SANA DOĞRU/2
Ölümün açtığı en büyük yara kimsesizliktir.
//Karanlığın İçinde Kalanlar//
Sıradan bir gündü. Belki de canımı sıkan en büyük gerçek, bugünün diğer günlerden farklı olmamasıydı. Dizilerde veya filmlerde kötü bir şey yaşanmadan saniyeler önce, kişinin kalbi ağrır, fotoğraf çerçevesi kırılır, bir huzursuzluk çöker insanın içine… Oysa dediğim gibi, oldukça sıradan bir gündü.
Her zaman ki saatimde uyanmış, günlük rutinimi gerçekleştirmeden önce sevdiğim adama günaydın mesajı atmıştım. Her zaman benden yarım saat önce uyanır, kahvesini alır ve bilgisayarının başına oturarak kahvesi soğuyana kadar yazardı. Günaydın mesajından sonra evimin sessizliği dağılsın diye hareketli bir şarkı açmış ve sözlere eşlik ederek hazırlanmaya başlamıştım.
O günün hangi noktaya evirileceğini anlamış gibi zorlu dakikaların sonunda siyah yarım kollu bir elbisede karar kılmıştım. Belki de bugünü sıradanlıktan uzaklaştıran tek an o siyah elbiseyi giyinip, evden çıktığım andı, gerisi oldukça sıradandı.
Otobüs yayınevine yakın durakta durana kadar onunla konuşmuş ve dudaklarımdan eksik olmayan bir gülümsemeyle ofise geçerek yeni başladığım tasarımın başına oturmuştum. Anlaşması ancak tamamlanmış ve son kararı verilmiş olan klasik bir aşk romanının kapağına uygun yazı stilini seçmeye çalışırken telefonum üç kere çalmış ama yoğunluktan ve ortamın hararetinden sesini kısmak durumda kalmıştım. Telefon ikinci ve son kez çaldığında ise Nida Hanımın yanına çağırıldığım için sonra dönerim diyerek açmadım. Ama telefon bir daha hiç çalmadı, hiç…
Mesai saati sona erdiğinde günün yorgunluğunu omuzlarıma atarak işten çıkmış ve dün gece söz verdiğim yemeği hazırlamak için markete uğradım. En sevdiği makarnadan yapmam karşılığında en sevdiğim tatlıyı yapacaktı, doğrusu tatlıyı yapmasa bile ona yemek hazırlardım. Başka bir ihtiyacı var mı diye sormak için aramasına geri döndüğümde telefonumu açmadı. Belki de hala masasının başındaydı, kelimelerinin arasına kaybolmuş ve dünyayla bağını kesmişti.
Elimde torbalarla üç kat merdiveni ona yemek yapacak olmanın heyecanıyla çıkıp, çantamdaki anahtarı tek elimle bulup kapıya takarak kilidi tek hamlede döndürdüğümde karanlık karşıladı beni. Dışarıdan da ışıkların kapalı olduğunu görmüştüm ama holün ışığını her zaman açık bırakırdı, karanlıkta kalmayı sevmezdi o. Elektrikler gitse bile mum yakar, fenerle aydınlatırdı evinin odalarını. Benim kalbimi de öyle aydınlatmıştı. Her odasına bir mum bırakmış, o mumun ateşini hep taze tutmuştu, oysa saniyeler sonra kalbimin içindeki tüm ışıklar solacak, karanlığın sonsuz gibi bir zaman dilimi içerisinde baki kalacaktı.
Evin içine girip kapıyı arkamdan kapatmıştım. “Ben geldim,” demiştim hala gülümseyen sesimle. Ben geldim, sana geldim. “Neredesin?” Bu cevapsız sorular sonraki günlerde devam edecekti. Ben geldim, sen neredesin? Ve asla, asla cevap alamayacaktım, tıpkı telefonlarıma alamadığım gibi…
Sabah nasıl sıradan bir güne uyanmışsam, adımlarım kötü ihtimallere inanmak istemezcesine hızlı ve alışıldıktı. Elimdekileri bırakmadan, bir an önce güvenilir kucağına kavuşmak için oturma odasına gittiğimde karşılaştığım karanlığı aydınlattım ve tam o anda karanlığa gömüldüm. Elimde ne var ne yoksa hepsi yerle buluşurken dudaklarım sımsıkı kapanmış, gözlerim kırpılmaksızın öylece ona kilitlenmişti.
Yere yığılışım, onun havada asılı olan bedeni kadar hafif olmuştu ama benim dizlerim acımıştı. Onun canı yanmazken ben acıların içinde kalakalmıştım.
O her şeyden kaçmayı başarmıştı ama ben ne ondan kaçabilmiştim ne de ölümünden.
Elimde olsa unuturdum o anı. Onu unutur ve terk ederdim bu şehri. Kalbim adını ölümün kanlı harfleriyle yazmış, aşkın bencilliğine sarılmış bir yüreği olmasaydı onu ve geri kalan her şeyi unuturdum ama yapamadım. Onu unutmak kendimi terk etmek, yaşadıklarımıza ihanet etmek olurdu. Tıpkı, ben küçükken arkasına bakmadan her şeyi terk ederek babama ve kızlarına ihanet eden annem gibi çekip gitmek demekti ama ben öyle olmayacaktım. Unutmak kolaydı, esas zor olan kalıp her şeyi ayrıntısıyla hatırlamaktı. Ben kaldım, hatırladım, gecelerce ağladım ve nihayetinde karanlığa gömüldüm.
Gözümden akmaya cesaret edemeyen yaşlarım, hislerini dondurmuş zihnim ve acıyı ince bir elektrik akımı gibi ruhuma salan kalbimle birlikte belki saatlerce orada oturmuştum. Çok geçmiş ya da geçmemişti, bilmiyorum. Tek yaptığım ipin ucunda sallanan rengi solmuş bulut kadar beyaz bedenini seyretmekti. Sonra bir çığlık, bir feryat duydum. Aydınlanmış dünyanın içinde açık kalmış ve işlevini kaybetmiş sarı bir ışığın, ölü yüzüne vurduğu keskinlik kadar acı bir çığlıktı beni içine daldığım topraktan çıkaran. Bir daha göremeyeceğimi biliyormuş gibi doya doya izlemiştim onun güzel suretini. Kız kardeşinin çığlıkları ardından kalabalığı getirirken ben oturduğum yerden kalkmış ve pencerenin kenarında bulmuştum kendimi. Kız kardeşinin sesi, komşuların meraklı sorularına, hayret feryatlarına ve sonunda polis sirenlerine dönüşmüştü. Birinin kolumu tuttuğunu, beni sarstığını ve bana sorular sorduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Boynu ipten ayrılmış, bedeni evin ortasına yatırılmıştı. Üzerine bir örtü örtmüşler, sarılmayı sevdiğim bedeni şişmiş halde benden uzakta yatarken tek derdim buymuş gibi inip kalmayan göğsüne bakıyordum.
Acı o kadar saattir kalbimdeydi ki beynim gerçeği idrak ettiğinde ağlamayı bile fırsat bulamadan alıp götürmüşlerdi bedenini. Sokağa inmiş, yanımda ağlayan annesi, kız kardeşi ve en az benim kadar sessiz olan babasıyla birlikte bindirildiği arabanın arkasında kalakalmıştım.
Kimsesiz, annesini, babasını kaybetmiş bir çocuk gibi kalabalığın içinde, onca insanın arasında yapayalnızdım. Gideceğim yönü, dökeceğim yaşı bilmiyordum. Ben öylece uzaklaşan arabaya bakarken, benim bilmediğim ve hesaplayamadığım bir şey olmuştu. Araba sağa dönerek gözden kaybolurken zihnimin bütün temelleri depreme kapıldı, görüntüler birbirine karıştı. Sinsi bir çınlama kulaklarımı ele geçirirken tüm gücüm ellerimden ve ayaklarımdan çekilmiş, dizlerim asfaltın körelmiş taşlarına çarpmıştı. Gözlerimin önüne karanlık çöküyor, karanlığa küçük yıldızlar kayıyordu. Sesler buğulu ve uzak çınlamalar gibiydi. Suratıma su çarpılıyor, üşüyorum. Bedenimi kaldırıyor biri, taşınıyorum. Kapalı gözlerimin içi cayır cayır yanıyor, ince bir damla gözümün kenarından sızıyor, şimdi nefes alamıyorum.
Bir anda ip geçiriyorlar boynuma, nefesim kesiliyor toprakta uyanıyorum. Sağım solum boş. Kimsem yok, ölüp ölmediğini bilmediğim bir annem ve gidişle kahrolmuş bir babam var oysa. Üç kız kardeşim, babaannem var. Kimsem yok değil ama yok işte. Yapayalnız kalmışım toprağın altında.
Uyanıyorum, her şey farklı. Renkler solmuş, o gitmiş yok artık. Bir yatağa uzanmış, bekliyorum. Kaç yıl oldu? Ne kadar zaman geçti onsuz? Yattığım yerde sağa dönüyorum, onun yatağındayım ama o yok. Bacaklarımı karnıma kadar çekiyor ve yalnız kaldığım yatakta küçüldükçe küçülüyorum. Kısık bir inilti çıkıyor dudaklarımdan, yaşlarımla buluşuyor yastık. Sesim çıkmıyor, bedenim fırtınaya kapılmış gibi sarsılıyor. Artık olmadığını düşünmek bile nefesimi kesmeye yeterken bu gerçeği bilmek ölüme yaklaştırıyor beni. Sımsıkı sarıldığım yastıkta, sesimi çıkarmadan ağlarken karanlığın içindeki ilk anım bu oluyor.
Çok sıradan bir gündü. Aklınızın alamayacağı kadar sıradan. O son kez aradı, ben açmadım ilk kez ve o öldü. Bir ilmek attı, bıraktı kendini; bir kuş misali salınırken havada ne kanat çırptı ne ses çıkardı…
Tepkiniz nedir?