ON BEŞ DAKİKA

Haziran 7, 2022 - 21:06
 1
ON BEŞ DAKİKA

ON BEŞ DAKİKA

Denizin dalgalara karışan şırıltısını duyuyordu kulaklarında, gözleri, maviliğin üzerinde parçalanan güneşi. Kumrular sefere çıkmış süzüm süzüm süzülerek yol alıyorlardı. Belli ki hiçbirinin acelesi yoktu. Sabah erken kalkmıyor, süt sağmıyor, soba yakmıyor, ekmek yapmıyor, koyun gütmüyordu. Suyun üzerinde sadece süzülüyorlardı, ne güzeldi kumru olmak. Hayal ettikleri her yere hiçbir şeye ihtiyaçları olmadan uçarak gidebiliyorlardı, üstelik gökyüzünün içine bile girebiliyorlardı. Hani şu hiç yemediği pamuk şekerler gibiydi bulutlar. Yürüyüşleri de benzemiyordu onlara, küçük adımlarla, arkalarında minicik izler bırakarak gidiveriyorlardı. Ne tatlıydı kumru olmak, güneşin ışığı onların tüylerindeki renklerle buluşunca hiç görmediği güzelliği görebiliyordu üzerlerinde. Kanatlarını açınca tüm dünyayı da kucaklayabiliyordu. Hele deniz olmak, ne muhteşemdi. Sabahları güneş onu sımsıcak yapıyor, geceleri ay ona ninniler okuyordu. Üstelik hiçbir bedel ödemiyorlardı. Onlar birbirinin en iyi dostuydu, tamamlanıyorlardı birlikte. Dalgalar denizlerle sabaha kadar sohbet ediyordu. Keşke bir dağ, bir kumru, bir güneş, ya da bir ay olabilseydi. İsmi güneşti ama denizi yoktu. İsmine hakkını verdiği tek şey; kıvrım kıvrım deniz dalgası saçlarıydı. Güneş, ağzını bir ceviz büyüklüğünde açmış bunları hayal ederken, annesinin : “Güneş ekmekleri çıkar” sesiyle uyandı. Annesine içten içe çok kızdı, onun hayalini sonlandırdığı için. Küçük elleriyle tandırın içine daldı, ekmeği bir elinden diğer eline alarak sıcaklığını atmak istercesine, diğer ekmek yığının içerisine koydu. İçerisi, tandırdan çıkan sıcaklıkla ısınmıştı, buhar ise annesinin gözlüklerini buluta çevirmişti. Annesine bunu söylediğinde ise, “her şeyi hayal etme” diye azar işitti. Hayallere neden bu kadar karşıydı ki insanlar, kimseye zararı olmayan bir şeye bu kadar karşı olmak büyümek miydi bilemiyordu. Annesi karşısındaydı, beyaz yemenisinin altından onunkine benzeyen saçları çıkmış, alnından akan terler tandıra yapınca ‘cız’ diye ses çıkarıyordu. Gözleri, mavi deniz gibi bir vücudu ıslatırcasına ıslaktı, yemenisiyle alnına yapışan terleri ise belli aralıklarla siliyordu. Yüzündeki belli belirsiz çizgileri silse de geçmiyordu, galiba hiç de geçmeyecekti. Sarı olan saçlarını annesinden, kahverengi gözlerini ise babasından armağan almıştı Güneş.

Tandırda ekmekler pişmeye devam ediyordu. Karanlık bir hücreye benzeyen kare şeklinde bir odanın içinde kara delik gibi bir delik vardı. Bu delikte herkesin karnını doyurabileceği sıcacık, lezzetli ekmekler çıkıyordu. Güneş, her gün o ekmekleri parçalara ayırarak o çok sevdiği kumruları besliyordu. Nihayet annesinin işi bitmiş, eve gitme vakti gelmişti Güneş için. Annesinin ise hâlâ yapılacak çok işi vardı. Güneş, evlerinin soba kurulan odasına girdi ve sobanın onun için ayrılmış arkasına geçti, sırt üstü uzandı, çok yorulmuştu. Sanki bütün ekmekleri annesi değil de o yapmıştı. Sobanın içinde yanan odunların çıtırtısı eşliğinde derin bir uykuya daldı. Sabah yeniden doğmuş gibi uyandı. Bir aralık annesinin sobanın üzerinde ısıttığı sıcacık sütten içtiğini hatırladı, sonrası derin bir uykuydu. Çok erken uyuduğu için sabah da çok erken kalkmıştı, uyandığında daha kimsecikler uyanmayacak kadar erken. Koşarak mutfağa gitti, saatin kaç olduğunu merak ediyordu. Saat mutfak duvarında asılı değildi, onu asacak çivileri olmadığı için duvarın dibinde öylece geçip gidiyordu. Saat, dörde beş dakika kala olarak gösteriyordu. Bu kadar erken uyuduğunu tahmin etmemişti, tekrar uyuyacak kadar uykusu gelmiyordu. En sevdiği inek Paço’yu sevmeye giderek zamanın daha çabuk geçeceğini düşündü. Dışarıya açılan kapının sürgüsünü çekerek sağ bacağını ‘Bismillah’ diyerek, tam da ona öğrettikleri gibi attı. Daha sol bacağını atamamışken havada kaldı, çünkü karşısında inanılmaz bir şey görüyordu. Gördüklerinin kanıtlamak istercesine defalarca gözlerini açtı ve kapattı. Evet evet bu denizdi, hem de şu üzerinde; güneşin parçalandığı, kumruların süzüldüğü, dağların konuştuğu, ayın ninniler söylediği deniz. Demek artık deniz onların köyüne gelmeye karar vermişti. Mutluluktan iki ayağını birden kaldırarak olduğu yerde tepindi, ne yapacağını şaşırdı, mutluluk çığlıkları atarak bunu paylaşmak istiyordu denizle. Herkesi uyandırırım korkusuyla, içine attı sevinç naralarını. Onu ürkütmeden yavaş adımlarla yanına yaklaştı. Şimdi ona dokunma vaktiydi, zaten dalgaların sesi onu çağırıyordu. Yaklaştı ta dibine, suyu tüm vücuduna hiç acele etmeden sürdükçe sürdü. Sıcak değildi, henüz güneş ısıtmamıştı. Ayaklarını suyun dibine uzatarak o anın keyfini çıkarmaya başladı, dalgalar ayaklarından bacaklarına kadar yalarken onu ne kadar sevdiğini, her gün hayalini kurduğunu anlattı. Yüzüne oturan mutluluk kelimelerine akıcılık verircesine hiç durmadan konuştu. Bir anda deniz, ayaklarının altından yok olup gitti. Yoksa yine hayal mi görüyordu, oysa denizin suları hâlâ vücudundayken. Yapacak bir şeyinin olmadığını fark ettiği anda gerisin geriye eve döndü. Evdeki saat dördü çeyrek geçiyordu. Gün boyu boynunu bükerek dolaştı etrafta. Ertesi gün aynı saatte tekrar kalktı, mutfağa gitti, saate baktı, dışarıya açılan kapının sürgüsünü açarak çıktı. Yine deniz karşısındaydı, yine tam dördü çeyrek geçe kayboldu. O günden sonra deniz, onu her gün aynı saatte tam on beş dakikalığına ziyaret ediyordu. Güneş, hiç bıkmadan usanmadan her gün aynı saatte misafirini karşılıyor, onu ne kadar çok sevdiğini anlatıyor, kalanına da yaptığı şeylerden bahsediyordu.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow