Kusurlarım, affedin...

Dert... Bu kelimeyi dilime ve kalbime değdirmemek için öyle uğraşmıştım ki, şimdi dertli gibi görünüyor olmak moralimi bozuyordu.

Temmuz 22, 2021 - 22:38
Ocak 23, 2022 - 19:50
 0
Kusurlarım, affedin...

 

 Sahil kıyısında bir bankta oturmuş, dalgaların büyük kayaları yalayışını izlerken, derin bir nefes doldurdum ciğerlerime.
 İçimde tarifi imkansız bir acı, denizin verdiği huzurla birleşince gözyaşlarıma gülümseyişim eşlik etti.


 Neydi eksik olan ömrümde?
 Her şey tastamamken, beni mutsuz eden şey neydi?


 Ruhumun derinliklerinden bana sürekli fısıldayan o ses, mutlu oluşuma karşı, miğfer ve zırhını takınmış, neden düşman gibi örseliyordu bedenimi?


 Hayatımda her şeyin mükemmel olmasını sağlamışken, gözlerimden akan tuzlu damlalar, bir ihaneti sular gibi süzülüyordu yüzümden ve büyüyordu içimdeki düşman böylece. 


 Ciğerlerim sıkışıyor, aldığım nefesin, hayatta kalmama sebep olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum. 
 Parmağımda takılı olan yüzüğü incelerken, yakında hayat arkadaşım olacak insanın ne kadar kusursuz olduğunu düşünüyordum. 
 Hayatımdaki her şey gibi bunun da son derece kusursuz olmasını sağlamıştım. Duygularımla değil mantığımla şekillendirdiğim dünyamda, kendi ellerimle yaratacağım her acıdan korkan, yanan ateşin bir metre ötesinden dolanan bir insan haline gelmiştim. 
 Bu benim için bir nevi kendimi garanti altına alma isteğimdi veya hayatımın sigortasız oluşundan korkuşumdu. 


 Yaşayacağım sayılı sene, içime çekeceğim sayılı nefes, bir gün batan güneş veya bir gece parlayan Ay’ı son kez görüşümle vadesini dolduracak ve ben gözlerimi sonsuz bir huzur içinde kapayacaktım. Keşkesiz, üzüntüsüz ve eksiksiz... 
 Kılı kırk yaran, bir işi on kere kontrol eden, milimetrik hesaplarla yaşayan ama asla kendi kusurlarımı örtmeye yetemeyen bir insandım. Her kusur arayışımda dahasını bulur, her bulduğum kusuru düzeltmeye çalışırdım. 


 Ve sonunda kendim için güzel bir hayat kurmuştum, iyi bir sosyal çevre, sağlıklı ve fit bir beden, kendime yetebilecek kadar para ve kafamda tasarladığım ‘mutlu bir evliliğe’ yakışır bir adam ile tamamlanıyordum git gide... 


 Ama eksik olan neydi? 
 İçimi sürekli kemiren, kemirdikçe daha da derine inen bu şey neydi? 


 Ellerimi ıslak yüzüme siper ettiğim sırada yanıma birinin oturduğunu fark ederek, oturuşumu düzelttim. 


 Aşağı yukarı seksen yaşlarına yaklaşmış olacağını düşündüğüm, yanıma oturan yaşlı adam, “Seni bir saattir ufuklara baktıran şey ne? Söyle bakalım...” diye sordu aynı ufuğa bakarken. 
 “Hiç...” diyebildim; çünkü hiçti... 
 “Hayret ederim gençlerin dertlerine... Küçümsemek değil ama neredeyse bir asrı sığdırdım bu ömre, o yüzden merakımı mazur gör güzel kızım, yanaklarına değen yaşların sebebi ne?”


 Dert... Bu kelimeyi dilime ve kalbime değdirmemek için öyle uğraşmıştım ki, şimdi dertli gibi görünüyor olmak moralimi bozuyordu.


 Hiddetle çıkışarak, “Ne derdi Bey Amca?! Hiçbir derdim yok benim.” dedim ve yanından kalkıp gitmek için elimi çantama uzattım. 


  Bey Amca gülerek kafasını iki yana salladığında, “Derdin yok demek... Bak bu daha hayret verici.” derken benimle resmen alay ediyordu.
 Sabırla derin bir nefes alıp, “Neden? Herkes dert sahibi olmak zorunda mı? Alışmışsınız acı dolu hayatlara, trajedilerle yaşamaya... Şimdi benim mutlu olmam mı anormal geldi size?” diye sordum.

 İşaret parmağını göğe kaldırdı ve, “Dertsiz bir Allah vardır kızım. Bu yaşıma kadar doğarken kahkaha atan bir bebeğe rastlamadım, hepsi avazı çıktığı kadar ağlıyordu bu yüzden insan acıyla doğar. Acıyı ilk nefesinde tadar ve içinde onunla yaşar...”


 Ne yani? Benim içimdeki tarif edilemez hissin sebebi, bebekken aldığım ilk nefese vücudumun adapte olamaması mıydı?


 “Ben acı çekmiyorum ki... Hiç acı çekmedim hayatım boyunca. Hayatımı yolunda tutmak için çok uğraştım ve tamamen istediğim hayata sahibim.”
 “O yüzden mi ağlıyorsun?” diyerek gözlerime baktığında ne diyeceğimi bilememiştim.
 Uzunca bir süre sorgular gözlerle beni izlerken, benden bir cevap alamayınca bakışlarını denize çevirdi. 
 “Şu denizi görüyor musun?”
 Kafamı sallayarak onayladığımda devam etti, “Uçsuz, bucaksız ve masmavi... Güneşli havalarda rengini tamamen belli eder, herkes hayran hayran izler onu. En güzel zamanının onun masmavi renkteki anları olduğu düşünülür ama sonra bir yağmur bulutu kaplar güneşin önünü, yağdırdıkça yağdırır üzerine çarşaf gibi denizin, rengini bile kaybeder o an. Su bulanır, dalgalar sinirle birbirine çarpar hatta bazen dolup taşar...”


 Yanımdaki yaşlı amcanın bunları neden anlattığına anlam veremez bir şekilde onu dinlerken, şu an ihtiyacım olan son şeyin, bir coğrafya dersi olduğunu düşünüyordum. 
  Bey Amca içimden geçenleri anlamışçasına bana baktığında, yüzündeki tüm hatlar hüzünle belirginleşmişti. 


 “İşte o yağmurlar, denize yaşattığı tüm çirkinliklere rağmen onun eksilmeden dalgalanmasını sağlar, onun için güneşin doğuşuna hazırlık yapar ve bizler tüm o damlalardan sonra yine o denizin sonsuz mavisine hayran hayran bakarız. Sular durulur, güneş açar... Bir bakmış ki deniz, onu yağmalayan yağmur, ona can verenmiş aslında...”
 Dediklerini kafamda tartıp, anlam vermeye başladığım dakikalarda lafa girdim, “Neden anlatıyorsunuz bana bunları?”.


 “Hayatında neyin eksik olduğunu kendi kendine sorma diye çünkü o gözyaşları bile haklı yere akmalı gözünden, yok yere değil...”
 “Hiçbir şey mükemmel olamaz değil mi?” dedim pes ederek.
 “Her şey mükemmelken bile kusurludur, aslında her kusur da güzeldir. Bir hamura bile şekil verirken unu çok koyarsan kaskatı olur, sen güzel olacağını zannedersin ama bir süre sonra yoğuramazsın taş gibidir çünkü... İnsan da böyledir hayatına her şeyi yeterli miktarda serpiştirmeli. Acısı da olmalı bu hayatın, kusuru da...” dediğinde şimdi ne anlatmak istediğini tamamen anlamıştım.


 Mükemmel ve kusursuz olmak için o kadar çabalamıştım ki, ne gerçek bir aşk ne gerçek bir mutluluk yaşayamamıştım. Acıdan kaçarken, gerçek mutluluğu da elimin tersiyle itmiştim.
 “Ben sadece iyi olsun istemiştim...” derken gözümden süzülen yaşlar cümleme eşlik ediyordu.
 “Bak evlat, gerçek mutluluğu tadabilmek için yolun acıdan geçmeli. Geçmeli ki mutlu olduğunun farkına varasın... Rengi dönmeseydi griye hiç, deniz farkına varır mıydı maviliğinin? Hayır... Tıpkı senin gibi... Tıpkı senin mutlu olduğuna kendini ikna edememen gibi, üstelik her şey kusursuzken.”


 Hayatım boyunca içimdeki anlam veremediğim eksiklik hissini, hiç tanımadığım bir adam anlamlandırmıştı... Ne ailem ne bir arkadaşım ne de hayat arkadaşım... Sadece yabancı bir adam... 


 O an aslında kendimi cesur zannederken ne kadar korkak olduğumu, o an kaçtığım acıların aslında anlamsız mutluluğumu doğurduğunu, o an kusursuzluğun bir kusur olduğunu ve benim hayatımın tamamen bir kusurdan ibaret olduğunu anlamıştım.
 “Ben... Ben ne diyeceğimi bilemiyorum. Tek hatam ve tek isteğim mutlu olmaktı.” dediğimde Bey Amca, daha önce orada olduğunu fark etmediğim bastonunu bankın yanından alıp, ayağa kalkmaya yeltendi. 
 “Tek hatan, hatasız olmak isteyişindi. Umarım mutluluklarının farkına varacak kadar deneyim kazanırsın bu hayatta ve umarım bir gün gerçekten mutluluğu elde ettiğinde, bir deniz kenarında saklanarak gözyaşı dökmek yerine, en içten kahkahalarını atarken ellerini dudaklarına siper edersin.”


 Yaşlı amca bastonundan güç alıp ayağa kalktığında, yaşlılıktan mıdır yoksa bir rahatsızlıktan mıdır bilmem, adımlarını zar zor atabiliyordu. 
 Hiçbir şey diyememiştim ona, ben de arkasından seslendim, “Teşekkür ederim!”. 
 Bir iki adım sonra durup başını çevirdiğinde, “Ne alimim ne de akıl hocası ama bu değnek bile mutlu ediyor beni, yürümemi sağladığı için... Gerçek mutluluk işte budur.” dedi ve yoluna devam etti.


 Derin bir nefes aldım ve gözyaşlarımı silerek gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. O an yüzüme damlayan bir yağmur tanesi güldürdü beni... Evrenin harika zamanlaması bu defa kaçmak yerine beni kendisine çekti.
 Ellerimle sımsıkı topladığım at kuyruğumu açarken, saçlarımın rahatladığını hissettim. Ayağa kalktım ve denize doğru yaklaştım. Onun için de benim için de gri olma vakti gelmişti sanırım...


 Yağmur bir anda bardaktan boşanırcasına yağmaya başladığında hayatımda ilk defa başıma herhangi bir şey siper etmeden, kollarımı açarak onu karşıladım.
 Yağıyor, yağdıkça ruhumu arındırıyordu sanki...


 Kahkahalarım, yağmurun yere çarparken çıkardığı sesle karışırken ben de kendimle karışıyordum.


 Yüzümü sırılsıklam yapan damlalar, kendimi bildim bileli makyajla kapatmaya çalıştığım doğum lekemi açığa çıkarırken, onu neden saklama isteği duyduğumu düşündüm...
 Bana ait bir kusur olarak gördüğüm şey aslında bana ait ve beni ben yapan tek özel şeydi...


 Artık hayatımda neyin eksik olduğunu anlamıştım. Artık içimde benliğimi kemiren şeyle tanışmış ve onu kabullenmiştim.
 Eksik olan şey kusurdu, fazla olan ise mükemmellik sevdası... Ne acı, kötü bir hayatım olacak diye hiç yaşayamamış olmak. Ne acı, bir gün üzülürüm umuduyla hiç aşık olmamış olmak ve yine ne acı bunları anladığım an hayatımın tamamen değişmiş olacak olması...


 Bundan sonra ateşin ortasına atlamasam bile en azından yerde bulduğum bir çıta parçasını içine atmaktan korkmayacağım...
 Bundan sonra yağmurlarda ıslanmak rahatsız etmeyecek beni... 
 Eksikleri tamamlarken, elimdekilerden olmayacağım artık. Ben, ben olduğum için elimde olacak her mutluluk.

Ve kusurlarım, affedin... 


 Kaçtığım hatalarım, yaşamaktan korktuğum yanlışlarım, artık içimde büyümenize gerek yok. Sizden korkmuyorum...
 Yaşıyorum sadece; sırılsıklam, korkmadan ve tüm benliğimle...
  

Aysu GİRGİN 

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

Aysu GİRGİN Aysu Girgin, 8 Aralık 1995 yılında, İstanbul'da dünyaya geldi. Evli ve bir çocuk annesi olan yazar yaşamını, memleketi olan Tekirdağ'da sürdürüyor. Öğrenimini Namık Kemal üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlamış ve roman alanında çeşitli eserler ortaya koymuştur. Basılı ilk eseri olan Masal Gibi, Mustafa Tenker yayın grubu tarafından yayımlanmıştır.