ÜÇ RUH BİR BEDEN

Başlangıç mıdır bir insanın sonunu getiren yoksa başlamaktan korkmak mı?

Eylül 22, 2025 - 13:45
Eylül 22, 2025 - 23:52
 0

1. ZORAKİ YOLCULUK

ZORAKİ YOLCULUK

1.Bölüm

1 MAYIS 2012 – CHRISTINE REYES

Bahar aylarının hafifesintisi ve sokaklardaki sessizlik içinde, kafasındaki düşüncelerden kaçmaya çalışarak 8 kilometre koşmuş, ancak hâlâ belirsizliklerle mücadele ediyordu.

Son zamanlarda yaşadığı depresyondan dolayı kitabı için bir kurgu bulamamıştı. Yayın evinden izin alıp farklı yerler geziyor, farklı hikâyeler dinliyor ve ilham arıyordu. Ancak ne yaparsa yapsın hâlâ bir bilinmezlik içindeydi.

Evinin etrafında 3 km daha koşmuş ve eve dönmüştü. Maillerini kontrol ettiğinde, öğleden sonrası için online toplantısı olduğunu görmüştü. Saat 14.00’te toplantı için hazır bir şekilde bekliyordu.

Mr. Mat söze başladı:
“Evet arkadaşlar, bir süredir Ms. Emy ile üzerinde çalıştığımız bir proje var. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan keşfedilmemiş yazar ve şairleri, o ülkelerde küçük ortaklıklar kurarak keşfetmek ve kendi bünyemize katmak istiyoruz. Bunun için de ortaklık kurduğumuz yayın evlerinin, kendi çalışanlarımızın yönetiminde ve desteğinde olmasını planlıyoruz.”

Herkes garip bir sessizliğe bürünmüştü. Christine nedense çok gerilmişti.

Mr. Mat söze devam etti:
“İlk durağımız Türkiye. Son zamanlarda birçok alanda ödül kazanan sanatçıları var; ancak araştırmalar sonucunda birçok sebepten gerekli desteği alamadıkları görülüyor. Biz de bu desteği sunmayı planlıyoruz. İlk aşama, ortaklık kuracağımız yayın evini belirlemekti ve görüşmeler olumlu sonuçlandı. İkinci aşama ise bazılarınızın hoşuna gitmeyecek biliyorum; ancak kimlerin Türkiye’ye gideceğini belirlemek olacak.”

Emy sözü devraldı:
“İki ekip olacağız. İlk altı ay Mr. Mat ve ekibi, sonra ben ve ekibim görevi devralacağız. Tüm ayarlamalar yapıldı, lütfen maddi bir endişeniz olmasın.”

Christine ilk ekipte olmak istemiyordu, hatta Türkiye’ye gitmeyi hiç istemiyordu. Ancak işler istediği gibi olmadı.

Mr. Mat devam etti:
“Evet, ekipleri belirledik. Vize ve pasaport işlemleri şirket tarafından halledilecek. İlk ekipte olanlar: Christine Reyes, Edvin Darell, Oven Harold…”

Okunan diğer isimleri ve neler yapmaları gerektiğini anlatan konuşmayı dinleyemedi. Beyninde sadece “altı ay” sözü dönüyordu.

Toplantı bittikten sonra Emy aramıştı.
“İnan bana, seni kendi ekibime almak için çok uğraştım.”

Christine’in yüzü düşmüştü.
“Türkiye’ye gitmek istemiyorum.”

Emy, içtenlikle:
“Biliyorum, ancak senin Türkçe bilmen ve sizin ekipteki birkaç kişinin daha önceden Türkiye’de tatil yapmış olması, ikinci grubun işini kolaylaştıracak.”

Christine uzun zamandır hissetmediği kadar çaresiz hissediyordu.

Emy:
“Merak etme, haftaya yayın evini ziyarete gidiyorum. Sen oraya gittiğinde en az sorunla karşılaşmanı sağlayacağım.”

Tüm resmi işlemler bitmişti. Kalınacak evler, hatta yapılacak geziler bile planlanmıştı. Heyecanlı olanlar ve gergin olanlar arasında, Türkçe konuşmak için kursa gidenlerle dolu iki ayın sonunda Christine bu işten kurtulamayacağını anlamıştı.

Christine, çocukluğunda Türk bakıcısından öğrenmişti Türkçeyi. Yıllarca onunla yaşamış, daha sonra da kendisini daha çok geliştirmişti. Ancak her yıl Türkiye ile ilgili çıkan kadın cinayetleri haberleri, onun o sevgisinin önyargıya dönüşmesine yetmişti. Şimdi ise o, tüm önyargılara sebep olan ülkede 6 ay geçirecekti.


30 HAZİRAN 2012

Bavullarını toplamış ve Türkiye’ye gitmek için son anı beklemişti. “Ne kadar geç, o kadar iyi.” diye düşünüyordu.

Bir önceki akşam Emy ile vedalaşmış ve son kez şansını denemişti.

Christine:
“Türkiye’deki bu saçma sistem nereden çıktı?”

Emy:
“Benim fikrimdi. Birkaç senedir yaratıcı fikirler bulamıyoruz. Farklı kültürler ve mekânlar dikkat çeker, biliyorsun.”

Christine:
“Bahsettiğimiz ülke Türkiye…”

Kahve bardağını masaya bırakıp arkasına yaslandı. Haklıydı ve bunu Emy de biliyordu.

Emy:
“Farkındayım ve sana hak veriyorum. Ancak aralarında yeteneğini göstermeye ve takdir edilmeye aç çok fazla insan var. Ve bize onlar lazım.”

Christine:
“Benim gitmem doğru değil. Burada bile evden çalışıyorum, orada ofiste çalışmak zorunda kalacağım.”

Emy:
“Senin derdin şimdi anlaşıldı. Merak etme, sen ve ortağın aktif olacaksınız. İstediğin zaman, istediğin yerde çalışabilirsin. Ancak haftada üç gün ofiste olman şartıyla. Hem tüm ülkeyi gezip kitabın için yeni konular bulabilirsin, işine yarar.”

Christine:
“Tamam, ama tek çalışmayı tercih ederim. Kimseyle uğraşamam.”

Emy:
“Üzgünüm, ekip olacaksınız ve beraber ortak bir şeyler çıkaracaksınız. Ayrıca kız hem şiir yazıyor, hem de bilim kurgu… İngilizce de bir şeyler yapıyor, bayağı yetenekli.”

Christine:
“İyi bari, en azından İngilizce biliyor.”

Emy sitemle:
“Christine…”

Emy tartışmanın  uzamamamsı için konuyu değiştirdi.

Ertesi sabah Christine evden bavullarını toparladı ve havaalanına geçti. 11 saat sürecek uçak yolculuğu için kendisini koltuğuna bırakıp derin bir uykuya daldı.

Uyandığında uçak inişe geçmek üzereydi. Tüm yol boyunca uyumanın verdiği rahatlıkla toparlanıp uçağın inmEmiri bekledi. Uçak Sabiha Gökçen Havalimanı’na iniyordu. Burası Anadolu yakasında bir yerdi.

Yayın evi Maltepe denilen bir yerdeydi; denize 5 dakika yürüme mesafesindeydi. Kalacakları ev önceden ayarlanmıştı. Christine herkesin aksine tek başına kalacaktı, o yüzden küçük bir ev kiralanmıştı. Daha önceden ayarlanmış bir rehber ile evine geçti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. BAŞLANGIÇ

BAŞLANGIÇ

2. Bölüm

11 Temmuz 2012 – Christine Reyes

Sabah 07.00’de kalktı, hazırlıklarını yapıp takım elbisesini giydi. Saat tam 08.00’de arabasıyla yayınevinin kapısındaydı.
Güvenlikten ismini onaylatıp binaya giriş yaptı. Etrafındaki insanları anlamaya çalışıyor, kendisi hakkında yapılan gereksiz yorumları ise göz ardı ediyordu.

Parmak izi ve giriş kartı işlemlerini halledip kendisine ayrılan odaya geçti. Oda geniş ve ferahtı. Camdan dışarı baktığında bahçeyi görebiliyordu. Daha sonra odayı dikkatle inceledi. Karşılıklı iki masa konulmuş ve üzerinde isimler yazıyordu. Kendi isminin yazılı olduğu masayı düzenlemeye başlayıp düşüncelerinden uzaklaşmaya çalıştı.

Ancak kısa bir süre sonra odanın kapısı birden açıldı. İçeri, orta boylarda, yataktan kalkıp gelmiş gibi görünen bir kadın girdi ve:
“Ne oluyor burada!” diye bağırdı.


11 Temmuz 2012

 – Manolya İdil Öztürk

Bir haftalık yıllık iznin ardından sabah erken kalkmak ona çok zor gelmişti. İşini sevmEmire rağmen çalan alarmla gözlerini zar zor aralayıp yatağından doğruldu. Saat 07.00 olduğunda hazır bir şekilde evden ayrıldı.

İşyeri evine aslında on dakika mesafedeydi ama kar olmadığı sürece yolu uzatıp sahil yolundan gitmeyi tercih ediyordu. Bisikletini alıp yola koyuldu. Deniz kenarına geldiğinde birkaç dakika durup denizi seyretti. Deniz, sanki içinde hiç tanımadığı başka bir insanı barındırıyormuş gibi hissettiriyordu. Garip bir duygu kapladı içini. Telefonunu çıkarıp sayısız deniz fotoğrafının arasına bir yenisini daha ekledi ve yayınevine ulaşmak için yola koyuldu.

Bahçeye geldiğinde arabaları fark etti. Daha önce hiç görmediği birkaç araç vardı. Genelde ilk kendisi geldiği için şaşkın ve biraz da tedirgindi. Bahçe kapısından içeri girdi. Güvenlik kulübEmirde Ahmet Abi yerine iki genç güvenlik ve bankların yerinde çardaklarla karşılaştı. Şaşkınlıktan ağzı açık bir şekilde etrafa bakıyordu ki, güvenliklerden biri yaklaşıp sordu:
“Afedersiniz hanımefendi, buyurun? Bir şeye mi bakmıştınız?”

Manolya kekeleyerek yanıtladı:
“E-evet… İşyerime bakmıştım.”

Güvenlik gülümseyip elini uzattı.
“Merhaba, ben Mert. Artık güvenlikten sorumlu benim. Birkaç değişiklik oldu, içeride size detaylı bilgi verirler. İsminizi ve soyadınızı söyleyebilir misiniz? Listeden kontrol etmem gerekiyor.”

Mert cebinden bir kâğıt çıkarıp ona baktı. Manolya da şaşkınlıkla yanıtladı:
“Manolya İdil Öztürk.”

Birkaç saniye sonra Mert,
“Buyurun Manolya Hanım, iyi çalışmalar.” dedi.

Manolya başıyla onayladı, bisikletini park etti ve korkak adımlarla binaya doğru ilerledi. Binanın dışında “Engin Yayın Evi” yazısının söküldüğünü gördü. Girişteki deri koltuklar gitmiş, yerlerine daha modern mobilyalar gelmişti. Hafta sonu arkadaşlarıyla konuşmuştu ama hiçbirinden böyle bir şey duymamıştı.

İlk kattaki odaların kapıları sökülmüş, yerlerine cam kapılar takılmıştı. Stajyerlerin masaları değişmiş, sayıları da artmıştı. Yeni bilgisayarlar, boyunlarında kartlıklarla dolaşan takım elbiseli yabancılar… Hatta bir kadının ona göz devirdiğini fark etti.

Tüm bu kargaşanın içinde koluna biri dokununca irkildi. Dokunan, yayınevinin kıdemlilerinden Hikmet Bey’di.
“Neler oluyor Hikmet Bey? Kim bu insanlar?” diye sordu Manolya.

Hikmet Bey de huzursuzdu:
“Engin Bey, Amerikan bir yayıneviyle ortaklık kurmuş. Hafta sonu gelip her şeyi değiştirmişler. Boynundaki kartlığı al, idareye gidip kaydını yaptır. Parmak izi saçmalığı falan da var. Yarın yeni düzene bağlı olacaksın.”

Manolya iç çekerek söylediklerini sindirmeye çalıştı ve ikinci kata odasına ilerledi. Kapısında yazan “Yazar: Manolya İdil Öztürk” yazısının sökülmüş olduğunu gördü. Sinirle kapıyı açıp içeri girdi. Masası değişmiş, odada iki masa karşılıklı konmuştu. Ve karşısında, onun tam tersi bir kişiliğe sahip bir kadın vardı. Masasındaki her şey kolilere konmuş, bilgisayar ve dolaplar gitmişti.

Sinirle bağırdı:
“Ne oluyor burada!”

Kadın ise sakin bir tavırla gülümsedi:
“Merhaba, ben Christine. Yardımcı olabilir miyim?”

Aksanı düzgün olsa da yabancı olduğu belliydi. Duruşu dik, kendinden emindi. Fakat yüzünden içinde bulunduğu durumdan mutlu olmadığı da anlaşılıyordu. Manolya, daha sakin bir sesle konuştu:
“Merhaba, ben Manolya. Bir yanlışlık olmalı, bu oda bana ait.”

Christine,
“Maalesef bir yanlışlık yok. İki yayınevinin ortak kararıyla artık odalar paylaşılıyor. İki editör aynı odayı kullanacak ve projeleri ortak yönetecekler.”

Bu haber, Manolya için kabustu. Çünkü o şiir editörüydü.
“Bu mümkün değil!” diye çıkıştı.

Christine kaşlarını kaldırdı:
“Neden?”

“Çünkü ben şiir editörüyüm. Peki sen? Sen de şiir editörü müsün?”

Sesindeki küçümseme belirgindi. Christine’in sessiz kalmayacağı açıktı. Birkaç adım öne çıktı ve sert bir sesle konuştu:
“Hayır, değilim. Ama senin benimle bu şekilde konuşmaya hakkın da yok. Biz de Amerika’dan evimizi bırakıp buraya geldik. Sadece Türkçe bildiğim için bu ekibe dahil oldum. İşimi yapıp ülkeme dönmek istiyorum.”

Bu kez küçümseyici bakışları atan Christine’di. Arkasını dönüp masasına geçti. Manolya tam karşılık verecekken kapı açıldı, stajyer Serkan içeri girdi:
“Engin Bey, tüm editörleri 10 dakika içinde toplantı salonunda bekliyor.”

Manolya başıyla onayladı:
“Tamamdır.”

Serkan çıktıktan sonra odasını toparladı ve toplantıya geçti.


Toplantı Salonu

Tanıdık yüzlerin yanında birçok yabancı da vardı. Küçük gruplar halinde salonda oturan herkes kapıdan girenleri süzüp sonra tekrar kendi aralarında konuşuyordu.

Manolya salona girince Emir’i gördü, yanına gitti.
“Delirmek üzereyim ya! Odamızı paylaşmak ne demek? Yetmezmiş gibi bir de Türkçe bilmiyor kız!” dedi Emir öfkeyle.

Manolya kaşlarını devirdi:
“Desene şanslısın. Ben ilk dakikadan kavga ettim kızla.”

Emir şaşkınlıkla,
“Ciddi misin?” diye sordu.

“Evet.” dedi Manolya, Christine’i işaret ederek. “Bak şu kız. Adı Christine, ama Türkçeyi akıcı konuşuyor.”

Emir içini çekti:
“Söylesek Engin Bey’e, odaları değiştirir mi acaba? Hem sen İngilizce de biliyorsun, hem de kavga etmişsiniz.”

Manolya omuzlarını silkti:
“Bana uyar ama şu an ilgilenmem gereken yeni bir kitap var. Bir de kendi yazdığım kitabı biliyorsun. Böyle şeylere vakit ayırmak istemiyorum.”

Grup içinde sohbet devam ederken birden sessizlik oldu. İçeri Engin Bey ve yanında sert görünümlü bir adam girdi. Adamın duruşu ciddiydi, takım elbisesi özenliydi. Hem Türkçe hem İngilizce selamladı. Adı Matt Dean’di.

“Öncelikle hepinize merhaba.” dedi Mr. Matt. “Yaşadığınız durumun farkındayım ama unutmayın ki değişim sadece sizin için değil, Amerika’dan gelen arkadaşlarınız için de zor.”

Herkes şaşkındı. Mr. Matt devam etti:
“Evet, Türkçeyi iyi biliyorum. Bu yüzden herhangi bir sorun olduğunda tarafsız davranacağım. Yarın yapılacak genel toplantıda yeni yol haritamızı açıklayacağız. Bugün Engin Bey ve ben, sizlerle tek tek görüşeceğiz. Hepinize iyi çalışmalar.”

Mr. Matt ve ekibi salondan çıkınca çalışanlar homurdanmaya başladı. Engin Bey masanın başına geçti, ceketinin içinden bir kâğıt çıkardı ve kalemiyle masaya vurdu. Uğultu kesildi.

“Bu yayınevini 20 yıl önce açtım. Hep birlikte çok şey başardık. Ama artık yaşlandım. Emeklerimin kaybolmasını istemiyorum. O yüzden değişim şart.” dedi.

Sorular geldi. Hikmet Bey,
“Peki Amerikalıların Türkiye’de çıkarı ne?” diye sordu.

Engin Bey,
“Amaç, Türkiye’deki yazar ve editörleri keşfetmek. Odanızı paylaştığınız kişiler farklı projelerle ilgileniyorlar. Sizden ortak işler yapmanızı bekliyoruz.” dedi.

Manolya endişeyle sordu:
“Ama biz aynı dili bile konuşamıyoruz. Anlaşamazsak ne olacak?”

“Dil eğitimi alacaksınız.” dedi Engin Bey. “Onlara Türkçe, size İngilizce. Anlaşamamak sizin çözmeniz gereken bir sorun. Çalışmayı öğrenmelisiniz.”

Bu sözler kimsenin hoşuna gitmedi. Bir saat süren toplantı, hafta sonu düzenlenecek birleşme partisinden bahsedilerek kapandı.


Christine Reyes

Uzun zamandır bu kadar çok insanla bir araya gelmemişti. Manolya’nın tavırlarını da hâlâ anlamamıştı. Ertesi sabah hazırlıklarını yapıp iş yerine gittiğinde asansörde Mr. Matt ile karşılaştı. Onunla odasına geçti.

“Nasıl gidiyor? Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu Mr. Matt.

“Teşekkür ederim efendim, şimdilik her şey yolunda.” dedi Christine.

Mr. Matt gülümseyip devam etti:
“Güzel. Bak, sana bir şey diyeceğim. İki ekip de birer müdür yardımcısı belirleyecek. En deneyimli olan sensin ve Türkçeyi de biliyorsun. Ben burada olmadığımda yönetimle sen ilgilenir misin?”

Christine şaşırdı:
“Teşekkür ederim ama bu benim için fazla. Yıllarca evden çalıştım, şimdi ofiste olmak bile bana ağır geliyor. Üstüne bir de yönetici olmak… Emin değilim.”

Mr. Matt ciddileşti:
“Christine, senin yöneticilik vasfın var. Projelerde hep senin gücün vardı. Benim bu ülkede güvenebileceğim birine ihtiyacım var. Sorumluluk bende, hata yapma lüksün var.”

Christine biraz düşünmek için zaman istedi:
“Eğer uygun görürseniz, partiye kadar düşüneyim.”

Mr. Matt başını salladı:
“Tabii. Cumartesi parti başlamadan önce cevabını bekliyorum.”

Odadan ayrıldı.

Christine kendi odasına döndüğünde Manolya da oradaydı. Masasını düzenliyordu. İlk konuşan Christine oldu:
“Günaydın.”

“Günaydın, nasılsın?” dedi Manolya.

“İyiyim, sen?”

“Ben de iyiyim, alışmaya çalışıyorum. Sen alışabildin mi?”

İkisi de buzları eritmek için adım atmıştı.

“Evet, neredeyse rutine döndüm.” dedi Christine.

Manolya merakla sordu:
“Türkçeyi çok akıcı konuşuyorsun. Türk müsün?”

“Hayır. 15 yaşıma kadar Türk bir bakıcım vardı. Ondan öğrendim, sonra kendim geliştirdim.”

“Şanslısın. Türk bakıcı bulmak zordur.”

Christine gülümsedi:
“Öyle gerçekten. Peki senin İngilizce bildiğini duydum. Nereden öğrendin?”

“Çocukluğumdan beri İngilizce eğitimi aldım. Üniversitede Erasmus yaptım. İngiliz dili ve edebiyatı üzerine yüksek lisansım var.”

“Cesur bir hareket.” dedi Christine, biraz imalı bir şekilde.

Manolya aynı tonda karşılık verdi:
“Biz Türkler önce dini ve ahlaki eğitime yöneliriz, sonra akademiğe. Sizde bunlar ön planda olmadığı için size cesur geliyor olabilir.”

Christine kahkaha attı:
“Ahlaki ve dini eğitimin bu kadar önemli olduğu bir ülkede kadın cinayetleri bu seviyedeyse, almamayı tercih ederim.”

Gerilim artacaktı ki kapı çaldı. Emir içeri girdi:
“Manolya Hanım, Engin Bey sizi çağırıyor.” dedi.

Ve odadan ayrıldılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. PARTİ

PARTİ

3. BÖLÜM

Christine Reyes:
Sabah uyanmakta zorlanıyor, kafasında partiye gitmemek için türlü senaryolar kuruyordu. Ancak tüm isteksizliğine rağmen yataktan kalktı, kendine yiyecek bir şeyler hazırladı. Kahvaltısını yaparken bir yandan da bilgisayarından maillerini kontrol etmeye koyuldu.

O sırada Emy görüntülü arıyordu.
Emy: “N’aber güzellik, nasıl gidiyor?”
Christine: “Gitmiyor… Akşam parti var ve ben istememe rağmen katılmak zorundayım.”
Emy: “İstememene rağmen süreci kabullenmen büyük bir adım.”

Christine gözlerini devirdi.
Emy: “Değiştiremeyeceğimiz şeyler üzerinde düşünmenin bir yararı yok. Sen Matt’in teklifini kabul edecek misin, onu söyle bakalım.”
Christine: “Hayır, kabul etmeyeceğim.”

Emy aslında onun bu teklifi kabul etmesini istiyordu, ancak yoğunluğun Christine’i olumsuz etkilemesinden de çekiniyordu.
Emy: “İyi düşündün mü?”
Christine: “Evet. İnsanlarla uğraşmak istemiyorum. Bu ülkede farklı hissediyorum, biraz kendi dünyamda takılmalıyım gibi geliyor.”
Emy: “Anladım, nasıl istersen… Akşam bu durumu Matt ile konuşursun artık.”

Emy biraz sonra kapatmıştı

Birkaç saat sonra Christine, mavi mevsimlik bir elbise ile yemek yiyecekleri mekâna geldi. İçeri girdiğinde neredeyse herkes oradaydı. Kafe, yayınevi için kapatılmış; masalar birleştirilmişti. Dans için ayrılan bir bölüm de vardı. Christine etrafı izlerken yanına gelen Manolya’ya şaşırdı.
Manolya: “Hoş geldin.”
Christine şaşırmıştı ama bozuntuya vermeden aynı şekilde karşılık verdi.
Christine: “Hoş bulduk.”

Manolya’nın elinde bir liste vardı.
Manolya: “Hadi gel, sana masada yerini göstereyim.”
Christine: “Gerçekten mi? Resmi bir yemekte değiliz ki.”
Manolya bozulmuştu.
Manolya: “Bizi bir araya getiren şey işimiz. Böylesi daha iyi.”
Christine pes etti.
Christine: “Tamam.”

Manolya’nın yönlendirdiği yere oturdu. Karşısında, halinden memnun olmayan Jafe vardı. Christine ona gülümseyerek fısıldadı:
Christine: “Ne yapıyor bu, Tanrı aşkına?”
Jafe: (sinirli bir tebessümle) “İnan, Türkleri anlamak imkânsız.”

Sohbet ederlerken masaya Mr. Matt geldi, ardından bara geçtiler.
Mr. Matt: “Karar verebildin mi?”
Christine, soruyu duymamış gibi davrandı.
Christine: “Türklerden de yönetici seçecek misiniz?”

Mr. Matt onun kafasının karışık olduğunu fark etti.
Mr. Matt: “Evet, hemen kabul etti. Organizasyonu da o düzenledi.”
Christine şok olmuştu.
Christine: “Manolya mı? Hayır ya… Çocuk gibi resmen! Partideyiz ve oturacağımız yerleri bile ayarlamış.”

İkisi de sesli bir şekilde güldüler.
Mr. Matt: “İşte kararını ona göre vermelisin. Yönetecek misin, yoksa bu saçma düzeni değiştirme yetkisini reddedip yönetilecek misin?”
Christine ona doğru eğildi.
Christine: “Daha önce söylendi mi bilmiyorum ama siz kötü bir insansınız.”
Mr. Matt: (ona doğru eğilerek) “Biliyorum. Emy her gün söylüyor. Ama adil bir insanım, kabul et. Seçim hakkı tanıyorum.”

Christine geri çekildi, derin bir nefes aldı.
Christine: “Bu yaptığıma pişman olacağımı bilerek kabul ediyorum. Yalnız bir şartla: Ayda bir kez, dört gün kampa gitmeme izin vereceksiniz.”
Mr. Matt: “Kabul. Hadi gidip bu kararı herkese duyuralım.”

İkisi de masaya geçti. Mr. Matt konuşmaya başladı:
Mr. Matt: “Merhabalar arkadaşlar, hepiniz hoş geldiniz. Umarım bu parti iki ekibin de birbirine kaynaşması için iyi bir adım olur. Bildiğiniz üzere ev sahibi ekip kendi arasında bir yönetici belirlemişti: Manolya Hanım. Şimdi de bizim yöneticimizi açıklama vakti… Ms. Christine, ben olmadığım dönemlerde ekibe öncülük edecek.”

Alkışlar arasında Christine şimdiden pişmanlık hissetmişti. Gecenin geri kalanında düşünmemeye çalışarak eğlenceye dalmaya çalıştı.


Manolya İdil Öztürk:
Alarm sesiyle uyanmakta zorlanıyordu. Aradan bir gün geçmEmire rağmen hâlâ parti gecEmirin etkisini atamamıştı. Alkolü sık kullanmadığı için sersem gibiydi. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar çok eğlenmişti.

Yayınevinin binasına girdiği andan itibaren herkes onu tebrik ediyor, enerjisi yavaş yavaş normale dönüyordu. Odasına girdiğinde Christine her zamanki yerindeydi.
Manolya: “Günaydın, n’aber?”
Christine, bilgisayarından başını kaldırmadan cevap verdi.
Christine: “Günaydın. İyidir, senden?”
Manolya: “İyi, benden de. Erken başlamışsın çalışmaya.”
Christine: “Evet, malum artık iş yükümüz daha fazla. Yeni bir kitap yazmam gerekiyor, o yüzden yoğunum.”
Manolya: “Gerçekten öyle. Ortak çalışma için ne düşündün, nasıl bir şey yapalım?”
Christine: “Bence şiirleri birleştirelim. Benim tarzımla seninki arasında bir uyum sağlayabiliriz.”
Manolya: “Haklısın. O halde hafta sonuna kadar neler çıkarabiliriz, bir bakalım. Ne dersin?”
Christine: “Bu hafta burada olamayacağım maalesef. Dört günlüğüne bir seyahate çıkıyorum. Döndükten sonra ayarlarız mutlaka.”

Manolya şaşkın bir şekilde Christine’e bakıyordu. Daha doğru düzgün işe başlamamıştı bile, şimdi de seyahate çıkacaktı. Ama başıyla onayladı ve kendi bilgisayarına geçti.

Mr. Matt, Christine’e bir mail göndermişti. Bu ay Amerika’ya seyahat edeceği için, gitmeden önce Christine’in kampa gitmEmiri rica etmişti. Christine de internette yaptığı hızlı bir araştırmayla Ağva Kilimli Koyu Kamp Alanına gitmeye karar verdi. Aynı zamanda kamp malzemeleri alabileceği bir yer bakınıyordu.

Manolya ise tüm Türk ekibe toplantı odasında hazır olmaları için mail göndermişti. Şu an yürütülen projeleri inceliyordu. Toplantı başladığında herkes oradaydı.

Manolya: “Evet arkadaşlar, önümüzdeki ayın dergisi ne durumda?”
Ceren (dergi editörü): “Eylül sayısını sonbahar klişEmirden ziyade yazın son sıcak günlerini yansıtacak şekilde hazırlıyoruz. Birkaç eksik dışında her şey tamam.”

Ceren sustuğunda odada buz gibi bir hava vardı. Uzun zamandır aynı ortamda çalışan insanlar gitmiş, yerine birbirini tanımayan insanlar gelmiş gibiydi.

Manolya: “Peki, blog sayfası ne durumda?”
Murat Bey: “Blog sayfası Türkiye için yeni yeni gelişen bir sistem. Henüz bir şey söylemek için erken.”
Manolya: “Ceren ve Murat, toplantıdan sonra birlikte üzerinden geçelim. Ek olarak neler yapabiliriz, beraber bakalım.”

Odadaki sessizlik hâlâ devam ediyordu.
Manolya: “Facebook şu an hem reklam açısından hem de gündeme hakim olmamız için en büyük fırsat. Ama anlayamadığım şey, neden hâlâ yeterli piyarı yapamıyoruz?”

Gökmen Bey öne doğru eğildi.
Gökmen: “Biz bu konuları her hafta toplantılarda konuşuyoruz. Anlamadığım şey, sizin bu konuyla hangi yetkiyle ilgilendiğiniz.”
Manolya: (aynı şekilde eğilerek) “Eğer bir eksik varsa bunu beraber tamamlamak adına soruyorum. Malum, biz bir ekibiz.”
Gökmen: “Peki diyelim ki bir hacker sayfamızı hackledi. Bana nasıl yardımcı olacaksınız?”
Manolya: “Ben bilişimci değilim ama—”
Gökmen: “Peki yazılarımız çalındığında ne yapmamız lazım?”
Manolya: “Bakın, benim yardımdan kastım bu değil.”
Gökmen: “Eğer editörlük açısından yardımdan bahsediyorsanız, ben 15 yıldır bu işi yapıyorum. Aynı zamanda bilişim uzmanıyım. Sizin bana yardımcı olabileceğiniz bir durum yok. Açılacak ortak Facebook sayfası ile ilgili sorularınız olduğunda tekrar konuşalım.”

Gökmen Bey odadan çıktı. Onun ardından herkes de sessizce ayrıldı. Sadece Emir karşısında durmuş, sinirli bir şekilde ona bakıyordu.

Birkaç dakikalık sessizliğin ardından:
Emir: “Ne yapmaya çalışıyorsun? İnsanların gözünde nasıl bir konumdasın şu an farkında mısın?”
Manolya: “Amacım üstünlük sağlamak değil, Emir. Ama söyle bana, adamlar buraya bu kadar yatırımı gerçekten niye yaptı? Hiç düşünmüyor musunuz?”
Emir: “ Yaptıkların söylediklerini desteklemiyor. Söylediğin gibi bir durum varsa bile yöntemlerin yanlış.”
Emir kafası karışık şekilde ona bakıyordu. 
Manolya: " Bari sen yapma srvgilim lütfen"

Emir öfkesi dinmiş halde ona sarıldı. Ve " Lütfen rica ediyorum aklını karıştıran şeyleri önce benimle paylaş"

Manolya tamam dercesine başını salladı. 

Ve Emir ile odadan ayrıldılar.

Manolya, onun gördüklerini başkalarının görememesine daha da sinirleniyordu ama sevgilisinede içinden geçenleri anlatamazdı en azından henüz

Ufuk Kaya:
“Sevgili arkadaşım,
Ben de seni özledim… Gönül isterdi ki uzun uzun yazayım ama şu an vaktim yok, o yüzden kısa kesiyorum. Mutluluğunu gölgelemek istemem ama benim Hollanda’daki şirketimde aynı hatayı yaptıkları için 5 yıllık işimden ayrılmak zorunda kalmıştım.

Amaçları Türkiye pazarında olmak değil; pazarı yönetip kendi ülkelerindeki PR’larını artırmak. Tekel sistemini bizim gibi küçük ülkelerde daha rahat kurabiliyorlar. Yoksa amaçları bizleri refah seviyesine getirmek değil. Lütfen sen bizim yaptığımız hatayı yapma…

Bana sık sık olan biteni yaz, çok merak ediyorum…”

Şimdi her şey daha da karışık bir hal almıştı. Ama bazen birilerini korumak için kendini feda etmek gerektiğini düşünüyordu. Nasıl sonuçlanacağını merak ederek…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4. KAMP

KAMP

4. Bölüm

01.08.2012 –

Christine Reyes

Yeni bir başlangıç yaptığı ülkedeki ilk kampı için çok heyecanlıydı. Normalde ilk kez gittiği yerlerde hep bir durgunluk hissederdi; zaten dünyanın neredeyse her yerini gezmişti ama bu seferki heyecanı bambaşkaydı.

Kamp malzemelerini ve yiyeceklerini arabasına yükleyip yola çıktı. Bir buçuk saatlik trafik ve ardından bir saatlik orman yolculuğundan sonra Ağva’ya girmişti. Güneş batmadan yerleşip bir de denize girmek istiyordu.

Arabayı kamp alanında denize en yakın yere bıraktı. Çantalarını ağaçlık, biraz daha taşlık bir alana taşıdı; karavanlardan ve kalabalık çadırlardan uzaktı. Hızlıca çadırını kurdu, eşyalarını yerleştirdi. Mayosunu giyip alacakaranlıkta denize daldı. Su, beklediğinden daha sıcaktı. Birkaç kulaç attıktan sonra kayalıklara doğru yüzmeye başladı. Dalmak onun için daha keyifliydi.

Kayalıklara ulaştığında biraz ileride tünel gibi bir boşluk fark etti. Üst kısımlarda nefes alabileceği hava boşlukları vardı. Ancak yorgun olduğu için riske girmedi, geri döndü. Hızlı bir duş alıp çadırına geçti. Ateş yakarak yemeklerini hazırladı. Belki bir şeyler yazarım diye defterini çıkardı; sabah kalktığından itibaren yaşadıklarını yazdı. Son olarak yüzdüğü sırada gördüğü tüneli de not etti. Ateşi söndürüp uykuya daldı.

Sabah saat 06.00’da uyandı. Küçük bir ateş yakıp kahve için su ısıttı, birkaç sosis kızartıp kahvaltı yaptı. Ardından yeniden denize girmek için hazırlandı. Önceki akşam hafif karanlıkta yüzdüğü için mesafeyi tam görememişti; şimdi sahilden daha net görüyordu. Bu kadar kısa sürede bu mesafeyi yüzmEmire kendi de şaşırmıştı.

Suya dalıp çıktıkça kıyıyla arasındaki mesafenin hızla açıldığını hayretle izledi. En sonunda tekrar daldı ve o kuytu oyuğu aramaya başladı. Tam üzerinde karavanlar vardı, yan tarafta ise yürüyüş yolundan denize giren insanlar görünüyordu. Ne kadar derine dalsa da bir önceki gün gördüğü oyuğu bulamadı. Sonunda pes edip çadırına döndü.

Kısa bir duş alıp defterine yaşadıklarını yazdı. Ardından koşu ayakkabılarını giyip ormana doğru koşmaya başladı. İstanbul, diğer şehirlerden farklıydı: Ormanlarında yırtıcı hayvan yoktu, denizi çok güzeldi. Bir saatlik koşunun ardından, bir sonraki kampını tamamen ormanın içinde yapmaya karar verdi.

Dönüşte karavanların arasından geçti. İnsanların birbirleriyle bu kadar yakın ilişkiler kurabilmEmire şaşırıyordu. Diğer ülkelerde insanlar daha mesafeli ve soğukkanlıydı. Çadırına vardığında telefonu çaldı; arayan Mr. Matt’ti.

Mr. Matt: “N’aber Chriss?”
Christine: “İyiyim, teşekkürler. Kamptayım, dinleniyorum. Sizden?”
Mr. Matt: “Gayet iyi. Yolculuk için hazırlık yapıyorum. İstanbul kamp için güzel mi?”
Christine: “Çok güzel. Açıkçası bence ekip olarak bir aktivite yapabiliriz burada.”
Mr. Matt: “Olabilir, kış gelmeden güzel olur. Bak sana ne diyeceğim…”
Christine: “Dinliyorum.”
Mr. Matt: “Ailemle ilgili bazı sorunlar çıktı. Ben gittiğimde Amerika’da kalmak zorunda olacağım. O yüzden Emy ile yer değiştireceğiz. O gelene kadar işleri sen yönetebilir misin?”
Christine: “Umarım çok ciddi bir sorun yoktur?”
Mr. Matt: “Annem biraz rahatsız. Tedavi süreci için yanında olmam gerekiyor.”
Christine: “Tanrı yardımcısı olsun… Çok üzüldüm. Merak etmeyin, Emy gelene kadar elimden geleni yaparım. İsterseniz kamptan hemen dönebilirim.”
Mr. Matt: “Hayır, gerek yok. Zaten sen işbaşı yaptığında Amerika’ya geçeceğim. Teşekkür ederim destek olduğun için.”
Christine: “Her zaman. İyi günler dilerim.”
Mr. Matt: “İyi günler.”

Bir yandan Emy’nin geleceği için sevinse de, sağlık sorunlarının böyle bir şeye sebep olması içini burkmuştu.

Koşu, yazma ve telefon görüşmEmirden sonra akşam olmuştu. Hava alacakaranlıktı. Mayosunu giyip yeniden kayalıklardaki o boşluğa doğru yüzmeye başladı. Uzun dalışlar yapıyor, heyecanı giderek artıyordu. Kayalıklara vardığında derin bir nefes aldı ve daldı: Oyuk karşısındaydı.

Gözlerine inanamadı. Ani bir kararla oyuğun içine süzüldü. Başta bir akıntı ya da çekim bekledi ama su normaldi. Biraz daha ilerledikçe derinlik azaldı, ayakları yere basmaya başladı. Başını sudan çıkardığında karşısında gün ışığı görünüyordu.

Temkinli adımlarla ilerledi. Bir oyuktan girip diğerinden çıkacağını düşünmeye başlamıştı. Fakat karşısına çıkan şey bambaşkaydı: Etrafı bakır renginde tahta ile çevrili, cam mı demir mi anlayamadığı sürgülü bir kapı.

Şaşkınlıkla suya dalıp kapının altını inceledi. Yeniydi, sanki dün yapılmıştı. Tekrar yüzeye çıkıp kapıyı sağa sola kaydırmaya çalıştı. Son bir hamleyle kapıyı sağa doğru itti; kapı açıldı. Hem korku hem heyecanla çığlık attı.

İçerisi tamamen su altındaydı. Sadece karşıda beliren gün ışığı suyun içini aydınlatıyordu. Bir süre bekledi. Kapının kapanmayacağından emin olunca içine daldı.

O an içi ürperdi, pişmanlık hissetti. Çünkü içeride çok sayıda mezar vardı. Lanetlere inanmasa da bu tür şeylerden hep uzak durmuştu. Ama merakı ağır basıyordu. Yavaşça ilerledi, mezar taşlarını okumaya başladı.

Bir mezar Mısır lahitlerindendi, üzerinde İbranice yazılar vardı. Bir başka mezarda Ermenice yazıyordu. Birinde Arapça, diğerinde İtalyanca, daha ileride Rusça yazılar…

Sonra iki farklı mezar gözüne çarptı. Biri günümüz Amerikan mezarlarına benziyordu; toprak altına gömülmüş, üzerinde İngilizce bir yazı vardı:

“Those who take other people’s lives for money, not being satisfied with what God has given them, will pay the price of that money when they die.”
(“Tanrı’nın verdikleriyle yetinmeyip, para için başkalarının canını alanlar; o paranın bedelini öldüklerinde öderler.”)

Christine yazıyı okurken nefesi daraldı. Yüzeye çıkıp derin nefes aldı. Diğer mezarı da merak etti; yeniden daldı. Bu kez karşısında Türkiye’deki mezarlara benzeyen bir mezar vardı: Üzeri toprakla kaplıydı, üstünde çiçekler açmıştı. Çiçeklerin ortasında ise dokuz beyaz gül vardı.

Kanı dondu. Topraklar sudan dağılmıyor, çiçekler çürümüyor, sanki canlıymış gibi duruyordu. Nefes alışları zorlaşmaya, gözleri kararmaya başlamıştı. Mezarda yazan isimleri okudu:

“Christine Reyes – Manolya İdil Öztürk”

Okuduğu son kelimeyle birlikte bilinci kapanıyordu. Su, onu kendisine ait olmayan bir cisim gibi yüzeye fırlattı…

 

 

4. Bölüm (Düzenlenmiş Hali – İngilizce metin değiştirilmiş):

01.08.2012

CHRISTINE REYES: Yeni bir başlangıç yaptığı ülkede ilk kampı için çok heyecanlanmıştı. Genelde ilk kez gittiği ülkelerde bile bir durgunluk hissederdi, o yüzden de dünyanın neredeyse her yerini gezmişti ama bu kadar heyecanlanmamıştı. Kamp malzemelerini ve gerekli yiyecekleri arabasına atıp yola koyuldu. Bir buçuk saat süren trafiğin ve 1 saatlik orman yolculuğunun ardından Ağva girişindeydi. Güneş batmadan yerleşip bir kez denize girmek istiyordu.

Kamp alanına geldiğinde arabasını alanın denize en yakın yerine bırakıp tüm çantaları ağaçlık alana yerleştirdi. Karavanlar ve çadırlardan uzakta, biraz daha taşlık bir alandı. Hızlıca çadırı kurup eşyalarını yerleştirdi, mayosunu giydi ve alacakaranlıkta denize daldı. Su beklediğinden sıcaktı. Birkaç kulaç attıktan sonra kayalıklara doğru yüzmeye başladı; dalarak yüzmeyi daha çok seviyordu.

Kayalıklara ulaştığında biraz daha ileride bir boşluk olduğunu fark etti: Tünel gibiydi. Üst kısımlarda başını kaldırıp nefes alacak şekilde hava boşlukları vardı. Ancak yorgun olduğu için riske girmek istemedi ve geri döndü. Duş alanlarına gidip hızlı bir duş aldı, çadırına döndü. Ateş yakarak yiyeceklerini hazırladı ve belki bir şeyler yazarım diye defterini çıkardı. Ne yazacağını planlamadan, sabah kalktığı andan itibaren yaşadıklarını yazmaya başladı. En son ise yüzerken gördüğü o anı da yazıp ateşi söndürdü ve uykuya daldı.

Sabah uyandığında saat 06.00’yı gösteriyordu. Küçük bir ateş yakıp kahve için su kaynattı, birkaç tane de sosis kızartıp kahvaltı yaptı ve denize tekrar girmek için hazırlandı. Bir önceki akşam havanın hafif karanlık olmasından dolayı ne kadar yüzdüğünü tam olarak kavrayamamıştı; şimdi sahil kenarından yüzdüğü alanı daha net görüyordu. Bu kadar kısa sürede o mesafeyi yüzmüş olmasına şaşırmıştı.

Suya dalmış ve her nefEmiri verdiğinde sahil ile arasındaki açılan mesafeyi hayretle izliyordu. En son tekrar daldı ve o kuytu yerdeki oyuğu aramaya başladı. Tam üzerinde karavanlar vardı, yan tarafta ise insanlar yürüyüş alanlarından denize giriyordu. Ancak ne kadar derine dalarsa dalsın, dün gördüğü oyuğu bulamıyordu. En son pes ederek yüzerek çadırının yanına döndü.

Kısa bir duş alıp defterini çıkardı ve olanları yazdı. Yazmayı bitirdikten sonra arabasına dönüp koşu ayakkabılarını giydi ve orman kısmında koşmaya başladı. İstanbul, gezdiği diğer şehirlerden farklıydı. Ormanlarında yırtıcı hayvan bulunmuyordu; çok güzel bir denizi vardı. 1 saatlik koşunun ardından bir sonraki kampını tam ormanın içerisine yapmaya karar verdi.

Dönüşte karavanların arasından geçti ve insanların birbirleriyle nasıl bu kadar yakın olabildiğine şaşırdı. Diğer ülkelerde insanlar birbirlerine mesafeli ve daha soğukkanlıydı. Çadırına döndüğünde telefonunun çaldığını fark etti. Mr. Matt arıyordu.

Mr. Matt: “N’aber Chriss?”
Christine: “İyiyim, sağ olun. Kamptayım, dinleniyorum. Sizden?”
Mr. Matt: “Gayet iyi, hazırlık yapıyorum yolculuk için. Nasıl, İstanbul kamp için güzel mi?”
Christine: “Çok güzel açıkçası, bence hep birlikte bir aktivite yapılabilir.”
Mr. Matt: “Olabilir, bak kış gelmeden bir değişiklik olur. Bak, sana ne diyeceğim…”
Christine: “Buyurun, sizi dinliyorum.”
Mr. Matt: “Ailem ile ilgili bazı sorunlar oluştu. Ben gittiğimde Amerika’da kalmak durumundayım, o yüzden Emy ile yer değiştireceğiz. O gelene kadar işleri sen yönetebilir misin?”
Christine: “Umarım çok büyük bir sorun yoktur?”
Mr. Matt: “Annem biraz rahatsız, tedavi süreci için yanında olmam gerekli.”
Christine: “Tanrı yardımcısı olsun, çok üzüldüm. Merak etmeyin, ben Emy gelene kadar elimden geleni yaparım. İsterseniz kamptan hemen dönebilirim?”
Mr. Matt: “Hayır hayır! Gerek yok, ben zaten sen iş başı yaptığında gideceğim Amerika’ya. Teşekkür ederim bana yardımcı olduğun için.”
Christine: “Rica ederim, her zaman. İyi günler dilerim.”
Mr. Matt: “İyi günler.”

Bir yandan Emy geleceği için seviniyordu, ama diğer yandan sağlık sorunlarından dolayı böyle şeyler yaşanması canını sıkıyordu. Koşu, yazmak, telefon konuşması derken neredeyse akşam olacaktı. Havada tam bir alacakaranlık hâkimdi. Ayağa kalkıp tekrar mayosunu giydi ve dün gördüğü oluğa doğru yüzmeye başladı.

Tekrar tekrar uzun dalışlar yapıyor, heyecanlanıyordu. Tam kayalıklara ulaştığında derin bir nefes alıp daldı ve oyuk karşısındaydı. Gözlerine inanamıyordu; ani bir kararla o oyuktan içeri süzüldü. İlk başta girdap olduğunu düşünse de suları içine çeken veya içinden suyu iten bir sistem yoktu. Biraz daha ilerlediğinde suyun derinliği azalmış, neredeyse ayakları yere basar hâle gelmişti.

Başını sudan tamamen çıkardı ve karşısında gün ışığı görünüyordu. Dikkatli bir şekilde ilerleyerek tamamen yolu tamamlamak istedi. Yavaş ve temkinli davranıyor, heyecanını dindirmeye çalışıyordu. Bir oyuktan girip diğerinden çıkacağını düşünmeye başlamıştı ki ulaştığı şey, ışığı yansıtan, etrafı bakır renkte tahta ile çevrili, cama mı demire mi benzediğini anlamadığı sürgülü bir kapıydı.

Şaşkınlıktan bir süre kala kaldı ve suya dalıp kapının alt kısımlarını incelemeye başladı. Etrafa bakınıyor, ne aradığını bilmeden çırpınıyordu. Tekrar su yüzüne çıkıp derin derin nefes aldı ve kapıyı sağa sola kaydırmaya çalıştı. Kapı sanki daha dün yapılmış gibi yeniydi. Şansını biraz daha zorlayarak son bir kez ittirdiğinde kapı sağa doğru açıldı. Hem korku hem de heyecanla çığlık attı.

İçerisi tamamen su altındaydı ve hiçbir şey görünmüyordu. Sadece karşıda gün ışığı belirmiş, suyun içini aydınlatıyordu. Ne yapacağını bilemez hâlde biraz daha bekledi. Kapıyı eliyle kontrol edip kapanmayacağından emin oldu ve suya daldı.

Daldığı andan itibaren içi ürperdi ve pişman oldu; çünkü içeride çok fazla mezar vardı. Lanetlere inanmasa da böyle şeylerden hep uzak dururdu. Ancak bu defa merakı ağır basıyordu. Yavaşça ilerleyip mezarları okumaya başladı.

Bir mezar Mısır lahitlerindendi ve üzerinde İbranice yazılar vardı. Başka bir mezarda Ermenice yazılar vardı. Bir mezar da Arapçaydı. Bir mezar İtalyancaydı, bir diğerinde Rusça. Daha ileride iki mezar daha vardı.

Onlar diğer mezarlardan farklı yapılmıştı. Biri yere tamamen gömülmüş, günümüz Amerika’sının mezarlarındandı. Üzerinde İngilizce şu yazı vardı:

“Whosoever despiseth the gifts of God and taketh the lives of men for silver, the price thereof shall he pay in the hour of his death.”

Yazıyı okurken nefEsinindaraldığını hissetti ve nefes almak için yüzeye çıktı. Diğer mezarı da merak edip tekrar daldı. O mezar ise Türkiye’deki mezarların aynısındandı. Üzeri toprak kaplı, yığma şekildeydi ve çiçeklerle süslenmişti. Çiçeklerin ortasında ise 9 beyaz gül vardı.

Kanı donmuştu sanki. Topraklar sudan dağılmıyor, çiçekler ise çürümüyordu. Nefes alışverişleri iyice zorlaşmıştı, gözleri kararmaya başlamıştı. Mezarda yazan isimleri okuduğunda tamamen bilincini kaybetmeye başlamıştı:

Christine Reyes – Manolya İdil Öztürk

Okuduğu son kelimeyle gözleri tamamen kapandı. Su ise onu kendisine ait olmayan bir cisim gibi yüzeye fırlatmıştı…

 

 

 

 

 

5. KAYIP ARANIYOR

KAYIP ARANIYOR

 

5. BÖLÜM: Kayıp

EMY
Chriss kampa gitmişti; ancak tam bir gündür ondan haber alınamıyordu.

 Matt, “endişelenecek bir şey yok” dese de Emy hâlâ rahat değildi.

Tekrar Matt’i aradı. “Bana yalan söyleme artık — Chriss nerede?”
Matt, pes etmiş bir halde: “Arıyorum ama ulaşamıyorum, hiçbir yerde yok.

 Manolya’yı alıp ofise gidiyorum, belki bir ipucu bulurum.”


Emy’nin annesi de yanına gelmişti.

Emy: “İlk uçakla geliyorum oraya,” dediğinde annesi telefonu kapattıktan sonra, “Oraya gittiğinde sana her dakika ulaşabileceğime söz veriyorum,” dedi.

Emy: “Merak etme, her zamanki Chriss,” diye yanıtladı.

Annesi cebinden bir kolye çıkardı ve Emy’ye uzattı: “Bunu boynundan sakın çıkarma. Anlam veremediğin bir şey olursa mutlaka beni ara.”

 Emy: “Yapma anne, bir şey olmayacak,” dedi.

Matt telaşla Manolya’nın odasına girdi ve bilgisayarını açtı. “Chriss sana nereye gideceğini söyledi mi?”
Manolya: “Hayır, söylemedi.”


Matt, bilgisayarın geçmişine bakınca son aramalarında “AĞVA KİLİMLİ KOYU KAMP ALANI” ilanını gördü. “Buldum, ben çıkıyorum — haber gelirse beni ararsın.”
Manolya: “Efendim, bu saatte trafik olur; müsaade edin, ben de geleyim, daha hızlı gideriz.”
Matt kabul etti ve gerçekten bir saate kamp alanına ulaştılar.

   Otoparka geldiklerinde Matt sinirle: “Orada— araba orada!” diye bağırdı.

Beraber koşarak arabaya gittiler ama araç içi boştu. 

Matt: “Telefonunu çaldır, ben etrafa sorayım.” Manolya telefonunu çaldırdı, ancak sessizlik vardı. Matt birkaç gencin yanına gidip fotoğrafı gösterdi; kimse tanımıyordu.

  Biraz daha tenhaya ilerlediklerinde çadırlardan birinden ses geldi. Matt çadırı açtığında Chriss, mayo ile içinde baygın yatıyordu — buz gibiydi ve nabzı çok düşüktü.


Matt: “Chriss! Chriss! İyi misin? Lanet olsun!” dedi, kucağına alıp koşarak araca yöneldi. Arkalarından Matt’in adamları da gelip hızla araca bindiler. Matt ceketini Chriss’in üstüne örterek ısıtmaya çalışırken, telefonu çaldı.

 Manolya hem aracı sürüyor hem de telefonla konuşuyordu. “Efendim, Matt Bey’in telefonu — ben Manolya.” Karşıdaki ses: “Ben Emy. Chriss’i buldunuz mu?”


Manolya: “Evet, bulduk. Hastaneye gidiyoruz.”
Emy: “Neden? Tanrım, ne oldu söyleyin hemen!”
Matt: “Nabzı çok düşük ve teni buz gibi soğuk.”
Emy: “Uçağım yarım saate kalkıyor. Matt, lütfen ona bir şey olmasına izin verme, o benim kardeşim.”


Matt: “Merak etme, izin vermem.”
Emy telefonu kapattı. Onlar da hastaneye ulaşmıştı.

 Acil doktoru hızla müdahale odasına aldı ve beklemeye koyuldular.

Matt koridorda volta atarken adamları geldi. Uzun boylu, esmer olanı: “Efendim, Christine hanımın eşyaları ve arabası evine gönderildi,” dedi ve elindeki poşetleri Matt’a uzattı. “Bir de bunlar gerekir diye düşündüm.” Matt poşetlere baktığında pijama ve günlük kadın kıyafetleri vardı. Derin bir nefes verip: “Teşekkür ederim Kamil,” dedi.

Sonra Manolya’ya dönüp: “Siz de perişan oldunuz; Manolya Hanım’ı da evine bırakıp evinize gidin,” dedi.

Ancak ikisi de kabul etmedi ve tüm geceyi orada geçirdiler. Sabaha karşı doktor yanlarına gelerek: “Bozuk sosis yemiş ve zehirlenmiş; denizde uzun süre kaldığı için vücudunda su birikmiş. On dakika daha geç gelse başka şeyler konuşuyor olurduk ama şu an her şey yolunda. Yarın akşama doğru taburcu ederiz,” dedi.


Matt: “Özel hastaneye gitmemize gerek var mı? Daha iyi koşullar olsa—”
Doktor sözünü kesti: “İsterseniz gidebilirsiniz tabi, ama oraların bizden farklı yapacağı bir şey yok. Çok hırpalanmış zaten; dinlensin, toparlar.”
Matt teşekkür ederek doktoru gönderdi.

Sabah olduğunda Chriss yavaş yavaş kendine geliyordu. Manolya odada yanındaydı. Chriss kendini toparlayıp: “Neredeyim ben?” dedi.

 Manolya ayağa fırlayıp koridora koştu ancak Matt yeni uyuduğu için uyandırmadan içeri girdi. “ Chriss; bizi çok korkuttun. İyi misin?”
Chriss: “Ben en son mezarlıktaydım. Senin adın mezar taşında yazıyordu.”


Manolya duyduklarına buz kesmişti. “Aman Allahım— tekrar başlıyor,” dedi ve sandalyeye çöktü.
Chriss: “Neler oluyor Manolya? Anlamıyorum, ne tekrar başlıyor?”
Manolya artık onu duymuyordu. Kapı açılma sesiyle kendine geldi. Matt içeri girdi: “Chriss, iyi misin? Bir şeyin yok değil mi?”


Chriss: “Ben mezarlığa gittim, Matt. Orada bir mezarda Manolya ile benim adım vardı.”


Matt: “Biz seni çadırda bulduk— sosisten zehirlenmişsin, susuz kalmışsın. Tanrım, hipotermi geçirmek üzereydin.”
Chriss: “Hayır hayır, ha bak, Manolya da biliyor—”
Matt: “Evet, seni onun sayEmirde hastaneye yetiştirdim; o her şeyi biliyor.”
Manolya hayal kırıklığıyla ayağa kalkıp: “Bence Christine bilinç kaybı esnasında rüya gördü ve şimdi kafası çok karışık,” dedi.
Matt: “Haklısınız Manolya Hanım. Ben biraz gerginim, kusura bakma Chriss. Hadi, biraz daha dinlen; az sonra taburcu olacaksın zaten.”
Chriss tam cevap verecekken Manolya: “Efendim, izniniz olursa eve gidebilir miyim?” diye sordu.
Matt: “Tabi. Kenan bıraksın seni; her şey için teşekkürler, bu iyiliğinizi unutmayacağız.”
Chriss: “Hayır, hayır bekle.”
Manolya: “Sen iyileş, zihnini topla; sonra tekrar konuşuruz,” dedi ve odadan çıktı.

Birkaç saat sonra Chriss taburcu olmuş ve eve gelmişti. Kapısı çaldığında karşısında Emy duruyordu.
Emy: “Chriss, iyi misin? Nasıl oldu bu?”


Chriss: “İyiyim, içeri gel lütfen.”


Salona geldiklerinde Chriss, Matt ile konuştum — kafan karışmış biraz, dedi.

Chriss: “Hayır, karışmadı. Manolya da biliyor,” diye karşılık verdi.

Emy onunla da konuştuğunu, Manolya’nın kafasının karışık olduğunu söyledi; Chriss olanları Emy’ye de anlatmıştı. Ancak Emy inanmadı; ortada inanmama vardı.


Emy: “Bak ne yapalım biliyor musun? Yarın doktorunla Skype’ta görüşelim—”
Chriss: “Ne doktoru Emy? Ben delirmedim.”


Emy: “Farkındayım güzelim, sadece yardım etmek istedim.”
Chriss: “Biliyorum ama ben iyiyim, merak etme.”


Gecenin geri kalanında Emy tedirgin bir şekilde onu izledi ve annesini arayıp olanları anlattı. Annesi: “Chriss’in kafası karışmış; eğer daha kötüye giderse tekrar destek almalı,” dedi. Emy: “Umarım kötüye gitmez. Bu arada kolye üzerimde.”


Annesi: “Aferin. Bir de Manolya’nın soyadı ne?”
Emy: “Öztürk.”
Annesi: “Tamam, hadi dikkat edin kendinize,” dedi ve kapattı.

Ertesi sabah Chriss hazırlanmış ve Emy’nin yanına gelmişti. “Hazır mısın?” diye sordu.

Emy şaşkın: “Neye?” diyebildi. Chriss ofise gitmek istiyordu.


Emy: “Daha dün ölüyordun, bugün ofise mi gideceksin?”


Chriss: “Ben iyiyim; mezarlık meselEmiri Manolya ile konuşmam lazım.”


Emy: “Hayır, iyi değilsin; mantıklı düşünemiyorsun.” İkisi de sinirlenmişti.

Chriss: “Gidelim, onunla beraber konuşalım; her şeyi anlayacaksın.”


Emy: “Konuştum, bir şey bilmiyor; o mezarlık yok, her şey senin hayal ürünün.”


Chriss: “Hayal ürünüm mü? Delirdin de bir de olsun, bitsin!”
Emy: “ya lütfen mantıklı düşün biraz anlattıkların doğru olabilir mi?”


Chriss: “Oldu — ama oldu. ben oradaydım diyorum... ama siz inanmıyorsunuz.. ben.. ben artık dayanamaycağım  gidiyorum.”


Emy: “Annen gibi korkaksın; sen de köşeye sıkışınca kaçıyorsun.”


Chriss: “Sen de annen gibi fırsatı değerlendirip para için peşimden ayrılmıyorsun.”


Emy: “Para için mi? Gerçekten mi? böyle düşünüyorsan gerçekten.. Defol git — nereye gidiyorsan defol!”


Chriss hızla evden çıktı ve Manolya’yı sahildeki kafelerden birine çağırdı. Manolya on dakika içinde oradaydı.


Chriss: “Ne biliyorsun mezarlıkla ilgili? Bana anlat.”


Manolya: “Ben çocukken mezarlığa gittim ve iki gün kayboldum; kimse bana inanmadı.”
Chriss: “Neden Matt ve Emy’e anlatmadın? Bana da inanmıyorlar.”
Manolya: “Çünkü bu kabul edilebilir bir durum değil; sende olmamış gibi davranmalısın.”
Chriss: “Ya başımıza bir şey gelirse?”
Manolya: “Çeneni kapalı tutarsan gelmez.”
Chriss: “Korkak,” dedi ve hızla yayın evine gidip aracını sürdü.

Yayın evine geldiğinde Matt’in odasına girdi ve Emy oradaydı. İçeri girip sandalyeye oturdu.

 Emy: “Manolya aradı, olanları anlattı,” dedi. Chriss: “Korkak,” diye yineledi.
Matt: “Biz de korkuyoruz senin için Chriss,” dedi.
Emy: “Annem ve psikoloğun Amerika’ya dönmen gerektiğini söylüyor.”
Matt: “Ben de eve dönüp biraz dinlenmeni öneririm.”
Chriss: “Hiçbir yere gitmiyorum.”
Matt: “O halde bana başka yol bırakmadın.”

Chriss soran gözlerle bakarken Matt telefonu ile bir arama yaptı: “Manolya, odama gelir misin?” Bir dakika sonra Manolya odaya girdi.


Matt: “Manolya Hanım, ortağınız ile bir projeniz var mı?”
Manolya: “Hayır efendim, yok.”
Chriss: “Yalan söylüyor — şiir kitabı var.”


Manolya: “Ortada taslak bile yok efendim.”


Matt: “Size verilen süre doldu; üç gün oluyor. Christine Hanım’ın Amerika’daki yayın evine dönmenizi istiyorum.”

Christine Emy’ye doğru eğildi: “Bana bunu mu layık görüyorsun gerçekten? Bir daha sakın gözüme görünme.”


Emy: “Annem orada karşılayacak seni.”


Chriss: “Yazık, gerçekten çok yazık,” dedi ve odadan ayrılıp kendi odasına gitti.

   Birkaç eşyasını alıp hızla eve geçti, oradan da birkaç eşyasını daha aldı ve taksi ile bir saatte havaalanındaydı. Uçağa bindiğinde gözlerini kapattı; uyumak değil, ölmek istercEmire yorgundu.


10.11.2012
CHRİSTINE REYES


    Türkiye’den döneli iki ay olmuş; hâlâ olanları hazmetmeye çalışıyordu. Emy’e olan öfkesi, her hatırladığında körüklenen bir alev gibiydi. Onu dinlememesi ve bu süreçte yalnız bırakması ne yazık ki iyileşme sürecini uzatmıştı. Psikoloğu da kapanmış defterleri açmaya zorlamıştı.
   İlk defa bugün işinin başına dönmüştü. Tek fark: artık Matt ve Emy ile arkadaşlıklarını sonlandırmış ve kimseyle iletişim kurmuyordu. Bilgisayarını açıp şiir kitabının son düzenlemEmiri bitiriyor ve toplantıya hazırlanıyordu. Yarın baskıya vermesi gerekiyordu. Telefonunun titremesiyle eline aldı; arayan Emy’ydi.
Christine: “Efendim.”


Emy: “Merhaba Christine, nasılsın?”
Christine donuk bir şekilde: “İyiyim efendim. Siz nasılsınız?”


İkisi de sessizleşti.


Emy: “Ben de iyiyim… Şey, soracaktım; bugün online toplantı olacak mı kitap için?”
Christine: “Evet efendim, size bilgilendirme maili atılmış olması lazımdı.”

Emy: “Aa evet, şimdi gördüm. Aslında ben seni merak ettim; işe döndüğünü duyunca aramak istedim.”
İkisi de sessizleşti. Christine: “Merak etmeyin efendim, işe dönmemi engelleyecek bir durum yok; isterseniz psikoloğumdan rapor alabilirim.”


Emy: “Hayır hayır, öyle bir şey söylemek istemedim; ben seni—”
Christine: “Anladım efendim, ama bunun için bir ay geciktiniz. Şimdi izninizle toplantıya hazırlanmalıyım,” dedi ve telefonu kapattı.

EMY


    Christine gideli iyi değildi; birbirlerinden çocukluklarından beri ilk defa bu kadar ayrı kalıyorlardı ve o gittiğinden beri yayın evinde sorun yaşıyorlardı. Toplantı bir saat sonra online olarak yapıldı ve kimse Christine ile iş dışında bir şey konuşamadı. Christine sorulara buz gibi cevap veriyordu; kimse konunun dışına çıkamıyordu. Toplantıdan sonra Emy       dayanamayıp arabasıyla sahil kenarına gitti.


    Ada vapurları etrafında yürümeye başlamıştı. Vapurlardan birinin üzerinde bir yavru kedi fark etti; kedi kendini aniden denize bıraktı. İnsanlar kediye aldırış etmiyordu; Emy bağırıp yardım etmelerini istiyordu. Kedi çırpındıkça Emy de çırpındı; dayanamayarak suya atladı. Kedi suya gömüldü; artık Emy derin bir nefesle kedinin arkasından daldı. Önündeki gider kapaklarından birine girdi. Emy ne olduğunu anlamadı; arkasından birinin onu hızla ileri ittiğini hissetti; ama arkasına döndüğünde kimse yoktu.

    Yukarı çıkmak için hamle yaptığında aşağı çekiliyordu. Ne yapacağını bilemeyip paniğe kapıldı. Kedi tekrar önüne geldi ve sakinleşti. Tekrar ileri hamle yaptı; ancak su onu daha da çekiyordu. Birkaç metre yüzdükten sonra karşılarında bir ışık gördüler. Kedi onu açıklığa götürüyor diye düşündü; biraz daha ilerledi. Bir demir mazgalın arkasında olduğunu görünce mazgalı kenara itip açtı ve içeri süzüldü. Birden ayağının yere bastığını hissetti, doğruldu ve derin derin nefes aldı.
    Etraf karanlık ve çok ağır bir koku vardı. Kediyi bulup buradan çıkması lazımdı. Derin bir nefes daha alıp suya son kez daldı. Suyun içi aydınlıktı ve ileride artık kediyi görüyordu; kedi sabit duruyor ve kımıldamıyordu. Biraz daha yaklaştığında kedinin bir mezar üzerinde durduğunu fark etti. Mezarda dokuz beyaz gül ve bir tane kırmızı gül vardı. Nefesleri sıklaşmış, göğsünde bir baskı hissediyordu. Mezar taşındaki ismi görünce daha da kötü oldu:
CHRİSTİNE REYES — ÖLÜM TARİHİ 12.12.2012
Ve notu okuyup mezarın yanına bayıldı.

Not: “Bir amaç uğruna ömürlerini feda edenler, hayatları boyunca çevrelerinden alacakları tepkiden korkarak yaşayan insanlardan mutlu ölürler…”

 

 

 

 

 

 

 

 

6. GİRDAP

GİRDAP

BÖLÜM 6

Manolya

   İş ortamındaki gerginlikten sıkılmış olan Manolya, Christine’in gidişinden beri içindeki huzursuzluğu atmak için bisikletiyle deniz kenarında dolaşıyordu. Biraz daha ilerleyip taşların üzerine oturmak için bisikletten indiğinde Emy’nin arabasını gördü. Dikkatlice baktığında Emy’nin içinde uyuduğunu fark etti.

Cama tıklattığında uyanmamıştı. Hemen yanındaki yolcu koltuğunda bir kedi yavrusu vardı. Endişelendi ve cama daha sert vurdu. Bu kez Emy sıçrayarak uyandı. Manolya tekrar cama tıkladı. Emy, Manolya’yı fark edince kapıyı açarak kendini dışarı attı.

Derin derin nefesler alıyor, “Kedi… Manolya, kedi!” diye mırıldanıyordu.
Manolya, “Kedi burada, yan koltukta. İyi, sakin ol lütfen,” dedi.

Emy kafasını açık olan araba kapısından uzatıp hayretler içinde kediye baktı.
“Şaka mı bu?”

Manolya şaşkındı.
“Neler oluyor Emy? Anlamıyorum, anlatır mısın?”

Emy kısık bir sesle, “Anlatsam da inanmazsın… inanmazsın,” dedi.

Manolya’nın içinden bir ürperti geçti. Acaba o da mı mezarlığa gitti?

Emy panikle, “Christine’e ulaşmam lazım, onu uyarmalıyım!” diye arabaya uzanmaya çalıştı.

Manolya onu kolundan tutup engelledi.
“Bekle Emy, önce bana anlat ne oldu?”

Emy tedirgin gözlerle onu izliyor, güvenip güvenemeyeceğini tartıyordu.

“Emy, lütfen bana güvenebilirsin,” dedi Manolya. Sonra duraksayıp devam etti:
“Hadi, gel şu cafede oturalım. Biraz kendine gelirsin, hadi.”

Manolya, arabanın kapısını açıp yavru kediyi avucuna aldı. Anahtarı da kontaktan çıkarıp kapıları kilitledi. Emy ise onun ilerleyişini sessizce arkasından izliyordu.

    Cafeye oturduklarında birer çay, kedi için de süt istediler. Manolya kediyi beslerken Emy başına gelen her şeyi tek tek anlattı. Manolya tüm olanları şaşırmadan, sakin bir şekilde dinledi. Sadece mezarda isminin yazıldığını duyunca gözleri büyümüştü. Bu defa korkan taraf Emy’di.

“Ne oluyor bilmiyorum ama iyi şeyler olmadığı kEmir,” dedi Emy.

Manolya gerildi. Korku dolu gözlerle Emy’ye baktı.
“Emy… bu göründüğü gibi bir rüya olmayabilir.”

“Nasıl yani, anlayamadım?”

“Christine’in kaybolduğu günü hatırlıyorsun değil mi?”

“Evet ama ne alakası var?”

“O gün Christine de mezarlığa gitti ve orada bir günden fazla kaldı. Sen birkaç saat… Ve sadece o da değil, ben de çocukken mezarlığa gitmiştim.”

Emy şaşkınlıkla, “Ne yani, o gün olanlar Christine’in hatası değil miydi?” dedi.

“Hayır. O da mezarlığa gitmişti.”

Emy çılgına döndü.
“Ne saçmalıyorsun sen? Tanrı aşkına Manolya! Bunu bize nasıl anlatmazsın?”

Manolya da sinirlendi.
“Anlatsak inanır mıydınız? Dinlemediniz bile. Onu kolundan tutup Amerika’ya geri yolladınız.”

Emy omuzlarını düşürdü.
“Haklısın… Sen bir yabancısın ama ben onun hem arkadaşı hem de kuzeniydim.”

“Bunları konuşmak şu an hiçbir şeyi çözmeyecek.”

“Evet… Önce bize neler olduğunu öğrenmemiz lazım.”

Manolya işte tam da bundan korkuyordu.
“Bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da bu meseleyi irdelememek gerektiği.”

Emy, “Şaka mı yapıyorsun Manolya? Mezarda Christine ve senin adın yazıyordu diyorum! Ben senin soyadını bile mezardan öğrendim,” diye çıkıştı.

Manolya sinirle, “İşte tam da sorun bu Emy! Neyle uğraştığımızı bile bilmeden nasıl mücadele edeceğiz? Ayrıca bu kadar şeyden sonra Christine bizi affetmez.”

Emy gardını indirip denizi izlemeye koyuldu. Belki de Manolya haklıydı… Christine ondan kendisini dinlemEmiri istemişti ama o kabul etmemişti. Şimdi her şey nasıl düzelecekti?

“Bu durumu dillendirmemek çözüm değil. Bir buçuk ay arayla önce Christine, sonra ben… Bunun devamı gelirse ya da başımıza bir şey gelirse ne yapacağız?” dedi Emy.

“Christine’i uyaracağım. Söylediklerini ona ileteceğim. Köşeye sıkıştığımızın farkındayım ben de… ama bunlar neyin işareti bilmiyorum,” dedi Manolya.

Emy, Manolya’ya elini uzatıp kediyi gösterdi.
“Kedi… bu işaretlerden biri. Ve bunun ne anlama geldiğini öğreneceğim. Christine’i tehlikeye atamam.”

Manolya tam cevap verecekken, Emy kediyi onun kucağından alıp yürümeye başladı. Arabasına binip eve doğru yola çıktı. Kedi yan koltukta sessiz sessiz onu izliyordu.

Eve geçtiklerinde onu bir minderin üzerine bıraktı, sokak kedileri için aldığı mamalardan birini hazırladı. Ardından hemen laptopunu açtı ve Christine’e bir mail yazdı:


Merhaba Christine,

Nasıl başlamam gerekiyor cümlelerime bilmiyorum. Kendimi nasıl affettireceğimi de… Bildiğim tek şey, ben bir aptalım. Seni en başında dinlemem lazımdı. Ancak seni kaybetme korkusundan dolayı bunu yapamadım.

Biliyorum, söylediğim ya da söyleyeceğim şeyler bana olan kırgınlığını geçirmeyecek. Ama şunu bilmen lazım:

“Ben de mezarlığa gittim. Ve mezarlardan birinin üzerinde seninle Manolya’nın ismi yazıyordu. Lütfen beni ara Christine. Konuşmalıyız, lütfen.”

Emy

 

Christine

   Christine koşmak için erkenden kalkmıştı ama tüm gece uyumasına rağmen hiç uyumamış gibiydi. Üç gecedir her uyandığında sanki denizden çıkmış gibi sarsılmış hissediyordu. Psikoloğuyla görüşmüş, bunun aldığı depresyon ilacının yan etkisi olduğunu söylemişti. Ancak artık sıkılmıştı. Koşamayacak halde olmasına rağmen yolda yürümeye devam etti.

   Dönüş yolunda, arkasında yürüyen bir çift dikkatini çekti. Kadın, adamdan korkmuş gibi görünüyordu ve içten içe “Lütfen biri yardım etsin, beni öldürecek,” diye ağlıyordu.

Christine hızla arkasına dönüp,
“İyi misiniz hanımefendi? Bu adam size bir şey mi yaptı?” diye sordu.

Kadın ve adam şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Adam sinirle,
“Ne oluyor? Ne saçmalıyorsun sen?” dedi.

Christine kararlı bir şekilde,
“Hanımefendi herkesten yardım istedi. Asıl sen ne yapıyorsun?” diye çıkıştı.

Adam sinirle gülerek,
“Deli misin sen? Hiçbir şey söylemedi. Defol git başımızdan!” diyerek Christine’i itti.

   Christine öfkeyle adama yumruk attı. Ortalık karıştı, kısa süre içinde etraflarını polisler sardı. Karakola götürüldüler. İfadeler alındığında adam tutuklandı.

Kadın, Christine’in karşısına geçip fısıltıyla,
“Ben o sözleri sesli söylemedim. Kocamın yanında asla söyleyemezdim… Siz beni nasıl duydunuz?” dedi.

Christine şaşkındı.
“Hayır, çok yüksek sesle bağırdınız. Ben de yardım ettim.”

Kadın gözyaşlarıyla,
“Hayır. İçimden Tanrı’ya yalvarıyordum. Ama siz beni duydunuz… Nasıl oldu bilmiyorum ama teşekkür ederim,” dedi.

  Christine’in kafası karmakarışıktı. Karakoldan çıkıp eve döndü. Günün yarısı karakolda geçtiği için işe gitmesi anlamsızdı. Yatağına uzandı… ve kendini yine mezarlıkta buldu. Bir mezarın üzerinde kendi adını gördü ve sıçrayarak uyandı.

Sabah olmuştu. Sinirle,
“Ne oluyor böyle Tanrım, delirmek üzereyim,” diyerek yataktan fırladı. Hazırlanıp işe gitti. Bir hafta boyunca bu şekilde devam etti.

Cuma günü, işten arabasıyla dönerken önlerindeki araç bir motosikletliye çarptı. Şok içinde bakarken bir çocuğun içten içe yalvardığını duydu:
“Lütfen yardım edin, babam ölüyor!”

    Christine koşarak yerde yatan motosikletlinin yanına gitti ama adamın iyi olduğunu görünce derin bir nefes aldı. Ayağa kalkıp çarpan araca yöneldi. Araç ani fren yapmıştı, sürücünün hava yastığı açılmıştı. Şoför baygındı. Arka koltukta ise bir çocuk vardı. Çevreden yardım isteyerek adamı araçtan çıkardılar, ilk müdahaleyi Christine yaptı.

   Polisler geldiğinde çocuğa sorular sordular ama çocuk işaret diliyle duyma ve konuşma engelli olduğunu belirtti. Cebinden bir kart çıkardı. Durumu anlayan polisler çocuğu da alarak oradan ayrıldı.

   Christine yola devam ederken psikoloğundan ertesi gün için acil randevu aldı. Eve geldiğinde kapıda bir kutu buldu. İçeri girip sıcak bir duş aldı, ardından yemeğini ısıtıp kutuyu açtı. İçinde birkaç ağaç dalı vardı. Kağıdın üzerinde “Başın ağrıdığında yak,” yazıyordu. Ayrıca iki zarf daha vardı. Birinde pazar günü için kendi adına kesilmiş bir İstanbul uçak bileti, diğerinde ise anlamadığı bir dilde yazılmış uzun bir metin duruyordu.

   İçinden bir ses bunun Emy’nin işi olduğunu söylüyordu. Bilgisayarını açıp ondan gelen bir mail olup olmadığını kontrol etti, ama hiçbir şey yoktu.

    Artık tamamen kontrolü kaybediyor gibiydi. Geceyi düşünceler içinde geçirdi, sabahı sabah etti. Erken saatte psikoloğunun ofisine gitti. Bekleme salonunda sessizce otururken uzun boylu, geniş yapılı, siyah takım elbiseli koreli bir kadın karşısına oturdu. Ellerini zarifçe birbirinin üzerine koymuştu. Koyu kırmızı ojelerinin arasında işaret parmağında parlayan garip bir yeşil oje vardı.

Kadın öne eğilip, “Bir sorun mu var acaba?” diye sordu.

Christine mahcup bir şekilde, “Hayır, sadece ojenizin rengini merak ettim,” dedi.

Kadın bakışlarını devirdi. Tam o sırada bir kapı açıldı:
“Ms. Asia, içeri gelin lütfen.”

Kadın kalkarken Christine’e tekrar gözlerini devirdi. Christine sinirlense de sessiz kaldı. Birkaç dakika sonra sıra ona geldi.

   Odaya girip oturdu, tüm yaşadıklarını tek tek anlattı. Psikoloğu sakin bir şekilde,
“Türkiye’den kötü bir şekilde döndün. Orada kapanmamış bir defterin olduğunu düşünüyorsun. Yaşadıklarını da buna bağlıyorsun,” dedi.

   Christine içten içe eskiden buna inanmıştı ama artık emin değildi. İnsanların onu anlayamayacağının farkındaydı. İşlerin tekrar karışmaması için,
“Evet, haklısınız. Bu meseleyi artık kapatmak istiyorum. Birkaç günlüğüne Türkiye’ye döneceğim ve her şeyi halledeceğim,” dedi.

Psikoloğu gülümsedi.
“Bir ay önce böyle bir şey söyleseydin seni ikna etmeye çalışırdım. Ama artık hayatında ilerleyebilmen için bir adım geri gidip sorunları çözme vakti geldi.”

   Christine, klinikten ayrılırken uzun zaman sonra ilk kez içi ferahlamıştı. Eve gidip bavul hazırladı. İstanbul’da yaşadıklarını an an not etmiş, bir kitap haline getirmişti. Şimdiye kadar olanları da yazarak gözden kaçan bir şey kalmamasını istedi. Gece geç saatlere kadar yazdı ve uyudu.

  Sabah kalkıp duş aldı, havalimanına geçti. Uçağa binince gözlerini kapattı ve uykuya daldı.

Rüyasında yine mezarlıktaydı. Bu defa bir farkla: karşısında klinikte gördüğü kadın vardı.

Christine ona doğru yürüyüp,
“Ne oluyor burada?” diye sordu.

Kadın, kliniktekinin aksine kibarca gülümseyerek sağ elini uzattı.
“Bana sorduğun ojeden sende de var. Benim işaret parmağımda, senin baş parmağında,” dedi.

Christine eline bakarak, “Bu bir rüya. Sen gerçek değilsin,” diye fısıldadı.

Kadın — Asia — sakince,
“Sakin ol, sakın bayılma. Bayılırsan uyanırsın,” dedi.

Christine şaşkındı. “Nasıl yani… sende de mi?”

Asia mezarı işaret ederek,
“Bak, Asia Ito. Sen kimsin?” dedi.

“Christine Reyes.”

Asia devam etti:
“Manolya İdil Öztürk, Emy… Onları tanıyor musun?”

“Evet… ama Emy’nin adı neden orada? Onun ne işi var mezarda?”

“Christine, sakin ol,” dedi Asia.

Christine’in sesi titriyordu.
“Demek bu yüzden Türkiye’ye gidiyorum… Emy… O iyi mi?”

Asia, “Tamam. Bana numaranı ya da mailini ver. Christine, bana bak. Christine!” diye onu sakinleştirmeye çalıştı. Ama Christine paniklemişti.

Asia son bir kez,
“Türkiye’deki Sümer çevirmenine gidin. Sizi bulacağım, tamam mı?” dedi.

Christine irkilerek uyandı. Önünde dört saatlik yol vardı. Notlarını toparladı, rüyadaki isimleri yazdı. Uçak İstanbul’a indiğinde nereye gideceğini biliyordu.

Emy’nin kapısında derin bir nefes aldı, zile bastı.

“Tanrım Emy, iyi misin?” dedi Christine ve onu sımsıkı sarıldı.

 

 

 

 

7. GERİYE DÖNÜŞ

BÖLÜM 7

Emy, gözleri dolu dolu Christine’e sarılmıştı.
“Chris… ben özür dilerim.”

Birlikte salona geçtiler. Emy, Christine’in elini sımsıkı tutarak konuştu:
“Çok korktum Christine. Sana bir şey olacak diye ödüm koptu.”

Chris başını salladı.
“Ben de, Emy… ben de.”

Christine derin bir nefes aldı.
“Olanları konuşacağız. Ama önce bana her şeyi baştan sona anlat.”

Emy tek tek anlattı ve ardından yatak odasından kediyi getirdi. Christine kediyi kucağına aldı, dikkatle inceledi.
“Manolya bu kedi hakkında ne düşünüyor?”

Emy’nin yüzü gerildi.
“Manolya çok bencil davranıyor. Dün şoktan bir şey söyleyemedim ama hâlâ çok sinirliyim. Onu bu işin dışında bırakacağım.”

Christine gözlerini kısmıştı.
“Bana anlatmadığın bir şey mi var?”

“Hayır. Ama senin başına gelenleri benden sakladı. Senden şüphe ettik. O yüzden bu işin dışında kalmalı.”

Chris düşünceli bir ifadeyle başını salladı.
“Ben de öyle düşünüyorum… ama Emy, bu olanlar tesadüf değil. Bak, bir haftadır mezarlığa gidiyorum. Uçaktayken senin adını bir mezar taşında gördüm ve…”
Bir an sustu, konuşmaya tereddüt etti.

“Devam et lütfen,” dedi Emy.

Chris derin bir nefes aldı.
“Bir gün önce kapımda bir not buldum. Sümerce bir yazıydı. Bu yazıyı çevirebilecek sadece üç kişi var. İçimden bir his, Manolya ile Türkiye’deki o çevirmenin yanına gitmemiz gerektiğini söylüyor.”

Emy’nin kafası karışmış, sadece Chris’e bakıyordu. O sırada Christine onun elini tuttu. Serçe parmağındaki ojeyi fark etti.
“Eline bak, ne görüyorsun?”

Emy şaşkınlıkla eline baktı.
“Siyah ojenin üstünde yeşil ton var… yakışmış. Bir anlamı mı var?”

Chris gülümsedi.
“Kendi ellerine bak şimdi.”

Emy’nin gözleri büyüdü.
“A-ama… ben böyle bir oje sürmedim ki! Bu ne?”

“Bu oje bence bir simge,” dedi Christine. “Sende de var, bende de. Eğer Manolya’da da varsa… bağlantılıyız demektir. Ve ona ihtiyacımız var demektir.”

Emy hiddetlendi.
“Ya da sen onu fazla gözünde büyütüyorsun demektir.”

Chris’in sesi yükseldi.
“Emyyy!”

Emy ellerini kaldırdı.
“Tamam, tamam… ama şunu bil ki, ona güvenmiyorum.”

“Merak etme, ben de,” dedi Christine. Ardından ayağa kalktı.
“Hadi, şimdi yayınevine gidiyoruz. Senden ve Matt’ten alacağım bir özür var. Manolya ile de bir yüzleşmeliyim tabi.”

Emy yumuşadı.
“Sen ne dersen o… Sen beni affet, ben her şeye razıyım.”

“Akşam konuşacağız. Şimdi işe gidiyoruz, hadi.”

Emy hızla odasına gidip hazırlandı. Heyecanlıydı; olanlar beklediğinden iyi gidiyordu. Odaya döndüğünde Christine onu bekliyordu. Birlikte yayınevine doğru yola çıktılar.

Yolda Christine sordu:
“Matt neden Türkiye’de, bilgin var mı?”

Emy şaşkınlıkla baktı.
“Siz konuşmadınız mı?”

“Hayır. Olanlardan sonra hiç konuşmadık.”

“Anladım. Annesi için doktora geldiler.”

“Türk bir doktora mı?” dedi Christine kuşkuyla.

Emy kaşlarını çattı.
“Türk doktorlar çok iyi Christine. Böyle söyleme lütfen. Ayrıca… ne zaman bitecek bu düşmanlığın? Bak, dönüp dolaşıp yine Türkiye’de buluyorsun kendini.”

Christine omuzlarını düşürdü.
“Evet ya… şu halime bak, yine başa döndük.”

İkisi de güldü.

“Bu kez olanları Matt’le paylaşacağım. Daha fazla sır saklamak yok,” dedi Christine.

“Peki… sence bütün bunlar ne anlama geliyor?” diye sordu Emy.

“Bilmiyorum. Ama sen de bir gariplik yaşadın mı son günlerde? Herhangi ekstrem bir şey?”

Emy biraz düşündü.
“Dün… biraz tuhaf bir şey oldulında. Ama bence psikolojik.”

“Emy, her detay önemli. Ne oldu?”

“Kediyi eve getirdiğimde yatağa uzanana kadar… sanki onun gözünden gördüm evi. O sakinleşince ben de kendime gelebildim.”

Christine şaşkınlıkla bakıyordu.
“Ciddi misin sen?”

“Evet ama… bence psikolojik,” diye tekrarladı Emy.

Chris yolun geri kalanında sessizdi. Emy, yan gözle ona bakıyor, yaşadıklarından sonra onu kaybetmekten korkuyordu.


 

 

Yayınevine geldiklerinde Chris derin bir nefes alıp arabadan indi. Emy ile birlikte Matt’in odasına geçtiler. Kapı açıldığında Chris’i gören Matt şaşkınlıkla ayağa kalkıp ona sarıldı.

“Açık konuşayım,” dedi Matt, “bir daha buraya gelmeyeceğini düşünmüştüm.”

Christine başını salladı.
“Ben de gelmemek üzere dönmüştüm Amerika’ya… ama işler karıştı.”

İstanbul’a geldiği ana kadar Emy’nin bildiği her şeyi tekrar anlattı.

Matt’ın sesi gürleşti:
“Nasıl yani! Ya sana Amerika’da bir şey olsaydı? Manolya nasıl böyle bir şeyi anlatmaz? Bunun hesabını bana verecek!” Öfkeyle ayağa kalktı.

Emy de araya girdi:
“Sadece o değil. Benim başıma gelenleri de saklamam için baskı yaptı.”

Chris ellerini kaldırdı.
“İkiniz de sakin olun lütfen. Bakın, bunlar bizim başımıza Amerika’da değil, Türkiye’de geldi. Bunun bir anlamı olmalı. Ayrıca sizin bana inanmamanız, güvenmemeniz… sizin hatanız.”

Matt derin bir nefes aldı.
“Özür dilerim. Bir açıklaması olamaz ama… sen ortadan kaybolduğunda çok korktum. O an bana en mantıklı gelen seçenek buydu.”

Emy, sinirle gülümsedi.
“Belki de haklısın. Lanetli bir ülke burası.”

“Belki de,” dedi Chris. “Ama ya bütün bunların başka bir anlamı varsa? Ya Manolya sandığımızdan daha önemliyse?”

Emy alaycı bir şekilde başını eğdi.
“Ne gibi?”

“Bilmiyorum,” dedi Chris. “Ama içimden bir ses, üçümüzün bir arada olmasının bir nedeni var diyor. Ona güvenmeyin, inanmayın, sevmeyin… sadece gözlemleyin.”

Ayağa kalktı.
“Ben şimdi onun yanına gidiyorum. Siz hiçbir şey olmamış gibi davranın. Ve Matt, sana verdiğim isimdeki kadını bul. Onunla görüşmem lazım.”

Odadan çıkıp Manolya’nın kapısını çaldı. İçeri girdiğinde Manolya’nın gözleri büyümüştü. Christine karşısındaki koltuğa oturup odayı inceledi.

“Gelmemden bu kadar emin olman beni incitti,” dedi. “Masamı kaldırmazsın sanmıştım. Gerçi en başından beri mesele buydu değil mi? Burada olmamı hiç istemedin. Olanlarla da seni huzursuz ettim.”

Manolya zorlanarak konuştu:
“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

“Evet. Herkes benim delirdiğimi düşündü. Sen ise her şeyi bilmene rağmen sustun.”

“Ben seni korumaya çalıştım,” dedi Manolya.

Chris sertleşti.
“Kimden? Neyden? Ya da şöyle sorayım… Emy’nin yaşadıklarından sonra ona da susmasını söylemedin mi? Başıma bir şey gelseydi için rahat edecek miydi?”

Manolya başını çevirdi.
“Neyle uğraştığımızı bilmiyoruz ki. İnsanların huzursuz olmasının ne anlamı var?”

“Doğru, bilmiyoruz… ama öğreneceğiz. Çok az kaldı.”

“Nasıl olacak o?” diye sordu Manolya.

Christine olanları anlattı. Manolya dikkatle dinliyor, her tepkisini bastırmaya çalışıyordu.

“Notu görebilir miyim?” dedi sonunda.

Christine kaşlarını çattı.
“Anlattıklarımdan sonra merak ettiğin tek şey bu mu?”

“Bu meselenin anlaşılmasını ve sonsuza dek kapanmasını istiyorum artık.”

Christine çantasından notun bir kopyasını çıkardı.
“Peki, al bakalım.”

Manolya yazıyı inceledi.
“Sümerce… bir tercüman bulmamız gerekecek.”

“Türk bir çevirmen var,” dedi Chris. “Onunla iletişime geçeceğiz.”

“Anladım. Ben de gelebilir miyim görüşmeye?”

“Tabii,” dedi Christine. Sonra gözlerini kısarak ekledi:
“Ama asıl sormak istediğim başka bir şey var. Son bir haftadır sende bir gariplik var mı?”

“Ne gibi?”

“Yani… garip hissediyor musun? Kendini tuhaf bir şey yaparken buluyor musun?”

Manolya birkaç saniye düşündü.
“Hayır. Hiçbir sorun yok.”

“Anladım,” dedi Christine. “Çevirmenle görüşmeye giderken sana haber vereceğim. Görüşürüz.”

Odadan çıkıp hızla Matt’in yanına döndü. Emy de odadaydı.

“Plan değişti,” dedi Chris. “Artık her şey Manolya’dan gizli ilerleyecek.”

Emy kaşlarını kaldırdı.
“Ne oldu?”

“Ya Manolya olanların anlamını biliyor, ya da hiçbir şey bilmediği için çok korkuyor. İki ihtimalde de geri planda kalmalı.”

“Olması gereken bu,” dedi Emy.

Matt ekledi:
“Çevirmenle ilgili birkaç güne haber veririm. Randevu ayarlarız.”

“Tamamdır,” dedi Chris. “O halde senden haber bekliyorum. Evet, şimdi bana bir masa verirseniz işime devam etmek istiyorum.”

Matt şaşkınlıkla gülümsedi.
“Acele etme. Biraz dinlen. Arka tarafta birkaç oda tadilatta. En azından bitene kadar orada kalabilirsin.”

“Dinlenmek istemiyorum,” dedi.

Christine. “Çözmemiz gereken çok sorun var ama zihnim berrak.”

“Stajyerlerin masalarından biri boş. İstersen—”

“İsterim,” diye kesti Chris.

Odadan çıkıp sessizce boş bir stajyer masasını buldu. Bilgisayarına oturdu ve olanları tek tek not aldı. Ardından Amerika’da yayımlanacak şiir kitabını gözden geçirmeye başladı.

Gözleri bir şiirin üzerinde takılı kaldı:

Gördüklerin ve duydukların seni özgür değil, tutsak yapar.
Gözlerinde bir perdeyle bir ömür arayış içinde yaşar.
Kiminin perdesi kalktığında ya delirir, ya da özgürlüğü yayar.

(M. Erguvan)

Şiiri defalarca okudu. Belki de delireceği noktaya gelmişti.

O düşüncelere dalmışken yanına Emir geldi.
“Tekrar hoş geldin,” dedi.

Chris gülümsedi.
“Hoş buldum. Geldiğime sevinen tek insansın.”

“Üzgünüm, işlerin daha iyi gitmEmiri isterdim,” dedi Emir.

“Üzülme. Yanlış arkadaş seçimi hepimizi yaralar.”

“Evet… herkesin şikâyet ettiği ama dikkat etmediği mesele bu.”

Christine gözlerini kısmıştı.
“Sana bir şey soracağım. Sence Manolya mezarlık meselesinde ne yapacak?”

Emir afalladı.
“Mezarlık mı? Ne mezarlığı?”
 diye sordu Emir.

Tam o sırada Manolya onları gördü ve Emir’e mesaj attı: ‘İşin bitince odama gelir misin?.’

Emir mesajı görüp cevap yazmadı. Bunun yerine Christine’e döndü:
“Bu mesele onun parmağındaki yeşil ojeyle mi ilgili?”

Christine’in yüzü ciddileşti.
''sende mi görüyorsun?.”

Emir elini uzattı, onda oje yoktu.
“Sende de var. Ona sorma fırsatım olmadı ama..,” dedi Emir.

“Peki, rüyanda hiç mezarlık gördün mü?” diye sordu Chris.

“Hayır. Ben hiç öyle bir şey görmedim.”

“gerçekten bu iş tuhaf bir hal almaya başladı,” dedi

Emir. “Bunlar ne anlama geliyor olabilir?”


Christine “bilmiyorum ama bence Manolya'nın bu konuda bir bilgisi olduğunu söylüyor. Eğer sana anlatmazsa, ben anlatacağım. Söz veriyorum.”

Emir hem şaşkın hem de kırgın bir şekilde yanından ayrıldı ve Manolya’nın odasına geçti.

Manolya onun farklılığını hemen fark etti.
“Ne oldu? Onunla ne konuştunuz?”

Emir yanına gelip elini kaldırdı.
“Ojenden bahsettik.”

Manolya’nın sesi sertleşti.
“Ne anlattı sana?”

“Hiçbir şey. Sen anlatacakmışsın. Anlatmazsan o anlatacak.”

Manolya dişlerini sıktı.
“Ne halt ediyor bu?”

Emir gözlerini dikti.
“Onun ne yaptığını değil, senin ne yapmadığını soruyorum.”

Manolya '' bu mesleye bulaşmak doğru değil bu bizim meselemiz değil''

Emir '' canım hadi lütfen artık anlat'' 

En sonunda sesi titredi:
“Yıllar önce baban ve annem bu mesele yüzünden öldü. Eğer sen de bende bu işe  bulaşırsak… sonumuz onlar gibi olacak.”

Emir’in gözleri doldu.
“Babam... annen anlamıyorum onlarla ne ilgisi var?… 

Manolya '' Bak bunları anlatamam ama... Seni korumaya çalışıyorum inan,” dedi Manolya.

Emir ayağa kalktı, sesi titriyordu:
“Ne demek anlatamam ne yapmaya çalışıyorsun babamın ölümü ile bu konunun ne ilgisi vat''

Manolya '' anlatamam bilmen gereken tek şey bu işten uzak durman'' 

Emir '' o halde ondan dinlerim'' dedi. 

Kapıyı hızla çarpıp çıktı.

 

 

 

 

 

 

8. BAĞLILIK

BAĞLILIK

BÖLÜM 8

MANOLYA 

Manolya, bir hışımla odasından fırladı. Gözleri öfkeyle doluydu; Christine’i bulması gerekiyordu. Koridorları arşınladı, sonunda Matt’in odasına aynı sertlikle daldı.

“Ne halt ettiğini sanıyorsun sen? Delirdin mi?!” diye bağırdı.

Matt şaşkınlıkla yerinden doğruldu. “Hey, sakin ol bakalım. Ne oluyor?”

Ama Manolya dinlemiyordu. “İntikam mı almak istiyorsun? İstanbul’dan gittiğin için… tamam, al! Ama Emir’i bu işe nasıl bulaştırırsın?”

Christine gözlerini kısarak araya girdi. “Sözlerine dikkat et. Ben kimseyi hiçbir şeye bulaştırmadım. Ayrıca onun bu işle bir bağlantısı var. Mezarda adı yazıyor.”

“Onu tehlikeye atmana müsaade etmem!” diye karşılık verdi Manolya. “Senin bir ailen olmayabilir ama onun var!”

Tam o sırada Emy, buz gibi bir sesle araya girdi: “Dedi, yetimhanenin gülü…”

Ortamdaki hava gerildi. Matt, işlerin çirkinleşeceğini anlayıp ikisini ayırmaya çalıştı.
“Hanımlar, lütfen! Böyle konuşarak birbirinizi kırıyorsunuz.”

Ama Manolya geri adım atmıyordu. “Umurumda değil! Kimin ne zarar gördüğü beni ilgilendirmez. Ama Emir bu işin dışında kalacak, o kadar!”

Tam odadan çıkacakken, kapıda Emir belirdi.

“Christine,” dedi kararlı bir sesle. “Bu meseleyi açığa kavuşturmak istiyorum. Eğer gerçekten bir tehlike varsa, ailemi korumalıyım. hemde sorulacak bir hesabım var?”

Christine, gözlerini ona dikti. “Birkaç gün içinde her şey açıklığa kavuşacak. O zaman seçim senin. İstersen sen de işin içine girip netliği görürsün.”

“Akşam sana gelebilir miyim?” dedi Emir. “Her şeyi öğrenmek istiyorum.”

“Tabii,” dedi Christine.

Emir aniden Manolyanın kolunu tuttu: “Bu konuşma burada bitti. İstersen bu işin dışında kal, istersen yanımızda ol. Ama şunu bil: bu saatten sonra sana nasıl güveneceğimi bilmiyorum.”

Manolya öfkeyle dişlerini sıktı. “Siz, ne yaptığınızın farkında bile olmayan bir avuç aptalsınız. Emin ol Emir’ annen de bu işi öğrenecek.”

Emir ve Manolya aynı anda odadan çıkarken arkalarından Matt homurdandı.

CHRİSTİNE

Matt “Onu kovacağım!”

“Hayır,” dedi Christine kararlı bir şekilde. “Sakın. Gözümüzün önünde dursun.”

Emy dudak büktü. “Çocuk gibi… annesinee söylemekle tehdit etti. İstersen gidip döveyim.”

Christine gözlerini devirdi. “Saçmalama. Ayrıca kız eski kareteci, hiç şansın yok. Bu arada, sen nereden biliyorsun yetimhaneden geldiğini?”

''Biraz araştırma yaptım,” dedi Emy. “Ama rencide olmasın diye söylememiştim. Ta ki sınırını aşana kadar.”

Christine kaşlarını çattı. “Keşke söylemeseydin, sırlarımızı korumalıyız, yoksa her öfke anında birbirimizi incitiriz.” Sonra Matt’a döndü: “Kadına ulaşabildin mi?”

“Çarşamba günü, saat 13.00’a randevu aldım,” dedi Matt.

“Teşekkür ederim. Ben biraz izin alabilir miyim?”

“Peki,” dedi Matt. “Çarşamba görüşürüz.”
Christine, Manolya’nın söylediklerinden içten içe çok incinmişti. Birçok şeyi aşabilirdi ama bu sözler kalbini delip geçmişti.

Ayağa kalkarken Emy çekingen bir şekilde sordu:
“Bana geçiyorsun, değil mi?”

Christine başını salladı. “Evet, ama önce birkaç yere uğrayacağım. Geç gelirim. Boşta araba var mı?”

Matt, çekmecesinden eski arabasının anahtarlarını çıkarıp uzattı. Christine anahtarları alıp odadan çıktı.

Bir alışveriş merkezinde durdu, hızlıca bir bikini aldı. Sonra en yakın halka açık sahile yöneldi. İçinden bir ses onu mezarlığa çağırıyordu.

Üzerini değiştirip denize daldı. Birkaç kulaç sonra artık aşina olduğu o dünyadaydı. Ama bu kez karşısında Asia duruyordu.

Asia, şaşkın bir tebessümle konuştu: “İçten içe bunun mümkün olup olmadığını merak ediyordum. Ve işte karşımda duruyorsun.”

Christine nefesini tuttu. Ve: “Çok güçlü bir dürtü buraya gelmemi söyledi. Karşı koyamadım.” dedi.  

 Asia: “Ben de sebepsiz yere büyük bir üzüntü hissettim, sebebi sen mişsin? Birbirimizin hislerinden etkilenip buraya gelebilmemiz… işte bu çok garip.”

Christine başını salladı. “Evet evet bencede''

 Asia'' Çevirmeni buldun mu?”

“Çarşamba, saat 13.00’te randevum var,” dedi Christine.

“Güzel. Ben de sabah İstanbul’da olacağım,” dedi Asia.

“Gerek yok,” dedi Christine. “Sana anlatırım.”

“Merak etme,” dedi Asia. “Cuma geri döneceğim. Benim hayatım Amerika’da. Ayrıca… bir dahaki haberleşmemiz için kalbinin kırılmasını beklemeyelim”

Christine hafifçe gülümsedi. “kalbim çabuk kırılır hemen buluşuruz merak etme ama sen yinede bana mailini ver.”

“asiavnbnc@gmail.com,” dedi Asia.

“Tamam. Uçuş bilgilerini bana at, seni havaalanından alırım.”

“Olur,” dedi Asia. Sonra yüzü ciddileşti. “Mezardaki değişikliği fark ettin mi?”

Christine’in kalbi hızlandı. “Ne değişikliği?”

Asia, taşın üzerindeki yazıyı işaret etti:
عبد مانوليا أمير

Christine’in nefesi kesildi. “Ne demek acaba?”

“Kim bu? Sizden biri mi?” diye sordu Asia.

“Evet,” dedi Christine. “İstanbul’da sana her şeyi anlatırım.”

“Garip değil mi?” dedi Asia. “Yazılan isimlerin hepsi bir arada. Sadece ben uzağım.”

Christine derin bir nefes aldı. “Evet… ama neden? Keşke anlayabilsem…”

O anda panikledi.

Sular aniden kabardı, Christine boğulacak gibi oldu. Asia’nın sesi yankılandı:
“Sakin ol! Panik atak geçiriyorsun. Uyanacağız!”

Ama Christine yapamıyordu. Su yükseliyor, nefesini kesiyordu. Bir anda bilinci kayboldu. Uyandığında sahilde, kumların üzerinde sırtüstü yatıyordu.

Zorlukla toparlanıp arabasına geçti. Üzerini değiştirdi, telefonunu eline aldı. Denize dalmadan sayaç başlatmıştı; tam bir saat geçmişti. Asia’nın mailini kaydetti ve Emy’nin evine yöneldi.

Eve vardığında Emy oradaydı.
“Çok açım,” dedi Christine. “Ben duş alana kadar bir şeyler hazırlar mısın?”

Emy, onun ıslak olduğunu fark etti. “Sen neden ıslaksın? Ne oldu?”

“Korkma, anlatacağım. Sen yemek hazırla olur mu?” dedi Christine.

EMY 

Emy, Matt’e “Sorun yok,” diye mesaj attıktan sonra sushi siparişi verdi.

Aynı dakikalarda Emir Emy’ye mesaj attı:
“Manolya bir şeyler biliyor. Bana ‘Babanın bu meseleden öldüğünü söyledi. Bir şeyler öğrenmemizi engelleyebilir.”

Mesajı okuyan Emy’nin kanı dondu. Christine hâlâ duştaydı ama hiç düşünmeden Emir’i aradı.

“Böyle olmayacak. Adresi atıyorum, bana gel,” dedi.

“Tamam, geliyorum,” dedi Emir.

ASİA ITO

Türkiye’deki karmaşa büyürken, uzaklarda Asia da huzursuzdu. Çalıştığı hukuk bürosu yasadışı işlere bulaşmak üzereydi.

O ise tek başına mücadele ediyordu. Üstelik Christine’nin ruh halindeki değişimler yüzünden kafası iyice karışıktı. Hissettikleri gerçekten kendi duyguları mıydı, yoksa Christine’nin duygularını mı hissediyordu?

“Bir insan nasıl bu kadar zayıf olabilir?” diye homurdandı kendi kendine.

Tam o sırada erkek arkadaşı John kapıdan girdi. “Naber güzelim?”

“İyiyim, senden?” dedi Asia.

“Normalde sana küs olmam lazımdı, biliyorsun değil mi?” diye şakalaştı John.

“Yapma, lütfen küsme. Kızlarla üç günlük bir kaçamak yapacağım sadece.”

“Tamam tamam, bir şey demedim. Git biraz kafa dağıt. Seni seviyorum,” dedi John ve onu öptü. “Bir de gitmeden kediyi bana bırak. Aç kalınca hırçınlaşıyor.”

“Senin anahtarın var,” dedi Asia. “hem bende kalırsın carşamabaya kadar.”

John '' bu teklife hayır demem'' dedi ve odadan ayrıldı, 

O sırada Türkiye’de Emy, Emir ve Christine bir aradaydı. Hepsi Manolya’nın tavırlarını anlamaya çalışıyordu.

“Babamın başına gelenleri biliyor,” dedi Emir.

“Öyleyse bize anlatmalı,” dedi Christine. “Biz de ya uzak duralım ya da önlem alalım.”

“Çok bencil ve sinsi,” dedi Emy.

“Hayır,” dedi Emir. “onu tanıyorum yıllardır birlikteyiz.. Sadece korkuyor…”

Christine, “ciddi misin sen?'' Emir '' evet neredeyse  3 yıldır birlikteyiz''

emy ve christine birbirlerine bakıyor yorum yapmaya çekiniyorlardı. Christine '' güzel birbirinize yakışıyorsunuz ama şey '' Emir '' rahat ol lütfen ne geçiyor aklından söyle''

Chrisitne '' neyden korkuyor Emir anlamıyorum ayrıca babanın ölümü... onun annesinin ölümü... Bize her şeyi anlatmalıydı.''

Bu soruların cevabını yalnızca o verebilir. Kendinizi yıpratmayın,” dedi. Emy.

Ama Emir hâlâ ikna olmamıştı. “kafamı karıştıran bir şey daha var… Benim sizinle bağlantım ne?”

Christine, onlara mezarlığa tekrar gittiğini anlattı. Ama Asia’yı sakladı. İçinden bir ses, Asia ile Manolya arasında bir bağ olduğunu söylüyordu.

“Bana o yazıyı yazar mısın?” diye sordu Emir.

“Arapça biliyor musun?” dedi Christine.

“Annem İranlı, Arap bir ailenin kızı. Babam Türk. Evet, biliyorum,” dedi Emir.

Emy şaşırdı. “Ama CV’nde böyle bir şey yoktu.”

“Ailem bunun bilinmesini istemiyor,” dedi Emir.

Christine yazıyı kâğıda geçirdi:
عبد مانوليا أمير

Emir gözlerini kısıp tercüme etti: “Manolya'nın kölesi Emir.”

Christine’in yüzü gerildi. “Bu iş iyice ilginçleşiyor.”

Sonra üçü masada tartışmaya başladı.


Christine: “Ben saatlerce suda kalıyorum, boğulmadan. Bir gün boyunca bile. Ayrıca insanların tehlike anındaki iç seslerini duyuyorum.”


Emy: “Ben hayvanların gözünden görebiliyor, onların hislerini anlayabiliyorum.”


Emir: “Manolya bir muamma. Ama onun üzüntü ve sinirli hallerinde onu koruma içgüdüsüyle hareket ediyorum ama o sevgilim bu normal.”

“Üçümüz de kendimizi savunabiliyoruz,” dedi Christine. “Ama Manolya bilmiyor.”

Emir derin bir nefes aldı. “Özür dileyerek söylüyorum. Manolya yetim. Ama sizin aileniz var. Benim de… Peki ya diğerleri?”

“Belki de başkası yoktur,” dedi Emy.

Christine kâğıt ve kalemi aldı ve isimleri yazdı:

·         Arap: Emir

·         İngiliz: Christine

·         Fransız: Emy

·         Türk: Manolya

Emir derin bir nefes aldı. “bunlar ne anlam ifade ediyor?”

Christine kısık sesle sordu: “Büyülendik mi sizce?”

“Hayır,” dedi Emir. “Büyü böyle işlemez. Ben hem Türküm hem Arap. İnan bana, büyü değil bu.”

“Peki cadı mıyız?” dedi Emy.

Emir başını iki yana salladı. “Ben Müslümanım. Cadılık dediğiniz şey, İslam öncesinde büyüyle uğraşan insanlara denirdi. Aranızda yapan var mı?”

İkisi de başını salladı.

“Ben biraz araştırdım,” dedi Emir. “Bu tür yetenekleri Allah nadir insanlara verir. Onlardan, Allah rızası için insanların hayrına kullanmalarını istermiş.”

“Nasıl yapacağız peki?” dedi Christine.

“Garip,” dedi Emy. “İncil’de böyle bir şey yazmıyor.”

“Kur’an, İncil’den sonra indi,” dedi Emir. “Ve o değişmedi.” Emy tam cevap verecekken.

“Hey, hey!” diye araya girdi Christine. “Dinler arası tartışma şu an istediğim en son şey. Konuya dönelim.”

“Tamam,” dedi Emir. 

Emir saate baktı. “Vay be, saat kaç olmuşi? Ben kalkayım artık. İyi geceler.”

Evden ayrılırken geride kalanlar, önlerinde çok daha büyük bir fırtınayla boğuşuyordu. 

 

 

 

 

 

 

 

Tepkiniz nedir?

Beğen Beğen 0
Beğenmedim Beğenmedim 0
Sevdim Sevdim 0
Eğlenceli Eğlenceli 0
Sinirli Sinirli 0
Üzgün Üzgün 0
Vay Vay 0