kanatları delik kelebek
Annesinin ve ablasının katillerini öldürdükten sonra otuz yılını hapishanede geçiren umutsuz bir adamın hikâyesidir.
1975, İstanbul
Karanlık sorgu odasındaki iskemleye oturttular beni. Loş ışık kafamın üstünü aydınlatıyordu. Bir sağ yanımda bir sol yanımda olmak üzere iki polis, baştan savmayı arzulayan bakışlarla gözlerime baktılar. Mesai saatlerinin sonlarına denk gelmem dezavantajdı benim için. İki polis de birbirinden sinirliydi. Sağımdaki polisin saçları kırlaşmıştı ancak yaşı küçük görünüyordu. Saçlarını kırlaştıran sadece yılların birbirini kovalamasından doğmuyordu demek ki. Uzun yıllardır evli olmalıydı, parmağındaki yüzük eskimişti. Diğer polis daha uysaldı. Konuşmaya başlayan değil diğer polisin söylediklerini destekleyen cümleler kuruyordu bir tek. Ağzını açtığı an kurduğu cümlelerin doğruluğunu eleştirecekti çünkü sağımdaki polis. Solumdaki polis uysal görünümünden ödün vermeyen bakışlarıyla baksa da en az diğer polis kadar öfkeliydi. Bir cinayet işlenmişti ve elimdeki tabancayla beni ilk gören bu iki polis olmuştu.
“Susma delikanlı. Seni beklemek zorunda değiliz. Anlat artık. Neden yaptın?” dedi sağımdaki polis. Sorgu odasındaki ışık bıçak gibi kesiyordu gözlerimi. Barut kokan parmaklarımla kafamı kaşıdım. Çenemi göğsüme gömdüm. Işık artık gözlerime değil enseme vuruyordu. Önümdeki ceviz ağacından yapılmış masada rastgele atılmış tonla fotoğraf ve dosya vardı. içlerinde ben, annem, ablam ve bu cinayete sebep olan iki adam vardı.
“Bir neden yok. Yaptım. Bir daha olsaydı, bir daha yapardım,” kelimeleri dökülürken ağzımdan, solumdaki polis elindeki kalemin ucunu masaya vuruyordu.
Polisler birbirlerine kaçamak bir bakış atıyor, serinkanlı ve kendimden emin sözlerime şaşkınlıkla bakıyorlardı. “On beş yaşındaki bir çocuğa göre fazla cesursun fakat bu cesurluğunun bir anlamı kalmayacak. Konuşsan da konuşmasan da sonun hapis,” diyen solumdaki polise temkinle baktım.
Kaybedecek bir şeyim yok.
Ben doğarken gözlerine perde inen bir babam varmış. Bugün şafak vaktine kadar bir annem ve bir ablam vardı. 1960’ın sert bir kış sabahında zorluklarla dünyaya gelirken de sadece annem ve ablam varmış yanımda. Tozlu İstanbul sokaklarında yırtık terliğimle yürürken elimden düşürmediğim leblebi tozuyla İspanyol paça pantolon giyen gençlere hayranlıkla bakardım. Geçen her yılda heyecanım biraz daha artardı. Çünkü biliyordum ki bir gün ben de o pantolonlardan giyeceğim, bir gün ben de saçlarımı uzatacağım. Sokaklarda elinde makasla tetikte bekleyen bir babam olmayacaktı. Fakat Tüpgaz veya yağ kuyruğuna gideceğim zaman şimdiki kısa ve askıları olan pantolonum olmayacaktı. Ama saçlarımın hayalimin aksine hep kısaydı. Annem bitlenmemden korkardı. Ne ablam ne de ben bir kez olsun uzatamadık saçlarımızı. Birazcık dibi karardı mı saçlarımın, kolumdan tuttuğu gibi berbere sürüklerdi. Saçlarım kesilirken aynadaki yansımamı görmek istemiyor, berberin boncuklu perdesine gözümü dikiyordum. Karasineklerden rahatsız olan şişman berber, her ay farklı desenli boncuklu perde taktırırdı dükkânının kapısına. Dükkâna giren veya çıkan olduğunda boncukların çıkardığı tiz ses kulaklarımı tırmalardı.
Cumartesi günleri öğle saatinde okuldan çıktığımda ilk işim mahallede oynatılan ayıları izlemek için metrelerce yolu koşmak oluyordu. Bazen koşarak yetişemeyeceğimi anlayıp at arabalarının arkasına binerdim. At arabalarının arkasından giderken tahta okul çantamı kaç defa yere düşürdüm bilmiyorum. Ayı, adam elindeki tefe her vurduğunda iki ayak üzerine çıkıyordu. Hokkabazları kıskandıran o adamın karşısında büyülenmemek elde değildi. Okul dönüşü üzerimdeki siyah önlükle akşama kadar Laklak oynar, gazoz kapağı biriktirirdim. Kış kendisini göstermeye başladığında pencere kenarında Tarkan okur, karate filmleri izlerdim. Bir hayal de okuduğum kitaplardan sonra kurardım. Büyüdüğümde benim de Tarkan gibi olacağımı düşünürdüm. Tarkan kadar güçlü, Tarkan gibi büyük bir kahraman olacağımı sanırdım. Her izlediğim karate filmlerinden sonra ayna karşısına geçer, gördüğüm hareketleri yapmaya çalışırdım. Mahallemizde televizyon sahibi olan ilk aile üst komşumuzdu. Akşam oldu mu, ablamla komşuya gider, dizi bitene kadar evimize dönmezdik. Bu durumdan rahatsız olan annem çok geçmeden bizim evimize de bir televizyon aldı. Büyükçe bir çatalla kanalları gösteren televizyonumuz Laklak oynarken arkaya devrilip bozuldu. Bu yüzden komşuya misafirliğe geleceğimizi haber verirken oturur birazcık komşunun televizyonunu izlerdik.
Televizyonumuz hemen bozuldu ama kaset çalarımız daha düne kadar Bedia Akartürk ve Orhan Gencebay çalıyordu. Annemin silik yazısıyla yaptığı şarkı listesiyle kasetçiye gittiğimde discoya giden gençleri görürdüm. Hippi veya arabesk tarzında giyinen gençlere imrenerek bakardım. Kadınlar, Epa topuklu ayakkabıları giyer, saç bandı takarlardı. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Filiz Akın filmlerini izlemek ayrıcalıktı bu gençler için. Ben ise ondan bundan duyduğum kadarıyla filmlerin konusu ancak öğrenebilirdim.
Sonum hapis. Konuşsam da konuşmasam da. Yine de sorgu odasını kaplayan sessizliği bozup söze başlamam bekleniyordu benden. Burnumun ucuna bir karasinek kondu. Elimle kovalayıp acele etmeden iki polise baktım.
“Bir ablanız var mı amirim?” karasinek tekrar çullanıyor üzerime. Sağımdaki polis önümdeki masaya oturup alayla yüz hatlarımı inceliyor.
“Yok.”
Başımı salladım. “Tahmin etmeliydim. Yoksa o adamları neden hiç düşünmeden öldürdüğümü sormazdınız.” Sinek yılmadan üzerime gelmeye devam ediyordu.
“Olayı saniye saniyesine biliyoruz. Yine de senden duymak istiyoruz. Başla bakalım delikanlı,” diye bir serzenişte bulunuyor solumdaki polis. Gün ışığının İstanbul sokaklarına vurduğu dakikalar canlanıyor kafamda. Soğukkanlı davranmaya çalışıyor, kaşlarımı çatıyordum.
“İstanbul’u bilirsin ağabey. Şey, yani amirim. İnsanı nasıldır bilirsin. Her türlü pisliği yaşatır içinde. Hep de öyle insanlar denk gelir bize. Bugün, bu sabah da öyleleri denk geldi bize. Bir yanımda annem bir yanımda ablam sabah yolda yürüyoruz. Fabrikada çalışıyor ablam. Her sabah işine annemle ben bırakırız. Sonra annem işe, ben okula. Yol çalışması mı ne varmış amirim.” Cümleler ardı sıra geldikçe boğazım düğüm düğüm oluyordu. Benden istemesinler o dakikaların ayrıntılarını. Devamını düşündükçe bir tuhaf oluyordum. Sineği kovaladıkça inatla burnumun ucuna konmaya çalışıyordu.
“Evet delikanlı. Yol çalışması varmış. Sonra?”
