Yaşayan Son Cadı
Rüzgâr, karanlık dağların arasında yankılanıyor, eski taş evlerin duvarlarına çarpıp iniltiler bırakıyordu. Kış erken gelmişti bu yıl. Köyün üstüne ağır bir sessizlik çökmüştü; bacalardan çıkan dumanlar, gökyüzüne yavaşça süzülen gri dualar gibiydi. Çocuklar çoktan evlerine çekilmiş, yaşlılar soba başında mırıldanarak geçmişi yatıştırmaya çalışıyordu.
Ama kimse o tepenin ardındaki eve bakmazdı.
Çünkü o evde hâlâ birinin yaşadığı söylenirdi.
Bir kadının.
Bir cadının.
Adı Lirya’ydı.
Ne tam yaşlıydı, ne de genç. Zaman, onun üzerinde farklı akardı. Gözleri gecenin ta kendisiydi, sesi rüzgârın içinden gelen bir yankı gibiydi. Köylüler ondan korkar ama aynı zamanda ona muhtaç olduklarını bilirdi. Çünkü ne zaman bir çocuk ateşle kıvranıp ölümle sınanırsa, o zaman gizlice o yola düşerlerdi.
Kapıyı üç kez çalar, içeri girdiklerinde gözlerini yere indirirlerdi.
Sabaha kadar evde ışık yanar, sabah olduğunda çocuk iyileşirdi.
Ama kimse o evde ne yaşandığını hatırlamazdı.
Çünkü Lirya sadece bedenleri değil, hatıraları da iyileştirirdi.
Bir sabah köy meydanına yabancı bir adam geldi.
Uzun bir palto giymiş, omzunda deri bir çanta taşıyordu.
Adı Adrian’dı. Kendini “araştırmacı” olarak tanıttı; eski halk inanışlarını, kaybolmuş efsaneleri inceliyordu.
Köylüler onu başta misafir etti, ancak “cadı” kelimesi ağzından çıktığı anda, hava değişti.
Bir ihtiyar, piposunun ucundan duman üfleyerek yalnızca şunu dedi:
“Onunla konuşma evlat. O, artık kimsenin dünyasında değil.”
Ama Adrian dinlemedi.
Bir akşam, elinde feneriyle dağa doğru yürüdü.
Rüzgâr uğulduyor, kar yavaşça yağıyordu.
Tepenin ardında, penceresinde tek bir ışık yanan evi gördü.
Kapıyı üç kez çaldı.
Kapı kendiliğinden açıldı.
Karşısında duran kadının yüzü solgun bir ay ışığı gibiydi.
Siyah saçları omuzlarına dökülüyor, gözleri sanki insanın içine değil, içinden geçen zamana bakıyordu.
“Beni bekliyordun,” dedi Adrian.
Kadın başını hafifçe eğdi.
“Rüyalar uzun zamandır sessizdi,” dedi fısıltıyla. “Sen gelene kadar.”
Evin içi gölgelerle doluydu; raflarda kavanozlar, içinde kurumuş otlar, taşlar, parlayan sıvılar. Tavan kirişlerinden cam küreler sarkıyordu, mum alevleri duvarlara hareketli suretler düşürüyordu.
Lirya iki fincan getirdi.
“Seninle konuşmam yasaktı,” dedi.
“Kim yasakladı?” diye sordu Adrian.
“Zaman,” dedi kadın kısaca.
Adrian defterini açtı, elleri hafif titriyordu. “Köylüler senden bahsediyor. Yüzyıllardır yaşadığını söylüyorlar. Gerçek mi bu?”
Lirya fincanı eline aldı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Gerçek dediğin şey, kimin hatırladığına bağlı,” dedi.
Sonra başını kaldırdı: “Benim lanetim, ölümsüzlük değil… süren zamanın tanığı olmak.”
Bir süre sessiz kaldılar.
Dışarıda rüzgâr karı savuruyor, içeride mumlar titriyordu.
“Sen gerçekten bir cadı mısın?” dedi Adrian sonunda.
Lirya gözlerini kapadı.
“Biz, doğayı duyan kadınlardık. Yağmurun nereden geleceğini, toprağın neye hasret kaldığını bilirdik. İnsanlara şifa öğrettik. Ama korku, her zaman bilgisinden büyük oldu insanın. Anlamadıklarını ateşe verdiler.”
Sesinde öfke yoktu.
Sadece kadim bir yorgunluk.
“Ben o ateşten kaçtım,” dedi sessizce. “Ama kaçtığım şey, benden hiç kaçmadı.”
Adrian o günden sonra her gün Lirya’nın yanına geldi.
Sorular sordu, defterler doldu.
Ama ne kadar öğrense de, kadının gözlerinde saklı duran bir sır olduğunu hissediyordu.
Bir bağ oluşmuştu aralarında, tuhaf, derin, sanki bir yerlerde çok önceden yazılmış bir bağ.
Bazen Adrian onun gözlerine baktığında, aniden bir görüntü belirirdi zihninde: bir çocuk, alevlerin içinde ağlıyordu.
Bir gece, fırtına dağları yutarken, Lirya sessizce konuştu.
“Artık zamanı geldi, anlatmam gerekiyor. Senin gelişin rastlantı değil, Adrian,” dedi.
Ateşin alevi gözlerinde dans ediyordu. “Sen o ateşte kalan çocuksun.”
Adrian’ın yüzü dondu.
“Ne demek istiyorsun?”
Lirya’nın sesi bir ağıt kadar yavaş, bir yemin kadar netti:
“Yüzyıllar önce bir köy vardı.
İnsanlar bizi yakmak için ateş yaktı.
Ben bir çocuğu oradan çıkarmaya çalıştım.
Onu kurtaramadım.
O an ruhum ikiye bölündü, biri yaşamakla cezalandırıldı, diğeri o alevlerin içinde kaldı.
O çocuğun ruhu, benimkine bağlandı.
Zaman, bizi birbirine zincirledi.”
Sözleri havada asılı kaldı.
Ateşin çıtırtısı bile sustu.
“Her yüz yılda bir seni yeniden buluyorum,” dedi Lirya.
“Her seferinde farklı bir yüz, ama aynı gözler.
Ve her seferinde… seni tanıdığım an, ölüyorsun.”
Adrian nefes alamadı.
“Ben o çocuk muyum? Peki bu döngü nasıl kırılacak?”
Lirya bir an durdu, gözlerinden yaş süzüldü.
“Bir seçimle. Ya seni bırakacağım, ya kendimi.”
Günler geçtikçe, evin içinde sessiz bir hazırlık başladı.
Lirya, eski dillerde yazılmış kitapları açtı, kadim semboller çizdi.
Bir ayin yapacaktı, ruhların bağını koparmak için.
Ama bunu yaparken biri yok olacaktı.
Adrian, korku ile kararlılık arasında kaldı.
Lirya’ya baktı.
Gözlerinde hem ölümün gölgesi hem de kurtuluşun ışığı vardı.
“Eğer bu kaderse,” dedi sonunda, sesi karanlığın içinde yankılanarak.
“Ben ondan kaçmayacağım. Onu kıracağım.”
Bir nefes aldı. “Ya her şey bitecek… ya da hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak.”
Kışın en uzun gecesi geldiğinde, Lirya evin ortasına bir daire çizdi.
Etrafına mumlar, taşlar ve kadim işaretler yerleştirdi.
Hava, sanki nefes almayı unutmuştu.
“Gözlerini kapat,” dedi Lirya.
Kadim sözler söylemeye başladı.
Rüzgâr evin içinde dönmeye başladı, mumlar bir yanıp bir sönüyordu.
Bir uğultu yükseldi, geçmişin fısıltıları gibi.
Adrian, kendi sesini duydu.
Ama bu sesi o söylemiyordu.
Bir çocuğun sesiydi, alevlerin içinden yükseliyordu:
“Anne!”
Lirya dizlerinin üzerine çöktü, elleri titredi.
“Elveda, oğlum,” dedi. “Artık özgürsün.”
Bir ışık patlaması oldu.
Sonra sessizlik.
Sabah olduğunda, köylüler tepedeki eve baktı.
Yerinde sadece kül vardı.
Ne Lirya ne de Adrian’dan bir iz kalmıştı.
Sadece karların arasında parlayan gümüş bir kolye.
Köylüler fısıldaştı günlerce:
“Cadı sonunda lanetini buldu,” dediler.
Ama kimse fark etmedi, o kış köyde hiçbir çocuk hastalanmadı.
Toprak bereketlendi, hava berraklaştı.
Ve aylar sonra, köye yeni bir öğretmen geldi.
Adı Esme’ydi
Gözleri gece kadar koyu, sesi rüzgâr kadar sakindi.
Bir çocuk hastalandığında, o çocuğun başında sabaha kadar beklerdi.
Sabah olduğunda çocuk iyileşirdi.
Köylüler birbirine fısıldardı:
“Birine benziyor bu kadın. Ama kime, çıkaramıyorum.”
Bir gece, Esme gökyüzüne baktı.
Kuzey ışıkları gibi dans eden yeşil bir parıltı gördü.
Elini kalbine koydu.
Ve bir ses duyar gibi oldu, çok uzaklardan, ama tanıdık bir ses:
“Zincir kırıldı.”
Esme gözlerini kapadı, hafifçe gülümsedi.
Köyün üstüne sessizce kar yağarken, bir lanet değil, bir dua son buldu.
Yazan
Korhan KÜLÇE
Tepkiniz nedir?
Beğen
0
Beğenmedim
0
Sevdim
0
Eğlenceli
0
Sinirli
0
Üzgün
0
Vay
0