Kehanetin İzleri

Karen Leydi, henüz on sekiz yaşında olmasına rağmen hayatın karşısına çıkarmış olduğu ağır yükleri omzuna yüklemiş düşe kalka, dizlerindeki yaraların kabuk bağlamasına müsade etmeden, ellerine batan çakıl taşlarına aldırış etmeden ve en zoru ise tek damla göz yaşı dökmemek için kendisine yeminler etmiş bir genç kız. Hayattan tek isteği psikoloji okuyup işini severek yapan bir psikolog olmakken hayat Karen'e bunu bile çok görmüştü. Doğru bildiklerini öyle sert çarpmıştı ki yüzüne Karen bir müddet ne hissetmesi gerektiğini dahi bilememişti. Sadece doğruları da değişmemişti Karen'in, hayatı değişmişti. Yaşadığı evren değişmişti. Ama bilmeliydi. Bazen insanın ettiği dualar kabul olmamalıydı. Karen'inki de kabul olmamıştı. Ne yurt dışındaki okuluna kaydını yaptırabilmişti, ne de psikolog olup kendi ayaklarının üzerinde durmanın zevkine varabilmişti. Ama öyle bir şey olmuştu ki. Hayat Karen'den onlarca şey almasına rağmen öyle güzel bir duyguyu bahşetmişti ki, Karen yaşadığı her şeyi unutup tek bir neden yüzünden kaderine şükredecekti. Bunun adı aşktı. Bu duyguyu yaşamak için başka bir evrene mi geçmeliydi? Geçerdi. Doğru bildiği her şeyin yalan oluşuna mı şahit olmalıydı? Olurdu. Karen, gözlerine değecek bir çift kuzguni iris için vücuduna can veren kalbinden bile vazgeçerdi. Bu Karen Leydi'nin hikayesi. Biraz fantastik bolca romantik. Şimdiden keyifli okumalar diliyorum.

Ağustos 5, 2021 - 18:17
Ocak 23, 2022 - 20:09
 0

1. Kayboluş

Kayboluş

Bölüm:1  

Evet bugün hayatın beni ikinci kez bir başıma bıraktığı gündü. Ne zaman sevilmiştim ki? Ne zaman yuvamda gibi hissetmiştim? Henüz on sekiz yaşında olmama rağmen kalbim tonlarca yükün altında eziliyordu. Bu hayat bana sadece acımasızlığını göstermişti. Okul servisiyle yetiştirme yurduna dönerken servisin soğuk camına başımı yaslar yaşıtım çocuklarının annesiyle babasıyla eve dönüşünü izlerdim. Peki neden beni seçmişti hayat? Onca insan mutlu mesut yaşarken benim yüreğimi yakan yaralarım neden kanamayı bırakıp kabuk bağlamıyordu ki? Biliyordum, belki de bu, hayatın bana verdiği ilk ve son şanstı ve ben anlıma yazılan kaderi tersine çevirmek için bu şansa tüm gücümle asılacak, iplerin elime geçmesini, hayatın bir kez de bana gülümsemesini bir şekilde sağlayacaktım. 

Tek kapaklı, küçük kıyafet dolabımın içindeki son iki tişörtü de valizime koyup fermuarını çektim. Çok eşyamın olmayışından, tek valiz tüm eşyalarımı içine almış ve hatta belki bir o kadarlık daha yer kalmıştı. Tek kişilik yatağımın üzerine koymuş olduğum valizi yere indirip yıllarımın, çocukluğumun geçtiği odaya son bir kez daha baktım. Odanın her köşesinde bir başka anım gözümde canlanıyor, göz pınarlarımı talan eden yaşlar birer sicim gibi yanaklarıma yol alıyorlardı. Bakışlarım odanın solunda yer alan uzun çalışma masasına iliştiğinde küçük ve titrek adımlarla yüzeyi aşınmış tahta masanın yanına ilerledim. Parmaklarım masanın girintili çıkıntılı yüzeyini okşarken masanın diğer köşesinde gözündeki yaşlar ile bana bakan çocukluğumu görmemle sessiz ağlayışlarıma kısık kısık hıçkırıklarım da eklendi. 

Önümdeki kâğıdın boyanmamış tek bir yerini bırakmadığımda dirseklerimi yaslamış olduğum masadan çekip oturuşumu dikleştirdim. Çizdiğim resme baktıkça gözlerime firar eden yaşları minik ellerimi gözlerime bastırıp ovuşturarak geldikleri yere geri göndermeye çalıştım. Ben yıllar önce gök gürültüleri odayı birer canavarın kükreyişi gibi sarmaladığında sığınacak bir liman, korkumu bastıracak ve beni yatıştıracak kollar, "Anne! Annecim!" diyerek gelmesini umut ettiğim kadın gelmediğinde kendime bir söz vermiştim. Bir daha asla ağlamayacaktım. Korkusuzluğa bürünüp korkunun ne demek olduğunu unutacaktım. İnsanlar kendilerine verdileri sözleri tutmalıydı Ayşe öğretmenim öyle söylememiş miydi? O zaman ağlamayacak kendime verdiğim sözü tutacaktım.

"Anne" dedim çatallı çıkan sesimle. "Ben seni, hiç görmediğim senin resmini çizecek kadar sevmişken sen neden sevmedin ki beni? Çok mu çirkinim ben, kötü bir kız çocuğu muyum? Peki ya sen baba? Sen de mi sevmedin beni? Fazlalık mıydım sizin için, evinizin bir köşesine beni de sığdıramadınız mı? Biliyor musunuz bu sizin için son üzülüşüm, çizdiğim son resim olacak. Bunun adına kendime bir söz veriyorum ve ben anne, sizin aksinize kararlarımın ardında duruyorum, sözümü çiğnemiyorum." Cümlemi tamamladığımda önümdeki kâğıdı minik ellerimle kavrayıp hırsla parçalara ayırmaya başladım. Saniyeler sonra önümde duran resimden geriye bir yığın kâğıt parçası kalmıştı. 

Ben tüm hayallerimi, geri döneceklerine olan umudumu o gün parçalara ayırıp çöp kutusunun içine atıp kapağını sonsuza dek kapatmıştım.

"Başaramadım." dedim titreyen dudaklarımın arasından. "Ben bugün onlar için bir kez daha ağladım. Sana verdiğim sözü tutamadım. Affet beni olur mu?"

Yere indirmiş olduğum valizimi alıp odanın başka hiçbir noktasına bakmamaya özen göstererek çıkışa ilerleyip kapı kolunu kavradım. İçime derin bir nefes çekip sakinleşmeyi bekledim. Daha iyi olduğumu hissettiğimde büyük bir gıcırtıyla açılan kapıdan geçip yaşanmışlıklarımı, paslı bir kapının ardında bırakıp güçsüz adımlarla koridor boyunca ilerlemeye başladım. Koridorda gördüğüm yüzlerin "yolun açık olsun" dileklerine burukça gülümseyip teşekkür etmekle yetindim. Koridorun sonuna geldiğimde karşımda duran kapının üzerindeki yazıya büyük bir sevgiyle baktım. "Müdire Zehra Peydağ"

Kapıyı iki kere tıklatıp içeriden bir cevap bekledim. "Gel" cevabını duymamla kapıyı aralayıp titrek adımlarla Zehra ablanın odasına girdim. 

"Ah sen miydin Karen'cim. Bir şey mi istemiştim canım?" 

Başımı hayır anlamında iki yana sallayıp konuşmaya başladım. "Hayır Zehra abla. Ben hoşça kal demek için geldim."

"Nasıl yani şimdi mi gidiyorsun? Neden daha önce söylemedin bana Karen?" duyduklarına şaşırmış olduğu sesinden pekâlâ fark ediliyordu.

"Çünkü eğer söyleseydim habersizce çekip gitmeme müsaade etmezdin ve bu işimi zorlaştırmaktan başka bir şeye sebep olmazdı."

"Karen yurdumuzda yer var hemen gitmek zorunda değilsin. Sana kalabileceğini daha önce de söyledim." dedi sesine oldukça yansıyan hüznüyle.

"Biliyorum Zehra abla. Ama İspanya'daki okulu yüzde yüz bursla kazandım ve okulun açılmasına az kaldı. Şimdiden gitmezsem orada bir düzen oturtamam. Gidip bir iş ve kalacak bir yer bulmalıyım, bu şansı ellerimin tersiyle geri itemem."

"Sen de haklısın canım ama bu kadar erken beklemiyordum. Umarım İspanya'da seni bekleyen hayat yüzünü güldürür, geleceğin için çok güzel kapılar açar." cümlesini bitirdiğinde dolan gözlerini benden saklamak için başını hafif eğip birkaç saniye öyle kaldı. Daha sonra kendini daha iyi hissetmiş olacak ki bakışlarını gözlerime çıkartıp içtenlikle gülümsedi. İki adımda önüme geçip beni kendisine çekip sımsıkı sarıldı. 

Zehra abla kırk yaşında fakat yaşına göre oldukça genç gösteren bir kadındı. Açık kestane rengindeki saçları, çekik ela gözleri, kalkık burnu ve güzel fiziğiyle çok şirin ve bir o kadar da alımlıydı. Burası Zehra ablanın ilk atandığı yerdi ve ben kendimi bildim bileli bu yetiştirme yurdunun müdiresiydi. Bizimle her zaman kendi kızıymış gibi ilgilenmiş yeri geldiğinde bizimle oyun oynamaktan da çekinmemişti. İşini öyle içten bir bağlılıkla yapıyordu ki sadece burayı yönetmekle kalmıyor yurda getirilen sevgisiz kalplere sevginin ne demek olduğunu bizzat kendisi ilgilenerek öğretiyordu. Küçükken ben öğrenene kadar saçlarımı Zehra abla örmüş, bir ihtiyacım olduğunda, derdim, sıkıntım olduğunda hiç bıkmadan ve gocunmadan beni dinlemiş, çözüm bulmak için elinden geleni yapmıştı.

Zehra ablaya doladığım kollarımı hiç istemesem de çözüp sarılışımıza bir son verdim. "Gitmem gerekiyor Zehra abla uçağa anca yetişirim. Sana her şey için çok teşekkür ederim. Annemin babamın bana gösteremediği ilgi ve sevgiyi gösterip hayatıma unutulması güç izler bıraktığın için sana minnettarım. Kendine çok iyi bak." 

"Unutma Karen burada her zaman bir ablan var. Bir derdin, sıkıntın, maddi ve manevi herhangi bir şeye ihtiyacın olursa sakın çekinme hemen ara. Hatta hiçbir sebep yokken dahi ara. Unutma burası senin yuvan bizler ise senin aileniz." Sağ elimi avuçlarının içine alıp güç vermek istercesine sıktı ardından avucuma cebinden çıkarttığı kredi kartını sıkıştırdı. Avucumdaki kartı gördüğümde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.

"Bu da ne Zehra abla. Ben bunu kabul edemem. Zaten her şeyimle mecbur olmamana rağmen bunca yıl ilgilendin." dedim avucumun içindeki kartı Zehra ablaya geri vermeye çalışırken. İki eliyle beni durdurup konuştu.

"Haklısın mecbur değildim fakat sevgi böyle bir şeydir Karen. Sevdiğin insanlar için çaba gösterirsin, bazen seçimler yapmak zorunda kalırsın. Belki benliğinden ödün verirsin. Hayallerinden vazgeçersin, geceni gündüzüne katar onun yüzünde oluşacak tek bir gülümseme için didinip durursun ve inan bana gerçekten seviyorsan bunların her birinin sana külfet olmaktan çıkıp aksine zevk verdiğini göreceksin. Şimdi beni daha fazla kızdırmadan al bu kartı da üzme Zehra ablanı"

"Sen çok iyi bir abla çok iyi bir arkadaşsın Zehra abla. Kendine çok iyi bak olur mu?" Cümlemi tamamladığımda cevap vermesine fırsat vermeden arkamı dönüp kapıya doğru ilerlemeye başladım. Tam elimi kapı kulpuna koymuş açacakken Zehra ablanın sesini işitmemle bunu yapmaktan vazgeçip yüzümü ona döndüm.

"Bunu sana vermeyi az kalsın unutacaktım, vermenin zamanı gelmişti." dedi elindeki siyah kadife kutuyu bana doğru uzatırken. "Bunu buraya geldiğinde pusetinin içinde bulduk ailenden birinin koyduğunu düşünüyoruz. Ben kimin olabileceği üzerine yıllar önce bir araştırma yaptım fakat bir sonuç bulamadım. Kutunun üzerinde "18 yaşında Karen'e veriniz" yazıyor."

Söyledikleri beynimde bir uğultu oluşturduğunda dengemi kaybettim. Düşmemek için kendimi kapıya yasladım. Zehra ablanın endişeli sesi kulaklarımı doldurduğunda kısaca iyi olduğumu söyleyip yaslandığım kapıdan bedenimi ayırıp dik durmaya çalıştım. Onlara dair tek bir şey dahi duymak istemiyorken böyle bir kutunun elime geçmesi kendimi kötü hissetmeme neden oluştu. Yanıma gelip endişeli gözlerle beni süzen Zehra ablayı es geçip bakışlarımı siyah kadife kutuya odakladım. Ellerimi kutuyu almak için ileriye uzattığımda ellerimin titrediğini görüp kendime lanetler okudum. Konu o adam ve kadın olduğunda güçsüz ve savunmasız bir kadın olmaktan nefret ediyordum. Kutuyu nihayet elime aldığımda daha fazla o ortamda bulunmak istemediğimden kapıyı açıp bedenimi hızla dışarı attım. Zehra ablanın arkamdan seslenişine kulak vermeyip kapının önüne koyduğum valizimi de alıp aşağı kata inmeye başladım. Yurt binasının çıkışına geldiğimde hiç tereddüt etmeden kendimi dışarı atıp az ileride bulunan bahçe kapısına yöneldim. Bahçeden çıkmak üzereyken bir elin beni kendine çekmesiyle bu eylemi gerçekleştiremeden elin sahibine döndüm. Karşımda gördüğüm simayla kalp atışlarımın şiddeti artmış, yüzüm kalbimin tamiri imkânsız hüznünü bir ayna misali karşımdaki adamın gözlerinin önüne sermişti.  

"Berk" dedim çatallı çıkan sesimle. "Ne işin var burada?"

Berk'in bakışları önce ağlamaktan kızarmış olduğuna emin olduğum gözlerime ardından ise sırasıyla elimdeki kutu ve valizime takılmıştı. "Yurttan ayrılıyorsun." dedi yeni aydınlanıyormuş gibi. Bakışları valizimden ayrılıp gözlerime tırmandı. "Peki ya nereye gideceksin?"

Pürüzlü çıkmasını engelleyemediğim sesimle konuştum. "İspanya'ya."

"Gidiyorsun yani. Hem de yabancısı olduğun bir ülkeye." Yüzünde aynı anda hem şaşkınlık hem de hüzün bir arada bulunuyordu. 

"Gidiyorum." dedim ağlamamak için insan üstü bir güç sarf ederek. İki kelimeden daha uzun cevaplar verirsem daha fazla dayanamayacak ve gözyaşlarımın esiri olacakmışım gibi hissediyordum.

"Oradaki okulun bursunu kazanmışsın. Senin adına çok sevindim." Sesi söylediği cümleyle tezatlık oluşturuyordu.

"Teşekkür ederim."

"Karen gitmek zorunda mısın? Yani puanın çok iyi burada, İstanbul'da da çok iyi okullarda okuyabilirsin." Sanki çaresiz bir hastalığa yakalanmış da doktora son bir çare yolu göstermesi için yalvarıyordu. Gözleri öyle yoğun bakıyordu ki gözlerimi kaçırmadan edemedim.

"Burada kalmam için bir sebep göster bana Berk." dedim yalvaran gözlerle. Dudaklarından çıkacak cümleler bana öyle bir sebep göstersin ki bir milim öteye dahi gidemeyeyim istedim.

Hiçbir cevap vermeden öylece susup bakışlarını gözlerimden kaçırıp ayak uçlarına indirdi.

"Gösteremiyorsun değil mi Berk. Gitme ben varım diyemiyorsun. Şimdi tek bir sebep bulup burada kalmasını istediğin kızın ellerinden o şansı senin alışını hazmedemiyorsun."

"Karen ben çok pişmanım. Kendimi sensiz hep biraz yarım hissediyorum. Evet lanet olsun bir hata yaptım. Ama artık affet bu adamı. Lan affet artık affet, pişmanım görmüyor musun?" Aramızdaki mesafeyi tek adımda kapatıp yüzümü iki avucunun içine aldı. Gözleri onu affetmem için adeta yalvarıyordu. Parmaklarının tenimle temasını kesip aramıza bir adımlık mesafe koydum.

"Evet görüyorum. Gözlerine her baktığımda nasıl kahrolduğunu görebiliyorum ama ne var biliyor musun? Ben sana her baktığımda sadece senin pişmanlığını değil kendi pişmanlıklarımı da görüyorum. Beni o kızla aldattığında senin için harcadığım saatler, sana adadığım şu kalbim..." dedim sağ elimi sol göğsümün üzerine bastırarak. "...ve senin için beslediğim sevgi için nasıl pişman olduğumu, senin için akıttığım göz yaşlarını görüyorum."

"Yapma Karen yalvarırım yapma. Bir şans, tek bir şans daha ver bize. Hatta istersen ben geleyim seninle İspanya'ya.  Ne dersin?"

"Gelme istemiyorum." dedim kararlılıkla "Bir kez yapan bir değil bin kez daha yapar. Sana güvenmiyorum. Ben terk edilme kotamı çoktan doldurdum, hayatıma bir yenisini daha ekleyemem." Cümlemi bitirir bitirmez valizimi tutup peşimden sürüklemeye başladım.

"Karen!" Berk'in adımı yalvarır gibi söylemesine aldırış etmeden yürümeye devam ettim. Acı dolu bağırışı kulağıma dolduğunda titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp "Sakın" dedim kendime. "Sakın o adam için tek bir damla göz yaşın akmasın."  

Bahçeden çıktığımda ve hatta sokağın sonuna geldiğimde dahi kalbimin hızı normal ritmine dönmek şöyle dursun bir nebze dahi azalmamıştı. Otobüs durağına geldiğimde banka oturup elimdeki kutuyu dizlerimin üzerine koydum. Bu kutuyu görmek sinirlerimi geriyordu. Parmaklarımı saçlarıma geçirip hırsla çekiştirdim. Soluk almak hiç bu denli zor olmamıştı. Göğüs kafesim öyle şahlanarak yükseliyor ve öyle öfkeyle iniyordu ki birkaç saniye de olsa boğazımı bir elin sıktığını, nefes alışlarımı dışarıdan gelen bir faktörün kısıtlıyor olabileceğini ciddi ciddi düşündüm. Kendime gelmek için iki elimi yüzüme siper edip birkaç saniye öylece içimdeki öfkenin ve tüm kırılmışlıklarımın gün yüzüne çıkan başkaldırılarını durdurmaya çalıştım. Fakat hiçbir şey içimdeki can yakıcı hissin bir nebze dahi azalmasını sağlamıyordu. İçimde gittikçe şiddetlenen öfkeye mâni olamıyordum. İşin garip yanı ise öfkemle eş zamanlı olarak damarlarımda yol alan ve parmak uçlarıma hücum eden bir elektrik akımı hissediyordum. "Kendine gel Karen!" dedim kendime "Bunca yaşadıklarına rağmen sinir krizi geçirmedin bunun için mi kendini kaybedeceksin."

Birkaç dakika sonra otobüsün gelmesiyle oturduğum yerden kalkıp araca bindim. Yurt hava limanına çok uzak değildi. Yirmi dakika sonra hava limanına varabilmiştik. Otobüsten indiğimde İspanya uçağın kalkmasına az bir zaman kaldığını gördüm. Hızlı adımlarla hava limanına giriş yapıp gerekli işlemleri yaptım. İspanya uçağı yolcularının uçakta yer almaları gerektiğini duyuran anonsu duyduğumda oturduğum yerden kalkıp uçağa doğru ilerledim. Valizimi bagaja koyması için görevliye verip uçağa girdim. Koltuk numaramı bulup cam kenarındaki yerime oturdum. Sırt çantamı üst bölmelere koymak istememiştim. İçimde o kutuyu yanımdan ayırmamamı söyleyen bir his vardı. Yolcular yavaş yavaş uçaktaki yerlerini aldıklarında vakit dolmuş olacak ki kapılar kapanmıştı. Telefonumu uçak moduna alıp hostestin bilgilendirmesini beklemeden kemerimi takıp bakışlarımı yanıma oturan kişiye yönlendirdim. 

Otuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadının yanıma oturduğu gibi önündeki dosyaları okumaya başlamasıyla yolculuğun benim için oldukça sıkıcı geçeceğini anlamış oldum. Hostesin yapmış olduğu bilgilendirmenin ardından uçak kalkışa geçmişti. Uçağın düz istikamete geçip sarsıntıların azalmasıyla her ne kadar içine dahi bakmadan çöpe atmak istesem de merakıma yenik düşüp kutuyu sırt çantamdan çıkartıp dizlerimin üzerine koydum. Kapağını açmak ile açmamak arasında kalmıştım fakat daha fazla dayanamayıp kadife kutunun kilidini döndürüp kapağını araladım. İçine bakmaya cesaret edemiyordum içinde ne tür bir eşya olabileceğine dair tahminler yürütüyordum ya da içine yazılmış küçük bir mektup. Peki ya yıllardır kendi iç savaşımda beni bir çöp gibi sokağa atan aileme karşı nefret duygusunu beslemek için savaşıp durmuyor muydum? Onlardan bana ne gibi bir şey kalabilirdi ki? Beni düşünüp geriye bu kutuyu bırakacak kadar dahi insaflı olacaklarını düşünmüyordum.  Daha fazla beklemeden kapağı tamamen açıp içine konulmuş eşyalara büyük bir merakla baktım. 

Kutunun en üstünde göz kamaştırıcı taşlarla süslenmiş bir kolye vardı. Kenarları taşlarla süslenmiş kolyenin ortasında kabartma çizgilerle güneş arması ve güneşin ortasında da anlamını bilmediğim kelimeler yazıyordu. Güneşin kenarlarında iki tane mızrak resmi de bulunuyordu. Kolyeyi ilk gördüğüm anda kalbimde ona karşı büyük bir tanınmışlık hissi yayıldı. Sanki daha önce de bu kolyeyi görmüş gibiydim ve kulağa delicesine gelse de içimden bir parçanın elimde tuttuğum kolyeyle bağlantılı olduğunu hissediyordum.  Kolyeyi kutuya geri koyacakken içimden gelen dürtüyle kolyeyi boynuma takmaya karar verdim. Saçlarımı sağ omzumda toplayıp kolyenin kopçasını halkaya geçirmeye çalıştım fakat bir türlü başaramıyordum en sonunda pes edip yanımdaki kadından yardım almanın iyi olabileceğini düşündüm.

"Kusura bakmayın rahatsız ediyorum. Rica etsem kolyeyi takmamda yardımcı olur musunuz?" dedim çekingen bir sesle. Tanımadığım insanlarla konuşmaktan haz etmezdim. Zehra abla okula gitmeden önce yurttaki tüm kızları bahçede toplar yabancı kişilerle konuşmamamız ve daha birçok konu hakkında çeşitli konuşmalar yapardı. O konuşmaların etkisinden miydi bilmem hep tanımadığım insanlara karşı kendimi korumaya alma ihtiyacı duyuyordum.

"Tabi yardımcı olurum. Ne rahatsızlığı!" dedi kadın samimi bir sesle. Kolyeyi ona doğru uzattığımda bakışları kolyemde takılı kaldı. Birkaç saniye öylece kolyeye bakıp kendine gelebildiğinde konuştu. "Bu...bu muhteşem bir şey. Sizin için çok değerli olmalı?" Sesindeki hayranlık açıkça belli oluyordu.

"Ailemden kalma. Neden değerli olduğunu söylediniz?" dedim merakla. Kolye hakkında bir şeyler mi biliyordu?

"Bilmiyorsunuz." dedi hayretler içerisinde. "Kolyenin üzerindeki taşlar Dünya'ya ait değil. Bu taşlar Dünya'ya yalnız yüz yılda bir hatta bazen daha uzun zaman aralıklarında Dünya'ya düşen Güneş toplarıyla gelir. Her insanın boynunda taşıyabileceği kadar uygun fiyatlı değildir ve hatta oldukça yüksek bir meblağa sahiptir." dedi elindeki kolyeme dikkatle bakarken.

"Peki taşın adı ne?" diye sordum merakla. Aklımı karıştıran bir şey vardı. Onlar bu kolyeye sahip olabilecek kadar zenginse neden beni bir bez parçası gibi kenara fırlatıp atmışlardı. Sorumluluk almaktan mı korkmuşlardı? Oysa bu denli zengin bir ailenin çocuğuna bakmak için kapılarında kaç kişi sıra olurdu.

"Arestis, bu taşın adı Arestis." dedi parmaklarını kolyenin üzerinde gezdirirken. Ve sonra bakışlarını kolyeden çekip gözlerime çıkarttı. "Peki ya sen böyle bir kolyeyi taşıyorken bunları nasıl bilmezsin?" dedi merakla. Ardından üzerimi süzdüğünde kaşları olabildiğine çatılmıştı. "Sen bu taşın sana ait olduğundan emin misin?"

Bana yüklediği çirkin itam üzerine bu sefer kaşlarını gözlerinin üzerine indiren ben olmuştum. "Ne demek istiyorsunuz? Bana hırsız damgası mı vurmaya çalışıyorsunuz?" dedim hafif öfkeli çıkan sesimle.

"Hayır beni yanlış anlamanı istemem. Ben sadece merak ettim. İleri gittim kusuruma bakmayın." dedi mahcubiyetle. Tavrının samimi olduğuna inandığımda kolyenin hikayesini anlatmaya başladım.

"Beni ailem daha bir haftalıkken yetiştirme yurdunun yakınlarına bırakıp gitmiş. Bu kutuyu da..." dedim kucağımdaki kutuyu işaret ederek "Pusetimin içine koymuşlar. Üzerine on sekiz yaşına girdiğine Karen'e yani bana verilmesini istediklerine dair bir not bırakmışlar. Bugün yurt müdiresi bana bu kutuyu verdi ve ben  ancak şimdi açmaya cesaret edebildim. Ve sizden duymasam bu denli değerli bir kolye olduğunu kesinlikle fark edemezdim." dedim ciddiyetle.

"Kusura bakmayın lütfen ben çok yanlış düşünmüşüm. Peki ailenizin kim olduğunu bulamadınız mı?" dedi üzgün çıkan sesiyle.

"Hayır bulamadım."

"Umarım bir gün onları bulursunuz." dedi elini elimin üstüne koyup sıvazlarken. "İsterseniz saçlarınızı elinizle toplayın kolyeniz hak ettiği yere kavuşsun." yüzündeki içten gülümsemeye karşı tebessüm etmekle yetindim. Saçlarımı sağ omzumda toplayıp sırtımı kadına karşı döndüm. Kadın kolyeyi boynumdan aşağı salıp göğsümün üzerine sarkıttığında tenime değen kolyeyle göğüs kafesimin ortasında çok güçlü bir elektrik akımı gibi bir şey hissetmiştim. Adeta kolyeden göğüs kafesimin ortasına bir elektrik akımı, bir güç aktarımı oluyor gibi hissediyordum. Bu duruma bir anlam veremesem de aileme ait elimdeki tek eşya olmanın içimde oluşturduğu psikolojik bir güdüden ibaret olduğunu düşündüm.

"Bu arada üzerinizde kolye gerçekten çok hoş durdu fakat bence kolyeyi kazağınızın içine saklamalısınız. Bu denli değerli bir kolyeyi taşımak birçok insanın dikkatini çekecektir. Herhangi bir hırsızlık olayına şahit olmak istemezsiniz."

Karşımdaki kadına minnetle gülümseyip kolyeyi kazağın altına aldım. Açık olan iki düğmesini de ilikleyip kolyenin görünmesini imkânsız kıldım. "Bu arada adınızı sormayı unuttum." dedim mahcup bir edayla.

"Eslem" dedi gülümseyerek. Elini sıkmam için bana doğru uzatmıştı. Elini kavrayıp konuştum "Ben de..."

"Karen" cümlemi tamamlamama müsaade etmeden ismimi zikretmesiyle adımı nereden bildiğini düşündüm. Dudaklarından bir kıkırtı peyda olduğunda konuşmaya başladı. "Kutunun üzerindeki notta 'Karen'e verilmesini istediği yazıyormuş' demiştiniz. Oradan aklımda kaldı."

Anladığımı belli etmek için başımı aşağı yukarı hareket edip konuşmaya başladım. "Bugün kendimde olduğum pek söylenemez." dedim uçağın penceresinden dışarıyı izlemeye dalmışken. " Hiç kimsenin yaşamak istemeyeceği şeyler yaşadım. Geçmişi bir türlü arkamda bırakamıyorum." 

Dostça omzumu sıvazladığında soluma çevirmiş olduğum yüzümü sağımda kalan Eslem'e çevirdim. "Eğer geçmişinle hesaplaşmaz ve tüm sır perdelerini yok edip parçaları bir araya getirmezsen geçmişini arkanda bırakıp öylece yoluna gidemezsin çünkü insan beyni..."

"Yarım kalmış bilgileri tamamlama konusunda oldukça hassastır ve öğrenmediği müddetçe de peşini asla bırakmaz." diye devam ettirdim sözünü. "Psikoloji mi okudunuz?" Hayranlıkla sorduğum soruyu yüzündeki gülümsemeyle onayladı.

"Ve anladığım kadarıyla sende psikoloji öğrencisisin." 

"Aslında henüz değilim. İspanya'ya eğitimim için gidiyorum okula kaydımı yaptıracağım ve okulun öğrenci listesinde adımı görmedikçe de buna inanabileceğimi sanmıyorum. Bu benim için hep hayaldi ve öyle kalacağını düşünüyordum fakat galiba hayat bir kez de bana göstermek istedi güzelliklerini." Bu cümleleri kurarken bile güzel bir rüyanın içinde olup olmadığımı sorguluyordum.

"Bölümüne aşık bir kızsın sen Karen. Gözlerinden taşıp karşındaki insanın yüreğine işliyor tutkun. Durum böyleyken başarısız olman imkânsız olurdu." benim hakkımda kurduğu olumlu cümlelerle yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu.

"Teşekkür ederim." dedim mahcubiyetle. 

Eslem ile biraz daha muhabbet ettikten sonra uçağın İspanya'ya inişinden kısa süre sonra toplantısının olacağını ve toplantı için hazırlık yapması gerektiğini söyleyip önündeki dosyalara tabiri caizse gömülmüştü. Bir müddet hayranlıkla Eslem'i seyredip bir gün benim de böyle bir konumda olup olamayacağımı düşündüm. Ardından böylece onu izlememin doğru olmadığına kanaat getirip bakışlarımı dizimde duran kutuya indirdim. 

İçinde kolye dışında üzeri kabartma yazılarla farklı farklı amblemlerin bulunduğu bir kitap ve birde sararmış zarfın üzerine basılmış, kolyenin üzerindeki güneş ve mızrak ambleminin mührü bulunan bir mektup vardı. Parmaklarım kİtabı bulduğunda dikkatle kutudan çıkarttı. Kapağı öyle güzeldi ki adeta fantastik bir filmin içinden fırlayıp bana getirilmiş gibiydi. Parmaklarım kitabın deri cildini okşadığında içime bir ürpertinin yayıldığını hissettim. Kitabın kapağını hafifçe kaldırıp ilk sayfaya baktığımda sayfanın boşluğu karşısında kaşlarımın gözlerimin üzerine inmesine engel olamadım. Kapağı tamamen açıp elimi eskimiş sarı sayfaya dokundurduğumda sol üstten sıra sıra belirginleşen yazılarla dilimin lal olduğunu hissettim. Elimi ateşe değdirmiş gibi hemen kitaptan çektim. Korkuyla atmaya başlayan kalbim, şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış gözlerim ile öylece sayfaya bakıyordum. Bu imkansızdı böyle şeyler sadece filmlerde olurdu oysa şu an oldukça gerçekçi bir hayatın içindeydim. Yanlış görmüş olduğumu düşünmekten başka mantıklı bir cevap bulamamıştım. Buna güvenerek ve diğer sayfada böyle bir durumun olmayacağına kendimi inandırmaya çalışarak titreyen parmaklarımı kitabın sayfalarına büyük bir korkuyla değdirdim. Diğer sayfada da az önceki durumun vuku bulmasıyla dudaklarımdan kısık fakat oldukça korkmuş olduğumun ses tonumdan oldukça belli olduğu bir cümle peyda oldu.

"Bu... bu nasıl olur?"

Eslem sesimi duymuş olacak ki merakla bakışlarını önündeki dosyadan kaldırıp, ürkekçe etrafına bakınıp bir rüyada olduğunu teyit etmek isteyen bakışlarıma odakladı.

"Bir şey mi oldu canım? Canını sıkacak veya ailen ile ilgili önemli bir detay mı öğrendin?" Eslemin sorusu karşısında nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilemedim. Böyle bir şeyi kime söylersem söyleyeyim bana deli gözüyle bakardı. Kitabı Esleme göstermenin ise iyi bir fikir olmadığı adeta içime doğuyordu. Bu durumu bir başkasının görmesi başımı belaya sokabilirdi. Uzun süren bakışmamıza bir son vermem gerektiğinin bilinciyle dilimi kurumuş dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Üst üste birkaç kez yutkunup içime kaçmış olan sesimi gün yüzüne çıkartmayı denedim. Bir nebze de olsa kendime geldiğimde konuşmaya başladım.

"Evet ailemi bulmama yarayacak bir bilgi öğrendim." Yalan söylemeyi sevmesem de yapmak zorundaydım. Yalan söylediğimi anlamamasını umarak kendimi gülümsemeye zorladım.

"Karen sen iyi misin? Bu duruma pek sevinmemiş gibi gözüküyorsun." dedi Eslem. Haklıydı gördüklerim karşısında mutlu olduğum söylenemezdi aksine oldukça korkmuş gözüktüğüme emindim.  

"Sevinmedim." dedim dürüstçe. "Nasıl sevinebilirim ki? Onlar benim nerede olduğumu bunca yıldır biliyorken bir kez olsun gelmediler. Bense onlardan gelecek en ufak bilgi kırıntısına dahi öyle açtım ki. Çocukluğuma ihanet ediyormuş gibi hissediyorum." Öyle inandırıcı konuşmuştum ki bu kadar iyi bir konuşma yapabildiğime şaşırmıştım. Aslında söylediklerim yalan değildi, bunu çoğu zaman zaten düşünüyordum. Aklıma geceleri yatağa yalnız girmek zorunda kalan o ürkek küçük kız geldiğinde geçmişimi bir kenara fırlatıp, sırtından bıçaklamış gibi hissediyordum. 

"Sen de haklısın tabi. Her ne kadar psikoloji okusam da seni asla tam olarak anlayamam. Ben ancak empati kurabilirim." Dedi üzgün çıkan sesiyle. Bakışlarından hislerinin samimi olduğu anlaşılıyordu, en azından ben öyle düşünüyordum. "Onları bulmak istemiyorsan bunu yapmak zorunda değilsin, unutma. Bu hayat senin sense bu hayatın başrolünü oynuyorsun. Kendini düşünmekten kaçınma." dedi Eslem.

Başımı Eslemi onayladığımı göstermek adına aşağı yukarı salladım. Daha fazla konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki önündeki dosyalarla ilgilenmeye başladı. 

Az önce olanların mantıklı bir izahı yoktu. Kafayı yemek üzereydim, bu nasıl mümkün olabilirdi? Masal aleminde yaşamıyorduk, ki ben masallara inanma yaşını çoktan geçmiştim. Olayın şokundan sayfalarda yazılanları dahi okumak aklıma gelmemişti. Eslem'in hala önündeki dosyayla ilgilendiğini gördüğümde kitabın kapağını açmanın sakıncası olmayacağına kanaat getirdim. Kapağını kapatmış olduğum kitabın ilk sayfasını tekrar açıp üzerindeki yazıların ortaya çıkmasını bekledim. Kısa süre sonra sayfanın birçoğu yazılarla altta kalan küçük bir kısmı ise farklı bir yaratığın resmi ile doldu. Bunlar da ne demek oluyordu?  Yazıların sonradan belirişini görmesem bu durumu bana yapılan bir şakadan ibaret sayardım çünkü kitap bu haliyle masal kitaplarından farksızdı. Yazıları okumaya başladığımda yazılanlara bir mana veremedim.

                                                      Bedonya 

Bedonyalar, İzlorç adasının ortasında bulunmakta olan Mevland gölünün derinliklerinde yaşar. Devasa büyüklükte olan bu yaratıklar Deniz altında yaşamasının yanı sıra karada da yaşamını sürdürebilir. 7 metreye ulaşan boyları,bir tona kadar ulaşabilen ağırlıkları, keskin dişleri, ucunda kıskacı bulunan kuyruğu ve en önemlisi ise asla bakışlarınızın değmemesi gereken gözleri ile oldukça vahşi ve ölümcül bir yaratıktır. 

Bu yaratığı öldürebilmenin tek yolu iki gözünün ortasındaki boşluğa ginsol iksiri ile kutsanmış ok saplamaktır fakat bunu yaparken bakışlarınız yaratığın gözleriyle kesişmemelidir. Gözlerinizin Bedonyanın gözlerine değme durumunda damarlarınızda dolaşan kanın basıncı artacak göz, burun ve kulak deliklerinizden vücudunuzdaki son kan akıp gidene kadar oluk oluk kan boşalacaktır. 

Bu yazılanlarda ne anlama geliyordu? Metinde ne anlama geldiğini dahi bilmediğim onlarca isim geçmişti. Okuduklarımın bende oluşturduğu tek şey kocaman bir saçmalıktan ibaret olduğunu düşündürtmek olmuştu. Kafamı iki yana sallayıp bu saçma durumdan kurtulmak istedim. Aklımı mı yitirmiştim yoksa? 

Şu an yaşadıklarım korkunç bir sanrıdan ibaretti biliyordum. Aklımı yitirmiştim fakat bu anları yaşamamıştım, bu olanlar gerçek değildi. O halde kitabın sayfaları nasıl yok olup ben dokunduğumda kendini gösteriyordu? Bedonya denilen varlık gerçekten var mıydı? Sanmıyordum. Hadi o var diyelim İzlorç adası adında bir yer duyduğumu hiç hatırlamıyordum. Bakışlarım kutunun içindeki mektubu bulduğunda bu saçmalığa bir son vermek için mektubu kutunun içinden çıkarıp aldım. O insanlar bana aile olmayı başaramamış üstüne üslük bir de benimle dalga geçme hakkını kendilerinde bulmuşlardı. Bu durum içimde, en derinlerimde bir parçamın kopup intihar etmesine sebep olmuştu. Zarfı açmak için hareketlenen parmaklarımın titremesi korkudan değil sinirdendi. Tek hamlede zarfı yırtıp içindeki kâğıdı çıkarıp aldım. İçinde yazılanları hemen okuyup bu saçmalığa bir son vermek istiyordum. Tüm bu anların mantıklı bir açıklamasının olmasını temenni ediyordum. Katlanmış kâğıt parçasını sabırsızca açıp yazılanları okumaya başladım.

Sevgili kızımız Karen

Sen bu mektubu okuyorsan başarmışız demektir kızım. Seni, canımızı koruyabilmişiz demektir. Kızma bize annecim olur mu? Biz ne yaptıysak senin için yaptık. Senin için halkımızdan vazgeçtik ki bir kral ve kraliçe için halkları demek üstüne daha büyük bir sevgi koyulmaması gereken en büyük değer demektir. Fakat biz yapamadık Karen, biz senin üstüne başka bir sevgi daha koyamadık annecim. Minik ellerinle yüzümüze dokunup gözlerimizin içine baktığında biz anladık ki sonucu neye bedel olursa olsun senden vazgeçemeyiz. Yasemin kokan mis kokun ciğerlerimize dolduğunda biz anladık ki bu koku hep hayat bulsun diye kendimizden vazgeçeriz. Keşke o naif sesinden bir kez olsun anne ve baba deyişini duyabilseydik. Ama olmadı seni sevgimizle sarmalayamadık. Sana hak ettiğin lüks hayatı sunamadık. Biliyorum bize kızgın ve kırgınsın. Seni insanların içine bir başına bırakmak zorunda kaldığımız için affet bizi prensesim. Sen Goldan Diyarına aitsin, Leydi Kraliyetinin veliaht prensesisin. Biliyoruz bunlar sana çok uzak, olması imkânsız şeyler gibi geliyor lakin hepsi gerçek ve sen o kolye sayesinde henüz gitmemişsen çok yakında Goldan Diyarına ayak basacaksın. Fakat senden tek isteğimiz güçlü olman Karen. Vasfından hiç kimseye bahsetmemen ve Boşluka hapsedilmiş halkımızı oradan kurtarıp olman gereken yere, Leydi Kraliyetinin tahtına geçmen. Unutma sen çok güçlüsün, sen tanrı tarafından kutsanmış Karen Leydisin. Kimse de olmayan güçlerin bulunduğu, Leydi halkını hapsedildikleri karanlıktan çıkarabilecek tek kişisin. Kitapta yazan bilgileri okuyup kendine rehber edinmeni istiyoruz. Biliyoruz inanması senin için güç fakat içine düştüğünde orada yazanların her birisinin gerçek olduğunu anlayacaksın çiçek kızım. Kitabın sayfalarında yazan tek bir bilgiyi dahi atlama ihtiyacın olacak her şey ama her şey kitabın satırlarında gizli. Ve sana gönderdiğimiz kolyeyi bir an olsun boynundan çıkartma. Unutma prensesim ben ve baban her daim gökyüzündeki kara delikten seni izliyor olacağız ve ruhumuzu seni korumak için hep yanına göndereceğiz.

Annen Melina Leydi ve Baban Agah Leydi

 

Melina Leydi dedim sessizce. Annemin adı Melina mıydı? Gözlerimden bir damla yaş döküldüğünde bu sefer Agah Leydi diye fısıldadım. Canım yanıyordu. Bu satırlardaki sevginin gerçek olması için doğru bildiğim her şeyin kocaman bir yalandan ibaret olmasına bile katlanabilirdim. Benim kalbimdeki en büyük yara sevgisizlikti. Yıllarım anne sevgisi nedir, baba kucağının sıcaklığı nasıl hissettirir bilmeden geçmişti. Lüks hayat umurumda bile değildi fakat beni yaralayan şey aile sıcaklığını tadamamış olmaktı.

 Yazılanların gerçek olma ihtimali var mıydı? Eğer annem ve babam beni böylelikle mecburen bırakmak zorunda olmuşlarsa hepsi gerçek olmalıydı. Çünkü hiçbir şey kalbimi ailemin beni öylece bırakmış olma düşüncesinden daha çok acıtmıyordu. Yıllardır doğru bildiğim bu gerçek değişecekse sebebinin ne olduğunun önemi yoktu. Onların beni isteyerek bırakmadığını bilsem yeterdi. Fakat ne kitapta yazılanlara ne de mektupta yazılanlara inanamıyordum. Burada yazılanları altı yaşındaki Karen okusaydı evet inanır ve Allah'a her gece Beni Goldan Diyarına gönder diye yalvarırdı. Fakat o küçük kızın sevgisizliğe boğulup can verişinin üzerinden çok sular akmıştı. Saçma sapan hayallerin esintisine kapılıp oradan oraya sürüklenme yaşım geride kalmıştı. Büyümüştüm ve büyüdükçe hayatın toz pembe olmadığını her düştüğümde daha güçlü değil, her zaman olduğundan binlerce kat daha güçsüz kalktığımda anlamıştım. 

Elimdeki mektubu avcumun içine hapsedip hırsla buruşturup kutunun içine gelişi güzel fırlattım. Hiç düşünmeden kapağını kapatıp kutuyu sırt çantamın içine koydum. Bu hurafelere inanmak için çocuk ya da bunamış bir ihtiyar olmak gerekirdi. Aklımı karıştıran tek şey ise yazıların kendini gizlemesiydi. Bu konuyu İspanya'ya indiğimde detaylıca araştırmaya ve mantıklı bir cevap bulmaya çalışacaktım. Belki de uçağa ilk binişimin üzerimde bıraktığı saçma sapan bir etkiydi. Ve İspanya'da o kitaba tekrar baktığımda böyle bir durumla karşı karşıya kalmayacaktım.

Sırtımı koltuğa yaslayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Düşünmeyecektim, benim için önemli olan tek şey eğitim hayatım olmalıydı. Bunun dışında hiçbir konu için kafa patlatmayacaktım. Fakat olmuyordu. Beynim az önce yaşananların mantıklı bir izahını bulmak, kalbim ise körü körüne gerçekliğine inanmak istiyordu. Ben düşünceler havuzunda nefes almaya çalışırken uçağın bir sağa bir sola yalpalamasıyla uçağı, yolcuların korku dolu çığlıkları doldurmuştu. Eş zamanlı olarak hostesin koridorun ortasında durup her şeyin kontrolleri altında olduğunu ve korkulacak bir şeyin olmadığını söylemesiyle uçaktaki iki kişi dışında herkes derin bir oh çekmişti. Eslem ile göz göze geldiğimizde "Bir terslik var." Dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Eslem korku dolu gözlerini benden ayırmadan başıyla onayladı. Aynı sarsıntı bir öncekinden çok daha kuvvetlice uçağı sağa savurduğunda bedenimi rüzgârda bir oraya bir buraya savrulan bir ağaç dalı gibi hissettim.

     

Korkuyla camdan dışarı baktığımda gördüğüm şeyle dudaklarımdan korku dolu bir çığlığın firar etmesine mâni olamadım. Bulutların arasında öylece asılı duran bedenle nasıl yutkunulması gerektiğini dahi unutmuştum. 

Gözleri sadece gözlerime bakıyor, avucunu ise uçağa uzatmıştı. Ellerinden süzülen ışık doğruca uçağı bir örümcek ağı gibi sarmalıyor ve her elini hareket ettirdiğinde uçağın yalpalamasına, yolculardan korku dolu çığlıkların ve hatta ağlayış seslerinin yükselmesine neden oluyordu.  Bense hayattan soyutlanmış sadece o kuzguni siyah gözlere bakıyordum. Simsiyah saçları rüzgarında etkisiyle havalanıyor birkaç asi tutam alnına düşüyordu. Gözleri öyle keskin bakıyordu ki bir an onun Azrail olabileceğinden şüphelenmiştim. Öyle farklı bir hisle bakıyordu ki ecelimin ellerinden olacağını söylese hiç şüphe etmezdim. Üzerine yapışan siyah V yaka tişörtü, bacaklarını saran siyah kot pantolonu ve ayaklarındaki siyah spor ayakkabılarla bir o kadar biz gibi ve bir o kadar da aykırı görünüyordu. 

Bakışlarım tekrar gözlerine tırmandığında hala gözlerinin tek hedefinin ben olduğumu bakışlarıma kenetlenmiş bakışlarından anlayabiliyordum. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırıp doğru görüp görmediğimi teyit etmek istedim. Gözlerimi açtığımda az önceki yerde onu göremediğimde bunun beynimin bana oynamış olduğu bir oyun olduğunu anlamış oldum. Uçak bir kez daha sarsıldığında artık insanlar için hostesin kurduğu cümlelerin bir önemi kalmamıştı. Hostesin gözlerindeki korku öyle dolu dolu hissediliyordu ki bir şeylerin ters gittiğini anlamak için psikoloji okumaya gerek yoktu. Bakışlarım Esleme kaydığında iki eliyle kulaklarını kapatıp dizlerine dökülen gözyaşlarıyla bir şeyler mırıldandığına şahit oldum. Herkes oldukça korkmuştu peki ya böyle bir durumdayken ben hala nasıl soğuk kanlılığımı koruyor ve her yerde o kuzguni siyah gözleri arıyordum?

Saniyeler içinde güçlü bir gürültü koptuğunda bu sefer içime yayılan korkuya mâni olamadım. Uçağın içine göz gezdirdiğimde uçağın kapısının açılmış ve önünde az önce gördüğüm adamın dikildiğini gördüm. Bakışları yine sadece benim üzerimdeydi. İnsanların korku dolu bağırışları ve üzerine sabitlenmiş ürkek bakışları yok sayıp büyük ve sağlam adımlarla bana doğru adımlamaya başladı. Bakışlarım bakışlarına kenetlenmişti fakat gözlerimden gözlerine taşan his kesinlikle cesaret değildi. Aksine bu durumun mektupta yazanları doğruladığından ne hissedeceğimi de nasıl tepki vereceğimi de bilmeden öylece gözlerine bakıyordum. Fakat içimdeki duyguların yüzümde hayat bulmasına izin vermedim. Hemen kendimi toplayıp sert ve özgüven dolu bakışlarla yakıcı, gecenin siyahı gibi içimi karanlığa hapseden irislerine meydan okuyarak baktım. 

Eslem'in önünde durduğunda korkudan bedenini bedenime yaslamış kadına bakıp ardından gözlerimi tekrar kuzguni siyahlara kenetledim. 

"Kalk!" dedi sert ve bir o kadar kendinden emin çıkan sesiyle. Cümlesi bana hitaben kurulmuştu. Buna rağmen kılımı bile kıpırdatmadığımı gördüğünde bu sefer ilkine nazaran çok daha yüksek bir sesle konuştu. "Sana kalk dedim." Tüm yolcuların ve hatta hostesin bile gözü üzerimizde ve korkuyla bize bakıyorlardı. 

"Kimsin?" dedim güçlü çıktığını umut ettiğim sesimle. "Ve hangi hakla bana emir veriyorsun?"

Çok kısa bir an bakışlarından gelip geçen şaşkınlığı yakalamıştım.  Fakat kendini çabuk toplamış yine az önceki kadar keskin ve ne düşündüğünü katiyen belli etmeyen bakışlarla gözlerime bakıyordu. Yüzünde ne öfke ne de mutluluktan bir eser vardı. Sanki özellikle onu bakışlarından okumamam için aramıza görünmez bir set çekmişti. Oysaki ben karşımdaki insanın elini nasıl oynattığından ve hatta cümleyi kurarken aralarda ne kadar beklediğinden dahi onun iç dünyasını tahmin edebilirdim. Fakat şu an karşımda duran bir çift gözde hangi ifade saklı bilemiyordum. Hala kalkmamı beklemeye devam ettiğinde sinirlerimin gerilmeye başladığını hissettim.

"Kimsin sen?" az önce sorduğum soruyu tekrar sorduğumda bu durumun hoşuna gitmediğini kasılan çene kemiklerinden anlayabiliyordum.

"Kalkıyor musun, kalkmıyor musun?" dedi. Bunun herhangi bir sorudan ibaret olmadığını pekâlâ biliyordum. Bıkkınlıkla gözlerini yüzümden çekip fütursuz adımlarla koridor boyunca yürümeye başladı. Bir müddet sonra arkasına dönüp gözlerini gözlerime kenetledi. "Kalkıyor musun?" dedi tek kaşını kaldırırken. 

Cevap vermediğimde uçağın zemininden beş santim kadar yükseldi. Herkesin dudaklarından şaşkınlık dolu nidalar dökülürken ben hiçbir tepki vermiyor daha doğrusu veremiyordum. Gözleri hala gözlerimdeydi ve bu bağlantıyı koparmak için ne kadar çabalarsam çabalayayım bir türlü bakışlarımı yakıcı irislerinden çekemiyordum. Zemine tuttuğu elini hareket ettirmeye başladığında havada sabit duran uçağın bir beşik gibi sallanmaya başlaması bir oldu. Oturduğum koltuğa sıkıca tutunmaya çalışırken aynı zamanda bakışlarımı gözlerinden çekmemek için insan üstü bir çaba sarf ediyordum. İnsanların korku dolu çığlıklarının arasında kalkmam için yalvaran sesler duyduğumda sertçe yutkundum. Bu adam kimdi bilmiyordum fakat buradaki insanların hayatını tehlikeye atmasının tek sebebi bendim. 

Bu gerçeği yolculardan birinin haykırarak dile getirmesi içimde yükselmeye başlayan elektrik akımının çok daha kuvvetlenmesine sebebiyet vermişti. Tüm uzuvlarımın karıncalanmasına sebep olan bu akım bir akarsu gibi tüm bedenimi geziyor ve coşkuyla göğüs kafesimde toplanıyordu. Karşımdaki adamın gözlerinde gördüğüm kararlılık sonucu ayağa kalktım. Yan koltukta korkudan büzüşebildiği kadar büzüşen Eslem'i gördüğümde içimdeki öfkeye vicdan azabının da eklenmesine mâni olamadım. Bir hışımla Eslem'in önündeki boşluktan sızıp kendimi koridora - simsiyah irislerin karşısına - attım. 

"Kes şunu!" avazımın çıktığı kadar bağırmıştım. Bu hayatta beni seven kimse olmamışsa da benim yüreğimde insanlara karşı, küçüklüğümden bu yana filizlenip kocaman çınar olan sevgim "Canları cehenneme, önce kendini kurtar." Dememe mâni oluyordu. Bağırışımın ardından tek hamlede uçağı durdurduğunda sağa savrulan uçakla birlikte ayakta durmayı güç bela başarabildim. Havada sabit durmaya başlayan uçakla herkes güçlü bir oh çekmişti.

"İşte bu kadardı." dedi  insanı zıvanadan çıkaran rahatlığıyla. "Her şey iki dudağının arasından dökülecek kelimelere bağlıydı. Sen sadece uzatmayı seçtin." Ayakları tekrar zemine bastığında bana doğru adımlamaya başladı. Korku tüm bedenimi ele geçirmişti. Karşımda nasıl bir yaratık olduğunun bilincinde olmadan onunla gelmemi istiyordu. Farklı bir dünyaya, bilmediğim yaratıkların içine ve ailemin mektupta yazdıkları gerçekse hiç kimsenin gerçek kimliğimi öğrenmemesi gereken bir savaşın tam da ortasına.

Daha fazla yaklaşmasını istemediğimi belirtmek için elimi bedenine doğru uzattığımda göğüs kafesime baskı yapan hissin parmak uçlarıma doğru yol aldığını hissettim.

"Gelme." Dedim titremesini önlemeye çalıştığım sesimle. "Ben hiçbir yere gelmiyorum hele ki seninle."

Dudaklarına yerleşen alay dolu gülümseme sarf ettiğim cümleler sonucunda iyice genişlemişti. "Öyle mi dersin?" dedi benim kararlarımın hiçbir öneminin olmadığını açıkça belli eden bir tınıyla. Bana doğru birkaç adım daha attığında tüm gücümle bağırdım "Uzak dur benden!"

Gözbebeklerindeki boşluk yerini öfkeye bıraktığında istemsizce birkaç adım geriye gittim. "Saye Saye Saye... zorluk çıkartmamaya ne dersin. Daha kurtarmamız gereken bir kraliyet var." Dedi bıkkınlıkla.

"Benim adım Saye değil. Karenim ben, yalnızca Karen."

"Saye" dedi gözlerimin en derinine bakarken. "Sen Leydi kraliyetinin veliaht prensesisin." Cümlesini bitirdiğinde öne bir adım atıp aramızdaki mesafeyi biraz daha azalttı. "Boşluka hapsedilmiş halkını kurtarmayı başarabilecek tek kişi sensin. Goldan diyarı adı verilen cehennemi cennete çevirecek güç sensin. Sen gücün ta kendisisin."

 Gerçek adım Karen değil miydi? Kendime ait tek bildiğim şey adımken bunun da bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyordum. Benden elimdeki tek varlığımı, adımı da almışlardı. Diğer yandan mektupta kimseye gerçek kimliğinden bahsetme yazıyordu oysaki karşımdaki adamın beni benden daha iyi tanıdığına emindim.

Ortada bir bilinmezlik vardı ve ben bu bilinmezliğin tam da merkez taşıydım. Her ne kadar mantığım duyduklarım ve gördüklerimin gerçek olmadığını haykırsa da gerçekliğini tüm hücrelerimde hissediyordum. Sinirle soludum, tanrıdan tek dileğim sıradan bir hayatken neden hep tüm zorluklar benim paçalarıma yapışırdı ki? 

Ne saman yakınıma geldiğini fark etmediğim kuzguni gözler gözlerimin birkaç santim ötesinden tüm yüzümü anlamlandıramadığım bir duyguyla arşınlıyordu.

"Aklındaki tüm soru işaretlerini cevaplayacağım. Ama önce benimle gerçek evine, Goldan diyarına geleceksin Saye."

____________________________

Veeee ilk bölüm bitti. Umarım beğenmişsinizdir. Çook yakında yeniden yep yeni bir bölümle burada olucam... Ben gelene kadar kendinize çok iyi bakın canlarım ????

Bu kız sizi çok seviyor unutmayın ????

İnstagram=> melis_yldzm

2. Teslimiyet

Teslimiyet

Bölüm:2

Teslimiyet. Benim bu hayatta tek yapabildiğim şey her şeyimle teslim olmak, kader rüzgarlarının beni nereye savurmak isterse oraya savurmasına izin vermekti. Böyle mi olacaktı her zaman? Benim duygularımın, kararlarımın hiçbir önemi olmayacak mıydı? Bıkmıştım artık. On sekiz yılda bu hale gelmişken ömrümün devamını aynı koşullar altında yaşamak zorunda olacağımı bilmek ... ölümdü.

Karşımdaki yabancı yüz onunla gitmemi istiyordu ve hatta emrediyordu. Peki ya gitmeli miydim? Ben bu yaşıma kadar her daim doğruları seçmemiş miydim? Her ne kadar canımı da yakacak olsa yalanları elimin tersiyle itip doğrulara sarılmamış mıydım? 

Peki ya şimdi ne yapacaktım? 

Doğruları seçmek demek hayallerimden, yıllardır emek verip kadere inat kazandığım savaştan vazgeçmek demekti. Fakat aynı zamanda doğrular üzerine kurmaya özen gösterdiğim hayatımın başından beri yalan olduğunu da gösteriyordu. Temeli bozuk bir binanın dairelerinin ne kadar güzel yapıldığının bir önemi yoktu benim nazarımda. Tek bir zelzeleye tarumar olmayacak mıydı sonuçta. Her bir çaban boşa gitmeyecek miydi? Gidecekti, gitmişti de. 

Doğrular diyerek kucak açtığım her bir anım aslında birer yalandı. Bu hayat, benim için çizilen bu kader, yıllarca olduğum sandığım kişi... Hepsi birer yalandan ibaretti. Bu hayattan bana kalan tek doğrular kalbimdeki kapanmak nedir bilmeyen yaralarım ve her gece akıttığım sayısız göz yaşımdı. Her şey yalandı da duygularım, ruhumun küçücük yaşta intihar ettiği gerçeği... İşte bunlar yalan değildi.

Cümlesini tamamladığında bir adım geri çekilip aramıza az da olsa mesafe koydu. Nasıl oluyordu da buradaki hiç kimseyi görmezken gözleri sadece bende takılı kalıyordu. Farklı bakıyordu. Uzun süre bakmak gözlerine, yakıcıydı. 

Gözlerimi kaçırmadan edemedim. Sertçe yutkundum hala bir cevap bekliyordu. Oysaki cevabım hayır dahi olsa beni burada bırakıp gideceğine inanmıyordum. Bırakmazdı. Gözleri öyle kararlılıkla parıldıyordu ki istediğini almadan asla gitmezdi. Gözlerindeki duygu aynı zamanda inandırıcıydı, öyle bir bakıyordu ki biz aslında yokuz hepsi birer sanrıdan ibaret dese hiç koşulsuz inanırdın. Gözleri efsunluydu. Aklını ve iradesini kaybetmek istemeyen hiç kimse uzun süre kuzguni irislerinin bakışlarına maruz kalmamalıydı. 

Yenilgiyle omuzlarım çöktü, göz yaşları göz pınarlarıma hücum ediyordu. Ama Karen yine Karan'liğini yapmıştı. Göz pınarlarından akması gereken gözyaşlarını ruhunun üzerine atılan toprağa akıttı. 

"Belki" dedim içimden. "Toprağını sula ki hayatına hiç baharlar gelmedi belki mezarını bir çiçek süsler."

"Tamam" sesim kısık, başım eğikti. Başaramamıştım yine ve yeniden. "Geleceğim fakat diğer herkesin güvende olduğundan emin olacağım." dedim uçaktaki yolculara kısa bir bakış atarken. Herkeste gezinen gözlerim Eslem'de takılı kalmıştı. Öylece bize bakıyor fakat bizi algıladığına dair hiçbir tepki vermiyordu. Sanki bana değil de boşluğa bakıyordu, transtaydı. Bakışlarım bir kaç saniye daha Eslem'in üzerinde oyalandıktan sonra yeminli gibi yeniden kuzguni siyah irislere tırmandı. Gözlerinde mutluluk yada küçümsemeye dair bir şeyler aradım fakat en ufak bir duygu kırıntısı dahi yoktu. Gözlerinde gördüğüm yegane şey ... duygusuzluktu.

"Güvende olacaklar." dedi sert ve tavizsiz çıkan sesiyle.

"Peki ben bundan nasıl emin olacağım. Ben sana nasıl güveneceğim." dedim itiraz eder gibi. Artık kendi canımdan geçmiştim. Ben karşımdaki yabancıyla gitmek zorundaydım, bunu anlamıştım. Fakat uçaktaki diğer insanların zarar görmemesi gerekiyordu. Bunu şansa bırakamazdım.

"Güvenemezsin" dedi dudakları iki yana kıvrılırken. Sahte bir gülüştü bu, gülüşü gözlerine uğramaya yetmemişti. "Güvenme de zaten." durdu bir süre düşünüp "Kimseye." diye tamamladı cümlesini. 

Neydi bu şimdi? Akıl oyunları yapıyordu. Onu çözmemi istemiyordu ama unuttuğu bir şey vardı. Ben Karen Taşdelen'dim - yani bu güne kadar öyleydim - insan psikolojisini iyi bilirdim. Şimdi değilse bile onun aklından da kalbinden de geçenlerin sicilini tutacaktım. Onun kim olduğunu öğrenecektim.

"Kanıtla!" dedim ellerim iki yanımda yumruk halini alırken. Sinirlenmeye başlamıştım ve böyle bir yaratığın karşısında bu hiç isteyeceğim bir durum değildi. Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Kendime hakim olmalı ve duygularımı belli etmemeliydim.

"Hayhay" dedi başını hafif eğip onay vererek. Bir anda kemikli parmakları nazikçe bileğime dolanıp beni kendine çektiğinde küçük bir nida döküldü dudaklarımdan. Bakışlarımız kesişti ilk önce bir sonraki hedefimiz dudaklarımızdı. Nasıl yutkunulması ve nefes alınması gerektiğini unutmam normal miydi? Normal olmalıydı. Normal olmasa ben neden unuturdum ki?

Yüzü yavaşça yüzüme yaklaşmaya başladı. Bu kadar yakın olmamıza  gerek var mıydı? Ve kokusu... Bir insan bu kadar mı güzel kokardı. Burnuma dolan bu koku istemsizce gözlerimin kapanmasına neden olmuştu. Odunsu bir kokusu vardı, sandal ağacının kokusuna benziyordu. Sert ve bir o kadar da hoş bir kokuydu. Kendimi hiç olmadığım kadar evimde gibi hissettirmişti ve bu ... olmamalıydı.

"Hoşuna gitmişe benziyor." Kulağıma çarpan sıcak nefesiyle elektrik akımına kapılmış gibi hemen gözlerimi araladım. Bu yaptığım utanç vericiydi. Kendimi kaybetmiştim. Bileğimi elinden çekip uzaklaşmak istediğimde bileğimi tutan parmaklarını sıkılaştırdı. Bu galiba onun dilinde izin vermiyorum demekti.

"Bırak" dedim sert çıkan sesimle. Yüzündeki muzip gülüşünü gördükçe utancım katbekat artıyordu. 

"Neden? Az önce memnun gibiydin!" 

"Yok öyle bir şey. Seninle gelmemi istiyorsan kanıtla. Buradaki herkes sapasağlam inecek bu uçaktan. Anladın mı beni?" dedim iyice yükselen sesimle. Sinirim kendimeydi. Karşımdaki kişi benden hayatımı almaya gelmişti ve ben neler düşünmüştüm. Heleki bunca insanın içinde ve böyle bir durumdayken.

"Gözlerini kapat ve ben aç diyene kadar asla açma!" sesi tehditkardı. Dediğini yapmazsam kimseye acımayacağını açık ve net anlayabiliyordum.

Başımı aşağı yukarı sallayıp sözlerini onayladım. Gözlerimi sımsıkı kapattım.   Bileğimi tutan parmakları belime yerleştiğinde sinirle homurdanıp geri çekilmek istedim.

"Sakin ol." Kulağıma fısıldadığı kelimeler anında hareketlerimi kesmeme yetmişti. Diğer eli de sırtımdaki yerini aldığında gözlerimi kapatmış olduğuma şükrettim aksi taktirde bu yakınlıktan gözlerinin içine bakamazdım. Beni iyice kendine çekip bedenini bedenime yasladı. 

"Şimdi büyük bir sarsıntı olacak.

Miden bulanabilir ama korkma. Her şey kontrolüm altında olacak." dedi beni yatıştırmak ister gibi. Saniyeler sonra büyük bir sarsıntı gerçekleştiğinde bağırmamak için üst dişlerimi alt dudağıma geçirdim. Korkuyordum. Kendimi boşluğa bırakılmış ve az sonra yere çakılacakmış gibi hissediyordum. Bir yere tutunma isteğiyle kollarımı boynuna doladım. Sakinleşmemi ister gibi sırtımı sıvazlamaya başladığında bunun işe yaramasına mı şaşırmalıydım yoksa ketum görünüşünün ardındaki farklı yanına mı karar verememiştim.

Bir kaç dakika süren sarsıntının ardından "Artık gözlerini açabilirsin." dedi. Sesi diğer konuşmalarına nazaran naif ve şefkat dolu çıkmıştı ya da ben o kadar çok korkmuştum ki beynimin olayları algılama şekli değişmişti. Yavaşça gözlerimi açtığımda artık uçağın içinde olmadığımızı farkettim. Saçlarımı yalayan soğuk rüzgarı ensemde hissettiğimde korkuyla gözlerimi kapattım.  

Gökyüzündeydim, bulutların üstünde... Bunun korkutucu olabileceğini hiç düşünmezdim. Oysaki bulutların üzerinde gezinmek her küçük kızın bir zamanlar hayali değil miydi? Neden bu durum şimdi bana zevk vermekten bu denli uzaktı? Cevap basitti; artık o küçük kız değildim, büyümüştüm. Büyüdükçe hayallerin sadece hayal olarak kalması gerektiğini öğrenmiştim. İnsanın her istediği gerçekleşmemeliydi, elini şıklattığında önüne bir hayat sunulmamalıydı. Bu tehlikeliydi, çok tehlikeliydi.

Soğuk rüzgarın soluğunu bir kez daha ensemde hissettiğimde titredim. Bu hem korkudan hem de yerden yüksekliğe bağlı olarak havanın normalden çok daha fazla soğuk olmasındandı. İstanbul'un kışına bile dayanamazken bu soğuk katlanılabilir gibi değildi. Ellerim bulunduğumuz konumu yeni yeni idrak etmiş olacak ki daha sıkı sarıldı boynuna. Soğuk rüzgar tenimi dövdükçe dişlerimi daha sıkı bastırdım alt dudağıma. Kanın metalik tadını alabiliyordum fakat bu şu an düşüneceğim son şeydi. 

Sırtımı tutan elinin vücudumla teması kesildiğinde korkuyla "Bırakma beni!" diye bağırdım. Şu an ne beni tutan kolların kimin olduğunun ne de beni bekleyen hayatın bir önemi vardı. Ayaklarım bir avuç kara parçasına bassın yeterliydi. Sırtımdan çektiği eli yüzümün sol yanına kapandığında elinin sıcaklığı karşısında şaşırmıştım. Benim tüm uzuvlarım soğuktan titrerken o fazlasıyla sıcaktı.

"Üşümüşsün" dedi duygusuz çıkan sesiyle. Sesi yaptığı hareketlere ve dokunuşlarının naifliğiyle tezatlık oluşturuyordu. Elini yüzümden çekti. Parmakları göz kapaklarıma değiyordu oysa onlar açılmamak için oldukça inatçılardı. "Çok mu korkuyorsun?" Sesi sorgular nitelikteydi. Gerçekten merak ettiği apaçık belliydi. Parmakları kirpiklerime değip naifçe okşadığında kalbimde açılan yaraların birinin kabuk bağlamaya başladığını hissettim. Ben bu güne kadar kimseden şefkat görmemiştim. Bu yüzdendi yaralarım, bu yüzdendi gözyaşlarım.

Elini yüzümden indirdiğinde gözlerimi yavaşça araladım. Gözlerine bakarak"Hangi insan gökyüzünde başı boş durmaktan korkmaz ki?" dedim. Benimle dalga geçiyor olmalıydı. O nasıl bir varlıktı henüz bilmiyordum fakat biz insanların böyle güçleri yoktu. 

"Sen sıradan bir insan değilsin Saye. Sen insan bile değilsin. Biz farklıyız onlar gibi değiliz." dedi bir anda sol elinde beliren kadın ceketini göstererek. Bir eli hala belimdeydi. Ceketi tek eliyle omuzlarımdan aşağı sarkıttığında yakın mesafeden gözlerimiz birbirini kana susamışçasına ayrıntıyla inceliyordu. Üzerime eğilip dudakları boynuma değecek şekilde durdu. "Sen bir Leydi'sin. Leydi kraliyetinin veliaht prensesisin bunu asla unutma." Cümleleri kurarken tenimde hissettiğim dudaklar içimin ürpermesine neden olmuştu. Karşımdaki bu adam kimdi, neydi bilmiyordum fakat ondan uzak durmam gerektiğini çok iyi biliyordum. Kimseye güvenemezdim, kendime bile. Dudakları tenimden ayrılıp doğrulduğunda bu sefer bakışları dudaklarımı buldu. Baş parmağını ısırmaktan paramparça olmuş dudaklarımın üzerinde değdirdiğinde acıyla inledim. Parmağını ateşe değmiş gibi geri çektiğinde sinirle bana bakmaya başladı. "Kim neden bunu kendine yapar ki?" diye sordu. Sorusu bana hitaben değil daha çok kendine yönelttiği bir soruydu. Umursamazlıkla omuzlarımı indirip kaldırdım. Şu an dudağımın acısı umrumda bile değildi. Baş parmağı tekrar dudaklarıma yöneldiğinde başımı sağa çevirerek temasından kurtulmaya çalıştım. 

"Hareket etmeyi kes ve bana izin ver!" Sesini ilk defa bu kadar yükseltmişti. İyi de benim yaralarım onu neden ilgilendiriyordu ki? 

"Acı çekmeye alışığım ben. Bunun gibi küçük yaralar anca bedenine acı verir, asıl korkman gereken ruhunu kavuracak yaralar." 

"Neden çok mu yaralandın ruhundan?" diye sordu ciddiyetle. Merak ediyordu, belliydi. Fakat benim çektiğim acıları ona anlatma gibi bir niyetim yoktu.

"Neyse ne! Seninle özelimi konuşacak değilim." dedim kararlılıkla. Sesim sert ve bir o kadar da itiraz istemeyen bir tınıda çıkmıştı.  Bir kaç saniye gözlerimin içine kuzguni irisleriyle bakmış ardından da bir şeyler mırıldanıp bakışlarını sağımızda kalan uçağa çevirmişti. Keskin bakışları sağımıza bakana kadar uçağın varlığını dahi fark edememiştim. Gökyüzünde olduğumu bilmek, bildiğim diğer her şeyi unutturmuştu.

"Şimdi sana benden istediğin şeyi vereceğim. Onların kılına dahi zarar vermeden hayatına devam etmelerini sağlayacağım. Ve sende benimle Goldan diyarına, gerçek evine döneceksin Saye." dedi itiraz istemeyen bir tınıyla. Oysa en az benim kadar o da çok iyi biliyordu ki benim itirazlarımın bir hükmü yoktu.

"Bana Saye demeyi kes. Benim adım Karen, Saye değil." dedim tıslar gibi. Onca yanlışın içinden adımın dahi olsa gerçek olmasını isterdim. Ama hayat, onu bile bana çok görmüştü.

"Haklısın sen sadece bana Saye'sin. Diğer herkese ise Karen." Gözlerimin içine öyle bir duyguyla bakıyordu ki hayatım boyunca bunu bir başkasında daha görmediğime yemin edebilirdim. Neydi gözlerinden gözlerime taşan duygu ve ne anlam ifade ediyordu dudaklarından dökülen cümleler?

"Ne demek istiyorsun?" dedim lafı dolandırmadan. Ben kararımı veriştim. Bu zamana kadar nasıl gerçekleri seçmişsem şimdi de öyle yapacaktım. Her şeyi öğrenmek istiyordum. Canımı acıtacaksa acıtacaktı fakat ben bir korkak gibi yalanlara hiçbir zaman boyun eğmeyecektim. Bu bana yakışmazdı. "Bana Saye'sin, başkalarına Karen derken ne demek istedin?" dedim merakla.

Bir kaç dakika gözlerime bakıp daha sonra bakışlarını uçağa yönlendirdi. Çevremizi mavi bir ışık sarmaladığında korkuyla geri çekilmek istedim fakat beni tutan kollar buna müsade etmemişti. Mavi ışık bizi bir su balonu gibi içine aldığında ürkek bakışlarımı, beni tutan adama yönelttim. İki elinide çekip beni tamamen boşluğa bıraktığında gözlerimi sımsıkı kapatıp son gücümle bir çığlık koparttım. Ben aşağıya doğru süratle düşeceğimi düşünürken yerimden bir milim dahi kıpırdamadığımı farkettiğimde sımsıkı kapatmış olduğum gözlerimi tereddütle araladım. Duygusuzca yüzümü izleyen bir çift katran karası gözle karşılaştığımda iyiden iyiye öfkenin vücudumu esir aldığını hissettim.

"Beni öylece bırakmak yerine şu lanet şeyin ne işe yaradığını en başında bana anlatabilirdin!" Avazım çıktığı kadar bağırdığımda yüzünü buruşturup bir şeyler mırıldandı. "Şunu yapmayı kes!" dedim umursamazlığı mesken bilmiş yüzünü izlerken. "Beni cevapsız bırakmayı kes! Ne yapacaksan yap ve bitir artık. Çünkü ben geldiğin çöplüğe gitmek için sabırsızlanıyorum!" Yalandı.  Kendime dahi itiraf edemesem de korkuyordum. Onunla gitmek istemiyordum. Eğer önümde seçme şansım olsa ne olursa olsun bu durumdan kurtulmayı dilerdim.

Yine ve yeniden beni es geçip yönünü uçağa doğru verdi. Sağ elini uçağa uzatıp gözlerini kapattı. Bu yaptığıyla beraber kollarındaki damarlar belirginleşmiş ve damarları derisinin altından altın sarısı renginde parıldamaya başlamıştı. Yine aynı renkte devasa bir ışık huzmesi parmak uçlarından süratle yol alıp uçağı sarmaladı. Saniyeler içinde olan olmuş ne uçaktan ne de ışık huzmesinden geriye tek bir iz kalmamıştı.

"Naptın onlara!" dedim büyük bir korkuyla. "Sağlıklı olduklarını söyle! Bana hiçbirinin kılına dahi zarar gelmediğini söyle!" Cümleleri büyük bir haykırışla dile getiriyor sadece saniyeler önce uçağın olduğu boşluğa bakıyordum. Tanrıdan tek dileğim onlara bir şey olmamasıydı.

Bir kaç adımla yanımda bitip iki yanımdan omzuma koyduğu ellerini hafifçe sıktı. "Yaşıyorlar ve hiçbir şeyden habersiz öylece varmak istedikleri yere varmanın mutluluğunu yaşıyorlar." dedi. Bakışlarımı bulutların kapladığı boşluktan çekip irislerine yönelttim. "Hiçbir şey hatırlamıyorlar mı?" diye sordum şaşkınlıkla. Bu nasıl olurdu? Böylesine dehşet verici anlar nasıl unutulurdu?

"Hayır, hatırlamıyorlar. Şimdi isteğini de yerine getirdiğime göre benimle gerçek evine gitmenin vakti geldi."

"Yalan söylemediğini, onları yok etmediğini nereden bileyim? Neden sana güveneyim?" dedim ciddiyetle. Bir kaç saniye durdu. Sadece gözlerime bakıyordu ardından dudakları memnuniyetle iki yana kıvrıldı fakat hemen kendini toplayıp eski ketum görünüşüne büründü.

"Senden daha azını beklemezdim Saye. Fazla garanticisin ve bu ileride çok işimize yarayacak. Güvenme konusuna gelirsek bana hiçbir zaman tam olarak güvenmemelisin." Rüzgarın yüzüme yapıştırdığı bir tutam saç telini parmaklarıyla naifçe tutup geri çekti. Bunu yaparken dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi ciddi duran yüz hatları ona farklı bir hava katıyordu. "Ama bir defaya mahsus gerçekleri görmeni sağlayacağım." Cümlesini bitirdiğinde sol elimi avucuna hapsetti. Sıcacık parmak uçları tenime değdiğinde dondurucu soğuğa rağmen içimi güneşli bir yaz günü selamladı. Baş parmağını bileğimdeki hayat damarına bastırıp gözlerini kapattı. Saniyeler içinde başımda beliren güçlü bir ağrıyla kirpiklerimi birbirine geçirip acıyla inledim. Öyle dehşet verici bir acıydı ki saniyeler yıllara dönüşüyor, zaman akmak bilmiyordu. Ağrı şiddetini iyiden iyiye arttırdığında gözümün önünde canlanan anılarla ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Karşımda gördüklerim uçaktaki yolculardı ve İspanya hava limanına inmiş uçağı terk ediyorlardı. Yüzlerinde yaşadığımız anıları hatırladıklarına dair tek bir mimik dahi yoktu. Onlar mutlulardı ... benim aksime.

Sanrı son bulduğunda elimi bırakıp bir adım geri çekildi. Sanrı bitmişti fakat bende bitmiştim. Nefes nefese kaldığımda gözlerimi kapatıp kendime gelmeyi denedim. Ben bu hale gelmişken karşımdaki adam öylece dimdik durmuş beni izliyordu. O fazla güçlüydü, yıkılmaz, yenilmez görünüyordu. Ve bu beni çok korkutuyordu. Nefeslerim düzene girdiğinde bakışlarımı beni izleyen adamın yüzüne sabitledim. Sözünü tutmuş hiçbirinin kılına dahi zarar gelmeden hayatlarına devam etmesini sağlamıştı. Bunun karşılığında benden istediği şey onunla gelmemdi. Acı gerçek aklıma düştüğünde merakla sordum."Orası nasıl bir yer?" Beni nasıl bir şeyin beklediğinden tam olarak emin değildim ve bir bilinmezlikte olmak şu an bana hiç de yardımcı olmuyordu. 

"Kendi gözlerinle görmeye ne dersin?" Sağ eli bir anda belime yerleşip beni kendine çektiğinde gafil avlanmışlığın verdiği güdüyle kısık bir nida döküldü dudaklarımdan. "Buna alışman zaman alıcağa benziyor." dedi dudakları iki yana kıvrılırken. Çok kısa bir an görmüş de olsam gülüşü ... kusursuzdu. Gülünce gözleri kısılıyor, sol yanağında küçük bir çukur oluşuyordu. Görüntüsüne sert bir imaj katan çıkık elmacık kemikleri ve belirgin çene kemikleriyle bu manzara fazla izlenilesiydi. 

"Alışmak zorunda kalacağımı düşünmüyorum." dedim girdiğim yasak düşüncelerden uzaklaşmak için.

Öyle mi dersin anlamına gelen bakışlar atıp başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Dediğin gibi olsun."

Bir anda büyük bir kara delik bizi içine çektiğinde korku dolu bağırışlarıma engel olamadım. Etrafımızı sarmalayan tek şey karanlıktı. Karanlığın içinde yol alıyorduk ve başım olağanüstü derecede dönüyordu. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Şimdi daha öncekinde gözlerimi neden kapatmamı istediğini anlamıştım. Sarsıntı şiddetini arttırdığında dayanamayıp göz kapaklarımı araladım. Hala görüş alanımda karanlık hüküm sürüyordu. Biz gittikçe sanki bize inat karanlık da son sürat yol almaya devam ediyordu. İleride ne bir ışık vardı ne de bir son buluş. Yokluktu burası, hiçlikti.

"Ne zaman bitecek bu işkence!" dedim kendimi kasmaktan ağrıyan sırt kaslarımı düşünmemeye çalışarak. Bir an etrafımızda dönen karanlığa değdiğinde bakışlarım korkuyla ellerimi beni sımsıkı tutan kollara doladım.

"Birazdan."

"Bitsin artık lütfen!" Kendimi kötü hissetmeye başlamıştım. Onların dünyasına gitmenin tek yolu bu muydu? Öyleyse sırf bu yüzden bile kendi dünyamı seçerdim. 

Kara delik bizi bir pislik gibi dışa tükürdüğünde yere yapışmamıza ramak kala yer çekimine inat, bir güç bizi gökyüzüne yükseltip ardından yavaşça iki ayağımızın üzerine indirdi.

Öne eğilip ellerimi diz kapaklarıma koydum. Nefes alışlarımı düzene sokmalıydım lakin şu an pek sakin olduğum söylenemezdi. Midem ölesiye bulanıyordu. Belki sabah bir şeyler yemiş olsaydım midemi rahatlatabilirdim oysaki midemin boşluğuna karşın öğürmekle yetiniyordum. Sırtıma yerleşen bir el ve yüzümü kapatan saçlarımı şefkatle geri çeken elle duraksadım. Öyle bir durumdaydım ki varlığını dahi unutmuştum. Unutmamış olsam ne yapar eder midemin bulantısını bastırmaya çalışırdım çünkü az önce rezil olmuştum.Bir kaç dakika daha nefeslenip doğruldum. 

"Daha iyi misin?" 

Cevabına karşı başımı sallayıp onayladım. Evet hala başım dönüyor, midem bulanıyordu fakat ayaklarım artık yere basıyordu. Bunu bilmek güzel ve güvende hissettiriyordu. Bir süre bakışlarımız birbirimizin yüzünde gezindikten sonra nerede olduğumu geçte olsa algılamamla bakışlarımı etrafımızda gezindirdim. Ormandaydık ve burası gündüzü yaşamak için fazla karanlıktı. Etrafımızı sık ve devasa ağaçlar çevrelemişti. Hafiften esen rüzgar yüzümü yalıyor kimseden görmediğim şefkati bana göstereceğine yeminli gibi saçlarımı okşuyordu. Gecenin derinliklerinden gelen kuş sesleri gözlerimi kapatıp anın büyüsünde kaybolmama sebebiyet veriyordu. Sanki ormanın bir ruhu vardı ve beni selamlıyordu öyle evimde ve öyle aitlik hissiyle dolmuştum ki buraya zorla getirilmiş olduğumu dahi bana unutturmuştu.

"Sevdin." Kulağıma çarpan sıcak nefesiyle bir adım öne çıktım. Ona güvenmiyordum. Nasıl bir yaratık olduğunu ve bana ne yapacağını kestiremiyordum. 

"Doğayı her zaman sevdim." Doğruydu. Bir parça yeşillik, güzel kokulu çiçekler ve temiz hava... Benim için huzur buydu.  Belki bir de akarsu sesini dinlemeyi severdim. 

"Gidelim artık." dedi yine ruhsuz çıkan sesiyle. Çok fazla ruh değişimi yaşıyordu. Bir an mutluydu gülümsüyordu bir an ise soğuktu yüzünde tek bir mimik dahi oynamıyordu. 

"Nereye?" diye sordum korkuyla. Eğer ailemin bana bıraktığı o satırlarda yazanlar doğruysa bu evren pek de tekin bir yer değildi. 

"Evime." Sorularıma verdiği tek kelimelik cevapları görmezden gelip neden evine gideceğimizi sorguluyordum. Hayır başka gidebileceğim yer varmış ya da tanıyıp güvenebildiğim birisi varmış gibi bu durumu garipsememe şaşırıyordum. Ne olacaktı, ormanda mı kalacaktım? Gerçi karşımdaki adamın sert çehresine baktığımda orman bile daha kalınabilir bir yer gibi gözüküyordu. Mecburiyet insana yapılan en büyük kötülüktü. Seçme hakkın yoktu, kaçma ihtimalin yoktu, gidebileceğin bir yer, o da yoktu.

Sinirle içime derin bir nefes çektim. Öyle bir durumdaydım ki ciğerlerime dolan misk ağacının kokusu dahi beni kendime getirememiş, bir miktar dahi sakinleşmeme vesile olmamıştı. Başımla onaylayıp önden gitmesi için bekledim. Kemikli parmakları sağ elimi avucunun içine hapsettiğinde parmak uçlarımdan kalbime yol alan ısıyla ruhum tekledi. Benim elimi daha önce ne annem ne de babam tutmuştu. Yalnızdım ben hep, kimsesizdim. Hayatımda bu eli tutması için sadece Berk'e izin vermiştim o da ilk fırsatta savurur gibi bırakıp gitmişti.  Berk'ten aksini beklemek saçmalıktı, herkesten öyleydi. Benim ailem bile saçlarımı okşayıp, elimi sımsıkı tutmamışken bir başkasının bana bunları vadedebileceğini düşünmem akıl alır gibi değildi.

"Elimi bırak." dedim tıslar gibi aynı zamanda elimi parmaklarının kıskacından kurtarmaya çalışıyordum. Elimi canımı yakmadan daha sıkı kavradığında sinirli bakışlarımı gecenin karanlığını gölgesinde bırakan kuzguni siyah irislerine çıkardım.

"Elimi bırak." dedim yineleyerek. Kelimelerin üzerine basa basa söylemiştim. Bir daha söylemeye tahammülüm yoktu. 

Elimi hala bırakmadığında sinirle haykırmak istedim. İçim öfkeyle doluydu. Bu hayatta hiçbir şeyin gidişatına yön verememiştim, kendi hayatımın bile. Şimdi ise elimi kimin tutup kimin tutamayacağına dahi karışamıyordum, verdiğim hükümler önemsizdi. 

Belki de ben önemsizdim.

"Doğanın bir ruhu var Saye. Ve sen eğer onun hoşuna gitmeyecek bir şey yaparsan kim olduğunla ilgilenmez. Kimseye acımaz. O yüzden..." dedi ellerimizi havaya kaldırarak. "Elimi tutuyorsun ve ben ne dersem onu yapıyorsun." 

Kurduğu cümleler karşısında mutluluktan uzak bir gülüş sergiledim. "Benim iyiliğim, benim davam seni neden ilgilendiriyor?" dedim ciddiyetle. "Senin bundan çıkarın ne? Sanma ki bu koruyucu hallerine aldanıyorum. Ben Karen Taşdelen'im bu numaralardan çok gördüm." Elimi bir anlık boşluğundan yararlanarak koparır gibi geri çektim. Bu eli bir daha kimsenin tutup sonrada tiksinir gibi geri çekmesine izin vermeyecektim. Bir daha sınırlarıma birinin daha ayak basmasına müsade etmeyecektim.

Ruhsuz bakışlarla üzerime adımlamaya başladığında korkuyla geriledim. Hava karanlıktı, ormandaydık ve ikimizden başka kimse yoktu. Üstüne üslük karşımdaki sıradan bir insan değildi. Korkuyordum ve bunu ilk defa bu denli şiddetli hissediyordum. Üzerime adım atmaya devam ettikçe ben de geriliyordum. Bana bir şey yapmaya kalksa kurtulma ihtimalim yaklaşık yüzde kaça tekabül ederdi? Bire, belki o kadar bile etmezdi. Savunmasızdım, onun yapabildiklerini görmüşken karşısında bir hiçtim.

"Sen Karen Taşdelen değilsin." dedi herbir kelimeyi ayrı ayrı vurgulayarak. "Sen Karen Leydi'sin. Buna ne kadar erken alışırsan senin için o kadar iyi."

"Neden Saye demekte ısrar ediyorsun o zaman ?" Bu gerçekten merak ettiğim bir husustu. Adım Karen'se Saye ismi de nereden çıkmıştı. Bana neden Karen demek yerine itinayla Saye diye hitap ediyordu.

"Gidelim artık." dedi konuyu kapatmak için. Bu sorunun cevabı her neyse bunu söylemekten kaçınıyordu. Saye demesinin her sebebini sorduğumda bir şekilde konuyu kapatmaya çalışıyordu. Böyle olmasını istiyorsa olacaktı. Fakat ben eninde sonunda sorumun cevabını alacaktım. Ve buradan nasıl yapacağımı bilmesem de bir şekilde kurtulacaktım.

Gür ağaçların arasından geçtiğinde "Beni takip et ve asla bir şeylere dokunma!" diye ikazda bulundu. Bunu söylemesine bile gerek yoktu. O kitapta okuduğum yaratıktan sonra hiçbir şeye el sürebileceğimi düşünmüyordum. 

Bir dakika kitap ... o uçakta kalmıştı. Belki de burada nasıl bir rota çizeceğimi gösterecek olan yegane şeyi de ardımda mı bırakmıştım? Kendime inanamıyordum. Ailemden kalan bir kaç parça eşyanında ellerimden kayıp gitmesine neden olmuştum. Sinirle soludum. İşte şimdi tamamen savunmasızdım. 

"Beni takip etmeni söylemiştim." Sesi bir çocuğu azarlar gibiydi. Fakat ben daldığım noktadan bakışlarımı çekemiyordum. Kitap belki önemli değildi fakat mektup, ailemin gönlünden sayfalara taşmış cümleler, bana olan sevgilerini yazdıkları satırlar... İşte bu fazlasıyla önemliydi. Ve ben bir aptal gibi onları almayı unutmuştum.

"Çantam" dedim kekeleyerek. " uçakta kaldı. Benim için çok önemliydi." Bakışlarım gözlerine tırmanıp acıyla kavruldu. Kaybetmiştim, ailemin sevgisini iliklerime kadar hissetmeme neden olan yegane şeyi de aptallığım yüzünden kaybetmiştim.

"Uçakta kalmadı." dedi gözlerime bakarak. Dudaklarını yalayıp önüne döndü. Patika yolda ilerlerken siyah spor ayakkabısının altında kırılan dalların sesi geceye bir çığlık gibi karışıyordu. "Bende" dedi bir kaç adım attıktan sonra. Söylediği cümleler beynimde bir sonuca ulaştığında şaşkınlıkla aramıza koyduğu mesafeyi koşar adımlarla kapattım. "Ama nasıl aldın ki?" diye sordum. Bakışları beni bulduğunda dudaklarının ucunda bana göz kırpan kendini beğenmiş sırıtışıyla önüne döndü. Onun sadece basit bir insan olmadığını unutuyordum. Onun ne kadar ileri gidebileceğine, neler yapabileceğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu.

Yaklaşık beş dakikalık yürüyüşün ardından ormanın derinliklerinden gelen bir çığlık sesiyle buz kestiğimi hissettim. Adımlarım durmuş öylece kalakalmıştım. Kuzguni irislerin istikameti önce sesin geldiği yöne ardındanda benim gözlerimi bulmuştu. Yanıma yaklaşıp yüzümü iki elinin arasına hapsetti. Izdırap dolu çığlık gecenin zifiri karanlığında yankı yapıp tekrar tekrar kulaklarımı doldurduğunda dudaklarımın titremesine mani olamadım. Orada, ormanın derinliklerinde bir kadın acı çekiyordu. Ona birisi zarar veriyordu.

"O çığlık..." sesim titriyor kelimeler dudaklarımda takılı kalıyordu. "Bir kadına zarar veriyorlar." dedim içime kaçmış sesimi bir nebzede olsa duyurmaya çalışarak. Her kimse bize ihtiyacı vardı. Beni tutan ellerinden kurtulup sesin geldiği tarafa yöneldim. İkinci adımımı atmama kalmadan tanıdık parmaklar kolumu sıkıca kavramıştı. "Yardıma ihtiyacı var." dedim itiraz ederek. Öylece çekip gidemezdik, gidemezdim.

"Tuzak." dedi tükürür gibi. Bakışları arkamda bir yerlerde geziniyordu. "Gitmemiz gerek." 

"Ama..."

"Aması falan yok Saye. Duyduğun çığlık bir kadına ait değil. Manganların sesi. Bizi hissettiler ve tuzağına çağırıyorlar." dedi sadece benim duyabileceğim bir sesle. "Gitmeliyiz." İtiraz etmeme fırsat vermeden beni peşinden sürüklemeye başlamıştı. Büyük adımlar atıyordu öyleki onun tek adımı benim iki belki de üç adımıma tekabül ediyordu. Sert adımları toprağı dövüyor gözleri ise bir avcının gözleri gibi her an üzerimize atılacak düşmanını gözlüyordu. Bakışları her yerdeydi. İkide bir sağına soluna bakıyor yetmiyor arkasına dönüp peşimizden gelen biri var mı diye kolaçan ediyordu. Uzun süren tempolu yürüyüşümüz onun adımlarını yavaşlatmasıyla son buldu. Ormandan çıktığımızda karşımda beliren üç katlı devasa evle ağzım açık kalmıştı. 

Ev fazla... nasıl denilir? Onun gibiydi. 

Simsiyah villanın tek renkli yanı penceresinden süzülüp karanlığa karışan beyaz ışığıydı. Villanın çevresi doğal taşlarla örülmüş duvarla çevriliydi. Ve insanı bahçeye girmek için en az ev kadar ihtişamlı bir demir kapı selamlıyordu. Gözlerimi bu görüntüden çekemiyordum. 

"Beğendin mi?" Sorusu karşısında yutkundum. Beğenmek ne kelimeydi aşık olmuştum. 

"Bilmem. Ne düşündüğümün bir önemi yok." dedim hislerimi belli etmemeye çalışarak. Ben buraya zorla getirilmiştim bir de "Ah buraya bayıldım!" gibi sözler mi sarfedecektim. Bu kendimle çelişmek demekti.

"Gözlerin öyle söylemiyor." dedi yandan bir bakış atarak. 

"Yaaa peki ne söylüyor?" dedim yapmacıklık kokan merakımla. Psikoloji öğrencisi olan benken kişiliğimi özümseyen oydu. Bense hala hareketlerinden bir şeyler okumaya çalışıyordum. Bu haksızlıktı. Onu tanımama izin vermiyordu. Çünkü eğer o kapıyı bir kere aralarsa onu herbir zerresine kadar çözeceğimi biliyordu.

"Beğeneceğini tahmin etmiştim." dedi yüzündeki belli belirsiz tebessümüyle. Çıldıracaktım. Ailem hakkında öğrendiğim gerçekler, olduğum sandığım kişiyle uzaktan yakından alakamın olmaması, geldiğim evren, beni burada bekleyen bilinmezlikler ve ikizler burcu gibi her an ruh hali değişen bir adam.... Harika! Hayatımda hiç daha güzel bir güne uyanmamıştım.

"Neden düşüncelerim senin için önemli olsun ki?" Bu bir soru değildi. Oynuyordu benimle daha doğrusu oynamaya çalışıyordu. Ama ben de Karen'sem kendimi bir oyuncak bilip birilerinin önüne sunmazdım. "Cevap basit; hiçbir önemi yok. Akıl oyunları yapıyorsun. Ama karşındaki kişiyi tanımıyorsun. Şunu unutma ben sana boyun eğmem." dedim öne bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azaltarak. 

"Benimle oynamaya kalkma sakın!Çünkü kendimi biraz olsun tanımışsam bunu senin yanına bırakmam." bir adım daha öne atıp aramızdaki mesafeyi sıfırladım. Gözlerim gözlerindeydi. Oysa onun gözleri dudaklarım ile gözlerim arasında gidip geliyordu. Yutkundu. İşte bu hiç iyi olmamıştı. Aşağı yukarı inip çıkan adem elmasıyla bakışlarımın rotası boynunu buldu. Fakat hemen kendimi topladım. Parmak uçlarımda yükselip burnumu kulağına sürttüm. "Beni tanıdığını sanma. Çünkü ben bile kendimi yeterince tanımıyorum." Fısıltı halinde söylediğim cümleler vücudunun kasılmasına neden olmuştu. Geri çekildiğimde şirince gülümsedim. Beni hafife alıyorsa hata yapıyordu. "Ne kadar ileri gidebileceğimi kestiremiyorum." diye sonlandırdım cümlemi. Afallamıştı bu bakışlarından açıkça okunabiliyordu. Eğer o kendini bana açmazsa ben onu okumayı bilirdim.

 

"Girelim mi? Üşüdüm." dedim az önce o cümleleri sarf eden kız ben değilmişim gibi.

Bir kaç saniye öylece yüzüme baktıktan sonra bir kaç kere genzini temizledi. Hiçbir tepki vermeden bana sırtını dönüp büyük demir kapıya doğru adımlamaya başladı. Elini kapıya uzattığında gelen kilit sesiyle yine ve yeniden beni bir şok dalgası esir aldı. Buna alışmak çok zordu. Bizim dünyamızda  hayalden öteye geçemeyecek herbir düşünce burada hayat buluyordu. 

Kapının sağ  kanadı kendiliğinden açıldığında beni beklemeden bahçeye giriş yaptı. Bozulmuştu çünkü beni hafife aldığını anlamıştı. Şimdi de kendini sorguluyordu. Aramıza çok mesafe girmesine izin vermeden peşinden ilerlemeye başladım. Bahçesi oldukça büyüktü. Girişten evin kapısına kadar ilerleyen bir taş yol vardı. Ayakkabılarımızın yolda bıraktığı adım sesleri dışında etraf oldukça sessizdi. 

"Neden bahçede yaşam belirtisi yok!" dedim merakla. Evet fazlasıyla ağaç vardı fakat tek bir çiçek dahi gözükmüyordu. Kasvetli bir havası vardı. Bahçe, ev ve en baştada kendisi ... fazla renksizdi. Fakat siyahın ona yakışmadığını söylesem yalan olurdu. Bu renk sanki onun için yaratılmış gibiydi. Saçları, gözleri, kirli sakalı ve kirpikleri baştan aşağı simsiyahtı. Yüzüne renk veren tek şey günaha çağıran dudaklarıydı. 

"Yeterince hayat dolu değil mi?" dedi ağaçları gösterirken. Sesi buz gibiydi. 

"Neden çiçek yok?" Çiçekleri severdim ve benim böyle bir bahçem olsa üzerinde yürüdüğümüz yol dışında her yer kuşkusuz ki çiçekle dolu olurdu. 

"Çiçekler ağaçlar gibi değiller. İlgi isterler, kırılgandırlar." dedi gözleri yüzümü arşınlarken. "Onlara ayıracak vaktim yok." 

"Sorumluluk alamam diyorsun yani?" dedim alayla. "Şaşırmadım." Evin önüne geldiğimizde durmuştuk.

Kaşlarını çatıp dikkatle baktığında bu dediğimden hoşnut olmadığını anlamıştım. Hoş ne hissettiğiyle zerre ilgilendiğim de yoktu.

"Sorumluluk alamam demedim. Zamanım yok dedim." dedi üstüne basa basa. Benim için bu iki cümle de aynı sona çıkıyordu. Bakışlarımın değişmediğini anladığında içine derin bir nefes çekti. "Bu cehennemi cennete çevirmeden üzerine dikeceğim çiçeklerin ne önemi var? Nasıl olsa günahıyla kurutmayacak mı yapraklarını." dedi bakışlarını çevresinde gezindirerek. 

"Peki neden bu güne kadar bekledin. Neden bunu kendin yapmadın." Eğer dediği gibi burası yaşanılası bir yer değilse bunu değiştirebilecek kişiler yine üzerinde yaşayan kişiler değil miydi?

"İçeri geçelim Saye. Bu kadar soru yeter." dedi hissiz çıkan sesiyle. Sinir krizi geçirmeme ramak kalmıştı. Neden bir anı bir anını tutmuyordu ki? İçeri girip gözden kaybolduğunda hırsla peşinden gittim. Koridorun yarısında gözlerim onu bulduğunda ardından bağırdım.

"Yetmez! Bu kadar soru yetmez. Ne sanıyorsun evcil hayvanın gibi konuş dediğinde konuşacağımı sus dediğinde ise susacağımı mı?" Parmaklarımı saçlarıma geçirip hırsla çekiştirdim. "Dinle! Bana emir veremezsin. İstediğin konuyu açıp istediğini kapatamazsın!" Sesim evin duvarlarına çarpıp tekrar kulaklarımı doldurduğunda öfkeyle soludum. Ben ilk defa bir insana bu denli sesimi yükseltiyordum. 

"Sakinleş sonra konuşalım." 

Salon olduğunu düşündüğüm kısma dönüp beni öylece bırakıp gittiğinde şaşkınlıkla kalakaldım. Ben bunca söz söylemişken tek söyleyebileceği bunlar mıydı? Peşinden sert adımlarla odaya girdiğimde tam hesap soracaktım ki gördüğüm yabancı yüzlerle açtığım ağzımı geri kapatmak zorunda kaldım. İçeride şu an biz dışında iki kız üç erkek daha vardı.

"Oflaz , ah be abicim saatlerdir yoksun. Yemin ederim seni bilmesem başına bir şey geldi sanacaktım." Aralarından birinin konuşmasıyla saatlerdir birlikte olmamıza rağmen adını sormanın aklıma gelmediği adama baktım. Adı Oflaz mıydı? Acaba ne anlama geliyordu? 

"İyiyim siz neden geldiniz?" Sesi sert ve oldukça mesafeli çıkmıştı. Herkesin bakışları varlığımı yeni fark ediyor gibi beni bulduğunda utançla gözlerimi kaçırdım. İçlerinden birisi beni gördüğüne hiç memnun olmamış gibiydi. Acaba o kız Oflaz'ın sevgilisi miydi? Peki bu düşünce neden beni bu denli rahatsız etmişti.

"Ah abicim sen biz hiç yokmuşuz varsay. Biz de çıkıyorduk zaten keyfinize bakın."  Geldiğimizden bu yana bir tek o konuşuyordu ve görünüşe göre bu grubun eğlencesi oydu. 

"Saçmalamayı kes Pamir." dedi Oflaz tıslar gibi. Bakışları bana öldürecek gibi bakan kızı bulduğunda konuştu. "Asilem sen Karen'e odasını göster." Cümlesini tamamladığında herkesten "Karen mi?" nidaları döküldü. Bunda bu kadar şaşılacak ne vardı ki?  

Adının Asilem olduğunu öğrendiğim kız bir adım öne çıkıp şaşkınlıkla konuştu. "Onu bulmuşsun?" 

Bir dakika o kız beni tanıyor muydu? Adımı duyduklarında verdikleri tepki bu yüzden miydi? 

"Bir dakika bir dakika!" dedim konuşmalarını bölerek. "Siz beni tanıyor musunuz?" Asilem başını sallayıp sevinçle gülümsediğinde bakışlarım Oflaz'ı buldu. Bu kız daha az önce beni yiyecekmiş gibi bakmıyor muydu? Ne değişmişti?

"Şu allahın belası durumda herkes beni tanıyor öyle mi!" dedim tükürür gibi. Her şey üst üste gelmişti ve ben artık çıldıracaktım. "Peki ya ben bu hikayenin neresindeyim? Herkes beni tanırken ben bile kendimi tanımıyorum? Neler dönüyor burada?" 

Oflaz bakışlarını benden çekmeyip Asilem'e hitaben konuştu. "Karen bu gün çok yoruldu. Ona odasını göster." 

Asilem bir bana bir Oflaz'a baktıktan sonra  Oflaz'ın sözünü dinlemenin daha mantıklı olduğunu düşünecek ki başını sallayıp sözlerini onayladı. 

"Ah Karen. Odan öyle güzel ki sırf bu yüzden bile hep seni kıskanırdım." Cümlesini tamamladığında Oflaz'ın Asilem diye gürlemesiyle yerinde sıçradı. "Ah abi ben.... özür dilerim unuttum." dedi elini alnına vurarak. Ne yani sevgilisi değil miydi?

"Karen Asilem'in sana gösterdiği odaya git. Gelicem konuşacağız." dedi teminat verir gibi. Fakat benim gitmeye hiç niyetim yoktu. Bana kurduğu cümleleri es geçip milim dahi kıpırdamadım.

"Neden evinde benim için düzenlenmiş bir oda var Oflaz?" Soru basitti fakat suskunluklarından anlaşıldığı üzere cevap pek basit değildi. "Sorumu yinelememi mi istersin yoksa sen zaten cevabı verecek misin?" 

"Bugün değil. Dinlen." Asilem'e bakıp başıyla merdivenleri işaret ettiğinde Asilem koluma elini koyup "Hadi!" dedi tatlı fakat bir o kadar da mahçup bir edayla. 

Asilem'in dokuşundan kurtulup bir adım geri çıktım. "Sen bana şaka yapıyor olmalısın!" dedim başımı iki yana sallayıp alayla gülümserken. "Bugün tüm sorularımın cevabını alacağım. Yardımına ihtiyacım var demiştin, yardımımı istiyorsan aklımdaki bilinmezliklere ışık olursun." 

Bıkkınlıkla soludu. Sinirli bakışları kardeşiyle benim aramda gidip geliyordu. Parmaklarını saçına atıp hırsla çekiştirdiğinde konuştu."Evimde sana ait bir oda var çünkü döneceğini biliyordum." dedi gözlerimin en derinine anlamlandıramadığım bir duyguyla bakarak. "Geleceğini biliyordum ve geldiğinde benden başka gidecek yerinin olmayacağını da." 

"Dönmek mi?" dedim samimiyetten uzak bir kahkaha bahşederken. "Bana benim kendi isteklerimle döndüğümü mü söylüyorsun. Beni zorla buraya getiren sendin Oflaz!" Sesim oldukça yüksek çıkıyordu fakat bunun pek umrumda olduğu söylenemezdi.

"Bu geri döndüğün gerçeğini değiştirir mi?" 

Değiştirmezdi fakat belki çok daha önemli şeyleri değiştirebilirdi. Bu durum hiç normal değildi. Onun evinde bana ait bir oda... hiç hem de hiç normal değildi. Nasıl bu kadar emin olabilirdi geleceğimden veya varlığımdan nasıl haberdardı? Hepsi aklımda büyük bir soru işaretiydi ve ben aklımdaki tüm sorulara makul cevaplar almadan rahat durmayacaktım.

"Varlığımdan nasıl haberdardın?"

Bakışları diğerlerine değdiğinde dudaklarından tek bir kelime döküldü "Gidin!"

Herkes çıktığında bana döndü. Yüzünde acı bir tebessüm belirdiğinde kalbimin teklediğini hissettim. Acı mı çekiyordu? Peki ya neden? Gözleri öyle büyük bir duyguyla yüzümün herbir miliminde karış karış geziniyordu ki sertçe yutkundum. Aramızdaki mesafeyi bir kaç adımda sıfıra indirdiğinde yüzüne bakmamak için yere eğdiğim başımı bir eliyle çenemin altından destek vererek kaldırdı. Bu anı bekliyormuş gibi bakışlarım katran karası irislerini bulmuştu. 

"Hepsi, hepsinin bir cevabı var. Sadece zaman Saye, sadece zaman." Parmakları sağ yanağıma kapandığında şefkatle parmakları tenimi okşadı. Yüzüme eğildi, nefesini nefesimde hissettiğimde nefesimi tuttum.  Dudakları boynuma yaklaştığında İçine derin bir nefes çekip fısıldadı " Bir gün gelecek işte o gün aramızda hiçbir sır perdesi kalmayacak. Bir kraliyeti yeniden inşa etmemiz gerekmeyecek, Goldan diyarının sorunları olmayacak. İşte o zaman sadece sen ve ben olacağız." Cümlesini tamamladığında elini yüzümden çekip o sert görüntüsüne geri döndü. Sanki az önce acıyla bakan gözler onun değilmiş gibi şimdi aynı irislerde gördüğüm tek şey boşluktu. Bunu yapmayı nasıl başarıyordu aklım almıyordu. Duygularına yön verebiliyordu. Sadece o da istediğinde ruhunu görmeme izin veriyordu. Bu sadece ona özel bir durum muydu yoksa onlar, hepsi mi böyleydi?

"Sen ve ben?" dedim sesim sorgulayıcı çıkmıştı. "Bu da ne demek oluyor?" Eğer kurduğu cümle anladığım noktaya çıkıyorsa bu imkansızdı. Benim hayatımda hiçbir erkeğe yer yoktu ki o sıradan bir insan bile değildi. Beni zorla kendi dünyamdan, hayallerimden kaçıran kişiydi. Kalbim zaten herkese imkansızken Oflaz'a karşı imkansızdan da öteydi. Onun için atacak bir kalbim  bile yoktu. O ve ben, biz diye bir şey yoktu ve olmayacaktı. Olamazdı.

Sorumu es geçip merdivenlere doğru adımladı. Arkasına dönmeden bana hitaben konuştu. "Bu gün yorucu bir gündü dinlenmeliyim ve tabi sende. Beni takip et sana odanı göstereyim." Göremeyeceğini bilsemde başımı aşağı yukarı salladım. Ben ne kadar sorsam da o cevap vermek istemediği sürece tek bir kelime dahi öğrenemeyecektim. Bunu kararlılıkla ışıldayan irislerinden oldukça iyi anlayabiliyordum. Kendimi yormama gerek yoktu. Küçük ve çekingen adımlarla Oflaz'ı takip ettim. Bir erkeğin evinde olmak hele ki yalnızken pek rahat hissettirmiyordu. 

Bir üst kata çıktığımızda koridorun sonunda sağda kalan son odanın önünde durdu. Ev oldukça büyüktü sadece bu katta beş oda vardı. Kapıyı yavaşça aralayıp girmem için kenara çekildi. Çekingen adımlarla odaya girdiğimde ardımdan onun adım sesleri de duyuldu. Kapıyı kapatıp vücudunu kapıya yasladı. Pür dikkat beni izliyordu yüzüne bakmasamda üzerimde hissettiğim ağırlık gözlerinin üzerimde bıraktığı etkiydi. 

Bakışlarım odayı bulduğunda gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Oda mavi ve beyaz ağırlıklı tasarlanmıştı. Omzumun üzerinden arkaya baktığımda yüzündeki tebessümle beni izlediğini gördüm fakat ona döndüğümde hemen duruşunu dikleştirip yüzündeki herbir duyguyu itinayla silip yok etmişti. Odanın ortasında üç kişilik olduğunu düşündüğüm büyük bir yatak, yatağın iki tarafına mavi işlemelerle süslenmiş beyaz komodin konulmuştu. Yatağın sağında büyük bir cam pencere vardı öyleki odanın bir tarafı neredeyse camla kaplıydı. Ormana bakan camın önüne konumlandırılan üzerinde mavi ve pembe çiçekler bulunan iki tane berjer vardı. Berjerlerin ortasında beyaz eskitme duran tahta bir sehpa duruyordu. Yatağın tam karşısında ise büyük makyaj masası önüne mavi tüllerle kaplanmış bir puf konulmuştu. Yutkundum. Bu oda hayallerimi bile süsleyemeyecek kadar çok güzeldi. Yatağın üzerine duvara montelenmiş melek figürü, komodinlerin üzerine konulmuş şık gece lambaları, ve hatta çekmecelerin tutacak yerleri bile özellikle düşünülmüş gibiydi.

 Odada iki tane kapalı kapı vardı merakla kapalı kapının birine doğru adımladım. Kapıyı açtığımda buranın banyo olduğunu anlamıştım. Burası da yine mavi ve beyaz renklerinde tasarlanmıştı. Odada hem duşa kabin hem de jakuzi bulunuyordu. Hayatımda hiç kendime ait bir odam dahi yokken bunlar bir adamın sıradan bir kadına vadedeceği şeyler değildi. Adımlarım diğer odaya yöneldiğinde onun da benden tarafa gelmeye başladığını işittim. Kapıyı araladığımda gördüğüm şeyle bir kaç dakika gözümü bile kırpamamıştım. Bu oda baştan sona kıyafet ve ayakkabı dolaplarıyla kaplıydı. Bu kadarına ne gerek vardı ki? Ben kimdim de evinde benim için tasarlanmış hem de her ayrıntısına kadar düşünülmüş bir oda vardı.

Vücudunu arkamda hissettiğimde bakışlarımı yere indirdim. "Şimdilik boşlar fakat yarın çıkar sana uygun kıyafetler alırız." 

"Neden?" diye sordum ona dönerek. "Sadece gidecek yeri olmayan bir kadına acıdığın için yapılacak bir oda değil burası Oflaz! Burası çok fazla." Bakışlarım odayı taradığında mahcubiyetle gözlerimi kaçırdım. "Nereden biliyorsun?" diye sordum içimi huzurla dolduran bu renge bakarak.

"Neyi?" 

"Mavi rengi sevdiğimi? Sakın bana tesadüf deme çünkü değil." Tesadüf deseydi de inanmazdım. Evin her yeri siyahken bu odanın mavi ve beyaz ağırlıklı olması tesadüf olmaktan çok uzaktı. 

"Haklısın değil." dedi o da benim gibi odayı baştan sona süzerek. "Mavi renk bana seni anımsatıyor. Mavi gözlerin, kumral saçların... Gökyüzü gibisin Saye. Bir renk seni yansıtacaksa bu mavi olmalıydı." 

Aklımı yitirecektim. Ben yıllarca onun varlığından bir haber yaşamıştım oysa gözlerimin rengini bile çok önceden biliyordu. "Nereden biliyordun beni? Daha önce hiç kaşılaşmadık ki seninle?" Sesim kısık çıkmıştı. Tek bir güne sığan olaylar yıllara yayılsa dahi yeterince ağırken ben hepsini bir günde yaşamıştım. On sekiz yılda zar zor düzene soktuğum hayatımı bir adam gelmiş bir günde yerle bir etmişti.

"Karşılaşmadığımızı kim söyledi?" Bakışları yüzümü arşınlıyordu. Nedense yüzüme çok sık ve adını koyamadığım bir duyguyla herbir zerremi ezberlemeye çalışıyor gibi bakıyordu. 

"Ama ben seni daha önce hiç görmediğime yemin edebilirim." dedim ciddiyetle. Geçmişi hatırlamaya çalışıyordum. Bu gözleri daha önce görsem unutur muydum? Sanmıyordum. 

"Hiç bıkmaz mısın?" Sorusunu sorarken öne bir adım atmış aramızdaki mesafeyi biraz daha azaltmıştı.

"Neyden?" dedim merakla.

"Soru sormaktan." İki kelimelik cevabının sonrasında göz devirmeden edemedim. 

"Peki ya sen? Hep böylemi yaparsın?" dedim alayla.

"Ne yapıyorum?" Bir adım daha öne atıp aramızdaki mesafeyi santimlere düşürdü. "Kızlarla arada mesafe varken konuşamıyor gibisin." dedim aramız

3.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

Melisa YILDIZ İlk olarak sizlere kendimden bahsedeyim. Ben Melisa YILDIZ henüz 17 yaşındayım. Aydın’da yaşıyorum. Bu hayatta belki de en büyük hayalim kendi kalemimden çıkmış kitabımı ellerimde tutmaktı. Ve bu dileğimi gerçekleştirebilmek için yazmaya başladım. Ben bu yolculuğumda sizler de yanımda olun istiyorum. Ben yazayım siz okuyun, eksik olduğum yerlerde beni tamamlayın istiyorum. Umarım kalemimi beğenirsiniz. İyi okumalar.