“Ana yolu kapatmışlar. Ne yapalım ne edelim derken, ara sokaktan devam edelim dedik. Girdik ıssız bir sokağa. İn-cin top oynuyor amirim. Etraf aydınlık ama güneş yok daha ortalıkta. Öyle yürürken işte…” durumumun iyiye gitmediğini sezen solumdaki polis masadaki sürahiden su doldurup elime tutuşturdu.
Bir yudum alıp devam ettim. “İki tane çakal çıktı karşımıza. Baktım, annem de ablam da tedirgin. Diken üstündeler. Kollarından tutup sokaktan çıkarmama vakit kalmadan o iki çakaldan biri beni tuttuğu gibi sırtına aldı. Engel olmayayım diye yoldan bulduğu bir iple beni ağaca bağladı.” Sandalyeyi arkaya fırlatıp ayağa kalktım. Ağlamaya başlamıştım. Karasinek hâlâ peşimdeydi.
Polisler hüzünle beni izlediler. Başka zaman olsa sandalyeyi o şekilde fırlattım diye azar işitmem gerekirdi ama bu sefer görmezden geliyorlardı. “Ne yaptılar sonra?”
“Ne yapsınlar amirim? Elim kolum bağlı, hareket edemiyorum. O iki çakal… Gözlerimin önünde… Anla işte amirim. Söylettirme.” İnce gömleğimi yukarıya sıvayıp ipin tenimdeki izlerini gösterdim polislere. “Sinirden beni bağladıkları ipi kopardım.” Yer yer morluklar ve birçok derin çizikler vardı. “Ama çok geçti. O iki çakal anneme ve ablama tecavüz ettikten sonra tek kurşunla öldürdüler. Birinin tabancası ipi kopardığımda ayaklarımın ucuna düşünce tabancayı kaptığım gibi namluyu adamlara doğrulttum. Bir tane ablama tecavüz edene bir tane anneme tecavüz edene… Silah seslerini duyup da soluğu yanımızda alanlar çoktan polisi aramışlardı zaten. Gerisi malum. Yani haklı olsam da sonum hapis.”
Sorgu odasının köşesine sindim. Polisler zorla ayağa kaldırıp çıkardılar odadan. Yerlerde gezinen gözlerindeki hüzün gözlerimden kaçmamıştı. Duvara konan karasineğe bir tokat yapıştırdım. Siyah bir benek gibi duvara yapışmış sineği izlerken beni adliyeye götürmek için kollarımdan tutan polislere karşı alayla gülümsedim.
Mahkeme. Haklı sanığa otuz yıl hapis. Haksız olsaydı müebbet hapis. Bileğimdeki kelepçenin bıraktığı morluklar, zihnimde canlılığını koruyan o gün, annemi ve ablamı gördüğüm son saniyede bana attıkları bakış, parmaklarımdaki barut kokusu yirmi kişilik koğuşuma konulduğum saniyeden itibaren zihnime kazınmış durumda. Kalın ve köhne duvarlara sahip mahpushaneye adımımı attığımda son kez kafamı kaldırıp güneşe baktım. Kuşların sesini dinledim. Derince bir nefes aldım. Bu geçici mutluluğu uzun süre tatmama izin vermediler. Uzun karanlık bir koridordan geçirdiler beni ve benim gibileri. Küf ve kan kokan onlarca koğuşu arkamızda bıraktık. O kadar itiş-kakışın arasında yine karanlık ve pis kokan bir yere soktular bizi. Kırık tahta bir sandalyeye oturdum. Bir adam büyükçe bir makasla arkama geçip saçlarımı kesmeye başladı.
Önümdeki otuz yıl boyunca uzatamayacağım saçlarım tel tel yere düşerken düşündüğüm tek şey annemdi.
Benim gibi yirmi kişinin daracık bir koğuşta buluştuğu ilk zamanlar tam bir kâbus gibiydi. Uykuda, havalandırma saatlerinde, yemek saatlerinde nefes aldırmadan aralıksız işkenceler ediyorlardı. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladıkça bir kabullenme, bir boş vermişlik artık yapılanları hiçmiş gibi görmemizi sağladı.
En çok yapılan işkencelerden biri falakaydı. Ayak tabanı veya avuç içi gibi vücudun kaslı yerlerine cop, zincir veya kalasla saatlerce vuruluyordu. Altında bir sebep yatmadan sadece zevk için yapılan bu işkencede çoğu mahkûm sakat kaldı. Gardiyanların gülüp eğlenmek için yaptığı işkenceler mahkûmların kendilerinin insan olduklarını unutturuyordu. Mahkûmları çırılçıplak soyup kurt köpeklerini üzerlerine salıyorlardı. Diğer dışta kalan mahkûmlar ise bu manzarayı izlemek zorundaydı.
Gardiyanlar canları sıkıldığında ellerinde kalaslarıyla koğuşlara girer mahkûmların ranzalarının altlarına girmelerini isterdi. Bir ranzanın altına birden fazla mahkûm sığmadığı için çoğu kez gardiyanlardan dayak yedim. Yıllar geçtikçe mahkûmlarda hastalıklar beliriyordu. Her hafta bitlenmeye karşı saçlarımız ve sakallarımız kesiliyordu. Banyo ise ayda bir sefer sabunsuz yapılırdı. Yirmi kişiyi aynı anda yıkamak için hortumla tazyikli suyu mahkûmların üzerine fışkırtıyorlardı. Bizler hücrelerimize gardiyanların yat-sürün komutuyla dönerdik. Bizlerde en çok görülen hastalık veremdi. Vereme yakalanan mahkûmlar sağlıklı mahkûmlarla aynı yerde yemek yemez, aynı yerde uyumazlardı. Gardiyanlar vereme yakalanmış mahkûmları kandırır, balgamlarını test yapılacak deyip karavandaki yemeklere karıştırır ve bu yemekleri tüm mahkûmlara yedirirlerdi. Bunu fark etmek biraz geç olsa da elimizden hiçbir şey gelmediği için kabullenmek zorundaydık çünkü koğuşta konuşma, gülme ve düşünme yasağı vardı. Bizlerden birinin bu eylemlerden birinin yaptığını gören gardiyanlar canları nasıl istiyorsa işkenceye başlıyorlardı. Bazen de geceleri ansızın koğuşa girer ve bizlere işkence ederlerdi.
Artık birilerine insan olduğumuzu kanıtlamak için sağlam delillere ihtiyacımız vardı. Yaşadıklarımız, tazeliğini koruyan o manzaralar, vücudumuzdaki derin yaralar bize insan olduğumuzu unutturuyordu. Değersiz bir parça etten farkımız kalmamıştı. Geçen o kadar yılda kemiklerimin sayılacağı kadar zayıflamıştım. Eski görüntümden eser kalmamıştı. Geceleri gardiyan baskınlarına kendimi hazırlıyordum artık. Yasak olduğunu bile bile geceleri annemi ve ablamı düşünüyordum. Hayatta olsalardı nasıl olurdu? Bir daha olsaydı o adamları öldürür müydüm?
Çürümeye yüz tutmuş bedenim yapılan işkencelere tutsak kalmıştı. Acıyla besleniyor acıyla duruyordum. İşkencelere alışmış, onlar olmadan bir saatimi geçiremiyordum. Konuşmak nasıl bir şey? Nefes almak nasıldı? Peki ya gökyüzü? Koğuşun penceresinden sızan gökyüzü otuz yıldır gri buluttan ibaretti. Güneş görmeyen tenim buruşmuş, çelimsiz kalmıştı. Kırk beş yaşındaki bir adama göre fazla yaşlı görünüyordum. Neredeyse konuşmayı unutacaktım. Koğuşumdaki yirmi adamla seneleri geçirmeme rağmen isimlerini bilmiyordum ve hatta işkence sırasında ettikleri feryatlar dışında ses tonlarını duymamıştım.
2005’in baharında elinde copla koğuşuma gelen bir gardiyan o haberi verdi. Bitti, dedi. Özgürsün. Otuz yılını doldurdun, dedi. Yırtık kıyafetlerimi giyindim. İlk defa dayak yemeden koğuşumdan çıktım. Donuk bakışlı birçok mahkûm beni göz hapsine almıştı. Boyası kalkmış duvarların arasından yürürken geçen otuz yıpranmış yılın her saniyesi kafamda canlandı. Buraya düştüğüm ilk zamanlar otuz yılın bir çırpıda geçmesini isterken şimdi ayaklarım geri geri gidiyordu. Acıyla geçecek günlerimin olmayacağını söyleyen cezaevi müdürüne bakarken gözlerim doldu. İnsan hiç acıyı özler mi? Sanırım ben, özleyeceğim.
İki asker cezaevinin devasa kapısını açtıkları anda nefesim daraldı. Duman altı olan koğuşun havasına alışmış ciğerlerim oksijeni tanıyamadı. Yabancılık çekti ilk başta. Yürümeye başladım. Bir şans daha verselerdi bana, her şey başka olur muydu? Geçen otuz yılda bir yuvam olur muydu?
Nereye gideceğim? Gidecek yerim mi var?
Adım adım yürüyerek uzaklaştım cezaevinden. Bir süre sonra koşmaya başladım çelimsiz bacaklarıma yüklenerek. Tesadüf ki otuz yıl önce iki çakalın beni bağladıkları ağaca vardım. Bambaşka olmuş şimdi buralar. Tek katlı evler yerine apartmanlar yapılmış, yollar yapılmış. Ana yolda yol çalışması falan da yok artık. Güneş tam tepemde. Kuşların sesi ortalığı inletiyor. Yine şafak vakti. Kimse yok. Daha güçlüyüm artık. Değil iki, on tane çakal gelse yine de anneme ve ablama zarar vermelerine izin vermem.
Ağacın tam yanındaki banka oturdum. Ağacın dibinde çatlamış bir kozalak gördüm. Elime aldım. Yaşama son vermek ne kadar günah? Çok acı çektiriyor mu? Çatlamış kozalak iyice çatlıyor. İçindeki kelebeğin çabasını görebiliyordum. Kelebeğin çıkmasını bekleyeceğim ve sonra, özlemimi çektiğim acıya kavuşacağım. Bu kadar kolay mıydı sahiden bir yaşama son vermek? İlahi adalet var derler. Elbet bir gün ben ve ailem de görecektir güneşi. Ama bu hasrete son vermek lazım. Kelebek çatlamış kozalağı kanadıyla aralıyordu. Yardım etmedim. Bana da yardım etmediler. Demediler hiçbir zaman, yaşıyorsun iyi hoş da bunun kötü yanları da olacak, diye.
Sonunda kelebek kozalağından çıktı. Çırptı kanatlarını. Katettiği her yolda bir damla gözyaşı yuvarlandı yanaklarımdan. Kelebeğin arkasından gittim. Ama bir terslik vardı. Kelebek uçamıyor, sendeliyordu. Alçalıyordu ama yılmıyordu. Uçmaya çalıştıkça yere çakılıyordu. Tekrar tekrar deniyordu ama nafile, başaramıyordu. Sonunda kanatları sert kaldırımla buluştu. Çırpındı ama kalkamadı ayağa. Çünkü kimse öğretmemiş ona uçmayı. Tıpkı bana yaşamayı öğretmedikleri gibi. Acı çekmedi kelebek. Kanatları delik olduğu için uçamadığını fark etti ve pes etti. Ben ise yaşamayı öğrenemediğim için pes ediyordum otuz yıl geç kalmış olsam da.
Kanatları delik kelebeği orada bırakıp ağacın yanına döndüm. Çöp konteynırının kenarında bulunan birkaç eşyayı bağladıkları kalın ipi söktüm. Şanslı günümdeydim ki pes etmeme yardım eden şeyler çıkıyordu karşıma. İpi ağaca sardım. Bankın üzerine çıkıp ipi boynuma doladım. Bir saniye, sadece bir saniye düşünüp kendimi ipe teslim edecektim.
Güneş yükseliyordu ama hâlâ kimsecikler sokakta görünmüyordu. Bu sessizlik tenime ürperti veriyordu. Ama korkmuyordum. Acıya kavuşuyordum, anneme ve ablama kavuşuyordum. Son kez derin bir nefes alıp bedenimi serbest bıraktım. Artık ne nefes alabiliyor ne kuşları duyabiliyordum ne de güneşi görebiliyordum. Tam da istediğim gibi.
&
Siyasi nedenlerden dolayı hükümet tarafından o gün sokağa çıkma yasağı kararı alınmıştır. Ne yazık ki hayatına son veren mahkûmun cansız bedenini bir hafta sonra askerler fark etmiştir. Mahkûmun bir kolu çürümüştür ve bedeninden kopup yere düşmüştür. Bu haber, çocukların görmemesi için gazetelerde yayımlanmamıştır. Mahkûmun cenaze törenine bir imam ve birkaç askerden başka kimse katılmamıştır.
Tepkiniz nedir?