ACEL

Merhaba, ben Acel çok küçükken bu ismi dedem bana bırakmış gözlerini ve sağ kolunu savaşta kaybettiği için ve sürekli titremekte olan bacakları yüzünden her işine ben koşarım acelin anlamı aceleci demekmiş eee burada böyle her zaman hızlı olmak gerekir mesela dedem dişsiz ağzıyla su dediğinde bir tas suyu getirip bak dediğinde tahta naylonlarla çevrili pencereden gökyüzüne bakındığımda hava fişekli yada dumanlı dediğimde duymayan kulakları yüzünden bağıra bağıra söylerdim onun elli ayağı gözü kimsenin anlamadığı dili olmuştum bana eskiye dair çok şey anlatırdı yaşadığı onca kötü anıların arasında kokularına doyamadığı küçük çiçek tomurcuklarını gözü yaşlı savaşta kaybettiği evlatlarını anlatırken sanki ordaymış gibi boş olan sol koluna hepsini sığdırmış yüreğine bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu onun fazla üzülmemesi için konuyu değiştirip bir şey sorduğumda konu ta nerden nereye açılırdı mesela insan vücudu farklı olmasına rağmen yaşadığımız dünyayla nerdeyse aynı olduğunu bir insanın hangi ırkta olduğunu anlamak için göz şekli ve burun direkleri sayesinde ayrıt edebileceğini bir ev yapmak istediğinizde ise çok sayıda fare deliklerin olduğu yerde yapılmasını ve bunun gibi bir çok eskiye dair konuşmalar bu tür konuşmalar pek ilgimi çekmese de dev solucanları anlatırken merakla can kulağıyla dinlerdim bu dev solucanlar genellikle bir uzun insanın iki kat büyüklüğünde olup ve tonlarca ağırlığa sahip olduklarını mezarlıklarda bulunup ölülerle beslendiklerini yani anlayacağınız bütün mezarlar boş ve bu boş olan mezarlıkları düşündükçe mezarlığa gitmek korkunç bir şey dedem konuşmasını sürdürürken ben gizliden oradan uzaklaşınca sürekli bomba ve fişeklerle yamulmuş topraktan evimizin kaba çatısından aşağıya doğru dürt parmak genişliğinde çatlamış duvarın biraz ilerisinde iki yeni fişek delikleri bu fişekler dün akşamın misafirleriydi kapıdan değil duvardan gelmişlerdi dedem ışık saçan kurşun deliklerin benim parlayan gözlerim sanıp bir torba biriktirdiğim mermi çekirdeklerini avuçlayıp yaşadığı savaşı tekrardan anımsayıp iç geçirip an ve an anlatmaya başlayınca gizliden kendimi dışarıya Salı verdim burası bizim evimizin küçük avlusu böyle bombalardan yıkıldığına bakmayın babam bir aya kalmaz tekrardan eski haline geri döndürecektir mesela şuan ayağımın altındaki yıkılmış duvarın görünmeyen deliklerinde üç kesilmiş örülmüş saçım sekiz dişim ve beni hep koruyan annemin bir tel saçı tahta kapımızın yanındaki kuru dalların altında ise topraktan yaptığım iki küçük bebeğim var onları kimsenin görmeyeceği bir yerde saklamalıymışım orası bence en güvenilir yer bak şuraya yanış tarafa bakıyorsun şaşkın babam beni ve annemin sakladığı sığınağın hemen yanı başındaki taşların altında kalmış yaprakları hala yeşil duran küçük dikenli pembe gül ağacı bi ara bu gül ağacımızın üstüne bir arı konmuştu görür görmez nasılda heyecanlanıp mutlu olmuştum çünkü babam ava çıktığı ormanlıkta bir ağacın kütüğünde bir teneke dolusu bal getirmişti gece gündüz demeden doya doya yemiştim çok tatlı ve lezzetliydi tatlı demişken bir keresinde birkaç tank gözükünce her zamanki gibi babam beni ve annemi resmen toprağın altına gümüştü üstümüze tahtalar bırakıp tekrardan topraklarla örtüp nefes almamız için yumruk kadar bir delik açıp birkaç taş ve çalı çırpıyla bizi o askerlerden saklayıp ve hızla evin içine girip kapıyı kapatmıştı birkaç dakika geçtikten sonra birkaç asker belirledi onları delikte gördüğümde korkunun vermiş olduğu titremeyle titi titreyip terler oluk oluk başımdan aşağıya doğru dökülüp gözlerimi bulandırıyor kalbim bir kelebek gibi çarpıp nefes almaktan zorlanıyordum neyse ki annemin o güvenilir şahin kanatlarını aratmayan kollarındaydım dev gibi bir asker