VAPUR HEYBELİADA

Yalnız bir adamdı. Yalnız bırakılmıştı. Ve o tepki bile veremeyecek kadar acı çekerken en büyük düşmanı, kader , onun karşısına yeni bir zorluk dikecekti. Hem de en beklemediği zaman ve mekanda tanışacağı kadın aracılığıyla dikilecekti karşısına. Peki o, buna göğüs gerebilecek miydi? ~~~ Sonradan düzenlenecektir.

Haziran 9, 2022 - 19:54
Mart 23, 2023 - 12:01
 0
VAPUR HEYBELİADA

Rüzgar, İstanbul'un kendine has kokusunu taşıyarak esiyordu. Kafasında bulanıklaşan yüzlere fütursuzca çarpıyordu. Denizin cansızlığı, martıların ötüşleriyle şenlenen vapura tezattı. Öyle siyahtı ki derinlikler, yüzeyin maviliğini sömürüyordu. En azından belli ediyor, diye düşündü genç adam. En azından diğer kardeşleri gibi içine düşeni öldüreceğini saklamıyor.

 

Varoluşunun başladığı yere, Heybeliada'ya, gidiyordu. Vapur henüz harekete geçmemişti. Boğazın ayırdığı iki yakada milyonlar yaşıyorken içerideki zavallı yorgun adam yalnızca izleyebiliyordu. Çünkü korkaktı. Kimseyi yanında tutamayacak, öfkeye sarılıp sükûtu terk edemeyecek kadar korkaktı.

 

Çenesi kasıldı. Ağır ağır kırmızı koltuktan kalktı ve sessizce üst kata çıktı. Anında gökyüzünün şiddetiyle karşılaşmıştı. Rüzgar öyle deli esiyor, bulutlar öyle öfkeli kükrüyordu ki  üşümeden beş saniye dayanamıyordu insan. Çok kısık bir sesle "Size yapılan neydi?" diye fısıldadı. Ne olabilirdi ki bu hiddetin sebebi?

 

Ama bunu düşünerek kafasını yormayacaktı. Bugün yorgunluğu ve sakinliği ardında bırakacaktı. Karamsar düşüncelere kapılmayacaktı. Onca yıldan sonra sadece bir muhteşem gün geçirecekti, o kadar.

 

Koltuklardan birine oturdu. Demir parmaklıklara dirseğini, yumruğunu da yanağına yasladı. Öylece İstanbul'un güzelliğini izleyecekti. İstanbul'u izleyecek ve onun o kendine has kokusunu ciğerlerine çekecekti.

 

Yanındaki koltuğun gıcırtısı ile gözleri sağına döndü. Kalp atışları kulaklarında çınlamaya başlamıştı. Göğsünde paslanmış bir yere düşen yıldırım gözünün önünde canlanıvermişti aniden. Ellerinin titreyişi, dilinin kuruyuşu, irileşen kahverengi gözlerinde yıllar sonra beliren aynı ışık… Hepsi bir saniye içinde gerçekleşmişti

 

Yanına oturan kadını çok iyi tanıyordu.

 

Kadın, ona soğuk bir bakış attı. Hiçbir tanıdıklık belirtisi göstermemişti. Bu, göğsüne hafif bir ağırlık çökmesine vesile oldu. Yıllar, duyguları da tozlandırır mıydı?

 

Aralarında rahatsız edici bir sessizlik vardı. Hani iki yabancının arasında olan tuhaf çekimserlik vardır da ikisi eş kutuplu mıknatıslar gibi birbirlerinden mümkün olduğunca uzak dururdu. Aynı şey değildi bu, değil mi? Olmamalıydı.

 

Saniyeler ilerlerken artık daha fazla  dayanamayacağını hissediyordu. Elleri yumruk olmuş, bedeni iyice kasılmıştı. Dudakları aralanmıştı ki buz gibi bir ses ondan önce davrandı. "Güzel, değil mi?" Genç kadının ilk sözleriyle kanın yanaklarına oturduğunu izledi. "Güzel olan ne?" diye sordu titrek bir sesle. Donuk yeşil gözleri kendisininkilere dikilmişti. Bir anlığına o gözlerin zümrütlerle süslenmiş bir çift bıçak olduğunu düşünmekten kendini alamadı. "Gökyüzü," dedi kadın keskin bir sesle. "Gökyüzünde hiç ışık yok. Rahatsız edici bir fırtına yok. Islaklık, gürültü ve ölüm getirenler yok. Yalnızca okşayıcı rüzgar ve dingin karanlık bulutlar var."

 

Genç adam yüzünü buruşturdu. Ağaçları âdeta uçuran okşayıcı bir rüzgar mı? Baktıkça nefesinin dışarı çıkmasını engelleyecek boşlukta dingin karanlık bulutlar mı? Kesinlikle yanılıyor, diye düşündü.  Aynı zamanda garip bir rahatsızlıkla çevrelenmişti. Tanıdığı kişinin böyle cümleler kuracağını düşünemiyordu bile.

 

Alçin ışığı severdi, dedi içinden. Ama aradan çok uzun yıllar geçti.

 

Adı bile aydınlıktı o kızın. Karanlık, ne zamandır bu kadar sinir bozucuydu?

 

"Yanılıyorsun." dedi aniden. Alçin'in kalemle üzerinden geçilmiş kaşlarından biri kalktı. Her cümlesini tek nefeste tamamladı genç adam. "Yağmur, gökyüzünün gözyaşlarıdır. Gök gürültüleri haykırışlardır. 'Ölüm getirenler' dediğin yıldırım ve şimşek ise göğün öfkesinin dışavurumudur. Onlar değerli. Baktıkça bir insanın içine akan duygularının günün sonunda nasıl patlayarak dışarı çıktığını hatırlatır. Onlar olmadan rüzgar yalnızca tehlikenin boş çınlamaları. Kara bulutlar dingin değil, boğucu çünkü kapana sıkıştığını hatırlatıyor. Kapkara bir fanusa kapatılmışsın gibi yapayalnız karanlıkla kalıyorsun."

 

Dudaklarını büktü kadın. Etkilenmişe benziyordu. Genç adam ise o cümlelerin az önce dudaklarından dışarı çıktığına inanmak istemiyordu. Yanaklarındaki kan yine yoğunlaşıyordu. Cidden, bu nasıl bir sohbetti?

 

Alçin "Karanlıktan nefret eder gibi konuştun."  dedi yavaşça. Gözlerini kaçırdı genç adam, dudaklarını ısırıyordu. "Karanlıktan nefret etmiyorum ama hoşuma da gitmiyor. Işık, bana birini hatırlatıyor." Kadın önce bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı ama sonra hemen kapattı. Sessizlik yine başlamıştı.

 

Dakikalar geçti. Vapur henüz hareket ediyordu. Birkaç kere Alçin'in gözlerinin kendisine kaydığını hissetmişti. Dayanılmaz sessizlikleri vapurun içindeki insanlar için geçerli  değildi. O ikisi dışında herkes bir meşgale ile ilgileniyordu. Kimi telefon görüşmesi yapıyordu, kimi ise büfeden aldığı bir şeyi yiyordu. Çocuk sesleri, tartışmalar, kahkahalar derken anlamıştı ki bu araç gerçekten yaşıyordu.

 

Alçin de rahatsızdı sanki. Yeşil gözlerini ona yöneltti, yutkundu ve  "O kadar gökyüzünden konuştuk. Biraz da  normal sohbet edelim mi?" dedi. Genç adam hemen atıldı. "Elbette!" diye biraz yüksek sesle tepki verince birkaç kişi onlara baktı. Kulaklarının yandığını hissetti. Alçin sessizce kıkırdadı.

 

"Peki, adın ne?"

 

Sorusu beynine inen bir çekiç etkisi yaratmıştı. Şaşkınlıkla gözleri irileşti. Hayal kırıklığını en derininde hissediyordu. En nefret ettiği soru olması bir yana onun sorması canını yakmıştı. Alçin'in kaşları hafifçe çatıldı. Gönülsüzce sorusunu cevapladı. "Affan," dedi. "Adım Affan Safa."

 

Alçin'in dudakları hafifçe titredi. Sen gülemezsin ki, dedi Affan içinden öfkeyle. Senin adın da pek normal değil.

 

Aklına nanosaniyeler içine gelen ve giden anıyla morali biraz olsun düzeldi.

 

Gri şehrin ıssız sokağındakiler iki çocuktan fazlası değildi fakat küçücük dünyaları, belki de yüzlerce yetişkini içinde barındırabilecek kadar genişti. Çocuklardan biri, kız olan, kumral saçlarını savurarak kafasında uydurduğu bir sahneyi kendi kendine canlandırırken oğlan kahkahalarla gülüyordu. Binaların birinden açılan cam ve "Kesin gürültüyü!" diye haykıran kadının sesiyle hemen iki çocuk hemen sustu. Birbirlerine birkaç saniye baktılar ve patlarcasına gülerek koşmaya başladılar. Sokağın çıkışında gülerek oturdular.

 

"Sohbet edelim mi?"

 

Dudaklarını büzen kızın sorusuna oğlan sıcacık bir tebessümle cevap verdi. "Olur tabii."

 

Kaşlarını kaldıran Alçin, heyecanla "Hep sana bir soru sormak istemiştim." dedi. Affan cesaretlendirircesine gülümseyince "Adın neden Affan?" diye sordu hemen. Çocuğun anında yüzü düştü.

 

"Annem ve babam kötülükten uzak durmamı ve bana yapılanlara iyilikle yanıt vererek insanlara örnek olmamı istemiş."

 

Alçin dudağını ısırdı. "Kötü bir anlamı yok ki!" Sözlerine karşın Affan kaşlarını çattı. "Ama çok alışılmadık olduğu için insanlar tuhaf tuhaf bakıyor."

 

Kız kumral saçlarını eliyle kulağının arkasına attı. "Boş versene onları! Adın çok güzel senin." Hafif bir gülümsemeden sonra ikisi de eski neşelerine dönmüştü. Affan gülerek "Ah Alçin, neden Alçin'sin sen?" diye dayısından sürekli duyduğu bir cümleyi alıntıladı. Alçin hafifçe kıkırdadı.

 

 Kollarını kocaman açarak "Ben doğduğumda böyle kıpkırmızıymışım. Babam da bana o an bu ismi vermek istemiş." dedi. Ardından gururlu bir ifadeyle "Alçin 'küçük kırmızı kuş' demek. 'Işıl' ne demek biliyorsun zaten. Parlak!" derken son kelimesini haykırmıştı.

 

Affan gülümsemeye devam etti. Bu şekilde küçük gözleri daha da küçülüyordu. "Tam senlik bir isim. Işık, güneş, elmaslar… Tanımın bu olsa gerek."

 

Gülüşen çocuklar kendilerini kaldırıma bıraktılar. Kafalarının acısına rağmen gülmeyi kesmediler.

 

Ta ki "Eve dön artık Işıl!" diye bağıran kızın çatallaşmış sesine kadar. Alçin gözlerini bıkkınlıkla yumdu. "Geliyorum Zemheri!" Burnundan soluyarak kaldırımdan kalktı. Oğlan, kaldırımdan kalkarken elinde olmadan çatallaşmış olsa da o kızın sesinin tanıdık olduğunu düşünüyordu.

 

Âna dönen Affan gözlerini kırpıştırdı.

 

Alçin kendini zapt ederek "Ailen senden nefret mi ediyordu?" diye sordu. İç yanağını dişlediği belliydi. "Eh, bu konuyu epey düşündüm. Onlar yüzünden yeni insanlarla tanışmaya korkuyorum." Hafif alaycı bir tavırla söylediklerine gülümsedi kadın.  "Özel bir sebebi var mı bu ismin yoksa sırf farklı olsun diye mi?" Affan'ın yüzünde acılı bir gülümseme yer edindi. "Affan 'kötülükten uzak duran' anlamına geliyor."

 

Alçin ilgiyle bayıldığı bulutlara çevirdi yüzünü. "Aslında fena değilmiş anlamı ama biraz garip." Genç adam cevap vermedi. Bu mevzunun uzamasını pek istemiyordu. Gökyüzünden sonra isimler, diye içinden konuştu. Havadan sudan konuşmak böyle mi oluyor?

 

"Nerelisin?"

 

Affan tuhaf bir ifadeyle, gözlerini  yummuş kadına baktı. "Kayseriliyim de ne-" derken sözü kesildi.

 

"Kaç yaşındasın?"

 

Biyografimi çıkaracak herhalde, diye düşünmekten kendini alamadı. "26 yaşında-" Cümlesi yine kesilmişti.

 

"En sevdiğin renk ne?"

 

Kendini hızına ayak uyduramadığı bir röportajın tam ortasındaymış gibi hissediyordu. Bu sefer bölünmemek için tek kelimeyle yetinecekti: "Mavi"

 

"Neden Heybeliada'ya gidiyorsun?"

 

Bu sefer duraksadı. Gözünün önüne vapurdaki genç kızın sevinç çığlıklarıyla Heybeliada'yı gösterişi geldi.

 

"Orada bir anım var." diye söze başladı. Alçin, derin bakışlarla sanki bilmiyormuş gibi devamını bekliyordu. Bu konuşma gittikçe tuhaflaşıyordu. Gözlerinin güzelliğine takılmamaya çalışarak devam etti. "Çocukken bir- bir arkadaşım vardı ve biz -yani daha çok o- gezmeyi çok seviyorduk. Deniz, güneş, yeşillik gibi şeyler bizi çekiyordu. Bu yüzden sürekli ben ailemi gitmeye ikna ederdim, o da bizimle gelirdi. Seçimlerimiz genelde adalar olurdu ve bir gün yolumuz Heybeliada'ya da düştü. Sonra orada-" Lafını tamamlayamadı. Yanaklarına kan oturmuştu, gözlerini kaçırdı.

 

"Sadece 'çocukluk arkadaşı' değildiniz, değil mi?" dedi Alçin bilge bir tavırla. "Karşılıklı ya da değil, o senin çocukluk aşkındı."

 

Kendinden öyle bir bahsediyor ki sanırsın başkası, dedi Affan'ın kafasından bir ses. 

 

Buna pek takılmadı. Kendisini tamamen ona odaklamıştı. "Sanırım…" dedi yavaşça. "Sanırım öyleydi." Buz gibi de olsalar bakışlarını gözlerinden ayıramıyordu. Ya da yüzünden, saçlarından, boynundaki siyah inci kolyeden… Derin, karanlık suların kendisini çektiğini hissediyordu.

 

Yine bir vapurdaydı. Yanında Alçin, karşısında Heybeliada, arkasında ailesi vardı. Reverans yaparak Alçin'e gülümsedi. "Önden buyurun, matmazel."  Alçin dudaklarına göz alıcı bir gülümseme yerleştirdi.

 

Kaç yaşındaydılar? On üç? On dört? Her şekilde bir gençlik pırıltısı vardı ikisinde de. Heyecanları öyleydi, acemilikleri ya da bitmeyen enerjileri de. Alçin, seke seke yürüyordu. Affan'ın ise onu uyarmaktan dilinde tüy bitmişti.

 

"Alçin, bak bir şey olacak bileğine. Alçin? Alçin! Kime diyorum ben?"

 

Yine "Alçin!" diye bağırırken kolundan tutuldu ve bir ağacın ardına çekildi. Alçin hınzır bir gülümsemeyle "Aileni atlattıktan sonra görmek istediğim bir yer var." dedi. Kaşlarını kaldıran Affan ufak bir kahkaha patlattı. Alçin'in yüzü buruşunca elinden tutarak genç kızla annesini aramak için otları geçti.

 

İki ağaç kadar öteden babasının annesiyle piknik planını konuştuğunu işitti. Bir sevinç nidası koptu dudaklarından. Ağaçların arasından ona öfkeyle bakan annesine kolunu tutmakta olan Alçin'i gösterdi. "Arkadaşımla biraz sohbet etmek istiyorum müsaadenizle." Cümlesi bittiği an vurguladı. "Yalnız bir şekilde!"

 

Annesinin çatılan kaşları tehlike alarmı veriyordu. O dudaklarını araladığı an babası "İyi, gidin siz." dedi. Annesinin babasına bakışını görünce gülmemek için zor duran Affan, konu uzamadan hemen gitmek için harekete geçmişti ki annesinin sesi kulaklarına doldu. "Geç kalmayın sakın!" Alçin'le bakışırken ikisi de sırıtıyordu ve senkronize bir şekilde "Peki!" diye bağırdılar.

 

"Bak, nasıl hallettim hemencecik!" diye kendini övdü Affan, Alçin'i takip ederken. "Pek bir şey yapmadın, baban yaptı." diye burun kıvırdı Alçin. Gözlerini devirdi genç oğlan. "Bir kez de takdir etsen ölürsün zaten!"

 

Aynen bu şekilde yeşil ormanda atıştıkları sırada bir açıklığa varmışlardı. Geniş bir alanda çimler, çiçeklerle cirit atarken daireye benzer açıklığın tam ortasından geçen derenin sesi âdeta kulaklarını okşuyordu. 

 

"Güzel, değil mi?"

 

Oysa manzarayla ilgilenmiyordu Affan. Gözleri genç kıza sabitlenmişti. "Evet, güzel."

 

Kalbi sanki suyla birlikte akıyormuş gibiydi. Suyun taşlara vuruşu düzenli ve yavaş sesler çıkarıyordu. Çok hoş bir melodiydi bu. Gözlerini kapayan genç kız elini suya değdirdiğinde sanki o düzen bozulmuş, nehir daha bir hızlı akmaya başlamıştı. Alçin çimlere, derenin kenarına oturdu ve ayaklarını suya soktu.  Affan hemen yanında yerini aldı. Birbirlerine baktıkları sırada kalpleri hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. İki gencin yüzleri gittikçe birbirlerine yaklaşıyordu. Esmer çocuk, kızın sıcak nefesini dudaklarında hissedebiliyordu. Yeşil gözler, bir orman gibi alev alev yanıyordu.

 

 

Devamında olan olayı hatırlayınca yine utandığını hisseden Affan yutkundu ve yüzünü gökyüzüne çevirmişti. Hava gitgide yumuşuyor gibiydi.

 

"Derin bir hikayen var sanırsam." Gözleri yine o muhteşem yüze döndü. Kadın, "Kimdi o şanslı kız?" diye sorduğunda gözlerinde derin bölgeler belirdi. Tekdüze bir tonlamayla "Gökyüzünden yeryüzüne inen en güzel kuştu ama pek şanslı değildi." dedi. "Benimle karşılaşmıştı. Bundan ötesi olamaz." Alçin hemen kaşlarını çattı. "Neden ki?" Keyifsiz bir gülüşle cevapladı onu Affan. Rüzgar gittikçe şiddetleniyordu. "Kaderin pek benden yana olduğu söylenemez."

 

Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. "Biz aynı sokakta yaşıyorduk. Yani zaten tanışıklığımız vardı. İkimiz de pek sevilmezdik. Sanırım bizi birlikte takılmaya iten de bu oldu." Gözleri yine gökyüzüne dalmıştı şimdi. "Ayrılmaz bir ikili olmuştuk. Zannedersin ki karınlarından bağlılar da ayrılamıyorlar. Aynı sokak, aynı okul, biraz ısrarla aynı sınıf hatta aynı sıraları paylaşıyorduk." Affan'ın yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Alçin'in yüzündeki ifade anlaşılmazdı.

 

"Birlikte yeni yerleri gezip gördük. Lunaparklara gittik, alışverişlere çıktık." Hafif bir hıçkırıkla devam etti. "Ortaokul bittikten sonra çıkmaya başladık. Her şey çok güzeldi, her şey! Ta ki annemle babamın ölümüne kadar…" Gözlerinin dolduğunu hisseden Affan hemen bakışlarını bulutlara çevirdi. "O feci trafik kazasından sonra oldu ne olduysa. Reşit değildim ve akrabalarım ölmüştü

. Birçok işlemden sonra bir yetimhaneye verildim. Yetimhane dışında da görüşmeye çalıştık ama bir şeyler değişiyordu. Daha bir çekimserdi, daha üzgündü. Heyecanını kaybetmiş gibiydi. Fakat o sıralar buna takılamadım bile. Derin bir yas içerisindeydim ve o bana oldukça yardımcı olmasına rağmen mutsuzdu. Sebebini sonradan öğrendim." Nefeslenir gibi güldü. "Kız kardeşinin -ki kendisini hiç görmedim- uzun yıllardır sağlık problemleri vardı. Sanırım adı multiple sklerozdu. Bu yüzden kız yürürken bile çok zorlanıyormuş. Tedavisine de yurt dışında devam edilmeliymiş falan. Bu yüzden ailesi taşınmaya karar verdi." Derin bir iç çekti. "Sonrasındaysa…"

 

Affan devamında olanları anlatırken bir nevi anlattıklarını yeniden yaşıyordu.

 

Esmer bir delikanlı yetimhanenin taş duvarlarını bomboş gözlerle izliyordu. Odası çok sadeydi. Yalnızca bir yatak, dolap ve komodin bulunuyordu. Kapısı çalındı. Ruhsuz bir sesle "Gir." dediğinde yetimhane görevlisi her sabahki gibi kocaman gülümsemesiyle "Arkadaşın seni ziyarete geldi Affan." dedi. Ayağa kalkan delikanlı başını aşağı yukarı sallayarak cevap verdi. Belli etmek istemese de şu günlerde Alçin'i pek görmek istemiyordu. Alçin onun mutlu anılarıydı. Üzüntüsüyle onun mutluluğunu kirletme hakkına sahip değildi.

 

Kadın çıktıktan sonra yüzünde hafif bir gülümsemeyle Alçin Işıl Leylifer salınarak küçük odaya giriş yaptı. "Yine mi duvarları seyrediyorsun sen?" derken takındığı gülümsemesi farklıydı. Her zamankinden daha yapmacıktı. Affan, genç kız onun yanağına bir öpücük kondururken bile çok daha yoğun hareket ettiğini fark etmişti. Sanki zamanını ziyan etmekten korkuyordu.

 

"Dört duvar arasında sıkışacak mıyız? Haydi, gidelim uzak diyarlara!" diye bağırırken bir anda donakaldı. Sanki kendi dediği kendi canını yakmıştı.

 

"Ben pek-" diye itiraz edecek olan Affan'ın sözünü hemen kesti. "İtiraz yok! Hem bugün senin doğum günün. Kutlama yapmamamı bekleyemezsin!" El mahkûm durumu kabullenen Affan bir an donakaldı. "Bugün benim doğum günüm müydü?" Alçin gözlerini devirdi. "Senin daha kendinden haberin yok!" diye isyan etti. Ardından hoş bir gülümsemeyle "Bugün harika olacak." dedi fakat kapı kapanırken delikanlı onun dudaklarından bir hıçkırık kaçtığını duyar gibi oldu.

 

Alçin sözünü tutmuştu. Sabah güzel bir kafede kahvaltı ettikten sonra vapurla boğaz turu yapmış, bir festivale katılmış, restorana gitmiş, lunaparkta eğlenip akşam saatlerinde zar zor ayrılmışlardı. Yetimhanenin yolunu tutan Affan elini cebine attığında telefonunu Alçin'de unuttuğunu fark etti. Bir koşu genç kızın evinin yolunu tutmuştu. Tam sokağın girişine gelmişken zaten kötüleşen havanın tam olarak fırtınaya dönmesiyle sırılsıklam olmuştu. Binaya koşarken gördüğüne bir an inanamadı.

 

Bavullar hazırlanmış, araba çalışıyordu ve arka koltuğa uzanan bir siluet varken Alçin ise ağlıyordu. Şişip kızaran gözlerini sildiğinde sağına baktı ve bir şok geçirdi.

 

Affan hayatı boyunca yalnızca ailesi ölünce böylesine donakalmıştı. Sevdiği kız ona mükemmel bir gün armağan ettikten sonra doğum gününde ondan habersiz bir şekilde onu terk edecekti.

 

"Işıl, haydi kızım. Zemheri rahatsızlandı."

 

İkisini de transtan çıkaran Alçin'in annesinin bağırışı olmuştu.

 

"Anne, bekle!"

 

Genç kız hemen Affan'ın önüne gelmişti ki Affan geriledi. Ona böylesi bir yalan söylendiğine halen inanamıyordu.

 

"Affan ben-"

 

"Beni bırakacaktın."

 

Sözleri keskindi ve oldukça açıktı. Beyninin bir bölümü sürekli aynı şeyi tekrar ediyordu.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Seni terk edecekti.

 

Alçin daha da beter ağlamaya başlamıştı. "Seni bırakmayacaktım ama fikirlerini değiştiremiyorum. 'Zemheri'yle biri gitsin, ben burada kalayım' desem de kabul etmiyorlar."

 

Affan elini saçına geçirdi. Olana inanamıyordu. "O zaman bana söyleseydin böyle bir anda öğrenmezdim!"

 

"Benimle konuşmuyordun ki!" Alçin'in boğazı kısılmıştı ki sesi korkunç çıkıyordu. Sesinin bu hali bir şeyi anımsatıyor gibiydi ama o an buna odaklanamayacak kadar öfkeliydi. "Sana ne zaman ulaşmaya çalışsam bana hep o boş gözlerinle baktım. Ailenin ölümü  yüzünden ne kadar acı çektiğini de anlayamıyordum çünkü sen o kadar sakindin ki! En azından ortalığı yıksaydın neye nasıl tepki vereceğini az da olsa anlardım ama o an bunu yapamadım çünkü seni hepten kaybetmekten korktum!"

 

Dehşet verici bir fısıltıyla "Beni şimdi de kaybetmedin mi?" dedi.

 

Alçin bir an dondu. Yüzü kireçten daha açık bir tondaydı şimdi. "Hayır, hayır…"

 

"Sen beni doğduğum günde öldürdün Alçin Işıl Leylifer."

 

Arkasını döndü. Şimdi sırtının arkasında bir adamın ateşe verilen çocukluğu vardı

 

"Bu yol senin seçimindi ve bu gece ayrılıyoruz. Hoşça kal!"

 

Nefesi kesilen Affan demir parmaklıklara zar zor tutundu. Bu olayı her hatırladığında aynı şeyler oluyordu: Midesi bulanıyor, başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Kolunu kavrayan el ile gözleri ona çevrildi. Genç kadının surat ifadesi korkunçtu. "Sanırım senin kim olduğunu şimdi anladım."

 

"Sen kız kardeşim Işıl'ın sevgilisiydin, değil mi?"

 

Dev bir şok… Asla olabileceği aklının ucundan bile geçmeyecek bir olay… Topraktan yapılan kuleyi tek seferde yıkan bir yıldırımın etkisine sahipti şu an Affan'ın suratına bakmak.

 

"Ne yani? Sen-"

 

"Ben, Zemheri Leylifer. Bahsettiğin kızın ikiz kardeşiyim."

 

Zemheri'nin gözleri şimdi hakikati yansıtan acıyla doluydu. İlk kez sesi titriyordu konuşurken. "Sana kötü bir haberim var." dedi. "Kız kardeşim bir yıl önce kanserden vefat etti."

 

Ve kuş öldü.

 

Gökyüzü çöktü.

 

Orada, vapurun üst katının dış bölgesinde çakılı kalan bir adam vardı. Esmer teni, siyah saçları ve kahverengi gözleriyle bir dış göz için fazlasıyla sıradan biriydi. Ama o, dünyada var olan en güzel çiçek bahçesinin sahibiydi fakat yağmur yağdığında çiçekler çürümüştü. Yağmurun içinde su yoktu çünkü. Hayal kırıklığı, pişmanlık, öfke ve en çok da acı vardı.

 

Gökyüzü bu kez öldürmek için askerlerini hizalamıştı.

 

Güneş açtı, Zemheri gitti ve insanlar dışarı çıktı. Sonunda Heybeliada'nın önündeydiler. Yolculardan biri, çığlık atarak denizi gösterdi. Bir anda çığlıklar sarmıştı yolcu furyasını fakat çok geçti.

 

Denizin üstünde bir adamın cesedi yüzüyordu.

 

Her ne kadar kimse bilmese de, açık gözleri denizin siyahlığının içinde küçük, kırmızı bir kuşun yemyeşil gözlerine bakıyordu.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

iremcoskun Kalbindeki kusur gözlerinde can bulur. Bu yüzden ya mükemmel ol ya da kör! -Kusursuz Hekkat