Kadrajdaki Dünyalar | 4. Kare: Meraklı Bir Yabancı

Kadrajdaki Dünyalar'ın 4. Bölümü | Çocukluğundan beri fotoğrafçılıkla uğraşan ve bu alanda lisans eğitimi alan Göksel'in çektiği fotoğrafları paylaştığı "kadrajdakidunyalar" isimli bir sosyal medya hesabı vardır. Genç fotoğrafçı bir gün fotoğraf çekimi için gittiği Kadıköy'de eve dönmeden önce bir kafeye oturur, bu kafede sahne alan gencin fotoğraflarını çeker ve sonrasında bir tanesini hesabında paylaşmaya karar verir. Fotoğrafı paylaştığı günün akşamında mesaj kutusuna düşen bir mesaj her şeyi değiştirmek üzeredir.

Temmuz 31, 2022 - 18:00
Ağustos 1, 2022 - 10:29
 0
Kadrajdaki Dünyalar | 4. Kare: Meraklı Bir Yabancı

Tatlı bir esinti salonun açık pencerelerinden perdeleri havalandırarak içeri giriyor, odada geziniyordu. Fonda yerli alternatif gruplardan birinin şarkısı açıktı, sesi çok yüksek olmayan şarkıyla sokaktan gelen sesler iç içe geçiyordu. Büyük koltuğun üstünde oturan Göksel’in üstünde kısa bir şortla askılı bir bluz vardı, sarı saçlarını sıcak hava yüzünden tepeden dağınık bir topuz yapmıştı ve kucağına koyduğu bilgisayarda çalışıyordu. Yılbaşından beri düzensiz aralıklarla şehrin farklı noktalarında videolar çekmiş, hoşuna giden manzaraları kaydetmişti ve kahvaltısını yaptıktan sonra çektiği videoları birleştirip tek bir video hazırlamak için çalışmaya başlamıştı. Amacı kısa film tadında olan bir İstanbul videosu hazırlamaktı. Videoyu bitirdikten sonra hesabında paylaşmayı düşünüyordu. Bu onun paylaşacağı ilk videosu olacaktı ve genç kadın bunun için son derece heyecanlıydı. Geçen sonbaharda açtığı hesabında şimdiye kadar kırk yedi fotoğraf paylaşmıştı, sayısı altı yüze merdiven dayanan takipçilerini de bu fotoğraflarla kazanmış ve bu zamana kadar onlardan övgü dolu sayısız geri dönüş almıştı; şimdiyse onu fotoğrafçı olarak tanıyan takipçilerinin karşısına ilk videosuyla çıkmaya hazırlanıyordu ve onların ne tepki vereceğini çok merak ediyordu. Dileği bu ilk videosunu da fotoğrafları kadar beğenmeleriydi. Okulda video çekimleri ve düzenlemeleri yapmıştı fakat hepsi ödeviydi ve herhangi bir yerde paylaşmamıştı. Şimdi düzenlediği bu video kendi isteğiyle çekip düzenleme ve paylaşıma hazırlama bakımından da bir ilkti.

Buzlu kahvesinden bir yudum içerken çektiği videoyu izleyip nasıl bir düzenleme yapabileceğini düşündü. Videosu bir grup güvercinin kanat çırpıp havalanmasıyla başlıyordu, onların düzenlemesini bitirmiş ve ortaya çıkan sonucu gayet beğenmişti; şu an iskeleden kalkan ve yavaşça kıyıdan uzaklaşan bir feribotun videosu vardı, yolda yürüyen insanlar kameranın önünden geçiyor ve feribot da arkada, deniz üstünde uzaklaşmaya devam ediyordu.

Bardağını koltuğun koluna koyup videoyu düzenlemeye başladı. Aklına bir fikir gelmişti. Dakikalar boyunca bu videonun düzenlemesiyle uğraşsa da nihayet yapmak istediği şeyi yaptı ve videoyu istediği şekle getirdi. Yüzünde memnun bir gülümsemeyle ekrana bakarken arkasına yaslandı. Videoları düzenlemeye başlamadan önce çektikleri arasında bir uyum yakalayamamaktan, videoyu akıcı hâle getirememekten korkuyordu ama işler gayet yolunda gidiyordu ve videoları farklı günlerde, farklı yerlerde ve günün farklı saatlerinde çekmiş olsa da birbiriyle oldukça uyumlu olduklarını anlamıştı.

İki saat boyunca oturduğu yerden hiç kalkmadan videonun düzenlemesini yaptı. Sayısı on beşe ulaşan videolardan sadece sekiz tanesini videosunda kullanmaya karar verdi ve diğer yedisini başka videolarda kullanmak üzere kenara ayırdı. Video düzenleme işi yorucu olsa da genç kadın bunu yaparken büyük keyif aldı. Okul haricinde video kurgulaması ve düzenlemesi yapmak ona iyi hissettirdi.

Saat öğleden sonra 4’ü geçtiğinde bilgisayarını kapatıp yanına koydu. Koltuğun koluna koyduğu cep telefonunu eline aldı. Yeni bir takipçisi olduğuna dair bir bildirim gelmişti. Göksel sosyal medya hesabına girip kendisini takip eden hesaba baktı. Üsküdar Üniversitesinde Görsel İletişim Tasarımı bölümünde okuyan bir kadındı. Onu tanıyıp tanımadığını anlamak için profil fotoğrafını inceledi ve en sonunda tanımadığına kanaat getirdi, ismi de hiç tanıdık gelmiyordu.

Yeni takipçisinin profilinden çıkıp kendi profiline girdi. İki gün önce paylaştığı Galata Köprüsü’nün fotoğrafı üç yüz elli küsur beğeni ve üç yorum almıştı. Bu beğeni sayısı onun alışık olduğu aralıktaydı. Gökhan Uygur isimli genç müzisyenin fotoğrafının bin 600 beğeniyi geçmesine, hepsi övgü dolu dokuz yorum almasına çok sevinse de diğer gönderilerinin şimdilik bu kadar etkileşim almadığını biliyordu ama günün birinde hepsinin bu kadar çok kişiye ulaşmasını umuyor, bunun için çabalıyordu.

Gökhan’ın fotoğrafını açıp fotoğrafa baktı. Bu fotoğrafı çekip ölümsüzleştiren kişi Göksel’di ama fotoğrafı bu kadar güzel yapan şey fotoğraftaki genç müzisyenin yüzündeki adanmışlık ifadesi ve huzurdu. Şarkı söylemek bu gencin dünyada yapmayı en sevdiği şeydi, bunu bu fotoğrafa bakan herkes anlayabilirdi ve Göksel bu fotoğrafın bu kadar beğenilmesinin sırrının da bu olduğunu düşünüyordu. Bu fotoğrafla ilgili onu en çok memnun eden şey ise Gökhan’ın bu fotoğrafı görmesi, çok beğendiğini söyleyerek kendi hesabında paylaşmak için izin alması ve fotoğrafın onun hesabını da süslüyor olmasıydı. Genç kadının fark ettiği bir başka şey de vardı: Bu fotoğraf sadece kendi hesabında değil, Gökhan’ın hesabında da en fazla beğeni alan gönderiydi. Gökhan’ın paylaşımına da beş yüzü aşkın beğeni gelmişti ve fotoğrafın altına fotoğrafın ne kadar güzel olduğuna dair onlarca yorum yapılmıştı. Genç fotoğrafçı eserine yapılan bu tatlı yorumları yüzünde geniş bir gülümsemeyle okumuştu.

Hikaye arşivine girdi. Burayı nadiren kullandığı için arşivdeki fotoğrafların sayısı da son derece azdı. Öyle ki Galata Kulesi’nden önce attığı son hikayeyi mart ayında paylaşmıştı. İstiklal Caddesi’nin bir fotoğrafıydı, gönderi atacak kadar beğenmese de bir köşede kalmasına da göz yumamamış ve hikayesine atmıştı. Buraya attığı fotoğrafları da öne çıkarılanlar kısmına ekliyordu ve böylece bu fotoğraflar da profilinde durmuş oluyordu.

Galata Kulesi’nin fotoğrafına dokunduğunda gözü sol alttaki görüntülenme kısmına gitti. 417 kişi hikayesini görüntülemişti. Listeyi açıp kimlerin gördüğüne şöyle bir göz atarken beklenmedik bir isim görünce durakladı.

Gökhan Uygur hikayesini görüntülemişti.

İnce kaşları havaya kalkarken hesaba dokunup profiline girdi. Hiç şüphesiz ki bu profil genç müzisyene aitti.

“Neden hikayeme bakmış ki?” diye düşündü Göksel. “Onun fotoğrafını paylaşmamın ve konuşmamızın üzerinden iki haftadan uzun bir süre geçti. Bunca zaman sonra profilime girip niye hikayeme baktı?”

Gökhan’ın kendisinin hesabını incelediğini görmek onu şaşırttı ama bunu bu kadar açık bir şekilde belli etmesine daha çok şaşırdı. Bu tarz şeyler genelde sahte hesaplardan yapılırdı ama genç adamın kimliğini gizlemek gibi bir kaygısı olmadığı belliydi.

Göksel gözlerini kısarak bir süre onun hesabına baktıktan sonra uygulamadan çıktı ve odasına doğru yürüdü.

“Hiç çekinmen yok anlaşılan,” diye düşündü. “Stalker.”

Beş dakika sonra apartman merdivenlerinden iniyordu. Dün akşam annesi ona bir alışveriş listesi hazırlamıştı, o da listedekileri almak için yakınlardaki bir markete gidiyordu. Serin apartmandan çıkınca sıcak hava yüzüne çarptı. Kendi kendine gülümseyerek apartmanın biraz ilerisinde park hâlinde duran arabalarına doğru yürüdü. Annesi iş yerinin servisiyle gidip geldiği, babası da İstanbul’un kanser eden trafiğine girmek yerine toplu taşıma araçlarını tercih ettiği için araba hafta içi genelde kullanılmıyordu ve çoğu zaman Göksel’e kalıyordu. Bugün de evlerine çok da yakın olmayan markete gitmek için arabaya binmeyi tercih etti.

Şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdıktan sonra ilk yaptığı iş her zamanki gibi kapıları kilitlemek oldu. Dikkatli bir şekilde iki aracın arasından çıktıktan sonra gaza basıp sokakta ilerlemeye başladı.

“Hiç sanmıyorum ama umarım ben dönene kadar kimse oraya park etmez,” diye düşündü.

İstanbul’da sadece araba kullanmak değil, park yeri bulmak da çok zordu ve Göksel bundan resmen nefret ediyordu. Defalarca kez dakikalarca park yeri aramak ve evinin ya da gittiği yerin çok uzağına park etmek zorunda kalmıştı. Böyle bir şehirde şoför olunca da normalde çok sessiz ve sakin biri olmasına rağmen araba kullanırken agresif ve hazırcevap birine dönüşüyordu. Sırf genç bir kadın olduğu için ona trafikte türlü zorbalıklar yapmaya çalışan insanlara ancak bu şekilde diş geçirebiliyordu. Zamanla onlarla anlayacağı dilden konuşmayı öğrenmişti.

Birkaç dakika sonra markete ulaştı. Marketin çevresinde bir tur attıktan sonra boş bulduğu bir yere arabayı park edip çantasını alarak arabadan indi. Annesinin almasını istediği şeyleri cep telefonuna not etmişti, alacağı şeylerin ücretini de yine annesi vermişti. Yakıcı güneşin altında hızlı adımlarla markete ilerledi. Klimaları çalışan market dışarıya göre oldukça serindi ve bu serin havada alışveriş yapmak Göksel’in hoşuna gidiyordu.

Bir alışveriş arabası aldıktan sonra büyük markette gezmeye başladı. Telefonunun ekranında alışveriş listesi açıktı. Reyonlarda sırasıyla gezip karşısına çıkan ürünleri sepetine attı. Liste çok uzun değildi ama listedeki ürünlerin çoğu büyük ve ağır şeyler olduğu için markete arabayla gelmişti. Tüm bunları eve kadar elinde taşıması mümkün değildi.

Tatlı reyonuna gelince durup raflara baktı. Son aylarda abur cubur yemeyi çok azaltmıştı ama canı çok tatlı çekince tablet çikolatalardan yiyordu. Üç tablet çikolatayı da sepetine attıktan sonra alışveriş listesini bir kez daha kontrol etti. Listede yazan her şeyi aldığından emin olunca kasaya ilerledi. Kasada bekleyen birkaç kişi vardı ama sıranın ona gelmesi çok da uzun sürmedi. Genç kadın aldıklarına yüklü bir miktar ödedikten sonra kendi kendine söylenerek elindeki poşetlerle beraber marketten çıktı.

“Ödediğim ücreti duyan marketi satın aldığımı sanır,” dedi poşetleri bagaja yerleştirirken. “Her şey çok ama çok pahalı.”

Oturdukları sokağa döndüğünde park yeri dolmuştu.

“Çok şaşırdım,” diye söylenerek başka park yeri aradı. Neyse ki sokağın biraz aşağısında boş yer vardı. Orayı da başkası kapmadan önce aracı oraya sürüp dikkatlice park etti. Göksel on sekizine girer girmez ehliyetini almıştı ve yaklaşık üç buçuk senedir düzenli olarak araba kullanıyordu, bu sayede şoförlüğü çok gelişmişti. İstanbul gibi bir şehirde bile herhangi bir sorun yaşamadan araba sürebiliyordu. Tabii bunda ehliyet almadan önce babasıyla beraber boş arazilerde yaptığı sürüş denemelerinin payı da büyüktü ama bu onun iyi bir sürücü olduğu gerçeğine gölge düşürmüyordu.

Arabadan indiğinde bir üst katlarında oturan ailenin oğlu Emrah’la karşılaştı.

“Selam,” dedi Emrah.

“Merhaba,” diye karşılık verdi Göksel.

“Ne yapıyorsun?”

“Markete gidip geldim. Sen ne yapıyorsun?”

“Ben de spor salonundan dönüyorum. Poşetlerin çoksa eve taşımana yardım edeyim.”

“Ben hallederim, teşekkür ederim.”

“Olmaz öyle,” dedi Emrah. “Arabayla gittiğine göre epey şey almışsındır. Hepsini tek başına taşımana bir centilmen olarak göz yumamam.”

“Peki, bu kibar teklifi geri çevirmek kabalık olur.”

İkili bagajdaki poşetleri bölüşüp apartmana doğru yürümeye başladı.

“Okulun ne âlemde?” diye sordu Göksel.

“Bir dersimi veremedim ama onun dışında fena değil.”

Emrah, Göksel’den bir yaş küçüktü ve Marmara Üniversitesinde Endüstriyel Tasarım bölümünde ikinci sınıf öğrencisiydi. Emrah ve ailesi Göksellerin apartmanına beş sene önce taşınmıştı, ikili de birbirini o zamandan beri tanıyor olsa da samimi oldukları söylenemezdi. Emrah, Göksel’in tam zıttı bir karaktere sahipti. İkili ilk başlarda beraber dışarı çıkıp bir şeyler yapmaya çalışmışlardı ama kafa yapıları ve takılmayı sevdikleri ortamlar hiç uyuşmadığı için bunu bir daha yapmamışlardı. Bir araya geldikleri zamanlar iki ailenin beraber akşam yemeği ya da kahvaltı yedikleri günler oluyordu. Onun dışında çok nadir iletişime geçiyorlar, birbirlerini gördüklerinde ayaküstü sohbet etmekle yetiniyorlardı.

“Seneye telafi edersin,” dedi Göksel. “Üniversitenin en iyi yanlarından biri de telafi hakkının olması.”

“Öyle yapacağım artık. Senin okuldan ne haber diye soracağım ama ne kadar başarılı olduğunu bildiğim için tüm dersleri verdiğini de tahmin ediyorum.”

“Evet, hepsini verdim. Son senemde kafamın alttan aldığım derslerle de meşgul olmasını istemediğim için bu sene biraz daha çok çalıştım.”

“Bu lafını bazıları yiyebilir ama ben onlardan biri değilim. Bölümünü, kameraları ne kadar sevdiğini ve okulunu da nasıl bir aşkla okuduğunu çok iyi biliyorum.”

“Haklısın. Sevdiğim bölümde okuduğum için şanslıyım.”

“Kesinlikle öylesin.”

Apartmana giren iki komşu asansöre ilerleyip asansörü çağırdı.

“Bugün keyfin yerinde görünüyor,” dedi Emrah. “İyi bir şeyler mi oldu?”

“Öyle mi görünüyorum?” dedi Göksel şaşırarak. “Evet, iyi şeyler oluyor.”

“Neler olduğunu sorsam çok mu özele girmiş olurum?”

“Hayır, olmazsın. Okul dışında çektiğim videoları düzenliyorum ve hepsinden bir İstanbul videosu hazırlayıp hesabımda paylaşmaya hazırlanıyorum. Çektiğim fotoğrafları paylaştığım bir sosyal medya hesabım var, orada son zamanlarda güzel geri dönüşler aldım ve videoyu da yakın zamanda paylaşacağım için heyecanlıyım.”

“Sosyal medya kullandığını bilmiyordum. Hesabının adını söyle de takip edeyim.”

“Kadrajdaki dünyalar.”

“Kadrajdaki dünyalar mı? Kişisel bir hesap değil sanırım ama ismini sevdim.”

“Evet, değil ve teşekkür ederim.”

Asansör oldukları kata gelince ikili asansöre bindi. Göksel önce kendisinin oturduğu dördüncü katın, ardından Emrah’ın oturduğu beşinci katın düğmesine bastı.

“Eve gidince takip ederim,” dedi Emrah. “Açıkçası çektiğin fotoğrafları da merak ediyordum. Senin gibi farklı birinin kadrajından dünyayı görmek değişik bir deneyim olacaktır.”

“Sence farklı biri miyim?”

“Evet. Çevresi geniş biri olduğumu biliyorsun ama senin gibisini ben bile görmedim. Her anlamda farklısın.”

“Eğer farklı olmaktan kastın sosyal biri olmamak, kendi hâlinde yaşamaktan keyif almak, Fotoğraf ve Video gibi bir bölümde okumaksa evet, farklıyım ama genel olarak bakınca ben de bir insanım işte.”

“Genel olarak bakınca hepimiz insanız ama bizi farklılaştıran şeyler ayrıntılarımız. Seninkiler de epey özgün.”

“İltifat sayayım mı?”

“Nasıl istersen.”

“O hâlde teşekkür ederim.”

Asansör dördüncü kata geldiğinde kapıları açıldı. Göksel Emrah’ın elindeki poşetlere uzandı.

“Yardım ettiğin için çok teşekkür ederim,” dedi. Poşetleri eline aldı. “Kendine dikkat et.”

“Görüşürüz Gök.”

Göksel ona bir gülümseme gönderdikten sonra asansörden indi. Evine girip poşetlerle mutfağa ilerledi ve aldıklarını yerlerine yerleştirmeye başladı. Önceden bu yerleştirme işini yapmaktan hiç hoşlanmazdı ama üniversiteye başlayıp yetişkinlik hayatına adım attıktan sonra ehliyetini de alınca annesi ondan belli aralıklarla alışverişe çıkıp evdeki eksikleri almasını rica etmeye başlamıştı; Göksel de üç senedir küçük ihtiyaç alışverişlerini -geniş çaplı alışverişleri hafta sonları ailecek yapıyorlardı- yapa yapa buna alışmış hatta hoşlanmaya başlamıştı. Bugün de aldıklarını şarkı mırıldanarak yerlerine yerleştirip mutfaktaki işini bitirdi.

Salona geri dönüp koltuğa kuruldu. Videosunu düzenlemeye devam etmeden önce telefonunu eline aldı ve birinin hesabını takip ettiğine dair yeni bir bildirim olduğunu gördü. Onu takip eden bu hesap Emrah’tan başkası değildi. Genç adam söylediği gibi evine gidince onu takip etmişti. Göksel bildirimin üstüne dokunup onun hesabını açtı.

Emrah Demirkan

MÜ Endüstriyel Tasarım

Profilinde yazanlar bu ikisinden ibaretti: İsmi ve okulu. Son derece sade olan hesabın profil fotoğrafında da Emrah’ın sol taraftaki kameraya ciddi bir ifadeyle bakıp poz verdiği bir fotoğraf vardı. Genç adamın kemerli burnu ve köşeli çenesi bu açıdan son derece belirgindi. Belirgin olan bir diğer şey de genç adamın ciddi mizacının sahip olduğu karizmaydı. Emrah yakışıklı bir gençti.

Göksel ona takip isteği gönderdi. Bir kişisel hesaba sahip olmadığı için aile üyelerini ve arkadaşlarını bu hesabından takip ediyor, böylece onların paylaşımlarını kaçırmamış oluyordu. Tek bir hesapta hem tanıdığı insanların paylaşımlarını hem de severek takip ettiği fotoğrafçı ve video grafikerlerin paylaşımlarını görmek ona çok pratik geliyordu ve bunu seviyordu.

Emrah onun takip isteğini bir dakika içinde kabul ettiğinde onun bu hızı Göksel’i şaşırttı. Onun da bir yere uzanıp telefonuna baktığını düşündü. Emrah’ın yoğun bir spor programı olduğunu ve her spor dönüşü doğal olarak bir süre uzanıp dinlendiğini biliyordu. Göksel onun spor konusunda bu kadar tutkulu ve istikrarlı olmasını takdir ediyordu. Kendisinin de aynı istikrarı gösterip sporu bırakmayacağını bilse o da bunu hayatının bir parçası hâline getirmek istiyordu ama şimdilik göbeğiyle yaşamına devam ediyordu.

Ana sayfasında yeni bir paylaşım göremeyince telefonunu bir kenara koydu, bilgisayarını kucağına aldı ve video düzenleme işine yeniden girişti.

***

Caddebostan Sahili sıcak yaz akşamının tadını çıkarmak için deniz kenarına akın eden insanlarla doluydu. Denizden kıyıya doğru esen rüzgâr deniz kokusunu etrafa yayıyor, dalgaların huzur verici sesi de konuşma seslerine karışıyordu. Sahil kalabalıktı, insanlar çoğunlukla gruplar hâlinde oturuyor ve sohbet ediyordu. O insanlardan ikisi de Gökhan ve okuldan arkadaşı Kerem’di. Kerem, Sanat Tarihi öğrencisiydi, bir yandan da gitar çalıyordu ve Gökhan’la da okulda düzenlenen bir müzik etkinliğinde tanışıp arkadaş olmuşlardı. İkilinin ortak yönleri, ilgi alanları vardı ve bu onları kısa sürede yakın arkadaş hâline getirmişti.

“Nereden aldık bu çekirdeği?” diye söylendi Gökhan. “Bırakamıyorum illeti.”

İkili buraya gelirken marketten çekirdekle kola almıştı ve sahilde dakikalardır çekirdek çitliyordu.

“Sigara bağımlılığı da neymiş çekirdek çitleme bağımlılığının yanında?” dedi Kerem.

Gökhan plastik bardaktaki kolasından büyük bir yudum içti. “Çok da tazeymiş. Yarın çıkacak sivilcelerim de çok taze olacak.”

“Senin yüzünde doğru dürüst sivilce görmedim.”

“Cips ve çekirdeği çok kaçırmadığım sürece kolay kolay çıkmaz ama bu sefer ipin ucu kaçtı. İki kişi koca paketi bitirdik.”

“Yarın sahnede kötü görünürüm diye endişe ediyorsun ama sen her hâlinle yakışıklısın kardeşim, endişelenme.”

“Evet, sahnede iyi görünmek benim için önemli.”

“İyi görünüyorsun zaten. Kirli sakal da ayrı bir hava katmış, genelde tıraşlısın ama sakal yakışıyor sana.”

Gökhan sakallarını ovdu. “Öyle mi diyorsun? Ben yüzüm biraz dinlensin diye uzatmıştım. Kendime sakalı yakıştıramıyorum, doğru dürüst çıkmıyor da.”

“Daha yirmi bir yaşındasın, yüzünün oturması için birkaç senen var ama sakalın sana yakıştığından emin olabilirsin.”

“Yirmi bir,” dedi Gökhan düşünceli bir sesle. “Şunun şurasında üç hafta sonra yirmi bir oluyorum gerçekten. Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Üniversiteye başladığım gün daha dün gibi.”

“Hayat bir nehir gibi hızlı akmasıyla meşhurdur. Üniversitenin ilk gününü ben de çok net hatırlıyorum, şimdiyse son sınıfa geçtim.”

“Hayat, sahip olduğumuz her şeyi alıp götürmesiyle de meşhurdur ama şimdi o konulara hiç girmeyeceğim,” diyen Gökhan derin bir nefes aldı. “Çok güzel bir akşam, bunun tadını çıkarmak için buradayız. Üstelik yarın izin günüm, öğlene kadar uyuyabilir ve akşama kadar da canım ne isterse onu yapabilirim; akşama da üç hafta sonra ilk defa sahne alacağım ve bunu yapmayı o kadar özledim ki yarın akşamı iple çekiyorum.”

“Geçen hafta neden gitmedin? Sınavlar bitmişti.”

“Yoğun bir okul dönemi ve sınav haftası olduğu için geçen hafta dinlenmek istedim. Tüm hafta sonu evdeydim, çok iyi geldi.”

“Çok iyi yapmışsın. Yarın da özlediğin sahneye kavuşacaksın. Bizimkilerle akraba ziyaretine gitmeyecek olsam ben de izlemeye gelirdim.”

“Yaz boyunca her cumartesi sahne alacağım, bir tanesine illa denk gelirsin.”

Aralarında kısa bir sessizlik yaşandı. Gökhan kolasından bir yudum içerken karanlık denize baktı. Etraftaki ışıklandırmalar suyun üstünde yansımalar meydana getiriyor, denizin yer yer görünmesini sağlıyordu. Birkaç saniye çevresindeki sesleri duymazdan gelip yalnızca dalga seslerine odaklandı, denizi dinledi. Bu onun yapmayı çok sevdiği bir eylemdi.

“Doğum gününden konu açılmışken,” dedi Kerem. Gökhan dikkatini ona verdi. “9 Temmuz çok yaklaştı. Planlar var mı?”

“Benim bir planım yok,” dedi Gökhan. “Çalışıyorum zaten, o gün de koşuşturmayla geçer. Arkadaşlarım bir sürpriz düşünüyorsa orasını bilemem, o gün gelince görürüm.” Kerem’e anlamlı bir bakış attı. “Ağzımı mı arıyorsun sen?”

“Bilmem,” dedi Kerem de anlamlı bir sesle. “Belki evet, belki de hayır.”

Gökhan gülerek onun koluna dokundu. “Karda ayak izlerin belli oluyor kardeşim, biraz daha pratik yapman lazım.”

Kerem kahkaha attı. “Şanslıyım ki ağzını aramak gibi bir niyetim yoktu o hâlde. Cidden merak ettiğim için sormuştum. Bir planın olsaydı kendimi dahil edecektim.”

“Olursa söylerim elbette, ayıpsın. Senin gitar çalışmaları nasıl gidiyor? Düzenli çalıyor musun?”

“Çalıyorum elbette,” dedi Kerem başını sallayarak. “Final haftası gitar çalma lüksüm olmadı ama tatil başladığından beri günümün çoğunu gitar çalarak geçiriyorum. Zaman geçtikçe bu enstrümana daha çok bağlanıyorum, daha çok severek çalıyorum. Bunu bana sen söylemiştin: Gitarda geliştikçe çalmayı daha çok seversin, gitara bağımlı olursun. Gerçekten de öyleymiş.”

“Bu zehir kana bir kez girdiğinde ondan kurtulmak mümkün olmuyor,” dedi Gökhan. “Ben kurtulmak istemiyorum, orası ayrı.”

“Ben de istemiyorum. Bir gün buluşup beraber gitar çalalım mı? Belki bana yeni şeyler öğretirsin.”

“Muhteşem bir fikir. İlk fırsatta gerçeğe dönüştürelim.”

“Çalmayı öğrendiğim birkaç parçayı öğrendikten sonra yapalım. Yorumlarını dinlemeyi çok isterim.”

“Meraklandım bak. Hangi parçaları öğreniyorsun?”

“Sürpriz olsun.”

“Hım, gizemliyiz de. Peki, nasıl istersen öyle olsun.”

İki genç kolayla çekirdeği bitirince ayağa kalkıp sakin adımlarla sahil boyunca yürümeye başladı. Gökhan ellerini şortunun cebine sokup tuz kokusunu içine çekti. Yaz akşamları yapmayı en sevdiği aktivite deniz kenarında üstünde ince kıyafetlerle yürüyüş yapmaktı. Bu yürüyüş boyunca ona genelde arkadaşları eşlik etse de genç adam tek başına müzik dinleyerek yürümeyi, hayat hakkında düşünmeyi de seviyordu. Gökhan’ın ilk bakışta fark edilen özgüvenli ve sosyal kişiliğinin altında sadece en yakınlarının bildiği derin ve duygusal bir kişi daha yatıyordu ve bu kişi de genelde o tek başınayken ortaya çıkıyordu.

“Hava dehşet güzel,” diyen Kerem onu düşüncelerinden ayırdı. “Sıcak ama öldüren bir sıcak değil, denizden de tatlı tatlı esiyor.”

“En güzel havalar,” dedi Gökhan arkadaşına bakarak. “İnsanı ilhamla dolduruyor.”

“Sanatçı kişiliğinin en basit şeylerden bile ilham almasına bayılıyorum. Kimi sanatçılar için ilham almak çok zordur, çok nadir şeylerden ilham alırlar ama senin için böyle bir yürüyüş yapmak bile ilhamını uyandırmaya yetiyor.”

“Hayata biraz romantik bakıyorum, hayalperest biriyim ve ayrıntıları fark etme konusunda da iyiyim. Tüm bunlar üst üste gelince en ufak şeyi bile romantize edip ilham bulabiliyorum.”

“Tam bir Yengeç burcusun.”

“Huyum kurusun.”

“Yok, kurumasın; güzel bir şey bence. Bir sanatçının ihtiyacı olan tüm özelliklere sahipsin.”

“Bana göre sanatçı olmak için belli başlı özelliklere sahip olmaya gerek yok. Ben ortaya koyulan sanata bakar, gerisiyle de ilgilenmem. Her sanatçının kendine has bir kişiliği ve tarzı var, ortaya koydukları eserler de onların iç dünyasının bir aynası oluyor.”

“Yeteneğe de mi ihtiyaçları yok?” diye sordu Kerem başını Gökhan’a doğru çevirerek.

“Bunun yetenekten çok içgüdüyle ilgili olduğuna inanıyorum. On yaşımda gitarı elime ilk kez aldığımda beni onu çalmaya iten şey de bu içgüdüydü, bana şarkılar yazdırıp beste yaptıran da aynı içgüdüydü. Yetenek bence çok abartılıyor, eğer hedefin için çalışmıyor ve ona ulaşmak çaba göstermiyorsan o yetenek susuz kalan bir çiçek gibi kuruyup ölüyor.”

“Bak bu konuda haklısın. Tezimi fena çürüttün, susuyorum.”

Gökhan gülerek arkadaşının omzuna kolunu attı. “Fikrini çürütmek gibi bir amacım asla yoktu, yalnızca kendi fikrimi belirttim.”

“Yine de çürüttün.”

İkili gülüştü. Kerem, Gökhan’ın en yakın arkadaşlarından biriydi. Gökhan ona çok değer veriyordu ve aynı değeri Kerem’in de kendisine verdiğini biliyordu. Kerem’le vakit geçirmeyi, onunla her konuda sohbet etmeyi; şimdi olduğu gibi gülüp eğlenmeyi ya da kötü hissettiğinde bunu çekinmeden onunla paylaşıp canını sıkan şeylerden bahsetmeyi seviyordu. Gerçek bir dosta sahip olmak hiç de kolay rastlanan bir şey değildi, bunu adı gibi iyi bilen Gökhan da onunla olan dostluğuna fazlasıyla kıymet veriyordu.

“Yarın kafede neler çalmayı düşünüyorsun?” diye sordu Kerem. “Çalma listeni şimdiden oluşturduğuna eminim.”

“Beni çok iyi tanıyorsun,” dedi Gökhan bundan son derece hoşnut olduğunu belli eden bir yüz ifadesiyle. “Üç haftalık aranın acısını çıkarmak gerektiğini düşünerek çok özel parçalar seçtim. Yavuz Çetin, Duman, mor ve ötesi, Seksendört, maNga başta olmak üzere efsane isimlerden çalacağım.”

“Bunu kaçıracağıma inanamıyorum. Benim geleceğim bir gün de çal lütfen.”

“Çalarım elbette hatta istek parça bile söyleyebilirsin. Sen yarın ailenle geçireceğin vaktin tadını çıkar; ben her hafta sonu aynı yerde, aynı saatte, aynı şeyi yapıyorum nasıl olsa.”

“İstek parça demek. Bunun hakkında düşüneceğim.”

“Bolca vaktin var.”

İkili, sahilde biraz daha sohbet ederek yürüdükten sonra ayrıldı. Kerem onu Maltepe’deki evine götürecek otobüsün durağına yürürken Gökhan da kendi bineceği otobüsün durağına doğru yürümeye başladı. İlk iş olarak kulaklıklarını takıp yerli rock şarkılarından birini açtı, sesi yükseltti ve müziğin ruhunu beslemesine izin verdi. Müzik onun ruhunu besliyordu, tıpkı sağ bileğindeki dövmede yazdığı gibi: “Musica est cibus pro anima.” Türkçesi müzik ruhun gıdasıdır olan bu cümle onun için büyük anlam ifade ediyordu ve bunu bileğinde taşımaktan çok memnundu.

Kısa bir yürüyüşten sonra durağa vardı. Durak boştu, banka oturup otobüsü beklemeye başladı ve bu sırada sosyal medya hesabına girdi. Kerem’le geçirdiği birkaç saatlik süreçte hesabına girmemişti ve bu süreçte arkadaşları yeni hikayeler paylaşmıştı. Evlerine dönüp yaz tatilinin tadını çıkaran arkadaşlarının eğlenceli cuma akşamı hikayelerini izledi. Bir arkadaşı konsere gitmiş ve sanki kameraman oymuş gibi tüm konseri kayıt altına alıp hikayesine atmıştı, genç adam gözlerini devirip onun hikayelerini hızlıca geçti.

“Başladı hikayelerden konser izleme mevsimi,” diye düşündü. “Milletin para verip gittiği konseri yine onlar sayesinde bedavaya izliyoruz. Hizmete bak be!”

 Otobüsü gelince, otobüse binip evine doğru yola koyuldu. Otobüs çok dolu olmadığı için cam kenarındaki boş bir koltuğa oturabildi. Sabah sekiz buçuktan beri ayaktaydı, gününün dokuz saati her zamanki gibi işte geçmişti ve mesai çıkışı da Kerem’le buluşup iki buçuk saat onunla vakit geçirdiği için oldukça yorulmuştu. Bir an önce evine gidip, ayaklarını uzatarak dinlenmek istiyordu.

Evine varabildiğinde saat 22.30’u gösteriyordu. Salona girip kendisini koltuğun üstüne attı ve koltuğa boylu boyunca uzandı.

“Evim evim güzel evim,” dedi. “Yoruldum yahu.”

Başını çevirip salona baktı. Dün akşam salonu temizleyip düzenlediği ve içeri o zamandan beri ilk kez şimdi girdiği için salon son derece temizdi ve her şey yerli yerindeydi. Elektro gitarı bile yerde ya da koltuğun üstünde olmak yerine duvardaki askısında asıyordu. Beyaz Fender’ının ortalıkta değil de yerinde durması salonun derli toplu olduğunu kanıtlamaya tek başına yetiyordu çünkü Gökhan sürekli onu çaldığı için sadece en ayrıntılı temizliklerde onu yerine asıyor, geri kalan tüm zamanlarda da bambaşka yerlerde bırakıyordu.

Genç adam temizlikten sonra adeta parlayan müzik köşesini inceledi. Yağız giderken kendi gitarlarını götürdüğü için müzik köşeleri biraz çıplak görünüyordu ama Gökhan bu sadeliği sevmişti. Müzik köşesinin en önemli parçaları olan kahverengi klasik gitarıyla beyaz elektro gitarı bütün ihtişamlarıyla duvarda asılı duruyordu. Şarkı yazdığı defterlerini, kalemliğini ve dizüstü bilgisayarını masanın üstüne yerleştirmişti. Masanın iki yanında da çok büyük olmayan iki hoparlör vardı. İki ayaklı orguyla onun altına yerleştirdiği amfisi de masanın çaprazında masayla beraber bir L şekli oluşturacak şekilde duruyordu. Elektro gitar pedalları amfinin önünde yerde duruyordu, mikrofonu da orgun yanındaydı. Yaz boyunca evdeki zamanının çoğunu geçireceği bu mini stüdyosunu dün büyük bir özenle hazırlamıştı. Hem eğitim hayatı hem de iş hayatı derken üniversiteye başladığından beri müzikle ilgilenecek aşırı vakti olmamıştı. Üç yıllık bu zaman diliminde yalnızca birkaç şarkısını tamamlamış olsa da genç müzisyenin demo hâlinde pek çok bestesi, şarkısı vardı ve hepsi bilgisayarının hafızasında tamamlanacağı günü bekliyordu. Bu yaz müziğine ağırlık verip önce şu an sözlerini yazıp bir yandan da bestesini yaptığı şarkısını, ardından diğer projeleri tamamlamayı planlıyordu.

Yirmi dakika koltukta uzanıp biraz da olsa dinlendikten sonra üstünü değiştirmek ve elini yüzünü yıkamak için ayaklandı. Önce odasına girip üstündeki tişörtle şorttan kurtuldu, onun yerine eski tişörtlerinden biriyle uzun eşofmanını giydi. Tam zamanlı çalışmaya başlayalı beş gün olmuştu ama bu beş günde bile kilo vermişti. Bir öğrenci olarak genelde karbonhidrat ağırlıklı ve çok sağlıklı olmayan bir şekilde beslendiği için göbeği vardı. Yoğun olarak çalıştığı bu beş günde göbeği gözle görülür bir şekilde küçülmüştü, genç adam ilerleyen zamanlarda daha da zayıflayacağını biliyordu ve bundan memnundu. Özellikle bu kış birkaç kilo birden almıştı, yoğun iş hayatı aldığı bu kiloları verme konusunda ona fazlasıyla yardımcı olacaktı.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra salona geri döndü. Masanın üstünde duran dizüstü bilgisayarını alarak koltuğa kuruldu. Saat çok geç olmuştu, hiç hâli de kalmamıştı ve her ne kadar bugün akşam olunca şarkısı üzerinde çalışacağını planlasa da bunu yarına erteleyerek yattığı yerden dizi izlemeye karar verdi. Gençlerin evinde bir televizyon yoktu, hem çok pahalı olduğu hem de neredeyse hiç izlemedikleri için televizyon almamışlardı. Haberleri internetten takip ediyor, dizi ve filmleri de yine internetten açıp bilgisayarlarından izliyorlardı.

Bu ay başında izlemeye başladığı diziyi açtı ve gece 1’e kadar başka hiçbir şeyle ilgilenmeden üç bölüm birden izledi. İki bölüm boyunca gözleri tamamen açık olsa da üçüncü bölümde gözleri kısıldı, uykusu geldi ama bölümü bitirmek için kendini zorlayıp son dakikaya kadar dayandı.

Ağzını kocaman açıp esnerken bilgisayarı masadaki yerine geri koydu ve uyuşuk adımlarla salonun çıkışına yürüdü. Diğer dairelerden gelen tüm seslerin kesildiğini de o an fark etti. Şu an apartmanda ayakta olan tek kişi kendisiydi. Sessizliğe gömülmüş apartmandaki evinin karanlık koridorunda odasına ilerledi. Işığı açmaya gerek duymadan üstündeki tişörtü çıkararak kendisini yatağa attı. Uykuya dalması bir dakika bile sürmedi.

***

Ertesi gün Gökhan için biraz geç başladı. Saat 11’i geçe son derece dinç ve aç uyanan genç adam önce kendisine güzel bir kahvaltı hazırlayıp karnını doyurdu, sonra salona geçip şarkısının geçiş kısmının sözleri ve bestesi üzerinde çalıştı; pek çok not alıp aklındaki besteleri daha sonra üzerinde çalışmak için kaydetti. Şarkı için onlarca cümle yazmıştı, tüm bu cümlelere şarkıda yer veremeyeceği için aralarından seçmesi gerecekti aksi takdirde şarkı on dakika gibi bir uzunluğa sahip olabilirdi. Gökhan şarkının dört dakika kadar bir uzunlukta olmasını ve yazdığı sözler arasından en çarpıcı olanlara şarkıda yer verip az sözle çok şey anlatmak istiyordu.

Saat öğleden sonra 4’e kadar şarkı üstünde çalıştıktan sonra hazırlanmaya başladı. Altı günlük sakal ve bıyığını tıraş edip duş aldı. Duş sonrası belinde havluyla dolabının önünde durup ne giyebileceğini düşündü. Üç hafta sonra ilk kez sahne alacağı için biraz şık görünmek istiyordu. Birkaç defadan fazla giymediği mavi gömleğini eline alıp şöyle bir baktı.

“Bu kadar şık olmaya da gerek yok,” deyip yerine astı. “Orkestrada sahne almıyorum sonuçta.”

En sevdiği renk olan maviden vazgeçmeyip kısa kollu mavi tişörtünü giymeye karar verdi, pantolon olarak da boru paça siyah kot pantolonunu seçti.

“Bayağı şıksın Gökhan, aynen,” dedi aynadaki yansımasına bakarken. “Grand tuvalet oldun. Şıklık paçalarından akıyor.”

Kendi kendine gülüp saçlarını her zamanki gibi şekillendirdi. Genç adam spor giyinmeye çok alışkındı ve kıyafette onun için tek kriter rahatlıktı. Gömlek, kumaş pantolon ya da ceket gibi parçaları çok çok özel bir gün olmadıkça giymekten hiç hoşlanmıyordu.

Parmaklarına yüzüklerini takıp parfümünden de birkaç fıs sıktıktan sonra hazırlanması tamamdı. Odasından çıkıp salona girdi ve duvardaki klasik gitarını indirip kılıfına yerleştirdi. Geçen akşam bakımlarını yaptığı gitarı bu akşam için hazırdı.

Evde gezip her yerin kapalı olduğundan ve bir şeyini unutmadığından emin olunca evden ayrıldı. Kafede akşam 8’de çıkacaktı ama öncesinde saat 5’te Aras’la gitar dersi vardı ve şimdi de oraya gidiyordu. Okul dönemi onunla çarşamba günleri görüşüyor olsa da yaz tatilinde hafta içleri çalıştığı için buna zaman ayırması zor olacağı için bu haftaki derslerini cumartesi işlemeye karar vermişti. Aslında genç adamın içinden geçen pazar günü görüşüp tatil günü olan cumartesiyi kafeye kadar tamamen evde geçirmek olsa da Aras’ın ailesi yarın ailecek gezmeye gideceklerini söylediği için geriye sadece bugün kalmıştı. Gökhan bu meseleye bir netlik kazandırması gerektiğini aklına not etmişti.

Genç adam, Arasların Göztepe’deki evine gitmek için otobüsü kullandı. Trafikte biraz zaman kaybetse de saat 5’teki derslerine yetişmeyi başardı. Ona kapıyı Aras’ın annesi Dilan açtı.

“Hoş geldin Gökhan,” diye karşıladı onu. “Gel içeri.”

“Hoş buldum,” diyen Gökhan ayakkabılarını çıkarıp eve girdi.

“Gökhan ağabey!” diye bağıran Aras odasından çıkıp koşar adımlarla Gökhan’a ilerledi. “Hoş geldin. Gelmeni dört gözle bekliyordum.”

“Öğrendiği şarkıyı sana çalmak için sabırsızlanıyor,” dedi Dilan. “Kaç gündür içi içine sığmıyor.”

Gökhan gülerek Aras’ın saçlarını karıştırdı. “Bak sen. Geldim işte, çalarsın şimdi.”

“Hemen başlayalım,” dedi Aras. “Gitarımı hazırladım, notlarımı hazırladım hatta parmaklarımı bile ısıttım.”

“Bayağı hazırlıklısın bakıyorum. Aferin.”

“Ödevime iyi çalıştım.”

Aras onun elinden tutup odasına götürmeye başladı.

“Bir şey ister misin?” diye seslendi Dilan. “Soğuk bir içecek?”

“Su iyi olur,” dedi Gökhan. “Teşekkür ederim.”

Gökhan’la Aras küçük çocuğun odasına girdiler. Aras söylediği gibi gitarıyla notlarını hazırlamış ve yatağının üstüne koymuştu.

“Tüm hafta parçayı çalıp durdum,” dedi Aras. “Bu haftaki dersimiz geç olduğu için bolca pratik yapma fırsatım da oldu.”

“Aferin,” dedi Gökhan. “Çal bakalım parçayı.”

Aras sandalyeye oturup gitarını kucağına alırken Gökhan da yatağa oturdu. Çocuk, parçayı çalmaya başladığında hocası pür dikkat onu dinlemeye başladı. Aras bu parçayı çalmaya çalışırken klavyeyi kavrayış şeklinden dolayı istediği performansı gösteremiyordu; Gökhan ona bu konuda yardımcı olup, önemli noktaları gösterince çocuk sorunu anlayıp ortadan kaldırmak için çalışmalara başlamıştı ve bunda başarılı da olmuştu. Aras geçen haftaya kadar bir türlü güzel çalamadığı bu parçayı bugün son derece iyi ve neredeyse kusursuz çaldı. Parça bittiğinde Gökhan onu alkışladı.

“Muhteşem,” dedi içtenlikle. “Eline, yüreğine sağlık. Sen bu işi bitirmişsin.”

“Gerçekten mi?” dedi gözleri parlayan Aras. “Beğendin mi?”

“Bayıldım. Söylediğim şeylere dikkat çekince performansın boyut atlamış, sen de fazlasıyla pratik yapıp işin en önemli kısmını halletmişsin.”

“Çok teşekkür ederim Gökhan ağabey. Hepsi senin sayende oldu.”

“Estağfurullah. Ben öğrettim, evet ama öğrenmek için bu kadar hevesli ve çalışkan olmasaydın iş bu noktaya gelmezdi.”

Odanın kapısı aralandığında Dilan başını içeri uzattı. “Girebilir miyim?” diye sordu.

“Elbette,” dedi Gökhan.

Dilan içeri girdiğinde elindeki tepsi göründü. Tepsinin içinde iki bardak limonata, tabakta birkaç kurabiye ve Gökhan’ın istediği su vardı.

“Çalışırken atıştırırsınız,” deyip tepsiyi masaya koydu. “Kurabiyeyi sen geliyorsun diye yaptım.”

“Neden zahmet ettin?” dedi Gökhan mahcup olarak.

“Ne zahmeti canım? Hem Aras da çok seviyor, yersiniz işte.”

“Ellerine sağlık, çok teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun. Size iyi dersler. Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenmeniz yeterli.”

“Tabii. Teşekkür ederiz.”

Dilan odadan çıktığında Gökhan kalkıp Aras’ın yanına oturdu. “Sadece tek bir yerde biraz zorlandığını gördüm,” dedi. “Hadi o kısma yoğunlaşalım.”

İkili bir saati aşkın ders yaptı. Gökhan Aras’a öğrenmesi için biraz daha zor bir parçayı ödev verdi, parçayı kendisi çaldı ve Aras’a bazı püf noktaları gösterdi. Gökhan kendi gitarından bu parçayı çalarken Aras ona aşk dolu gözlerle bakıp hayranca izledi. Küçük çocuğun Gökhan’ın kahverengi klasik gitarına büyük bir ilgisi vardı, Gökhan’ın ustalığına ise hayrandı. Hedefi günün birinde onun kadar iyi gitar çalmaktı.

“Bugünlük bu kadar,” dedi Gökhan. “Haftaya kadar bu parçayı öğrenmeye çalışırsın. Diğer parçada da zorlandığın kısmı gösterdiğim şekilde çalıp zorlanmayı yok etmeye çalışalım, olur mu?”

“Tabii ki hocam, siz nasıl isterseniz.”

Gökhan gülerek onun saçlarını karıştırdı. “Ben bir annene bakayım, sen de odanı topla hadi.”

Gökhan, Aras’ın odasından çıkıp salona ilerlediğinde Dilan’ı içeride otururken buldu.

“Bitti mi?” diye sordu Dilan.

“Bitti,” diye onayladı Gökhan. “Bu haftalık bu kadar.”

“Nasıl ilerliyor?”

“Çok iyi. Aras yetenekli bir çocuk ama daha önemlisi öğrenmeye çok hevesli ve çok da çalışkan. Genelde ilk sekiz ayda bu kadar ilerleme olmaz ama Aras son derece iyi gidiyor. Yaz sonuna kadar aynı hızda ilerlerse bir tık üst düzey bir gitar alabilir.”

“Gerçekten mi?” dedi duydukları karşısında duygulanan Dilan. “Benim küçük kurabiye canavarıma bak sen. Seni çok seviyor ve ne kadar iyi gitar çaldığından, çok tatlı bir dille ona da öğrettiğinden bahsediyor. Burada senin de emeğin çok büyük Gökhan, çok sağ ol.”

“Ben de onu seviyorum ve beraber zaman geçirmekten keyif alıyorum.”

“Bir işin yoksa akşam yemeğine kalmaya ne dersin? Ferhat da birazdan gelir, hep beraber yeriz.”

“Teşekkür ederim ama gitsem daha iyi olur sanırım,” dedi Gökhan çekinerek.

“Acelen mi var?”

“Yok ama ne bileyim, siz yemeğinizi ailecek yeseniz daha iyi olur.”

“Duymamış olayım. Bize eşlik etmen hepimizi çok mutlu eder, lütfen kırma bizi.”

“Peki. Teşekkür ederim.”

Aras’ın babası Ferhat işten dönünce hep beraber masaya oturdular. Birkaç yıldır sadece Yağız’ın ailesiyle yemek masasına oturan Gökhan kendisini son derece gergin hissediyordu ama bunu belli etmeme konusunda çok başarılıydı. Yemek masası genç adam için aile sıcaklığını hissettiği bir yer olmaktan çok uzaktı. Yağız’ın ailesiyle tanıştıktan sonra bu sıcaklığı hissetmiş, ailecek yenen yemeklerin aslında ne kadar güzel olabileceğini fark etmişti. Şu an oturduğu bu yemek masasındaki ortam da hoşuna gitti.

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu Ferhat. “Geçen iki haftada sınavların vardı.”

“Finallere girdim,” dedi Gökhan. “Sonuçlar iyi. Bu seneyi de hallettim.”

“Çok sevindim,” diye araya girdi Dilan. “Tebrik ederim.”

“Teşekkür ederim.”

“Şimdi de çalışmaya mı başladın?” dedi Ferhat.

“Tam zamanlı çalışmaya geçtim. Haftanın altı günü çalışıyorum.”

“O zaman çarşambaları da işte olacaksın.”

“Evet. Aslında ben de sizinle bu konuyu konuşmak istiyordum. Cumartesi günleri izin günüm, onun dışında her gün çalışıyorum ama pazar günleri mağazayı birkaç saat daha erken kapatıyoruz. Size de uyarsa Aras’la yaz boyunca pazar günleri görüşelim diyorum.”

“Sen ne zaman uygunsan biz de ona uyarız. Çalışıyorsun sonuçta, iş çıkışı buraya gelip bir de gitar dersi vermeni isteyemeyiz.”

“Çalışanın hâlinden anlarız,” diye eşine arka çıktı Dilan. “Üstelik öğrencisin de. Sen pazar diyorsan pazar olsun. Sen ne dersin Aras?”

“Gökhan ağabey ne zaman yapmak isterse o zaman yapsın,” dedi Aras. “Bana gün fark etmez ki. Bundan sonra sürekli evdeyim sonuçta.”

“O zaman anlaştık,” diyen Gökhan ona yumruğunu uzattı.

“Anlaştık,” deyip küçük yumruğunu Gökhan’la tokuşturdu Aras.

Akşam yemeği bol sohbetli ve keyifli geçti. Sıcak bir aile ortamında akşam yemeği yemek Gökhan’a iyi geldi. Kış tatilinde Yağız’la beraber Balıkesir’e gittiğinden bu yana, yani dört aydır, böyle bir aile ortamında bulunmamıştı ve masada oturup gülerken bu ortamı özlediğini hissetti. İçinde varlığını reddedemeyeceği bir burukluk da vardı ama huzur duygusu daha ağır bastı.

“Ellerine sağlık Dilan abla,” dedi yemek bittikten sonra. “Yemeklerin hepsi çok lezzetliydi.”

“Afiyet olsun Gök, her zaman beklerim. Burası senin de evin sayılır.”

“Teşekkür ederim. Benim için çok keyifli bir akşamdı ama artık yavaştan kaçayım. Cumartesi trafiğini düşünürsem kafeye varmam kolay olmayacak hatta geç bile kaldım.”

“Zülfikar bir şey demez,” dedi Ferhat. “Anlayışla karşılar. Sen yine de bizimle olduğunu söyle hatta selamlarımızı da ilet.”

“Başüstüne.”

Ev halkıyla vedalaşan Gökhan kafeye gitmek için apartmandan ayrıldı. Kesinlikle geç kalmıştı. Kafenin sahibi Zülfikar’ı aramak için telefonunu çıkarırken adımlarını da hızlandırdı.

Tepkiniz nedir?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow

eylemoykuozdemir 24 • Kendi çapında edebiyatçı • Bibliyofil