Ölü Koltuk

Ağustos 17, 2022 - 15:18
Ağustos 17, 2022 - 20:24
 0
Ölü Koltuk

Yağmurlu bir Pazar akşamüstüydü. Kapı zili durmadan çalıyordu. Sirsu küfrederek kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açtı. Kapıdaki Sirsu’nun ağzından çıkan küfre aldırmadı. Alışkındı. Her zerresiyle alışmıştı ona. Kapıdaki kişi karşısındakinin küfür fırtınası esen gül dudağına baktı. O dudağı öpmek için nelerini vermezdi.

“Yine ne için geldin Ş?”

İsmini bilmemesi en iyisiydi Sirsu için. Eğer kimliğini öğrenirse aklından bile geçiremezdi neler olacağını. Bu yüzden tedirgindi. Tanışırken de “Ş” diye tanıtmıştı kendini sevdiği kadına. Bilmesini istemediği bir sırrı vardı.

“Alnına ne oldu senin?” diye endişelenmişti Ş. Sirsu yerli yersiz bir sakinlikle elini “boşver” anlamında salladı. Bilmesini istemiyordu. Ş yanında kalan tek kişiydi, onu kaybedemezdi. Canavarını öğrenip de diğerleri gibi gitsin istemiyordu. Babası ve kendi ruhu gibi…

Oturma odasına geldiklerinde Sirsu bir şey unutmuş gibi yatak odasına gitti. Eline geçen ilk bez parçasıyla ağlayarak duvardaki kan lekelerini temizledi. Babasının ona  verdiği tek emanet, bir parça hastalıktı sadece. Babası da sürekli kafasını duvara vururdu. Ondaki canavar kendisindeki canavarın ruh değiştirmiş haliydi. Sirsu sürekli babasını izlerdi. Küçük yaşlarda neden böyle yaptığını anlayamazdı. Ama şimdi anlıyordu. Büyüdükçe beyninin içindeki anlamsız sesler de artmaya başlıyordu. Her geçen gün beyninin her bir hücresini öldürüyordu ses virüsü.

Kilitli kapının şiddetli bir şekilde vurulmasıyla Sirsu daldığı karanlık geçmişinden çıktı. Elindeki bezi yatağın altına atıp, gözlerini sildikten sonra kapıyı açtı.

“Bugün ne oluyor sana Sirsu? Sabah telefonlarıma da cevap vermedin. Senin için endişeleniyorum artık. Eğer bir şey olduysa dostun olarak dinlerim. Her zaman yanındayım, biliyorsun.” Ş, “dostun” kelimesini içi acıya acıya söylemişti. Açılamamıştı ona. Nedeni ise onun kabul etmeyeceğiydi. Nitekim bu doğruydu. Sirsu yeni bir aşka bu haldeyken başlayamazdı. Hayatındaki adamdan canavarını gizleyemezdi. Eğer bu durumu ortaya çıkarsa, ya aşkından ya da canavarından vazgeçecekti. Bu ikilemde kalmamak için insanlara soğuk davranıyordu.

“Yok bir şeyim, telefonumu unutmuşum da onu almaya geldim.” bahanesiyle telefonunu aldı ve tekrar Ş’yle beraber oturma odasına geri döndü. Koltuğa oturduğunda babasının kanlı yüzünü karşısında gördü. İstemsizce acıyla karışık  bir çığlık çıktı Sirsu’nun ağzından. Oturduğu yerden kalktı hemen. Ş endişeli gözlerle Sirsu’ya bakıyordu.

Sirsu sürekli “İyiyim, iyiyim, iyiyim…” diyerek kendini avutuyordu. Gözlerini sıkıca yummuştu. Eğer açarsa babasının kanlı yüzünü tekrar görecekti. Kafasındaki seslere odaklanmamalıydı. Ş, onun canavarını görmemeliydi. Çünkü canavarı gören herkes canavardan bir parçayla yaşamak zorunda kalıyordu. Gözünü açmadan Ş’ye “Beni dışarı çıkart. Hemen, şimdi dışarı çıkart beni, ne olur.” Diye yalvarıyordu. Ş, eli ayağına dolanmış bir şekilde Sirsu’ya ayakkabılarını giydirip, dışarı çıkarttı.

Yüzünde damla  damla yağmuru hissedince, gözünü açtı Sirsu. Ş, tedirgin gözlerle Sirsu’ya bakıyordu. Haklı olarak, ne olduğunu anlamamıştı. “Gel, oturalım şuraya. Az nefes alalım, çok korktun.” Diyerek binanın önündeki tahta bankı işaret etti. Sirsu banka oturdu, Ş de yanına. Uzun bir sessizlik oldu aralarında. Konuşacakları şeyi olmadıklarından değil, sırlarının korkutuculuğundan. Onları susturan şey sırlarıydı.

“Babam yağmurun çok iyi bir arınma şekli olduğunu söylerdi, haklıymış.” Dedi karşı camdaki sümbüllere gözünü daldıran Sirsu. “Yağmur, Allah’ın vermiş olduğu kutsal bir su sanki. Vücudunu değil, zihnini arındıran bir su.” Diye ekledi Ş’ye bakarak.

Ş cevap verecekken, Sirsu’nun telefonu çalmaya başladı. Gözlerini ve başını özür diler gibi yapıp, telefonu açtı. O sırada Ş, kendi hayatını düşünmeye başladı. Aslında hayat denilen illeti yaşayamamıştı. Hep başkaları için yaşamıştı, Sirsu’yu tanımadan önce. Onunla karşılaştıktan sonra hayatı sıradanlaşmıştı. Sıradanlığı hep isterdi Ş. Fakat ne annesi sıradandı ne de hayatı. Düzeni yoktu. Hayatı boyunca oradan oraya savrulmuştu. Annesinin ona verdiği vicdan azabıyla yaşıyordu. Keşke annesine “dur” diyebilseydi. En azından böyle köşe bucak saklanmazdı kimseden…

“Arayan annemmiş. Babamın mezarına gitmemi istiyor. Ölüm yıldö…” ağlamaya başladı Sirsu. Ş ona  sarıldı. Bırakmak istemezcesine sımsıkı bir şekilde sarıldı.  Birkaç dakika geçtikten sonra bıraktı Ş, Sirsu’yu. O birkaç dakikayı ömrünün sonuna kadar unutamazdı. “ Arabayla bırakayım mı, ister misin?” diye sordu ona. “Ben kendim giderim. Senin işin vardır.” Diye reddetti Sirsu da. Aslında bilseydi, onun için bütün hayatını bıraktığını; annesini, vicdanını, ruhunu. “Bilmemeli.” Diye defalarca içinden sayıklıyordu Ş. Eğer Sirsu bilirse Ş’nin hayatını, kendi annesinin ruhunu incitirdi. Annesinin ruhu incinirse, kendi vicdanı sızlardı.

Sirsu mezara vardı. Babasının ismi olduğu mermerdeki siyah yazıya uzun uzun baktı. Soğuk, beyaz mermere oturdu. “Nasılsın baba, umarım iyisindir. Yattığın yer ıssız, böceklerle dolu, biliyorum ama benim yapabileceğim bir şey yok. Seni kaç kere o ıssız kara topraktan çıkarmayı düşündüm. Yapamam baba bunu. Kıyamete kadar bekle. Ben de bekliyorum kıyameti Ş’yle, annemle, seninle, canavarımla, ruhumla. İnanıyorum ki, bir gün kalbimden çıkıp yanımda olacaksın ve beraber ahireti bekleyeceğiz. Canavarını da merak etme. Çok iyi bakıyorum ona. O da gelecek benimle toprağa. Başka birine bulaştırmayacağım bu virüsü,  söz veriyorum sana.” Diye uzun uzun konuştu soğuk toprakla. Sirsu korkmazdı mezarlardan. Babası ona “Bu dünyada korkman gereken tek şey insanlardır. Ölülerden asla korkma Sirsu’m.” Demişti.

Gece şimdi siyah bir kedinin tüyleri gibi simsiyahtı. Sirsu hala mezardaydı. Uzun yıllar öyle çok ağlamıştı ki artık akıtacak bir damla bile kalmamıştı gözünde. Sirsu, geçmişine daldı. Kendisini bildi bileli babasının canavarı vardı. Sirsu korkmadı babasından. Eğer korksaydı, şimdiki Sirsu olamazdı. İçindeki küçük kızı kimse korkutamazdı. Canavarı bile…

Küçüklüğünde annesi işe gittiğinde o sayıklamaya başlardı. İçindekileri kusardı babası duvara. Kan ve gözyaşı olurdu duvar. Sonra biraz durulup uyumaya başladığı zaman, Sirsu mutfaktan bez alıp babasının kanlı alnını silerdi. Anlamazdı Sirsu. Sorular sorardı ona. “Baba neden böylesin? Ne oluyor sana?” diye defalarca soru sorardı. Sorular, merakını beraberinde getirir, şüpheye dönüşürdü. Babası da bunu anlamış gibi “ Hastalık işte, biliyorsun Sirsu’m. Benden uzak dur, ne olur. Sana bir şey olmasın.” Derdi. Ama Sirsu, babasına var gücüyle sarılırdı. Üstü başı kan olsa da babasının alnını silerdi.

Geçmişe dair tek üzüldüğü şey, anılarının olmamasıydı. Babasıyla anısı yoktu Sirsu’nun. Olan anılar da kanlı bir yüzden ibaretti. Babası ne onu parka götürmüştü ne ona dondurma almıştı ne de ona sürpriz yapmıştı. “Anı” diye bir şey yoktu sanki onun yaşadığı dönemin lügatında. Ama Sirsu, tüm bunlara rağmen babasını olduğu gibi kabul etti. Hiçbir zaman nefret etmedi ondan.

Gün ağarıyordu. Güneş, babasının toprağına inatçı ve parlak ışınlarını yansıtıyordu. Etraftaki ağaçlar sonbaharın verdiği hüzünle yapraklarını döküyordu. Mezarlıkta bulunan mezarların topraklarını tupturuncu yapraklar kaplamıştı. Sirsu, kendi gibi soğuk olan mezarın beyaz mermerinden kalktı. Mezarlıktan ayrılmak üzereydi ki, arkasını dönüp içten bir gülümsemeyle “ Belki bu son gelişimdir baba. İznin varsa toprağından biraz almak isterim.” Dedi. Topraktan bir avuç aldı, kokladı, içine çekti kokuyu. Hırkasının cebinden peçete çıkardı. Elindeki toprağı nazikçe peçeteye koydu. Peçeteyi de cebine yerleştirdi. Sirsu, arkasına bile bakmadan, gözünde yaşlarla mezarlıktan ayrıldı.

Evin kapısına vardığında, Ş’nin  siyah spor ayakkabısını gördü. Hırkasının cebinde evin anahtarını olmadığını fark ettiğinde anımsadı geçen akşam neler olduğunu. Zili çaldı.  Ş, kapıyı hemen açtı. “Nerede kaldın be Sirsu? Öldüm meraktan. Az daha eve gelmeseydin mezarlığa doğru…” derken omzundaki iki kolu farketti Ş. Ardından hıçkırık sesi geldi o gül dudaktan. “Sakin ol, geçti her şey, ben yanındayım. “ diye sakinleştirmeye çalıştı Sirsu’yu.

Ş aldı sevdiği kadını, oturttu mutfaktaki sandalyeye. Bir şeyler hazırlamıştı ona. Bütün gece “o uyumamıştır” diye uyumamıştı o da. “Özür dilerim, seni de beklettim bütün gece.” Dedi yemeğini yerken Sirsu. “Seni çok iyi anlıyorum Sirsu. Özür dilenecek bir şey yok, merak etme. “ diyerek gülümsedi ona.

Güneş tepeye vardığında, Kadıköy’ün  ve Marmara’nın güzel manzarasını izliyorlardı birlikte. Sirsu gözlerini kapatmış, esintinin yüzüne vurmasına izin veriyordu. Ş ise Sirsu’nun yüzüne bakıyordu. Onu hak edecek ne yapmıştı, bilmiyordu. Ancak kaderi böyle devam etsin, eceline kadar yanında olsun isterdi.

“ Maviyi seviyorum Ş. Çünkü mavi umudun rengidir. Herkese yakışan tek renktir. Babama bile yakışırdı mavi. Fakat o hep kırmızıyı sevdi. Ne zaman yanına gitsem kırmızıya bürünürdü. Öldüğünde bile kırmızıydı. “ diye dalgın dalgın konuştu Sirsu. İçindeki çığlıkları atmak istiyordu o sadece. Haklıydı da. Yanındaki ağlayan kıza  baktı. Gözünden damlayan gözyaşlarına dayanamadı. “Ama sen hep mavi giyiniyorsun. Demek ki umutlusun.” Diyerek Sirsu’ya sarıldı. “Ben umutlu değilim, güçlüyüm. Babam güçlü değildi. Babam mavinin gücünü göremedi sadece. Ama ben görüyorum. “ dedi karşısındaki maviliklere bakarak.

Güneş battığında Ş ayağa kalkarak “Ben gideyim artık. Hem annem bekliyor zaten beni. Hoşça kal.” Deyip, Sirsu’ya sarıldı. “Her şey için teşekkürler. Yani… Anladın işte sen.” Diyerek Ş’ye güldü Sirsu.

Sirsu, Ş’yi uğurladıktan sonra kahvesini alıp, bilgisayarını açtı. Arama butonuna “Ş ile başlayan erkek isimleri” yazdı. İlk çıkan sayfaya girdi. 78 tane isim vardı karşısında. Çalışma masasının çekmecesinden kalemle not kağıdını alıp bütün isimleri yazdı. Ona yakışmayan  isimleri tek tek eledi. Tamı tamına 60 tane ismin üzerine çizgi atmıştı. Geriye kalan 18 isme şöyle bir göz attı. İçlerinden bir isim ona çok yakışırdı: “Şahap”

Sirsu birdenbire irkildi. Babasının adını, arkadaşına yakıştırıyordu. Olmamalıydı. Yapmamalıydı. Aniden ayağa kalktı. Odasında tek bir tablo vardı. Onun karşısında durdu ve tabloyu dikkatlice incelemeye başladı. Tabloda bir ağacın altında bir kız vardı. Tabloyu kaldırdığında babasının kanını  duvarda gördü. Annesi evin her yerini temizlediğinde, Sirsu aceleyle kendi odasındaki duvara çivi çakmış, babasının yaptığı bir tabloyu o kanlı duvara   asmıştı.

Kanı gördükçe beynindeki ses artıyordu. Duvara alnını hızlıca vurmaya başladı. Babasının duvardaki kurumuş kan lekesine kendi kanını da ekliyordu. Birkaç dakika sonra, kendine geldiğinde, duvardaki kırmızıya baktı. Karşı duvara geçerek diz çöktü oraya. “Özür dilerim baba. Kendime ‘yapma’ dedikçe yapıyorum bu işkenceyi. Canavarımı durduramadığım için özür dilerim senden. Senin adını başkasına yakıştırdığım için özür dilerim baba.  Binlerce defa özür dilerim.” Dedi hıçkıra hıçkıra.

Ş, annesini görmek için hapishaneye gitti. Annesine içi burkularak sarıldı. “Nasılsın oğlum? Sirsu nasıl?” dedi sandalyeye oturduklarında. “Hala sorduğuna inanamıyorum anne. Kızın babasını git öldür, sonra ‘nasıl?’ diye sor. Saçma gelmiyor mu bu soru sana?” diye cevap verdi Ş. Sirsu’nun babasının, annesi tarafından bıçaklandığı anı asla unutamazdı o. Çok küçüktü gördüğünde. O an sanki yirmi yaş büyüdüğünü hissetmişti.

“İnan bana çok pişmanım oğlum. Keşke yapmasaydım. Gözüm dönmüştü işte. Bir anlık bir öfkeyle yaptım. Ama ben o adamı seviyordum oğlum. Hem de canımdan çok seviyordum. Sevdiğim adamın adını sana verdim. Sevdiğimdendi hepsi. Sen aşktan, sevdadan ne anlarsın ki?” demişti Ş’nin annesi. İşte şimdi devreler yanmıştı. Ş’nin damarına basılmıştı. Adam öldürmek sevda mıydı? Gözünü yumup ağzını açtı Ş; “Anne ben senin ‘git o kıza yardım et’ dediğin kıza aşık oldum. Kendi adımdan utandığım için söyleyemediğim kıza aşık oldum. Sirsu bana hayat hikayemi soracak. Ben o kıza ne diyeceğim anne? ‘Benim babam yok, annem de hapiste’ diyeceğim utana sıkıla. Neden senin hapiste olduğunu soracak. İşte o zaman ben bunu açıklayamam ona. Ben kendime açıklayamadığımı ona nasıl açıklayayım anne. Ben senin aşkını, sevdanı anlayamam belki, fakat gelip de bana sevdayı öğretme. Ben sevdayı senin babasını öldürdüğün kızdan öğrendim. Senden çok utanıyorum anne. Hem de çok.” Dedi. Kalktı, gitti annesinin haykırışlarına aldırmadan.

Ş yola koyuldu. Gerçekleri anlatacaktı Sirsu’ya. Adının Şahap olduğunu, annesini, onu sevdiğini. Çok şey gizlemişti. Sırları ağır geliyordu ona. Fazlasıyla karanlıktı Ş…

Gece vakti olmuştu. Etraf zifiri karanlıktı. Sirsu eline boyayı, fırçayı almış resim yapıyordu, babası gibi. Bir ses duydu. Telefonu çalıyordu. Hemen açtı. “Sirsu rahatsız ettiysem özür dilerim. Bir şey demek için geldim. Bu saatte  eve girmem doğru olmaz. Aşağıya in, bekliyorum seni.” Dedi Ş, Sirsu’nun konuşmasına müsaade etmeden. Sirsu olanlara şaşırmıştı. Ne olduğunu anlayamadan binadan çıktı. Gözleri Ş’yi aradı.

“Banktayım Sirsu.” Diye bir fısıltı duydu. Sesin geldiği yöne doğru hızlıca döndü. Banka oturmuş Ş’yi gördü. İçini tanımlayamadığı bir his kapladı. Kötülükten uzak, saflığa yakın bir histi bu. “Gecenin bir vakti niye çağırdın beni Ş?” diye sordu hissettiği duyguyu bir kenara koyarak. “Sana anlatacaklarım var ama önce bir otur.” Dedi Ş. Oturdu Sirsu. Hazırlıksızdı duyacağı şeylere.

“Sen beni merak ediyorsun değil mi Sirsu? Kim olduğumu, seni nasıl bulduğumu falan merak ediyorsun, biliyorum.”

“Kim merak etmez ki seni? Adını, iki sene önce tanıştığımızda, Ş olduğunu söylemen başlı başına merak konusu zaten. Benden sakladığın ne varsa şimdi anlat, vakit varken.”

“İnan bana senin karşına böyle çıkmak istemezdim. Ben bu hayatı ıskaladım. Şimdi de kendim için, senin için,  bizim için yaşayacağım. İznin varsa.” Demişti. Hata yapmıştı. Önce kendinden bahsetmesi gerektiği yerde çıkma teklifi etmişti pat diye.

Sirsu afalladı. Neye uğradığını şaşırdı. “Konu bu muydu? Sen kendinden bahsedecektin hani?” dedi Ş’ye.

“Haklısın. Sonda söylemem gerekeni başta söyledim. Akıl mı kaldı?” diyip güldü. “Adım Şahap Yıldırım. Seninle aynı yaştayım. Senin gibi işsiz bir gazeteciyim. Ben de senin gibi kitapları seviyorum. Huyumuz suyumuz aynı.  Fakat birbirimizden tek farkımız, ailemiz.” İçi burkuldu. Annesine verdiği sözü çiğniyordu.

“Ailemiz derken? “ Anlayamamıştı Sirsu. ‘Yıldırım’ ona bir yerde tanıdık geliyordu. Elbette bu topraklarda, bu soyadı çok meşhurdu ancak bir yerde görmüştü. Zaten Şahap da lafı dolaştırmadan söyledi gerçeği, “Benim annem senin babanın katili Sirsu. Bunun için senden annem adına milyonlarca kez özür dilerim.”

Anlamıştı şimdi. Görmüştü o kadını. ‘Çocukluk aşkını evlendiği için öldüren kadın’ dı o. Sevdası o kadar derinmiş ki çocuğuna sevdiği adamın adını koymaya bile utanmamış. “Evet, haklısın ailelerimiz farklı. Ama annenin işlediği bir suç yüzünden sakın benden özür dileme. Anneni asla affedemem. Çünkü o sadece babamı öldürmedi. Annemin gül yüzünü soldurdu. Evimizin bütün renklerini siyahlaştırdı. Benim de çocukluğumu öldürdü.”  

“Haklısın.” Diyebildi sadece. Haklıydı. “Peki çıkma teklifim? Cevapsız bıraktın onu. “

“Zaman ver bana sadece. Olur mu?” dedi Sirsu. Aslında kendisine bile itiraf edemediği duygular besliyordu Ş’ye ya da Şahap’a. Sadece o duyguları rafa kaldırmıştı…

 

Aradan geçen bir ayda birbirlerini hiç görmediler. Sirsu artık duygularından emindi. Hoşlanma falan değildi. Geçen zamanda bir gece bile fotoğrafına bakmadan uyuyamadı. Şahap da aynı durumdaydı. Yanacaklardı. Kendi cehennemlerinde yanacaklardı. Çünkü yanmak bir nevi kavrulmaktır. Kavrularak da kül olunurdu. Onlar kül olup kendi cennetlerini yaşatacaklardı birbirlerine.

Sirsu, sevginin iyileştirici gücünü gördü. Babasından ona  geçen ses virüsü artık yoktu. Babasının mezarına gidip söz vermişti. Geçmişi gömecekti. Şahap ile birlikte bir ömür geçireceklerine dair söz vermişti babasına. Duvarındaki kanı silerek, canavarını içine  gömdü o.

Şahap, sevginin cesaretli gücünü gördü. Artık Ş harfine sığınmıyordu. Utanmıyordu. Annesini hapishanedeki o tahta sandalyeye gömdü. Geçmişini gömdü utangaçlığına.

Yine bir akşamüstüydü. Kavuşmuşlardı. Sadece elleri, kolları değil, ruhları da kavuştu. Maviliklere daldılar yine saatlerce. Umut yerini heyecana bırakmıştı.

“İyi ki sen.” Dediler birbirlerine.

Yandılar.

Kavruldular.

Kül oldular.

Ve cennet oldular…

Tepkiniz nedir?

Beğen Beğen 2
Beğenmedim Beğenmedim 0
Sevdim Sevdim 1
Eğlenceli Eğlenceli 0
Sinirli Sinirli 0
Üzgün Üzgün 0
Vay Vay 0
Esma Gülsüm Cırt 08.09.2005 İstanbul doğumluyum. Serebral Palsi'liyim. Ancak engelli olmam, yazı yazmama hiçbir zaman engel olmadı. Aksine daha fazla yazı yazdım. Hayatım boyunca hep okudum, yazdım. Hala da okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Şuan da küçük küçük öykülerim var. Hedefim kitap çıkarmak... :)