büyük kocaman botlarıyla tahta kapımızı ayaklarıyla vurup kırmıştı silahını içeriye doğrultup anlaşılmayan boğuk sesler duyuluyordu ve elbiseleri tıpkı kurbağaların derisine benziyordu bu askerlerin iyisi de varmış dedem her defasında anneme ” bize bir şey olduğunda bayrakları kırmızı ay ve yıldız olan askerlere sığının” dedeme nedenini sorduğumda onların bayrakları dünyada bulunan bütün bayraklarla kardeştir gölgesi evdir ana kucağıdır sıcak çorbadır taze ekmektir uzanan dost elidir adildir “ ve öbür askerin hemen arkasında bir asker daha belirlenmişti elinde uzun namlusuyla yan döndürülmüş mavi şapkasının altında kıp kırmızı bir yüz etrafı Sözen çıplak iri gözleriyle bize doğru yaklaştı ve yaklaştı elimden olmadan korkudan tekrardan titreyip çığlık atacaktım ki annem sım sıkı elliyle ağzımı tutu burun deliklerim bir küçülüp bir büyüyordu siyah koca botları tam gözümün önündeydi gözlerimde göz yaşlarım birikmiş uzun kirpiklerimde irice bir göz yaşı asılı durmuş sanki yere düştüğünde bir bomba gibi patlayacakmış gibi hiç kıpırdamadan durmuştum bir iki siyah botları hareketlenip kıvrıldı namlusunun uzun boruya benzer başı da bu botların arasına katıldı ve tekrardan içerden boğuk sesler duyuldu ve gözümün önündeki namlının başı kayboldu botlar hareketlenmeye başlayınca bir el uzandı botların bağcıklarını bağlandı ellerini botlardan çeker çekmez yere çok ama çok parlak bir şey düşmüştü askerler oradan uzaklaşınca annem rahat bir nefes alıp tabi ben gözümü o yere düşen parlak şeyden ayırmıyor merak ediyordum babam kısa bir süre sonra üstümüzdeki tahtaları kaldırır kaldırmaz saçım başım toz toprak içinde olmasına rağmen buna aldırış etmeyip babamın elinden tutuğum gibi sığınaktan çıkıp o yerde duran parlayan şeyin yanında durdum üstüne birkaç karınca üşüşmüştü eğilip ellime alıp karıncalara üfleyip cebime koydum yumuşak gibiydi dedem tek sol koluyla titrek bacaklarıyla yerde sürüne sürüne dış kapıya çıkmış anlaşılmayan boğuk sesiyle “ biz bu topraklarda doğduk bu topraklarda öleceğiz bu toprakları sahipsiz belemeyin” gibi daha ağır ve ara ara küfürlü konuşmasını sürdürürken cebimdekinin ne olduğunu merak edip elime aldım parlak kağıda sarılı bu yumuşak şeyin ne olduğunu öğrenmek için kağıdı açmaya karar verdim biraz bizimkilerden uzaklaşıp dikkatlice ve yavaş yavaş incecik kağıdı açtığımda siyah bir şey eriyip parmaklarıma bulaşınca önce biraz tiksindim sonra kokladım bu hoş ve nefis kokunun tadını merak edip dilimi dokundurttuğumda ne olduğunu anlamadan tek hatırladığım bir hamlede boğazımdan aşağıya doğru kayıp yutkunduğum olmuştu tıpkı aç bir kurt gibi saldırmıştım bu şey çok ama çok lezzetliydi günlerce parlak kağıdını kokladım annemin avlunun etrafındaki topladığı tatsız tuzsuz pancarını çiğnerken aklıma o lezzetli siyah şey oymuş gibi nasılda yutmuştum bak işte bu parlak kağıt cebimde hiç düşürmediğim halen saklayıp her gün bir iki defa açıp koklar tekrardan katlayıp cebime bırakırım” annem kapıda belirlenince yüksek sesiyle “ acel saatlerce kimle konuşuyorsun ”avuçlarımın arasındaki minnacık ve bu koca yerde tek avunduğum arkadaşımı arkama saklayarak çekingen sesimle” arkadaşımla konuşuyordum ” annem ellinde bir kap su ve tarakla “ ah kızım bırak şu kuşu” kızgın bir şekilde sesimi yükseltip” hayır bırakmam hem onun ismi kuş değil arkadaş ” annem kuşu elimden alıp kuşa ” bana bak arkadaş acelin sana anlattığı bazı sırlar olduğunu biliyorum bu sırlar ikinizin arasında kalıp ve sık sık aceli ziyaret edip ihmal etmeyi unutma” dedikten sonra ellindeki kuşu gökyüzüne bırakıp dağılmış örüklü saçlarımın yeşil lastik tokasını çıkartıp bileğine takarak taşın üstüne oturdum siyah uzun saçlarımı açıp mor küçük tarağını tastaki suya bandırıp bandırıp dalgalanmış saçlarımı taramaya başlayınca ben gökyüzündeki uçup gözden kaybolan kuşuma dalmıştım içimden” keşke bende gökyüzünde süzülen kuşum gibi bulutlarda uçabilseydim diye düşünürken birden bire çok korkunç bir ses duyuldu ve hemen bu sesin ardında gök yüzünde yağmur gibi kuşlar dökülmeye başladı kuş yağmuruna tutulmuştuk kuşlardan iki tanesi ayağımın önüne düştü ve ben onu tanıdım bu semalarda kaybolan arkadaş dediğim kuşumdu gözlerim dolu dolu ellime aldım boynu sarkmıştı annem avazı çıktı kadar bağırıyordu çok korkuyordum kulaklarımı sımsıkı kapattım ar arda gelen bomba sesleri ortalığı yıkıyordu her bir bomba sesi duyduğumuzda içimizden bir şeyler kopuyor ortalığı simsiyah dumanlar kaplıyordu yerler zangır zangır titriyor kuşlar uçuşuyor hayvanlar kaçışıyor yer altındaki fare ve yılanlar deliklerinden çıkmış boğuşuyor kurbağalar zıplıyor az önce başıma irice bir çekirge konup tekrardan uçmaya başlıyor annem ve babamın sesleri duyulmuyor koşuşturup tozdan dumandan seçilmiyordu kıyamet kopmuş gibiydi annem içeriye girip bir şeyler alıp dış duvarda asılı duran matarayı boynuna takıp var gücüyle beni kucağına aldığı gibi evden uzaklaşıyorduk babamda dedemi sırtlayıp koşar adımlarla ardımızdan gelip bize yetişmeye çalışıyordu gökyüzü siyah dumanlarla kaplamış kurşunlar alkış tutmuş bombalar patlamaya devam ediyordu bir balinanın ağzındaki küçük balıklar gibiydik ne korkunç ben annemin siper ettiği göğsündeydim sım sıkı boynundan tutmuştum babam dedemi sırtına almış dedem anlaşılmayan dişsiz ağzıyla babamın başından kolundan vurup bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu babam duymuyordu ben söyleyeyim “beni bırak diyorum oğul beni bırak siz canınızı kurtarın“ ama babam kızarmış terli yüzüyle boynundaki damarları çıkacakmış gibi tüm gücüyle dedemin bacaklarından sımsıkı tutmuş koşuyordu anemin nefes alış verişi hırıltı ve çığlıklara dönüşünce korkup bende bağırmaya başladım annem bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olunca beni sırtına aldı annem babamla beraber nefes nefese sırtlarında ben ve dedem kurşunlar vızır vızır yanı başımızdan işliyordu babam ve dedem arkamızda kaldılar annem beni iki büyük kayalığın arasına bırakıp koynunda nemli parçalanmış ekmekleri ve boynunda asılı matarasını çıkartıp kucağıma bırakarak kolundan tutum “ beni burada bırakma korkuyorum” telaşlı kesik kesik nefesiz sesiyle “burada kal şimdi dönerim” beni koruduğu o şahin kanatları zangır zangır titriyordu hızlı bir şekilde üstüme çalı çırpı atarak yerde çöreklenmiş babam ve dedeme koşuyordu çok dehşetli şiddetli bir patlama duyuldu ama bu patlama öyle bir patlamaydı ki kulakları yırtan patlatan ve çıldırtan bir ses arasında kaldığım kayalıklar sarsıldı sanki bu ses kulaklarımdan girip burnumdan çıkmıştı burnumdan dumanlar ve acı sıvılar akmaya başladı altında saklandığım çalılıkların üstünde sertçe bir şey düştü bir iki deprenip durdu başım vücudumdan kopmuştu sanki ellerim değilmiş gibi yüzümden çektim sıcak bir şeyler damlıyordu art arda dumandan kusacakmış gibi öksürüp hapşırmağa başladım ciğerim ağzımdan gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu beynim bulanmış burun deliklerim tozla tıkanmıştı zorla üstümdeki elbiseyi çekip akan burnumu temizledim parmaklarımı hissetmiyordum ve yoğun bir barut ve kan kokusu duyumsadım üstümde ip gibi damlayan sıvının ne olduğunu çıkartamadım uyuşan başımı ıslatıyor patlama sesi duyulmuyordu ne tuhaf büyük bir dinginlik içindeydim kulaklarımda hafif bir çarpma ağrısı önümü seçemiyordum sırtımda soğuk terler dökülüp bütün vücudum zonkluyor kemiklerim sızlıyordu bir yarım saate yakın hiç kıpırdamadan uyku ve uyanık halimle bir sersem gibiydim korkuyordum. sanki üstümde bir fil oturmuştu susadım kucağımdaki mataranın başındaki tıpayı uyuşmuş dişlerimle zor çekip açtım kurumuş dudaklarım sanki ilk kez suyla buluşmuştu kana kana içtim boğazım yanıyordu ağzıma bir iki lokma ekmek atıp zorla çiğneyip acıyla yutkundum diken yutuyormuşum gibiydi artık bacaklarımı hissediyor karıncalanıp iğneleniyordu biraz toparlanmıştım ve tekrardan korkmaya başladım bu sessizlik beni korkuttu tekrardan titremeye başladım üstümdeki şeyin ne olduğunu merak ettim elimle şöyle bir yoklayınca çalılıkların arasından bir el sarkıldı bir çığlık attım hareketsizce duran elli bulanık gözlerle sözdüm irkildim oda ne evet bu bileğinde duran benim yeşil lastik tokamdı gözlerim doldu sımsıkı annemin sarkılan ellini tutup çektim kolu yere düştü elleri ellimdeydi sımsıkı sarıldım öptüm öptüm soğuktu annemin kanadını koparmışlardı bana yaklaşan top mermisine bir şahin gibi kanatlarını açıp kucağında patlamıştı duyulmayan anne çığlıklarım göz yaşlarım hıçkıra hıçkıra gözlerimde çamurlanmış yaşlar bir yılan gibi yanaklarımda süzülüyordu ellerini yüzüme verdim avucunu öptüm parmakları göz yaşlarımda kayıyordu kendimi biraz daha iyi hissedip kanatları altında gece boyunca güvenle uyudum sabah boğazıma kaçan burnumu tıkatan tozlarla uyandım öksürmeye başlayınca kusacak gibi oldum ağzımda kapkara balgamlar atmaya başladım yüzüme çarpan tozların savrulduğu yüne bakındım ard arda verilmiş tanklar görüldü çok şaşırdım ama bu tanklar nasıl oluyor da ses çıkartmadan tozu dumanı bir birine katıp hızla ilerliyorlardı galiba bombanın o korkunç sesinden kulaklarım patlamıştı duyamıyordum bu tankların üstünde dalgalanan kırmızı ay ve yıldızlı bayraklarını görünce heyecanlandım işte dedemin anlattığı iyi askerlerdi bunlar deyip sım sıkı sarıldığım annemin kolluna karıncalar üşüşmüş morarmış şişmiş buz gibi kesilmiş ellerinden tutunarak büyük bir güçlükle doğrulandım uyuşmuş bacaklarımla adım atacak halim yoktu ikide bir düşecek gibi oluyordum kayalıklardan tutunup zorla aya kalktım yanımda geçen tanklara doğru ağır ağır yürümeye başladım ve tankların içinden bir asker küçük kızı görünce yüksek bir ses tonuyla arkadaşlarına ” durun şuraya bakın” başlarını tankların deliklerden çıkartmış birkaç asker giden tanklara telsizle haber verilmiş dönüşünü alıyorlardı kısa bir süre sonra acelin yanına yaklaşan birkaç asker gördükleri manzara karşısında şaşkın bakışlarıyla acele bakınırken dokuz on yaşlarında insan olup olmadığı seçilmeyecek kadar korkunç kemikli iki ayaklı yaşadığı vahşeti an ve an vücudun her bir zerreciğinde okunan küçük bir kız çocuğu çamurlaşmış bir birine yapışmış kirpik ve saçları kir içerisindeki yüzünden karıncalar gezinirken sımsıkı eliyle tutuğu ve yerlerde sürünen bir kopuk şişmiş kol bunlar burada kalıp topraklarını bırakmayan ailelerin çocuklarından biriydi belki kendilerini koruyacak bir silahları yoktu ama kocaman bombalara siper ettikleri zırh gibi yürekleri vardı acelin elindeki kolu alıp uzaklaştırırken bir asker acele el kol işaretiyle ne yemek istediğini sorunca acel cebinde buruşmuş çıkolata kağıdını uzatınca asker dolmuş gözlerle parlak çikolata kağıdına bakınıp hıçkıra hıçkıra acele sarılarak ağlamaya başlar askerler bir kez daha dalgalanan Türk bayrağın karşısında gururla selam durur eli yüzü temizlenmiş acel çikolatasını ara ara ısırıp oda Türk bayrağını küçük elleriyle selamlayıp istiklal marşı okuyan askerlerin sırtında o şahin kanatları gören acel büyük bir sevgiyle dalgalanan Türk bayrağın gölgesinin altında durup kendini annesinin o şahin kanatların altındaymış gibi hissedip dalgalanan Türk bayrağına sarılıp yükselen sesler gökyüzündeki gri bulutları arlandırıp saklanan güneş gün yüzüne çıkıyordu Türk bayrağın ay ve yıldızı acelin gözlerinde tüm ihtişamıyla aydınlanıyordu
….…. Son……….
Tepkiniz nedir?






