bile. Yarın da mutlaka o saatte aynı yerde olacaktı kır papatyası. İçinden bir ses öyle diyordu. Sevinçliydi o yüzden.

İçeri girerek, önce montunu çıkartıp portmantoya astı. Ardından kokuların yayıldığı merkeze doğru ilerledi. Mutfağa girince kahvaltı sofrasında uyuklayan ikili gözüne ilişti önce. Sonrasında tezgahta yaptığı patatesli yumurtanın üstünü bir aşçı edasıyla kaşar ve maydanozla süsleyen Serkan... Eh! Öğrenci evi sonuçta, vazgeçilmez menüleri patatesli yumurta. 

Masada uyuklayan Yılmaz'la Eren'in enselerine birer tane yapıştırırken aldığı ekmeği de masaya bırakmıştı. Neşesi yerindeydi. Tek derdi kahvaltıdan sonra fotoğrafları tekrar tekrar incelemekti. Yumurtayı ortaya koyduktan sonra Serkan da gelmiş ve kadro tamamlanmıştı. Ekmek bölüştürülerek herkes kahvaltısına başladı.

Kahvaltısını yapmak için önündekilere gömülmüş olan genç adam bir an duraksadı. Kahvaltı masasındaki tabaklara kendinden başka kimsenin uzanmadığını görünce yemek yemesini duraklattı. Bu açlar hayatta tabakların dibi görünmeden yemeği bırakmaz, genelde kıtlıktan çıkmış gibi yerlerdi her daim. Kafasını ağır çekimde masadan kaldıran Tarık, deli kedi görmüş gibi bakan üç genç adamla karşılaştı. 'Ne var?' dercesine kafasını salladı. Genç adamlar önce birbirleriyle bakıştılar sonra durumu anlatabilecek en doğru kişiye bıraktılar sözü: Serkan'a.

"Kardeşim!"

"Hı?"

Bir yandan da ağzındaki ekmeği çiğnemeye devam ediyordu Tarık. 

"Ölüyor musun?"

Boş boş baktı Serkan'a. Ne saçmalıyordu bu. 

"Niye yumurtadan sonra bir de helva mı yapayım dedin? Nerden çıktı oğlum şimdi?"

"Hastaneye falan gittin sandık sabah sabah. Gelince de böyle olunca..."

"Sahile gittim, fotoğraf çekmeye. Hem nasıl olunca, ne varmış halimde?"

Aklına gelenlerle önce mutlulukla sırıtmış, cümlenin sonuna doğruysa tek kaşı hafif yukarı doğru yol almıştı.

Bu cevabı üzerine genç adamların üçü birden derin bir nefes alarak bir ha'lamışlardı. Lafı Yılmaz devralmıştı

"Ha, senin bu neşen ondan. Ne bilelim oğlum geldiğinden beri salak salak sırıtıp duruyorsun. Leyla oldu herhalde dedik. Ver de bakalım o zaman seni bu kadar mutlu eden şu mükemmel resimlere. Bir de biz puanlayalım."

Fotoğraf makinesine uzanan Yılmaz'ın elinin üstüne ani bir refleksle bir tane şaplatmış, makinesini de hemen masanın üzerinden kaldırmıştı. Normalde kendiyle ilgili olayları zaten çok anlatmazdı. Ama kır papatyasını özellikle kendine saklamak istiyordu.

"Çek oğlum ellerini bebeğimin üzerinden."

Serkan'ın tek kaşı merakla kalkmıştı. Yılmaz ise alayla konuşmuştu.

"Aman yemedik be! Gören duyan da dünyanın yedi harikasını çekip 8. Harikayı yarattı sanacak."

Serkan işkillenmiş gibi sordu.

"Ne çektin kardeşim bu kadar harikulade de bizden saklıyorsun?"

Arkadaşları bazen meczup diyorlardı bazen mecnun. Kah şair oluyordu gözlerinde kah içinde romantik bir çocuk... Arada bi' Serkan anlıyordu, diğerleri kafa bile yormuyordu.

Tarık araladı dudaklarını yine kendi dilince, düşünmedi millet ne der diye.

"Koca gökyüzünde tek bir bulut vardı. Ben o bulutta hapsolmuş bir damla... Milyonlarca kara parçasını barındıran yeryüzünde  şu mevsimde tek bir papatya vardı. Bir kır papatyası... Damlanın tek derdi toprağa karışmaktı, nasibinde olansa İnşallah kır papatyası."

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

TEKERRÜR Kendi çapında okur, yazar.