Bir Bakış
Çoğu zaman rüyalarını unuturdu.
Çoğu zaman rüyalarını unuturdu. Birkaç görüntü, birkaç yüz, belki ufak tefek olaylar. Silinip giden cümleler. Sabahları kahvaltı sofralarında anlatılan, heyecanlı ve bir o kadar da karışık rüyaların sahibi hep başkaları olurdu. En azından bir kurgunun sahibi... Olaylar silinip gittikçe, rüyalardan geriye kalan duygulara daha çok sahip çıkar olmuştu. Bazı günler, büyük bir istekle kalkardı yatağından. Çaydanlığı kolayca kaldırır, bardakta tüten buharı karanlık fonların önüne konumlandırırdı. Böyle şeyler için enerjisi olduğunu hissederdi. Sıcak bir yumurta pişirmek için. Güneşlikleri, odaya saatlerce dönmeyecek de olsa, açıp gitmek için. Bazı günler ise bedeni bir külçe gibi olurdu, kalkmaya direnirdi. Yatağı, yorganı, çarşafların ılık havasını sevdiğinden değil. Aksine o terli ve uyuşmuş dokunuştan rahatsızlık bile duyardı. Gücü bulabilmek isterdi, güce uzanabilmek... Ama orada olmasına, işte tam orada olmasına rağmen dokunamazdı. Rüyasının boynuna ilmeği doladığı, o yakın ama uzak noktada... Böyle böyle, duygularını tanımaya başladı. Kendi tanımlarını oluşturmaya. Kurguların kalıplarından azade bir şekilde, hislerin kurgusunu yazmayı öğrendi. Gerçi duygular, oluşlarla ilintiliydi. Etki ve tepki vardı. Görüntü ve yansıma. Peki onun ilmek ilmek kuvvetlendirdiği şey neydi? Ördükçe sökülen bir hırka mı giyiyordu? Aslına bakarsanız, hepimizin sırtında böyle bir hırka vardır. Şairin dediği gibi "Ömrüm, Ah benim ördükçe sökülen, Yakasız kolsuz hırkam..."(ŞE). O ilmekleri birbirine tutturan şey nedir, bunu düşünürdü. Hatırasız gecelerin ardından, geriye bu kalırdı; ilmekleri birbirine tutturan ama yine de sökülmesini durduramayan, durduramasa bile ilmeklerin farkına vardıran, böylece durmayı söküp atan şey... O buna duygular dedi. Bir başkası ne der umursamadı. Ve zamanla daha iyi gördü ki, ah ömrüm, dedikçe, hırkayı görürdü, ilmeği geçirirdi, ilmeği sökerdi... Ah ömrüm, ah ömrüm. Kaybettikçe kazanılan, söküldükçe gerisingeri dikilen, dikildikçe sökülen. Ah ömrüm, ah sahiplendiğim her şey, rüyam, uykum, duygum... Ah!
...
Rüya ve şiir birbirine benziyor. İkisi de bir sayıklama gibi, ama ikisini de es geçemiyorsunuz. Başınızın, bir kayalığın soğuk zemininde yahut yeşil bir çimenlikte değil de, yastığınızda olduğunu fark ettiğiniz o ilk uyanış anında, tavanı tarayan gözlerinizdeki boş ama boş olmayan bakış, bir şiir okuduktan sonra gelip yerleşen bakışa ne kadar da benziyor. Ama rüyaları anlattığımız kadar kolay anlatamıyoruz şiirleri bir başkasına. Çünkü şiirler uyanıkken yazılır. Oradan gelen bir çağrıyı, bir ıstırap çığlığını kulak ardı edemezsiniz bahanesizce. Edersiniz belki ama, en azından insan içindeyken değil. Ya insan içindeyken duyarsak birkaç mısra, birkaç dize, ne yapalım? Şiirler anlaşılmıyor deyip geçelim. Şairin dili çok ağır, çok kapalı. Ama duygular... Olaylar silinip gitse, hiç anımsanmasa, anlamlandırılmasa dahi canlı kalan duygular, onları ne yapalım?
İşte onlara hiçbir şey yapamayız.
Onları anlaşılmıyor diye karalayamayız.
Çünkü onların kelimelerle yapılacak tanımlamalara ihtiyacı yoktur.
Birileri onları dile dökmeye çabalıyorsa, o duyguları kalbine yeniden ama yeni ve daha büyümüş bir halde sokmak istediğindendir.
O zaman ne yapmalı...
Tekrar gözlerimizi yummadan evvel, bir düş görelim gündüz gözüyle, hece hece...
"Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı." (BN)
Tepkiniz nedir?
Beğen
2
Beğenmedim
0
Sevdim
0
Eğlenceli
0
Sinirli
0
Üzgün
0
Vay
0