ELİMDEKİ GELECEK (ROMAN)

16 yaşında ailesi ile birlikte kaza geçiren Afra, komadan çıktıktan sonra hayatını komple etkileyecek özel bir güce sahip olur. Geleceği görmek. Edineceği yeni arkadaşlıklar onu hayata bağlasa da yaşadığı kötü birkaç olaydan sonra yaşamak istemez. Onu o dipsiz kuyudan çıkaran ve her zor zamanında yanında olan Çağan, git gide Afra’ya aşık olur. Gerçeklerle ve seri bir katil ile yüzleşen Afra, artık hayatının eskisi gibi olmayacağının farkına varır.

Mart 20, 2022 - 01:44
Mart 20, 2022 - 01:44
 2

1. Giriş

Giriş

GİRİŞ

Karşımda nazlı nazlı süzülen bulutlara baktım. Ciğerlerime sadece temiz hava değil, bir nebze de hasret doluyordu her iç çekişimde. Önce geçmişime baktım, düzenli mutlu hayatıma. Sonrada geleceğime baktım hiçbir şeyin yolunda gitmediği anlara, sonra derin bir nefes daha aldım. Ya her şey geçip gidecekti ya da ben bu hayattan çekip gidecektim. Defalarca ölümün eşiğinden dönsem de her seferinde ruhum bedenimden çıkmamak için çaba sarf etmişti. Ben kendimle verdiğim savaşı kaybetmeyi seçmiştim. Çokça düştüm yere ve de çokça kalktım ayağa. Hayat bana yere her düştüğümde, ayağa kalkmamı öğretti. Bende hep çevremdekilere öğretmeye çalıştım, başarabildim mi orası muamma ama sonuçta hepimizin öğrenmesi gereken tek şey elimizden tutan kişinin eninde sonunda hep kendimiz olması. İşte sırf bu yüzden yaşıyorum hayatı, ölsem de ölmesem de kimsenin umurunda olmayacağım. Bugün kendime bir söz verdim. "Yaşanmamış bir hayatta ölmeyeceğim." Her zamanki penceremden baktım yine manzarama, her gün gördüğüm bu manzaraya çoğu kez isyan ederdim. "Ya bu adam üç senedir arabasını kapısının önünden neden kıpırdatmıyor acaba?" Şimdi ne mi yapıyorum? Her gün o isyan ettiğim manzaramı keşke tekrar görsem, o günlere geri dönebilsem diye ağlıyorum. Kelebek etkisi dedikleri şey geldi başıma, küçücük bir olay tüm geleceğimi ve de geçmişimi değiştirdi. Geçmişime sürekli özlem duyacağım bir hale geldim, geçmeyen hasretim aslında geçmişimeymiş. İnsan seneleri özler mi, ben seneleri bile özlüyorum. O yan yana duran sayıların kimse için bir önemi olmayabilir ama benim için çok önemli. Ben o senelerde yalnız değildim, yanımda ailem vardı. Anılarım vardı, birlikte yaşadığımız birçok saat dilimi vardı. Saniyelerin bile önemi vardı. Şimdi ise haftanın hangi gününde olduğumuzu bile bilmiyorum. Ve son olarak, İnsan sevdiğine zarar verir miydi?

2. YANILSAMA

YANILSAMA

1.BÖLÜM

"YANILSAMA"

"Rüyalar, gerçeğin habercisi midir?"

Merhaba ben Afra. Az önce gözlerimi açtım ve uzun bir süre nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Boğazımdaki demirimsi tat içimi ürperterek tüm bedenimi titretse de kısık gözlerimle etrafımı incelemeye başladım. Upuzun gökyüzünü delen ağaçlar gördüm, sonra kafamı yavaşça sağa döndürdüm. Yere dökülmüş çam ağacının iğnelerinin, rüzgarla ettikleri raks gözlerimi kamaştırsa da saçlarımı okşayan rüzgâr ayağa kalkmam gerektiğini söylüyordu. Yattığım yerden yavaşça doğruldum ve etrafımı incelemeye devam ettim. Yerdeki toprak çam ağacının iğneleri ve kozalaklarla doluydu. Çıplak ayaklarımı gıdıklayan toprak, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar ile anlaşmış gibiydi. Derin nefesler eşliğinde içime çektiğim oksijen, sanki bana “Sonun geldi.” diyordu. Ben ise tam tersini hissediyordum. Henüz buradaki bu ıslak toprak kokusunu içime büyük bir mutlulukla çekerken sonum gelmiş olamazdı. Yerden destek alarak ayağa kalktım. Kahverengi saçlarım rüzgârdan savrulmaya devam ederken, çıplak bedenim soğuktan titremişti. Uçsuz bucaksız bir ormandaydım ve nereye gideceğimi bilmiyordum. Belki bir yol bulurum diyerekten soluma doğru döndüm ve yürümeye başladım. Arkamdan gelen köpek havlama sesleri ile korkudan tüylerim diken diken oldu. Koşmaya başladım ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar iyiydi. Köpeklerden mi yoksa iç sesimden mi kaçıyordum? İç sesinden, kafasındaki seslerden kaçar mıydı insan? Kaçardı, belki de köpekler bahaneydi. Ben kendimden kaçmaya çalışıyordum. Dört tarafı denizle çevrili olan bu adadan çıkışım yoktu ve ben uçsuz bucaksız ormanda koşuyordum. Umut yaşatırdı insanı. Belki çıkışı vardır diye umutluydum. Çaresizsem eğer, her zaman bir çıkış yolunun olduğuna inanıp içimi rahatlatmaya çalışırdım. Günlerim genelde böyle geçerdi ve ben her gece yastığa başımı koyduğumda, gözyaşlarım ile gülümserdim yalnızlığıma. Yine yalnızdım. Koştuğum ormanın, ortasına gelmiştim sanırım. Bir ağacın dalına asılmış olan beyaz elbise çekti dikkatimi. Uzandım ve ulaşamadım. Sonra dallar yavaşça bana doğru eğildi ve elbise kendiliğinden düştü kollarıma. Elbiseyi hızlıca vücuduma geçirdim ve çıplak ayaklarımla kendimden kaçmaya devam ettim. Köpek seslerinin yaklaşması ile hızımı arttırdım ve ayağıma batan her şeyi yok saydım. Neden yalnızdım? Çarptığım siyah gölgeyle beraber sertçe yere düştüm ve acıdan dolan gözlerim ile kafamı yukarıya kaldırdım. Simsiyah bir gölgeydi ve yüzü yoktu. Gölgeydi, ona dokunamazdım, onu hissedemezdim. Ama ona çarpmış ve de hissetmiştim. "Kalk." dedi, kalktım ayağa ve karşısına dikildim. Başımı kaldırdı elleriyle ve "Gel." dedi. Yürümeye başladı ve peşinden gittim. Bir uçurumun başına gelmiştik birlikte. Diğer üç gölgeye daha baktım, onlarda siyahtı ve aynılardı. Yürüdüm ve yanlarına vardım. Önlerinde, yerde yatan üç tane beyaz bir çarşafa sarılı bedenler vardı. Bu korkunçtu ama korku hissetmiyordum. Bedenlerinden anlaşıldığı üzere bir erkek, bir kadın ve bir bebek vardı. Ölmüşler miydi? Gölgeler bana doğru döndü ve "Bize yardım et." dediler, aynı anda. O an ki cesaretle sanırım, "Tamam." dedim. Solda kalan gölge, erkek cesedi uçurumdan aşağıya doğru yönlendirdi ve bana doğru döndü, "Gel ve ittir." İtmeli miydim? Nerede olduğumu bilmiyor, gölgelerin hareket edebilmesine şaşırmıyordum ama önümdeki cesetleri itip itmeyeceğimi sorguluyordum. Yanına doğru yavaş adımlar ile ilerledim ve eğilip cesedi ittirdim. Beyaz çarşaf bedenine dikilmiş gibi, hiç açılmadı ve uçurumdan aşağıya sertçe yuvarlanan cesede kan yayıldı. İçimde vicdan azabı hissetmeli miydim? Belki evet ama şu an hiçbir şey hissetmiyordum. İç sesim lal olmuş, kafamı kurcalamıyordu. İç sesimiz olmasaydı vicdansız insanlara mı dönüşürdük? Diğer gölge diğer bedenin yanına gitti ve uçurumun yanına sürükledi. Bana doğru döndüğünde, yanına gitmem gerektiğini anladım ve yine yavaş adımlar ile kadın cesedinin yanına ilerledim. Kendimden emin bir şekilde sanki böyle bir şeyi hep yapıyormuşum gibi profesyonelce eğildim ve başı ile belini ittirip, bedeninin sertçe yuvarlanmasını izlemeye başladım. Bu sefer diğer bedende olduğu gibi olmadı ve kan ayakları yerine, kafasının olduğu taraftan yayılmaya başladı. İçim titredi. Diğer gölgeye geldi sıra. Çok küçük bir bebek cesediydi, getirip kucağıma bıraktı. Neden bir bebeğe bunu yapmam gerekiyordu? Sorgulamadım, uçuruma doğru ilerledim ve kendimi kucağımdaki bebek ile birlikte aşağıya attım. Bu sefer kan nereden yayılmıştı? Gözlerimi açtığımda terler içerisindeydim. Bu nasıl bir rüyaydı böyle? Yataktan hızlıca kalktım ve kendime gelmek için duşa girdim. Duştan sonra üstümü giyindim ve odadan çıktım. Koşa koşa mutfağa indim, "Günaydın anneciğim." deyip yanağına bir öpücük kondurdum. Annemle aramdaki iletişimin hayranıydım. "Günaydın prensesim, bu heyecanın bugün kardeşini görecek olmandan mı?" "E tabii ki, ilk defa abla olacağım." Evet yanlış duymadınız ben 16 yaşımda ilk defa abla olacağım. Bunca yıl tek çocuk olmak ve üstüne kardeş gelmesi... Sanırım şimdiden alışmam gerekecek pabucumun dama atılmasına. Böyle içim bir kıpır kıpır çok farklı hisler içerisindeyim. O duyguyu tatmak abla olmak, şimdiden çok farklı hissetmeme sebep oluyor. Kahvaltımı güzelce yaptım ve odama üstümü giyinmek için tekrar çıktım. Beyaz yeni aldığımız elbiseyi giymeye karar verdim ve hemen üstüme geçirdim. İnce telli kahverengi saçlarımı saldım ve aynada son kez kendime baktım. Gayet güzel olmuştum. Şimdi babamı bekleyecektik. Tam o sırada annemin bana seslendiğini duydum. "Afra, baban geldi gidiyoruz." Aşağıya indiğimde annem ön koltuğa oturmuştu bile. Hemen arka koltuğa geçip kemerimi taktım. Annem 5 aylık hamileydi ve kontrole gidiyorduk. Son zamanlarda babamda bir farklılık vardı. Bir gariplik olduğunu seziyordum ama ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Oldukça sessiz ve yorgun gözüküyordu. Yolda dışarıyı izleyerek uyuya kaldım. Annemin bağırışları ile gözlerimi açtım. Babam direksiyon başında bayılmıştı. Kafası direksiyondaydı ve kornaya basıyordu. Her şey çok ani gelişti, önümüzdeki kamyona doğru son sürat hız ile gidiyorduk.

3. YÜREĞİMDEKİ ŞARAP-NEL

YÜREĞİMDEKİ ŞARAP-NEL

 “2.BÖLÜM

“YÜREĞİMDEKİ ŞARAP-NEL”

“Rüyalar, gecelerin akvaryumudur.” - Victor Hugo

Çok şiddetli bir biçimde kapanan kapı sesi ile irkildim. Sağıma baktığımda daha önce hiç bulunmadığım bir odadaydım. Koyu kahverengi meşe kapıdan gözlerimi ayırdığımda etrafı yeni yeni idrak edebilmeye başlamıştım. Yerler daha açık tonda bir kahverenginde, dolaplar ise kapı ile aynı tondaydı. Odanın kasvetli olması göğsümdeki ağrıdan mı kaynaklıydı? Göğsümdeki ağrı demişken bu nasıl bir ağrıydı böyle. Yıllarca kafesinde aç tutulan bir aslan, sanki tam göğüs kafesimin orta yerinde serbest bırakılmıştı. Her düşündüğüm şey ile birlikte pençelerini içimde bir sağa bir sola vuruyor, acımı dayanılmaz bir hale getiriyordu. Düşüncelerimden sıyrılıp harekete geçmem konusunda karar kıldım. Önümdeki üç basamağı hızlıca çıkıp kapıyı yavaşça araladım. Uzun, sessiz bir koridordu burası. Sağda ve solda iki ışık vardı, duvara sabitlenmişti. İlerlemeye başladım ve ışıkların altındaki büyük tablolara bakmaya başladım. Birisinde genç, bakımlı bir erkek duruyordu, tam karşısındaki tabloda ise küçük erkek bir çocuk. Birbirlerine çok benziyorlardı belki de küçüklük fotoğrafıdır diye düşünüp ilerlemeye devam ettim. Bu sefer ilk odadaki gibi aynı dolaplardan gördüm, yaklaşıp üstüne baktım ve koridordaki büyük tabloların aynısının, orta boyutta çerçevelere konulduğunu fark ettim. Vazolar ve süslemeler bu evin korkunçluğunu bir nebze de olsa azaltıyordu. İlerlemeye devam ettim, yine üç basamak çıktım ve yine aynı kapıdan açtım. Hep aynı odalara mı çıkıyorum acaba diye düşünsem de ışıkların altındaki tabloların farklı olduğunu fark ettim. Işıklar git gide azalıyordu sanki, bu oda öncekinden biraz daha karanlıktı. Tablolara baktığımda annemi gördüm, göğsümdeki ağrı öyle bir vurdu ki bayılacakmışım gibi oldum. Anne gel ve çıkar bu yüreğimdeki aç aslanı, gel ve çıkar beni bu karanlıktan diye bağırasım vardı. Ama burada beni ne annem bulabilirdi ne de kendim. Bilincim işlemiyordu sanki, ilerlemek istemesem bile ilerliyordum. Eğer beynime uymazsam bu oyun hiç bitmeyecek gibiydi. Kaderimi kabullenip yürümeye devam ettim. İleride yine aynı dolaptan gördüm ve üstüne baktım, annemin bir fotoğrafı daha vardı. İlerlemeye devam ettim, üç basamak çıktım ve koyu kahverengi meşe kapıyı açtım. Yine başa sardı bu oyun diye söylenerek yürümeye devam ettim. Bu sefer koskoca koridoru tek bir ışık aydınlatıyordu. Parmak uçlarımda ilerleyip tabloya baktım, babam. Sanki tablodan bile her zamanki şefkati ile bakıyordu. Gözlerinin içine bakıp, "Buradan nasıl çıkacağım, bana yine yol gösterir misin babacığım?" diye sordum. Cevap gelmeyeceğini anladığımda içim burkuldu ve yoluma devam ettim. Üç basamak daha çıkıp, kapıyı açtım. Bu koridorda git gide kararıyordu. Önümdeki tabloya detaylıca baktım, kahverengi saçlı güzel bir kız bana gülümsüyordu. İlerlemeye devam ettim ve basamakları çıkıp kapıyı açtım. Bu sefer gerçekten en başa dönmüştüm. Karşımdaki kapı ağlıyormuş gibi yüksek bir gıcırtı sesi ile açıldı. Sona geldiğimi fark ettim ve kapıdan çıktım. Gözlerimi araladığımda bembeyaz bir odadaydım. Elimde takılı bir serum ve göğsümde bir sürü kablo vardı. Kalp ritimlerimi duymaya başladığımda hastanede olduğumu anladım. Odaya giren hemşire sanki bir mucizeye şahit olmuş gibi gözleri parladı ve odadan hızlıca çıktı. Çok geçmeden iki doktorla birlikte geri döndü. Seruma iğne ile bir şey sıktı ve sonra doktorlar iyice yaklaştı. Nabzım deli gibi atıyordu sanki, yüzlerindeki o bilinmezlikte neydi? Yüzlerine baktığımda kanım deli gibi çekiliyordu. En sonunda kadın olan doktor iyice yaklaştı ve elimi tuttu, elime dokunması ile yutkunması bir oldu. Vücudumun soğukluğu onu da ürpertmişti. Nabzım yavaşlamaya başladığında, hemşirenin seruma iğneyle sakinleştirici sıktığını anladım. Bu da pek iyi bir şey değildi. Az önce elime dokunup, halime acıyan doktor derin bir nefes aldı ve sakince konuşmaya başladı. "Üç aydır komadaydın Afra, uyanman bizim için bir mucize oldu çünkü." Çünkü dedikten sonra sustu, ne diyeceğini kafasında tartıyordu. Sakince bekledim ve zorlanarak anlatmaya devam etti. "Çünkü ailen ile yaptığın trafik kazasında, göğsüne çok fazla sayıda şarapnel parçası isabet etmiş, ehliyet kemerinin takılı olmasına rağmen kaza o kadar şiddetli olmuş ki kafanı ani bir şekilde geriye bile çarpmışsın." O olayı anlatmaya devam ederken, ailemin durumu nihayetinde aklıma gelebilmişti. Sözünü keserek, "Ailem iyi mi?" diye sordum. Sustu. O kadar uzun sustu ki bir saniye artık bir dakikaymışçasına yaktı canımı. O kadar sustu ki, bir şarapnel parçası da beynime isabet etti. Düşünemiyor, kaldıramıyor, hatta nefes dahi alamıyordum. Ne olmuştu böyle birdenbire ne bu, bu bir oyun muydu, şaka mıydı bunların hepsi. Neden hala susuyordu ki, hala şaka desin yüzüme bağırsın diye çaresizce bekliyordum. Bu muydu çaresizliğin doruklarımdayım dedikleri yer. Burası mıydı ölümün buram buram hasret koktuğu yer. Sadece ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum hem de. Olamazdı böyle bir şey hem babam bana söz vermişti, daha nice doğum günleri görüp, daha nice mutlu sabahlara uyanacaktık biz. Yalan mı oldu bütün bunlar, yüreğim nasıl katlanabilirdi böylesi görülmemiş, dayanılmaz acıya. Nasıl sabredebilirdim, nasıl durabilirdim bu dünyada kimsesiz. En son gözlerimin kapandığını hatırlıyorum. Hastanedeki acı ve kimsesizlikle geçirdiğim dört günün ardından, kaza anı ile ilgili birçok şeyi öğrendim. Dayanamadığımı fark ettiklerinde uyutuyorlardı, uyandığımda ise ruhuma acıyı daha detaylı şekilde tattırıyorlardı. Kahroluyordum her seferinde, her seferinde sorguluyordum ben neden ölmedim, bu muydu sınavım çok ağır değil miydi bu bana? Kazadan sonra yapılan otopsi sonuçlarında babamın beyninde tümör olduğu ortaya çıkmış. Uzun süredir sinsi bir düşman gibi beklemiş, babamı benden almayı. Babam bu yüzden arada bayılıyormuş. Arabayı kullanırken de bayılmış, bunun üzerine kafası kornaya basılı şekilde kalmış. Öndeki kamyonu kullanan şoför ise ne yapacağını şaşırmış ani bir şekilde frene basmış. Kamyon el bombası ve askeri şeyler taşıyormuş. Ona çarpmamızın ardından patlayan bombalar ailemi darmadağın etmiş. Babamın göğsünden çıkan şarapneller bana saplanmış. Tam göğsüme, tam yüreğime. Komadayken gördüğüm o rüya ailemi simgeliyormuş. Babamın tablodan gözlerimin içine bakışı yüreğimi ısıtışı, yüreğimin bir daha hiç ısınmayacağı içinmiş meğer. Annemi görünce göğsümün acıması, o an ona kalp masajı yaptıkları içinmiş meğer. Ve o küçük kız, evet o benim kız kardeşimmiş. Cinsiyetini öğrenmek için çıktığımız yolda ailecek can verdiğimiz o bebek. Bana benzeyen, bana gülümseyen o kız, bir daha asla göremeyeceğim kız kardeşim ve asla tadamayacağım o ablalık hissi. Bir daha hiçbir zaman bana kimsenin öyle gülümsemeyeceğindenmiş meğer.” “Rüyalar, gecelerin akvaryumudur.” - Victor Hugo Çok şiddetli bir biçimde kapanan kapı sesi ile irkildim. Sağıma baktığımda daha önce hiç bulunmadığım bir odadaydım. Koyu kahverengi meşe kapıdan gözlerimi ayırdığımda etrafı yeni yeni idrak edebilmeye başlamıştım. Yerler daha açık tonda bir kahverenginde, dolaplar ise kapı ile aynı tondaydı. Odanın kasvetli olması göğsümdeki ağrıdan mı kaynaklıydı? Göğsümdeki ağrı demişken bu nasıl bir ağrıydı böyle. Yıllarca kafesinde aç tutulan bir aslan, sanki tam göğüs kafesimin orta yerinde serbest bırakılmıştı. Her düşündüğüm şey ile birlikte pençelerini içimde bir sağa bir sola vuruyor, acımı dayanılmaz bir hale getiriyordu. Düşüncelerimden sıyrılıp harekete geçmem konusunda karar kıldım. Önümdeki üç basamağı hızlıca çıkıp kapıyı yavaşça araladım. Uzun, sessiz bir koridordu burası. Sağda ve solda iki ışık vardı, duvara sabitlenmişti. İlerlemeye başladım ve ışıkların altındaki büyük tablolara bakmaya başladım. Birisinde genç, bakımlı bir erkek duruyordu, tam karşısındaki tabloda ise küçük erkek bir çocuk. Birbirlerine çok benziyorlardı belki de küçüklük fotoğrafıdır diye düşünüp ilerlemeye devam ettim. Bu sefer ilk odadaki gibi aynı dolaplardan gördüm, yaklaşıp üstüne baktım ve koridordaki büyük tabloların aynısının, orta boyutta çerçevelere konulduğunu fark ettim. Vazolar ve süslemeler bu evin korkunçluğunu bir nebze de olsa azaltıyordu. İlerlemeye devam ettim, yine üç basamak çıktım ve yine aynı kapıdan açtım. Hep aynı odalara mı çıkıyorum acaba diye düşünsem de ışıkların altındaki tabloların farklı olduğunu fark ettim. Işıklar git gide azalıyordu sanki, bu oda öncekinden biraz daha karanlıktı. Tablolara baktığımda annemi gördüm, göğsümdeki ağrı öyle bir vurdu ki bayılacakmışım gibi oldum. Anne gel ve çıkar bu yüreğimdeki aç aslanı, gel ve çıkar beni bu karanlıktan diye bağırasım vardı. Ama burada beni ne annem bulabilirdi ne de kendim. Bilincim işlemiyordu sanki, ilerlemek istemesem bile ilerliyordum. Eğer beynime uymazsam bu oyun hiç bitmeyecek gibiydi. Kaderimi kabullenip yürümeye devam ettim. İleride yine aynı dolaptan gördüm ve üstüne baktım, annemin bir fotoğrafı daha vardı. İlerlemeye devam ettim, üç basamak çıktım ve koyu kahverengi meşe kapıyı açtım. Yine başa sardı bu oyun diye söylenerek yürümeye devam ettim. Bu sefer koskoca koridoru tek bir ışık aydınlatıyordu. Parmak uçlarımda ilerleyip tabloya baktım, babam. Sanki tablodan bile her zamanki şefkati ile bakıyordu. Gözlerinin içine bakıp, "Buradan nasıl çıkacağım, bana yine yol gösterir misin babacığım?" diye sordum. Cevap gelmeyeceğini anladığımda içim burkuldu ve yoluma devam ettim. Üç basamak daha çıkıp, kapıyı açtım. Bu koridorda git gide kararıyordu. Önümdeki tabloya detaylıca baktım, kahverengi saçlı güzel bir kız bana gülümsüyordu. İlerlemeye devam ettim ve basamakları çıkıp kapıyı açtım. Bu sefer gerçekten en başa dönmüştüm. Karşımdaki kapı ağlıyormuş gibi yüksek bir gıcırtı sesi ile açıldı. Sona geldiğimi fark ettim ve kapıdan çıktım. Gözlerimi araladığımda bembeyaz bir odadaydım. Elimde takılı bir serum ve göğsümde bir sürü kablo vardı. Kalp ritimlerimi duymaya başladığımda hastanede olduğumu anladım. Odaya giren hemşire sanki bir mucizeye şahit olmuş gibi gözleri parladı ve odadan hızlıca çıktı. Çok geçmeden iki doktorla birlikte geri döndü. Seruma iğne ile bir şey sıktı ve sonra doktorlar iyice yaklaştı. Nabzım deli gibi atıyordu sanki, yüzlerindeki o bilinmezlikte neydi? Yüzlerine baktığımda kanım deli gibi çekiliyordu. En sonunda kadın olan doktor iyice yaklaştı ve elimi tuttu, elime dokunması ile yutkunması bir oldu. Vücudumun soğukluğu onu da ürpertmişti. Nabzım yavaşlamaya başladığında, hemşirenin seruma iğneyle sakinleştirici sıktığını anladım. Bu da pek iyi bir şey değildi. Az önce elime dokunup, halime acıyan doktor derin bir nefes aldı ve sakince konuşmaya başladı. "Üç aydır komadaydın Afra, uyanman bizim için bir mucize oldu çünkü." Çünkü dedikten sonra sustu, ne diyeceğini kafasında tartıyordu. Sakince bekledim ve zorlanarak anlatmaya devam etti. "Çünkü ailen ile yaptığın trafik kazasında, göğsüne çok fazla sayıda şarapnel parçası isabet etmiş, ehliyet kemerinin takılı olmasına rağmen kaza o kadar şiddetli olmuş ki kafanı ani bir şekilde geriye bile çarpmışsın." O olayı anlatmaya devam ederken, ailemin durumu nihayetinde aklıma gelebilmişti. Sözünü keserek, "Ailem iyi mi?" diye sordum. Sustu. O kadar uzun sustu ki bir saniye artık bir dakikaymışçasına yaktı canımı. O kadar sustu ki, bir şarapnel parçası da beynime isabet etti. Düşünemiyor, kaldıramıyor, hatta nefes dahi alamıyordum. Ne olmuştu böyle birdenbire ne bu, bu bir oyun muydu, şaka mıydı bunların hepsi. Neden hala susuyordu ki, hala şaka desin yüzüme bağırsın diye çaresizce bekliyordum. Bu muydu çaresizliğin doruklarımdayım dedikleri yer. Burası mıydı ölümün buram buram hasret koktuğu yer. Sadece ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum hem de. Olamazdı böyle bir şey hem babam bana söz vermişti, daha nice doğum günleri görüp, daha nice mutlu sabahlara uyanacaktık biz. Yalan mı oldu bütün bunlar, yüreğim nasıl katlanabilirdi böylesi görülmemiş, dayanılmaz acıya. Nasıl sabredebilirdim, nasıl durabilirdim bu dünyada kimsesiz. En son gözlerimin kapandığını hatırlıyorum. Hastanedeki acı ve kimsesizlikle geçirdiğim dört günün ardından, kaza anı ile ilgili birçok şeyi öğrendim. Dayanamadığımı fark ettiklerinde uyutuyorlardı, uyandığımda ise ruhuma acıyı daha detaylı şekilde tattırıyorlardı. Kahroluyordum her seferinde, her seferinde sorguluyordum ben neden ölmedim, bu muydu sınavım çok ağır değil miydi bu bana? Kazadan sonra yapılan otopsi sonuçlarında babamın beyninde tümör olduğu ortaya çıkmış. Uzun süredir sinsi bir düşman gibi beklemiş, babamı benden almayı. Babam bu yüzden arada bayılıyormuş. Arabayı kullanırken de bayılmış, bunun üzerine kafası kornaya basılı şekilde kalmış. Öndeki kamyonu kullanan şoför ise ne yapacağını şaşırmış ani bir şekilde frene basmış. Kamyon el bombası ve askeri şeyler taşıyormuş. Ona çarpmamızın ardından patlayan bombalar ailemi darmadağın etmiş. Babamın göğsünden çıkan şarapneller bana saplanmış. Tam göğsüme, tam yüreğime. Komadayken gördüğüm o rüya ailemi simgeliyormuş. Babamın tablodan gözlerimin içine bakışı yüreğimi ısıtışı, yüreğimin bir daha hiç ısınmayacağı içinmiş meğer. Annemi görünce göğsümün acıması, o an ona kalp masajı yaptıkları içinmiş meğer. Ve o küçük kız, evet o benim kız kardeşimmiş. Cinsiyetini öğrenmek için çıktığımız yolda ailecek can verdiğimiz o bebek. Bana benzeyen, bana gülümseyen o kız, bir daha asla göremeyeceğim kız kardeşim ve asla tadamayacağım o ablalık hissi. Bir daha hiçbir zaman bana kimsenin öyle gülümsemeyeceğindenmiş meğer.

4. BAŞINI EĞME

BAŞINI EĞME

3.BÖLÜM

“BAŞINI EĞME”

“Biz güçlü değildik, güçlü olmak zorunda bırakıldık.”

Son satırları okurken, ruhumun içten içe can çekiştiğini hissettim. Başımı kitaptan kaldırıp saate baktım epey geç olmuştu. Kitabımı kenara bırakıp perdeyi araladım, dışarıyı incelemeye başladım. Gök gürültüsü sesi korkutmuyordu artık, karanlık mahalleyi aydınlatan tek şey şimşeklerin arkasında bıraktığı o beyaz ışıktı. Her şey kâbus gibi gözüküyordu penceremden, keşke kâbus olsaydı. Kitap dolu olan o beyaz dolaba baktım tekrar. Her şey benim içindi. Her şey mutlu olmam içindi peki bu mümkün müydü? Hastaneden çıkalı iki ay oldu, teyzemlere yerleştim. Psikolojik tedavi gördüğüm o iki ay, benim için iki yıla eşitti. Acı dolu hayatıma, içtiğim antidepresanlarla devam ettim bir süre. Doktorlar artık eve gidebileceğimi söylediler ve işte şu an ait olmadığım tek evdeyim. Bana kimde kalmak istiyorsun diye bir soru sorulmadı ve sorulsaydı da bir şey fark eder miydi bilemiyorum. Teyzem evde sadece bana ait olan bir oda ayarlamış. Cam kenarında beyaz tüllü güzel bir yatağım, tam karşısında ise bembeyaz içi hep kitap dolu olan bir dolabım var. Odada hep beyaz renkler hâkim, sağ tarafımda genişçe bir komodin onun yanında da giysi dolabı var. Sadece bir hafta boyunca odadan hiç çıkmadan, kimseyle konuşmadan etrafı inceledim. Bu acı geçer mi bilemiyorum ama çevremdeki herkesin artık kabullenmem gerektiğini söylemesi canımı daha çok yakıyor. Ne demişti şair "Ölüm kalbime işliyor her gece, sen benden gittin gideli." Ölüm kelimesi bile geçse içim titriyor. Anlatmak o kadar yorucu ki, ruhumun her yeri sızlıyor. Annem ile komşumuzun konuşması geldi aklıma. -"Ben annemi kaybedince o kadar canım yandı ki, çocuklarımın aynı şeyi yaşamasını istemiyorum. Bu yüzden ilgi göstermiyorum, bu yüzden içimden seviyorum çocuklarımı. Ben öldükten sonra arkamdan sadece söylenirler zaten sevmiyordu diye, ama benim kahrolduğum gibi olmazlar en azından." O zamanlar bu cümlenin bu kadar can alıcı olduğunu bilmiyordum, canımı alınca anladım... Uyandığımda kuşlar cıvıldıyordu, ayağa kalkıp aynaya baktım ve yüzümün ne halde olduğunu fark ettim. Ben hayatım boyunca hiç böyle gözükmemiştim. Tam göz altlarımdaki kızarıklığa bakıyordum ki, babamın şu sözü kulaklarımda çınladı. "Başını dik tut prensesim, yoksa tacın düşer." Ben babamın prensesiydim ne olursa olsun başımı dik tutmalıydım. Elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmeye çalıştım ama hala yorgundum. Teyzem nakil işlemlerini halletmişti böylelikle kuzenimle aynı okulda olacaktık. Normalde böyle bir durumda insanların sevinmesi gerekir sonuçta yeni bir okul, yeni arkadaşlıklar yeni bir ortam. Ama benim durumum farklıydı. Tam düşüncelerimle boğuşurken, Gülfem'in bana seslenişini duydum. ” Hadi güzelim bak geç kalacağız ilk günden.” ” Ben bugün gelebileceğimi sanmıyorum maalesef ki.” Kapıdan sarkarak bana doğru baktı. “Yine mi geç uyudun sen, ama ben ne yapacağım tek başıma ya? Of Afra of.” “Tamam söz veriyorum yarın kesin geleceğim ama bugün olmaz gerçekten.” Söylene söylene odadan çıktı ve aşağıya indi. Bende üstümü değiştirip kahvaltıya indim, teyzem ve enişteme günaydın deyip kahvaltımı yaptım. Teyzem iyi görünmediğim için hiçbir şeyde ısrar etmedi ve herkes sessizce yemeğini yedi. Gün boyu yine odamda vakit geçirdim, teyzemin aldığı kitaplara baktım ve hangisine başlasam karar vermeye çalıştım. En sonunda kapağında balık olan bir kitap seçtim. Yatağıma oturup okumaya başladım, intihar etmeye karar veren bir kızı anlatıyordu. Ve edemeyişinin nedenini. Kitabı okumaya devam ettikçe tüm sırlar ortaya çıkıyordu. Kurgusunu ve anlatışını beğendiğim nadir kitaplardan birisi olarak raflarda yerini aldı. Gülfem elinde dolu bir poşet ile odama girdi. Okulda kitap dağıttılar falan sandım ama poşetin içi hep bakım ürünleri ile doluydu. Gülfem'den ne bekleyebilirdim ki? "Hadi bakalım, azıcık kendimize gelelim bakım yapalım." dedi ve yatağıma zıpladı. Poşetten ilk olarak güllü bir yüz temizleyici çıkardı ve kendi elleriyle yüzüme sürmeye başladı. Sürdükten sonra şimdi git güzelce yıka ve geri gel dedi. Yüzüme iyi geldiğini hissettiğim için kendimi onun ellerine bıraktım. Yüzümü güzelce yıkayıp geri döndüm, bu sefer poşetten kâğıt maske çıkardı. Üstünde de nem bombası yazıyordu. Bir bombamız eksikti diyerek söylendim. "Ya bir kere olsun söylenme be Afra, hanımefendinin yüzüne kendi ellerim ile masaj yapıyorum, bakım yapıyorum hala söyleniyor." dedi. Maskeyi özenle yüzüme yapıştırdı ve kendisine de aynı işlemi tekrar etti. Bir yarım saat kadar falan bekledik bu arada da sohbet ettik tabi ki. Okuldaki kişilerden falan bahsetti, hemen arkadaş yapmış bizimki. "O değil de en çok yarın onlarla tanışacağın için, çok heyecanlıyım." dedi. “Ben hiç heyecanlı değilim desem dayak yer miyim, Gülfem hanımlar tarafından?” “Evet o yüzden benim yanımda heyecanlıymış rolü oyna lütfen.” “Peki.” Aramızda bir sessizlik oluştuğunda “Seveceksin.” dedi, “Hatta çok alışacaksın.” Ne olur orasını bilemem belki ama o şimdiden alışmış gibi gözüküyordu. Ben ilkokul ve ortaokulda dahil hep dışlanan birisi olmuştum, kimseye güvenmemem gerektiğini çok küçük yaşlarda öğrenmiştim. Güvenir miydim, sever miydim yoksa alışır mıydım? Bu konularda hiçbir fikrim yoktu, tek bildiğim başımı hiçbir zaman eğmemem gerektiğiydi. Maskeleri çıkarma zamanı gelmişti nihayet, usulca maskeyi yüzümden sıyırdı. Bir an kendimi palyaço gibi hissettim. Dışım gülüyor fakat içim kan ağlıyordu. Bu düzene nasıl alışabilirdim ki? Biz insanlar hiçbir zaman güçlü olmadık aslında, güçlü olmak zorunda bırakıldık. Babamın doğum günümde hediye ettiği kalemi elime aldım ve aklıma gelen, bazı sözleri yazdığım defterime not aldım. Biz güçlü değildik, güçlü olmak zorunda bırakıldık. Tüm işlerimiz bittikten sonra, beyaz pembe çizgileri olan yumuşak pijamamı giyip yatağıma yerleştim. Bu gece uyuyacaktım ve yarın benim için güzel, çok güzel geçecekti. Gözlerimi kapattım ama uykuya dalamadım bir türlü, sonra uyuyamadığım zamanlar annemin saçlarımı okşadığı ve öyle daha rahat uyuduğum aklıma geldi. Sol tarafıma doğru döndüm, sağ elimi yanağımın altına koydum ve sol kolumu tam başımın altına alarak elimi dışarıda bıraktım. Sonra yavaşça saçlarımı okşamaya başladım, sanki annem okşuyormuşçasına. Her elimi saçlarıma değdirdiğimde gözlerimden yaşlar boşalıyordu. O şekilde uyuya kalmışım. Yanağıma konan sessiz bir öpücük sayesinde rüyamla vedalaştık. Tepemde Gülfem'i görünce gülümseyerek günaydın dedim. O da aynı şekilde gülümseyerek "Ooo Afra hanımlar nihayetinde gece uyuyabilmişler, günaydın." dedi. Gece nasıl uyuduğumu hatırlayınca yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Yataktan doğruldum ve saçlarımı topladım, banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Gülfem'in kurduğu o mükemmel cümle ile çıktığım banyoya tekrar geri girdim. "O yüz temizleyicisini boşuna almadım herhalde onu da kullan." Üstüme siyah bir bluz, altıma da mavi kot pantolon giydim. Tam her şey tamam derken bu sefer de elinde makyaj çantası ile gelen Gülfem'e gözlerimi pörtleterek baktım ve yok artık dedim. Ne var kızım der gibi bakışlarına ise cevabım okula gidiyoruz hani, oldu. Sonra beni dinlemeden kirpiklerime rimel sürmeye başladı, bende madem makyaj yapıyoruz tam olsun bari diyerek elime şeftali tonlarında olan dudak kalemini aldım. Aynaya son kez bakıp saçlarımı ensemde topuz yaptım ve önden kısa saçlarımı saldım. İşte bu sefer her şey tamamdı.

5. MEZARLIK

MEZARLIK

4.BÖLÜM

“MEZARLIK”

“Gündüzleri sakladığın her şey ile geceleri baş başasın...”

Bölüm şarkısı / Pilli Bebek: Bak

https://www.youtube.com/watch?v=eu7o5wMl2fw

Gülfem'den Afra'nın bize gelişinden sonra, annemle uzun uzun konuştuk. Annem Afra'yı artık kendi kız kardeşimmiş gibi görmemi ve her şeyde ona destek olmamı istedi. Bu benim hayatımda ki hiçbir şeyi değiştirmeyecekti çünkü biz zaten kardeş gibiydik. Hep bizde kalmasını ve aynı okula gitmeyi dilemiştim ama böyle bir olay sonucu olabileceğini hiçbir zaman düşünmemiştim. Annem hep dua ederken bile dikkatli ol, dualar her zaman kabul olur ama nasıl ve ne zaman olacağını bilemezsin, hayırlısını iste yeter der. Anneler her zaman haklıdır... Afra geçirdiği kaza sonrasında arabalardan korkar oldu. Bu yüzden bir yerlere giderken arabaya binmiyorduk artık. Bugün okula birlikte gideceğimiz ilk gün, Afra'nın odasına gidip kendisine gelmesi için ona biraz makyaj yaptım. Söylendi ama olsun, onu iyi hissettirmek için elimden gelenin hep en iyisini yapmaya çalışacağım. Kahvaltımızı da yaptıktan sonra yola çıktık. Sohbet ederek kaldırımda yürürken solumuzda en sevdiğim takıcıyı gördüm, hala vaktimiz vardı bir uğrayıp Aframı mutlu edebilirdim. Kolundan tutup takıcıya doğru döndüm ve hızlı hızlı yürümeye başladık. Bana karşı çıksa bile eninde sonunda benim dediğim olacağı için böyle konularda pek ses çıkarmıyordu artık. Büyük cam kapıyı ittirip içeriye girmesi için yol verdim, ses çıkarmayıp içeriye girdi. Yüzüklerin bulunduğu tarafa doğru gittim ve bakınmaya başladım. Gözüme çarpan kelebekli bir yüzük oldu, kanatları çok zarif ve küçük taşlarla kaplanmıştı. Yanında da set olduğunu belli eden küçük yüzükler vardı. Çok beğendiğimi belli etmek ve Afra'nın bulunduğum tarafa doğru gelmesi için hafif bir "Hmm..." sesi çıkardım. Yanıma geldi ve elimle gösterdiğim sete baktı. "Bu bizim arkadaşlık yüzüğümüz olsun mu Afra?" Sorum ile gözleri buğulanan Afra hafifçe kafasını salladı, bunun üzerine iki set alıp takıcıdan ayrıldık. Bir banka oturdum ve Afra'nın ellerini ellerime aldım. “Bu saatten sonra en güzel arkadaşlık yüzüklerine sahip olduğumuz için, en iyi arkadaşlar olmalıyız. Sayın Afra Akyol, benimle en iyi arkadaş olur musunuz?” “Biraz düşünmem gerekiyor. Sonuçta dün bana okulda yeni arkadaşlıklar edindiğini söyledin. Ya okuldakilerle senden daha iyi arkadaş olursam?” “O zaman gidip onlara da bir yüzük alırız sen sıkma canını.” “O zaman tamamdır. Sayın Gülfem Akpınar, sizde benimle en iyi arkadaş olur musunuz?” "EVET." diye bağırmamın ardından çevredeki insanlar bize bakmaya başladı. İkimizde sesli bir şekilde gülmeye başlayınca, insanlar normal olmadığımızı anlayıp yollarına devam ettiler. Daha fazla zaman kaybetmemek adına, Afra'nın ellerine yüzükleri geçirmeye başladım. Kelebekli yüzüğü orta parmağına, ay ve yıldızlı olanı yüzük parmağına, kalanı da işaret parmağına taktım. Kendime de takınca yolumuza devam etmeye hazırdık artık. Afra'dan Gülfem'in aldığı yüzüklere bakarak tebessüm ettim. O benim en iyi arkadaşımdı zaten, kendisi de biliyor sırf mutlu olayım, içimdeki anlamlandıramadığım fırtına dinsin diye elinden gelen her şeyi yapıyordu. Seni seviyorum Gülfem, sen içimde canlı kalan tek yanımsın dedim içimden. Önümüzden geçen anne oğula baktım, çocuk annesinin elinden tutmuş kendince bir şeyler söyleyip yürüyordu. Sadece o zamanlarıma dönmek için bile birçok şeyimi verebilirdim. Belki gözlerimi kaparsam, kendimi tekrar o zamanlarda bulurum. Gözlerimi kapadım ve derin bir nefes aldım, tam o sırada yüksek sesli bir korna sesi duyup yerimde durdum. Gözlerimi açmam ile üstüme sıçrayan çamurlu su ile şok geçirdim. Hadi ama okulumun ilk gününde mi? Yanıma telaşla gelen Gülfem, iyi olup olmadığımı sordu. Susarak sadece yüzüne baktım, o da hiç ses etmeden telefonunu cebinden çıkardı ve teyzemi aradı. "Anne bizim okula yakın olan o terzinin oradayız. Arabanın birisi hızlıca yerdeki su birikintisinin üstünden geçti. Afra'nın üstü çok ıslandı bize kıyafet getirebilir misin? " Terziye girip teyzemi beklemeye başladık, sonbaharın sevmediğim tek yanı buydu. Teyzem geldiğinde elindeki poşeti alıp giyinme odasına gittim. Üstümü hızlıca değiştirdim ve teyzeme teşekkür ettim. Okula geç kaldığımız için Gülfem ile kol kola girip hızlı bir tempoda yürümeye başladık. Okula girdiğimizde ders başlamıştı bile. Müdürden geç kâğıdı alıp sınıfımıza çıktık. Sınıf kapısını çalıp, öğretmenimizden geç kaldığımız için özür dileyip sınıfa girdik. Gülfem'in yeri belli olduğu için hızlıca yerine geçti. "İstediğin yere geçebilirsin canım." dedi öğretmenimiz. Orta sırada yalnız oturan bir kızın yanına doğru ilerledim, "Oturabilir miyim?" diye sordum. Onaylar şekilde kafasını sallayınca yanına oturdum. Ders boyunca hiç ses çıkarmadan oturdum ve dersi dinledim. Teneffüs sesini duyunca derin bir nefes aldım ve Gülfem'e doğru döndüm. Gülfem bana el sallayıp yanına çağırdı. Yapacak daha mantıklı bir işim olmadığı için, yanına doğru ilerledim. Yanında oturan çocuk bana bakıp gülümsedi ve bende aynı şekilde ona tebessüm ettim. Elini uzattı, “Merhaba, sen Afra olmalısın. Gülfem dün senden bahsetti, kuzenmişsiniz.” “Evet öyleyiz, peki senin ismin ne?” "GÖRKEM" Kapıdan gelen sesle hepimiz oraya döndük. Kahverengi, kıvırcık saçlı bir çocuktu bize doğru gelip, "Hadi be oğlum hepimiz aşağıda seni bekliyoruz, gelsene." dedi. Adını sorduğum çocuğun, Görkem olduğunu öğrenmiş oldum bu sayede. Görkem ayağa kalkıp, "İzninizle kızlar bildiğiniz üzere bu okulda ünlüyüm." dedi ve onu çağıran çocuk ile hızlıca sınıftan çıktılar. Gülfem'e dönüp, “Ünlü mü, ne demek istedi?” “Dalga geçiyor aslında ama pek de öyle sayılmaz. Gerçekten okuldaki herkes tarafından tanınıp seviliyor.” “Anladım.” Yanına oturdum ve Gülfem ile yüzük hakkında konuşmaya devam ettik. Gerçekten çok beğenmiştim ve böyle düşünceli bir kuzene sahip olduğum için de çok şanslıydım. Dersin başlayacağını belli eden zil sesi ile yerime geçtim. Ders matematikti, kendisini çok severim (!). Konuyu anlamaya çalışırken, kapıdan Görkem ve birkaç kişi daha girdi. Hemen yerlerine geçtiler ve onlarda dersi dinlemeye başladılar. Sanırım ders dinleme ciddiyeti, artık on birinci sınıf olduğumuz içindi. Normalde silah zoruyla bile öğrencilere sessizlik sağlatılamazdı çünkü. Teneffüslerde Gülfem'in yanına gidiyordum ve hep birlikte sohbet ediyorduk. Sınıfa Görkem'i çağırmaya gelen kahverengi saçlı çocuğun isminin Barış olduğunu öğrendim. Barışın bir de ikizi vardı, Doğu. Gerçekten de iyi çocuklardı, beni hemen aralarına kabul etmeleri beni mutlu etmişti. Umarım hep iyi anlaşırız diye geçirdim içimden. Gülfem ve Görkem cam kenarında, en arka sırada oturuyorlardı. Onların önünde de Barış oturuyordu. Duvar kenarında, en arka sırada da Doğu ve henüz adını bilmediğim bir çocuk oturuyordu. Yeni okulumun ilk gününde, gerçekten de birlikteyken mutlu olacağımı düşündüğüm arkadaşlıklar edinmiştim. Bir okul günü daha böylelikle bitmiş oldu. Okul çıkışında Gülfem'e mezarlığa uğramak istediğimi söyledim. O da kabul etti ve kol kola mezarlığa doğru yol aldık. Yol boyunda aklıma bir fikir geldi, bu sefer de Gülfem'i kolundan ben tutup mağazalara doğru çekiştirmeye başladım. Elektrikçi sayılır bir yere girdik ve led lamba olup olmadığını sordum. Aldığım "Var." cevabıyla, ledlere bakmaya başladım. Üç metre, güneş ışığı ile şarj olan bir led lamba buldum. Poşete koydum ve Gülfem ile yolumuza devam ettik. Mezarlığa girdiğimizde ürperen tüylerim ve yüreğimdeki hasret birleşmiş, ruhuma dayanılmaz bir acı yaşatıyordu. Annemin mezarına doğru ilerledim ve baş ucuna oturdum. "Seni çok özledim meleğim, sende beni özlüyor musun?" diye fısıldadım. Bir daha asla cevap alamayacağımı bir kez daha anladığımda, mideme soğuk bir hançer saplandı. Soğuk hançer git gide daha çok derinime battı, canımı git gide daha çok yaktı. Poşetten çıkardığım led lambayı annemin mezarından başlayıp kardeşiminkine kadar uzattım. Karanlıktan korkmasınlar diye mezarlarını aydınlatacaktım. En başta annemin onun yanında babamın onunda yanında, küçük bebeğimizin mezarı vardı. Mezarları lamba ile kapladıktan sonra, yaktım ışıkları. Evet ailemiz bir kere karanlığa hapsedildi, ama bir daha asla karanlıkta kalmalarına izin vermeyecektim. Mezarda olsalar bile... Gülfem arkamda gözleri dolu dolu dua okuyordu. Yanına gittim ve sarıldım, birlikte dualarımızı ettikten sonra mezardaki çiçekleri suladık. Sonra hepsi ile tek tek vedalaştım, Gülfem kolumdan tuttu ve ağlaya ağlaya eve döndük. Akşam yemeğini yedikten sonra odalarımıza çıktık, önüme babamın aldığı defterimi açıp yazmaya başladım. Dargınım biraz. İyi gitmeyen bunca şeye çok dargınım. Hem biraz daha ağırlaştım. Yüküm arttı. Göğsümde bir özlem var. Ne nefes aldırıyor ne hareket ettiriyor. İyiyim diyemeyecek kadar kötüyüm. Gündüzleri sakladığın her şey ile geceleri baş başasın. Çünkü ay geceleri acı çekenler için bir umut ışığıdır. Son cümleleri de yazdıktan sonra usulca yatağıma girdim. Gözlerimi kapadım ve uyumaya çalıştım.

6. GEÇMİŞTEN BİR KESİT

GEÇMİŞTEN BİR KESİT

5.BÖLÜM

“GEÇMİŞTEN BİR KESİT”

"Yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını, Yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı." - William Shakespeare

Elindeki bayrağı sallaya sallaya evden çıktı küçük Afra. Solunda babası, sağında annesi güle oynaya okula gidiyorlardı. Bugün 23 Nisan’dı ve Afra ilk defa 23 Nisan'da görev almıştı. Okul kapısından girdikten sonra içerideki kargaşaya uzun uzun baktılar, öğretmeni koşarak geldi ve "Hadi Afra hazırlanmamız gerekiyor." dedi. Afra ve öğretmeni hazırlanmaya giderken, Leyla ve Ekrem el ele tutuşup gösterinin olacağı tarafa doğru yürüdüler, boş bir sandalye bulup oturdular. Müdür eline aldığı mikrofonla sahneye çıktı, üstüne iki kez tıklatıp sessizlik olmasını sağladı. "Sayın konuklarımız Değerli öğretmen arkadaşlarım Ve elbette Sevgili öğrenciler... Çocuklarımız... Yarınlarımız... İnanıyorum ki bugün hepimiz coşku doluyuz... Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın coşkusunu yaşıyoruz... Bir ulusun yazgısının bir kişi tarafından değil, ulusun kendisi tarafından belirlendiği, ulusun kendi yolunu kendi çizdiği büyük bir devrimin sevincini yaşıyoruz..." Konuşmasını bitirdikten sonra yükselen müzik sesiyle, sahneye Afra ve sınıf arkadaşları çıktı. Annesi Afra'nın yüzüne baktı ve gülümsedi içindeki çocuk uyanmış, kendi kızına el sallıyordu. Duygulanan Leyla, eşine doğru döndü ve Ekrem ile göz göze geldiler. Yıllar süren aşkları şimdi daha da anlamlanmıştı. Ellerini birbirlerine kenetlediler ve dolu dolu gözler ile küçük kızlarının ilk 23 Nisan gösterisini izlediler. Ve orada birbirlerine bir kez daha söz verdiler, kendi içlerindeki çocuklarla beraber, ne olursa olsun Afra'nın gözünden bir damla dahi yaş düşürmeyeceklerdi. Afra'nın içindeki o mutlu, küçük prensesin ölümüne sebep olmayacaklardı. Gösterisi biten Afra, annesine babasına koşarak sarıldı. Ailecek mutlu bir şekilde oturmaya devam ettiler. Gösteri bittikten sonra babasının kulağına pamuk şeker istiyorum diye tutturan Afra, ailesini garip bir heyecan içine sokmuştu. Pamuk şekeri nerde bulacaklardı şimdi? Son girdikleri marketten de elleri boş çıkan Akyol ailesi, pes edip bir kaldırıma oturmuş dinleniyorlardı. Karşıdan onlara doğru koşan çocuğu geç fark ettiler, çocuk elinde tuttuğu pembe pamuk şekeri Afra'ya uzatıp "Benim babam pamuk şekerci, al senin için getirdim." dedi. Afra gözlerinin içi gülerek kalkıp sınıf arkadaşına sarıldı, pamuk şekeri alıp teşekkür etti. Arif'in babası aslında pamuk şekerci değildi. Arif Afra'yı çok sevdiği için yalan söylemişti, canının çektiğini duyunca gidip büyük marketlerden birinden aldı. Afra ve Arif böylelikle koyu bir sohbete daldılar. İki küçük yürek birleşmiş kalplerinin sesini dinliyorlardı fakat, artık eve gitme vakti gelmişti. Eve gelen Afra koşa koşa odasına gitti, günlüğünü açtı ve oraya not düştü. "Sevgili Günlük, Arif bana pamuk şeker getirdi, babası pamuk şekerciymiş. Hep düşünüyordum bu Arif neden şeker gibi diye, demek ki bu yüzdenmiş." Yemekte sürekli Arif'ten bahseden Afra, ailesine Arif'i sevdiğini belli etmişti artık. Leyla huzurlu bir şekilde yemeğini yerken, sürekli Afra'yı uyarmak zorunda kalıyordu. Ama bu Afra'nın umurunda değildi. Boğazına kaçan makarna parçası ile öksürmeye başlayan Afra, artık susması gerektiğini fark etti. Hep birlikte gülmeye başlayan Akyol ailesi, bir günü daha böyle bitirmişti. Afra uyumadan önce aklına gelen şey ile yorganı üstünden attı, masasının başına gitti ve günlüğüne şu cümleyi yazdı. "Sevgili günlük, ben Arif'i seviyorum."

7. ÖZEL GÜÇ

ÖZEL GÜÇ

6.BÖLÜM

“ÖZEL GÜÇ”

Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla. -Stefan Zweig

Bölüm şarkısı/Fatih Erkoç- Elveda Tatlım

Gözlerimi açtığımda yerdeydim. Doğrulup çevreme baktım hastane koridoru gibi bir yerdi burası. Bembeyazdı her yer ve ürkütücü. Buraya nasıl geldiğimi sorgularken arkadan müzik sesi gelmeye başladı. Tanıdık olmayan bu tını git gide yükseldi ve sözleri net bir şekilde duymaya başladım. -Gözlerinde saklanmış arzular gibi aşka davet ediyor bakışın beni... Birileri şaka mı yapıyor diye çevreme bakınmaya başladım. Müzik sesinin arttığı tarafa doğru adım adım ilerledim. Yanımdaki sedyeyi de geçtikten sonra sağ odanın içerisine doğru baktım. Annem kırmızı bir koltuğa oturmuş bana bakıyordu. -Gel desem gelir misin kendi gönlünce sev desem sever misin beni - Özledim deniz kokan yeşil gözlerini özledim deli gibi seni... Annemi görmemle gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Yanaklarımdan isyan edercesine yavaş yavaş inen yaşlar, arkasında soğuk izler bırakıyordu. Tüylerimin gerilmesine aldırış etmeden anneme doğru adımladım. Yüzü donuk bakıyordu. “Afra'm güzel kızım dayanamam senin ağlamana.” Bunu derken neredeyse kendisi de ağlayacaktı. Sesi titreyerek devam etti. "Prensesim, sözler vermiştik hep birlikte mutlu olacağız diye ama olmadı. Üzülme ben seni hep izliyor olacağım." Yüzünün donukluğu gitti ve ciddi bir şekilde "Sana haberlerim var." dedi. “Önünde çok zor günlerin var, sen çok güçlü bir kızsın asla pes etme, her şeye rağmen mutlu olmaya çalış. Ve sana verilen bu gücü iyi kullan.” Ne gücüydü bu anlayamamıştım. Dayanma gücü ise, artık dayanamıyordum hiçbir şeye. Her şeyden bıktım ve yoruldum nasıl olurda ayakta kalmaya çalışırdım bu saatten sonra. Ben bir kibrit çöpüydüm ve bir şarapnel parçası beni ateşe vermişti. Her gün daha da çok batıyordum dibe, her gün daha çok yanıyordum. Hem bu ateş hiçbir zaman sönmeyecek bir ateşti. Kor kor, alev alev yanıyordu ciğerim. Kırılmıştı kanadım, dönemezdim bu saatten sonra artık geriye. Annem ayağa kalktı ve yanıma geldi, "Bu sana son sarılışım, yüreğim yana yana ayrılıyorum senden. Bir daha yanına gelemeyeceğim, bu seni son koklayışım. Bir daha seslenemeyeceğim sana, bu seni son yakından sevişim. Elveda tatlım. Kaderimiz böyleymiş, ne kadar acı olsa da bir gün elbet buluşacağız. Gerçeklikte buluşmak üzere, elveda tatlım. Elveda sana...” Biz birbirimize sarılırken arkada çalan müzik sesi yükseldi ve müzik ile birlikte annemin sözleri tekrarlanmaya başladı. -Elveda tatlım elveda sana, elveda biten yarınlara, yaşlı gözlerle bakma ne olursun kalbimi deler bu elveda... Sarıldığım beden bir anda parçalandı ve toprak parçaları yere düştü. Yere baktım ve ellerim bomboş kaldı. Gözümdeki yaşlar sıklaştı. Yüreğimin yanması arttı, baştan aşağıya titremeye başladım. “ANNE GİTME, NEREYE GİDİYORSUN BENİ BIRAKIP?” Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım, teyzem kendime gelmem için beni sarsıyordu. Ben ise hiçbir şey düşünemiyor, sadece annemin kollarım arasında toprak olmasını yediremiyor feryat figan bağırıyordum. Ağlayan Gülfem ile göz göze geldik, artık herkes ağlıyordu. Feryadımı duyan eniştem kapıdan bakıp geri gitti. Yatağım terden sırılsıklam olmuştu, yastığa kafamı gömüp gözyaşlarımın terime karışmasına izin verdim. Bu bedene artık ruhum bile ağır gelmeye başlamıştı. Artık kafayı yediğime emindim, ayağıma değen sert şeye bakmak için ağlayarak doğruldum ve yorgandan ayağımı çektim. Çarşafta gördüğüm toprak parçaları ile daha şiddetli ağlamaya başladım. Annem gerçekten gelmiş miydi? Eniştem elinde su dolu bir bardak ile geri geldi. Beni sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama ben sadece bağırarak ağlıyordum. Sakinleşemeyeceğimi anlayıp ambulans çağırmışlardı. Hastaneden çıkışımı yaparlarken, doktorum sinir krizleri geçirebileceğimi söylemiş ve 112'yi durumumdan haberdar etmişti. Ambulans geldikten sonra, doktorun söylediği ilaçları şırıngaya çekip, vücuduma enjekte ettiler. Damarlarımı yakan şeyin ilaç olmadığını en iyi ben biliyordum. Damarlarımı yakan şey dertlerimdi. Nefes almaya çalıştıkça, çırpındıkça batıyordum. Birbirine yapışan göz kapaklarımı, zorlukla ayırdım. Etrafı net göremeyişimden gözlerimin ne kadar şiş olduğunu anlayabiliyordum. Vücudumu kaldıramıyordum ama bu ilaçlardan değil, gece ruhumun bedenim ile verdiği savaştan kaynaklıydı. Derin bir nefes alıp saate baktım, okul için hala zaman vardı. Duştan sonra giyeceklerimi hazırlayıp, kendimi bir çırpıda duşa attım. Omzumdan dökülmeye başlayan soğuk su, bedenimin hala ayakta durmaya niyetli olduğunu kanıtlamaya çalışıyor gibiydi. "Al ve götür dertlerimi." dedim suya bakarak. Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu, kendi kendime konuştuğumda delirdin mi kızım diyen babam, su ile konuşmaya başladığımı görse ne derdi acaba. "Ağlamak belki acımı hafifletir." dedim yine sesli bir şekilde. Acımın nasıl hafifleyeceğini bilmediğim içindi bunlar. Soğuk su sadece bedenimi titretiyordu, beni kendime getirmedi getirebilir miydi orasını da bilmiyorum, ben kendimden gideli çok oluyordu çünkü. Elime döktüğüm şampuan ile saçlarımı köpürtmeye başladım. Toparlanmam gerekiyordu artık ne kadar zor olsa da. Duştan çıktıktan sonra üstümü giyindim ve aynada kendime baktım. Acılarımı kimseye belli etmemeliydim. Biraz makyaj yaptım ve dünkü gecenin şaheseri, yorgun suratımı kapattım. Kahvaltıya indiğimde herkes bana bakıyordu, kötü olduğumu düşünüp okula gitmeyeceğimi sanmışlar. Ama evde olmak daha kötü olurdu benim için. Kahvaltı masasına oturdum ve önüme koyulan kahvaltılıklardan az bir şeyler atıştırdım. Karnımız doyduktan sonra çantalarımızı sırtımıza alıp kapıdan çıktık. Gülfem ile yine kol kola girip okula doğru yürümeye başladık. Artık havalar biraz ısınmaya başlamıştı bu iyi bir şeydi. Sonra Gülfem'e baktım ve benim yüzümden üzgün olduğunu fark edip, "Çok güzel." dedim. Yüzüme bakıp, "Ne?" dedi. “Yüzüklerimiz elbette.” “Evet, senin kadar güzel olmasalar da giderleri var Afra Hanımcım.” "Yaaa güzelin miyim gerçekten." demem ile ikimizde kahkaha atmaya başladık. Düşük olan suratını böylelikle bir nebze de olsa güldürebilmiştim. Okula yaklaştığımızda herkesin bana olan tuhaf bakışlarına anlam vermeye çalışıyordum. Gülfem'de şaşırmış olacak ki yanından geçtiğimiz çocuğa “Ne var ne bakıyorsun?” diye söylendi. Çocuk tepki vermeyip geri çekildi. Yakında çıkar kokusu dedik ve okula girdik. Okula girdikten yaklaşık iki dakika sonra önümüzdeki panoya baktık ve şok olduk. Panoda "Okula yeni gelen kızı, mezarlıktan bir şeyler çalarken yakaladım." yazıyordu. Okuldaki tüm panolara aynı şey asılmıştı ve benim fotoğraflarım vardı. Mezarlığa koyduğum led ışıkları alıyormuşum gibi çıkmıştı fotoğraflarda. Ne yapacağımı şaşırdım ve Gülfem'e baktım. Hızlıca panolardaki fotoğrafları ve yazıları koparmaya başladı. Bende onunla birlikte aynı şeyi yapmaya başladığımda, arkadan bir el omzuma dokundu ve "Sen korkma biz halledeceğiz." dedi. Arkama döndüğümde Görkem'i gördüm. Dolu dolu gözlerim ile ona bakarken, o da bana beni cesaretlendiren bakışlar ile baktı. Sakin kaldım ve derin nefesler almaya devam ettim. Görkem, Gülfem, Barış ve Doğu şu an üstünde benim resimlerim olan, üstünde hırsız olduğumu iddia eden yazıları söküp poşete dolduruyorlardı. Benim için yapıyorlardı bunu, beni hiç tanımamalarına rağmen. Tüm okulu topladıktan sonra, hep birlikte kantine oturduk. Bana hiçbir şey sormadılar, yadırgamadılar hatta Görkem gidip hepimize tost aldı. Karışık tostumu sessizce yerken, Görkem ayranımı açıp önüme koydu. "Al bakalım, yeni kız." "Teşekkür ederim." "Bugün çok sessizsin." "Tabi sen ailenin mezarındayken fotoğrafını çekip üstüne hırsız yazıp, tüm panolara yapıştırmadılar. Ailemin en sevmediği şey hırsızlıktır ve onların mezarına gece korkmasınlar diye lamba ile süslerken yapıldı bu. Ne kadar onur ve gurur kırıcı bir şey." "Haklısın, fakat bak her şeyi hallettik bir daha cesaret edemez kim yaptıysa." "Cesaret etmesi umurumda değil, ben sadece, sadece üzgünüm." Derin bir sessizlik hâkim oldu masaya. Görkem bana yardımcı olmak için benimle konuşmaya çalışıyordu, evet anlıyorum fakat canım çok yanıyordu. Bu sırada herkes tostunu yedi sessizce. Zil sesi ile ayağa kalktım ve çöplerimi çöpe attım. "Ders başlayacak hadi sınıflarımıza çıkalım." diyen Gülfem ile kol kola girip, yavaş adımlar ile sınıfa çıktık. Derse tam zamanında girdik ve yerlerimize geçtik. Yanımda oturan ve isminin Binnur olduğunu öğrendiğim kız yerinden kalktı ve başka bir yere geçti. Sınıftaki herkesin bana bakması ile sıraya kafamı gömdüm ve dersin hızlıca bitmesi için dua ettim. Bu sırada da zaten yorgun olan bedenim kendini uykuya teslim etti. Gülfem: "Ben nerden bilebilirim Görkem?" Görkem: "Bir düşmanı falan vardır mutlaka, yoksa neden böyle bir şey yaşansın." Gülfem: "Hayır, Afra hep içine kapanık bir kızdı. Dostu da düşmanı da yok. Bilmiyorum." Doğu: "Belki de yeni bir düşman kazanmıştır ama şimdilik gizli takılıyordur. Mutlaka foyası ortaya çıkar." Görkem: "Haklısın aslında, bunu Çağan'a söyleyelim de Müdür odasından bir bakalım kameralara." Çağan: "Hop ismim geçti sanki." Görkem: "Afra'ya hırsız diyen kim, neden okula böyle fotoğraflar yapıştırdı onu öğrenmeye çalışıyoruz. Müdür ile konuşsak da bir baksak kameradan olmaz mı?" Çağan: "Çok çocukça bir olay bu. Kim yaptıysa sıfır zekaya sahipmiş deyip geçsek? Hem kız daha fazla üzülmemiş olur." Gülfem: "Hayır olmaz, mutlaka öğrenmemiz gerekiyor. Gizli düşman kim ise ortaya çıkmalı." Gözlerimi açıp başımı kaldırdığımda, burnumdan akan sıcak bir sıvı hissettim. Ellerimi giysilerime siper ettiğimde burnumun kanadığını fark ettim. Elime peçete alıp burnuma tuttum. Kanamanın durmasını beklerken, arka taraftan Gülfem'in sesini duydum. Gülfem: "Ben nerden bilebilirim Görkem?" Görkem: "Bir düşmanı falan vardır mutlaka, yoksa neden böyle bir şey yaşansın." Şu an duyduğum her şey, rüyamda gördüğüm şeylerdi. Şok olmuş bir biçimde önüme bakıyordum. Konuşmaları bittikten sonra Gülfem yanıma geldi ve burnumu fark etti. "Afra ne oldu?" "Sanırım burnumun üstünde uyumuşum." "Dikkat etsene kızım, hadi gel müdürün odasına gidiyoruz." "Tamam." "Nedenini niye sormadın?" "Siz konuşurken duydum." Gülfem son dediğime pek takılmadı ve başını sallamakla yetindi, yavaşça ayağa kalktım. Birlikte kol kola müdür odasına doğru yol aldık. Burnumun artık kanamadığını fark ettim ve lavaboya uğrayıp, burnumun kenarına yapışıp, kuruyan kan lekesini yıkadım. Gülfem, Görkemlerin bizi aşağıda beklediğini söyledi ve hızlı adımlarla yanlarına vardık. Hep birlikte içeriye girdik ve koltuklara oturduk. Müdüre kısaca olayı anlattık, o da bu olayı merak etti ve kameraları açtı. Kameraları geriye sararak kimin astığına bakmaya başladık. Herkesin ağzından tek bir isim çıktı, -BADE... Müdür bile çok şaşkındı. Ben okula yeni geldiğim için pek kimseyi tanımıyordum ve bu kızı daha önce hiç görmedim neden böyle bir şey yaptı ki? Müdürün odasından çıktığımızda, herkes birbirinin suratına bakıyordu ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. En çok da Çağan şaşkın gözüküyordu. "Tanıdığın mıydı?" "Çocukluk arkadaşımdı Afra. Ve o böyle birisi değil, neden yaptığını bilmiyorum ama mutlaka altında başka bir neden yatıyor olmalı." Çağan arkadaşlarına gerçekten değer veren birisine benziyordu. Bade'nin yaptığı şeye o kadar kırılmıştı ki, gözlerindeki çaresizliği görebiliyordum. Çağan sert bakışlı çocuk değildi, o sadece bir çocuktu. Hayalleri yarım kalmış, uçurtması ağaca takılmıştı. Gözlerinden bile bir şeyler yaşamış olduğu belliydi. O an içimdeki çocuk Afra, Çağan'a sarılmak istedi. Sarılıp bütün bunlar geçecek demek istedim, geçecek olmasa bile. İnsanı en çok güvendikleri yaralardı ve Çağan güvendiği birisi tarafından yaralanmıştı. Üzgünüm Çağan, içindeki çocuk kırıldığı için, çok üzgünüm. Yeni dersin başlamasına beş dakika kalmıştı ve bizler yerlerimize yeni geçmiştik. Sınıfa giren nöbetçi çocuk, "Çağan Abi, müzik hocası sizi çağırıyor. Yeni bir şarkı bulmuş, deneme yapacakmışsınız." dedi. Ayağa kalkan Çağan, Görkemlere seslendi ve hep birlikte sınıftan çıktılar. Demek Görkem ünlüyüm derken bunu kastetti, eğer bir müzik grupları varsa elbette okulda tanınır ve sevilirlerdi. Son derse kadar gelmediler ve son derste hoca erken bıraktı. Böylelikle Gülfem ile baş başa evin yolunu tuttuk. Yorucu bir günün ardından eve varmanın mutluluğunu yaşıyorduk, kapıyı açıp eve girmiştik ki, o da ne? Teyzem ve eniştem kucaklarında beyaz yavru bir kedi seviyorlardı. Hadi ama, kedilerden korkan teyzem kucağına mı almıştı? Gülfem’le birlikte benim de ağzım o şeklini almıştı, şaşkınlıktan konuşamıyorduk. Teyzem yanına çağırınca hemen eşyalarımızı yere bırakıp yavru kediye yaklaştık. Çok sevimli beyaz bir kediydi. "Arkadaşımın kedisi yeni doğum yaptı ve arkadaşım o kadar çok kediye bakamayacağı için birazcık büyümesini bekleyip, birisini bana verdi. Hem evimize küçük bir kedi almış olmamız iyi olur, seversiniz. Artık evimizin yeni bir üyesi var, biz isim seçmedik size bıraktık." dedi. Gülfem kıs kıs gülerek Bade mi koysak dedi. Bende ters ters bakınca cevabını almış oldu. Teyzem konuyu bilmemesine rağmen Gülfem'e, "Sen Bihter Ziyagilsin aptallık etme." dedi. Bunun üzerine hepimiz gülmeye başladık, aklıma gelen fikirle gözlerim parladı ve Gülfem'e dönüp "Bihter koyalım mı?" dedim. Gülfem de ismini beğenince küçük beyaz kedimizi kucağıma alıp, "Merhaba Bihter, yeni evine hoş geldin." dedim. Akşam yemeği için Gülfem’le birlikte teyzeme yardım ettik. Gülfem'in telefonuna gelen mesaj sesi ile o telefonuna odaklandı, bende masaya tabakları taşıdım. Gülfem heyecanlı bir şekilde, "Anne yarın hava çok daha sıcak olacakmış, Afra ile birlikte denize gidebilir miyiz?" dedi. "Kızım sen kafayı mı yedin, hava sıcak olabilir ama su hala soğuk, denize falan giremezsiniz." "Hayır anne, denize girmeyeceğiz sadece deniz kenarında piknik yapacağız. Hadi ne olur bak Görkemlerde gelecek." "Denize girmeyecekseniz olur, hasta olursunuz sonra bak." "Yok yok denize girmeyiz korkma. Afra senle güzel bir kek yaparız, bir şeyler daha yaparız sadece kek olmaz, onu sonra kararlaştırırız." Onaylar şekilde kafamı salladım ve ne yapsak diye düşünmeye koyuldum. Akşam yemeği hazırdı artık, masaya oturduğumuzda burnuma gelen o mükemmel yemek kokusu ile karnım guruldamaya başladı. Yemeği tıka basa yedim ve odama çıktım, dişlerimi fırçalarken gelen Gülfem ile yarın neler yapacağımızı konuşmaya başladık. Her şey bir yana uzun süredir kendimi böyle hissetmiyordum. Evet kimsesizim ama bir o kadarda iyi hissediyorum. Gülfem ve arkadaşları içimi ısıtıyor, buz tutan kalbimi çözüyorlardı sanki. Önemli olan mutlu olmaktı, hayat üzülmek için çok kısa. Bunu fark ettikten sonra kendime bir söz verdim. Mutlu olacaktım en azından deneyecektim. Yine içimi döktüğüm defterimi açtım ve yazmaya başladım. Ölmüş çiçeklerle dolu bir vazo olabilirim ama bu hiçbir zaman yeniden çiçek açmayacağım anlamına gelmez. Her an her şey olabilir sonuçta ve şunu asla unutma seni kimin kırdığının önemi yok, önemli olan seni kimin gülümsettiği. Gerçekten sevmeyen insan eninde sonunda terk eder, onun için istediğin kadar fedakârlık yap, günlerce uyuma istersen, kilometrelerce yol kat et. Eğer sevmiyor ise tek başına çabalayamazsın hiçbir şeyi... Bu kadar işte, tüm insanların özendiği pembe masalların siyaha boyanmış sonları.

8. KUM TANELERİNE SAKLI ANILAR

KUM TANELERİNE SAKLI ANILAR

7.BÖLÜM

“KUM TANELERİNE SAKLI ANILAR”

"Denizden değil boğulmaktan korkar insanlar, ben suda değil ama duygularımda boğuldum."

İntihara meyilli göz kapaklarımı açtım. Yorgun olan ruhum, günbegün daha da ağırlaştığını belli etmek istermişçesine, bedenime mesaj yolluyordu. Ayaklarımdan başlayıp sırtıma kadar vuran ağrının bir an önce geçmesi için dua ettim. Ruhumun ağrısı geçer miydi bilmiyorum ama bedenim yapmamalıydı en azından. Her şey neden daha kötüye gitmek zorunda olsun ki. Zorla nefesimi toparladım ve kalbimdeki çarpıntının geçmesi için biraz hava almanın iyi olacağını düşündüm. Yavaşça yatağımdan doğruldum, hemen başucumdaki camı araladım ve dışarıyı seyretmeye başladım. Günün her zamanında saklanan ve sadece sabah erken saatlerde ortaya çıkan utangaç hava, yüzümü serinleterek okşamaya başladığında bir daha hiç böyle nefes alamayacakmışım gibi çektim ciğerlerime. Yüzümde oluşan tebessüm bir daha asla geçmişin geri gelmeyeceğini hissettiğim içindi. Soluduğum hava bile hissettiriyordu artık, duygularımla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Çarpıntının azaldığını hissettiğimde camı açık bırakarak odamdan çıktım. Çıplak ayaklarım ile teker teker indiğim merdivenlerden, hoş ama rahatlatıcı bir soğuk bedenime geçti. Mutfağa ilerledim ve mutfak dolabını açtım, elime su bardağı aldım. Arıtmadan bardağa yavaş yavaş akan suyu izlerken bugün pikniğe neler yapsak diye düşünmeye başladım. Aklıma çilekli bir tatlı tarifi geldiğinde gülümsedim. Belki de artık kendi ayaklarımın üstünde durmam gerekiyordur, diye geçirdim içimden. Evet, çilekli bir tatlı yapmayı kendi ayaklarımın üstünde durmak sanacak kadar çocuğum. Kendime bir kez daha acıdıktan sonra elime şekeri aldım ve tarifin içine katmak üzere kenara koydum. Bir bardak şekeri bir güzel karıştırma kabına döktükten sonra diğer malzemeler ile birlikte çırpıcı ile karıştırmaya başladım. İçine duygularımı da katmak istiyordum, karışsınlar birbirlerine ve gitsinler benden uzağa. Hamur kıvamını alınca fırın tepsisine koydum ve fırınladım. Başında pişmesini beklemeye başladım. Yapmak istediğim çok tatlı olmayan sağlıklı bir şeydi. Mutfakta tabureye oturmuş dalgın bir şekilde fırını izlerken ayağımı yalamaya başlayan Bihter ile birlikte, dikkatimi ona yönelttim. Başını okşayıp kucağıma aldım, ne kadarda masumdu. Beyaz tüylerine karışıp yok olmak istesem de fırında tatlım vardı. Onu yemeden bir yere gidemezdim. Fırından çıkardığım tepsi ile birlikte mutfağa mis gibi bir koku yayıldı. Merdivenleri inen Gülfem beni görüp şaşırsa da bozuntuya vermedi ve Bihter'i sevmeye başladı. Birlikte piknik için bir şeyler hazırlamaya devam ettik. Kapıdan çıkarken son kez çantamı kontrol ettim ve her şeyimi yanıma aldığımdan emin oldum. Gülfem ile birlikte deniz kenarına doğru yol aldık. İlk gelen bizdik, çevreyi inceledik ve oturacak bir yer seçtik. Yere genişçe olan piknik hasırını serdik ve yavaşça üstüne oturduk. Çevremiz çok sakindi, hava kötü değildi aksine yakıcı olmayan ama bir anne şefkati ile bizi saran bir güneş vardı. Bulutların arasından el sallayan güneşe bakıp gülümsedim. Çevrede kimse olmaması o kadar güzeldi ki, sessizliği özlemişim meğer. Hırçın deniz kıyıları dövmüyor hatta seviyordu belki onunda kafası sesi götürmüyordu da hırçınlaşıyordu. Bir insanın ne yaşadığını bilmeden, içinde kopan kıyametleri tahmin edemezdiniz ki. "Kim bilir bugüne kadar ne kadar fazla mutluluk ya da acı görmüştür bu deniz. Martıya âşık olan balığın hikayesini de biliyordur hatta. Bir gün bir balık, martıya âşık olmuş. Uçarken ki kanat çırpışına gönlünü kaptırmış, beyaz tüylerine vurulmuş. Ama hiç kimseye anlatmamış, hep içinde biriktirmiş. Sadece avaz avaz susmuş. Bu o kadar büyük bir susmaymış ki, martı da balığı fark etmiş. Hiç konuşmayan bu balık, ne yaşadı da bu kadar sustu diye düşünmüş. Gitmiş her yere, herkese bu susan balığı anlatmış. Duyan herkes şaşırmış, bu olay baya uzun süre her yerde dolaşmış. Tüm dünyada duymamış kimse kalmamış bu olayı. Sonra herkes balığı yargılamaya başlamış. Onu dışlamışlar, susmasından dolayı. Kimse gelip nedenini sormamış. Sonra bizim balık gidip bir yengece anlatmış bu durumu. Yengeç dalga geçmiş ve herkese yaymış. Balığın kendisine âşık olduğunu öğrenen martı, çok uzun yollar kat edip gelmiş ve balığı bir çırpıda yakalayıvermiş. Balık martının kendisine iyilik yaptığını sanmış fakat martı aslında balığı herkese rezil etmeye gelmiş. Ve bu olay uzun yıllar boyunca böyle duyulmuş, bilinmiş. Bunun üzerine balıklar hiçbir zaman gökyüzüne bakmamışlar, denizin derinliklerinde bazen de kıyısında dolaşırlarmış. " anlattığım hikâyeyi merakla dinleyen Gülfem bana bakıp, "Yani kimseye güvenmemek gerekiyor?" dedi. Bilmediğimi belli etmek için omzumu silktim. Arkamdan gelen ses ile donup kaldım. "Belki de martılar martılara, balıklar balıklara, sen de bana âşık olmalısındır Afra?" Kafamı yavaşça arkama çevirdiğimde, Çağan ile göz göze geldik. Yüzüne boş boş baktığımı fark etti ve "Mesela yani." dedi. Gözlerinin içine bakarak içten bir tebessüm gönderdim. Arkasından Görkem ve ikizlerde gelmişti, sırtlarını denize doğru dönerek karşımıza yerleştiler. Çağan sırtındaki gitar kutusunu çıkarıp kenara koydu. Görkem elindeki sepeti yere koydu ve "Annemin bana bunu taşıttığına inanamıyorum. Çantama koyayım dedim onu da kabul etmedi. Neymiş efendim pikniğe, piknik çantası ile gidilirmiş." dedi. Hepimiz sessizce ona baktık ve ortamı yumuşatmak adına Çağan'a doğru dönüp hadi bir şeyler söyleyelim, dedi. Çağanda onu onaylar şekilde başını salladı ve gitarını kutusundan çıkardı. Sadece gözleri ile bile anlaşabiliyorlardı. Hemen o saniyede ne söyleyeceklerine karar verdiler ve Çağan gitarın sert tellerine vurmaya başladı. "Ben, sen, o, bu, şu, yürüyoruz Her gün an be an dağılarak Hükümsüz, yönsüz, tertemiz Güneşin altında karararak Ay ay ay ayy Çiçekler, altınlar, tabancalar Mahallede kaldı çocuklar Camı kırdım top yok, başım ayaz Kokusu burnumda, o eski yaz O eski yaz" Daha önce detaylı olarak hiç incelemediğim suratlarına baktım sırayla. Görkem, tatlı bir sarılığı vardı saçlarının. İyi niyetli birisi olduğu her yerden anlaşılıyordu, insanlara davranışından bile çıkarabilirdim bunu. Çağan, kahve tonlarında olan eliyle düzelttiği saçlarına baktım. Ne çok açık ne de çok koyu tam ortası bir kahveliği vardı. Gözleri gözlerime değdiğinde ilk defa fark ettim, gözleri bana bakmıyordu. Benim içimdeki küçük Afra'ya bakıyordu. O beni değil içimdeki kişiyi merak ediyordu. Utanıp gözlerimi çektim, gözlerinden... Doğu, çok tanışmasak da uzaktan sert ve soğuk bir görünümü vardı. Barış ile ikizlerdi ve resmen her şeyleri aynıydı. Ailesinden izin alıp sağ kollarına isimlerini yazdırmışlardı. Güzel bir fontta yazdırdıkları dövmelere baktım ne çok iri ne çok küçük. İdeal bir boyuttaydı. Kim olduklarını buradan fark ediyorduk. Şarkı bittikten sonra kısa bir sohbet ettik, güldük, eğlendik. Sıra pikniğimize yiyecekler ile devam etmekteydi. Gülfem heyecanla çantasından çıkardı yaptıklarımızı. Yaptığım tatlıyı evde kesip getirmiştik burada uğraşmamak için. Güzel görüntüsünden dolayı herkesin ilgisini çekmişti. İlk alan Görkem olmuştu, ısırık aldığında ilk bir şaşırdıysa da duygularını pek belli etmedi. Ardından Çağan ve diğerleri de birer dilim aldı. Bende kendi yapmış olduğum tatlıdan gururla bir parça aldım. Ağzıma gelen tuz tadı ile şok oldum, nasıl yani? Şeker yerine tuz mu atmıştım. Çok utandım ve başımı yere eğdim. Bu hareketimin üzerine moralimi düzeltmek adına, "Ellerinden tuzlu kahve içeriz diye düşünmüştüm açıkçası ama sen tuzlu kek yaparak bunu arşa çıkarmışsın." dedi Çağan. Yüzüne bakıp gülümsedim, dışarıdan sert duran Çağan'a ne olmuştu böyle. Yoksa bana acıyor muydu? Olumsuz düşüncelerimden sıyrılıp, kahkaha atan bizim çocuklara katılıp bende güldüm. Diğer getirdiğimiz şeyleri yedikten sonra sohbet etmeye başladık. Görkem okuldaki komik anılarını anlatmaya başladığında, benim hiç böyle anılarım var mı diye düşünmeye başladım. Ve aldığım cevap koca bir hiçlikti bir çukura düşmüşüm gibi hissettim kendimi. Kafamı eğdim ve ellerime bakmaya başladım, arkadaşlık yüzüğümüz birazcık şans getirse olur muydu acaba? Derin bir iç çekip kafamı kaldırdığımda, Çağan ile göz göze geldik. Artık emindim. Benim hakkımda bir şeyler biliyordu. Benim üzgün olduğumu, içimdeki küçük kız çocuğunun ne kadar kayıp olduğunu... Gözlerimin içine bakarak, tüm hiçliğimi okuyordu. Gülfem ile Görkem dondurma almak için ayağa kalktılar. Doğu ve Barış'ta oturmaktan sıkılmış olmalılar ki, hemen geleceklerini söyleyip biraz yürüyüşe çıktılar. Bende içimi okuyan birisi ile yalnız kalmaktan korktuğum için ayağa kalkıp denize doğru adımladım. Yerden aldığım beyaz göbekli taşı denizde sektirmeye çalışarak ileriye doğru fırlattım, fakat ortaya çıkan görüntü pek istediğim gibi değildi. Yerden yeni bir taş aldım bu sefer siyah göbekli bir taştı, atmaya hazırlandığım sırada bir el, elimi kavradı. "Eğilerek at ki hacim kazansın ve en önemlisi taşını büyük değil yassı seç." Çok önemli bir dersi anlatıyormuşçasına dinledim onu. Ağzından çıkan her bir kelimeyi, sesini ezberlemeye çalışır gibi dinledim. Yerden yassı grimsi bir taş alıp, sağ dizinin üzerine eğilerek taşı fırlattı. Ve saymaya başladık. "1..., 2..., 3...,4... ve 5" Tamı tamına 5 kez seken taşa baktım. Nasıl olabilirdi bu? Yüzüne bakıp, "Büyü yaptın bana ne kabul etmiyorum." dedim. Söylediklerim ile birlikte sesli bir şekilde güldü, "Büyü değil bu, bu mantık.". Kendimi salakmışım gibi hissettirse de bu sefer yerden ben taş aldım. Yassı bir taş ve eğilerek fırlat, zihnimde tekrar ettiğim bu cümle gerçekten büyü etkisi yaratırmışçasına işe yaradı. Belki de Çağan'ın dediği gibi, bu mantıktı. 4 kez seken taşıma bakarak içten bir tebessüm ettim. "Gülmek istiyorsun, ama boğazını düğümleyen bir şeyler var. Bu yüzden gülmüyorsun. Sen kendini kandırıyorsun Afra, mutlu değilsen mutlu rolü yapma. Fark ediliyorsun çünkü. Kendin ol ve duygularını yaşa, emin ol bu kendini daha iyi hissettirecek." dediklerindeki haklılık payı canımı yaksa da başımı dik tutmalıydım. "Hiçbir şey bilmiyorsun, hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun. Sen sadece insanları okuyabildiğini sanıp bana zihnimde karanlık yaşatıyorsun." dedim biraz yüksek çıkan sesimle. Duygularımı hafife alınmış gibi hissettim, yaşadığım şeyler bu kadar kolay dile getirilmemeliydi. "Moralinin bozuk olduğunu fark etmem için bilim adamı falan olmama gerek yok, belli oluyor işte." bu sefer de haklıydı. Belli etmemeye çalışsam bile ediyordum işte. Hiçbir şeyi beceremediğim gibi... Arkamı döndüm ve yere oturup ayakkabılarımı çıkardım. Esen rüzgârın sesi kulağımda uğuldadı, ıslak kuma ayaklarımı batırdığımda ruhumdaki tüm ağrı ve sızılar kumla birlikte yok olup gidecek gibi hissettim. Ama olmadı. "Gel birlikte çıkalım bu karanlıktan Afra." yanıma oturup ayakkabılarını çıkarırken konuşan Çağan'a baktım. Gözleri gözlerime değdiğinde, içimde kopan bir fırtına ona eşlik etmemi söylüyordu. Ne yani kimseye güvenmeyen Afra, şimdi pes mi ediyordu? Daha yeni tanımış olduğu bu çok bilmişle, karanlığın dibinden mi çıkacaklardı. "Peki, çıkalım bakalım." "Nereye çıkıyorsunuz, kimle çıkıyorsunuz?". Bunu diyen Görkemdi. Yanımıza gelip oturdular, ayakkabılarını çıkarmayı unutmadan. Dondurmaları uzatıp konuşmamı ister gibi baktı. Karanlıktan çıkıyoruz, dedim tepkisini umursamayarak. O da Gülfem'e dönüp, "Biz de karanlıktan çıkalım mı Gülfem?" dedi. Gülfem gülerek "Biraz düşünmem lazım, annem izin verirse." dedi. Güldük... Ama bu gülüş gerçek bir gülüştü, içimdeki acıyı yok sayarak güldüm. İçimde mutlu biri varmış gibi. Gerçek bir şekilde gülmenin bile bu kadar değerli olduğunu bilmiyordum bugüne kadar. Ellerimi iki yana koyarak yavaşça suya doğru uzattım ayaklarımı. Ayaklarıma değen soğuk su ilk olarak yaksa da sonradan hissizleştim. Martıya âşık olan balık hikayesi geldi aklıma. Şu an yanımda oturan bu yabancılara gerçekten de güvenmeli miydim? Bugüne kadar güvenmenin hep zarar getirdiğini görmüştüm. Annemin en yakın arkadaşı tarafından, arkasından vurulmasında da güven rol oynuyordu. Eğer güvenmeseydi, kırılır mıydı kalbi ya da gecelerce üzülüp sessiz sessiz ağlar mıydı? Ben de annemin kızıydım geceleri sessiz sessiz ağlıyor, sabahları ise mutluymuş rolü oynuyordum işte böyle. Bir de yanımdakilere güvenip kendime tekrar eziyet etmemin anlamı var mıydı? Olumsuz düşüncelerimden yorulmuştum artık. Kimseye güvenmedikten sonra, yaşamanın anlamı var mıydı asıl? İşte o an karar verdim, hata dahi olsa birilerine güvenmeliydim. Çünkü yaşamalıydım, ölü bir ruha ait olan sağlıklı bir bedenle ortada gezmekle olacak iş değildi bu artık. Hissiz suratına baktım ve tamam birlikte çıkalım bu karanlıktan Çağan dedim, içimden. Yüzümde bir gülümseme oluştu. İçten ve gerçek bir gülümseme, kendimi karanlıktan çıkacağıma inandırdığım içindi bu. Sohbet sardığı ve uzun süredir bu kadar yakın olmadığımız için, pikniğimizi uzatmaya karar verdik. Görkem ve Çağan evlerine dönüp kamp eşyaları almaya karar verdiler. Bizde zorla teyzemden izin kopardık, Bihter'in bizi özleyeceğini söyleyip kandırmaya çalıştı ama biz kanmadık. Gülerek telefonu kapatmış ve denize bakıp hayallere dalmıştık. Ayaklarımızın yanındaki deniz kabuklarına baktım. Ne kadar zarif ve güzellerdi. Sayıları fazla ve değersizlerdi, insanların gözünde. Ama benim için öyle değillerdi, hepsinin bir hikayesi vardı ve uzaklardan kopup kıyıya vurmuşlardı. Benim gibi... Ailemden kopup, Çağan'a vurulmuştum. Ona inanıyordum, inanmak istiyordum. İçimi okuyordu sanki bunu yapabilmesi için bir şeyler yaşaması gerekiyordu, bir geçmişi bir anısı bir yarası olmalıydı. Ağaca takılan uçurtmasını, alıp ona geri vermemişlerdi. Uçurtmayı alıp parçalamışlardı. Öyle hissediyordum, içinde kırılan bir şeyler vardı. "Baksana Afra, karşıdaki sandalda amcanın biri balık tutuyor. Belki ilerde senle birlikte böyle denize açılırız." dedi Gülfem. Ben eskiden denizden korkuyordum ama artık korkacak hiçbir şeyim kalmadı. Aslında denizden değil de boğulmaktan korkuyordum, suda değil ama duygularımda boğuldum. Bu yüzden, "Olur, hatta çok güzel olur." dedim. Kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı artık. Gülfem'in telefonunun çalması ile dikkatimizi kimin aradığına verdik. Görkem arıyordu, telefonunu açtı ve uzun uzun dinledi, "Tamam o zaman geliyoruz." deyip telefonu kapattı. Nereye der gibi baktım yüzüne, ilerde daha güvenli tam kamp yapılacak bir alan varmış oraya gideceğiz dedi. Kafamı olumlu anlamda salladım ve birlikte eşyalarımızı topladık. Çok uzak değildi aslında, sadece daha düz bir yerdeydi. Yerlere çakılmış uzun, geniş sopalar vardı ve boyumuzu aşıyordu. Sopalara bir anlam veremeyip, "Ne o, ayin mi yapacağız?" dedim merakla. Çağan gülerek, "Gel de yardım et prenses, çabuk öğrenirsin." dedi. Yanına gittim ve beklemeye başladım. Görkem elindeki siyah poşeti yere bıraktı ve içini açtı. Gördüğüm şey ile gözlerim doldu. Babamın bunlar elindeyken odama girip, perdeme astığını hatırladım. "Artık karanlıktan korkma diye aldım, prensesim. Bu ışıklar perdeni aydınlatacak ve artık hiçbir şeyden korkmayacaksın, çünkü benim kızım çok güçlü bir kız." Gözümden damlayan bir yaşı alelacele sildim ve fark edip etmediklerine baktım. Fark etmemişlerdi. Derin bir iç çekip poşete bakmaya devam ettim. Artık her şey benim zihnimdeydi ve sadece bir anıydı. Genelde perdeye asılan bu uzun led ışıkları kaldırdılar. Çağan en baştaki sopanın yanına geçti ve yanına gitmemi bekledi. Yavaş adımlarla yanına gittim, ışıkların başından tuttu ve çubuğun üst kısmına tutturdu. Işıklar yere değmesin diye tutarken arkamdan geçti ve diğer sopanın yanına gitti. Elimden aldığı diğer parçayı da sopaya tutturduktan sonra bir köşemiz bitmişti. Aynı işlemleri sıra ile diğerlerine de uyguladık. Dışarıdan dört köşeli ışıklardan oluşan perdemiz varmış gibi gözüküyordu. Kafamı kaldırdım ve yukarıya baktım, tavanımız yıldızlardan tabanımız ise kumlardan oluşuyordu. Bulunduğumuz yerin güzelliği karşısında büyülenmiş, kalmış gibiydim. "Ayinimizi beğendin mi prenses?". Suratına öylece baktım ve gülümseyerek kollarımı boynuna sardım. İlk başta afallasa da o da kollarını belime doladı. "Teşekkür ederim Çağan, içimdeki kız çocuğunu kor kor yanan ateşten çekip çıkartmaya çalıştığın için. Gerçekten teşekkür ederim. Uzun süredir böyle iyi hissetmiyordum.". Bunu dememle birlikte kolları ile daha çok sıktı beni. Sanki içimdeki her kırılan parçamı toparlayıp iyileştirecekmiş gibi. "İçinde bulunduğun ateşten çıkaracağım seni, sana söz veriyorum Afra. İçindeki acıyı bir nebze olsa dindireceğim." "Eğer elinden tutup seni bu ateşe çekersem, acı çekmene dayanamam Çağan. Başkalarının canını yakmaya dayanamam ben." "Yanacaksak da birlikte yanarız bu saatten sonra. Ben sadece sana söz vermedim." Son dediği ile kafamı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım, o da aynı şefkatle yüzüme bakıp, "Sadece sana değil, içindeki o gözleri dolu dolu bakan kız çocuğuna da söz verdim.". Gözlerimde yaşların bir anda boşalmasıyla birlikte ikimizde aynı anda yere çöktük. Yan yana oturduk ve elini elimin üstüne koydu. "Hepsi geçecek sadece biraz sabret." dedikleri ile birlikte tekrardan yüzüne baktım. "Geçecek değil mi, kesin geçecek?" "Kesin geçecek, ben hayatta olduğum müddetçe..." Doğu ve Barış'ın da gelmesiyle birlikte, gözlerim Gülfem'i aradı. Görkemle birlikte denize bakıp sohbet ediyorlardı. Benim yüzümden hayatı kökünden değişmişti, mutlu olmayı hak ediyordu. Arkadan birbirleriyle ne kadar uyumlu olduklarına baktım. İçim acıdı, yılların arkadaşlığı ya da tanışmışlığı vardı belki de. Benim ise eski okulumdan konuştuğum birkaç kişi vardı, onlarda ailemi kaybettiğimi öğrendikten sonra bir daha aramadılar. Asıl en çok ihtiyacım olduğu anda aramadılar. Aklıma bir söz geldi, "Gerçek arkadaşlıklar yıldız gibidir, karanlık olunca belli olurlar." dedim sesli bir şekilde. Çağan bana doğru döndü ve gözlerimin içine bakarak, "Hayır, önemli olan karanlıkta parlayan değil, aydınlıkta bile parlayandır." dedi. Yine haklıydı. Dost kara günde belli olur tamam ama ya benim aydınlıkta bir dosta ihtiyacım olursa. Düşüncelerim Gülfem'in yanımıza gelmesi ile son buldu. Görkem elinde bir poşet dolusu çekirdek ile geldi, hepimize bölüştürdü ve Gülfem'in yanına geçti. Bu günlerimin değerini çok iyi bilmeliydim, farkındaydım. Hayatın nereden vuracağı belli olmuyordu çünkü. Hayatı tanımlamak istesem şöyle küçük bir örnek verebilirim. Görkem gibi bir arkadaşın getirir kucağına bir sürü çekirdek bırakır ve sen çitlemeye başlarsın. Her şey mükemmel gidiyordur, tadı mükemmeldir ama tam o sırada ağzına acı bir çekirdek tadı gelir. Sonra üstüne yediğin hiçbir şey onun acılığını götüremez. Aynen böyle. Her şey yolunda gidiyordur, çevrendeki insanlarla çok mutlusundur fakat sonra bir şey olur ve hayatına bir yerden küçük bir acılık girer. Sonra tüm hayatın kayar işte. Ellerinden uçar gider ve ardından bakakalırsın. Çok ama çok acı. Sohbet koyulaşmış ve herkes kendi kafasında takılmaya başlamıştı artık. Gülfem'i, Çağan'a bakarken yakaladım. Tam karşımda oturduğu için kime baktığını kolayca fark edebiliyordum. Onun baktığı tarafa döndüm yavaşça ve Çağan ile göz göze geldik. Gözlerini gözlerimden uzun süre çekmedi, sanki gözleri ile bir şey anlatmak istiyordu. O koyu kahverengilerinde bir şey gizliydi. Ne saklıyorsa çok ama çok derinlere gömmüştü. Ve ben onun kadar yetenekli ya da insan sarrafı değildim, onu çözemiyordum. Utanıp gözlerimi kaçırdığımda bu seferde Görkem ile göz göze geldik, yakalanmıştım. Bana bakıp sırıtmaya başladı. Utancımdan şu kumlara gömülebilirdim. Utandığımı fark edip ayağa kalktı, "Ben azıcık şu ilerilere doğru yürüyeceğim, gelmek isteyen var mı?" diye sordu. Ardından Gülfem ayağa kalktı ve koluna girdi. Doğu ve Barış da onlara katıldı ve ben, ben oturduğum yerde kaldım. Ya Çağan'a ya da bu kum taneciklerinin üstüne mıhlanmıştım. Herkes gitmiş ve biz yalnız kalmıştık. Çağan bana doğru dönüp, "Neden ağladın?" dedi. "Ne?" "Görkem poşeti açınca, neden ağladın?" fark edilmediğimi sanıp derin bir oh çekmiştim ama Çağan görmüştü. "Acılarımı saklayamadığımdan." "Ne acın var?" "Senin?" "Benim yok." "Gözlerin öyle demiyor ama." sustu uzun bir süre. "Daha erken, anlatmam için daha çok erken." "Peki sende bana sorma o zaman." bu dediğimi hayatında ilk defa duymuş gibi bana baktı ve ayağa kalktı. "Özür dilerim." dedi ve yürümeye başladı. Git gide uzaklaştı, yalnız kaldım. Her zaman ki gibi. Her masalın sonu mutlu bitmiyordu. Bu yüzden en başından beri insanlara karşı temkinli davranıyordum. Çağan bencildi, kendi acısından bahsetmiyor ama benimkini soruyordu. Üstüme çöken yorgunlukla sırtımı geriye yasladım ve yanları led ışıktan, tavanı yıldızlardan donatılmış olan tek manzarama baktım. Gözlerimden yaşların süzülmesine izin verdim, zaten duracak gibi durmuyorlardı. Yattığım yerde havanın hafif soğukluğu ve de en önemlisi geçmeyen acılarımla birlikte uyuya kalmışım. Görkemlerin gelmesi ile seslere uyandım. "Çağan nerede?" "Bilmiyorum." dedim yüzüne uzun uzun bakarak. "Tamam o zaman en son senle birlikte olduğu için, onu çağırmak sana düşüyor." "Nedenmiş o, sonuçta senin arkadaşın." gözlerimi kaçırdım ve arkamda duran çantama doğru döndüm. İçinden bir şey arıyormuşum gibi yapıp konuyu değiştirecektim. Sözde... "Senin arkadaşın değil miyiz?" bu sorusu ile afalladım. Öyle miydik, hiçbir şeyi bilemediğim gibi bu sorunun cevabını da bilmiyordum işte. Sadece sustum, sorusuna cevap vermedim ve çantayı karıştırmaya devam ettim. Benden yanıt alamayınca telefonunu çıkardı kendisi aradı. Nerede olduğunu sordu ve gelmesini istedi. Çağan gelince de hızlıca yerine oturdu ve "Hadi bir şeyler söyleyelim, kamplar ve arkadaşlıklar bunun için vardır." dedi bana bakarak. Ben onlarla şarkı söylüyorlar diye arkadaş olmamıştım ki. Hatta arkadaş bile olmamıştık doğru düzgün, bilemiyordum. Bu söylediği şey ile kalbimi çok kırmıştı, bundan sonra arkadaş olabilir miydik onu bile düşünmem gerekiyordu. Çağan gitarını aldı ve tellerine vurmaya başladı, daha önce hiç duymadığım bu şarkı çok içime dokundu. "Bu yerler bu insanlar bana yabancı biliyorsun Sana saklandı ruhum beni bırakma ne olursun Bize karşı dursalar da Kalbimize vursalar da İftira atsalar da yanımda dursun kalbin" Onlar şarkıyı söylemeye devam ederken arkama yaslandım. Gökyüzüne bakarak her şeyin geçmesini diledim. Bu yerler bu insanlar bana yabancıydı, tek tanıdıklarım toprağın altındaydı artık. Ruhum bugün Çağan'a saklanmıştı, o da beni bırakmıştı. Acılarımı deşiyor gibi hissettirmiş ve kendinden bahsetmemişti. Beni peşinden koşturmaya çalışıyorsa böyle gizli rolünde oynayıp, beni kaybederdi. Çünkü ben kimsenin peşinde koşamayacak kadar yorgundum, kabul olması imkânsız olan bir duaya “Âmin” demekten farksızdı bu. Bu hayatta tek bir gerçek vardı, o da hiçbir şeyin gerçek olmamasıydı. Çadırları hazırlamışlardı, Gülfem ile ben aynı çadırdaydık. Eşyalarımızı çadırın bir kenarına koymuş, öylece oturmuş birbirimize bakıyorduk. Bana bakıp, "Böyle devam edersen herkesi kaybedersin Afra, kendine gel artık her şeye olumsuz bakmayı bırak. Görkemler seninle arkadaş oldu, olmaya da bilirlerdi ama seni aralarına alıp kabul ettiler. Sen ise sorularına saçma saçma cevaplar veriyorsun. Olgunlaş artık. Hem Çağan'ın sana olan bakışlarını gördüm. Sanırım senden hoşlandı ona kötü davranma, soğuk gibi dursa da aslında çok iyi birisidir. Tekrar diyorum bak, böyle devam edersen hiç kimsen kalmayacak." "İyi geceler, Gülfem." deyip arkama döndüm ve yerime uzandım. Ardımdan birkaç dakika baktı ve çadırdan çıktı. On, on beş dakika geçmişti ki dışarıdan fısıltı şeklinde konuşmalar duydum. "Yoruldum artık Görkem yoruldum. Ne desem ne yapsam olmuyor, bir türlü mutlu olmuyor. Size de nasıl davranıyor görmüyor musun? Bıktım diyeceğim ama kuzenim ne yapabilirim ne diyebilirim ki, susmaktan başka çarem yok." duyduklarım karşısında şok olmuştum. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm, bu kadar mıydı yani değerim hem acı çeken ruhum yaptırıyordu bunları bana. Bende mutlu olmak istemez miydim? "Sakin ol Gülfem, onu da anlamaya çalış zor zamanlar geçiriyor. Yapacak bir şeyin yok, biliyorum ama kırma kalbini." "Onun kalbi kırılmaz, kalp kırılmasının ne olduğunu bilseydi benimkini kırar mıydı?" "Öyle deme Gülfem, lütfen hadi git uyu." "Uyku tutar mı sanıyorsun?" son dediği şeyden sonra kumlara oturdular ve sesleri kesildi. Kalbim çok kırılmıştı, elbette birisini üzmek umurumdaydı. Onu bu kadar üzdüğümü bilmiyordum. Paramparça olmuş kalbim ile birlikte yastığa gömüldüm. Ağladım. Sabaha kadar ağladım, içli içli. Gülfem güneş doğmaya başlayana kadar çadıra gelmedi. Ne yaptı bilmiyorum ama benden ne kadar nefret ettiğini anlamıştım. Sabah oldu, şişmiş gözlerim ve ağlamaktan kızarmış burnum ile birlikte çadırdan çıktım. Gülfem yüzümü görmesine rağmen, her şeye ağladığımı sandığı için ses çıkarmadı. Sırt çantamı aldım ve kenara oturdum. Kimse yanıma gelmedi, kimse yüzüme bakmadı. Eşyalarını topladılar ve gittiler. Gülfem ile baş başa kalmıştık, yine... Ayağa kalktı Afra, giden arkadaşlarının arkasından kalan tek kişiye baktı. Tek dostu sandığı, tek sığınağı bildiği ve onun için bir tanecik olan kuzenine. Yalnız kalmışlardı, piknikleri bitmiş ve herkes dağılmıştı. İçindeki boşluğa baktı Afra. Yanındaki boşluk mutlaka birileri ile dolardı ama içindeki boşluk asla dolmazdı. Biliyordu... Ayakta dikildiler bir süre, eşyalarını toplayıp sahilden yürümeye başladılar. Dümdüz olan yol sanki her adımda daha fazla uzuyordu. Mini çarşı gibi bir yerin önünden geçerken Afra'nın gözü içi şeffaf olan bir çantaya takıldı. Sert ama şeffaf. Kendisine benzetti o çantayı ve yanına ilerledi. Dışarıdan sert gözüküyordu evet ama dertlerini saklayamıyordu, şeffaftı sanki. Hiç düşünmeden aldı eline çantayı, parasını ödeyip kuzenine bir şey demeden geldiği yolu geriye dönmeye başladı. Gülfem şaşırsa da bir şeyini unuttuğunu düşündü ve arkasından yürümeye devam etti. Afra çantayı kumların üstüne koydu. Çağan ile birlikte taş attıkları yerden bir avuç taş alıp, çantaya koydu. Yaşadığı duygusal çöküş ile birlikte ne yapacağını şaşırmıştı. Önce karşısına, o hırçın denize bakıp, boğazı patlayana kadar bağırdı. Sonra ağlayarak, dizlerine kadar suya girdi ve çantaya denizden su doldurmaya başladı. İçindeki acı onu kahredip bitirmeye yetip artıyordu. Her gün acısının azalacağına dair yalanlar uyduruyordu ama asla istediği olmuyordu. Tam tersi hasretin elleri birleşmiş kızcağızın boğazını sıkıyordu. Ağzından küçük bir hıçkırık kaçtı ve bu hıçkırık devamını da getirdi. Bıkmış ve çok yorulmuştu. Kafası dönüp dolaşıp mezarlığa gidiyordu, ölü ruhu, beni de gömün diye bağırıyordu ama gömen yoktu. Yere göğe sığdıramadığı her şeyi şimdi toprağın altındaydı. Nefesi kesildi, soluklanmak için doğrulduğu sırada balıkların dizlerinin kenarında dolandığını fark etti. Onlar bile acıyordu bu çaresiz kıza. Kız bile kendine acıyordu artık... Bu güzel günün anısını saklamak için aldığı çantaya dertlerini de eklemişti. Çantada sadece su ve taş yoktu, hepsinden de ağır olan Küçük Afra vardı. Ne kadar susmasını istese de bir türlü susturamadığı içindeki o parçaydı. Boyunu aşmış dertleri ile birlikte kriz geçiren Afra, kendine geldiğinde nerede olduğunu şaşırdı. Arkasını döndü ve ne yapacağını şaşırmış ağlayan kuzenini gördü. Yorgun olan bedenini sürükleye sürükleye çıkardı hırçın denizden. Gülfem'i kolundan tutup ilerdeki banklara götürdü. Oturdular ve nefeslendiler, ne olduğunu idrak etmeye çalıştılar bir süre... Yorgun olan Afra'nın aklı bulanıklaşmaya başlamış ve gözleri kararmıştı. Sabah intihar etmeye meyilli olan göz kapaklarını zor açmıştı ama şimdi hiç zorlanmadan kapandı gözleri. Kafası sağa düştü ve tüm bedeni ile kuzeninin kucağına devrildi. Uyandığımda arabadaydım. En son ne olduğunu doğru düzgün hatırlamıyordum. Dün gece uyumadığım ve bugün yaşadığım o duygusal çöküş ile birlikte, kurtulmak istediğim o karanlığın en dibindeydim artık. Teyzemlerin arabasındaydım, en korktuğum yerde. Sertçe kapıyı açtım ve sağ ayağımı yerle buluşturur buluşturmaz, hızlı bir çıkış yaptığım için dönen başım ile yere düştüm. Kolumdan tutan Gülfem'den kolumu çektim ve tek başıma ayağa kalktım. Etrafıma baktım ve hastanede olduğumu anladım. Gülfem benden soru beklemeden annesinin psikoloğum ile konuştuğunu söyledi. Bende cevap vermedim ve hastaneye doğru ilerledim. Küçükken kan vermeye gelmiştik annemle, hemşire o kadar sıcak davranmıştı ki yıllarca hemşire olmak istemiştim. Sonra kaza geçirdik ve ailemi kurtaramadıkları için hastaneyi sorumlu tutmuştum. Tabi bunların hepsi benim içimde gerçekleşti çünkü her şeyimi içimde yaşıyordum ben artık. Avaz avaz susuyordum kimse duymuyordu sesimi. Çığlıklarımı duymadıkları gibi... Kantin olduğunu düşündüğüm kapıdan girdim içeriye. Doğru tahmin etmiştim, ortalardan boş bir masa buldum ve Gülfem'i beklemeden oturdum. Sanki ellerimi bir ateşin üstünde tutuyordum, ilk önce hafif tatlı bir sıcaklık yayılıyordu. Ellerimi ısıttığı gerekçesi ile sevmeye başlamıştım, sıcaklık ellerimin sadece bir bölgesinde değil, içindeki tüm izlerde dolaşıyordu. Ama daha sonra ellerimi ateşin üstünde uzun uzun tuttuğum için, avuç içlerim yanmaya başladı. Git gide daha dayanılmaz bir acıya dönüştü bu ve ilkteki mutluluk artık yok olmuş acısı boyumu aşmaya başlamıştı. Kısaca açıklarsam, elim yerine kalbimi düşünün. Yüreğim o kadar çok ateşe maruz kalmıştı ki, sesimin yettiği kadar bağırıyordum. Ama kimse duymuyordu. Yorgunlukla oturduğum rahatsız sandalye sırtımı daha çok ağrıtırken gözlerimden bir damla yaş daha damladı. Ağladığım için kendime daha çok sinirlendim ve ağlamam daha da şiddetlendi. O sırada doktor olduğunu düşündüğüm genç bir kadın bize yaklaştı. Gelişini ağladığımız için fark etmemiştik ama bize seslendiği için kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım. Ağlamayı kestim ve gözlerimi elimin tersi ile sildim. Elimizden geldiğince toparlanmaya çalıştık, o sırada masamıza kahve bıraktı, "Bir sorun mu var güzellikler?" eliyle ikimizin de gözlerini gösterdi ve sözlerine devam etti. "...gözlerdeki bu yaşlar ne böyle bakalım? birisinin merak edip sormasına o kadar şaşırmıştım ki, başım Gülfem'e döndü. Onunda durumu benimle aynıydı. Birbirimize baktık bir süre. Açıklama yapma gereği hissettim, "Sanırım depresyon belirtisini yersiz bir yerde yaşadık, kusura bakmayı- önlüğüne baktım ve devam ettim- bakmayın doktor hanım." doktor hanım dedikten sonra değişen surat ifadesine bakınca, lakabını sevmediğini çıkarmıştım. Bana doktor hanım dense sanırım göbek falan atardım, kolay mı doktor olmak... "İsmim Helin canım, bana Helin abla diyebilirsin istersen. Ayrıca hastanede ağlayan çok olur. Bunun nedeni, sebebi ya da amacı olmaz. Sıkma sakın kendini..." ismimi söyleme zamanım gelmişti sanırım, "İsmim Afra, Helin abla." elimle arkamda oturan Gülfem'i gösterip cümleme devam ettim. "Kuzenim Gülfem.". Gülfem onu tanıtmamın ardından söze girdi ve memnun olduğunu dile getirdi. Bize yolladığı samimi gülüşüne karşılık olarak içten bir gülümseme yolladım. "Oturabilir miyim?" sorusuna karşılık olarak ikimiz birden onayladığımızı belirten sesler çıkardık. Bunun üzerine kendine doğru çektiği sandalyeye oturmuş ve koyu muhabbete dalmıştık. Yarım saati geçmişti ona hikayemi anlatırken, ara ara ağlayarak zorda olsa devam ettim. Helin abla çok iyi kalpli birisiydi, yüzünden belliydi gülümsemesinden, saçlarındaki zeytin çiçeği kokusundan... Elleri ile gözyaşlarımızı sildiğinde anlattıklarım bitmişti. Helin ablanın gözlerinde bir ışık parladı, baktığı tarafa doğru bakınca genç bir abi gördüm. "Ne oluyor Helin?" dedi meraklı çıkan sesi ile. Helin abla gülümseyerek ayağa kalktı ve bize doğru dönüp, "Güzellikler, ne zaman sıkkın olursa canınız gelin olur mu? Lütfen sıkmayın kendinizi, benim işe dönmem gerek." dedi ve az önce gelen abinin koluna girip kenara gittiler, bizde arkasından teşekkür ettik. Helin abla gittikten yaklaşık on dakika sonra teyzem gelmişti ve bana doktorumun beni odasında beklediğini söylemişti. Dediğini yaptım ve onları arkamda bırakıp merdivenlerden doktorun odasına doğru çıkmaya başladım.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow