ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ

Kendiyle yüzleşmek, son olduğunu bilmeden son kez yıldızları izlediği toprağın üstünde hayatında bir ilki gerçekleştiren kız, kaybedeceğini bildiği bir savaşa giriyor.

Mart 17, 2023 - 00:43
 0
ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ
Ruhun topraktan bi haber yıldızlara karışacağını bilmeden...

ZİHNİN KALBE DÖKÜLEN İHANETLERİ

Güneş ışıltısını azaltmış, sabah bütün yorgunluğunu gecenin sırtına yüklemeye başlamıştı. Kuşkusuz hayatımda yaptığım en saçma şeyi yaparak havanın kararmasına az bir vakit kalmışken sonbaharın etkisiyle yapraklarını dökmeye başlayan ormana atmıştım kendimi.

Patika yolda ilerlemeye başladım yavaş adımlar ile. Kendi içimde çok derdim vardı ama ne olduğunu bilmiyordum işte. Kalbim üstüne yüklenen yüklerin ne olduğunu bilmeden taşımaya çalışıyordu aciz bir şekilde. Bir yılan sinsice yaklaşarak önce tenimi okşuyor sonra da içinde bulunan bütün çiçekler ölene kadar zehrini salıyordu bedenime adeta. Öyle çok yük hissediyordum ki omuzlarımın üzerinde her yutkunduğum da düğüm düğüm oluyordu boğazım. Sanki prangalar ruhumun ayaklarına değil de bilhassa nefes alamayayım diye boğazıma bağlanmıştı.

Hayatım boyunca birçok hata yapmış ve bunun cezasını fazlasıyla çekmiştim. Lakin durum sadece cezanızı çekmeniz ile bitmiyordu. Fiziksel ceza biter yerini ruhsal acıya bırakırdı. Geceler boyu tırnaklarımı kemirir ve kendimi tam şu an olduğum yerde bulurdum. Geceleri çıkar koşarak şu an yürüdüğüm patika yola atardım kendimi. Bildiğim tek şey yaşadığım gerçeklikten kaçmak olmuştu her zaman. Asla bilemedim özgürce dolaşmanın ne demek olduğunu. Düşünemezdim. Düşünmek acı veren bir işkence niteliğindeydi benim için ama bu düşüncemin aksine her zaman düşünebilen insanlara özenirdim. Çünkü özgür olan insanlara çok özenirdim ve düşünmek hayatınızda yapabileceğiniz en özgür aktivitelerden bir tanesiydi.

Küçüklüğüm hayal kurarak geçerdi benim. Şimdi ise bütün hayallerim bir daha kurulmamak üzere yerin dört metre altına gömülmüştü. Öyle ya bu bile bir yüktü omuzlarımın üstünde. Her nefes aldığımda ciğerlerime batan bir kıymıktı. Hayallerimi gün gün çürüten bir avuç toprak her seferinde kendime küfretme sebebim olmuştu.

Yeniden kendimi patika yolda bulduğumda içim titredi. Gözümde canlanan anıları bir kenara bırakarak adımlamaya başladım. Bu yol nereye gider bilmezdim ama yine de gitmeye devam ediyordum işte. Benim için asla bir sonu olmamıştı ve her seferinde gözlerimi bu hayata ne zaman kapatırsam işte o zaman bu yolun sonuna geleceğimi düşünürdüm. Garip bir düşünceydi ancak benim için alışılmadık değildi.

Botlarımın yere temas ettiği her adımda gelen yaprak hışırtıları içimi sıcak bir kahvenin kokusunun ısıttığı gibi ısıtmıştı. Esen rüzgâr arkada topuz halde duran dağınık saçlarımı yüzümden savuruyor ve onları özgürlüklerine kavuşturuyordu. Gözlerimi kıstım ve ellerimi kiremit renginde olan paltomun ceplerine yerleştirdim. Isınmaya başlayan ellerim ile birlikte vücudum dengesini toparlamaya başlamıştı. Olduğum yer neresiydi bilmiyordum ama durdum. Gözlerimi kapattım ve hayatım boyunca hayata yaptığım nankörlükleri düşündüm. Kendime ne çok nankörlük yaptığımı saymayı bırakmıştım on yedi yaşından sonra.

O zamanlar ayaklarım yerde duruyordu. Dikiliyordum böyle kapalı gözlerle hiçbir şey yapmadan, yapamadan. Şimdi yirmili yaşlarımın başında yine aynı yerde dururken ayaklarım yere basıyor muydu bilmiyordum. Çünkü ruhum arsızca uçmaktan aciz olan bedenimden göklere yükselmesini istiyordu. Ruhum bedenimden ayrılıyor ve sanki göklerde süzülüyordu.

Şu an ayaklarım yere temas ediyor muydu bilmiyordum. Çünkü daha önce acımasızca defalarca kırılmış olan bileklere ve falakaya alınmış, ıslak bezlerle dövülmüş ayaklara sahiptim. Ayaklarım yere basıyorsa bile sağlam olmadığımı ve bir rüzgârın beni alıp götürebileceğini biliyordum. Hayır demezdim, itiraz etmez ve güçsüzlüğümü kabullenirdim sessizce. Konuşsam, bağırsam faydası olur muydu?

Cebimden telefonumu çıkardıktan sonra bir şarkıyı açtım ıssız ormanın sessizliğine karşılık olarak. Kararan hava eşliğinde tam olarak bulunduğum noktaya, yolun ortasına oturdum. Kulaklarımı dolduran notalar bedenimi battaniye edasıyla sarıyordu.

“Giderim alışığım gitmelere,”

Kulaklarımda dans eden melodiye karıştı sesim. Kelimeler kendini tekrar etti ve dilimde can buldu sözcükler.

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır.” dedim fısıldayarak.

Arsızdım ben. Ne yetinmeyi ne kabullenmeyi bilmiştim şu yaşıma kadar. Ne azı tatmin ederdi ne çoğu. Hep daha fazlasını istemiştim şu zamana kadar. Bazen nankör bazen bencil oldum ama yine de beni etkilemedi. Hâlâ nankörce düşüncelere kapılıyor ve hakimiyetimi kaybediyordum. Bu rüzgârın daha fazla esmesini istiyordum, bu hava az daha kararsın, yıldızlar daha çok görünsün ve ben daha çok nankörlük yapayım. Kendimi, o çok bilmiş egomu tatmin edeyim.

Kıskançtım da aynı zamanda. Benden başarılı herhangi birisi, takdiri hak eden herhangi bir şey içimde nefret ettiğim bir hissin oluşmasına sebep oluyordu. Senelerdir kendi hırsıma yenik düşerek çirkefleşiyordum. Eğer sizi tatile sınavı kazandığınız için götürüyorlar, eğer size bisikleti karnenizin üstüne konulan takdir belgesi için alıyorlarsa hayatta güzel şeyleri elde etmek için bir şeyleri başarmaktan başka şansınız kalmıyor. Şu yaşıma kadar bana bir şeyleri yapmam için konulan şartlar beni arsız, kıskanç, nankör ve bazen de bencil yapmıştı.

İnsanlara zarar veren ve kalp kıran birisi olmamıştım hiçbir zaman. Tam tersine fazla yufka yüreğimden dolayı dolandırıldım hep. Yeni büyümeye başlamış bir çiçek gibiydi güvenim. Büyüdü, çiçek açtı ve birisi tarafından zalimce koparılarak çiçeklerden oluşan bir tacın son parçası olarak yerleştirildi.

İnsanlar düzen mahkumuydu. Herkes bencildi, herkes nankörlüğün kitabını yazmıştı ve bu durumda ben düzenin ta kendisi olmuştum.

“Seni gördüğüm zaman,”

“Dilim neden tutulur?”

Değişen şarkının melodisi kulağımı doldurduğunda içimde nahoş bir hissiyat vardı. Bedenim zihnimden habersiz müziğe uyum sağlayarak sallanmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım, o klasik nefesten. Midemde bulunan kelebek cesetlerinin arasında gezindiğini hissetmek istedim o an. Sonra soluk borumdan içindeki zehir ile dışarıya çıktı nefesim.

“Aşkımı sevgiliye, derdimi sevgiliye.”

“Haydi söyle,”

“Onu nasıl sevdiğimi,”

“Haydi söyle,”

“Rüyalarda gördüğümü.”

Şarkı söylemek ruhumda yanan alevi biraz olsun dindirebiliyordu. Arkadan gelen gitar sesi bana huzur verirken eşlik etmeye devam ettim.

“Haydi söyle, uykusuz gecelerimi.”

“Haydi söyle...”

Gitar sesi yavaş bir şekilde etkisini kaybettikten sonra şarkı yerini bir başkasına bırakmıştı. Telefonumu elime aldım ve açık olan internetimi kapattıktan sonra flaşımı açtım. Zifir karanlık orman ürkütücü sesler ile doluydu. Oturduğum yerden ayağa kalktım ve flaşı etrafımda tam tur gezdirdim. Gözlerim gökyüzünü hedef aldığından başımı yukarıya kaldırdım ve yıldızların güzelliği karşısında ağzım açık kaldı. İçimden gelen ağlama isteğine bir anlam veremeyerek bastırdım. Boğazım düğümlendi ve yeniden o sıkı hissi hissettim. Nefes almamı engelleyen ipin ucu nerede bilmiyordum ama tam olarak şu an boğazımı sıkmak için gerilmiş olduğu aşikardı.

“Ne kadar güzel,” dedim fısıldayarak.

Patika yoldan çıkarak toprak bir alana geldiğimde önce dizlerimin üzerine çöktüm ve ardından sırt üstü uzandım. Bu sefer aklımda gezinen hastane anıları olmuştu. Zihnimin loş yerlerinde korkutucu sesler çıkartarak beni zayıf düşürmeye çalışıyordu.

Hayatımın yarısından fazlası hastane koridorlarında geriye kalanı da psikoloğumun odasında geçmişti. Kanseri bir kere yenmiş ama yeniden yakalanmış bir bireyin psikolojisi çok önemliydi sonuçta. Kaybetmekten nefret eden birisinin kaybedeceğini öğrenmesi zor olmuştu işte. Çokta minnet duymadığım bu hayattan gidecek olmak değildi içimi kemiren. Kaybetmekti.

Hayatı boyunca bütün başarısızlıklarında kendine zarar veren, oturup hüngür hüngür ağlayan bir insan olarak yüzüme bakılarak bana, bu sefer kanserin daha ileri bir seviye olduğu söylendiğinde zihnimde tek bir düşünce oluşmuştu.

“Kaybettin...”

Küçük bir başarısızlık değildi ne yazık ki. Bir daha başarısızlık yapmama izin vermeyecek bir hataydı ve ben bunun için bile kendimi suçlamıştım. Hayata gözlerimi kapatacak olmak bana sonsuz bir uykuyu çağrıştırıyordu. Öbür tarafta bir yaşamım olacaksa bile uyumak istiyordum. Öyle çok uykuya hasret kalmıştım ki sanki aylardır gram uyku almamış gibiydim. Rüzgârın etkisiyle uçuşan yapraklardan birkaçı üzerime düşmüştü. Turuncunun koyu renklerine sahip olan yapraklar dikkatimi dağıtmaya yetmedi. Gözlerimi üzerimden çekerek ait olduğu yere, gökyüzüne çevirdim.

Ruhum bedenime olan bağlılığını bırakacaktı ve ben ya bir avuç topraktan ya da bir yıldızdan ibaret olacaktım. Ya gökyüzüne ya da üstüme atılan toprağa karışacaktım ve bu çok basit olacaktı, acımasızca.

Gökyüzünde bütün yıldızlar ve takım yıldızları rahatlıkla görünüyordu. Bütün şehrin elektriği gitmişte sanki yıldızlar devralmıştı yeryüzünü aydınlatma işini. Nefesimin kesilmesi ile öksürmeye başladığım. Yattığım yerden acı içerisinde kalkarak geldiğimde attığım su şişesini bulmak içi sürünmeye başladım. Paniğe kapılan vücudum hareketlerini hızlandırmaya başlamıştı.

Ölmek beni üzmüyordu ama salak bedenim yine de kopamıyordu buradan. Telefonun flaşını diğer ağacın olduğu yere doğru uzattığımda gözlerim zar zor seçmişti plastiğin parlayan yüzeyini. Akciğerlerime battığını hissettiğim bıçak son değildi ne yazık ki. İçimden gelen çekip çıkarma isteğini bastırarak ölümün pençesinde şişeye uzandım ve kapağını açtım.

Su içmem şu an yaşadığım şey için hiçbir şey ifade etmiyordu ama ben beni rahatlatacağına inanmayı tercih etmiştim, ne yazık. Yudum yudum içtiğim su boğazımı biraz olsun yatıştırmış ve öksürüğün yarattığı tahrişi hafifletmişti.

“Burada doğdum, burada öleceğim.”

Kendimle dalga geçer gibi konuşmak sürekli yaptığım bir şeydi. Yine aynısını yaptım ve aciz olarak gördüğüm bedenim ile dalga geçtim.

“Ayağa bile kalkamayacak duruma mı düştüm?” dedim fısıldayarak.

Ayağa kalkmak istiyordum ama kendimde bulamadığım kuvvet yüzünden bulunduğum yerde kalmıştım. Kendimi sakinleştirmek için çabaladım ancak nafileydi. Heyecanlanan bedenim daha hızlı nefes alıp vermeye başlıyor ve zaten içime çekemediğim havaya daha da fazla ihtiyaç duyuyordu. Kendimi zorlayarak birkaç saniye nefesimi tuttum ve acımaya başlayan ciğerlerim nedeniyle nefesi hızlıca geri verdim. Derin bir nefes daha aldığımda kanserin neden beynime sıçramak yerine akciğerlerimi çürüttüğünü sorguluyordum.

Beni hızlı bir şekilde öldürebilecek iken neden nefesime göz koymuştu bu hayat bilemiyordum. İçimde kalbimi tırmalayan acı gittikçe keskinleşiyor ve kaburgalarımın arasından geçen bir kesik acısı ortaya çıkıyordu. Kendimi sırt üstü olacak şekilde yere bıraktım. Ağzımdan çıkan ufak inilti karşısında güldüm. Gülümsemem birkaç saniye içerisinde kahkahaya dönünce büyük bir öksürük ile sağa doğru attım kendimi.

“Alisa, dökülüyorsun kızım.”

Ağzımdan gelen kan tadı daha da çok gülmeme sebep olmuştu. Her gülümsemem bir öksürüğe bedel olmaya başladığında bazı şeylerin farkına varabilmiştim.

“Burada mı öleceksin gerçekten?” dedim ve konuşmaya devam ettim. “Bir avuç toprağa bile sahip olamayacak mısın?”

Gözlerim etrafımda toprak kazabileceğim herhangi bir şey ararken zifir karanlık beni engelliyordu. Ayın verdiği ışık yetersiz kalmıştı bu gece. Ruhuma herhangi bir ışık tutamıyordu ve bugün ben karanlığa gömülüyordum. Hayatım bitiyor ve renklerim soluyordu. Üzerime atılmış siyah boya ağzımı ve burnumu doldurarak akciğerlerime iniyordu. Yavaş yavaş, acı içerisinde ölüyordum.

Küçükken suda boğulmaktan korkardım ancak küçük aklım asla boğulmanın sadece su ile gerçekleşmek zorunda olmadığını düşünemiyordu. Ecel denilen kavramın gelip beni götüreceğine inanmıştım hep. Yaşım küçükken bile ölümün bir hastalık olacağı aklımdan geçmemişti. Uykumda sessiz sakin ve özellikle de acısız gitmek isterdim. Ruhsal, duygusal olarak yaşayabileceğim bütün acılardan ölesiye korkardım ve belki de bu yüzden hayatımın acısız geçen tek bir dönemini hatırlayamıyordum.

Küçükken hastane ikinci evimdi. Büyüdüğüm zaman bunun değişeceğine inandırarak korumuştum çocukluk neşemi. Lakin hayatın size nasıl alçakça sunum yapacağını bilemiyordunuz. Önce böbreklerim sökülerek ayaklarımın dibine atılmış, ardından yılanın sinsiliğini taşıyan gözler akciğerlerime dikilmişti. Yerinden sökülmüş, sahip olduğum tek şeyi, nefesimi elimden alarak ayaklarıma atmışlardı kanlı vahşetlerini.

Motivasyonu yerinde olan birisi değildim. Hırslıydım ancak mutlu değildim. Sürekli ölüm pençesinde geçen hayatımın son bulması her zaman an meselesi olduğundan kendimi başarmaya adamıştım. Ölmeden önce ne kadar çok şey başarırsam kendimle gurur duyarak öleceğimi düşünmüştüm belki de.

Burnumu çektikten sonra kendimi yeniden sırtımın üstüne bıraktım. Hissettiğim acı karşısında uyuşmaya başlayan vücudum daha önce hiç yaşamadığım duyguları beraberinde getirmişti. Bir insan ölürken öldüğünü anlar mıydı yoksa bu bana verilmiş bir lütuf muydu?

Hayatımda başardığım en büyük şey beş ay önce hayatım olmuştu. Oynadığım kumarım sürerken artık kazanmak için çabalamadığımı fark etmiştim. Direnciniz bittiğinde geriye çaresizlik kalıyor ve siz ne yapacağını bilemiyorsunuz. Çünkü çaresizlik kendinize acıyabileceğiniz en doğru an oluyor ve kendinize karşı acımasız iseniz bundan faydalanıyorsunuz.

Ağzımda hissettiğim kan tadı kendini tekrar belli ettiğinde bu sefer ağzıma gelen sıvı tükürmemi gerektirecek kadar fazlaydı. Başımı yana çevirdim ve kanı tükürdüm. Gördüğüm görüntü midemde bulantı yarattığı sırada gözlerim doldu.

“Böyle olmayacaktı...” dedim fısıldayarak. “Böyle ölmeyecektim ben.”

Öksürdükten sonra elimi su şişesine uzatarak şişeyi ağzıma dayadım. Aldığım büyük bir yudumu dikelerek kenara fırlattım. Ağzımın her yerinde hissettiğim kan tadı azaldıktan sonra bir yudum su içtim ve boğazımı yumuşattım. Sağ elimi yere koyduğumda duyduğum hışırtı sesi yapraklardan geliyordu. Bu sesi belki de son kez duyduğum için tadını çıkardım ve kulaklarımı etrafa açtım.

Elimle güç alarak ayağa dikeldiğimde bacaklarım ya korkunun etkisiyle ya da hastalığım sebebiyle titriyordu. Bunda ikisinin de payının olma ihtimali çok yüksekti ama umursamadım. Korktuğumu her zerremde hissedebiliyordum ve bundan kaçışımın olmayışı bana tokat etkisi yaratıyordu.

Üstüm başım toz toprak içerisinde kalmıştı. Üzerimde bulunan eşofmanın paça kısmı çamura bulanmıştı. Sendeleyerek patika yola doğru ilerledim. İçimden gelen ağlama isteği bu sefer bastırılabilecek gibi değildi. Gözlerim üzerinde bulunan hakimiyetim sona erdiğinde bardaktan boşalır gibi boşaldı yaşlar gözlerimden.

Senelere ağlıyordum işte, hayatıma ağlıyordum, ağlamadığım bütün kötü anılara ağlıyordum şimdi. Kendime yeniden acıyor ve bir gözyaşı da onun için döküyordum.

“Gitmek istemiyorum.”

O an oldu. Çıktığım patika yola bakarak ölmek istemediğimi itiraf ettim. Gelen baykuş sesleri bana ağıt yakıyor gibiydi. Kurtlar uludu ve Ay üzerimde yansıttığı ışığı kısmaya başladı. Gözlerim kararmaya başlamıştı yavaş yavaş. Dönen başım beni telaşa sokuyordu ve bu da hızlı hızlı nefes almama sebep oluyordu. Nefes almam şu an imkânsız iken bunun yanına bir de hızlı kelimesinin gelmesi işleri benim için daha da korkunç ve zor bir hale getiriyordu.

Aldığım her nefes sanki zehirli bir otu boğazımın içinden geçirerek akciğerlerime indirmişler gibi hissettiriyordu ve bunun her iki saniyede bir olması vücudumu aşırı derece bitkin düşürüyordu. Nefesimin her ne kadar kesilmesine istekli olsam bile o an af diledim tanrıdan.

“Eğer oralarda bir yerlerde isen affet beni. Ne yaptım inan bilmiyorum ama günahsız değilim. Günahlarımın dikenli bir tel gibi vücudumu sarmasına izin verme.”

Geçen her dakikada artan acım eşliğinde patika yolda dizlerimin üzerine yığıldım. Şimdi vazgeçmek yapmam gereken bir şeydi ama içimde yaşayan parça ölürken kendini belli etmişti.

“Oralarda bir yerlerde kendi canıma kıymamı engelleyen bir şeyler olduğunu biliyordum!” dedim haykırarak.

Akciğerimde hissettiğim ani batma acısı karşısında başımı yola koyarak acı bir çığlık attım. Bağırarak ağlamaya başladığım sırada acım artmaya devam ediyordu. Nefes almadığımı fark edince derin bir iç çektim. Kendimi yere atmış ve cenin pozisyonuna getirmiştim. Kollarım bedenimi sararken gözlerim yaşlarını akıtmaya devam ediyordu.

“Hayatım b-boyunca k-kendime yalan söyledim değil mi?” dedim az çıkan sesim ile.

“Kendime yalan söyledim,”

“Yalnızım bunu ben istedim,”

“Paramparça bütün aynalar,”

“İçimde kan revan birisi var.”

Kısık sesime rağmen söylemeye devam ettim.

“Bedenim burada fakat ruhum kabul etmiyor.”

Cılız kalan sesim kulaklarımı doldurduğunda acımı bastırabilmek için zihnimde çaldığım gitardan gelen notaları canlandırdım.

“Önce yağmur sonra güneş, sonra da bize gökkuşakları...”

“Sen bırak tutunmayı, dünya bizi sarmalar.”

“Rengarenk acılar...”

Tam olarak aklıma gelmeyen şarkı sözlerine karşılık gülümsedim. Dudaklarımı dilim ile ıslattığımda ağzıma gelen kan tadı eşliğinde yüzümü ekşittim. Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Yeterli kan pompalayamadığının farkındaydım çünkü ona gerekli şeyi vermiyordum. Nefesim her seferinde daha çok tükeniyordu. Yavaşça beni terk ettiğinin farkındaydım ancak sesim de çıkmıyordu.

“Her şeyin gözümün önünden geçmesi gerekmez miydi?” dedim fısıldayarak. “Sesim çıkmıyor. Gözlerim ihanetin kaynak noktası.”

“Neden yad edemiyorum fıtratımdan beri yaşadıklarımı.”

Derin bir nefes almayı denedim. Ancak sadece denedim. Öksürük ile sonuçlanan deneyimim karşısında kahkaha attım.

Bedenimi ele geçiren uyuşukluk bacaklarıma doğru ilerlemeye başlamıştı. Az önce yerde bacağımı kanattığını düşündüğüm taş şimdi acısını hissettirmiyordu bile. Bedenimde olan bütün şeylerin farkında varmamı sağlıyordu yoğun sessizlik. Nefesim düğüm düğüm yavaşlarken her seferinde derin bir nefes almayı ihmal etmiyordum. Sürekli deniyor ve sürekli kaybediyordum.

Bunun kaybetmekten nefret eden ve psikolojik sorunlara sahip bir kız için ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezdiniz. Dakikalar içerisinde zihnin sana ihanet ederken aynı anda kendine de ihanet etmen.

Ölüm karşısında gösterdiğim çaba faydasız kalıyordu ancak direnmekten de vazgeçemiyordum. Her seferinde yenilmeme rağmen hayatımda ilk defa bir işe devam ediyordum. Yenileceğimi bile bile ilk defa kazanmak için çaba gösteriyordum ve bu bana gülme isteği veriyordu.

Acizliğimi bir kenara atıp cenin pozisyonumu bozdum. Ellerimi ve ayaklarımı serbest bırakarak iki yana açtıktan sonra sırtımı yere bıraktım. Ağzımdan çıkan inilti karşısında kendimi tutamayarak tekrar güldüm. Uzun zamandır ilk defa bu kadar içten gülüyor ve hayatımda ilk defa da gülerken acı çekiyordum. Ağzıma dolan kanın tadı yeniden başımı yana çevirmeme sebep olmuştu. Kuruyan ağzımı ıslatan kan karşısında yüzüm yeniden ekşidi. Kalp atışlarımın yavaşladığı bariz bir şekilde belli oluyordu.

Can çekişmek ne demek hiçbir zaman anlayamamıştım ancak şimdi o kadar iyi anlıyordum ki ne demek olduğunu. Boğazını sıkan bir ip, kaburgalarını kırmak için içeriye şiddetle sokulmuş bir bıçak, akciğerlerinin içerisinde gezinen hırçın kedi. Bu tanımların hepsi acımın yanında eksik kalsa bile kendime başka şekilde açıklamam mümkün değildi. Acıyordu işte. Acıyordu ancak acımı ne bağırarak çıkarabiliyordum ne ağlayarak.

Göz pınarlarım kurumuş, sesim adeta yok olmuştu. Mırıldanma gibi çıkan sesimin ise bana bir katkısı yoktu. Saçları ağarmış bir yaşlı değildim. Huzur içerisinde ölmüyordum. Küçüklüğümün içinde yatan psikopat kişiliğin kurduğu hayaller çıkmamıştı. Bunların hepsine karşılık genç yaşımda acı içerisinde gözlerimi kapatacaktım bu hayata.

Kalbim sıkışmaya devam ediyordu ancak elimden gelen bir şey olmadığını bildiğim için kendime bir şey diyemedim. Sesim neye karşı yükselecekti ki? Kime kızabilir bundan kimi sorumlu tutabilirdim?

Aklımda yankılanan şarkı sözleri gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Kuruduğunu sandığım gözlerim son kez yaşam belirtisi gösteriyordu bana. Son kez yaşlarını döküyor ve haykırıyordu gökyüzüne karşı. Kendimi sıkmadım öyle ya sıkacak gücüm de yoktu zaten.

Elimden gelen tek şey yeniden yatmak oldu. Yattığım şekle ölü adam pozu diyorlardı. Gerçekten bu şekilde öleceğim aklıma bile gelmezdi ancak bunu da şans saydım kendime. Herkes bu pozu hakkını vererek yapamazdı zaten ancak ben ölmeden önce son bir şeyi başarmış ve ölü adam pozunu gerçekten ölerek yapmıştım. Keşke bunu da duyurabilseydim herkese lakin bu pozu doğru yapmanın da bazı sorumlulukları vardı, ölmek gibi.

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Sana verdiği kadarıyla hayatın.”

Fısıldayarak söylediğim şarkıya başımı olumsuz anlamda sağa sola sallayarak cevap verdim.

“Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil ama olmadı yar.”

“Kendini kayırıyor insan bu yüzden önce aşka kıyar.”

Elimden geldiğince soluklandım ve şarkıya devam ettim.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne bitmelere,”

“Giderim alışığım gitmelere,”

“Direndi bu can ne bitmelere...”

Direnemediğimi bilmek canımı daha çok yaksa bile düşünmek istemedim. Belki de son dakikalarımı yaşıyordum ve bunu bilmemek beni büyük bir çaresizlikten kurtararak daha büyük bir çaresizliğe götürüyordu.

 Nefesim niteliğini kaybetmeye başlamıştı. Artık her saniye değil on, on beş saniyede bir alıyordum nefesi. Bana yeterli gelmemesi vücudumu sanki saatlerdir koşuyormuş gibi yormaya yarıyordu sadece.

Ölüyordum ancak şanslı saymak istedim kendimi. Karşımda duran şahane yıldızlara bakarak ölecektim en azından. Hayatım boyuna bir sürü görmüş, bir sürü şeye şahitlik etmiş gözlerim bugün son görüntü olarak gökyüzünde parıldayan yıldızları seçmişti. Şanslıydım değil mi? Ölüyordum ve bunun farkındaydım. Hayatımın son anının tamamen şanssızlık olduğunu düşünerek ölmek istemedim. Kendimi gömerek ölmek istemedim.

Yaşadığımı bana hatırlatacak bir şey yapmak faydasız kalacaktı artık. Derin bir nefes aldım ve bu sefer başarılı oldum. Serin hava yanan organlarımı tek tek ferahlatırken bu ferahlamanın iyileşme belirtisi olmadığını biliyordum. Ölüm bana el sallıyordu besbelli.

Gözlerimi kapatıp tekrar açtım ve bir karar verdim. Ölürken söylemek istediğim son sözler bir şarkıya ait olmalıydı. Her ne olursa olsun, hangi şarkı olursa olsun kendime hayatım boyunca verdiğim tek hediyeyi vermeli ve ruhuma bunu bahşetmeliydim.

Tekrar derin bir nefes aldım ve hissettiğim acıyı hiç saydım. Şimdi çok iyi biliyordum, hissediyordum son zamanlarım olduğunu. Çok bir vakti kalmamış bir insan ne yapar bilmediğim için şarkı sözlerini söylemeye başladım.

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne b-bitmelere.”

“Giderim alışığım gitmelere.”

“Direndi bu can ne...”

Gelen öksürük ile doğruldum ve birkaç saniye ardından kendimi yere attım.

“... yetmelere.”

“Yetinmeyi bilir misin?”

“Hayır,” dedim ve öksürdüm.

İçimde oluşan garip huzura bir isim bulamıyordum ancak artık zorlamamın bir anlamı kalmadığının farkındaydım. Gözlerimin kapanmasına izin verdim ve derin bir nefes daha aldım. Artık ruhuma ipi koparması için izin vermenin vakti gelmişti.

“Yetinmeyi bilir misin?”

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow