KUSURSUZ

BAŞTAN YAZILIYOR! ~~~ Hayatı boyunca boşlukla savaştı. Hiç kendini bulunduğu yere ait hissedemedi. Ruhu ağladı, gözleri sustu. Ruhu çığlık attı, dudakları kenetlendi. Ruhu korkunç bir ıstırabın esiri oldu, kalbi tepkisiz kaldı. En sonunda ruh ve beden arasındaki bağ öyle zedelendi ki kadın Araf'ta savruldu. Sadece tek bir günü bekledi. O gün geldi ve Eflal kendini Nidumbra'da buldu. Gölgelerin Yuvası ona çok şey verdi. Dehşet boyutlarda bir güç, sonsuz devamlılık sağlayacak bir otorite, dayanıklı yoldaşlar ve sadık bir aşık... Fakat bilinir, Nidumbra karşılıksız iş yapmaz. Eflal ne feda edecekti tüm hediyeler karşılığında? İşte Dört Kız Kardeşin Efsanesi yeniden yazılıyor!

Aralık 11, 2021 - 15:15
Nisan 15, 2023 - 20:34
 0

1. GİRİŞ

GİRİŞ

Yıkım ile taçlanan zalim bir geceydi. Ayın kızıllığı karanlık ormanı aydınlatan tek şey iken ormanın ortasındaki siyaha bürünmüş açıklıkta bulunan iki siluetin yaydığı enerji vahşi hayvanların bile inlerine sinmesine sebep olmuştu. Göğüste bir sıkışma hissi yaratan şey parlak sarı gözlerin içine bakmaktı.

Doğrudan içine.

Göğüslerinin altına uzanan mor saçları rüzgarla tamamen dağılsa da onları düzeltme gereği görmeyerek ne kadar umurunda olduğunu açıkça beyan etmişti. Üstündeki siyah elbise her ne kadar gençlerin yılsonu partilerinden çıkmış gibi görünmesine sebep olsa da o bambaşka bir partiden gelmişti.

Katliamdan kalma izler elbisenin açıkta bıraktığı bacaklarını süslerken taktığı boş maske duygularının anlaşılmasını engelliyordu. Her ne kadar sıradan bir şeymiş gibi davransa da diğer siluetin sahibi olan yaşlı kadın biliyordu ki bu sadece bir maskeydi. Burada olma sebepleri bile sıradan bir şey olmadığını bilmekti.

Tozlanmış iki zümrüdü andıran gözleri genç kadının kurak bir bahçeden farksız gözlerine dikildi. Korksa da sormak zorunda olduğunu biliyordu.

Vazgeçmeliydi.

Vazgeçmeliydi yoksa hepsi savrulacaktı.

Ta ki onlar gelip düzeni bozanı yok edene kadar.

Şöyle bir sıkıntı vardı fakat: Bu kadın korku duygusunu kaybedeli çok olmuştu.

Kendi amacı hariç kimse umurunda değildi. Olsaydı böyle bir bedeli asla ödeyemezdi.

Yine de ona kızmak mümkün değildi. O, haklıydı.

Değil mi?

Dilinin ucuna zar zor gelen kelimeleri yutmamak için tükürdü. “Emin misin?” Sesi titreyerek sorduğu sorunun mantıksızlığını bilse de içi rahat etmeyecekti tekrar sormazsa. Belki... Belki vazgeçerdi?

Gölgeler dalgalandı, bir kuş çığlık attı. Sis yoğunlaştı, kan suya bulaştı. Bir mızrak deldi teni, soluğu kesildi zihnine yenilenin. Binlerce kabuğun cinayetini izleyen gözler karardı, katilin yüzüne delice bir tebessüm asıldı.

Vazgeçmeyecekti.

Bunu anlayan yaşlı kadın ince dudaklarını birbirlerine bastırdı. Onu kızdırmamış olmayı umuyordu. Gülüşüne kanmadı suya benzese de. Biliyordu ki su gibi görünen o gülüş aslında kıpkırmızı kandı. Çok fazla kan…

Zifiri karanlığa inat parlayan sarı gözler keskin bakışlı bir şahin gibi avladı yaşlı kadını. Dudaklarında büyüyen tebessüm yerini tuhaf bir sırıtışa bıraktı.

Çok tuhaf bir sırıtışa...

Sanki... Sanki günahkâr bir caninin onu arındırmak isteyen masumu öldürmek istediği an yüzünde oluşan sırıtış gibiydi.

Dehşet verici ve psikopatça hislerle oluşmuş derin bir kıvrım.

Tozlu zümrütlerin sahibi yaşlı kadın sertçe yutkundu. Bu kadın onun gibi birini bile bu derece ürpertebiliyorsa insanlar ne yapsındı? Onlar sadece ölümü beklemiş ve çoğu ölümden beterini tatmış bir dünya sefildi. Karşısındaki kadın için bu kadardı.

Sadece bir dünya dolusu sefil beden topluluğu idi insanlar.

“Eğer acelemiz olmasaydı cevabını bildiğin sorularla vaktimizi boşa harcadığın için kafanı koparırdık ama bak şu kaderin işine! Senin yaşaman için bize sebepler sunduğuna göre onunla aran iyi olmalı. Geçimsiz bir çocuk olduğumuzdan mıdır nedir, bizi hiç sevmiyor.” Son cümlesinde dudakların ağlamak üzere olan küçük bir çocuk gibi büzerek dolu gözleriyle yere bakmıştı. Fakat kafasını kaldırıp kahkahalar atarak gözlerini silmesi de aynı saniyelerde olmuştu. Aniden susup öfkeli gözlerle karşısındaki aptala baktı. İrkildi, bu genç gerçekten ürkütücüydü.

Onun da öyle düşündüğünü biliyordu.

Şimdi ise yeni bir perde açılıyordu ve bu sefer mor saçlı genç en heyecanlı oyununu oynayacaktı.

Yeni oyunu başlatacak olan kendisiydi şu an. Fakat devamında? Kuklacı mı olacaktı yoksa kukla mı? Aklından ne geçtiğini okuyamamak ilk kez bu derece canını sıktı yaşlı kadının. Beynini süzgece çevirebilen bir havası vardı. Şuan bunu planlıyor olabilirdi. Neticede mor saçlı kadının duygu değişimlerine ayak uydurmak her babayiğidin harcı değildi.

Aralarında büyüyen sessizliğin her saniyesi ihtiyar kadını daha da telaşlandırıyor, her uzvunu sular seller gibi terletiyordu. Öte yandan karşısındaki varlık sessizliğin tadını az sonra duyulacak sesler ile çıkarıyordu.

Parçalanan bir düzenin sesini işitmek onun gibi biri için öyle keyifli olmalıydı ki tek umurunda olan şey işkence süresini ne kadar uzun tutacağıydı herhalde. Bir hekkat olmanın sorumluluğunu üstlenerek yerine getirecekti görevini. Bu sâyede herkes haddini bilecekti. Kaplanları etçil olmaktan vazgeçirebilecek bir sırıtış yüzünü şenlendirdiğinde yaşlı kadın titriyordu. Öyle çok korkuyordu ki rengi birkaç ton açılmıştı.

Gece sarısı gözlerin sahibi havadaki kıyamet kokusunu içine çekti. Çaresizliğin tanıdık kokusu narin burnunu bulduğunda bir başkasının da onun kokusunu ciğerlerine doldurmak için yanıp tutuştuğunu nereden bilecekti ki?

Gecenin doğurduğu poyraz zarif ve genç bedenini sardığında sadece her miliminin görünmez hayaletin esiri olmasına izin verdi. Diğer kadın ise kendini şalına sarmaya çalıştı alelacele. Fırtına sert esiyordu, ne yapacaklarını biliyordu ve “Yapmayın!” diye yalvarıyordu.

Ancak bu gece bu hekkat binlerce soluğu kesecek hamleyi yapacaktı.

Aklından geçen düşünceleri bir kılıç hamlesi gibi aniden gelen yanağındaki yanma hissi dağıttı. Buruşuk teninin sardığı başı yana döndü, şak sesi açıklıkta yankılandı.

“Hadisene ihtiyar! Senin keyfini beklemiyoruz burada. Eğer canımızı biraz daha sıkarsan seni o küçük beyninin algılayamayacağı kadar büyük acılarla öldürürüz. Bunu bil!” Öfkeyle yıkanmış suratı birden gülümseme ile çiçeklendi. Yaşlı kadının dizleri titremeye başlarken başını telaşla onaylamak adına salladı.

Başlamak zorundaydı şimdi.

Hırıltılı nefesi hızlandı, gözleri usulca kapandı. Dudakları titreyerek açıldığında sarı gözlü genç keyiflendi. Biliyordu kadının ne kadar zavallı olduğunu. Burada olmasının tek sebebi vardı, o da belliydi. Tabii onun için...

"ळटचऩकफऩक टहद, छऩतझख षटळतऩ ळटचऩकफऩक टहद,  बटमऩच ठशरळखक्षऩ"

Kızıl ay önce tüm gücüyle parladı, ardından karanlığa gömüldü. Şimdi son bir şey kalmıştı: Kurban.

Kurban daima ölü/diri insanlar olmak zorunda değildi. Bu sefer daha başka, daha zalimce bir şeydi verilecek olan. Mor saçlı olan hiç gocunmuyordu. Ona göre tamamen hak edilmişti yapılması gereken.

Elleri yavaşça havalandı yaşlı kadının. Avuçlarını yukarı bakacak şekilde açtı, genç kadının yapacağı hamleyi bekledi. Yüzündeki sırıtışı silmeden gecenin siyahlığında üzerinde parlayan taşlarla fark edilen çantasının içinden bir kutu çıkardı. Üstüne antik zamandan kalma harfler oyulmuş olan ahşap kutu uğursuz bir hissi yayıyordu. Tozlu zümrüt gözlünün içine bir ağırlık otururken siyahlara bürünmüş genç bir gıdım etkilenmemişti. Kutunun kilidini açmak için hamle yapmıştı ki üstüne atlayan beden buna engel oldu.

Boğazına sarılmış ellerin sahibi nefret kusarak “Yapmana izin verir miyim sanıyorsun?” diye haykırdı. Bomboş irisler öfkeli surata sabitlendi, ardından gülmeye başladı. Boğazında eller varken bu kadar rahat gülmesi yabancıyı rahatsız etti ve elleri sıkılaştı. Suratı da saçları kadar morarmış kadın gülmeye ara vermedi. Bu gerçekten sinir bozucu olmaya başlamıştı.

Tam kemerindeki hançere davranıyordu ki elleri sabitlendi. Akları siyaha bürünmüş gözler sırıtarak “Beni kendine denk mi görüyorsun?” dedi. Dudaklarını üzülmüş gibi büzdü. “Oysa ben kendimi eşsiz sanırdım. Öyle miyim şimdi? Ah, benim minik kalbim. Sen bir kalple oynamaya utanmıyor musun?” Yabancı tam dudaklarını aralıyordu ona gerek kalmadı, dudakları kendiliğinden açıldı ve içinden bir inleme çıkıverdi. İradesini kaybetmiş gibi yana devrilirken elindeki kalbi sıkıca kavramış genç bir kız çıktı ortaya.

Yaşlı kadın gözlerini yumdu ve yutkundu. Ortama gelen iki yenilik de onun bildiği şeyler olduğu için şaşırmamıştı fakat biliyordu ki bir bedel ödeyecekti. Karanlığın gazabını üzerine çekmişti ve bu karşılıksız kalmayacaktı.

“Sen,” diye fısıldadı ağır ağır. Sarı gözleri delice parlıyordu. Buruşuk elleri titriyordu yaşlı kadının. Ölü korkusu hiç bu kadar ağır basmamıştı çünkü zaman dolmuş, kızıl ay kaybolmuştu fakat o başaramamıştı. “Sen bana ne kadar pahalıya patladığını biliyor musun?” Kıvrak adımlarla kadının dibine geldi. Kadın korkuyla titriyor, yutkunup duruyordu. “Sen canına susadığının farkında mısın?” Gözleri kapalı kadının boynunda buluştu elleri. Dudaklarını yavaşça kulağına götürdü ve fısıldadı. “Bana cevap ver ölü!

Vurgusu ile pes eden kadın “Özür dile-” Son heceyi getiremeden sesi kesildi. Ağzı sonuna kadar açıldı ve içinden çıkarılan el sözlerini sonsuza kadar susturdu.

El bir dili tutuyordu.

İhtiyarın gözleri yaşlarla ıslandı. Acılı iniltisi istem dışı bir şekilde süzüldü dudaklarından. Sadece genci daha da delirtti bu olan.

Ellerini hemen ince telli beyaz saçların sardığı kafanın yanlarına bastırdı. Siyaha bürünmüş gözleri dağıldı, sadece irisi parlıyordu. Beyninden yolladığı emir ile tozlu gözlerin rengi yerini yeşilden siyaha bıraktı. Yere yığıldığında aldığı kesik nefesler onu dumana çevrilerek yerle bütünleşmesinden kurtarmaya yetmedi.

“Aptal! Sana burayı bir bariyer altına al demiştim. Değerli enerjimi böyle basit şeyler için harcayamam! Seni dönüştürüp enerjinden bir bariyer kurmak çok daha kârlı.” Şeytanî bir sesle söyledikleri yaşlı kadının bilincine sızdı. Hata yapmıştı ve bu hatanın bedelini ödüyordu.

Kadının artık olmayan bedeni her ne kadar kurda kuşa yem olmaya layık olsa da çok fazla vakit kaybetmişti. Sevimsiz kölesinin dumanlı enerjisi algılarının hükmü altına girdi ve o enerjiyi büyük bir ustalıkla şekillendirmeye başladı. Bizzat yaşamın enerjisi olduğu için çok güçlü olan bu enerji yarım küre şeklinde bölgeyi sardı. Artık gereksizdi fakat tekrar davetsiz misafirlere ev sahibesi gibi davranamazdı. Yeşiller ve griler ile süslenmiş bariyer kuvvetle parladıktan sonra karanlığa gömüldü.

Dişlerini sıktı. Havaya baktığında yaşlı kadının gördüğü ancak kendisinin görmek istemediği manzarayı izlemeye başladı. Kafasına dank eden gerçekle beraber öfkeli bir haykırış dile geldi. Gözlerini nefret bürümüştü. Çenesi o kadar kasılmıştı ki kırılsa haklıydı.

Ay tutulması bitmişti.

Büyü yarım kalmıştı.

Bağdaş kurarak yere oturdu. Bunu yaparken elit elbisesinin çıkardığı cart sesini görmezden geldi. İrisleri karanlığa gömüldüğünde bir oyun ile hatasının üstünü örtmek için kafa yormak şu an yapabileceği en mantıklı şeydi.

Aklına gelen fikirle dudakları yine o sinsi kıvrımla buluştu.

Bütün amaçlarına hizmet edebilecek bir perdenin senaryosunu yazmıştı bile.

Uzun zamandır gizlice onları izleyen genç adamı da kapsayacak bir senaryo…

*Hekkat: Parçalayan

2. BÖLÜM 1 - HİÇLİĞİN FERYATLARI

BÖLÜM 1 - HİÇLİĞİN FERYATLARI
Eflal Diablo Yasvi

Boşluk…

Sanırım yaşadığım hayatı tanımlayacak kelime buydu.

Yokmuşum gibi hissediyordum. Sanki hiç var olmamışım gibi…

Bugün yaşam benden kaç dakikamı daha çalacaktı? Matematiksel bir hesap değil bu. İçsel bir şey… Ruhani bir şey…

Suçlu bendim ama. Hep bilmeliydim böyle olacağını.

Uyarılmıştım.

Fakat duymazdan gelmiştim.

İşte şimdi bedel ödemeye başlıyordum.

Bulutların ardında saklı güneşe bakarken içimden geçirdiklerim bunlardı, peki ya dışım? Boş, ifadesiz bir duvar… Duvarları da severim aslında. Üstündeki her pütürdük yeni bir engel, üstlerinde gezinen parmağımsa o engelleri aşan yenilmez bir balyozdu sanki.

Güç, hoşuma gidiyordu.

Asla incitilmezmişim gibi…

"Eflal, annem seni çağırıyor."

Küçük kız kardeşimin çağrısıyla başımı kapıya doğru çevirdim. Beyaz, üstü en sevdiği şarkıcının resmi baskılı pijama takımıyla bana masum bakışlar atarak kapıda öylece dikiliyordu. Masum… Farkımız buydu işte. O çok tatlı bakardı.  Benimse ürkütücü bir auram vardı. İnsanlar yanıma yaklaşmaktan çekinirdi. Bakışlarımın mızrak gibi olduğu kulağıma çalınırdı.

"Üstünü giyinse-ne! Her yerini kaşındır-acak o yün şimdi." Yüne alerjisi vardı ama o aptal pijamaya sevgisi yüzünden deli gibi kaşınmaya bile razıydı.

Yeşil gözlerini üzerime dikti ve dağınık kaşlarını çattı. "Öf, tamam! Giyinirim şimdi." Minik bir tebessüm çok ani bir şekilde yüzünde belirdi. "Aşağı benimle insene!"

Gözlerimi kıstım. Kapıdan birkaç adım gerideki kardeşimi iyice analiz ettim. "Birazdan… Git sen!"

"Ya ama-" Cümlesini tamamlamasına izin vermedim. "Şimdi değil, küçük kerten-kele. Git!"

Üstündeki baskıya gözlerinden kalpler fışkırtarak baktı, ardından kötücül bir ifadeyle bana pis pis sırıtıp kapıyı kapattı. Yine kafasında bir tilkiler dönüyordu ama… Neyse.

Hayranlık denen şey cidden saçmalık ama çok güçlü. Boyutları beni ürkütüyor.

Kafamda yankılanan zarif sese katılmadan edemedim. Haklıydı. Zaten o her şeyde haklıydı. Ben biraz aptaldım, o kadar.

"Çok sorgulama, insansı hislerin boyutları hep kavrayamadığım kadar karmaşık olmuştur zaten."

İçsel söylemime karşı kavisli kaşlarını çatışı gözümün önünde canlandı.

Kavramana gerek yok zaten. Senin işin onlardan olabildiğince uzak durmak.

Zorlukla yutkundum. Elimden geleni yapıyordum zaten. Daha ne istiyordu benden?

"Duruyorum. Merak etme."

Duraksadığını hissettim. Uygun kelimeleri seçmek için özel bir çaba sarf ediyordu.

Farkındayım. Sana azmin konusunda güvenebileceğimi biliyorum.

Bu kadardı.

Yıllardır birlikteydik ve sırdaştık. Amma velakin kurabileceğimiz maksimum diyalog buydu.

Derin bir nefes verip oturduğum puftan kalktım. Annem beni sofrada görmek istiyordu muhtemelen. Mutfakta olduğunu hissedebiliyordum. Merdiven çok uzundu. Ben her şeyi kısa kesmekten hoşlanırdım. Pencerenin pervazını kavrayıp kendimi aşağı bıraktım.

Rüzgarın sert dokunuşları ve hafif bir uğultu… Sağ bileğimden gelen hafif bir sesle birlikte yerdeydim. Yıldızları görür gibi oldum. Bileğimdeki yanmanın acısı sinirlerimle yol aldı, beynime ulaşacakken aşılmaz kalemin surları onları karşıladı. Acı, içeri geçemedi. Surlar dimdik ayaktaydı.

Ayağa kalkıp mutfak penceresinin pervazına tutunup içeri baktım. Annem tahmin ettiğim gibi içerideydi ve kahvaltıyı hazırlıyordu. Camı hafifçe tıklattım. Beni fark edince kaşlarını çattı fakat alıştığı bu durumu yadırgamadan pencereyi açtı. "Eflal! Suna'yı yollayalı neredeyse yirmi dakika oldu ve sen şimdi mi buradasın?"

Suna odama gireli pek olmamıştı. Yani…

Küçük cadı.

Oldukça derin bir nefes alıp hızlı hızlı konuşmaya çalıştım. "Muhtemelen Suna kaplum-bağa hızında merdiv-en çıkıyor anne ya da kapım-ın önüne bir bubi tuzağı hazırla-makla meşguldü." Arada takılarak kurduğum cümleye karşın afalladı ancak ben kendimden emindim. Hiç âdeti olmamasına rağmen onunla inmemi istemesini anlaşılır kılıyordu bu. Muhtemelen kapıda ya da merdivenlerin başında düşmemi, kaymamı veya iğrenç bir şeye basmamı sağlayacak bir düzenek kurmuştu kendince.

Kardeşin değil, düşmanın var.

 O, Suna'dan hoşlanmazdı. Kendi aşılamaya çalıştığı "değerlerin" tersini kafama sokmaya çalıştığını söylerdi. Ona göre her şey bir komploydu. Bana göreyse o biraz paranoyaktı.

"Ah! Şey… Biraz haylaz bir kardeşin var. Küçük işte." Annemin minik kuşunu savunma perileri gelmişti. Gözlerimi devirdim ve sessizce "Üç yaş…" diye mırıldandım ama devamını getiremeden boğazım tıkandı. Sesimi özgürce kullanmakta zorluk çekiyordum. Uzun cümle kurmak işkence gibiydi. Şarkı söylemek gibi şeylerse imkansızdı. Boş versene! Muhtemelen kargaları kaçırtacak bir sesim vardır zaten.

 "Onu bunu boş ver de bak ne diyeceğim. Hani şu üsteğmenin oğlu var ya?" Heyecanlı heyecanlı fısıldayışına göz devirmemek için zor tuttum kendimi. Krem rengi sandalyeye otururken içimden kendimi gülümsemek için tembihliyordum. Yanaklarımda acılı bir gerilim oluşurken ferah ve iç açıcı mutfağın ortasında ağzı yırtılacakmış gibi acıyla sırıtmaya çalışırken absürt durduğumun farkındaydım. Annem favori kızına geçirdiği yeşil gözlerini iri iri açmış, tepki vermemi bekler gibi duruyordu. Kumral saçlarını bugün topuz yapmıştı ve açık bıraktığım pencereden giren rüzgar bebek saçlarını oynatıyordu. Tatlı görünüyordu.

Benim tatlıya alerjim vardı.

Şu surat ifadesini kesmesi için ona istediğini verdim. "Ee?" Resmen intihar kokuyordu sesim ama o bunu duymazdan geldi. "İşte o askerden dönmüş. Üniversitede yüksek lisans yapacakmış." Sanırım durumu anlamıştım. "Bana ne?" İçimdeki isyancı kendini tutamayınca annem bana dik dik baktı ama sesimi hatırlayınca bakışları yumuşadı. Eh, aslında bu kabalık için mazeret değildi fakat annem çok kolay yumuşardı. "İşte yakışıklı çocuk, ailesi de iyi. Hazır bekârken Zübeyde teyzen kaçırmamanı söyledi."

Kesin 'Zübeyde teyzeciğim' demiştir anne.

Güzel olmasaydın sen de?

Görmezden geldim. Yirmime bastığımdan beri annem böyle tekliflerle yanıma geliyordu ve o da oldukça atarlı bir şekilde güzelliğime laf sokuyordu. Alışmıştım artık.

"İstemem." dedim kısaca. Annemin hevesli gözlerinin ışıltısı söner gibi oldu. "Ama tanıştın Tuncay'la. İyi de sohbet ettiniz." dedi hayal kırıklığı içinde.

"O sohbet bir…"

Felaketti.

O kumral çocuğu hatırlıyordum. Mezuniyetimde annem evde bir parti düzenlemişti ve katılan okul arkadaşlarımdan birinin ağabeyiydi. O gün pek çok çocuk ilk kez gördükleri benle tanışmak istemişti ancak soğuk tavrım yüzünden pek hoş olmayan kelimelerle işaretlendiğimi gecenin sonunda duyar gibi olmuştum. "Kibirli kaltak" Tuncay'ın lafıydı. Onunla sohbetimiz cidden… Muntazamdı.

"Merhaba, Tuncay ben."

Sessizlik…

Bana aldırmadı. "Parti için teşekkür edecektim de. Cidden muhteşem bir organizasyon."

Sert, soğuk bir yanıt verdim. "Rica ederim."

İnatçı gözlerindeki parıltılar vazgeçmeyeceğinin belirtisiydi. "Şu an çalan şarkıya bayılırım. Sizin gibi yalnız ve güzel bir bayanla bir dans etme şerefine layık olabilir miyim?"

"Olamazsın, git."

Cevabım karşısında gözleri irileşti ve yanakları hafifçe kızardı. "Ben-"

"Defol." Tonsuz bir sesle söylediğim tek bir kelimenin ardından arkasını döndü. "Çok da meraklıydık sana."

Gururuna dokunmuştu herhalde, saatlerce beni çekiştirdiğine göre…

"Sohbet ettiğim her in-sanla evlenmiyorum." Araya minik bir öksürük karışan sesim karşısında annem pes etti. "Dedim zaten Zübeyde'ye 'Benim kızım kolay değil, önüne gelenle evlendirmem onu' diye."

Çok inandırıcıydı, sence?

"Sorma, kendimden şüphe edesim tuttu."

"Biliyorum." dedim sessizce. Beni evermek için neden bu kadar acele ediyordu bilmiyorum. Başlangıçta -yirminci yaş günüm civarlarında- uzun uzun oğlanlarla tanıştırıyordu. Önce tanışma, sonra bir iki "tesadüfi" karşılaşma, ortak 'arkadaşlarla' -arkadaşım yoktu benim- dışarı çıkmalar… Son birkaç aydır ise beni önüne gelenle evlendirmek istiyordu. Ne oluyordu bilmiyordum. Evde kalmamdan korkuyorsa 22'lik çok genç bir kadındım, evlenmek için önümde uzun yıllar vardı. Derdini anlayamıyordum.

Hemen yanıma oturup ellerimi tuttu. Ben irkilince özür dilercesine hemen ellerini çekti. "Tatlım, sadece senin iyi olmanı istiyorum. Bu dört duvar içinde gençliğini çürütüyorsun. Arkadaş, sevgili, okul ya da iş istemiyorsun. O küçük odana kapanıp yıllarını orada geçiriyorsun. Neden bilmiyorum ama gözümün önünde eriyorsun. Ben de anneyim, kızımın kendine işkence etmesine seyirci kalamıyorum." Gözlerinde parlayan yaşlar içime bir ağırlık çökmesine neden oldu. Ardından ruhumda bir kramp-

Dikkate alma. Zavallının biri işte, güçten vazgeçip kalbini bir çift dudağın arasına bırakmış. Bunun seni etkilemesine izin vermeyeceksin değil mi?

Boğazıma takılan yumruyu görmezden gelmeye çalıştım.

"Vermeyeceğim."

Felç edici sancı gittiğinde gözlerimi kırpıştırıp acı içindeki anneme baktım. Titreyen parmaklarımla yüzüne hayalet bir dokunuş armağan ettim. Buna bile hasretmiş gibi parmaklarımı yeşilleriyle okşadı. "Biliyorum." diye mırıldandım kısık bir sesle. Bilmiyordum.

"O zaman neden kendine bunu yapıyorsun?" Annemin yeşil gözlerindeki yaşların içimde yarattığı sancıyı görmezden gelmeye çalıştım. Ah! Böyle şeyleri bırak hissetmek düşünmem bile yasaktı. Kafamın içine işlenen bir ödül-ceza sistemi vardı ve ödüller çok küçükken cezalar çok ağırdı. Hep öyle olmaz mı zaten? Üstün olan kısım kendinden olabildiğince az vermeye çalışırdı hep. Alma kısmında ise oldukça vahşiydi, ardında başkasına bir parça bile bırakmazdı.

Lanet olsun sana Eflal! Kendinde gel derhal!

"Kendimdeyim."

Değilsin. Kahretsin ki değilsin!

Kendine mırıldanır gibi bir şeyler söyledi ama anlayamadım. "Eflal?" Beynimde çınlayan bu yumuşak sese yönelerek onu boş verdim. Annemin yeşil hareleri oldukça endişeli görünüyordu. "Sen iyi misin?"

"Anne ben-" diyordum ki beynimi parçaladığını hissettiğim mırıltılar işittim. Kendi kafamdan yükseliyordu.

गपफछपक्षटवफशळशकषपजटफऩकबळऩकजछऩकजऩकजऩदजऩफकषख

Hebele hübele mi? İyi de ben onun anlamını bilmiyordum ki!

Kafamın içinde dayanılmaz bir acı vardı. Sanki zihnim bir ihtilale kurban gidiyordu da ben iki taraf arasında sıkışmıştım. Düşüncelerim silahlarını kuşanıp zihnime darbe yapmak için ayaklanmıştı. Dayanamayıp hafifçe inledim -ki acı eşiğim oldukça yüksektir. Etrafımdaki hiçbir şeyi algılayamıyordum. Gri bir sisin içinde kendimi yitirmek üzereydim.

Ardından acı dindi. Çevremi tekrar algılamaya başladım. Burnumda sıcak bir his vardı. Annemin korkulu gözleri gözlerimle buluşana kadar onun burada olduğunu unutmuştum bile.

"Eflal! İyi misin? Ne oldu?" Onun telaşlı sesi hislerimdeki durgunluğun ördüğü balıkçı ağlarına takıldı, mantığımca yok edildi. Boşluk sızan sesimle "İyiyim, anne." dedim. Gözlerim bile baygındı sanki. Az önceyi bile anımsamakta zorlanıyordum, kafam gülle gibiydi. Yine de, hiçbir şey hissedemiyordum.

Beynimin içine bir kuklanın ipleri bağlanmış, sahibim tarafından oynatılıyor gibiydim.

Hâl böyleyken kim ne yapsın duyguları?

İşte böyle…

"İyi görünmüyorsun, güzelim. Doktora gitsek iyi olur." Başımı iki yana salladım. "Doktorluk bir- şeyim yok." Gözlerinin içine baktım.

Ne olur ısrar etmesen?

İçsel isyanımı duymuş gibi gözlerini kaçırdı. "Peki," dedi. "Ama git bir dinlen yine de."

Beynimdeki ağırlıktan kurtulmam ve olanları düşünmem için odama gitmem iyi olurdu. Bu sebeple "Tamam," dedim. "Uyurum." Cevabımı beklemeden arkamı ona dönüp mutfağı terk ettim.

Suna'nın mırıltıları resmen koridorda yankılanırken babamın evdeki yokluğunun oldukça belli olduğunu düşündüm. O varken Suna asla yukarı çıkmaz, hep tatlı bir sohbet peşinde koşardı. Gören de uzun zamandır gelmiyor sanırdı. Biz uyurken işe gidip akşam geç saatte döndüğü için çok az vakit geçirirdik ve Suna sosyalleşmeye takık bir insandı. Hep konuşmak zorundaydı, maazallah bir yerleri falan şişerdi sonra. Bana kalsa bir selam verir yukarı çıkardım. İnsanların konuşma merakını anlamıyordum. Önemli olan konuşmak değildi ki.

Uzun merdivenleri ağır ağır çıkıyordum. Her adım, direncime indirilen bir darbe gibiydi. Bir şey geliyordu, hissedebiliyordum.

Seke seke şarkı söyleyen kız kardeşimi görmezden gelip odama girdim. Siyaha bürünmüş odam, ev ahalisinin girmeye tırsacağı türdendi. Bazen kız kardeşimin arkadaş ortamında onlardan gizli odamda satanist ayinleri yaptığımdan şüphelendiğini söylediğini duyardım. Onlar söylemezdi ama ben bilirdim. Ben onların gölgesiydim, her hareketlerini bilirdim.

Yumuşak yatağıma kendimi zor attım. Gözlerimi tavana çevirdiğim gibi düşünceler kafama ordularını yolladı. Değişim geliyordu. Bu değişim, beklediğim miydi bilmiyordum fakat eğer benim istediğim değilse çok canım yanabilirdi. Tuhaftır ki canımı deli gibi yakan bir kıyametin düşüncesi dudaklarımda minik bir kıvrıma sebep oluyordu. Acı çekme fikri insanların anormal olduğum düşüncesini çürütebilecek tek şeydi.

Sanırsın içim oyulmuş, betonla doldurulmuş, üstü örtülmüş. Ruhuma ulaşmakta hep zorluk çekerdim. Dolayısıyla hislerime de… Ancak bu, üzülmem gereken bir şey değildi. En doğrusu buydu zaten.    

Sıkkınca yataktan kalktım ve simsiyah duvara dikkat kesildim.

1… 2… 3…

 

~~~~~~

 

Kırmızı perdelerin ardında kendi kendine mırıldanan kadın cinayetin soluk rengini kendine hapseden gözlerini zeminden yukarı çıkardı. İşte en sevdiği sahne oydu. Küçük, ahşap sahnede duran kuklalara baktıkça içinde zemherinin karanlık bıçakları dans ediyordu. Ürkmemeliydi, sadece kuklaydı onlar.

Sadece kukla…

Bir bebeğin göbeğindeki kordon kesilir gibi kapandı perde. Bir oyunu daha kanlı gözyaşlarıyla tamamlamıştı oyunbaz. Kuklanın ufak kıyafetleri kırmızıya boyalıydı.

Belki de yalnızca birinci perdenin ilk yarısındaydı.

 

~~~~~~

 

"La la lalla la lal la lalla la…"

Kendi kendime şarkı söyleyip sekerek yürüyordum rüyamda. Bir sahnenin ortasında manyak gibi dolanıyor, dudaklarım kıpırdanıyor, gözlerimi zeminde tutuyordum. Sonra gözlerimi kaldırdım.

Ardından rüya sona erdi ve uyandım.

Ulan madem sonunu göstermeyeceksin niye başlatıyorsun?

Aptal bilinç altıma lanet ederek yatağımdan kalktım. Zaten sinirliydim çünkü dün duvarlardaki çıkıntıları sayarken on yedi bin altı yüzlü sayılarda kafam anlık karışmıştı ve tüm çabam heba olmuştu. Sık sık yaşadığım bu durum sinirlerimi geriyordu. Hedefime ulaşamamak beynimin ayarlarıyla oynamıştı işte.

Üstüme baskılı bir tişört, altıma da kot pantolon geçirir geçirmez odadan fırladım. Bugün önemliydi. Sezgilerim bangır bangır bağırarak bunu belirtiyordu, bugün önemliydi.

Elbette önemli.

Nadiren başvurduğum bir yol olan merdivenlere yönelirken kaşlarımı çattım.

"Sen nedenini biliyor musun?"

Önemli olan benim ne bilip bilmediğim değil, benim bildiklerime senin nasıl tepki vereceğin.

"Yine ne saçmalıyorsun?"

Kes sesini Eflal.

Bugün agresif günündeydi anlaşılan. Sözlerine kafa yoracaktım fakat önce yemek yemeliydim. Birden basamaklardan oluşan iniş çok uzun geldi. Ellerimle tırabzanlara tutunup kendimi attım aşağı. Şanssızlığım tutmuş olacak ki aşağıya yanlamasına düşmüştüm. Ağzımın içindeki kan, üstüne yattığım kolumdaki sızı ve bacaklarımdaki devasa morluğun acısı normal birine çığlık attırırdı herhalde. Oysa benim başım bile dönmemişti ayağa kalkarken. Çok rahat bir şekilde mutfağa yürüdüğüm sıra benim yerime Suna çığlığı bastı.

"Abla sen aklını mı kaçırdın ama artık!"

Hınçla bahçe kapısını açıp içeri girdi. Merdivenlerin bulunduğu bu hol çok büyüktü fakat cam kapıyla örtülü bahçedeki biri bile tepeden düşen birini görebilirdi. Muhtemelen Suna da az önceki mükemmel(!) hesaplanmış düşüşümü görmüştü ve hesap sormaya geliyordu.

Hemen mutfağa tüydüm.

Arkamdan öfkeyle çığıran Suna birkaç saniye sonra benimle mutfaktaydı. Annem şokla ikimize baktığında aptal kız kardeşim bağırdı. "Ablam yine aynı şeyi yaptı anne! Şimdi haline baksana, çok kötü yaralanmış."

Gözlerimi devirdim. "Hiç de bir şey yok, gere-ksiz abartıyorsun. Azıcık morluk yüzünden saniy-e kaybı yaşayamam güzelim."

"Azıcık morluk mu?" Annem bana dehşetle baktı. "Kızım sen kendine aynadan baktın mı hiç? Dayak yemiş gibi duruyorsun. Yahu insanın canı tatlıdır, sen kendine nasıl bunu yapabiliyorsun? Hiç mi canın yanmıyor evladım?"

İnsanın canı tatlıymış. Benimki acı mıydı da böyle oldu anne?

"Anne gerçekten sor-un yok." desem de faydası olmayacağını biliyordum. Normal ebeveynler beni çoktan bir psikiyatri kliniğine postalamıştı fakat ailemde ters giden bir şeyler olduğunu fark edebiliyordum.

Bir sırları var ve asla anlayamayacağımı sanıyorlar. Oysa nasıl da yanılıyorlar.

Sanki anormal olduğumun farkında değilmişim gibi davranıyorlardı. Farkındaydım, ne yapmalı ne etmeli bilmiyordum. Ömrüm beklemekle geçiyordu, neyi beklediğimi de bilmiyordum. Ruhum kararıyordu, sebebini bilmiyordum. Her yanıtsız soru zihnime hançerler saplıyordu sanırım ve ben artık iç güdüleriyle hareket eden ilkel bir hayvana dönüşmüştüm. O hayvan siyahtı, o hayvanın tasması yoktu ve eğer bir gün serbest kalırsa katliamlar yaratacaktı.

Çünkü inançlarım uğruna bilincimi kurban etmiştim üstelik bilinçsiz insanın akıl hastası ile eş anlamlı olduğunu öğrenmişken. Şimdi en köhne tımarhaneye layıktım, sadece saatin doğru tiki henüz taklamamıştı.

"Eflal, durumun gerçekten iyi değil. Kendini ne hale getirdiğini fark etmiyor musun? Neden böyle bomboş yaşıyorsun?"

İki ses birbirine karıştı-benim için. Biri kulağımda biri zihnimde.

Çünkü biliyorsun ki hayatın bir gün o kadar çok dolacak gibi bomboş yaşamayı özleyeceksin.

"Çünkü biliyorum ki hayatım bir gün o kadar dolacak ki bomboş yaşamayı özleyeceğim."

Bana anlam veremediğim bakışlarla baktı. Ardından üst dolaplardan bir kadeh ve buzdolabından bir şişe şarap çıkarıp mutfaktan çıktı. Suna'nın beni şikayet ettiği gibi kaçtığını o zaman fark ettim.

Bu açık renklerin içinde boğulduğumu fark ettim. Siyah… Siyaha ihtiyacım vardı. Uzun zamandır koşmadığım kadar hızlı koşup odama çıktım ve nefes nefese kendimi odama kapattım. Siyah duvarlar, siyah halı, siyah yatak, siyah dolap, siyah perdeler, siyah kristaller, siyah, siyah ve yine siyah… İşte huzur, diye düşünmeden edemedim ruhumdaki kasvet kendini hafif hafif çekerken. İnsanı en iyi siyah tanıyordu, gölgesi bile siyahtı zaten.

Bakışlarımı gece lambama çevirdim. O, burada siyah olmayan tek şeydi. Babam hediye etmişti bunu bana. Dibi siyaha çok yakın koyu mordan başlayıp ucuna doğru rengi açılıyordu. Kristal görünümlüydü ve bazen içindeki ampulü izleme isteğiyle dolardım.

Gece lambasını açıp odamı seyrettiğim esnada bir yandan düşünüyordum. Hayat hakkında, gelecek hakkında, zihnim, bir kadın ve duygular hakkında.

Zihnimde büyük harflerle "AŞK" kelimesi nasıl belirmişti bilmiyordum fakat bu kelimeyi duyar duymaz geçmişten bir hayalet boğazıma dolanır gibi oldu.

"Bak, yıldızlar sana ağlıyor."

Bir anda gözlerimin dolduğunu hissettim. Hayır, hayır, hayır…Çaresizlik içime kan gibi yayılıyordu fakat bu kurşunun çıktığı bir silah yoktu. Bu çaresizliğin bir anısı yoktu. Bu aşkın aşığı yoktu. Bu sesin aslı yoktu.

O sessizdi, neden bilmiyorum ama sessizdi. Ruhumda aniden başlayan sancının kokusunu alıyordu muhtemelen ancak konuşmuyordu. Bunu umursayamadım bile. Sadece kalbimdeki derin acıya odaklanabildim.

Görüşüm siyah ile puslanırken ay karardı ve çocukları benim gözyaşlarıma ağladı. Onlar ağladı, çığlıklarım yuvalarında yankılandı.

 

~~~~~~~~

 

Sarışın bir kadın kollarını göğsünde kavuşturmuş oturuyordu.. Burası sıkışık bir mahzendi, kadının asilzade görüntüsüyle fazla tezattı. Sırma sarı saçları beline uzanıyordu muhtemelen fakat taç şeklinde toplamış, başına da safirler ve pırlantalarla süslü bir taç oturtmuştu. Masmavi gözlerine sürme çekmişti ve bilye gibi parlamalarına katkıda bulunmuştu. Dudakları vişne kırmızısıydı, yanaklarına pembe gül tomurcukları değdirilmişti sanki. Hafif balık etli bedenine yakışan beyaz elbisesi zarafetini gözler önüne seriyordu.

Hizmetçi kılıklı genç bir kız zindanlarda belirdi. Kadın hemen atıldı. "O iyi mi Amelia?"

"Farklı." demekle yetindi kız. "Sanki nefes alan o değil de cesediymiş gibi."

"Orada yaşasın, yeter." diye mırıldandı sarı saçlarına hafifçe dokunurken. Gözlerini mahzenin duvarlarına çevirdi. "Cyrhtina'ya rağmen yaşasın, yeter."

 

~~~~~~

 

Gece yarısı korkunç bir şangırtıyla uyandım.

Hemen kısa yoldan aşağı inip sesin geldiği yere, bahçeye, gitmiştim ki babamla karşılaştım. Kahverengi saçları tıraş olmuş, aynı renk gözleri yumuşak bir parıltıyla gözlerime dikilmişti. "Baba ne yapıyorsun Allah aşkına? Ne bu gürültü?"

Babam sinsi sinsi sırıttı. "Mangal partisi veriyorum." Gözlerim irileşti. "Bundan annemin haberi var mı? Lütfen yok de!" Babamla annemden gizli iş çevirmek bu evde yaşadığımı hatırlatan nadir şeylerdendi.

"Tabii ki yok güzelim. Annen ve kardeşin uyuyor. Sen istersen benim tek kişilik partime ikinci kişi olarak katılabilirsin." Kibirli bir ifade yüzümde yer edindi. "Senden önce ben vardım o parti listesinde. Tabii ki varım." Sonra kaşlarımı çattım. "Yalnız o gürültü neydi?"

Babam kaşlarını çattı. "Ne gürültüsü?"

"Metallerin birbirine çarpması gibi bir şey duydum. Barbeküyü falan mı düşürdün?"

Yüzünde tuhaf bir ifadeyle "Hayır," dedi. "Ben hiç ses çıkarmadım Eflal. Sana öyle geldi herhalde."

Huzursuzlandığımı belli etmeyerek sırıttım ve etleri gösterdim. "Bunlar kendi kendine pişmeyecek Yakup Usta. Kollarını sıvasan iyi edersin."

O etleri pişirirken ben de mezeleri hazırladım. Birkaç tane bira şişesi olduğunu gördüğüm vakit bana vermeme gibi bir seçeneği kalmamıştı zaten. Arada arabeske bağlasak da genel olarak iki kişi halay çekmeye çalışıp birbirimizi düşürmeye çalıştık. Benim dengem mükemmeldi fakat babam ancak bir ayı Yogi kadar zarifti. Kıçının üstüne düşünce birkaç küfür savurup etlerin başına döndü. Ben de gülme krizine girdim.

Ateşle oynuyordum ve bunu biliyordum.

Böylece bütün gece kendimizi et kokusuyla meşgul ettik. Bu saatlere babamın kahkahaları ve benim alaylarım eşlik etti. İşte kardeşimle  farkımız buydu. O muhtemelen babam eve geldiğinde -ben uyuyordum- bir sürü sohbet konusu açıp konuşmuş, cıvıldamıştı. Ona göre insanlarla ne kadar iyi konuşabildiğin ne kadar iyi kendini aktarabildiğin önemliydi. Sevdiklerinle çok, sevmediklerinle az konuşurdun. Bu kadar basitti. Bana göre ise paylaşılan anılar önemliydi. Çünkü insan karşısındaki kim olursa olsun laldi bazen. Dili çözülmezdi, konuşamazdı, tutuktu. Karşısındakini sevmiyor mu demekti? Hayır. Sadece zihni dilinin kaldıramayacağı kadar ağırdı, o kadar. Bu sebeple sevdiğin insanla aranızdaki ilişkiyi geliştirecek olan bir anı paylaşmaktı. Babam, benim monoton hayatımdaki belki de tek renkti. Onunla paylaştıklarımızı hep hatırlardım çünkü beni ölümcül bir durgunluktan çıkarırdı. Haliyle babam farklıydı.

En sonunda yorulup odalarımıza çıktık. Kapıyı kapattığım gibi tüm tüylerim dikildi. Başıma gelecek olanı tahmin edebiliyordum.

Artık haddini aştın Eflal. Kontrolünü tamamen yitirdin.. Kendine gelmen gerek.

"Ne yapacaksın?"

5 yıl önce yapmam gerekeni…

Kulaklarıma yine o yabancı fısıltı doldu. Zihnimin parçalanışını hissettim.

गपफछपक्षटवफशळशकषपजटफऩकबळऩकजछऩकजऩकजऩदजऩफकषख

Fakat bu kez devam ediyordu.

ळटचऩकफऩकटहदछठशक्षछखक्षखवऩहदखवऩछऩवबऩज ळटचऩकफऩकटहदबटमऩचखषऩजखगठशजबपऩज

Başım… Lanet olsun! Korkunç bir acı içerisindeydim. Gözlerim kördü sanki, hiçbir şey göremiyordum. Beynimde bir çekiç duygularımın kapısına çiviler çakıyordu. Artık bu kadardan da ibaret değildi. Her yönden yeni bir saldırıya uğruyor gibiydim. Uzun tırnaklı bir cadı gözlerime tırnaklarını saplayıp boynum boyunca indiriyor gibi bir sancı vardı yüzümde. Kalbime bir piton sarılmıştı âdeta, sıktıkça sıkıyordu. Ciğerlerim deşilmişti, saç tellerimin her birine zehirli bir tarantula tırmanmıştı. Bedenim ölüyordu. Böyle hissettiriyordu sözler.

Vakti geldi Yasvi olanı bırakmanın. Nidumbra'da bol şans Eflal!

Ha bu arada dikkat et. Nidumbra'da açılan bir hesap kapanmadan şehrin ruhu boğazından asla kopmaz.

Bedenim gölgeme çekiliyordu, bunu zar zor da olsa hissedebilmiştim. Odanın zeminine sertçe çarptım ardından gölgeme yumuşak bir giriş yaparak sert bir zemine kondum.

Geçmiş fısıldadı.

"Tekrar Nidumbra'dasın, çocuk."

 

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

iremcoskun Kalbindeki kusur gözlerinde can bulur. Bu yüzden ya mükemmel ol ya da kör! -Kusursuz Hekkat