Bir Fotoğrafın Sessizliği - Hikaye
...Ve Kıvanç o sabahın sonunda, bunu nihayet anladı:
Bazı aşklar bitmez; sadece hatıraya dönüşür.
Ama hatıra da bir tür sadakattir.
Aşk, bazen bir insanı değil, o insanın bir zamanlar sende bıraktığı izi sevmektir.
Ve o iz, yaşamaya devam eder,
sen unutsan bile.
-----------------------------
Kıvanç artık sabahları tek başına uyanıyordu.
Eskiden Esra’nın nefesiyle ısınan o oda, şimdi soğuk bir sabahın içindeydi.
Yatağın diğer tarafı boştu; ama sanki hâlâ onun silueti oradaydı.
Yastığın üzerinde bir tutam saç, belki de bir gölge gibi kalmıştı.
Esra artık ayrı bir odada yatıyordu.
Kapısını kapatıyor, sabahları sessizce kalkıyor, aynanın karşısında makyajını yapıyor, ardından neredeyse ayak seslerini bile duyurmadan çıkıp gidiyordu.
Bir yabancı gibiydi.
Aynı evde yaşayan, ama çoktan başka bir dünyaya taşınmış bir yabancı.
Bazen Kıvanç onu koridorda görürdü, göz göze gelmeden geçerlerdi.
“Günaydın,” derdi Kıvanç alçak bir sesle.
Esra gülümsemeye bile yeltenmezdi.
Yalnızca başını hafifçe eğerdi, nezaketen.
Bir ev arkadaşı kadar uzak, bir anı kadar soğuk.
...
Mutfakta kahve makinesi tıkırtıyla çalışırken, Kıvanç pencerenin önüne geçti.
Camın ardında gri bir sabah vardı. Şehrin sokakları ıslaktı, belli ki gece yağmur yağmıştı.
Bir an, Esra’nın bir zamanlar bu manzaraya nasıl baktığını düşündü.
Rüzgâr saçlarını savururken yüzünde beliren o belli belirsiz gülümseme...
O gülümseme, artık hiçbir fotoğrafta görünmüyordu. Çünkü fotoğraflar da eskimişti.
Tıpkı onlar gibi.
Kıvanç kahvesini aldı, masaya oturdu.
Masada tek bir bardak vardı.
Eskiden iki olurdu. Biri her zaman Esra içindi; yarısı kalır, sonra soğurdu. Esra kahvesini soğuk içerdi. “Dökme“ derdi, “ben zaten soğuk içiyorum, masada kalsın“
Kıvanç o yarım bardağa bakmayı severdi. Çünkü orada bir eksiklik değil, bir yaşam belirtisi vardı.
Şimdi bardak doluydu, ama hayat boştu.
Esra son zamanlarda uzaklaşmıştı.
Bu uzaklık sessizlikle değil, kelimelerle başlamıştı.
Kısa, keskin, anlamsız cümlelerle.
Bir gün “yorgunum” demişti, içine kapanmıştı,
ertesi gün “bilmiyorum.”
Ve bir sabah, artık kahvaltı bile etmiyordu onunla.
Kıvanç anlamamıştı önce. “Herkes değişir,” demişti kendi kendine. “Yine toparlarız.”
Ama bazı değişimler, dönüş değil, kopuştu.
Ve o kopuş sessizdi; Esra sessizliğin içinde eriyip gitmişti.
---
Bir akşam Esra geç geldiğinde, Kıvanç onu kapıda beklerken buldu kendini.
Anahtarın çevrilişini, kapının yavaş açılışını, adımların salona karışışını dinledi.
Bir koku doldu odaya, tanımadığı bir parfüm. Sert, keskin, soğuk bir koku.
Eskiden Esra lavanta kokardı. O koku, onun gibi sade, içten, huzurlu olurdu.
Şimdi kokusu bile değişmişti.
“Bir yere mi gittin?” diye sordu Kıvanç, alçak bir sesle.
Esra başını kaldırmadan, “Arkadaşlarla buluştum,” dedi.
Bu kadar.
Eskiden o cümlede detaylar olurdu: “Sana da anlatsam gülerdin,” derdi.
Şimdi bir duvar vardı o kelimenin ardında.
Bir duvarın önünde konuşmak ne kadar anlamsızsa, Kıvanç da o kadar anlamsız hissetti kendini.
O gece Esra uyurken, Kıvanç uzun süre onu izledi.
Yüz hatları aynıydı, ama ruhu gitmişti.
Bir kabuk gibiydi, içinde artık o tanıdık kadın yoktu.
Kıvanç fısıltıyla söyledi:
“Ben seni değil, senin eski hâlini seviyorum.”
---
Ertesi gün, hiçbir şey olmamış gibi işine gitti.
Ama aklında tek bir görüntü vardı: Esra’nın eskiden gülüşü.
O gülüş, bir zamanlar hayatın bütün ağırlığını hafifletirdi.
Kıvanç o gülüşü yeniden bulmak için yaşadığını fark etti.
Ama bir insanın eski hâlini aramak, suya çizgi çekmeye benzerdi.
Her denemede daha çok bulanıyordu.
Bir öğleden sonra şehir merkezine yürüdü.
Bir zamanlar Esra’yla birlikte gittikleri küçük kitapçının önünde durdu.
Vitrindeki şiir kitabı hâlâ oradaydı.
“Bir gün sen de yazarsın bir şiir kitabı,” demişti Esra, gülerek.
Kıvanç o anı hatırladı. O gülüşü, o gözlerdeki ışığı.
Sonra kendi yansımasına baktı camda.
O ışık onda da yoktu artık.
Belki o ışığı birlikte söndürmüşlerdi.
Bir kafeye girdi.
Garsona alışkanlıkla “iki kahve” dedi.
Sonra kendi sesini duyunca irkildi.
Düzeltti, “Pardon, bir kahve.”
Masaya oturdu. Yan masada iki genç gülüyordu.
Bir an gözlerini kapadı. Esra’nın sesiyle karıştı o gülüş.
Kalbi sıkıştı.
Kalktı, sokağa çıktı.
Hava soğuktu. Soğuk, iyi geldi.
Çünkü artık sıcak hiçbir şey kalmamıştı.
---
Akşam olduğunda eve döndü.
Esra balkondaydı, telefonda birine gülüyordu.
O gülüş, yıllar sonra yeniden duyduğu bir melodi gibiydi, ama o melodi artık ona ait değildi.
Kıvanç içeri geçti, sessizce oturdu.
Bir süre sonra Esra yanına geldi.
“Bir şey ister misin?” diye sordu.
Kıvanç başını kaldırdı, gözlerini ona dikti.
“Hayır,” dedi. “Artık hiçbir şey istemiyorum.”
O gece konuşmadılar.
Ertesi sabah Esra kahvaltı hazırlamadı, evden çıktı.
Ve bir daha geri dönmedi.
Kıvanç onu aramadı.
Çünkü anlamıştı: Esra aslında çoktan gitmişti.
Bedeni kalmıştı sadece; ruhu çok önce başka birine, başka bir hayata karışmıştı.
---
Sabah olduğunda ev yine sessizdi.
Kıvanç pencerenin önüne geçti.
Şehirde rüzgâr vardı.
Bir süre öylece durdu, sonra mutfağa gidip kahve yaptı.
Bu defa tek fincan.
Masaya oturdu.
Karşısındaki boş sandalyeye baktı.
Bir zamanlar Esra o sandalyede oturur, kahveyi karıştırırken konuşurdu:
“İnsan sevdiğiyle her gün yeniden tanışır, farkında mısın?”
Kıvanç şimdi o cümleyi hatırladı.
Kendi kendine cevap verdi:
“Evet, tanışır. Ama bazen sevdiğin, bir yabancıya dönüşür.”
Kahvesini bitirdi.
Son yudumda, bir burukluk değil, bir kabulleniş vardı.
---
Zaman ağır ağır geçti.
Kıvanç artık sabahları erken uyanıyor, kahvesini hazırlıyor, aynı pencerenin önünde duruyordu.
Ama o sessizlik eskisi kadar keskin değildi.
Sanki ev, yokluğa alışmıştı.
Bir sabah, kahvesini içerken kendi kendine fısıldadı:
“İnsan birini kaybetmez, sadece onu içinde taşımayı öğrenir.”
Fotoğrafı eline aldı.
Yıllar geçmesine rağmen o günkü ışık hâlâ aynıydı.
Sanki zaman bile Esra’nın gülüşüne dokunmaya kıyamamıştı.
O gülüşe bakarken içi ısındı.
Artık acıtmıyordu; sadece özletiyordu.
O günden sonra Kıvanç evi toparladı.
Eşyaları yerli yerindeydi ama artık hiçbiri anlam taşımıyordu.
Bir kutuya fotoğrafları koydu.
Atmadı.
Çünkü bazı anılar, unutulmaz; sadece sessizce rafa kaldırılır.
Balkona çıktı.
Gün batıyordu. Gökyüzü morla turuncu arasında bir renge bürünmüştü.
O an, içinden derin bir nefes aldı.
Bir zamanlar bu manzarayı Esra’yla paylaşırdı.
Şimdi yalnızdı.
Ama o yalnızlık artık acıtmıyordu.
Çünkü o eski Esra, zaten hiçbir zaman tamamen kaybolmamıştı; sadece hatıraya dönüşmüştü.
Ve bazı hatıralar, insanın en uzun sadakatidir.
Kıvanç o an anladı:
Sevgi, bazen bir insanı değil, o insanın bir zamanlar sende bıraktığı izi sevmektir.
Ve o iz, yaşamaya devam eder, sen unutsan bile.
Rüzgâr saçlarını karıştırdı.
Uzaklardan bir martı sesi geldi.
Gökyüzüne baktı.
> “Hoşça kal, Esra.
Seni değil belki, ama seni hatırlatan her şeyi sevmeye devam edeceğim.”
Sonra pencereye döndü.
Şehir sessizdi.
Ama bu kez o sessizlik, yalnızlık değil, kabullenişti.
Çünkü bazen insan, geçmişe değil, geçmişin içindeki kendine özlem duyar.
Ve o sabahın sonunda, öğrendi:
Bazı aşklar bitmez; sadece hatıraya dönüşür.
Ama hatıra da bir tür sadakattir.
Aşk, bazen bir insanı değil, o insanın bir zamanlar sende bıraktığı izi sevmektir.
Ve o iz, yaşamaya devam eder,
sen unutsan bile.
Yazan
Korhan KÜLÇE
Tepkiniz nedir?
Beğen
0
Beğenmedim
0
Sevdim
0
Eğlenceli
0
Sinirli
0
Üzgün
0
Vay
0