KİŞİSEL GELİŞEMEME GÜNLÜKLERİ-1
Sıradan bir blog
RUHUN ASTARI
Üzüntünün/yasın beş evresi, namıdiğer kubler-ross modeli bize ne anlatır? İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Yeşil, kendini seven ve çevresine yardımcı olmaya çalışan bir kurbağadır. Bir gün göle gider ve sudaki yansımadan kendine bakar.
Bir insanın anlatmaya çalıştıklarını hissetmek ve bilmek istemek bunun başarılabileceği anlamına gelmez. Konuşmak, sınıflandırmak, kendini ifade etmek hiçbir zaman ruhunu doyurmak zorunda değildir. Paranoyaklık veya çok fazla düşünerek işleri daha da karmaşık hale getirmek istenilerek yapılan bir şey değildir.
Mavi, bir balıktır ve o kadardır, başka bir özelliği yoktur. Bir şansı olsa ve sorulsaydı da şu ankinden farklı olmak istemeyecek bir balıktır. Türü, rengi, büyüklüğü yoktur. Öyledir işte. Göğsünün acıması kimi kitaplarda bir semptom bir fiziksel acıdır. Kimi kitaplarda ise öyledir. Öyle. Bir insan kendine aşırı üzülmekten okyanuslaşma teşhisi koyabilir mi? Ya da koysa çevresindeki insanlar ona inanır mı? Yoksa ilgi çekmek istediğini ya da moralinin bozuk olduğunu normal genelgeçer bir bunalımda olduğunu mu düşünürler? Gerçekten inansalar bile çaresiz şüpheci olan kişi inandıklarını mı düşünür? Bir kişinin depresyonu çocukluğuna dayanabilir mi? Yetişkinler çocuklar ergenliği bitirinceye kadar onlarla dertleşmemeleri gerektiğini tahmini ne zaman öğrenirler?
Sakinlik, ölümcül bir durağanlık, olayları karşılamadaki soğukkanlılık geçmişle ilgili bir kabullenme ve öğrenme sonucu mudur? Çok fazla soru sormak kimsenin hoşuna gitmez özellikle de kendinize soruyorsanız. Sarı; koskocaman, parlak mı parlak bir fildir. Üzgün bir fildir. Okyanusta yüzememeyi kendine dert edinmiş bir fil. Kirpikleri ağlamaktan mı yoksa sürekli boğulurken kurtarıldığı için mi ıslaktır bilinmez ama her seferinde bir öncekinde neredeyse boğulduğunu unutmayacağı bilinir. Bireysel ve iç dünyanızla yanıtlamaya çalıştığınız sorular, o anki durumlarda yol gösterici olabilir. Kendinizle barışmanızı ya da kendinizden nefret etmenizi sağlayabilir.
Kıvrımlı beyin haritanızda bir suçluyu aramak eğer besbelli siz değilseniz zordur. Eğer sizseniz çok çok zordur. Çünkü arama evresine geçtiyseniz bariz olan suçluluğunuzu inkar edebilecek argümanlarınız var demektir. Direkt ayan beyan olanı görüp suçluluk ve vicdan aşamasına geçmeniz ise genellikle iki nedenden kaynaklanır:
1- Kendinizle barışık, öz eleştiri yapabilen olgun bir insansınız.
2- Birinci maddeyle alakanız yok. Mağdur edebiyatı yapabilmek veya “Evet, hepsinin suçlusu benim! Zaten başkası olamazdı, hayatım boyunca hep en suçlu bendim” gibi cümlelerle self benliğinize acırsınız. Bir yandan da isyan ve kızgınlık baş gösterir.
Ortada suçluluk hükmü verilecek bir şey yoksa her şey daha da karmaşıktır. İçinden çıkılmaz bir hal alır. Tıpkı çözmeye çalışırken kaybolacağın bir labirent gibi.
Beynimizin düşünme ve karar verme yetisi kaynar su dolu bin metreküp bir kazanın milyonlarca insan üstünde asılı duran ince oya ipinin üzerinden kayarak karşıya geçmesi gibidir. Mor, eşsiz bir balıktır. Onu gören herkesi güzelliğiyle kör eder. Gözleri yerine iki tane altın oyma vardır. Yüzgeçleri yerine ise bir çift melek kanadı vardır. Suyun tanrıçasıdır. Ama yine de düşünerek bu düşüncelerimizi insanlarla paylaşarak işlerimizde yol alırız hatta bazen sonuca ulaştırırız. Ne hissettiğini söylemekten daha insani bir olay varsa o da karşındakinin hissettiklerinden etkilenmektir. Hiç birinin yerinde olmak ve çektiği tüm acıları çekmek istediniz mi? Yer değiştirmek? Ya da acaba tüm bunları anlık üzüntü ve merhametle söylediniz/düşündünüz ve şu an olsa yapmaz mısınız? “Bilemezsiniz bunu bilemezsiniz” işte tam olarak böyle kendinizi kandırdığınız içten içe bildiğiniz bir gerçek.
Herkesin seksen eli kanda olsa yine aradığında açacağı biri vardır. İçinizi rahatlatmak için söylüyorum ve yine genellikle bu insanların ortak yönleri telefonu açılan kişinin bırakın kanı ortalama sevdiği bir diziyi bile bölemeyecek olmalarıdır. Acınası ama vazgeçemediğimiz değer verme alışkanlıkları uzun vadede üzer. Bir balon teorim vardır böyle durumlarda hep aklıma gelen:
Eğer elinizde balonunuz varsa ve bunu karşınızdaki kişiyle oynamak istiyorsanız ona gidip sormayın. Direkt balonu ona atın o da karşılık versin.
Maalesef bu sadece balon oynamak konusunda işe yarayan bir teoridir. Mesele değer vermek olduğunda eğer önce değer verip karşıdan da aynı değeri göstersin diye beklerseniz genellikle sizinki kadar yüksek potansiyelli hareketler, özveriler göremezsiniz. Çünkü sonuçta ilk adımı atan sizdiniz eğer bulduğunuz şeyden memnun değilseniz geri adımı da atabilirsiniz gayet fevkalade bir biçimde. Karşı taraf da böyle bir üstünlüğü varmış gibi hisseder çoğu zaman. Eğer siz onun bu davranışını tolere edip bir adım daha atarsanız balon oyunu değil kovalamaca oynarsınız. Kırk yılda bir hep balonu ilk atan insanların tutulması olur ve biri diğerine o balonu atar, en güzel dostluklar-ilişkiler böyle kurulur belki de. Mesele balon atanları seçebilmektir. Onları gözünden anlayabilmek ama ayarı kaçırmamak; çok fazla ilk balonu atmış bir kişi bunu yeniden denemek istemeyebilir, karşılık veren tarafına geçiş yapabilir.
Kırmızı, yani ben; bir can verenim. Kendinin katili. Duygularını anlamlandırmaya çalışan ve kendiyle bir monoloğa ihtiyaç duyan bir kırmızı. Çevresine hep güler yüzlü olan kimseyle en ufak bir sorunu olmayan insanların sevdiği ya da buna inandırdığı bir kişiyim. Kendi monoloğunda bile hiperaktivite ve dikkat dağınıklığından esintiler vermeyi marifet bilen biriyim. Mavi olmayı isterdim ama mor olmayı daha önce istedim onun yerine sarı oldum. Yeşildense hep en uzak olduğumu sandım ama aslında hep yeşildim çabaladım ve onu aynaya baktığımda görebildiğim bir renk haline getirdim. Sarının kardeşi kırmızıya geçişim ise pek kolaydı…
AYRİZ ÖYKÜ GÜR
Tepkiniz nedir?